Türk Fahri Konsolosluğu’nun ev sahipliğinde düzenlenen Haring Partisi, kültürlerarası bağları ve iş ilişkilerini pekiştiren unutulmaz bir etkinliğe dönüştü.
Daha önce Leiden Fahri Başkonsolosumuz Joost Peters’in başlattığı Haring Partisi geleneğini devam ettiren yeni Fahri Konsolos Titus Kramer, “Geleneklere saygılı olmalıyız” dedi.
Hollanda’da Haring balığının en büyük pazarlamacısı iki Türk kardeş.
(Haberin Hollandacası en altta.
Nederlandse versi is onderaan)
İlhan KARAÇAY derledi:
Türkiye ile Hollanda arasındaki 500 yıllık dostluk, sadece diplomatik metinlerde değil, kültürel geleneklerde de yaşamaya devam ediyor. Hollanda’daki Türk Fahri Konsolosluğu’nun ev sahipliğinde Amersfoort’ta düzenlenen “Hollanda-Türk Haring Partisi”, bu dostluğun canlı bir yansıması oldu. Hem tarihi vurgular hem kültürel dokularla bezeli bu etkinlik, sadece bir sosyal buluşma değil, aynı zamanda gelecek vizyonuna sahip stratejik bir adım niteliğindeydi.
GELENEK NEREDEN GELİYOR? JOOST PETERS’TEN PIERRE VAN HOOIJDONK’A UZANAN HİKÂYE
Ringa balığı partilerinin temeli, Türkiye’nin Leiden Fahri Konsolosu merhum Joost Peters tarafından atıldı. Hollanda’nın geleneksel “Haring Sezonu”na Türk damgası vuran bu organizasyonlar, kültürlerarası birlikteliği önceleyen önemli sosyal faaliyetler arasında yer aldı.
2012 yılında gerçekleşen dikkat çekici organizasyonda, ünlü futbolcu Pierre van Hooijdonk da yer almıştı. Hooijdonk, bir varil haringi zihinsel engelli bireylere hizmet veren Gemiva Vakfı’na teslim ederek, hem sosyal sorumluluk hem kültürel dayanışma anlamında sembolik bir katkı sunmuştu. O yıl, organizasyona katılan Türkiye Cumhuriyeti Rotterdam Başkonsolosu Togan Oral’ın da vurguladığı gibi, sporun birleştirici gücü, haring ile birlikte bir dostluk sembolüne dönüştü.
TİTUS F.P. KRAMER’LE YENİDEN DOĞUŞ
Bu yıl gelenek, Amersfoort Fahri Konsolosu Titus F.P. Kramer tarafından tekrar canlandırıldı.Kramer’in ev sahipliğindeki ilk “Hollanda-Türk Haring Partisi”, 16 Haziran 2025 tarihinde Woudenberg’deki konsolosluk konutunda görkemli bir katılımla gerçekleştirildi.
Kramer açılış konuşmasında, bu geleneğin yalnızca korunmakla kalmayıp, aynı zamanda vizyoner bir yaklaşımla geliştirileceğini söyledi: “Geleneklere saygı duyarak, yeni köprüler kurmak istiyoruz. Bu etkinlik, sadece balık değil; birlikteliğin, iki halk arasında sürdürülebilir ilişkiler kurmanın etkili ve kalıcı bir yoludur.”
“İş dünyası, sanat-kültür, tarihî bağların korunması ve güçlendirilmesi” olmak üzere dört temel alanda faaliyet gösterdiklerini ifade eden Kramer, etkinliğe katkı sunan Corendon, Acıbadem gibi Türk şirketlerine teşekkür etti.
DİPLOMASİDEN İŞ DÜNYASINA: GENİŞ KATILIMLI BULUŞMA
Etkinlik, diplomasi, özel sektör, sivil toplum ve sanat çevrelerinden yaklaşık 200 davetliyi bir araya getirdi. Katılımcılar arasında, Amsterdam Başkonsolosumuz Mahmut Burak Ersoy, Rotterdam Başkonsolosumuz Sevgi Kısacık, Corendon CEO’su Günay Uslu, DEİK Avrupa Komite Başkanı Turgut Torunoğulları, UID Hollanda Başkanı Ertuğrul Kurt, HOTIAD Başkan Vekili Faruk Halıcı, Türk Federasyon Başkanı Murat Gedik, MÜSİAD Hollanda Başkan Yardımcısı Emin İskender, MÜSİAD Avrupa Turizm Sektörü Başkanı Esra Demir, TOVER Leiden Başkanı Durmuş Doğan, TOV Den Haag Başkanı Funda İleri, Hollandalı iş insanları ve sivil toplum temsilcileri yer aldılar.
AMSTERDAM BAŞKONSOLOSUMUZ MAHMUT BURAK ERSOY
“Rotterdam’daki meslektaşım Başkonsolosumuzla birlikte, sevgili dostumuz Sayın Titus Kramer’in ev sahipliğinde düzenlenen bu neşeli etkinliğe katılmaktan büyük memnuniyet duyuyoruz. Titus, inanıyorum ki yeni unvanınız sayesinde bu parti sadece ringa balığı iştahımızı doyurmakla kalmayacak, aynı zamanda Türkiye ile Hollanda arasındaki yüzyıllara dayanan dostluk ve ortaklığı kutlamak için de güzel bir fırsat olacak.Bildiğiniz gibi, geçtiğimiz yıl Türkiye Cumhuriyeti ile Hollanda Krallığı arasındaki Dostluk Antlaşması’nın 100. yılını kutladık. Aslında ilişkilerimiz neredeyse 500 yıl öncesine dayanıyor.”
IMK’DEN “DÖNÜŞ KAPISI” MODELİ: VERİYE DAYALI DESTEK
IMK Direktörü Michiel Hordijk, etkinlikte Türk-Hollandalı girişimciler için yeni bir destek modeli olan “Dönüş Kapısı” (Draaideur) sistemini tanıttı.
Paylaştığı istatistikler oldukça dikkat çekiciydi: Hollanda’da 28.000’den fazla Türk-Hollandalı şirket faaliyet gösteriyor. Bu şirketler, toplam 6,1 milyar Euro ciro yapıyor. 80.000 kişiye istihdam sağlıyor. Girişimcilerin %38’i son üç yılda yenilikçi adımlar atmış. %80’i yatırımlarını öz kaynaklarıyla sürdürüyor.
Model sayesinde, RVO destekleri etkinleştiriliyor, vergi yapılandırmaları kolaylaştırılıyor ve bankalarla iş planları birlikte geliştiriliyor.
