Kliniğin kapısındaki listeyi okuduğunuzda “Bunca uygulamayı tek bir doktor nasıl yapar?” diye düşünüyorsunuz. İçeri girince cevabı alıyorsunuz:
Dr. Işıl Özdemir gerçekten on parmağında on marifet bir uzman.
Izdırap çektiğim bir acıyı dindirmek için gittiğim klinikte, başta Mersin eski Belediye Başkanı Macit Özcan olmak üzere pek çok ünlü ile karşılaştım.
Çukurova’nın tanınmış sosyetik hanımlarının da rağbet edip girdiği klinikten, güzel yüzler ve bedenler çıkıyor.
İlhan KARAÇAY gitti, gördü, yaşadı ve yazdı:
Sağlık, insanlık tarihinin en eski ve en temel konularından biridir. İnsan, doğaya karşı verdiği yaşam mücadelesinde her zaman bedenini ve ruhunu korumanın yollarını aramıştır. Günümüzde teknolojinin gelişmesiyle sağlık hizmetleri çok ilerlemiş olsa da, bu arayış aslında binlerce yıl öncesine, ilk uygarlıklara kadar uzanır.
Tarihte, tıp alanında çığır açan pek çok isim vardır. Antik Yunan’da Hipokrat, hastalıkların doğa yasaları çerçevesinde anlaşılabileceğini savunmuş ve modern tıbbın temellerini atmıştır. Roma döneminde Galen, insan anatomisi ve fizyolojisi üzerine yaptığı çalışmalarla tıbbi bilgiyi sistemleştirmiştir.
Orta Çağ İslam dünyasında İbn-i Sina, El-Kanun fi’t-Tıbb adlı eseriyle hem Doğu’ya hem Batı’ya ışık tutmuş, yüzyıllar boyunca referans alınmıştır.
Uzak Doğu’da Çinli hekim Hua Tuo, bitkisel tedavi ve akupunktur yöntemleriyle, Hintli Sushruta ise cerrahi girişimlerle tıbbın gelişimine katkı sunmuştur. Yeni çağda ise Louis Pasteur mikropların gizemini çözerken, Florence Nightingale modern hemşireliğin temellerini atmış, Freud insan ruhunun derinliklerine inmiş, Marie Curie ise bilimin sağlıkla kesiştiği noktada tarihe geçmiş isimler arasında yerini almıştır.
Tüm bu isimler, insanın şifa bulma çabasının evrenselliğini ve zamanlar ötesi önemini ortaya koyar. Sağlık, sadece hastalıkların tedavisi değil; yaşam kalitesini yükseltme, huzurlu ve üretken bir toplum inşa etme meselesidir.
Bu röportajda ise, bizzat gidip gördüğüm ve yaşadığım bir tıp konusunu sizlere sunacağım.
Korona salgınından sonra, Almanya’daki Türk çiftin bulmuş olduğu Biontek aşısını vurulduktan sonra, sağ kalçamda sürekli bir ağrı başlamıştı. Hollanda’da başvurduğum uzman doktorlar, çekilen MR’larda hiç bir şey bulamadılar. Ağrı kliniklerine gittim. Defalarca ağrı iğneleri vuruldu. Titreşim tedavileri yapıldı. Ama ne yazık ki hiç bir sonuç elde edilemedi.
Amsterdam’da düzenlenen bir Sağlık Fuarı’na katılan, Çukurova Üniversitesi’nden Prof. Dr. Hasan Murat Gündüz ve 9 Eylül Üniversitesi’nden Prof. Dr. Aziz Karaoğlu, şikâyetimi dinledikten sonra, “Mutlaka ozon tedavisi yaptırın” tavsiyesinde bulunduktan sonra, “Bu ağrı, biontek aşısı nedeniyle başlamış olabilir. Ozon tedavisi ile bu ağrıdan kurtulabilme şansınız vardır” diye eklediler.
O günden beri ozon tedavisi yaptıracak bir yer arıyordum.
Hollanda, ozon tedavisi konusunda onay vermediği için, bu ülkede uygulanmıyor.
İki yıl önce Mersin’de bir girişimde bulundum ama zaman yetersizliği nedeniyle bu tedaviye başlayamadım. Ozon tedavisi, birkaç gün arayla 8 veya 12 defa yapılıyormuş. Bu nedenle de bu tedaviye başlayamadım.
Mersin’e son gidişimde, beni hâlâ çok rahatsız eden kalça ağrısından kurtulabilmek için ciddi bir arayışa girdim. Sağa sola ve dostlara, bu işin en iyi uzmanını sordum. Herkes bir isim veriyordu.
Sonra Yapay Zeka ChatGPT’ye sordum.
ChatGPT, Mersin’de ozon tedavisine ilk başlayan kişinin Işıl Özdemir olduğunu bildirirken, deneyimine de güvenilebileceğini belirtti.
Kliniğin kapısındaki listeyi okuduğunuzda “Bunca uygulamayı tek bir doktor nasıl yapar?” diye düşünüyorsunuz. İçeri girince cevabı alıyorsunuz: Dr. Işıl Özdemir gerçekten on parmağında on marifet bir uzman.
Bunun üzerine Işıl hanımı aradım ve randevulaştım.
Zaman darlığı nedeniyle 11 seansı günaşırı değil, her gün uygulama kararı aldık.
İlk randevumda, içeri girdiğim zaman, ozon tedavisi yaptırmakta olan Mersin Belediyesi eski başkanı Macit Özcan ve Amerikada yaşayan kızı ile karşılaştım. Beni görünce Işıl hanıma, “Bak Işıl hanım, işte sana ünlü bir şöhret daha. Kim bu adam biliyor musun? Bu adam çok ünlü gazeteci İlhan Karaçay’dır” deyince biraz gurulandım, biraz da utandım.
Meğerse Işıl hanıma her türlü terapi için gelenlerin çoğu ünlülerden oluşuyormuş.
Mersin’deki ünlü işadamları ve sosyetenin güzel bayanları, Işıl hanımın rağbet gösterdiği hastalarmış.
OZONLA ŞİFA
Yararları sayılamayacak kadar çok olan ozon tedavisini benim şahsen yaptırmak isteyişimin nedeni, sağ kalçamdaki sürekli ağrıyı durdurmak içindi.
Ama yeri gelmişken, ozon tedavisinin daha başka nelere yaradığını Işıl hanımdan okuyalım:
“Ozon tedavisi doğanın bize sunduğu oksijen ( 02) ile yapılan bir tedavidir. Ozon gazı (03) üç oksijen atomundan oluşan güçlü dezenfektan ve oksidan olan bir gazdır. Uygun dozlarda uygulandığında kişinin antioksidan kapasitesi dediğimiz vücudun mücadele ve yenilenme kapasitesini artırır. Doku iyileşmesini hızlandırır.Dolaşımı düzenler ve mikro dolasımı artırır. Kanı ve karacigeri toksinlerden arındırır. Bağışıklığı destekler ve gribal enfeksiyonlara korur. Şeker hastalarında komplikasyonların önlenmesinde ve kapanmayan yaraların kapanmasında kullanılır. Ağrı sendromlarinda etkilidir. Kronik yorgunlukta enerjiyi artırır. Kronik hastalıklarin tamaminda tedaviyi destekler.Tedaviyi uygulayan doktorun doğru doz seçimi tedavinin etkinliğinde çok önemli bir kriterdir. Her duruma ve hastaya göre doz seçimi ve uygulama şekli değişir. Kanla ve serumla yapılan şekline majör uygulama diyoruz. Hastanın ozonlanmış kanının kas içine enjeksiyonuna ozon aşısı (minör yöntem) diyoruz. Damaryolu problemi olan hastalar ve çocuklarda rektal yolla uyguluyoruz. Ozon sauna dediğimiz uygulama şeklini de fibromyalji, selülit tedavisi, cilt problemleri gibi durumlarda tercih ediyoruz. Cilt yenilenmesi ve bölgesel zayıflamada da kullanabiliyoruz. Ozon mezoterapi ,enjeksiyonla ozon gazının uygulanması yöntemidir. Ağrı, bölgesel yağlanma, selülit ve cilt gençleştirmede kullanılabilir. Ozontedavisi güvenilir ve yan etkisi yok denecek kadar az bir tedavidir.”
KADİM YÖNTEM:HACAMAT
Ozon tedavisi yapılırken, ağrılarım hakkında konuşurken, hacamat tedavisinin de iyi gelebileceğini belirten Işıl hanımın tavsiyesine uyarak bu terapiyi de yaptırdım.
Işıl hanım bu tedavi hakkında şunları anlatıyor:
“Hacamat 5000 yıllık kadim bir tedavi yöntemidir. Cilt altı bağ dokuda biriken toksinlerin cilt insizyonu ve vakumlu kupalarla dışarı alınması işlemidir. Ağrılarda, mesela migrende, fibromyaljide, bel boyun sırt ve bacak ağrılarında, kas spazmlarında, dolaşım bozukluklarında ve detoksa ihtiyaç duyulan her durumda çok degerlidir. İncelikleri olan bir işlemdir. Mutlaka bu konuda yetkili doktorlara yaptırılmalıdır. Vücudumuzdan işlem esnasında ağrı kesici ve rahatlatıcı maddeler salgılanır ve bu sayede ruh beden ve zihin olarak bir rahatlama gerçekleşir. Ağrıları azaltır, ödemi ve spazmı çözer, kişiyi sakinleştirir, bağışıklık sistemini uyarır, lenf ve kan dolaşımını uyarır ve en önemlisi toksinlerden arınmamızı sağlar.”
DOĞANIN MUCİZESİ: SÜLÜK ENZİMLERİ
Salgılarında 120 kadar enzim bulunan sülükler, salgıları yaptıktan sonra kan emmeye başlıyorlar. Benim kalçamdan kan emmeden önce çok zayıf olan sülüklerin, kan emdikten sonra nasıl şişmanladıkları üstteki fotoğrafta açıkça görülüyor.
Aynı tedavi sürerken, Işıl hanım, kalça ağrım için bir de sülük terapisi önerdi. Ağrıdan kurtulmak için her türlü meşakkate razıydım ve bu terapiyi de yaptırdım. Işıl hanım Sülük tedavisi hakkında da şunları söylüyor:
“Sülükler kan emdiği bilinen şifalı canlılardır. Ne var ki, eksik bilinen şudur: Asıl şifa ağızlarında taşıdıkları salgılarından gelmektedir. Sülüklerin salgısında 120 küsür çeşit enzim bulunur:
(Hirudin, Calin, Destabilaz, Hirustasin, Bdellinler, Hyaluronidase, Cholesterol esterase, Choloromycetin, Tryptase inhibitörü, Eglinler, Faktör x inhibitörü, Kompleman inhibitörleri, Karboksipeptidaz a inhibitörleri, Histamine benzeri madde, Acetylcholine, Anestezik maddeler… ) gibi enzimler kan sulandırıcı, ağrı kesici, antiimflamatuar ( iltihap giderici), doku ve sinir onarıcı, anti allerjik, kas gevşetici etki gibi pek çok etkiye sahiptir. Varislerde, hemoroidde, bel ve boyun fıtığı, fibromiyalji ve diğer miyofasial ağrı sendromlarında, romatizmal hastalıklarda , kireçlenmelerde, damar tıkanıklığının eşlik ettiği hastalıklarda, kapanmayan yaralarda, sinüzitte, göz tansiyonunda, cilt hastalıklarında, cilt gençleştirmede, nöropatilerde, migrende ve daha pek çok durumda etkilidirler. Hastalarımızın sülüklerle ilgili korkusu olabilir. Oysa ki uygulama esnasında vücutlarında dolaşmaları söz konusu değildir. Biz gerekli gördüğümüz yerlere uygun sayıda sülüğü tutturup sonrasında da bandajlayıp konforlu bir şekilde bu tedavi sürecini yönetmekteyiz. Süluklerin salgılarının doğanın bize sunduğu bir şifa mucizesi olduğu ve laboratuarda üretilemeyen çok özel maddeler olduğunu bilmek belki sülüklere bakış açısını olumlu yönde değiştirebilir.”
