Türkiye’yi, ‘Alevi-Sunni’ çatışması ile parçalamaya çalışan güçler, Sivas, Çorum, Kahramanmaraş, Malatya ve Gazi Mahallesi katliamları ile başaramadılar.
Şimdi aynı katliamları, uluslararasında sahneye koymak isteyenlerin oyununa gelmeyelim.
(Derleme yazımın Hollandacasını en altta bulacaksınız.
Je vind de Nederlandse versie van mijn recensie onderaan)
İlhan KARAÇAY derledi ve yazdı:
Değerli Okurlarım,
Dün sizlere sunduğum “Esad rejiminin çöküşü, mezhepçi yaklaşım ve Ortadoğu’nun geleceği…” başlıklı yazımda, Suriye’deki rejim değişikliğinin bölgesel dengelere etkisini, mezhepsel bakış açılarının zararlarını ve Türkiye’nin bu süreçteki rolünü değerlendirmiştim.
Bugün, bu yazımın özetine ve ardından Suriye’de yaşanan Alevî katliamlarını konu alan iki yazarın görüşlerine yer vereceğim. Umarım bu analizler, sizler için aydınlatıcı olur.
Şöyle başlamıştım dünkü yazıma:
Ben, Hatay’ın Samandağ ilçesinden Mersin’e göç etmiş bir ailenin çocuğu olarak, tarihten bugüne bölgede yaşanan olayların hem kişisel hem de tarihî boyutlarına tanıklık etmiş bir gazeteciyim. Ailem, Hatay’ın Türkiye’ye katılmasının oylaması sırasında, Türkiye lehine oy kullanarak Atatürk’ün Türkiyesini tercih etmiş ve kendini her zaman bu kimlikle tanımlamıştır. Hayatım boyunca gazetecilikte tarafsızlık ilkesine bağlı kalmayı, olaylara yalnızca objektif bir pencereden bakmayı temel bir prensip edindim. Bu bağlamda, mezhepsel ya da ideolojik bir ayrışmaya katkıda bulunmamaya özen gösterdim.
Beşiktaş taraftarı olmama rağmen herhangi bir taraftar derneğine, Alevî mezhebine mensup olmama karşın Alevî derneklerine üye olmadım. Ancak bu kurumlara ve topluluklara destek olmaktan da geri durmadım. Gazetecilik kariyerimde, her zaman doğruyu arama ve aktarma çabasında oldum. Bugünkü yazımda da aynı titizliği göstermeye gayret ettim.
Bakınız, Türkiye’ye bağlılığımı, yayınlamış olduğum bir kitabımın önsözünde nasıl izah etmiştim. Yukarıda.
İşte, aşağıdaki yazdıklarımı, yukarıda anlatılan şiar ile hazırladığımı bilmenizi isteyerek sunuyorum:
Ortadoğu’nun kanayan yarası haline gelen mezhep çatışmaları, yalnızca Suriye’yi değil, tüm bölgeyi derinden sarsıyor. Suriye’de uzun süredir devam eden Alevi-Sünni gerilimi, tarihsel bağlamıyla birlikte daha geniş bir politik ve sosyal tehlikeyi de beraberinde getiriyor. Türkiye için de bu durum, geçmişteki acı olayları hatırlatan bir uyarı niteliğinde.
Türkiye, 20. yüzyıl boyunca Alevi-Sünni ayrışmasını kaşıyarak toplumu bölmeyi hedefleyen güçlerin oyunlarına defalarca sahne oldu. Sivas, Çorum, Kahramanmaraş, Malatya ve Gazi Mahallesi’nde yaşanan trajik olaylar, yalnızca toplumsal barışı değil, aynı zamanda ülkenin birliğini de tehdit eden süreçlere dönüştü. Ancak halkın sağduyusu ve ortak acıları paylaşma bilinci, bu tür provokasyonların amacına ulaşmasını engelledi.
Bugün, benzer bir oyunun Suriye’de uluslararası bir sahnede tekrar sergilenmeye çalışıldığını görüyoruz. Bu kez hedef, yalnızca yerel bir mezhep çatışması yaratmak değil; bölgesel bir krizi küresel bir çatışmaya dönüştürmek. Suriye’deki bu gerilim, sınırları aşarak Türkiye’yi ve çevresindeki ülkeleri de etkisi altına alabilecek bir tehdit haline geldi.
Türkiye, geçmişten alınan derslerle, bu tür provokasyonlara karşı dikkatli ve sağduyulu olmalıdır. Alevi-Sünni ayrımını derinleştirerek toplumun kardeşlik bağlarını koparmak isteyen odaklara karşı durmak, yalnızca devletin değil, her bireyin ortak sorumluluğudur.
Uluslararası güçlerin ve bölgesel aktörlerin etkisiyle şekillenen bu karmaşık oyunu fark etmek ve buna göre hareket etmek, geleceğimizi korumanın anahtarı olacaktır. Toplumsal barışı tesis etmek ve bu tür çatışmaları büyütmeye yönelik girişimlere karşı birleşmek, hepimizin ortak hedefi olmalıdır.
Suriye’de Esad rejiminin devrilmesiyle başlayan süreç, yalnızca bir hükümet değişikliği değil, aynı zamanda bölgedeki güç dengelerinin yeniden şekillenmesine yol açan bir dönemin başlangıcıdır. Bu gelişme, mezhepsel çatışmaları körükleyen kesimlerin zafer naralarına karşın, aslında daha büyük ve karmaşık bir sorunun işaretidir. Esad’ın devrilmesi sonrası oluşan güç boşluğu, bölgedeki çatışmaları artırmış ve uluslararası müdahalelerin kapısını aralamıştır.