TÜRK KADINLARINA YENİ BİR SAYFA
Etkinliğin sunuculuğunu üstlenen ve WEİ (Kadınların Güçlendirilmesi ve Entegrasyonu) adına da konuşan Özlem Kaymaz, Türk kadınlarının sadece göçmen geçmişleriyle değil, bilgi, beceri ve vizyonlarıyla Hollanda’da güçlü birer aktöre dönüştüğünü vurguladı.
Güçlü Türk kadınlarını bir araya getiriyor, Hollandalı kadınlarla entegrasyon köprüleri kuruyoruz” diyen Kaymaz, 2025 yılı boyunca düzenlenecek paneller, zirveler ve programlarla bu vizyonu somutlaştıracaklarını ifade etti.
Kaymaz, “Entegrasyon artık pasif bir süreç değil; aktif katılımın ve stratejik dayanışmanın adı olmalı.” dedi.
KÜLTÜRÜN EVRENSEL DİLİ: MÜZİK VE SANAT
Gecenin sonunda sahneye çıkan sanatçı Ersoy Demir, Türkçe ve Hollandaca parçalarıyla konuklara unutulmaz anlar yaşattı. Özellikle Hollandalı iş insanlarının halaya katılması, dostluk sembolü olarak büyük alkış aldı.
GASTRONOMİK KÖPRÜ: RİNGA BALIKTAN BAKLAVAYA
Etkinlikte, geleneksel “Hollandse Nieuwe” taze ringa balığı, Türk mutfağının eşsiz lezzetleriyle birlikte sunuldu. Profesyonel catering hizmeti, konuklara hem damakta hem gönülde iz bırakan bir deneyim sundu.
Bu gastronomik birliktelik, kültürlerarası bir diyalog kurmanın en lezzetli yoluna dönüştü. Katılımcılar, bir yandan yeni iş bağlantıları kurarken, diğer yandan Türk-Hollanda mutfak kültürünün ortak noktasında keyifli sohbetler gerçekleştirdi.
CORENDON’UN 25. YIL MESAJI: “YENİ PROJELER YOLDA”
Corendon CEO’su Gunay Uslu da etkinlikte söz alarak, şirketin 25. yılını kutladıklarını ve turizm sektörünün pandemi sonrası yeniden enerji kazandığını belirtti. Uslu, “2025 yılında birçok yeni projeyi hayata geçireceğiz. Turizm, kültürel diplomasinin güçlü bir aracı olmaya devam ediyor,” dedi.
HOLLANDA’NIN HARİNGİ, TÜRK VİZYONUYLA BULUŞTU
Amersfoort’taki Türk Haring Partisi, sadece geçmişe değil, geleceğe de işaret eden bir buluşma oldu. Kültürlerarası kaynaşma, ekonomik iş birliği ve samimi diyalogların ön plana çıktığı bu etkinlik, Türkiye ve Hollanda arasındaki çok katmanlı ilişkilerin en lezzetli sembollerinden biri olarak hafızalara kazındı.
Woudenberg’deki bu özel organizasyon, Hollanda-Türkiye ilişkilerinin tarihi köklerine modern bir yorum getirdi. Diplomasi, iş dünyası, kültür ve gastronominin iç içe geçtiği bu haring partisi, yalnızca bir gelenek değil; geleceğe dair umut dolu iş birliği adımlarının da habercisiydi.
Etkinlikten sonra bir katılımcının şu yorumu ise organizasyonun başarısını özetler nitelikteydi:
“Bu yılın ilk haring partisine katıldım… ama kesinlikle son olmayacak. Eski dostlarla yeniden buluşmak, yeni girişimcilerle tanışmak harikaydı!”
HABERE DE TELEGRAAF GAZETESİ YER VERDİ
Ringa balığımızın büyük bölümü Türk çıktı!
WOUDENBERG – Ringa balığı, herkesin sandığı kadar tipik bir Hollanda yiyeceği değil. Woudenberg’de düzenlenen Türk ringa balığı partisinde, bu ideal atıştırmalık balıkların büyük bölümünün Türklerin elinden geçtiği ortaya çıktı.
“Bu, uzun zamandır ülkemizde düzenlenen ilk Türk ringa balığı partisi,” dedi Türk Fahri Konsolosu Titus Kramer, De Viersprong Şatosu’ndaki ofisinin önündeki çimlerde. Bu organizasyonu nasıl yapması gerektiğini hemen anladığını söyledi: “Satılan tüm ringa balıklarının dörtte biri, Atlantic Group’tan Türk girişimci Abdullah Tagi’ye ait. Bu da onu ülkemizdeki en büyük ringa balığı tüccarı yapıyor.”
Showbird girişimcisi Hasan Tagi’nin kardeşi olan Abdullah Tagi, 1974’ten beri balık işinde: “25 yıldır Scheveningen’deyim!” Haringlerinin Norveç sularından geldiğini belirtti: “Küresel ısınma nedeniyle balıkçı tekneleri gitgide daha fazla İzlanda’ya yönelmek zorunda kalıyor.” Her ne kadar pek Hollanda’ya özgü olmasa da, balıkları ülke çapındaki birçok ringa partisine ulaşıyor.
HARİNG (RİNGA BALIĞI)’NIN TARİHÇESİ
Hollanda’nın en geleneksel etkinliklerinin önde gelenlerinden ‘Haring Partileri’nin sonuncusunu yapan Türkiye’nin Amersfoort Fahri Konsolosluğu, ilginç bir konuyu yeniden gündeme getirdi.
21 Temmuz 2014 tarihinde kaleme alıp yayınladığım bir haberde, Hollanda halkının çok büyük ilgi gösterdiği Haring balığının özelliklerini tanıtırken, bu balığı en çok satan kişilerin, iki Türk kardeş olduğunu vurgulamıştım.
Abdullah ve Umut Tagi kardeşler üçüncü kez Hollanda’nın en iyi salamura ringa balığı üreticisi seçildi. Lalesi, yel değirmenleri, takunyaları ve sarışınlarının yanında salamura ringa balığı hayranlığı ile tanınan Hollanda’da, üçüncü kez aynı ödülü kazanan Türk kardeşler milyon euroları aşan yatırımları ile de dikkat çekiyor.
İlhan KARAÇAY’ın haberi:
Hollanda’da, ülkenin ikinci büyük gazetesi Algemeen Dagblad tarafından geleneksel olarak düzenlenen ülkenin en iyi ringa balığı (haring) üretim ve satım yarışmasında, birinciliği, geçen iki yıl olduğu gibi, bu yıl da iki Türk kardeşin sahibi olduğu Atlantic Balıkçılık adlı işletme kazandı.