BİTKİSEL GÜÇ: FİTOTERAPİ
Işıl hanım, kliniğinde uyguladığı Fitoterapi’nın de çok değerli olduğunu belirterek şunları anlatıyor:
“Doğayı sevip bize vermek istediği işaretleri takip ederek pek çok şifreyi çözebiliriz aslında. Bitkinin yetiştiği yer, yetiştiği mevsim, rengi , şekli hepsi önem taşır. Doğanın bize sunduğu bu bitki hazinesinden pek çok hastalıkta faydalaniyoruz. Sindirim sistemi hastalıklarında, bağışıklığı destekleme amaçlı, kalp, akciğer, üreme sistemi, karaciğer kısacası tüm organlarda ve hastalıklarında kullanıyoruz. Infertilitede kadınlarda hayıt , civanperçemi, aslanpençesi erkeklerde ginseng, çobançökerten gibi bitkilerden faydalanıyoruz. Kanser tedavilerinde zeytin, nar, ısırgan, yeşilçay, reishi mantarı, zerdeçal, üzümdeki resveratrol gibi pek çok bitkiden faydalanıyoruz. Şeker hastalarında tarçın, çemen, zeytin yaprağı, karamuk bitkisinden, karaciğer için enginar, devedikeni, hindiba bitkisinden faydalaniyoruz. Bu örnekleri çoğaltabiliriz. Fitoterapi çok geniş bir alan ve dünyada en çok kullanılan tedavi yöntemidir. Ülkemiz , özellikle de Akdeniz bölgemiz dünyanın en çok endemik bitkisine sahip bölgesidir. Bir millî servet olan bu bitkilerimize sahip çıkıp geliştirmemiz gerektiğini düşünüyorum.”
GÜZELLİKTE MEZOTERAPİ
Işıl hanımda terapi sayısı gittikçe yükseliyor. İşte, Çukurova sosyetesinin en çok ilgi duyduğu mezoterapiyi Işıl hanım şöyle anlatıyor:
“Mezoterapi çok küçük ve ince iğne uçlarıyla cilt altındaki bağ dokuya yani mezoderm tabakasına yapılan işlemlerin genel adıdır. Hem güzellik ve cilt sağlığı alanında hem de ağrı tedavisinde kullanılır.Ağrıda kullanılırken oral ağrı kesici kullanimını azaltmayı ve beraberinde ilaç yan etkilerinden de kurtulmuş olmayı amaçlıyoruz.
Güzellik amacıyla da yüz, boyun, eller ve vücudun çeşitli bölgelerinde güvenle kullanıyoruz. Cilt nemini artırmak, kırışıklık azaltmak, cildi sıkılaştırmak için kollagen uyarıcı olarak, cilt lekeleri, sivilceler, izler, çatlaklar, selülit , bölgesel zayıflama, saç dökülmesi tedavilerinde başarıyla uyguluyoruz”
DENGEYLE TEDAVİ HOMEOPATİ
Tüm dünyada büyük rağbet gören Homeopati’yi Işıl hanım şöyle izah ediyor:
“Homeopati dünyada Fitoterapiden sonra ikinci en sık kullanılan tedavi yöntemidir. Klasik tedavi yöntemlerine alışık olan toplumumuz için homeopati değişik gelebilir. Oysa klasik tıbbın çözemediği pek çok hastalığa çare olabilmektedir. Hastalığin bütüncül olarak iyileşmesini hedefler. Benzeri benzerle tedavi etme prensibine dayanır. Vücutta bozulan dengeleri düzeltmek suretiyle hastalığı temelden tedavi eder. Homeopatik ilaçlar doğal bir maddeden yapılır. Kalıcı hiçbir yan etkileri yoktur.Acil durumlarda ve bedensel hastalıklarda kullanılabildiği gibi aileden aktarılan veya yaşanmışlıklara bağlı yüklerin oluşturduğu hastalıklar da da kullanılır. Epigenetik iyileşme sağlar. İlaç yan etkilerinden ve epigenetik yüklerimizden kurtulmamızda çok önemli bir tedavi yöntemidir. Aşı detoksu, ağır metal detoksu, parazit temizliği, toksik yüklerden arınma, depresyon, baş ağrıları, dikkat eksikliği ve hiperaktivite sendromu, otizm, infertilite, fibromyalji, hashimato, romatizma, sınav kaygısı, panik atak, büyüme gelişme sorunları, kanser destek tedavisi gibi çok geniş bir uygulama alanı vardır.”
ESTETİK VE KOZMETİK UYGULAMALAR
Işıl hanımı Mersin’de çok ünlü yapan uygulamalarından biri, tabii ki güzellik yaratıcılığıdır. Çukurova’nın sosyetik güzellerinin uğrak merkezi haline gelen Işıl hanım bu konuda şunları söylüyor:
“Estetik ve Kozmetik Uygulamaları da kliniğimizde yer almaktadır. Doğal görünümü bozmadan, yaşının en iyisi olması ,daha genç ve sağlıklı bir görünüm kazanması için hastalarımıza hem damardan vitamin uygulamaları hem de cilt uygulamaları yapıyoruz. Hastanın kendi kanından elde edilen PRP, kök hücre; kollagen uyarıcı uygulamalar; ca HA mineral dolgu, plla, hyaluronik asitli dolgu uygulamaları, botoks, lazer uygulamaları gibi cilt yenileyici işlemler yapıyoruz.”Bovenkant formulier
IŞIL ÖZDEMİR’İ TANIYALIM:
1976 senesinde Nevşehir ‘de doğdum.
Kentin duayen gazetecilerinden Taner Erdoğan’ın kızıyım.
İlk, orta ve lise eğitimini Nevşehir’de dereceyle tamamlayarak, Hacettepe Üniversitesi Tıp fakültesini kazandım. 1998 de üniversiteden mezun oldum. Geleneksel ve tamamlayıcı tıp alanına yönelmem ögrencilik yıllarımda başladı. Bitkilerin sebepsiz yaratılmadığı düşüncesinden yola çıkarak araştırmaya ve okumaya başladım. Fitoterapi yani bitkisel tedaviler ile tanıştım. Ardından ozon tedavisi ile ilgili eğitimlere katıldım. Tedavilerin sadece bize okulda öğretilenlerden ibaret olmadığını farkedince de bu arayışım devam etti. Hacamat ve sülük tedavisini öğrendim. Bu kadim tedavilerin bilimsel işleyişini öğrenmek için çeşitli eğitimlere katıldım , araştırmalar yaptım. Ardından homeopati , mezoterapi, güzellik ve kozmetik eğitimlerimi de tamamlayarak tedavi yöntemlerini genişlettim. Ruh, beden ve zihin bütünlüğüne önem veren , hastalarımı bütüncül bir yaklaşımla tedavi eden bir doktorum. Sağlık ve güzelliğin bir bütün olduğunu düşünüyorum.
2014 yılında TC Sağlık Bakanlığı ‘nın GETAT (Geleneksel ve Tamamlayıcı Tıp) konusunda başlattığı eğitimlere katılan ilk doktorlardanım. Mersin’in ilk ruhsatlı GETAT( Geleneksel ve Tamamlayıcı Tıp ) kliniğini açan tıp doktoruyum. Halen Mersin ‘deki muayenehanemde hem sağlık hem güzellik alanında hizmet vermeye devam ediyorum.
Yurt dışından gelen mobil telefon cihazları için verilen 120 günlük kullanım hakkı, sessiz sedasız 40-50 güne düşürüldü.
Milyonlarca turist ve gurbetçi, internet kısıtlaması nedeniyle telefon görüşmesi yapamaz duruma getirildiler.
Bu rezalete son verilmeli. Gurbetçiyi, turisti, iş insanını böyle mağdur edemezsiniz.
Teknolojiyi “denetlemek” başka şeydir; kullanıcıyı boğmak bambaşka!
(Haberin Hollandacası en altta. Nederlandse versie is onderaan)
İlhan KARAÇAY yazdı:
55 yıldır hem gazetecilik yaparım, hem de teknolojik gelişmeleri yakından izlerim. Ama böylesi bir dijital rezaleti, böylesine açık bir ayrımcılığı hayatım boyunca ne gördüm ne de duydum!
Geçtiğimiz aylarda, Hollanda Vodafone hattımı kullanarak Türkiye’ye kısa süreli bir ziyaret gerçekleştirdim. Yanımda, her zamanki gibi, Avrupa Birliği ülkelerinde sınırsızca çalışan akıllı telefonum vardı. Türkiye’ye adım atar atmaz cihazım sinyal aldı, internetim çalıştı, tüm sistemler yolundaydı. Ama 55. günün sonunda ne oldu biliyor musunuz? Bir anda WhatsApp erişimim kesildi! Mobil veriye bir şekilde tahammül edemeyen Türk telekom sistemleri, Wi-Fi bağlantısıyla bile bu uygulamayı kullanmamı engelledi!
“IMEI KAYDI YOK” BAHANESİYLE HER ŞEY YASAK!
Türkiye’de yurt dışından gelen cihazlar için 120 günlük kullanım süresi tanınıyor. Bu sürede IMEI numarası kayıt ettirilmezse, cihazların Türk SIM kartlarıyla çalışması engelleniyor. Buraya kadar anlaşılır.
Ama dikkat: Ben Türk SIM kartı kullanmadım! Hattım, Vodafone Hollanda’ya ait. Avrupa Birliği kapsamında özgürce dolaşabilen bir hat. Türkiye’ye gelen milyonlarca gurbetçinin de benzer şekilde kullandığı bir hizmet. Buna rağmen, Türk operatörler benim IMEI numaramı sistemden takip edip sadece 55 gün sonra erişimimi kesmeyi marifet saymışlar.
Üstelik bu sınırlama, öyle doğrudan “şebeke erişimi kesildi” gibi değil. Daha sinsice, daha sinsi bir biçimde yapılmış. Önce internet hızı düşüyor. Sonra bazı uygulamalar (örneğin WhatsApp) çalışmaz hale geliyor. Ve sonunda cihazınız tam bir “tuğla”ya dönüşüyor. Dikkatinizi çekerim: WhatsApp, dünya genelinde milyarlarca insanın en temel iletişim aracı haline gelmiş durumda. Aileyle, işle, bankayla, devlet dairesiyle… Her şey bu platform üzerinden ilerliyor. Peki, Türkiye’de ne oluyor? Wi-Fi üzerinden bile çalışmayan WhatsApp mı olur? Oluyor işte, Türkiye’de oluyor!
KİMSE AÇIKLAMA YAPMIYOR!
BTK (Bilgi Teknolojileri Kurumu) deseniz sessiz. Operatörler deseniz, ‘Biz bir şey yapmadık, sistem böyle’ diye geçiştiriyor. O sistem dediğiniz şey, kullanıcıların cihazlarını uzaktan yavaşlatıyor, uygulamaları engelliyor ve bir bakmışsınız internetiniz çekmiyor bile!
Burada açıkça görülüyor ki, 120 gün diye belirtilen kullanım süresi kağıt üzerinde kalmış bir kuraldan ibaret. Gerçekte sistem, 30., 40., 50. günlerde kafasına göre devreye giriyor ve cihazları işlevsiz bırakıyor.
Benim cihazım neden 55. günde işlevsiz hale getiriliyor?
Wi-Fi ile bile çalışan uygulamaların bloke edilmesi hangi yasa ile açıklanabilir?
Cevap yok. Sadece mağduriyet var.
TÜRKİYE’YE GELENLER ATEŞ PÜSKÜRÜYOR!
Bu durum sadece benim başıma gelmedi. Benimle benzer zamanlarda Türkiye’ye giden onlarca gurbetçi arkadaşım aynı sorunu yaşadı. Kimi 40. gün, kimi 60. gün internet sorunlarıyla boğuşmaya başladı. Hele hele WhatsApp erişiminin kesilmesi, artık dijital yaşamın nefessiz bırakılması demek.