Esad sonrası süreçte Türkiye, hem tehdit hem de fırsatlarla karşı karşıya. Ancak bu fırsatların değerlendirilmesi için mezhepsel ön yargılardan arınmış, ulusal çıkarları gözeten bir dış politika gereklidir. Türkiye, bu krizden bölgesel bir güç olarak çıkabilir ancak bu yalnızca akılcı ve bağımsız bir stratejiyle mümkündür.
SURİYE’DEKİ ALEVÎ KATLIAMLARI VE İNSANLIK DRAMI İDDİALARI
Bu konuda sizler için iki yazardan iki kısa özet çıkardım. Bu özetlerin ardından da, yazarların görüşlerinin tamamını sizlere sunacağım.
Anlatılanlara bakış açınız tabii ki sizlerin tercihidir.
PROF. DR. OSMAN EĞRİ’NİN YAZISINDAN ÖZET
Esad rejiminin devrilmesiyle birlikte Suriye’de ortaya çıkan insani kriz, özellikle Alevî toplumu için tarifsiz bir trajediye dönüştü. Hayat Tahrir el-Şam (HTŞ) gibi radikal gruplar, Alevîlerin kutsal mekanlarını ve önde gelen dini liderlerini hedef aldı. Hüseyin bin Hamdan el-Hasîbî’nin türbesinin yakılması ve türbede görevli kişilerin hunharca katledilmesi, bu vahşetin yalnızca bir örneğidir.
Alevîlere yönelik saldırılar, tarihsel bir bağlamda değerlendirildiğinde, 16. yüzyıldaki Osmanlı dönemindeki Kızılbaş katliamlarından farksızdır. Dini gerekçeler ileri sürülerek gerçekleştirilen bu saldırılar, aslında ekonomik ve siyasi motivasyonlarla beslenmektedir. Prof. Eğri, bu vahşeti izleyenlerin vicdanlarını sorgulamaları gerektiğini vurguluyor: “Bugün mazluma el uzatmayan, yarın kendisine uzatılacak bir el bulamaz.”
Araştırmacı-yazar Hamide Rencüs ise Alevîlerin yanı sıra Hristiyanlar ve diğer azınlıkların da benzer tehditlerle karşı karşıya olduğunu belirtiyor. HTŞ lideri Muhammed Colani’nin kontrolünde Suriye’de kurulan geçici hükümet, radikal bir İslam devleti inşasına yönelik adımlar atarken, azınlık topluluklar için soykırım tehditleri artmıştır. Alevîler yalnızca Beşar Esad’ın mezhepsel kimliği üzerinden değil, aynı zamanda dini ve kültürel varlıklarını koruma çabaları nedeniyle hedef alınmaktadır.
Rencüs, özellikle Lazkiye, Tartus ve Hama gibi şehirlerde yoğunlaşan katliamların sistematik bir şekilde sürdüğünü ifade ediyor. Radikal grupların soykırım çağrıları yaptığı ve sosyal medyada vahşet görüntülerini paylaştıkları bir ortamda, Alevîler savunmasız ve korumasız bırakılmış durumda.
SONUÇ VE BENİM DEĞERLENDİRMEM
Suriye’deki mevcut durum, yalnızca yerel bir çatışma olarak değil, aynı zamanda uluslararası güçlerin bölgeyi yeniden şekillendirme çabalarının bir parçası olarak değerlendirilmeli. Alevîlere yönelik katliamlar, insanlık onuruna yapılmış bir saldırıdır ve bu saldırılara karşı tepki göstermek, yalnızca Alevîlerin değil, insanlık onurunu savunan herkesin görevidir.
Türkiye, bu süreçte mezhepçi söylemlerden uzak durarak ve azınlıkların haklarını savunarak, bölgedeki barışın ve istikrarın sağlanmasında önemli bir rol oynayabilir. Ancak bu, ideolojik yaklaşımlar yerine, akılcı ve barış odaklı bir dış politika benimsemekle mümkündür.
Değerli okurlarım, vicdan sahibi herkesin Suriye’deki bu insani drama kayıtsız kalmaması gerekir. Unutmayalım ki bugün Alevîlere yapılan zulme sessiz kalırsak, yarın başka topluluklara yapılan zulme de sessiz kalmak zorunda bırakılabiliriz. İnsan olmanın gereği, her türden zulme karşı çıkmak ve mazlumun yanında durmaktır.
Şimdi iki yazarın yorumlarının tamamını sizlere sunuyorum. İki yazarı bağlayan aşağıdaki iddialar hakkında sizlerin düşüncesi de sizleri bağlar elbette.
SURİYE, ALEVÎ KATLİAMI ve İNSANLIK
Prof Dr Osman Egri’nin yazısı (Ocak 2, 2025)
Esad rejiminin sona ermesinden sonra, Suriye’den insânî duygularını kaybetmemiş her insanı dehşete düşüren ve üzen görüntüler, sosyal medyaya yansımaya devam ediyor. İktidarı ele geçiren HTŞ ve onların desteklediği insanlık düşmanı teröristler, Arap Alevîliği (Nusayrîliğin) en önemli isimlerinden birisi olan; Hüseyin bin Hamdan el-Hasîbî’nin türbesini yakıp, türbede görevli beş kişiye de hunharca katlettiler.
Alevîlerle birlikte, Alevîlerin saygı duydukları tarihî bir şahsiyetin türbesine bunlar yapılırken, türbenin girişinde ise “Besmele” ile birlikte “Ayetü’l-Kürsî” yazıyordu. İnsan haklı olarak, yaşanan bu barbarlığa seyirci kalanlara şöyle seslenmek istiyor: “Hani nerede Müslümanlık ve Müslümanlar? Neden kimsenin sesi çıkmıyor? Alevîlerle Sünnîlerin inandıkları ve okudukları Kur’ân ayrı da, ben mi bilmiyorum yoksa?”