Abdullah ve Umut Tagi adlı kardeşler, yüksek tirajlı AD gazetesi tarafından bu yıl 33’üncüsü düzenlenen yarışmada, 10 üzerinden 10 puan alarak yeniden birinci oldular ve aşılması imkansız olan bir rekora imza attılar.
Lalesi, yel değirmenleri, takunyaları ve sarışınlarının yanında, salamura ringa balığı hayranlığı ile tanınan Hollanda’da, üçüncü kez aynı ödülü kazanan Türk kardeşler milyon euroları aşan yatırımları ile de dikkat çekiyor.
Hollanda’da Algemeen Dagblad tarafından geleneksel olarak düzenlenen ‘En iyi haring’ yarışmasında üçüncü kez birinciliği kazanan Abdullah ve Umut Tagi kardesler ile ilgili yayınlardan biri
Türk kökenli kardeşlerin üç yıl üst üste birinci olması, ülke gündeminde ön sıralara oturdu. Tagi kardeşlerin başarıları medyada geniş yer bulurken, gazete ve televizyonlar haberi, “Bu yılki yarışmayı da Türk kardeşler kazanması, entegrasyona sıcak bakanları sevindirirken, ırkçıları da üzdü” şeklinde yayınladılar.
1989 yılından bu yana balıkçılık sektöründe faaliyet gösteren Tagi kardeşlerin, Hollandalılar’ın ‘milli atıştırma yemeği’ olan ringa balığı salamurası yarışmasını, üç yıl üstüste kazanması, Algemeen Dagblad gazetesi tarafından ‘Muhteşem’ olarak manşet yapıldı.
Ödül törenine katılan Rotterdam Belediye Başkanı Ahmet Abutalep, ‘Tagi kardeşler entegrasyonun en büyük örneğini gösterdiler’ dedi.
Rotterdam Başkonsolosumuz Togan Oral ise, ‘Hollanda’ya gelmeden önce ne deniz ve ne de balık gören Türk kardeşlerin, Hollanda’da balıkçılık konusunda gösterdikleri bu başarı takdire şayandır’ dedi.
Başta Rotterdam Belediye Başkanı Ahmet Abutalep olmak üzere, kalabalık bir Hollanda topluluğuna hitap eden Başkonsolos Oral, ‘Siz bizden laleyi alarak dünyaya tanıttınız, şimdi ise biz sizden ringa balığı salamurasını alarak hem Türkiye’ye, hem de dünyaya tanıtacağız’ diye konuştu.
Hollanda’da üçüncü kez birinciliği kazanan Tagi kardeşlerin ödül törenine Rotterdam Belediye Başkanı Ahmet Abutalep (kahverenkli ceketli) ve Rotterdam Başkonsolosumuz Togan Oral yaptıkları konuşmalarda Tagi kardeşlere övgü yağdırdılar
Ankara’da müteahhitlik ve ticaret yapan Teoman Zeydan ile ortaklıkları bulunan Tagi kardeşler, Rotterdam’ın muhteşem sayfiye bölgesinde açtıkları yeni dükkanlarından başka, Leiden, Rotterdam’da satış reyonlarına ve Lahey’in sayfiye kasabası Scheveningen’de de büyük bir imalathaneye sahipler. Norveç’teki ortaklarının tuttukları ringa balıklarını, gemiler ile getirtirken tuzlama ve dondurma ile salamura işlerine başlayan Tagi kardeşler, Hollanda’da her gün tam 70 bin adet ringa balığını servise koyduklarını belirtiyorlar. Kalabalık aile efradı ile insan gücü faktörünü çok iyi kullanan kardeşler, Rotterdam’a yakın Vlaardingen kentinde de büyük bir imalathaneyi satın alarak, sektörde yerlerini korumak için büyük bir mücadele verdiklerini belirttiler.
9 yaşında Hollanda’ya göç eden Abdullah Tagi ile Hollanda’da doğan kardeşi Umut, haring işini Türkiye’ye taşıma planları yaptıklarını, lokanta ve otellere lakerda yerine daha ucuz olan ringa salamurasını tanıtacaklarını ve özellikle yaz aylarında turistik sahillerde seyyar arabalar içinde haring satmayı hedeflediklerini belirttiler.
Tagi kardeşlerin Türkiye’deki ortakları Teoman Zeydan, çalışmaların hızla devam ettiğini belirtirken, çok yakın bir gelecekte Türkiye’de insanların Hollandalılar gibi haring yiyeceklerini söyledi.
Tagi kardeşlerin ikinci kez kazandıkları kupa sevincini İlhan Karaçay da yaşadı
HARİNG NASIL YAPILIR?
Genellikle Kuzey Denizi’nde avlanan ringa balıkları, aslında zehirlidir. Zehirin atılması için çeşitli işlemlerden geçirilmesi gerekir. Balığın sırt ve yan yüzgeçleri kesilir. İç organlar da atılarak temizlenir. Balıklar çok soğuk suda defalarca yıkanır. Daha sonra 5 kiloluk kovalara tuz ile karıştırılarak yetleştirilir. En az 48 saat dondurucuda tutulan balıklar daha sonra çıkarılır ve buzdolaplarına yerleştirilir. Tagi kardeşler, Türk salamura ve turşuculuğunun gizli maharetlerini katarak balıklara bir başka tad veriyorlar. Kovalardaki ısı 0 dereceye düştüğü zaman balıklar çıkarılır ve temizlenerek doğranmış soğan ile servis edilir. Haring, ne kadar taze yenilirse o kadar lezzetli olur. Haringler buzluktan çıkarıldıktan sonra en çok üç gün içinde tüketilmelidir.
************************************
TURKSE HARINGPARTIJ IN AMERSFOORT: TURKSE EN NEDERLANDSE ZAKENWERELD KOMEN SAMEN
Onder gastheerschap van het Turkse Ereconsulaat werd de Haringparty een onvergetelijke gebeurtenis die interculturele banden en zakelijke relaties versterkte.
Titus Kramer, die de traditie van de eerder door ereconsul Joost Peters in Leiden georganiseerde haringfeest voortzet, zei: “We moeten respect hebben voor tradities.”
Twee Turkse broers zijn de grootste haringverkopers van Nederland.
Samengesteld door İlhan KARAÇAY:
De 500 jaar durende vriendschap tussen Turkije en Nederland leeft voort, niet alleen in diplomatieke teksten maar ook in culturele tradities. De “Nederlands-Turkse Haringparty” in Amersfoort, georganiseerd door het Turkse Ereconsulaat in Nederland, was een levendige weerspiegeling van deze vriendschap. Deze bijeenkomst, doordrenkt met historische en culturele accenten, was niet alleen een sociaal evenement, maar ook een strategische stap met toekomstvisie.