Gurbetçiler, turistler, iş insanları, hatta diplomatik misyonlarda görevli personel bile bu durumdan mustarip. Türkiye’ye gelen yabancıların cihazları sistematik biçimde kısıtlanıyor.
Bu durumun sadece bireysel bir mağduriyet olmadığını, Türkiye’nin dijital itibarına ciddi zarar verdiğini açıkça vurgulamak gerekiyor. İnsanlar kendilerini dijital abluka altına alınmış gibi hissediyorlar.
Bu uygulama, Türkiye’ye gelenleri âdeta dijital olarak tecrit ediyor.
IMEI KAYDI PARASI: 45.600 TL!
Üstelik bu “engel”i aşmanın bedeli nedir biliyor musunuz?
Tam 45.600 Türk Lirası!
Evet, yanlış duymadınız. Bugünkü kurla 1.000 Euro’dan fazla!
Bir telefon için böyle fahiş bir kayıt ücreti olabilir mi?
Peki bu ücret, kime hitap ediyor?
Türkiye’ye yıllık izinle gelen gurbetçiye mi?
Sırt çantasıyla seyahat eden öğrenciye mi?
Kısa süreliğine gelen turiste mi?
Hiçbiri bu maliyetin altından kalkamaz!
Türkiye bu uygulama ile kendi vatandaşlarına “dışarıdan cihaz getirmeyin”, turistlere ve gurbetçilere de “Cihazınızı burada kullanmayın” diyor. Açıkça dijital bir ambargo uygulanıyor!
TURİZM VE TİCARET AÇISINDAN DA ZARARLI
Bu keyfi ve düşmanca görünen uygulamanın sonuçları yalnızca bireysel değil, makro ölçekte de zararlıdır.
Turizm sektörü açısından: Türkiye’ye gelen turistler, seyahatleri sırasında en temel dijital ihtiyaçlarını karşılayamaz hale geliyor. Rehber uygulamalar, harita, çeviri, rezervasyon sistemleri, iletişim araçları çalışmıyor ya da yavaşlıyor. Sonuç? Memnuniyetsizlik, bir daha gelmeme kararı ve kötü deneyimlerin yurt dışına taşınması.
Yurt dışından gelen iş insanları açısından: İş dünyası artık mobil iletişimsiz düşünülemez. Türkiye’ye iş görüşmesi için gelen bir yatırımcı, telefonunun çalışmadığını, internetinin yavaşladığını fark ederse ne düşünür? Bu ülkeye yatırım yapmayı bir kez daha düşünmez mi?
Gurbetçiler açısından: Her yaz Türkiye’ye gelen milyonlarca yurttaşımız, kendi ülkesinde yabancı muamelesi görmekten yorgun düştü. “Hoş geldiniz” yerine “Telefonunu çalıştırmayız” mesajı veren bir ülkeye hangi bağ güçlenerek devam eder?
TÜRKİYE’YE ÇAĞRI: BU UYGULAMAYA SON VERİN!
Türkiye dijital çağda dijital bir utanca imza atıyor.
• Kullanıcının hattı yabancı,
• Süresi dolmamış,
• Cihaz şebeke tarafından takip ediliyor,
• Ve sonunda bilinçli şekilde erişim engelleniyor.
Bu, ne kullanıcı dostudur, ne turizm dostudur, ne de insan haklarına uygundur!
Bu durumun ne ekonomik ne diplomatik ne de toplumsal açıdan izah edilebilir bir tarafı yoktur.
Tüm bu uygulamalar, dijitalleşme çağında geri kalmışlık örneğidir.
Buradan BTK yetkililerine, Ulaştırma Bakanlığı’na ve telekom operatörlerine açık çağrım var: Bu rezalete son verin!
Gurbetçiyi, turisti, iş insanını böyle mağdur edemezsiniz.
Teknolojiyi “denetlemek” başka şeydir; kullanıcıyı boğmak bambaşka!
Türkiye, 21. yüzyılda dijital karanlığa değil, dijital özgürlüğe yönelmelidir.
Gelin bu ayıba bir an önce son verin.
BİR BAŞKA AYIP DAHA
Telefonumda yaşadığım bu kısıtlamadan başta haberim yoktu. Önceleri, telefonumun teknik bir arızaya uğradığını zannederek doğal olarak bir tamir yoluna gitmek istedim.
İlk olarak abonesi olduğum Türkiye Vodafone’a başvurdum. Oradaki yetkililer, kendi sistemleri açısından bir sorun olmadığını belirttiler. Bunun üzerine, cihazımın üreticisi olan Apple firmasının Mersin şubesine gittim.
Burada yaşadığım durum ise, dijital kısıtlamanın ötesinde, uluslararası tüketici haklarına da aykırı başka bir ayıptı.
Apple yetkilileri bana, telefonumun Türkiye’de kayıtlı olup olmadığını sordular. Ben de, kısa süre kalacağım için IMEI kaydı yaptırmadığımı belirttim. Bunun üzerine görevli, sistemde kısa bir inceleme yaptıktan sonra bana şu cevabı verdi:
“Kusura bakmayın, siz bu telefonu Hollanda’dan satın almışsınız. Biz burada bu cihaza işlem yapamıyoruz.”
O an yaşadığım şaşkınlığı tarif etmek zor. Kendilerine şu karşılığı verdim: “Bu nasıl saçmalık! Ben şu an Hollanda’da değilim, Türkiye’deyim. Ve cihazım arızalı. Neden müdahale edemiyorsunuz? O halde bakım ücreti neyse ödemeye hazırım, lütfen bakın.”
Aldığım cevap daha da vahimdi: “Üzgünüz, cihazınız yurt dışı menşeli olduğu için ücret karşılığında da işlem yapamıyoruz.”
Bu cevabın ardından artık teknik bir arıza değil, sistematik bir dışlama ile karşı karşıya olduğumu anladım ve daha derin araştırmalara başladım.
Meğer, Türkiye 5 gün önce böyle bir yeni kısıtlama uygulamasına geçmiş!
Bu tür gelişmeler kamuoyuna açık ve şeffaf biçimde duyurulmadan, sessizce hayata geçiriliyor ve vatandaşlara da turistlere de adeta “kendi başınızın çaresine bakın” deniyor.
Bu yaşadığım olay, dijital erişimden daha öte, artık cihaz bakım ve servis hakkının da engellenmesi anlamına geliyor.
Kısacası Türkiye, sadece iletişimi değil, teknik desteği de dışlayıcı bir filtreye tabi tutuyor. Bu uygulama ile birlikte Türkiye, yurt dışından gelen kullanıcıya sadece “konuşma” yasağı değil, aynı zamanda “onarım” yasağı da getirmiş oluyor.
***************
ZO’N SCHANDAAL BESTAAT ER NIET! DIGITALE ONTERING VOOR BEZOEKERS VANUIT HET BUITENLAND: ZELFS WHATSAPP WERKT NIET!
De gebruiksperiode van 120 dagen voor mobiele telefoons uit het buitenland is stilletjes teruggebracht naar 40 à 50 dagen.
Miljoenen toeristen en expats zijn door internetbeperkingen praktisch niet meer in staat om te bellen.
Aan deze schande moet een einde komen. Je kunt expats, toeristen en zakenlieden niet op deze manier duperen.
Technologie “controleren” is iets anders dan de gebruiker verstikken!
Door: İlhan KARAÇAY
Ik doe al 55 jaar aan journalistiek en volg technologische ontwikkelingen op de voet. Maar zo’n digitale schande, zo’n overduidelijke vorm van discriminatie heb ik in mijn leven nog nooit meegemaakt of gehoord!
Enkele maanden geleden bracht ik een kort bezoek aan Turkije met mijn Vodafone-abonnement uit Nederland. Zoals altijd had ik mijn smartphone bij me, die binnen de EU onbeperkt werkt. Zodra ik in Turkije aankwam, kreeg mijn toestel signaal, werkte het internet en leek alles in orde. Maar weet u wat er op de 55ste dag gebeurde?
Plotseling werd mijn toegang tot WhatsApp geblokkeerd! Het Turkse telecomsysteem, dat kennelijk niet goed tegen buitenlandse data-abonnementen kan, blokkeerde zelfs mijn toegang tot deze app via Wi-Fi!
“GEEN IMEI-REGISTRATIE” ALS EXCUUS VOOR ALLES!
In Turkije mogen buitenlandse toestellen maximaal 120 dagen gebruikt worden. Na deze periode wordt de IMEI geblokkeerd als het toestel niet geregistreerd is, waardoor Turkse SIM-kaarten niet meer functioneren.
Tot zover is dat te begrijpen.
Maar let op: ik heb geen Turkse SIM-kaart gebruikt! Mijn nummer is van Vodafone Nederland, een simkaart die vrij in de EU kan bewegen. Precies zoals miljoenen expats dat ook doen wanneer zij naar Turkije reizen. Desondanks heeft een Turks netwerk mijn IMEI gevolgd en mijn toegang na slechts 55 dagen afgesloten alsof het iets is om trots op te zijn.
En deze beperking gebeurt niet direct met een simpele “geen netwerk” melding. Het is veel slinkser: eerst wordt de internetsnelheid beperkt, daarna werken bepaalde apps niet meer (zoals WhatsApp), en uiteindelijk wordt je telefoon een baksteen.
Let op: WhatsApp is wereldwijd een van de belangrijkste communicatiekanalen. Familie, werk, banken, overheidsdiensten… alles gaat via deze app. En in Turkije? Daar werkt WhatsApp niet eens via Wi-Fi! Jawel, dat gebeurt in Turkije!
NIEMAND GEEFT EEN UITLEG!
De BTK (Informatietechnologie Autoriteit) zwijgt. De operators zeggen simpelweg: “Wij hebben niks gedaan, het systeem is zo.” Dat “systeem” vertraagt dus actief toestellen, blokkeert apps op afstand en maakt zelfs je internet onbruikbaar.
Duidelijk is dat de 120 dagen-regel in werkelijkheid niet wordt nageleefd. In de praktijk grijpt het systeem al na 30, 40 of 50 dagen in en maakt toestellen onbruikbaar.
Waarom wordt mijn toestel op de 55ste dag geblokkeerd?
Met welke wet wordt het blokkeren van apps die zelfs via Wi-Fi werken gerechtvaardigd?
Geen antwoord. Alleen maar schade.
BEZOEKERS AAN TURKIJE ZIJN WOEDEND!
Ik ben zeker niet de enige. Tientallen vrienden die rond dezelfde tijd naar Turkije reisden, hadden soortgelijke problemen. Sommigen al na 40 dagen, anderen pas na 60. Vooral de WhatsApp-blokkade voelt als een digitale wurggreep.
Niet alleen expats, maar ook toeristen, zakenlieden en zelfs medewerkers van diplomatieke posten lijden hieronder.
Toestellen van buitenlandse bezoekers worden systematisch beperkt.
En dit gaat niet alleen over persoonlijke frustratie dit schaadt het digitale imago van Turkije ernstig.
Bezoekers voelen zich digitaal geïsoleerd.
IMEI-REGISTRATIEKOSTEN: 45.600 TL!
Weet u hoeveel het kost om deze beperking op te heffen? Maar liefst 45.600 Turkse Lira!
Omgerekend meer dan 1.000 euro!
Kan dit bedrag serieus gevraagd worden voor de registratie van één toestel?
En voor wie is dit bedoeld?
Voor de expat die jaarlijks zijn familie bezoekt?
Voor de student met een rugzak op vakantie?
Voor de toerist die twee weken op reis is?
Geen van hen kan dit betalen!
Met dit beleid zegt Turkije tegen haar eigen burgers in het buitenland:
“Breng geen toestellen mee.”
En tegen toeristen: “Gebruik je toestel hier maar liever niet.”
Een digitale boycot, niets minder.