Gözleri, Alevî düşmanlığıyla kararmış teröristlerin saldırıları, sadece rahmetli olan Hamdan el-Hasîbî’nin türbesiyle sınırlı kalmadı. Hayatta olan manevî otorite sahibi kişilere yönelik saldırılarla devam etti: Alevîlerin değer verdiği Ahmed Muhammed Şeyh Hadi’nin oğulları (Alevî şeyhinin iki oğlu), HTŞ militanları tarafından geçtiğimiz günlerde katledildiler. Şu anda,
Suriye Alevîleri sokaklarda sürünmeye, köpek gibi havlamaya zorlanıyorlar. Erkekler kamyon ve otobüslere bindirilerek, bilinmeyen yerlere götürülüyorlar.
Eli silahlı katillerin; “Tüm Alevîleri öldürün!” çağrısı yaptıkları videolar, sosyal medyaya yansıyor. Peki, Suriye’de yaşanan insanlık dışı bu vahşete, sadece Alevîlerin değil; “Ben bir insanım!” diyen herkesin ve Sünnîlerin de tepki göstermesi gerekmiyor mu? Neden kimse; “Bunların yaptıkları sadece Müslümanlığa değil; insanlığa da sığmaz!” demiyor veya diyemiyor? “Müslüman; elinden ve dilinden Müslümanların (insanların) emin olduğu kimse” değil miydi?
Sosyal medyadan takip ettiğim kadarıyla, bazıları; “Esad zâlimdi ve Alevî idi.” diyerek, Esad’ın yaptığı yanlışlardan tüm Alevîleri sorumlu tutuyorlar. Ama Esad’ın eşinin Sünnî olduğunu, Esad dönemindeki Suriye ordusunun 60%’ının Sünnîlerden oluştuğunu, hatta Esad’ın Alevîcilikle itham edilmemek amacıyla, özellikle Alevîleri önemli görevlere getirmediğini ise hiç gündeme getirmiyorlar.
Aslında herkes, körüklenen Alevî düşmanlığının gerçek sebebinin; Akdeniz’e kıyısı olan Lazkiye ve Tartus, yine Akdeniz’e yakın Humus şehirlerindeki Alevîlere ait, mal-mülk, ev ve arazilere çökmek amacıyla duygusal ve inançsal gerekçeler oluşturmak olduğunu biliyor. Yaşananların, 16. yüzyılda Anadolu’da yaşayan Alevî ve Kızılbaşların, Şeyhülislâm fetvâlarıyla, İslâm dışı ilan edilerek mal-mülk, köy ve bucaklarına çökülerek, dağlara sürülmelerinden hiç de farklı değil. Mesele; gerçeğe dayanmayan dinî argümanları kullanarak, dünyevî çıkarlar elde etmek.
Suriye’den sosyal medyaya yansıyan o kadar görüntü ve açıklamalara, çığlık ve çağrılara rağmen, hala Suriye’de bir Alevî katliamı olup-olmadığı konusunda şüphelerini ifade eden ve sessiz kalan insanlar için söyleyeceğim şey şu: “Önce aklınızı, sonra da vicdanınızı bir kontrol ettirin! Sonra da -ben bir insan mıyım?- diye bir aynaya bakın! Zâlim size dünyaları da verse, yanında olmayın! Mazlûmun diline, rengine, meşrebine, mezhebine, inanç ya da inançsızlığına bakmadan, uzağında durmayın! Bir mazlûma el uzatmak, dünya ve içindekilerden daha değerlidir. Alevî ya da Sünnî, Türk ya da Kürt, Müslüman ya da Hıristiyan, her kime zulüm, işkence, eziyet veya katliam yapılıyorsa, ona karşı çıkmak; insan olmanın bir gereğidir. Bugün başkalarına olan zulüm, yarın size de dokunabilir. Bunu asla unutmayın!”
Alevîleri, Hüseyin’ci, Ali’ci olmakla suçlayan (ki bu suç değil; aksine bir Müslüman için övünülecek bir şey olmalı) selefî teröristler, çok güzel işler yapmış gibi bir de Muâviye’nin Şam’daki mezarını ziyaret ederek, -kendilerince- ağlayarak zafer (!) kutlaması yaptılar. Aslında bu hareket de bu katillerin ilhamlarını kimden aldıkları konusunda önemli bir pencere açıyor önümüzde. Son zamanlarda, İslâm ülkelerinde Muâviyecilikle birlikte, -siyaset uğruna- muhâliflere zulmetmek, onlara olmadık iftira ve hakaretlerde bulunmak, saltanatı şatafat ve gösterişle birleştirip saray ve villalarda lüks ve konfor peşinde koşmak da siyasetin bir parçası haline geldi.
Tarihtan haberdâr olan herkesin bildiği gibi; rüşvet almak-vermek, görevini kötüye kullanmak, görevlendirmelerde liyâkat ve ehliyete değil; siyâsî biat ve sadâkata önem vermek, muhalifleri susturmak için şantaj, tehdit, darp ve adam öldürmek gibi yöntemleri kullanmak da Muâviyeciliğin karakteristik özelliklerinden sadece birkaçı. Normalde Anadolu’da, çocuğuna Muâviye ismini veren Sünnî yoktur. Ancak, öteden beri siyasal İslâmcıların idolü; hilâfeti Emevî saltanatına dönüştüren Muâviye’dir ve bu akımın güçlenmesiyle birlikte, maalesef Türkiye’de de Muâviyecilik artmıştır.