WAAR KOMT DE TRADITIE VANDAAN? VAN JOOST PETERS TOT PIERRE VAN HOOIJDONK
De basis voor de haringfeesten werd gelegd door wijlen Joost Peters, de voormalige Turkse ereconsul in Leiden. Deze evenementen, waarin de traditionele Nederlandse haringseizoen werd verrijkt met een Turks tintje, werden belangrijke sociale activiteiten die interculturele saamhorigheid bevorderden.
In 2012 nam de bekende voetballer Pierre van Hooijdonk deel aan een opvallend evenement. Hij schonk een vaatje haring aan de Gemiva Stichting, die zich inzet voor mensen met een verstandelijke beperking, als symbool van maatschappelijke verantwoordelijkheid en culturele solidariteit.
Zoals destijds ook benadrukt door de toenmalige Turkse consul-generaal in Rotterdam, Togan Oral, werd de verbindende kracht van sport samen met haring een symbool van vriendschap.
HEROPLEVING MET TITUS F.P. KRAMER
Dit jaar werd de traditie nieuw leven ingeblazen door Titus F.P. Kramer, ereconsul van Amersfoort. Op 16 juni 2025 organiseerde hij de eerste “Nederlands-Turkse Haringparty” op de consulaire residentie in Woudenberg.
In zijn openingsspeech verklaarde Kramer:
“We willen bruggen slaan met respect voor tradities. Dit evenement is meer dan haring eten; het is een effectieve en blijvende manier om duurzame relaties tussen onze volkeren op te bouwen.”
Kramer bedankte ook Turkse bedrijven zoals Corendon en Acıbadem voor hun bijdrage, en noemde de vier kerngebieden van hun werk: bedrijfsleven, kunst en cultuur, behoud van historische banden en versterking daarvan.
VAN DIPLOMATIE NAAR ZAKENWERELD: EEN BREED GEDEELD EVENEMENT
Het evenement bracht zo’n 200 genodigden samen uit diplomatieke kringen, bedrijfsleven, maatschappelijke organisaties en culturele sector. Onder de aanwezigen waren o.a.:
Consul-generaal in Amsterdam Mahmut Burak Ersoy, consul-generaal in Rotterdam Sevgi Kısacık, Corendon CEO Günay Uslu, DEİK Europa-commissievoorzitter Turgut Torunoğulları, UID Nederland-voorzitter Ertuğrul Kurt, HOTIAD vicevoorzitter Faruk Halıcı, voorzitter van de Turkse Federatie Murat Gedik, MÜSİAD Nederland vicevoorzitter Emin İskender, MÜSİAD Europa voorzitter toerismesector Esra Demir, TOVER Leiden voorzitter Durmuş Doğan, TOV Den Haag voorzitter Funda İleri en Nederlandse ondernemers en vertegenwoordigers van maatschappelijke organisaties.
CONSUL-GENERAAL MAHMUT BURAK ERSOY IN AMSTERDAM:
“Samen met mijn collega in Rotterdam zijn wij verheugd deze vrolijke bijeenkomst bij te wonen, georganiseerd onder het gastheerschap van onze dierbare vriend Titus Kramer.
Ik geloof dat deze haringparty, dankzij uw nieuwe functie, niet alleen onze eetlust voor haring zal stillen, maar ook een mooie gelegenheid is om de eeuwenoude vriendschap tussen Turkije en Nederland te vieren. Zoals u weet vierden we vorig jaar het 100-jarig jubileum van het Vriendschapsverdrag tussen onze landen, al gaan onze relaties terug tot bijna 500 jaar geleden.”
“DRAAIDEUR”-MODEL VAN HET IMK: DATA-GESTUUNDE STEUN
IMK-directeur Michiel Hordijk presenteerde een nieuw ondersteuningsmodel voor Turks-Nederlandse ondernemers: het “Draaideur”-model.
De statistieken die hij deelde waren opvallend: in Nederland zijn meer dan 28.000 Turks-Nederlandse bedrijven actief, goed voor een omzet van 6,1 miljard euro en 80.000 banen.
38% van de ondernemers nam de afgelopen drie jaar innovatieve stappen en 80% investeert met eigen middelen.
Via dit model worden RVO-subsidies geactiveerd, belastingstructuren vereenvoudigd en worden samen met banken bedrijfsplannen ontwikkeld.
EEN NIEUW HOOFDSTUK VOOR TURKSE VROUWEN
Presentatrice van het evenement en woordvoerster namens WEI (Women Empowerment & Integration) Özlem Kaymaz benadrukte dat Turkse vrouwen in Nederland niet alleen door hun migratieachtergrond maar ook door hun kennis, vaardigheden en visie een sterke rol vervullen. “Wij brengen krachtige Turkse vrouwen samen en bouwen bruggen met Nederlandse vrouwen,” zei Kaymaz. Zij gaf aan dat dit jaar panels, summits en programma’s georganiseerd worden om deze visie concreet te maken. “Integratie is geen passief proces meer; het moet de naam krijgen van actieve deelname en strategische solidariteit,” aldus Kaymaz.
DE UNIVERSELE TAAL VAN CULTUUR: MUZIEK EN KUNST
Zanger Ersoy Demir sloot de avond af met liederen in het Turks en Nederlands en bezorgde de gasten onvergetelijke momenten. De deelname van Nederlandse ondernemers aan de traditionele halay-dans werd hartelijk ontvangen als symbool van vriendschap.
GASTRONOMISCHE BRUG: VAN HARING TOT BAKLAVA
Op het evenement werd de traditionele “Hollandse Nieuwe” verse haring samen geserveerd met unieke smaken uit de Turkse keuken. Dankzij professionele catering werd het een ervaring die zowel de smaakpapillen als de harten raakte.
Deze gastronomische samensmelting bleek een bijzonder smakelijke manier om interculturele dialoog te voeren. Terwijl nieuwe zakelijke connecties ontstonden, werden er ook gezellige gesprekken gevoerd over de gezamenlijke eetcultuur van Turkije en Nederland.
25 JAAR CORENDON: NIEUWE PROJECTEN OP KOMST”
Corendon CEO Gunay Uslu verklaarde dat het bedrijf zijn 25-jarig jubileum viert en dat de toerismesector na de pandemie opnieuw energie heeft gekregen.
“In 2025 gaan we veel nieuwe projecten realiseren. Toerisme blijft een krachtig instrument voor culturele diplomatie,” zei Uslu.
NEDERLANDSE HARING ONTMOET TURKSE VISIE
De Turkse Haringparty in Amersfoort was niet alleen een ode aan het verleden, maar ook een blik op de toekomst. Dit evenement, waar interculturele ontmoeting, economische samenwerking en oprechte dialogen centraal stonden, zal als een smakelijk symbool van de multilaterale relaties tussen Turkije en Nederland in herinnering blijven.