OOK ECONOMISCH EN TOERISTISCH NADRUKKELIJK SCHADELIJK
De gevolgen van dit vijandige beleid reiken verder dan het individu:
Toerisme: Bezoekers kunnen hun digitale basisbehoeften niet meer vervullen. Navigatie, vertalingen, boekingen, communicatie alles loopt vast. Het resultaat? Teleurstelling, slechte recensies en geen herhaalbezoeken.
Zakenleven: Geen enkele internationale ondernemer kan functioneren zonder mobiele connectiviteit. Als hij merkt dat zijn telefoon het niet doet, waarom zou hij dan investeren in zo’n land?
Expats: Miljoenen Turkse Nederlanders, Duitsers, Fransen… voelen zich in hun vaderland als een buitenlander behandeld. In plaats van een “welkom”, krijgen ze te horen: “Je telefoon werkt hier niet.”
OPROEP AAN TURKIJE: STOP MET DIT BELEID!
Turkije schrijft digitale schaamtegeschiedenis in een digitaal tijdperk.
• De simkaart is buitenlands,
• De gebruiksperiode is nog niet verstreken,
• Het toestel wordt gevolgd,
• En tóch wordt toegang doelbewust geblokkeerd.
Dit is noch gebruiksvriendelijk, noch toeristvriendelijk, noch in lijn met mensenrechten.
Economisch, diplomatiek én maatschappelijk is dit onhoudbaar.
Het is een duidelijk teken van digitale achterstand.
Hierbij mijn open oproep aan de BTK, het Ministerie van Transport en telecombedrijven: Stop deze schande!
Je kunt expats, toeristen en zakenmensen niet op deze manier behandelen.
Technologie controleren is iets anders dan de gebruiker de adem afsnijden.
Turkije moet kiezen voor digitale vrijheid, niet voor digitale duisternis.
Maak zo snel mogelijk een einde aan deze schande.
NOG EEN ANDERE SCHANDE
In het begin was ik mij niet eens bewust van de beperking op mijn toestel. Ik dacht dat mijn telefoon defect was en besloot het te laten repareren.
Eerst ging ik naar Vodafone Turkije, waar ik abonnee ben. Zij verklaarden dat er aan hun kant geen probleem was. Daarna ging ik naar het Apple Servicecentrum in Mersin, de producent van mijn toestel.
Daar gebeurde iets wat de grens van technische beperking overstijgt en raakt aan consumentenrechten:
De medewerker vroeg of mijn toestel geregistreerd was in Turkije. Ik antwoordde dat ik dat niet gedaan had, omdat ik maar kort zou blijven. Vervolgens keek hij in het systeem en zei:
“Het spijt ons, maar u hebt dit toestel in Nederland gekocht. Wij mogen hier geen service uitvoeren op dit toestel.”
Ik was stomverbaasd. Ik antwoordde:
“Wat een onzin! Ik ben niet in Nederland, ik ben in Turkije. En mijn toestel is stuk. Waarom kunnen jullie er niet naar kijken? Laat me dan betalen voor de reparatie!”
Zijn antwoord was nog verontrustender:
“Het spijt ons, zelfs tegen betaling mogen we dit toestel niet aanraken omdat het van buitenlandse herkomst is.”
Na dit voorval begon ik te vermoeden dat er meer aan de hand was. Ik deed onderzoek.
Wat bleek? Vijf dagen eerder had Turkije een nieuwe beperking ingevoerd.
Zonder publieke aankondiging, in stilte. Burgers én toeristen worden geacht het maar zelf uit te zoeken.
Deze ervaring toont aan dat de beperking niet alleen communicatie raakt, maar ook het recht op technische ondersteuning.
Kortom: Turkije verbiedt niet alleen het gesprek, maar ook de reparatie.
Buitenlandse gebruikers worden letterlijk uitgesloten op elk niveau.
*Türkiye’de kira yardımı yokken, Hollanda’da asgari ücretliye ve sosyal ödenekliye 400 euro kira yardımı yapılıyor.
*Türkiye’de emeklilik için 7200 gün çalışmanız gerekirken, Hollanda’da bir gün dahi çalışma şartı yok.
*Türkiye’de sağlık sigortası için maaşın % 5’i kesilirken, Hollanda’da devlet 270 euro aylık destek veriyor.
*Türkiye’de öğrencilere faizli eğitim kredisi verilirken, Hollanda’da başarıya bağlı geri ödemesiz kredi, ücretsiz ulaşım hakları var.
*Türkiye’de, özel davalar için avukat desteği yok iken, Hollanda’da orta gelirliye dahi ücretsiz avukat tahsis ediliyor.
*Türkiye’de kısıtlı bir çocuk ödeneği , ve yine kısıtlı bir kreş ödeneği varken, Hollanda’da çocuk başına yıllık 2000 euroya kadar ödenek veriliyor ve kreş masrafları da devlet tarafından ödeniyor.
*Türkiye’ye gelen gurbetçilere ‘Şımarık zenginler’ gözüyle bakılıyor ve horlanıyorlardı. Şimdi ise aynı gurbetçi, bluz, pantolon fiyatlarını görünce, vitr,inden uzaklaşıyorlar.
*Türkiye’de siyaset, üçüncü ülkeler sınıfındayken, Hollanda’da çok seviyeli bir siyasi anlayış hakim.
(Haberin Hollandacası en altta.
Nederlandse versie is onderaan)
Tatil için gittiğim Türkiye’de iki ay boyunca edindiğim izlenimler, bende yalnızca nostalji değil; aynı zamanda derin bir analiz ihtiyacı da doğurdu. Her karşılaştığım detay, her sohbet ve her fiyat etiketi beni bir gerçeği yazmaya mecbur etti. Türkiye’yi, bir Hollanda mukimi olarak dışarıdan ama kalpten bakarak değerlendirmek istedim.
Bu yazı, ne bir övgüdür ne de toptan bir eleştiri. Bu yazı, Türkiye ile Hollanda gibi sosyal devlet anlayışını benimsemiş bir ülke arasında yapılacak açık ve dürüst bir kıyaslamadır.
EKONOMİ: CEPTEKİ YANGIN, RAFLARDAKİ ATEŞ
TÜİK’in açıkladığı enflasyon oranları ile halkın mutfakta yaşadığı enflasyon arasında derin bir uçurum var. Gıda ürünleri, ulaşım, enerji ve kira gibi kalemler, sabit gelirli bireylerin bütçesini aşındırmakta. Türkiye’de resmi enflasyon %70’lere dayansa da, gerçek enflasyonun %100’ün üzerinde olduğu hissediliyor.
Merkez Bankası’nın faiz politikaları ve kur korumalı mevduat gibi geçici çözümler, günü kurtarsa da yapısal sorunları çözmüyor. Türkiye üretimden uzaklaşıp tüketime dayalı bir ekonomiye saplandıkça, döviz ihtiyacı artıyor ve bu da enflasyonu körüklüyor.
Ayrıca, orta sınıfın giderek yok olması, ekonomik kutuplaşmayı derinleştiriyor. Bugünün Türkiye’sinde artık ya çok zengin ya da çok yoksul olmak mümkün. Arada kalanlar hızla aşağıya doğru çekiliyor.
Türkiye’de ekonomi deyince artık yalnızca uzmanların konuşacağı teknik bir alan değil, halkın günlük hayatının her saniyesini etkileyen bir yaşam koşulu tarifinden söz ediyoruz. Döviz kurları, enflasyon, alım gücü, vergi baskısı ve sürekli değişen fiyatlar… Bunlar artık sıradan bir vatandaşın bile günlük konuşma konuları.
Örnek mi? Büyük şehirlerde orta sınıf bir alışveriş merkezinde sıradan bir kadın bluzu 5.200 TL. Bu rakam, 5 yıl önce Hollanda’dan gelen bir gurbetçi için 25 euroya denk gelen bir meblağ iken, bugün neredeyse 110-120 euroya tekabül ediyor. Yani Avrupa’da yaşayan gurbetçiler artık Türkiye’ye gelip ‘zengin’ sayılmıyor. Eskiden tatillerde alışveriş çılgınlığı yapanlar, şimdi fiyat etiketlerine sadece bakıp geçiyor.
SOSYAL HAKLAR VE YARDIMLAR: SADAKADAN HAKKA GEÇİLEMEDİ
Türkiye’de sosyal yardım anlayışı, Avrupa’daki gibi evrensel bir hak olarak değil, siyasi sadakatle dağıtılan bir lütuf gibi görülüyor. Yardımlar çoğu zaman yerel belediyelerin veya merkezi hükümetin kontrolünde dağıtılıyor ve sosyal adaleti sağlamaktan uzak.
Yoksulluk sınırı 60.000 TL’nin üzerine çıkmışken, asgari ücret 17.000 TL civarında. Ailelerin temel ihtiyaçlarını karşılaması neredeyse imkânsız. Hollanda’da kira, sağlık ve çocuk yardımı gibi desteklerin yapısal ve şeffaf biçimde dağıtıldığı bir düzene karşılık, Türkiye’de çoğu kişi bu yardımlara ya ulaşamıyor ya da sürdürülebilir değil.
Türkiye’de sosyal devlet anlayışı hâlâ ‘niyet’ düzeyinde. Uygulamalar ise büyük ölçüde sınırlı, geçici ve siyasi. Hollanda’da örneğin, 15 yaşından itibaren ülkede yaşayan herkes için garanti altına alınmış bir emeklilik sistemi var. Türkiye’de ise emekli aylıkları açlık sınırının bile altında kalabiliyor.
Hollanda’da çocuk ödenekleri, kira yardımları, eğitim destekleri, ücretsiz ulaşım ve devletin bireye olan somut desteği hayatın her alanında hissedilirken, Türkiye’de sosyal yardımlar çoğu zaman sadaka gibi sunuluyor. Kimin hak ettiği, kimin alamadığı, neden verilmediği çoğu zaman muğlak.
Hollanda’da asgari ücretli, sosyal yardım alan ya da orta gelirli bir birey dahi devletten aylık ortalama 300-400 Euro kira yardımı alabiliyor. Yardımlar düzenli, şeffaf ve başvuru sistemi dijital.
Türkiye’de ise böylesi bir kira yardımı mekanizması yok. Büyük şehirlerde 2+1 bir evin kirası 20.000 TL’ye yaklaşmış durumda. 17.000 TL asgari ücret alan biri için bu, barınmanın lükse dönüştüğü anlamına geliyor. Sosyal konut projeleri ise sınırlı ve siyasal bağlantılarla erişilen yapılar haline geldi.
EMEKLİLİK: HOLLANDA’DA HAK, TÜRKİYE’DE HAYAL
Hollanda’da emeklilik, ülkede yaşamış olmaya dayanır. Her yıl için %2’lik bir emeklilik hakkı kazanılır; yani 50 yıl yaşayan biri %100 emekli maaşı alır. Üstelik bir gün bile çalışma şartı yoktur.
Türkiye’de ise 7200 prim günü çalışmadan emekli olmak mümkün değil. Bu kadar süreyi tamamlayabilmek için sigortalı ve kayıtlı bir işte uzun yıllar çalışmak şart. Emekli maaşları ise açlık sınırının altına düşmüş durumda.
SAĞLIK SİSTEMİ: BİRİNE DEVLET DESTEKLİ HAK, DİĞERİNE SABAH 04.00 RANDEVUSU
Hollanda’da düşük gelirli bireylerin sağlık sigortasına ödediği aylık 140-150 euro bedelin yaklaşık tamamını devlet geri ödüyor. Çocuklardan hiç prim alınmıyor.
Türkiye’de ise maaşlardan sağlık sigortası için kesinti yapılmasına rağmen, kamu hastanelerinde randevu almak artık bir yarış. MHRS sisteminden uzman doktor randevusu almak çoğu zaman haftalar sürüyor. Özel hastaneler de giderek daha erişilemez hâle geldi. Devletin sunduğu hizmet, ihtiyacı olanın değil, bağlantısı olanın eriştiği bir sistem hâlini aldı.