Muâviye ve Yezid döneminde, Ehl-i Beyt’e yapılan zulüm ve işkenceleri ve özellikle Kerbelâ katliamını anlattığım için bazı ilahiyatçılar; “Neden geçmişte yaşanmış olumsuzlukları gündeme getiriyorsun?” diye eleştiriyorlardı. Yeni gördüm; “Emevî İslam Devleti” adına X hesabı bile açılmış. Burada Alevîlere yapılan katliam savunulup, Muâviye/Yezid’e “hazret” demeyenler lanetleniyor. Ve şu anda nedense, Suriye’de Alevîler katledilirken, bu ilahiyatçıların hiçbirinin sesi çıkmıyor. Bu durum, bugün için ibret verici olduğu gibi, Müslümanların geleceği açısından da endişe verici. Soruyorum: “Allâhu Ekber!” denilerek, masum sivilleri katletmek İslâm’ın neresinde var? Cevap: Sıffin’de, Hz. Ali ile savaşırken, savaşı kaybedeceğini anlayınca, mızrakların ucuna Kur’an sayfalarını astıran Muâviye siyasetinde var.
Allah’tan, tarihten bugüne onca yok etme/katletme politikasına rağmen, halen Suriye dışında da Alevîler yaşamlarını sürdürebiliyorlar ve olanlara da seyirci kalmıyorlar. Türkiye ve Avrupa’daki Alevî kurumlarını, Suriye’deki yönetime hitaben duyurdukları; sosyal barış ve birlikte yaşama kültürünü, demokratik, özgürlükçü, eşitlikçi, çoğulcu ve çok kültürlü toplum modelini esas alan, bir manifesto niteliğindeki açıklamalarından dolayı tebrik ediyorum. Suriye’deki Alevîlerin katledilmesine karşı çıkmak; Hatay’a sahip çıkmak, Türkiye’nin toprak bütünlüğüne sahip çıkmak demektir. Bunu yapanları “siyasal Alevîcilik”le suçlamak ise; bu vatana, milletin birlik ve beraberliğine yapılmış gerçek bir ihanettir!
Suriye’deki Alevî katliamını ört-bas etmek için, Türkiye’deki siyasal İslâmcılarla birlikte, özellikle radikal, selefî militanlar; “siyasal Alevîlik” diye yeni bir kavram icad ettiler. Ezeli Alevî düşmanı olan bu gürûh için kullanılabilecek en güzel deyim; “Müslümanımsı mahlûkât (yaratıklar)” olabilir. Ey siyasal İslâmcılar! Mülakatlarla memur alınarak, kamu görevlerine yandaşlar dolduruluyor, kamu kaynakları yandaş müteahhitlere peşkeş çekiliyor, rektörler üniversitelere akrabalarını dolduruyorlar, milletin parası siyasetçilerin makam araçlarına harcanıyor. Hiç sesiniz çıkıyor mu? Hayır!
Çıkmıyor. Çünkü sizin haram-helal anlayışınız, Allah’ın emir ve yasaklarına göre değil; tıpkı Muâviye ve Yezid dönemlerinde olduğu gibi; size yakın (sizden) olan-olmayan kişilere göre değişiyor. Sizden olanlara her şey mubah. Şimdilik, bu dünyada size hesap sorabilen de yok. Ama ahiretiniz çoktan bitti bile.
Eğer Türkiye’de siyasal bir mezhepçilikten bahsedilecekse, bu her hâlükârda ancak siyasal bir Sünnîcilik olabilir. Ey siyasal Sünnîciler! Alevî köylerini haritalarda kırmızı yazıyla işaretleyen, Alevî köylerinin yollarını özellikle yapmayan, Alevî bir vali veya rektör atamayan, Alevîlere eşit yurttaşlık haklarını vermeyen siz değil misiniz? Dersim’de, Maraş’ta, Çorum’da ve Sivas’ta Alevîleri katleden ve Suriye’deki Alevî katliamını gündeme getirenlere de; “Yavuz” hatırlatması yapan siz değil misiniz?
Sonuç olarak; şu anda Suriye’de, el-Kaide zihniyeti, Alevî katliamı yapıyor ve günlerdir aralıksız devam eden vahşet, soykırıma dönüşmek üzere. Olanları, tüm dünya sessizce seyrediyor. Alevîler, sahipsiz ve kimsesiz. Vicdan sahibi herkesi, olanlara tepki göstermeye davet ediyorum. Korkmayın! Alevîlere yapılan katliama karşı çıkarsanız, Alevî veya Alevîci olmazsınız. İnsan olursunuz…
Suriye’de Alevilerin soykırım ve katliamlar ile karşı karşıya olduğunu vurgulayan Araştırmacı-Yazar Hamide Rencüs, “Suriye’de kanun yok, nizam yok, iktidar yok. Çok büyük bir tehdit var Alevilere ve diğer azınlıklara dönük” dedi.
Suriye’de 61 yıllık BAAS rejiminin 8 Aralık’ta devrilmesinin ardından Hayat Tahrir el Şam (HTŞ) çetelerinin öncülüğünde geçici hükümet kurulurken, Türkiye ve bağlı Suriye Milli Ordusu’nun (SMO) Rojava’ya yönelik saldırıları aralıksız sürüyor. Lazkiye ve Tartus gibi yoğunlukta Alevilerin ve Hristiyanların yaşadığı kentlerde saldırı, katliam, işkence ve insan kaçırma olayları artamaya başladı. Çatışmalar devam ederken MİT Başkanı İbrahim Kalın ardından Dışişleri Bakanı Hakan Fidan Şam’a giderek HTŞ lideri Colani ile görüştü. Bu görüşmelerin ise Türkiye’nin Rojava’ya dönük saldırı hazırlığı çerçevesinde yapıldığı belirtiliyor.