Deze bijzondere organisatie in Woudenberg gaf een moderne interpretatie aan de historische banden tussen Nederland en Turkije. De Haringparty, waarin diplomatie, zaken, cultuur en gastronomie samenkwamen, is niet alleen een traditie maar ook een voorbode van hoopvolle samenwerkingsstappen richting de toekomst.
Een opmerking van een deelnemer vat het succes van het evenement perfect samen: “Ik was aanwezig bij de eerste haringparty van dit jaar… maar het zal zeker niet de laatste zijn. Het was geweldig om oude vrienden weer te zien en nieuwe ondernemers te ontmoeten!”
OOK DE TELEGRAAF SCHREEF OVER HET EVENEMENT
Onze haring blijkt grotendeels Turks te zijn!
WOUDENBERG – Haring is toch niet zo typisch Nederlands als velen denken. Tijdens het Nederlands-Turkse haringfeest in Woudenberg werd duidelijk dat een groot deel van deze ideale snackvis via Turkse handen gaat. “Dit is het eerste Nederlands-Turkse haringfeest sinds lange tijd in ons land,” zei Turks ereconsul Titus Kramer op het grasveld voor zijn kantoor in Kasteel De Viersprong.
Hij begreep meteen hoe hij het evenement moest organiseren: “Een kwart van alle verkochte haring komt van de Atlantic Group van de Turkse ondernemer Abdullah Tagi. Dat maakt hem de grootste haringhandelaar in ons land.”
Abdullah Tagi, broer van Showbird-ondernemer Hasan Tagi, zit sinds 1974 in de vissector: “Ik werk al 25 jaar vanuit Scheveningen!”
Zijn haring komt uit Noorse wateren: “Door klimaatverandering moeten vissers steeds vaker uitwijken naar IJsland.”
Hoewel haring dus niet per se een Nederlandse oorsprong heeft, bereikt zijn vis vele haringfeesten in het hele land.
DE GESCHIEDENIS VAN HARING (RİNGA)
Het recent georganiseerde haringfeest door het Turkse ereconsulaat in Amersfoort bracht een interessant onderwerp opnieuw onder de aandacht: de Turkse rol in een van de meest traditionele Nederlandse evenementen.
In mijn artikel van 21 juli 2014 beschreef ik hoe haring een nationale favoriet is in Nederland, en wees ik erop dat de grootste verkopers van deze vis twee Turkse broers zijn.
Laten we dat artikel opnieuw bekijken:
VISSERSKONINGEN ZONDER OOIT DE ZEE GEZIEN TE HEBBEN
Abdullah en Umut Tagi werden voor de derde keer uitgeroepen tot de beste producenten van gepekelde haring in Nederland.
In een land beroemd om zijn tulpen, molens, klompen en blond haar én haringliefde vallen deze Turkse broers op met hun miljoeneninvesteringen.
Bericht van İlhan KARAÇAY:
Bij de jaarlijkse haringcompetitie van de krant Algemeen Dagblad, de op één na grootste krant van Nederland, werd het familiebedrijf “Atlantic Visserij”, eigendom van de broers Abdullah en Umut Tagi, opnieuw eerste net als de twee jaren ervoor.
Zij kregen dit jaar opnieuw een perfecte score van 10 uit 10 van de jury in de 33e editie van de wedstrijd. Daarmee zetten ze een haast onbreekbaar record neer.
Hun overwinning, voor de derde keer op rij, kreeg uitgebreide media-aandacht. Kranten en tv-zenders kopten: “Dat de Turkse broers ook dit jaar weer winnen, maakt voorstanders van integratie blij, maar stelt racisten teleur.”
De broers Tagi, actief in de visindustrie sinds 1989, kregen van Algemeen Dagblad de titel “Onovertroffen”.
Tijdens de prijsuitreiking prees de burgemeester van Rotterdam, Ahmed Aboutaleb, hen als “voorbeeld van geslaagde integratie”.
De toenmalige consul-generaal Togan Oral zei: “Het is bewonderenswaardig dat deze Turkse broers, die in Turkije nog nooit zee of vis hadden gezien, hier in Nederland zulke prestaties leveren in de vissector.” In zijn toespraak zei hij verder:
“Jullie namen onze tulp en introduceerden die wereldwijd. Nu zullen wij jullie haring meenemen en zowel in Turkije als wereldwijd promoten.”
De prijsuitreiking werd bijgewoond door burgemeester Aboutaleb (in bruin colbert) en consul-generaal Togan Oral (in marineblauw), die de broers uitgebreid prezen.
Van Ankara tot Scheveningen
De broers Tagi, die ook een samenwerking hebben met aannemer Teoman Zeydan uit Ankara, runnen meerdere verkooppunten in Leiden, Rotterdam en een grote productiefaciliteit in Scheveningen.
Ze importeren hun haring via schepen van hun Noorse partners en verwerken die in hun eigen fabrieken in Vlaardingen.
Ze geven aan dagelijks zo’n 70.000 haringen te verwerken en te distribueren in Nederland.
Abdullah, die op 9-jarige leeftijd naar Nederland emigreerde, en zijn in Nederland geboren broer Umut, hebben plannen om de haringhandel naar Turkije uit te breiden.
Ze willen de goedkopere haring als alternatief voor lakerda (Turkse pekelvis) introduceren in restaurants en hotels, en mobiele haringkarren inzetten in toeristische kustgebieden.
Hun partner in Turkije, Teoman Zeydan, verklaarde dat de voorbereidingen in volle gang zijn en dat “mensen in Turkije binnenkort net als de Nederlanders haring zullen eten.”
HOE WORDT HARING GEMAAKT?
Haring, meestal gevangen in de Noordzee, is in rauwe vorm giftig.
Daarom worden de vissen eerst ontdaan van organen, gewassen in ijswater en gemarineerd met zout in vaten van 5 kilo.
Na minimaal 48 uur invriezen worden ze geserveerd met gesneden ui.
De broers Tagi voegen Turkse pekel- en fermentatietechnieken toe, waardoor hun haring een unieke smaak krijgt.
Eenmaal ontdooid, moet haring binnen drie dagen gegeten worden. Hoe verser, hoe lekkerder!
Etkinliğe ev sahipliği yapan The College Hotel, turizm sektörünün dikkat çeken kadın liderlerinden biri olan Günay Uslu’nun yönettiği Corendon Grubu’na ait.
Rutte hükümetinde kısa bir süre önce kültürden sorumlu Devlet Bakanlığı yapan Günay Uslu, yalnızca siyasi kimliğiyle değil, aynı zamanda Corendon CEO’su olarak iş dünyasında da adından söz ettiriyor.