Özel hastaneler ise ciddi maliyetler getiriyor. Bir MR çekimi için 2.000 TL’den fazla istenebiliyor. Hollanda’da ise sağlık sistemi merkezi ve hesap verebilir: çocuklardan prim alınmaz, dar gelirliye devlet desteği sunulur. Türkiye’de SGK sistemi ise hem hizmet kalitesinde hem de sürdürülebilirlikte ciddi darbe almış durumda.
EĞİTİM: TÜRKİYE’DE BORÇ, HOLLANDA’DA DESTEK
Türkiye’de eğitimin en büyük sorunu; içerikten çok sistemin kendisi. Eğitim sistemi her 3-4 yılda bir değişiyor. Öğrenciler sınav sistemlerinin, veliler ise ideolojik tartışmaların arasında sıkışmış durumda.
Devlet okulları ile özel okullar arasındaki uçurum, sosyal sınıfların eğitimle belirlenmesine yol açıyor. Kırsalda bir çocuk ile büyükşehirdeki özel okulda okuyan bir çocuğun eğitime erişimi arasında uçurum var.
Oysa Hollanda’da öğrencilere eşit destek sunuluyor: başarıya bağlı geri ödemesiz kredi, ücretsiz ulaşım, ücretsiz yemek. Bu, eğitimde fırsat eşitliğinin temelidir.
Eğitimde de benzer bir tablo var. Hollanda’da üniversite öğrencilerine verilen geri ödemesiz burslar, ücretsiz ulaşım, ücretsiz okul yemekleri gibi destekler, öğrencilerin sosyal eşitliğe daha yakın büyümesini sağlıyor. Türkiye’de ise eğitim hâlâ hem ekonomik hem de politik eşitsizliklerin sürdüğü bir alan. Okulun değil, semtin, ailenin, hatta öğretmenin siyasi görüşünün bile eğitim kalitesini belirlediği bir ortamdan söz ediyoruz.
Hollanda’da üniversite öğrencilerine başarıya bağlı geri ödemesiz burs, ücretsiz ulaşım hakkı, ücretsiz okul yemekleri ve barınma desteği sağlanıyor.
Türkiye’de ise öğrencilere faizli öğrenim kredisi sunuluyor. Bu borçlar mezuniyetten sonra uzun süreli bir yük haline geliyor. Eğitimde fırsat eşitliği, devlet okuluyla özel okul arasında büyüyen fark nedeniyle neredeyse imkânsız hale geldi.
ÇALIŞMA KOŞULLARI: TÜKENMİŞLİĞİN İŞ HAYATI
Türkiye’de çalışanlar artık ‘çalışarak fakirleşmek’ deyimini birebir yaşıyor. Asgari ücretin açlık sınırına denk geldiği, çalışanların büyük bölümünün ek iş yaptığı bir ortamda, ‘çalışmak’ bir güvence değil, adeta zorunlu bir mücadele.
Oysa Hollanda’da, en düşük gelirli bireyin bile temel yaşam standartları garanti altına alınmış durumda. Asgari ücretliler dahi kira yardımından, sağlık sigortası ödeneğinden, hatta tatil parasından yararlanabiliyor. Türkiye’de bu tip haklar ya yok, ya da sadece kağıt üzerinde var.
Türkiye’de bir beyaz yakalı, 10 saatlik mesaiden sonra evine dönüp ikinci işine başlıyor. Emeklilik, gelecek değil; uzak bir hayal. Taşeron sistemler, geçici sözleşmeler, düşük ücretli işler; çalışma hayatını istikrarsızlaştırdı.
Buna karşın Hollanda’da her birey için minimum yaşam standardı güvence altında. Sendikalar güçlü, haklar korunuyor. Türkiye’de sendikalaşma oranı %14’ün altında. İş güvencesi, hukuk güvencesine bağlı; ama o da çok zayıflamış durumda.
ADALET GÜVENİ KAYBOLURSA, DEVLET GÜVEN VERMEZ. HOLLANDA’DA ÜCRETSİZ AVUKAT, TÜRKİYE’DE ‘AVUKATLIK LÜKS’
Son yıllarda Türkiye’de yargıya olan güven ciddi biçimde zedelendi. Yargıtay, Danıştay gibi yüksek yargı organlarının bile siyasi çekişmelere dahil olduğu görülüyor. Mahkemelerin kararları sık sık kamuoyunda tartışılır hale geliyor.
Hollanda’da bir vatandaş, mahkemeye başvurduğunda yargının tarafsızlığına güvenebilir. Türkiye’de ise çoğu insan, “hakkını aramaktan” değil, başına iş gelmesinden korkuyor. Bu da hukuk devleti ilkesi ile bağdaşmaz.
Türkiye’de siyasi tartışmalar, günlük hayatın temel belirleyicilerinden biri. Seçimden seçime değil, neredeyse haftadan haftaya değişen gündemler, halkın dikkatini gerçek meselelerden uzaklaştırıyor. Hukuk sistemi üzerindeki tartışmalar, yargının bağımsızlığına olan güveni büyük ölçüde zedeliyor.
Hollanda’da ise siyaset daha kurumsal, hukuk daha öngörülebilir ve hesap verebilir. Devletin vatandaşa değil, vatandaşın devlete karşı sorumluluğu daha fazla hissediliyor.
Hollanda’da orta gelirli bireyler bile adli yardım sistemi sayesinde kendi seçtiğiniz avukatlardan yararlanabiliyorsunuz. Dava açmak ya da savunma yapmak herkesin hakkı olarak görülüyor.
Türkiye’de ise yalnızca yoksulluk belgesi sunabilen kişiler sınırlı bir adli yardımdan yararlanabiliyor. Hâliyle hukuk, zenginlerin erişebildiği bir ayrıcalığa dönüşüyor. Adalet, hem maddi hem de siyasi bariyerlerle çevrili.
ÇOCUK YARDIMLARI VE KREŞ DESTEĞİ: BİR YANDA GELECEĞE YATIRIM, DİĞER YANDA LÜTUF
Hollanda’da her çocuk için yılda yaklaşık 2.000 euroya kadar çocuk yardımı yapılır. Kreş ücretleri ise hane gelirine göre devlet tarafından büyük ölçüde karşılanır.
Türkiye’de ise çocuk yardımı sınırlıdır; çoğu aile bu yardımları almak için özel başvurular yapmak zorunda kalır ve yardımlar çoğu zaman sembolik düzeyde kalır. Kreş desteği yok denecek kadar azdır. Bu durum, özellikle çalışan kadınların istihdamdan uzaklaşmasına yol açıyor.
Hollanda’da borçlular için borç yapılandırma ofisleri, rehberlik sistemleri ve uzun vadeli ödeme planları sunulur. Hedef, bireyin yeniden ekonomiye kazandırılmasıdır.
Türkiye’de ise borçlu, doğrudan icra ve haciz tehdidi altındadır. Koruyucu mekanizmalar yetersiz, çözüm süreçleri ise gecikmelidir. Ekonomik krizle boğuşan bireyler için ikinci bir şans çoğu zaman yoktur.
GURBETÇİLERE BAKIŞ: ‘ZENGİN GURBETÇİ’ EFSANESİ SONA ERDİ
Eskiden döviz taşıyan, altın takan, alışveriş torbaları ile vitrinleri boşaltan gurbetçi portresi bugün artık tarihe karıştı. Türkiye’deki hayat pahalılığı, Avrupa’daki hayat standartlarını geçmiş durumda.
Gurbetçiler artık Türkiye’de tatil yaparken bile hesap kitap yapmak zorunda. Zira 100 euro, Avrupa’da bir haftalık market alışverişiyken, Türkiye’de tek bir ceket fiyatına denk gelebiliyor.
Bu nedenle, “gurbetçi zengin” algısı hem ekonomik hem sosyal olarak güncelliğini yitirmiştir. Türkiye’de yaşayanların bu değişimi fark etmesi, karşılıklı empatiyi artıracaktır.
Türkiye’deki gurbetçi algısı da değişti. Eskiden Avrupa’dan gelen Türkler, lüks arabaları, dövizleri ve alışverişleri ile ‘zengin’ sayılırdı. Ancak artık o günler geride kaldı. Avrupa’da artan yaşam maliyetleri, Türkiye’deki enflasyon ve pahalılık, gurbetçiyi ‘zengin’ sınıfından çıkardı.
Üstelik gurbetçilere yönelik önyargılar da sürüyor. “Paraya para demezler, Türkiye’ye gelince hava atarlar” söylemleri artık gerçek dışı. Bugünün gurbetçisi, hem iki kültür arasında sıkışmış hem de ekonomik olarak kendisini ait hissedeceği bir yer arayan bireyler haline geldi.
Eskiden 100 Euro ile Türkiye’de büyük bir alışveriş yapılırken, bugün bu tutar bir bluz fiyatına denk geliyor. Gurbetçi artık alışveriş çılgınlığı değil; vitrinlere temkinli bakan bir konumda.
Ancak Türkiye’de hâlâ “şımarık gurbetçi” algısı sürüyor. Gerçek şu ki, Avrupa’da da maliyetler arttı. Türkiye’nin pahalılığı ile birleşince, gurbetçi artık ‘zengin misafir’ değil; sıkışmış bir ziyaretçi.
DIŞ POLİTİKA: HOLLANDA PRAGMATİK, TÜRKİYE TEPKİSEL
Hollanda’nın dış politikası, ekonomik çıkarlar ve çok taraflı diplomasiyi esas alır.
Türkiye ise son yıllarda daha çok iç kamuoyuna yönelik hamlelerle hareket ediyor. Suriye, Irak, Doğu Akdeniz ve mülteci sorunlarında çözüm yerine gerginlik üreten bir dil öne çıkıyor. Bu da Türkiye’yi hem AB’den hem de komşularından uzaklaştırıyor.
İÇ POLİTİKA: KUTUPLAŞMA, SOSYAL DOKUYU ÇÜRÜTÜYOR
Türkiye’de siyaset, yalnızca parlamento ve seçimlerden ibaret değil. Mahallede, okulda, hatta aile içinde bile siyasal görüşler yüzünden insanlar birbirinden uzaklaşıyor. Medya kutuplaşmanın baş aktörü haline geldi. Her kesim, yalnızca kendi sesini duymak istiyor.
Ülkede iktidar ve muhalefet arasında yapıcı bir diyalog neredeyse kalmamış durumda. Seçimler artık sistem tartışmalarına değil, “kimin nefreti daha çok örgütleyebileceğine” dönüşüyor. Bu da toplumsal barışı tehdit ediyor.
Türkiye’de siyasetin dili, günlük yaşamı belirleyen temel unsur haline geldi. Aileler, komşular, arkadaş grupları siyasi görüşler nedeniyle ayrışıyor.
Oysa Hollanda’da siyaset; kurumsal, sade ve çözüm odaklı. Türkiye’de medya ve siyaset sürekli bir gerilim üretirken, Hollanda’da gündem ekonomi, çevre, eğitim gibi sürdürülebilir başlıklarla şekilleniyor.
ÇALIŞMA KOŞULLARI: TÜKENEN EMEK, TÜKETİLEN UMUT
Türkiye’de çalışanlar, çalışarak yoksullaşmanın somut örneğini yaşıyor. Asgari ücret açlık sınırının kıyısında. Ek iş yapanlar, ikinci mesaiye kalanlar sıradanlaştı.
Hollanda’da ise çalışan herkesin barınma, sağlık ve sosyal güvenlik hakları garanti altında. Tatil parası, işsizlik sigortası, sendikal haklar sayesinde çalışma hayatı daha dengeli.
UMUT VAR AMA ŞARTLAR AĞIR
Türkiye’nin potansiyeli tartışılmaz: genç nüfus, zengin tarih, stratejik konum. Ama bu potansiyelin gerçeğe dönüşmesi için sosyal devlet anlayışının yeniden inşa edilmesi gerekiyor.
Hollanda’da vatandaş olmak, yalnızca kimlik taşımak değil; haklara sahip olmak anlamına geliyor. Türkiye’de ise vatandaşlık hâlâ bir mücadeleye, bazen de lütfa dönüşmüş durumda.