Ortadoğu uzmanı araştırmacı yazar Hamide Rencüs ile Türkiye’nin Suriye politikasını, Alevi ve Hristiyanlara dönük gerçekleştirilen katliamlar ve bölgedeki gelişmeleri konuştuk.
Suriye’de Şam’ın düşmesinden sonra ortaya çıkan yeni siyasal durumu nasıl değerlendiriyorsunuz?
Hamide Rencüs: Şam’ın düşmesinden sonra saraya ilk giden HTŞ’nin lideri Muhammet Colani, tam bir cumhurbaşkanı gibi davranmaya başladı. Aslında onun siyaset ile ilgili hiçbir deneyimi yok. Kendisi İdlip’teki İslam emirliğinin askeri haraket dairesi başkanı. O bir asker, bir savaşçı. Beraberindekilerin tamamı savaşçı. Fakat Butik İslam Devleti kurdukları İdlip’te bir sivil hükümet te kurmuşlardı. Adına Suriye Kurtuluş Hükümeti, işte oradaki tamamıyla El-Kaideci, tamamıyla yine militan kesimden oluşan bir hükümet vardı. Ve onları bakan olarak atadı. Yani hükümet yok. Anayasayı da rafa kaldırdı. Bakanlar kurulunu zaten fesih etti, devir alırken iktidarı. Dolayısıyla şu an devlet yok hükümet yok Suriye’de bir iktidar yok. Ulusal konferans düzenleyeceklerini ilan ettiler. Anayasa hazırlıkları için çalışmalar yürütüleceğini, konferanstan sonra bu işe başlanacağını söylediler. Ama şu an da bir kaos hakim Suriye’ye. Kesinlikle bir istikrar yok, sistem yok, rejim yok, yıkılmış bir devlet var. Ve yerine henüz konulmuş bir şey yok.
Suriye’de öncesiyle birlikte yeni ortaya çıkan siyasal denklemde Türkiye’nin rolü ve siyasal emelleri nelerdir?
Hamide Rencüs: Öncesinde de şimdi de Türkiye’nin Suriye politikası tamamen rejimi yok etmeye yönelikti. O motivasyonla haraket etti. Dış politikası tamamen buna bağlı olarak işletildi. Dolayısıyla rejimin yıkılma olasılığı ortadan kalktıktan sonra yine Suriye’ye dönük hedeflerinde şöyle bir değişikliğe gitti. Garantörlüğünü üstelendiği cihatçı koalisyondan bir Suriye Milli Ordusu oluşturdu. Suriye Milli Ordusu, TSK öncülüğünde Suriye topraklarındaki hedefleri için savaştırıldı. Şu anda Şam düştükten bu yana öncesinde de Halep’in doğu tarafına dönük operasyon yapmalarının, yanı sıra şu anda Kürt birliklerine karşı Suriye Milli Ordusu savaştırılıyor. HTŞ’nin çok hızlı bir şekilde Şam’a kadar ilerlemesinin arkasında bütün yerel kaynaklar diyor ki; “ABD, Türkiye ve İsrail var.” Dolayısıyla Türkiye önce inkar etti. Yani Şam teslim olmaz tedirginliği ile diyelim ya da tedbirli davrandığı için önce ret etti. Yani HTŞ’nin bu saldırganlığının arkasında yokuz, bizimle hiçbir ilişkisi yok dedi. Fakat sonra hemen ilk resmi temas kuran Türkiye oldu. HTŞ Lideri Colani ile İstihbarat Dairesi Başkanı’nın gitmesinin ardından resmi davet gibi gerçekten diplomasi kurallarına uyularak Dışişleri Bakanı’nın, Colani ile görüşmesi ve ardından, “Biz zaten HTŞ ile işbirliği halindeydik başından itibaren” itirafı bütün o söylenenleri doğrulamış oldu. Türkiye’nin Suriye’den beklentisi ne? Yani Esad’ın devrilmesini isterken ki motivasyonu neyse aynısı. Müslüman kardeşleri iktidara taşıma. Şimdi Müslüman kardeşler, daha çok Türkmen gruplarla birlikte ve Suriye Milli Ordusu’nun içindeler. Bunların sivil geçiş hükümeti var, Türkiye’nin desteklediği merkezi Antep. Ama HTŞ hiç biri ile ortak etmeyi düşünmedi bile. HTŞ’den yani bütün bu muhalif bileşenleri kucaklamasını talep ettiler. Ama şu ana kadar teker teker atanan bakanlar oldu ve hiçbirisi Türkiye’nin desteklediği geçiş hükümeti ya da geçici Suriye Milli Ordusu hükümetinden değil. Hepsi tamamen İdlip’teki İslam devletindeki hükümetler oldu. Dolayısıyla Türkiye şu anda Kürtlere karşı sınırdan 30 metre derinliğe dönük bir koridor açmak üzere, savaşmak dışında Türkiye bir şey yapmıyor. Ama bu görüşmelerde sanırım inşaat ihalelerini talep ettiler diye düşünüyorum ben.
Suriye’de yeni ortaya çıkan siyasal iktidar ve denklemde en büyük tehlikeyi yaşayan topluluklardan biri de Alevilerdir. Mevcut durumda Suriye’de Alevilerin durumu nedir? Alevileri bekleyen tehlikeler nelerdir?