(Haberin Hollandacası en altta
Nederlandse versie onderaan)
İlhan KARAÇAY’ın haberi:
AMSTERDAM,- Amsterdam’ın gözde butik otellerinden biri olan The College Hotel’in güneşli terasında dikkate değer bir buluşma gerçekleşti. NATO Genel Sekreteri ve Hollanda’nın eski Başbakanı Mark Rutte, medya danışmanlık ajansı Castro Communicatie‘nin organizasyonuyla, güncel jeopolitik gelişmeleri, NATO’nun yönünü ve küresel güvenliği değerlendirdi. Ancak bu buluşma, sadece diplomatik içerik değil, aynı zamanda sembolik anlamlar da taşıyordu.
MEKÂN SEÇİMİ TESADÜF DEĞİL
Etkinliğe ev sahipliği yapan The College Hotel, turizm sektörünün dikkat çeken kadın liderlerinden biri olan Günay Uslu’nun yönettiği Corendon Grubu’na ait. Kültürden Sorumlu eski Devlet Bakanı olan Uslu, bu seçkin buluşmanın sadece moderatörlerinden biri değil, aynı zamanda stratejik akılcılarından biri olarak öne çıktı. Rutte’nin, uzun yıllar birlikte görev yaptığı Uslu’nun otelinde konuşma yapması, diplomatik protokolün ötesinde eski dostların yeniden kesişen yollarını simgeliyordu.
ESKİ DOSTLAR, YENİ ROLLER
Mark Rutte ve Günay Uslu’nun yolları siyasette kesişmişti; şimdi ise farklı fakat birbiriyle kesişen alanlarda Hollanda’nın uluslararası temsilinde rol oynuyorlar. Terasta yapılan sohbetlerde hem geçmiş anılar tazelendi hem de bugünkü jeopolitik tablo karşısında kurumların, siyasetçilerin ve iş dünyasının sorumluluklarına dair görüş alışverişinde bulunuldu.
Toplantının samimi atmosferi, stratejik içeriği kadar etkileyiciydi. Siyaset, diplomasi ve iş dünyasını bir araya getiren bu tür buluşmalar, hem karar vericiler hem de ilham arayan genç profesyoneller için değerli bir bağ kurma fırsatı sunuyor.
“Bu buluşmanın, hem konumu hem de katılımcıları itibarıyla özel bir anlamı vardı. Sayın Rutte’nin burada olması, günümüz güvenlik meselelerinin iş dünyasıyla nasıl iç içe geçtiğini de gösterdi,” diyen Uslu, etkinlikteki sohbetlerde hem sektör hem siyaset kesitinde önemli bir figür olarak yer aldı.
GÜVENLİK, DİJİTAL DİRENÇ VE NATO’NUN YENİ ROTASI
Mark Rutte, konuşmasında NATO’nun konvansiyonel savunma araçlarının yanı sıra siber güvenlik ve dijital direnç konularına da yoğunlaştı. “Askerî hazırlık kadar siber altyapıların dayanıklılığı da artık ulusal güvenliğin temelidir,” diyen Rutte, Ukrayna’dan Ortadoğu’ya kadar süregelen krizlerin, NATO’nun yeni nesil strateji üretmesini zorunlu kıldığını ifade etti.
SİYASETTEN GİRİŞİMCİLİĞE GÜNAY USLU’NUN ÇOK YÖNLÜ YOLCULUĞU
Rutte hükümetinde kısa bir süre önce kültürden sorumlu Devlet Sekreteri (staatssecretaris) olarak görev yapan Günay Uslu, yalnızca siyasi kimliğiyle değil, aynı zamanda Corendon CEO’su olarak iş dünyasında da adından söz ettiriyor.
Kültür politikalarıyla Hollanda’daki sanat ve kültür kurumlarını destekleyen ve çeşitliliği önceleyen bir yaklaşımla görev yapan Uslu, şimdi turizm ve havacılık sektöründe attığı adımlarla Corendon’u yeniden yapılandırıyor. Şirketin sürdürülebilirlik ve dijitalleşme yatırımları, onun yönetiminde dikkat çekici bir ivme kazandı.
Günay Uslu, sadece kültür politikalarıyla değil, şimdi de Corendon CEO’su olarak fark yaratıyor. Sürdürülebilirlik odaklı yatırımları, genç liderlere açtığı alanlar ve çeşitlilik politikalarıyla Uslu, turizm sektörüne yeni bir dinamizm kazandırdı. Corendon’a ait olan The College Hotel’in böylesi bir toplantıya ev sahipliği yapması, şirketin yalnızca bir otel işletmecisi değil, aynı zamanda diplomatik ve kültürel buluşmaların da sahnesi olabileceğini gösterdi.
Not: Bu haber, NATO Genel Sekreteri Mark Rutte’nin The College Hotel Amsterdam’daki toplantısını kapsamaktadır ve İsrail-İran arasında son günlerde yaşanan gelişmelerden önce gerçekleşmiştir. Dolayısıyla Sayın Rutte’nin bu konuya dair güncel bir değerlendirmesi toplantıda yer almamıştır.
********************
MARK RUTTE WAS TE GAST BIJ GÜNAY USLU IN THE COLLEGE HOTEL AMSTERDAM
Het evenement vond plaats in The College Hotel, een boutiquehotel in Amsterdam dat eigendom is van de Corendon Groep – onder leiding van de invloedrijke zakenvrouw en voormalig staatssecretaris Günay Uslu.
Uslu, die kort geleden nog staatssecretaris voor Cultuur was in het kabinet-Rutte, maakt inmiddels ook indruk in het bedrijfsleven als CEO van Corendon.
Verslag van İlhan KARAÇAY:
AMSTERDAM – Op het zonnige terras van The College Hotel, een van de meest karakteristieke boutiquehotels van Amsterdam, vond afgelopen vrijdag een bijzondere bijeenkomst plaats. NAVO-secretaris-generaal en voormalig premier Mark Rutte sprak er – op uitnodiging van communicatiebureau Castro Communicatie – over actuele geopolitieke ontwikkelingen, de koers van de NAVO en mondiale veiligheid.
De bijeenkomst was inhoudelijk sterk, maar droeg ook een symbolische lading.
DE LOCATIE WAS GEEN TOEVAL
The College Hotel is eigendom van de Corendon Groep, onder leiding van Günay Uslu – een toonaangevende vrouwelijke leider in de toeristische sector.
Uslu speelde tijdens deze bijeenkomst niet alleen een faciliterende rol, maar ook een strategische. Haar connectie met Rutte uit de tijd dat zij samen in de regering zaten, gaf de bijeenkomst een extra betekenislaag. Dat Rutte juist in haar hotel zijn verhaal kwam doen, was veelzeggend en benadrukte hun blijvende wederzijdse waardering.