Bu yazı; yalnızca bir tatil izlenimi değil, aynı zamanda bir karşılaştırmalı yaşam raporudur.
Dilerim ki bu karşılaştırmalar, daha adil, daha sosyal ve daha umutlu bir Türkiye hayaline katkı sunar.
**************************
İLHAN KARAÇAY ONDERZOEKT TURKIJE VAN 2025 EN MAAKT EEN VERGELIJKING MET NEDERLAND
Terwijl er in Turkije geen huurtoeslag is, ontvangen minimumloonverdieners en mensen met een uitkering in Nederland tot wel 400 euro huurtoeslag.
Voor pensioen moet men in Turkije 7200 dagen werken, terwijl er in Nederland geen enkele werkdag vereist is.
In Turkije wordt 5% van het salaris ingehouden voor de zorgverzekering, terwijl de Nederlandse overheid 270 euro per maand bijdraagt.
Turkse studenten krijgen studieleningen met rente, terwijl Nederlandse studenten prestatieafhankelijke en vaak niet-terugvorderbare beurzen en gratis openbaar vervoer ontvangen.
In Turkije is er geen recht op juridische bijstand in civiele zaken, terwijl zelfs middeninkomens in Nederland gratis een advocaat toegewezen kunnen krijgen.
In Turkije is kinderbijslag en kinderopvangtoeslag zeer beperkt, terwijl er in Nederland tot 2000 euro per kind per jaar wordt uitgekeerd en kinderopvang grotendeels wordt vergoed.
In Turkije worden schulden direct geïnd via beslaglegging, terwijl er in Nederland sneller naar duurzame oplossingen wordt gezocht.
Waar Turkse emigranten voorheen als ‘verwend rijk’ werden gezien, blijven ze nu vanwege hoge prijzen uit de etalages weg.
Terwijl de Turkse politiek nog op het niveau van derdewereldlanden lijkt, is het politieke klimaat in Nederland genuanceerd en volwassen.
De indrukken die ik gedurende twee maanden heb opgedaan tijdens mijn vakantie in Turkije, brachten bij mij niet alleen nostalgie teweeg, maar ook een diepe behoefte aan analyse. Elk detail dat ik tegenkwam, elk gesprek en elk prijskaartje dwong me ertoe een waarheid op te schrijven. Ik wilde Turkije beoordelen als iemand die in Nederland woont – van buitenaf, maar met het hart.
Deze tekst is geen lofzang noch een volledige kritiek. Het is een eerlijke en open vergelijking tussen Turkije en Nederland, een land dat sociale rechtvaardigheid hoog in het vaandel draagt.
ECONOMIE: BRAND IN DE PORTEMONNEE, VLAMMEN OP DE SCHAPPEN
De kloof tussen de officiële inflatiecijfers van TÜİK en de werkelijke inflatie die burgers ervaren in hun dagelijks leven is gigantisch. Voedsel, transport, energie en huur drukken zwaar op het budget van mensen met een vast inkomen. Hoewel de officiële inflatie rond de 70% ligt, voelt de reële inflatie eerder als meer dan 100%.
Tijdelijke oplossingen zoals renteverhogingen of valuta-ondersteunde spaarsystemen lossen de structurele problemen niet op. Turkije is van productie naar consumptie geëvolueerd, wat de afhankelijkheid van vreemde valuta vergroot en inflatie aanwakkert.
De middenklasse verdwijnt steeds verder. Men is óf rijk óf arm; een middenweg lijkt te verdwijnen. Economische termen als valuta, inflatie, koopkracht en belastingdruk zijn onderdeel geworden van ieders dagelijkse gesprek.
Een voorbeeld? Een eenvoudige damesblouse in een gemiddeld winkelcentrum kost 5.200 TL – wat vijf jaar geleden gelijkstond aan 25 euro voor een Nederlandse Turk, kost nu bijna 110-120 euro. ‘Rijke buitenlanders’ bestaan in Turkije nauwelijks meer.
SOCIALE RECHTEN EN STEUN: VAN LIEFDEWERK NAAR RECHT?
In Turkije is sociale hulp geen universeel recht maar eerder een politieke gunst. Hulp wordt vaak verdeeld via lokale of centrale overheden en mist transparantie en duurzaamheid.
Met een armoedegrens boven de 60.000 TL en een minimumloon van 17.000 TL kunnen gezinnen nauwelijks rondkomen. In Nederland daarentegen zijn sociale voorzieningen structureel, duidelijk en toegankelijk: huurtoeslag, zorgtoeslag, kinderbijslag.
In Nederland bouwt iedereen vanaf zijn 15e automatisch pensioen op, zelfs zonder te werken. In Turkije kunnen pensioenbedragen onder het bestaansminimum liggen.
HUURTOESLAG: IN NEDERLAND STRUCTUUR, IN TURKIJE WANHOOP
In Nederland krijgen zelfs middeninkomens tussen de 300-400 euro huurtoeslag. In Turkije bestaat dit systeem niet. In grote steden kost een standaard 2+1 woning al bijna 20.000 TL. Met een minimumloon van 17.000 TL is wonen een luxe geworden.
PENSIOEN: IN NEDERLAND EEN RECHT, IN TURKIJE EEN DROOM
In Nederland wordt elk jaar verblijf in het land met 2% pensioen beloond. Wie 50 jaar in Nederland woont, krijgt 100% pensioen. Er is geen werkverplichting.
In Turkije zijn 7200 werkbare dagen vereist, met langdurig geregistreerd werk. Pensioenen blijven vaak onder de armoedegrens.
ZORGSTELSEL: IN NEDERLAND RECHT, IN TURKIJE STRIJD
In Nederland wordt de zorgpremie van ca. 140-150 euro grotendeels door de staat vergoed voor lage inkomens. Kinderen zijn gratis verzekerd.
In Turkije wordt zorgpremie ingehouden van salarissen, maar afspraken in publieke ziekenhuizen zijn moeilijk te verkrijgen. Velen staan om 04:00 uur op om een specialist te kunnen boeken. Privéziekenhuizen zijn onbetaalbaar.
ONDERWIJS: IN TURKIJE SCHULD, IN NEDERLAND STEUN
Het grootste probleem in Turkije is niet de inhoud, maar het systeem zelf. Elke 3-4 jaar verandert het. Kwaliteit is afhankelijk van school, buurt en politieke voorkeur van de leraar.
In Nederland zijn er niet-terugbetaalbare beurzen, gratis vervoer, gratis maaltijden en meer. Dit bevordert gelijke kansen. In Turkije heerst een diepe kloof tussen openbare en privéscholen. Studenten dragen zware studieschulden.
WERKOMSTANDIGHEDEN: IN TURKIJE UITPUTTING, IN NEDERLAND ZEKERHEID
In Turkije verarmt men terwijl men werkt. Meerdere banen zijn eerder regel dan uitzondering. Een witteboordenwerker werkt vaak 10 uur en begint daarna aan een tweede baan.
In Nederland is het levensminimum verzekerd voor iedereen. Vakbonden zijn sterk, rechten zijn beschermd. In Turkije is het vakbondslidmaatschap minder dan 14%, rechtszekerheid zwak.
RECHT EN RECHTVAARDIGHEID: IN NEDERLAND GRATIS ADVOCATEN, IN TURKIJE EEN LUXE
Vertrouwen in de rechtspraak is in Turkije zwaar beschadigd. Hoger gerechtshoven lijken niet meer onafhankelijk. Mensen vermijden juridische stappen uit angst voor repercussies.
In Nederland zijn juridische processen transparant. Iedereen kan juridische hulp krijgen, ook mensen met een middeninkomen. In Turkije is rechtsbijstand beperkt tot mensen met een armoedecertificaat. Recht is een privilege geworden.
KINDERBIJSLAG EN KINDEROPVANG: IN NEDERLAND EEN INVESTERING, IN TURKIJE EEN GUNST
In Nederland kan men tot 2000 euro per kind per jaar krijgen. Kinderopvangkosten worden grotendeels door de overheid vergoed, afhankelijk van inkomen.
In Turkije is kinderbijslag symbolisch en opvangondersteuning nagenoeg afwezig. Dit beperkt vooral werkende vrouwen.
OMGAAN MET SCHULDEN: IN TURKIJE DIRECT BESLAG, IN NEDERLAND STRUCTUUR
In Nederland worden aan schuldenaars schuldhulpverleningsbureaus, begeleidingssystemen en langetermijnbetalingsregelingen aangeboden. Het doel is om het individu weer economisch actief te maken.
In Turkije daarentegen wordt de schuldenaar direct geconfronteerd met dreiging van beslaglegging en executie. Beschermende mechanismen schieten tekort en de oplossingsprocessen verlopen traag. Voor mensen die worstelen met een economische crisis is er vaak geen tweede kans.
BEELD VAN DE DIASPORA: DE ‘RIJKE TURK’ IS VERLEDEN TIJD
Het traditionele beeld van de gastarbeider die vroeger met buitenlandse valuta op zak, gouden sieraden om en tassen vol aankopen de etalages leegkocht, behoort inmiddels tot het verleden. De hoge kosten van levensonderhoud in Turkije hebben de levensstandaard in Europa ingehaald.
Gastarbeiders moeten tegenwoordig zelfs tijdens hun vakantie in Turkije goed op hun uitgaven letten. Want terwijl je in Europa met 100 euro een weekboodschappen kunt doen, is dat bedrag in Turkije soms net genoeg voor één jasje.
Daarom is het beeld van de “rijke gastarbeider” zowel economisch als sociaal achterhaald. Het besef van deze verandering bij de mensen in Turkije zal het wederzijdse begrip vergroten.
Ook het beeld van de gastarbeider in Turkije is veranderd. Vroeger werden Turken die uit Europa kwamen, gezien als rijk vanwege hun luxe auto’s, buitenlandse valuta en grote aankopen. Maar die tijden zijn voorbij. De stijgende kosten van levensonderhoud in Europa, samen met de inflatie en hoge prijzen in Turkije, hebben ervoor gezorgd dat de gastarbeider niet langer tot de ‘rijke’ klasse behoort.
Bovendien blijven de vooroordelen tegenover gastarbeiders bestaan. Uitspraken als “Ze hebben geld zat en komen hier om te pronken” kloppen niet meer met de realiteit. De gastarbeider van vandaag is iemand die tussen twee culturen is ingeklemd en economisch op zoek is naar een plek waar hij zich thuis kan voelen.
Waar je vroeger met 100 euro flink kon winkelen in Turkije, is dat tegenwoordig nauwelijks genoeg voor een blouse. De gastarbeider is niet langer de koopjesjager, maar kijkt nu met terughoudendheid naar de etalages.
Toch blijft in Turkije nog steeds het beeld bestaan van de ‘verwaande gastarbeider’. De realiteit is echter dat ook in Europa de kosten flink zijn gestegen. In combinatie met de hoge prijzen in Turkije is de gastarbeider niet langer een ‘rijke bezoeker’, maar een klemzittende gast.
BUITENLANDS BELEID: NEDERLAND PRAGMATISCH, TURKIJE REACTIEF
Het buitenlands beleid van Nederland is gebaseerd op economische belangen en multilaterale diplomatie.
Turkije daarentegen handelt de laatste jaren meer met het oog op de binnenlandse publieke opinie.
In kwesties zoals Syrië, Irak, het oostelijke Middellandse Zeegebied en het vluchtelingenprobleem komt eerder een polariserende dan een oplossingsgerichte toon naar voren.
Dit vervreemdt Turkije zowel van de EU als van zijn buurlanden.
Politiek in Turkije draait niet alleen om het parlement en verkiezingen. In buurten, op scholen en zelfs binnen families raken mensen van elkaar vervreemd door politieke opvattingen. De media zijn de hoofdrolspeler geworden in de polarisatie. Elke groep wil alleen nog zijn eigen stem horen.
Er is in het land bijna geen constructieve dialoog meer tussen regering en oppositie. Verkiezingen gaan niet langer over het systeem, maar over “wie de meeste haat kan mobiliseren”. Dit vormt een bedreiging voor de sociale vrede.