Hamide Rencüs: Alevilerin durumu gerçekten çok çok kritik. Çünkü 2011’de başlayan Suriye’deki savaşın adı aslında cihat savaşıdır. Ve burada mesepçi bir argümanla başladı bu savaş. Eski Cumhurbaşkanı Besar Esad’ın mezhebinden dolayı oradaki Aleviler hedef alındı. Ve hatta savaş boyunca 15 Alevi katliamı gerçekleştirdiler bu cihatçı gruplar. Dolayısıyla Aleviler hedefteyken sadece Beşar Esad’ın Alevi olmasından kaynaklı, Alevilere karşı bir öfke ve intikam motivasyonuyla beslendiler. Yaklaşık 13 yıl boyunca bu böyleydi. Şimdi Aleviler devlete bağlı, devlet güvencesinde ancak yaşayacağını bilen bir topluluktur. Devletin yıkılması ile birlikte hem devletsiz hem de savunmasız kaldılar. Ve üstelik bu kadar kin ile bu kadar nefret ile beslenen cihatçı kuşatma karşısında bir soykırım tehdidi ile karşı karşıyalar. Ve katliamlar oluyor. Yani bir soykırım diyecek şey yok şu anda ama soykırım çağrıları da yapıyorlar. El-Kaide’nin üst düzey kadrolarından Alevilere dönük soykırım çağrıları yapıyorlar. Yani bu fetva anlamına gelir ve dolayısıyla gerçekten soykırım tehditi ile karşı karşıyalar. 8 Aralık’tan itibaren asla münferit değil olmayan, tamamen sistematik Alevi katliamı sürüyor. Görüntü yayınlanması yasaklandığı halde bazı cihatçılar işkenceleri, öldürmeleri, katliamları dayanamayıp görüntülüyorlar. Ki, “intikamınızı alıyoruz” diye Müslümanlara seslenirini duyurmak istediklerini söylüyorlar. Sözde din kardeşlerimize “işte sözümüzü” tuttuk şeklinde gerçekten çok büyük bir katliam. Özellikle Alevilerin en değerli kutsalarına, Ebu Abdullah el-Hüseyin el-Hasibi türbesine dönük saldırıdan sonra Aleviler kafalarını dışarı çıkaramazken, korkudan sokağa döküldüler. Dolayısıyla bu da cihatçılara bir fırsat vermiş oldu. Şu anda sahil bölgesinde Hama, Humus, Tartus ve Lazkiye’de kontrolsüz cihatçı grup tarafından katlediliyorlar, işkence ediliyorlar, kaçırılıyorlar. Zaten evleri yağmalanıyor. Özellikle Hristiyan ve Alevilerin yan yana yaşadığı mahallede, Tarsus kırsalında evleri basılarak hem soyup hem tahrip ediyorlar hem de kadınları kaçırıyorlar. Yani böyle bir tehlike var. Kimse buna dur demiyor. Çünkü kanun yok, nizam yok, iktidar yok. Açıkçası çok büyük bir tehdit var Alevilere ve diğer azınlıklara dönük.
Türkiye’nin Suriye politikasında belirleyici bir yerde duran Kürtlerin durumu nedir?
Hamide Rencüs: Kürtlerin durumuna gelince. Şu anda Kürtler bu savaşa dahil olmamışlar. HTŞ, Halep’ten Hama, Humus’tan Şam’a doğru ilerlerken de, HTŞ ile birlikte iş tutabileceklerini Suriye’nin geleceğini birlikte belirleyebileceklerini açıklamışlardı. Ama HTŞ dönüp onlara herhangi bir yanıt vermedi. Yalnız Suriye Milli Ordusu’nun Halep’in Doğu mahallelerine saldırması ile birlikte Suriye Demokratik Güçleri, oradaki Kürt sivilleri korumak amacıyla harekete geçti. Ondan bu yana Şeyh Maksut’tan başlayan çatışmalar şu anda Tel Rıfat, Minbiç ve Tişrin’e kadar ilerledi. Şimdi doğu Fırat ile batı Fırat arasındaki köprüde çatışmalar devam ediyor. Hava desteğini Türkiye’den alan Suriye Milli Ordusu, Tişrin köprüsünü geçerek Fırat’ın doğusuna ilerlemek istiyor. Ama çok ciddi çetin çatışmalar devam ediyor. Türkiye’nin Suriye toprakları ile ilgili temel talebi Kürtleri, Türkiye sınırından uzak tutulmasıdır. Bu savaş Kürtleri, Suriye’nin daha derinlerine itmek içindir. Bunun iznini Amerika’dan daha önceki Trump döneminde almıştı Türkiye. Şu anda Trump’ın yeniden kazanması ile birlikte bu motivasyon Türkiye’yi harekete geçirdi diyebiliriz. O tampon bölgeyi sınır güvenliği gerekçesi ile kurmak istiyor. Kürtler de sivillerini korumak için, topraklarını korumak için ciddi bir çatışmanın içindeler. Lakin İsrail’in güneyden Suriye’ye girmesi herkes için süpriz olmadı. Açıkçası beklenen bir şeydi. Çünkü HTŞ’nin İsrail ile çatışma gibi bir niyeti yoktu ve açıkladı. “Biz yorgun düştük üçüncü bir taraf ile savaşmayacağız” dedi. Alevilere karşı savaşını yürütüyor açıkçası HTŞ. Dolayısıyla, İsrail’in özellikle Süveyde’yi de ele geçirmesinden sonra oradaki Dürziler ile ileriye dönük bir ittifak olanağı yakalamış oldu. Dürziler, “cihatçılardansa İsrail ile ittifak kurabiliriz” açıklaması yaptılar. İsrail’in gözü şu anda hedefi Kürtlerin bölgesine kadar bir koridor açmak. Dürziler ve Kürtler ile ittifak halinde adına da “Davut Koridoru” dediği o güvenlik koridorunu inşa etmek. Şuana kadar Kürtlerin bu savaşına hiç bir resmi açıklama yapılmadı İsrail tarafından. Amerika tarafından da yapılmadı. Amerika hala yeşil ışığını yakmış durumda Türkiye’ye. Bunun nereye evrileceğini bilmek zor. Ama Trump, görevi devir alana kadar bu iş bu şekilde göz yumma biçiminde devam edecek görünüyor. Yani ABD’nin, Türkiye’nin bu Suriye’ye yönelik müdahalesine göz yummaya devam etmesi durumu söz konusu.