OUDE VRIENDEN, NIEUWE ROLLEN
De wegen van Rutte en Uslu kruisten elkaar in de politiek; vandaag de dag vertegenwoordigen ze Nederland op geheel verschillende, maar elkaar aanvullende manieren. Op het terras werd gesproken over herinneringen uit het verleden én over de verantwoordelijkheden van instellingen, politiek en bedrijfsleven in het licht van de huidige wereldorde.
De bijeenkomst kenmerkte zich door een open sfeer en inhoudelijke diepgang – een waardevol moment van verbinding voor zowel beleidsmakers als jonge professionals.
“Deze bijeenkomst was bijzonder door zowel de locatie als de deelnemers. De aanwezigheid van de heer Rutte laat zien hoe verweven veiligheidsvraagstukken zijn met de private sector,” aldus Günay Uslu, die zichtbaar op haar gemak was in haar dubbele rol als gastvrouw en gesprekspartner.
VEILIGHEID, DIGITALE WEERBAARHEID EN DE NIEUWE NAVO-KOERS
Rutte benadrukte in zijn speech niet alleen het belang van klassieke defensiemiddelen, maar ook van digitale weerbaarheid.
“De veerkracht van digitale infrastructuur is tegenwoordig net zo belangrijk voor nationale veiligheid als militaire paraatheid,” aldus Rutte.
Met verwijzing naar de oorlog in Oekraïne en spanningen in het Midden-Oosten gaf hij aan dat de NAVO zich moet blijven aanpassen aan een veranderend dreigingslandschap.
VAN POLITIEK NAAR ONDERNEMERSCHAP: DE VEELZIJDIGE REIS VAN GÜNAY USLU
Günay Uslu was kort geleden staatssecretaris voor Cultuur in het kabinet-Rutte, maar schrijft nu als CEO van Corendon een nieuw hoofdstuk.
Met haar beleid ondersteunde ze culturele instellingen in Nederland, met een focus op diversiteit en toegankelijkheid. Tegenwoordig brengt ze diezelfde visie naar de toerisme- en luchtvaartsector, waarin Corendon onder haar leiding een sterke groei en herpositionering doormaakt.
Haar nadruk op duurzaamheid, jong leiderschap en maatschappelijke verantwoordelijkheid geeft de sector een frisse impuls. Dat een bijeenkomst van dit kaliber in een Corendon-hotel plaatsvond, toont dat het bedrijf meer is dan een reisorganisatie: het is ook een ontmoetingsplek voor dialoog en leiderschap.
Opmerking: Dit artikel betreft een bijeenkomst met NAVO-secretaris-generaal Mark Rutte in The College Hotel Amsterdam, die plaatsvond vóór de recente escalatie tussen Israël en Iran. Rutte kon zich tijdens dit evenement dus niet uitlaten over die ontwikkelingen.
Başvurum üzerine beni arayan bir bayan beni tatmin edemeyince, arayan ikinci bir bay, tongaya düşmemem üzerine anama küfredip telefonu kapattı.
Küfürden haberi olmayan üçüncü şahısın telefonu askıda kaldı…
Yaşadıklarımdan sonra, arama yaptığım Google’da Selçuk Bayraktar’ın uyarı mesajını gördüm.
İlhan KARAÇAY yaşadı ve yazdı:
Sosyal medya üzerinden önüme düşen “Baykar’a yatırım yaparak kazanç sağlayın” temalı bir reklam ilgimi çekti. Güvenilir bir Türk markasının ismini görünce, sadece bilgi edinmek amacıyla telefon numaramı bıraktım. Ne yazık ki kısa sürede anladım ki bu, sadece masum bir bilgi talebiyle sınırlı kalmayacaktı.
İlk olarak, Hollanda hattı taşıyan bir numaradan bir kadın aradı. Kendisine, konuyla ilgili yazılı bilgi göndermesini rica ettim. Ancak telefonda ısrarla sözlü açıklama yapma çabası, dikkatimi çekti. Taleplerime rağmen yazılı bilgi gönderilmedi ve ısrar sürdü. Görüşmeyi sonlandırdım.
İki saat sonra, bu defa farklı bir Hollanda numarasından bir erkek aradı. “Biz yatırım firması değiliz, aracıyız, yüzde 20 komisyon alıyoruz” diyerek açıklamalar yaptı. Ancak ne söylediklerinden bir anlam çıkarabildim ne de yazılı bir bilgi elde edebildim. Telefonda bilgi verme ısrarı karşısında yine aynı isteğimi tekrarladım: “Lütfen yazılı bilgi gönderin.”
Bu noktadan sonra görüşmenin seviyesi bir anda düştü. Ben ilgi duymadığımı belirttiğimde, söz konusu şahıs kaba bir üslupla, “O zaman neden başvurdunuz?” diyerek çıkıştı. Nezaketle yanıt vermeme rağmen, beklenmedik bir anda ağır bir küfürle —evet, anneme hakaret ederek— telefonu kapattı. Şok içerisindeydim.
Bu olaydan sadece beş dakika sonra, bir başka Hollanda numarası aradı. “Az önce arkadaşlarımız ile görüşemediniz, şimdi müsait misiniz?” diyen kişi, önceki görüşmeden haberdar olduğunu belirtti. Ben de yaşadığım ağır küfür olayını anlatınca, “Bu olamaz” dedi ama benim ‘Evet, açık bir şekilde anama küfretti’ dememden sonra o da konuşmayı aniden sonlandırdı. Her üç numara da geri arandığında, “böyle bir numara bulunmamaktadır” yanıtıyla karşılaştım.
GOOGLE’DA ARAMA, GERÇEKLE YÜZLEŞME
Yaşadığım bu rahatsızlık verici deneyim sonrası Google’da “Baykar yatırım dolandırıcılığı” diye arama yaptım ve karşıma çıkan haberle her şey netleşti: Baykar Yönetim Kurulu Başkanı Selçuk Bayraktar, bu tür sahte ilan ve videolara karşı bir yıl önce resmi bir uyarı yapmıştı.
Selçuk Bayraktar, o açıklamasında şu ifadelere yer veriyordu:
“Bir süredir internet siteleri ve sosyal medya platformlarında, Baykar’a yatırım yapılarak gelir elde edilebileceğine dair sahte ilanlar, haber benzeri içerikler ve videoların dolaşıma sokulduğunu görüyoruz. Bu açıklama, video ve röportaj benzeri içerikler kesinlikle gerçek dışıdır ve dolandırıcılık amacıyla illegal bir şekilde yayılmaktadır. Baykar, halka açık bir şirket değildir ve yatırım teklifi ya da önerisinde bulunmamaktadır. Tüm vatandaşlarımızdan bu tür içeriklere karşı dikkatli olmalarını ve itibar etmemelerini önemle rica ederim.”