De politieke taal in Turkije is een bepalende factor geworden in het dagelijks leven. Families, buren en vriendengroepen raken verdeeld door politieke meningsverschillen.
In Nederland daarentegen is de politiek institutioneel, eenvoudig en oplossingsgericht. Terwijl de media en de politiek in Turkije voortdurend spanningen creëren, wordt de agenda in Nederland bepaald door duurzame thema’s zoals economie, milieu en onderwijs.
In Turkije ervaren werknemers concreet wat het betekent om armer te worden door te werken. Het minimumloon ligt op de rand van de armoedegrens. Mensen met een bijbaan of een tweede dienst zijn de norm geworden.
In Nederland daarentegen zijn huisvesting, gezondheidszorg en sociale zekerheid gegarandeerd voor iedereen die werkt. Dankzij vakantiegeld, werkloosheidsverzekering en vakbondsrechten is het werkleven meer in balans.
CONCLUSIE: ER IS HOOP, MAAR DE VOORWAARDEN ZIJN ZWAAR
Turkije heeft een enorm potentieel: jonge bevolking, rijke geschiedenis, strategische ligging. Maar om dit te benutten, moet het sociale zekerheidsstelsel herbouwd worden.
In Nederland betekent staatsburgerschap: rechten hebben. In Turkije betekent het vaak: vechten voor je rechten – soms zelfs hopen op een gunst.
Deze tekst is niet alleen een vakantie-indruk, maar een vergelijkend rapport. Hopelijk draagt deze vergelijking bij aan een eerlijker, socialer en hoopvoller Turkije.
Tuğgeneral Sahan’ın bu göreve getirilmesi, Hollanda’daki Türk toplumunda büyük bir gurur kaynağı olarak karşılandı.
Genç yaşta Hollanda’ya göç eden ailelerin çocuklarının, ülkenin en önemli kurumlarında liderlik pozisyonlarına gelebilmesi, entegrasyonun başarısını ve eşit fırsatlara dayalı toplum yapısını bir kez daha gözler önüne serdi.
(Haberin Hollandacası en altta:
Nederlandse versie van het berischt is onderaan)
İlhan KARAÇAY’ın haberi
WOENSDRECHT, 9 TEMMUZ 2025 : Hollanda savunma tarihinde önemli bir dönüm noktası yaşandı. Kraliyet Hava Kuvvetleri’nin yeni yapılanma projesi kapsamında kurulan Air Support Command (ASC) adlı birimin resmî kuruluş töreni, Woensdrecht Hava Üssü’nde düzenlendi. Törende, Hava Kuvvetleri Komutanı Korgeneral Steur, komutayı Türk kökenli Tuğgeneral Cengiz Sahan’a devretti.
Hollanda Türk İşadamları Derneği HOTİAD’ın Başkanı Hikmet Gürcüoğlu’nun yeğeni olan Cengiz Sahan, yalnızca yeni bir birimin başına geçmekle kalmadı; aynı zamanda Hollanda tarihinde ilk kez Türk kökenli bir subay, böylesine üst düzey bir göreve getirildi. Bu gelişme, sadece Hollanda’daki Türk toplumu için değil, Avrupa genelinde göçmen kökenli bireylerin savunma yapılarında söz sahibi olabilmeleri açısından da sembolik bir değer taşıyor.
YENİ KOMUTANLIK, YENİ VİZYON
ASC, Kraliyet Hava Kuvvetleri’nin lojistik ve eğitim kabiliyetlerini güçlendirmek amacıyla, Woensdrecht Lojistik Merkezi ile Kraliyet Askerî Hava Okulu’nun birleştirilmesiyle oluşturuldu. Ayrıca Hollanda, Almanya ve ABD’deki bazı küçük birimler de bu yapının içine dâhil edildi. Yeni yapılanmayla birlikte 1.900 askerî ve sivil personel, Tuğgeneral Cengiz Sahan’ın komutası altına girdi.
SAHAN’DAN GÜVEN VE KARARLILIK MESAJI
Komutayı devralırken yaptığı konuşmada Tuğgeneral Sahan, kendisine duyulan güvene layık olmak için birliğiyle birlikte kararlılıkla çalışacağını vurguladı. Woensdrecht’teki sivil iş ortaklarıyla yürütülen iş birliklerine de dikkat çeken Sahan, kısa sürede kurulan “HIVE Aerospace Collective” adlı ekosistemin, eğitim, bakım ve lojistikte sağladığı sinerjiyle hava kuvvetlerinin operasyonel gücünü artırdığını ifade etti.
Sahan, sürdürülebilirlik, tedarik güvenilirliği ve stratejik hazırlık gibi alanlarda da ASC’nin öncü rol üstleneceğini belirtti ve şöyle devam etti: “Bu unsurlar, günümüzün değişken uluslararası ortamında, görevlerini yerine getirmeye daima hazır, dayanıklı bir silahlı kuvvet yapısı için vazgeçilmezdir.”
GENİŞ KATILIMLI TÖREN, YÜKSEK TEMSİL
Törene, Hollanda Hava Kuvvetleri’nin üst düzey komutanlarının yanı sıra, farklı ülkelerden askerî temsilciler, savunma sanayi paydaşları ve siyasi isimler de katıldı. Tören, ASC’nin yalnızca yeni bir idarî yapılanma olmadığını, aynı zamanda uluslararası iş birliği açısından da önem taşıyan bir yapı hâline geldiğini gösterdi.
BİRLİKTE YAŞAYANLARIN GURURU
Tuğgeneral Sahan’ın bu göreve getirilmesi, Hollanda’daki Türk toplumunda büyük bir gurur kaynağı olarak karşılandı. Genç yaşta Hollanda’ya göç eden ailelerin çocuklarının, ülkenin en önemli kurumlarında liderlik pozisyonlarına gelebilmesi, entegrasyonun başarısını ve eşit fırsatlara dayalı toplum yapısını bir kez daha gözler önüne serdi.
Bu atama aynı zamanda Avrupa’da yaşayan tüm göçmen kökenli gençler için de ilham verici bir örnek teşkil ediyor. Hollanda’da eğitim alarak ordu saflarına katılan Cengiz Sahan’ın, yıllar içinde disiplini, liyakati ve liderlik vasıflarıyla böylesine stratejik bir göreve getirilmiş olması, çok kültürlü toplum yapılarında kapsayıcılığın ne denli mümkün olduğunu gösteriyor.
GELECEĞE DÖNÜK GÜÇLÜ ADIM
ASC’nin kuruluşuyla birlikte, Kraliyet Hava Kuvvetleri esnek, dayanıklı ve çağın gereklerine uygun bir savunma anlayışına geçiş yapmış oldu. Tuğgeneral Cengiz Sahan’ın liderliğindeki bu yeni dönem, sadece askeri anlamda değil, toplumsal anlamda da örnek teşkil edecek bir dönemin başlangıcı olabilir.
Devir teslim töreni büyük bir katılımla gerçekleştirildi. Törende, yeni komutan Tuğgeneral Cengiz Sahan’a yönelik güven ve takdir mesajları dikkat çekti. Tören alanında sergilenen disiplin, uyum ve profesyonellik; Kraliyet Hava Kuvvetleri’nin geleceğine duyulan güveni pekiştirdi.
Tören sırasında çekilen fotoğraflarda, Tuğgeneral Sahan’ın komutayı devraldığı anlar ve katılımcılarla kurduğu samimi diyaloglar yer aldı. Üniformalı haliyle kararlı ve mütevazı bir lider portresi çizen Sahan, tören boyunca birlik personeliyle birebir temas kurarak güven veren bir profil çizdi.
Bu tarihi gelişme, Hollanda medyasında da yankı buldu. Özellikle savunma ve toplum konularına odaklanan medya organları, ASC’nin kuruluşunu ve Cengiz Sahan’ın atamasını “çok kültürlü liderliğe örnek” başlıklarıyla duyurdu. Savunma Bakanlığı ve Hava Kuvvetleri’nin resmî sitelerinde de törenle ilgili bilgiler paylaşıldı. Hollanda kamuoyunda geniş yer bulan bu atama, toplumun her kesiminden olumlu tepkiler aldı.
*****************************
EEN PRIMEUR IN DE NEDERLANDSE GESCHIEDENIS: CENGIZ SAHAN AANGESTELD ALS COMMANDANT BIJ DE KONINKLIJKE LUCHTMACHT
De benoeming van brigadegeneraal Sahan is met grote trots ontvangen binnen de Turkse gemeenschap in Nederland.
Dat kinderen van gezinnen die op jonge leeftijd naar Nederland zijn gemigreerd, leidinggevende posities kunnen bereiken binnen de belangrijkste instellingen van het land, onderstreept opnieuw het succes van integratie en een samenleving gebaseerd op gelijke kansen.
Verslag van İlhan KARAÇAY
WOENSDRECHT, 9 JULI 2025:In de geschiedenis van de Nederlandse defensie is een belangrijk keerpunt bereikt. Op de vliegbasis Woensdrecht vond de officiële oprichtingsceremonie plaats van het nieuwe onderdeel “Air Support Command” (ASC), dat is opgericht in het kader van de herstructurering van de Koninklijke Luchtmacht. Tijdens de ceremonie droeg luitenant-generaal Steur het commando over aan brigadegeneraal Cengiz Sahan, die van Turkse afkomst is.
Cengiz Sahan, de neef van Hikmet Gürcüoğlu voorzitter van de Turkse ondernemersvereniging HOTİAD is hiermee niet alleen aangesteld als hoofd van een nieuw onderdeel, maar ook als de eerste officier van Turkse afkomst ooit die zo’n hoge functie bekleedt binnen de Nederlandse krijgsmacht. Deze ontwikkeling heeft niet alleen symbolische betekenis voor de Turkse gemeenschap in Nederland, maar ook voor migranten in heel Europa die een rol willen spelen binnen de defensiestructuren.
NIEUWE COMMANDO, NIEUWE VISIE
Het ASC is opgericht door het samenvoegen van het Logistiek Centrum Woensdrecht en de Koninklijke Militaire Luchtvaartschool, met als doel de logistieke en trainingscapaciteit van de Koninklijke Luchtmacht te versterken. Ook enkele kleinere eenheden uit Nederland, Duitsland en de Verenigde Staten zijn ondergebracht binnen dit nieuwe commando. In totaal vallen nu 1.900 militaire en civiele medewerkers onder het gezag van brigadegeneraal Cengiz Sahan.
EEN BOODSCHAP VAN VERTROUWEN EN VASTBERADENHEID VAN SAHAN
In zijn toespraak bij de overname van het commando benadrukte brigadegeneraal Sahan dat hij samen met zijn eenheid hard zal werken om het vertrouwen dat in hem is gesteld waar te maken. Hij wees ook op de samenwerking met civiele partners in Woensdrecht, en gaf aan dat het recent opgerichte “HIVE Aerospace Collective” door zijn synergie op het gebied van opleiding, onderhoud en logistiek de operationele kracht van de luchtmacht aanzienlijk heeft vergroot.
Sahan gaf aan dat ASC ook een voortrekkersrol zal spelen op gebieden zoals duurzaamheid, leveringszekerheid en strategische paraatheid, en voegde daaraan toe:
“Deze elementen zijn onmisbaar voor een weerbare krijgsmacht die altijd klaarstaat om haar taken uit te voeren in de dynamische internationale context van vandaag.”
BREDE OPKOMST, HOGE VERTEGENWOORDIGING
Aan de ceremonie namen naast hoge functionarissen van de Koninklijke Luchtmacht ook militaire vertegenwoordigers uit andere landen, stakeholders uit de defensie-industrie en politieke figuren deel. Dit benadrukte dat het ASC niet alleen een administratieve vernieuwing is, maar ook een structuur van belang op het gebied van internationale samenwerking.