***********************************************************************************************
SEKTARISCHE CONFLICTEN IN SYRIË: EEN NIEUWE BEDREIGING DOEMT OP
De krachten die Turkije met een ‘Alevitisch-Soennitisch’ conflict willen verdelen, zijn er niet in geslaagd met de bloedbaden in Sivas, Çorum, Kahramanmaraş, Malatya en Gazi Mahallesi.
Laten we niet in de val trappen van degenen die soortgelijke bloedbaden op internationaal niveau op het toneel willen brengen.
Samengesteld en geschreven door İlhan KARAÇAY:
Beste lezers,
In mijn artikel van gisteren met de titel “De val van het Assad-regime, sektarische benaderingen en de toekomst van het Midden-Oosten…”, heb ik de invloed van de regimeverandering in Syrië op regionale verhoudingen, de schade van sektarische perspectieven en de rol van Turkije in dit proces besproken. Vandaag geef ik een samenvatting van dat artikel, gevolgd door de standpunten van twee auteurs over de Alevitische slachtingen in Syrië. Ik hoop dat deze analyses verhelderend voor u zullen zijn.
Ik begon mijn artikel van gisteren als volgt:
Als journalist uit een familie die van het district Samandağ in Hatay naar Mersin is gemigreerd, ben ik zowel persoonlijk als historisch getuige geweest van de gebeurtenissen die zich in de regio hebben afgespeeld. Mijn familie koos ervoor om bij de volksstemming over de toetreding van Hatay tot Turkije vóór Turkije te stemmen, zich identificerend met Atatürks Turkije. Ik heb altijd geprobeerd objectief te blijven in mijn journalistieke werk en geen bijdrage te leveren aan sektarische of ideologische verdeeldheid.
Hoewel ik Beşiktaş-supporter ben, ben ik nooit lid geweest van een supportersvereniging. En hoewel ik tot de Alevitische gemeenschap behoor, heb ik me niet aangesloten bij Alevitische verenigingen. Ik heb echter altijd steun verleend aan deze instellingen en gemeenschappen. In mijn journalistieke carrière heb ik altijd gestreefd naar waarheid en nauwkeurigheid. Ik heb deze zorgvuldigheid ook toegepast in mijn artikel van vandaag.
Kijk, hoe ik mijn loyaliteit aan Turkije heb uitgelegd in het voorwoord van een boek dat ik heb gepubliceerd. Zie hierboven.
De sektarische conflicten die een open wond in het Midden-Oosten zijn geworden, hebben niet alleen Syrië maar de hele regio diep getroffen. Het aanhoudende conflict tussen Alevieten en Soennieten in Syrië brengt historische, politieke en sociale gevaren met zich mee.
Turkije heeft in de 20e eeuw meerdere keren geprobeerd om verdeeldheid te zaaien via Alevitisch-Soennitische spanningen, zoals blijkt uit tragische gebeurtenissen in Sivas, Çorum, Kahramanmaraş, Malatya en de wijk Gazi Mahallesi. De collectieve wijsheid van de samenleving heeft echter voorkomen dat deze provocaties succesvol waren.
Vandaag zien we een vergelijkbaar spel op een internationaal toneel in Syrië. Dit keer is het doel niet alleen een lokale sektarische botsing, maar een regionale crisis die kan uitmonden in een wereldwijde confrontatie.
Turkije moet leren van het verleden en voorzichtig zijn met deze provocaties. Het is de verantwoordelijkheid van elke burger om te voorkomen dat de banden van broederschap in de samenleving worden verbroken.
Het herkennen van dit complexe spel, gevormd door de invloed van internationale machten en regionale actoren, en hiernaar handelen, zal de sleutel zijn tot het beschermen van onze toekomst. Het herstellen van sociale vrede en verenigd optreden tegen pogingen om dergelijke conflicten te vergroten, moet ons gemeenschappelijke doel zijn.
Het proces dat begon met de val van het Assad-regime in Syrië, is niet alleen een regeringswisseling, maar markeert ook het begin van een periode waarin de machtsverhoudingen in de regio opnieuw worden vormgegeven. Deze ontwikkeling, gevierd door degenen die sektarische conflicten aanwakkeren, wijst in feite op een groter en complexer probleem. De machtsvacuüm die ontstond na de val van Assad heeft de conflicten in de regio doen toenemen en de deur geopend voor internationale interventies.
In de periode na Assad wordt Turkije geconfronteerd met zowel bedreigingen als kansen. Maar om deze kansen te benutten, is een buitenlands beleid nodig dat vrij is van sektarische vooroordelen en gericht is op nationale belangen. Turkije kan uit deze crisis als een regionale macht komen, maar dit is alleen mogelijk met een rationele en onafhankelijke strategie.
ALEVITISCHE BLOEDBADEN EN BEWERINGEN OVER HUMANITAIRE RAMPEN IN SYRIË
Over dit onderwerp heb ik voor u twee korte samenvattingen gemaakt van twee auteurs. Na deze samenvattingen zal ik u de volledige standpunten van de auteurs presenteren. Hoe u deze verhalen interpreteert, is uiteraard aan u.