TROTS VAN SAMENLEVINGEN DIE SAMENLEVEN
De benoeming van brigadegeneraal Sahan is met trots en enthousiasme ontvangen binnen de Turkse gemeenschap in Nederland. Dat kinderen van migranten, die op jonge leeftijd naar Nederland kwamen, nu leidinggevende posities bekleden in cruciale instellingen, bevestigt wederom het succes van integratie en het bestaan van gelijke kansen.
Deze benoeming vormt tegelijkertijd een inspirerend voorbeeld voor alle jongeren met een migratieachtergrond in Europa. Dat Cengiz Sahan, na zijn opleiding in Nederland, zich bij het leger voegde en dankzij zijn discipline, verdiensten en leiderschapskwaliteiten is benoemd tot een strategische positie, toont aan dat inclusie in multiculturele samenlevingen daadwerkelijk mogelijk is.
STERKE STAP NAAR DE TOEKOMST
Met de oprichting van ASC maakt de Koninklijke Luchtmacht een stap naar een flexibeler, veerkrachtiger en toekomstbestendig defensiemodel. De nieuwe periode onder leiding van brigadegeneraal Cengiz Sahan zou een voorbeeld kunnen zijn – niet alleen op militair vlak, maar ook maatschappelijk.
De overdrachtsceremonie werd bijgewoond door een groot aantal genodigden. De boodschappen van vertrouwen en waardering richting de nieuwe commandant, brigadegeneraal Cengiz Sahan, waren opvallend. De discipline, harmonie en professionaliteit die tijdens het evenement zichtbaar waren, versterkten het vertrouwen in de toekomst van de Koninklijke Luchtmacht.
Op de foto’s van de ceremonie zijn de momenten te zien waarop Sahan het commando overneemt en de warme gesprekken die hij voerde met de aanwezigen. Met zijn vastberaden maar bescheiden uitstraling in uniform toonde hij zich een betrouwbare leider en hij legde persoonlijk contact met zijn personeel.
Deze historische ontwikkeling kreeg ook ruime aandacht in de Nederlandse media. Vooral media die zich richten op defensie en samenleving kopten over de oprichting van het ASC en de benoeming van Cengiz Sahan met woorden als “voorbeeld van multicultureel leiderschap.” Zowel het Ministerie van Defensie als de Koninklijke Luchtmacht deelden informatie over de ceremonie op hun officiële websites. De benoeming, die breed werd uitgelicht in de Nederlandse publieke opinie, werd positief ontvangen door alle lagen van de samenleving.
Babalarının, fedakârca çalışmalarını anlatan 20 kişi ile yapılan söyleşinin kitabı…
Ömer Hünkâr Ilık’ın gayretleri ile hazırlanan kitap için Rotterdam Belediyesi destek verdi.
(Haberin Hollandacası en altta.
Nederlandse versie is onderaan)
İlhan KARAÇAY’ın haberi:
Rotterdam’da uzun soluklu bir emeğin ürünü olan “Babam Misafir İşçiydi”(Mijn Vader Was een Gastarbeider ) adlı kitap, geçtiğimiz Salı günü görkemli bir törenle tanıtıldı. Kitap, 1960’lı ve 70’li yıllarda Hollanda’ya davetle gelen misafir işçilerin çocuklarıyla yapılan 20 söyleşiden oluşuyor. Bu eser, yalnızca kişisel hikâyeleri değil, aynı zamanda toplumsal belleğimizi diri tutacak çok katmanlı bir mirası da kayıt altına alıyor.
Rotterdam Belediyesi’nin mali desteğiyle ILIK Productions tarafından hazırlanan kitap, Rotterdam Belediye Sarayı’nın Kabul Salonu’nda düzenlenen törenle kamuoyuna sunuldu. Kitabın yayın yönetmeni ve proje lideri Ömer Hünkar Ilık, ilk nüshayı, kitabın da kahramanlarından biri olan Belediye Başkan Yardımcısı Fouzi Achbar’a takdim etti. Achbar konuşmasında, “Bu kitapla gurur duyuyorum; ikinci kuşağın Rotterdam’a katkısını görünür kılması çok kıymetli,” ifadelerini kullandı.
Törene, kitapta yer alan kişilerin yakınları, katkı sunan gazeteciler ve fotoğrafçılar, Rotterdam Belediyesi’nden temsilciler ve Rotterdam Kütüphanesi Müdürü katıldı. Duygusal anların yaşandığı törende, kitapta öyküsü yer alan dört kişi kısa konuşmalar yaparak hem geçmişin izlerini hem de bugünün gururunu paylaştı. Bazı anılar gözyaşlarıyla, bazıları ise büyük bir onurla dinlendi.
Kitapta yer alan portreler, sadece Türk ve Fas kökenli ailelerin değil; aynı zamanda İtalyan, Portekizli, Yeşil Burun Adalı (Kaapverdi) ve İspanyol kökenli misafir işçilerin çocuklarının öykülerini de kapsıyor. Zengin görsel içeriğiyle desteklenen kitap, aile albümlerinden alınan fotoğraflarla geçmişe ışık tutuyor.
Proje aylar süren titiz bir çalışmanın ürünü. Beş gazeteci ve beş fotoğrafçı, ikinci kuşağın öne çıkan temsilcileriyle birebir çalıştı. Polis, ordu, eğitim, sağlık, sanat, siyaset ve ticaret gibi alanlarda fark yaratmış kişilerin yaşam öyküleri, belgesel yapımcısı Özgür Canel’in düzenlemesiyle herkesin ilgisini çekebilecek akıcı ve dokunaklı bir dille kitaba dönüştü.
Ömer Hünkar Ilık, törende yaptığı konuşmada şu önemli sözleri dile getirdi:
“Bugün ilk nesilden geriye sadece bir avuç insan kaldı. Artık çoğu kendi hikâyesini anlatamıyor. Bu yüzden bu kitapta onların çocukları konuştu. Bu çocuklar hep buradaydı, ama çok az duydunuz onları. Artık onlar da anlatıyor. Bu kitap, sesi olmayan babalara ve kelimeleri bulan çocuklarına bir övgüdür.”
Kitapta anlatılan öyküler, iki dünya arasında büyüyen ikinci kuşağın yaşadığı zorluklara ve bu zorlukları aşarken gösterdikleri dirence odaklanıyor. Babaları hayal ettiklerinden farklı çıkan, çocukluğunu babasız geçiren, sokakta ailesini temsil etmek zorunda kalan bu gençler; bugün Rotterdam’ın kalbinde eğitimden sanata, sağlıktan siyasete kadar birçok alanda etkin roller üstleniyor. Ömer Ilık’ın da vurguladığı gibi, bu insanlar kökenlerine rağmen değil, kökenlerinin zenginliğinden güç alarak bugünkü yerlerini inşa ettiler.
Kitap sınırlı sayıda basıldı, ancak çok yakında Rotterdam’daki tüm kütüphanelerde erişime açılacak. İlgi duyanlar, kitabı kütüphanelerden temin ederek okuyabilirler.
Bu projeyle birlikte, daha önce Rotterdam’daki Misafir İşçi Anıtı (2023) ve İstanbul’daki Umuda Yolculuk Anıtı (2021) gibi sembol çalışmalara imza atan Ömer Hünkar Ilık ve koordinatör Zeki Baran, göç tarihine anlamlı bir eser daha kazandırmış oldular. Bu kitap, sadece geçmişe değil, bugüne ve geleceğe de sesleniyor. Özellikle toplumsal kutuplaşmanın yoğunlaştığı günümüzde, “Babam Misafir İşçiydi” kitabı güçlü bir karşı ses olarak yükseliyor:
EEN EERBETOON AAN DE STILLE HELDEN: “MIJN VADER WAS EEN GASTARBEIDER”
Een boek met interviews met 20 mensen die over het opofferende werk van hun vaders vertellen…
Het boek, voorbereid dankzij de inspanningen van Ömer Hünkâr Ilık, werd ondersteund door de gemeente Rotterdam.
Nieuws van İlhan KARAÇAY:
Het boek “Mijn Vader Was een Gastarbeider”, het resultaat van langdurige inspanningen in Rotterdam, werd afgelopen dinsdag met een indrukwekkende ceremonie gepresenteerd. Het boek bestaat uit 20 interviews met kinderen van gastarbeiders die in de jaren 60 en 70 op uitnodiging naar Nederland kwamen. Dit werk documenteert niet alleen persoonlijke verhalen, maar ook een gelaagd erfgoed dat ons collectieve geheugen levendig houdt.
Het boek, uitgegeven door ILIK Productions met financiële steun van de gemeente Rotterdam, werd aan het publiek gepresenteerd in de ontvangstzaal van het Rotterdamse Stadhuis. Ömer Hünkar Ilık, hoofdredacteur en projectleider, overhandigde het eerste exemplaar aan locoburgemeester Fouzi Achbar, die ook een van de hoofdpersonen in het boek is. In zijn toespraak zei Achbar: “Ik ben trots op dit boek; het zichtbaar maken van de bijdrage van de tweede generatie aan Rotterdam is van grote waarde.”
De ceremonie werd bijgewoond door familieleden van de geïnterviewden, betrokken journalisten en fotografen, vertegenwoordigers van de gemeente Rotterdam en de directeur van de Rotterdamse Bibliotheek. Tijdens het emotionele programma deelden vier personen, die hun verhaal in het boek vertellen, korte toespraken waarin zij sporen van het verleden en trots op het heden met het publiek deelden. Sommige herinneringen werden met tranen aangehoord, andere met grote trots.
De portretten in het boek beperken zich niet alleen tot families van Turkse en Marokkaanse afkomst; ook verhalen van kinderen van Italiaanse, Portugese, Kaapverdische en Spaanse gastarbeiders zijn opgenomen. Het boek, rijk geïllustreerd met foto’s uit familiealbums, werpt een licht op het verleden.
Het project is het resultaat van maandenlange, zorgvuldige voorbereiding. Vijf journalisten en vijf fotografen werkten één-op-één met prominente vertegenwoordigers van de tweede generatie. Levensverhalen van mensen die een verschil hebben gemaakt in sectoren zoals politie, defensie, onderwijs, gezondheidszorg, kunst, politiek en handel, zijn door documentairemaker Özgür Canel verwerkt tot een toegankelijk en ontroerend boek.
Ömer Hünkar Ilık sprak tijdens de ceremonie de volgende betekenisvolle woorden: “Van de eerste generatie is nu nog maar een handjevol mensen over. De meesten kunnen hun verhaal niet meer vertellen. Daarom spraken in dit boek hun kinderen. Deze kinderen waren er altijd al, maar we hebben ze zelden gehoord. Nu vertellen ook zij hun verhaal. Dit boek is een eerbetoon aan de vaders zonder stem, en aan de kinderen die de woorden vonden.”
De verhalen in het boek richten zich op de moeilijkheden die de tweede generatie ervoer terwijl ze tussen twee werelden opgroeiden, en op de veerkracht die zij toonden bij het overwinnen daarvan. Deze jongeren, van wie de vaders vaak niet waren zoals zij zich hadden voorgesteld, die opgroeiden zonder hun vaders en die op straat hun families moesten vertegenwoordigen, vervullen vandaag de dag actieve rollen in het hart van Rotterdam van onderwijs tot kunst, van gezondheidszorg tot politiek. Zoals Ömer Ilık benadrukt: deze mensen hebben hun plek niet ondanks, maar dankzij hun afkomst veroverd.
Het boek is in beperkte oplage gedrukt, maar zal binnenkort beschikbaar zijn in alle bibliotheken van Rotterdam. Geïnteresseerden kunnen het daar lenen en lezen.
Met dit project hebben Ömer Hünkar Ilık en coördinator Zeki Baran opnieuw een betekenisvolle bijdrage geleverd aan de migratiegeschiedenis, net als met eerdere symbolische werken zoals het Gastarbeidersmonument in Rotterdam (2023) en het Reismonument naar de Hoop in Istanbul (2021). Dit boek spreekt niet alleen tot het verleden, maar ook tot het heden en de toekomst. In een tijd van toenemende maatschappelijke polarisatie, klinkt “Mijn Vader Was een Gastarbeider” als een krachtig tegengeluid.