SAMENVATTING VAN HET ARTIKEL VAN PROF. DR. OSMAN EĞRİ
Met de val van het Assad-regime is de humanitaire crisis in Syrië uitgegroeid tot een onbeschrijfelijke tragedie voor de Alevitische gemeenschap. Radicale groepen zoals Hayat Tahrir al-Sham (HTS) hebben zich gericht op de heilige plaatsen en prominente religieuze leiders van de Alevieten. De verbranding van het mausoleum van Hüseyin bin Hamdan el-Hasîbî en de brute moord op degenen die daar dienden, is slechts een voorbeeld van deze wreedheid.
De aanvallen op Alevieten, beoordeeld in een historische context, zijn niet anders dan de Kızılbaş-slachtingen tijdens de Ottomaanse periode in de 16e eeuw. Hoewel religieuze rechtvaardigingen worden aangevoerd, worden deze aanvallen feitelijk gevoed door economische en politieke motivaties. Prof. Eğri benadrukt dat degenen die deze gruweldaden aanschouwen, hun geweten zouden moeten onderzoeken: “Wie vandaag geen hand uitsteekt naar de onderdrukte, zal morgen niemand vinden die hem de hand reikt.”
SAMENVATTING VAN HET INTERVIEW VAN BAHADDİN SEÇİLİR MET HAMİDE RENCÜS
Onderzoeker-schrijver Hamide Rencüs benadrukt dat niet alleen Alevieten, maar ook christenen en andere minderheden met soortgelijke bedreigingen worden geconfronteerd. Onder leiding van HTS-leider Mohammed Colani heeft de interim-regering in Syrië stappen gezet richting de oprichting van een radicale islamitische staat, waarbij de dreiging van genocide voor minderheidsgemeenschappen is toegenomen. Alevieten worden niet alleen aangevallen vanwege de sektarische identiteit van Bashar al-Assad, maar ook vanwege hun inspanningen om hun religieuze en culturele erfgoed te behouden.
Rencüs stelt dat de bloedbaden, vooral geconcentreerd in steden als Latakia, Tartus en Hama, systematisch worden voortgezet. In een omgeving waar radicale groepen oproepen tot genocide en wreedheden delen op sociale media, zijn Alevieten weerloos en onbeschermd achtergelaten.
CONCLUSIE EN MIJN EVALUATIE
De huidige situatie in Syrië moet niet alleen worden gezien als een lokaal conflict, maar ook als onderdeel van internationale inspanningen om de regio opnieuw vorm te geven. De bloedbaden op Alevieten zijn een aanval op de menselijke waardigheid, en het veroordelen van deze aanvallen is de verantwoordelijkheid van iedereen die de menselijke waardigheid wil verdedigen.
Turkije kan een belangrijke rol spelen in het waarborgen van vrede en stabiliteit in de regio door sektarische retoriek te vermijden en de rechten van minderheden te verdedigen. Dit is echter alleen mogelijk met een rationeel en vredesgericht buitenlands beleid.
Beste lezers, niemand met een geweten mag onverschillig blijven tegenover dit humanitaire drama in Syrië. Laten we niet vergeten dat als we vandaag stil blijven bij het onrecht dat de Alevieten wordt aangedaan, we morgen misschien ook gedwongen zullen worden te zwijgen bij onrecht tegen andere gemeenschappen. Het is de plicht van de mensheid om elke vorm van onrecht te bestrijden en aan de zijde van de onderdrukten te staan.
5 Yorumlar
Serhat çömez
3 Ocak 2025 üzerinde 08:02 de
Yazılarınız için teşekkürler..NATO ülkeleri bu Suriye’de htş katliamina izin verdi..ve hala insanlık suçu işliyor örgütler..
Sayin karacay bu prof.Osman Egri. Bence doğru olmayan egri bir adam insanlara inanc ve dusuncelerinden dolayı bırak katliam uygulamayi kötü bir soz soylenmesine bile karsiyim bu prof bence olaylari kasimak isteyen ve bir meshep catismasina Alet edilmis biri olsa gerek şimdiye kadar tüm kurulus ve gazetecilerin haberlerinde suriyede böyle bir insanlik disi olaylardan bahsedilmedi bu adi gibi geri olan kişi tam manasi ile bir provokator olsa gerek selamlar
Suriye’de mezhep çatışması konulu uyarınız yazınız son derece isabetli tamda gerekli bir zamanda değerli bilgi ve tecrubelerinile çok yerinde bir yazi elinize sağlık
Yazılarınız için teşekkürler..NATO ülkeleri bu Suriye’de htş katliamina izin verdi..ve hala insanlık suçu işliyor örgütler..
Sayin karacay bu prof.Osman Egri. Bence doğru olmayan egri bir adam insanlara inanc ve dusuncelerinden dolayı bırak katliam uygulamayi kötü bir soz soylenmesine bile karsiyim bu prof bence olaylari kasimak isteyen ve bir meshep catismasina Alet edilmis biri olsa gerek şimdiye kadar tüm kurulus ve gazetecilerin haberlerinde suriyede böyle bir insanlik disi olaylardan bahsedilmedi bu adi gibi geri olan kişi tam manasi ile bir provokator olsa gerek selamlar
Teşekkürler ve selamlar
Suriye’de mezhep çatışması konulu uyarınız yazınız son derece isabetli tamda gerekli bir zamanda değerli bilgi ve tecrubelerinile çok yerinde bir yazi elinize sağlık
Teşekkürler ve selamlar