(Kaynak: Anadolu Ajansı)
İtiraf etmeliyim ki bu dolandırıcılık ağından bugüne kadar haberim olmadı. Ne yazık ki, isim ve prestijini kullanarak vatandaşları kandırmaya çalışan kişiler yapay zekâ teknolojileri, sahte numaralar ve psikolojik baskı yöntemleriyle faaliyetlerine devam ediyorlar.
Ben sadece bilgi edinmek istedim. Karşılaştığım şey ise, sistematik ve organize bir dolandırıcılık şebekesinin ta kendisiydi. Beni yıldıran sadece dolandırıcılık teşebbüsü değil, şahsıma ve anneme edilen ağır küfür oldu.
Bu tür girişimlerle sadece ben değil, binlerce vatandaş karşı karşıya. Lütfen siz de dikkatli olun.
Bilinmeyen reklamlara numaranızı bırakmayın.
Yazılı bilgi istemekten çekinmeyin.
Aracı olduklarını söyleyen firmalara güvenmeyin.
Size küfür eden, tacizde bulunan kişilere karşı hukuki haklarınızı arayın.
Bu olayların tümünü ilgili mercilere bildirdim. Umarım yetkililer bu sahtekar yapının üzerine gider.
“Türk ligini dünya benim sayemde öğrendi “diyen Mourinho’ya cevap:
Futbol, Sahada Kazanılır; Mikrofon Başında Değil
(Yazının Hollandacası en altta.
Nederlandse versie is onderaan)
İlhan KARAÇAY’dan Mourinho’ya mektup…
Jose Mourinho’nun Eyüpspor maçının ardından yaptığı açıklamalar, Türkiye futbol kamuoyunda kısa süreli bir şaşkınlık yarattı ama ne yazık ki gereken tepkiyi doğurmadı. Ünlü teknik adam, “Benim sayemde Türk ligi dünyada tanındı” gibi son derece hadsiz ve mesnetsiz bir cümle kurarak yalnızca kendi egosunu beslemekle kalmadı, Türk futbolunun geçmişine ve emeğine gölge düşürmeye kalkıştı.
Oysa Türk futbolu, tarihine altın harflerle yazılmış başarıları, Avrupa’daki şaşırtıcı performansları ve tutkuyla dolu taraftar kültürüyle çoktan uluslararası saygınlığını kazanmıştı. Bu mektup, Mourinho’nun açıklamalarına bir yanıt niteliğinde kaleme alındı. Ama mesele yalnızca Mourinho değil: Bu çıkış karşısında suskun kalan spor camiası, medya mensupları ve meslektaşlarımız da aynı oranda eleştiriyi hak ediyor.
Şimdi söz, mektubun kendisinde…
Jose Mourinho’ya Açık Mektup:
Eyüpspor maçından sonra yaptığınız açıklama, sadece kibirli değil, aynı zamanda hadsiz ve gerçeklerden tamamen kopuktu. “Benim sayemde Türk ligi dünyada tanındı” gibi bir cümleyi sarf etmek, en hafif tabirle saçmalıktır. Siz bir teknik direktörsünüz, bir sihirbaz ya da futbol peygamberi değil. Türk futbolunun siz gelmeden önce dünya tarafından tanınmadığını iddia etmek, ya büyük bir cehaletin ya da narsisizmin ürünüdür.
Size hatırlatmak isterim:
– Türk futbolu, siz daha Bobby Robson’un çantasını taşırken UEFA Kupası’nı kazanmış bir ülkedir.
– Galatasaray 2000’de Avrupa’yı dize getirdi.
– Fenerbahçe 2008’de Şampiyonlar Ligi çeyrek finaline adını yazdırdı.
– Beşiktaş, Avrupa’da Liverpool’dan Ajax’a kadar nice devleri yenerek Türk futbolunun saygınlığını artırdı.
Yani bu lig, sizin Instagram etkileşimlerinize veya YouTube’daki basın toplantılarınıza muhtaç değil.
Sizin geçmişiniz mi?
Evet, şampiyonluklarınız var, kimse inkâr etmiyor. Ancak arkanızda bıraktığınız enkazlar da az değil:
– Real Madrid’de takım içi kavgalardan dolayı soyunma odasını zehirlediniz.
– Chelsea’de ikinci gelişinizde ligin dibine demir attınız.
– Tottenham’da tek bir kupa kazanamadan gönderildiniz.
– Roma’da finalde kaybettiğinizde, başarısızlığın faturasını hakeme kesip, kulübü utanç verici bir pozisyona düşürdünüz.
– Bugün hâlâ UEFA’dan aldığınız ceza yüzünden Fenerbahçe’nin başında Avrupa maçına çıkamıyorsunuz. Bu nasıl bir “başarı mirası”?
Ve şimdi gelip, onmilyonlarca taraftarı olan, onlarca yıl Avrupa’da başarılar elde etmiş, köklü bir futbol ülkesine kendi gölgenizi pazarlıyorsunuz. Kusura bakmayın ama burası sizin reklam kampanyanızın sahnesi değil.
Burada emek var, tarih var, mücadele var. Ve en önemlisi, sizin magazin şovlarınıza pabuç bırakmayacak bir futbol aklı var.
Mourinho Efendi, bu lig sizinle tanınmadı. Bu lig, sizin üzerinizden utanacak bir geçmişe de
sahip değil. Siz gidince bu lig çökmeyecek, ama siz Türk futboluna saygı göstermediğiniz sürece, biz sizi ciddiye almayacağız.
Dünya sizi izliyor olabilir, ama burada milyonlarca insan her hafta tribünleri dolduruyor.
3’üncü Lig’deki bir Anadolu maçına 5 bin kişinin gittiği ülkemizdeki futbol tutkusu, sizin PR cümlelerinize bağlı değildir. Kendi gölgenizi büyütmek uğruna, buradaki emeği küçümsemeniz; sadece sizi küçük düşürür.
Kibirle değil, saygıyla konuşursanız daha çok şey kazanırsınız. Ama siz bu kibirden besleniyorsunuz. Ne yazık ki artık kimse bu oyunu yemiyor.
İlhan Karaçay
Sessiz Kalanlar ve Gözünü Kaçıranlar
Ne ilginçtir ki, yukarıdaki mektupta ifade edilen saçmalıklara, spor dünyamızdan tek bir ciddi tepki gelmemesi oldukça düşündürücü. Ne futbol otoriteleri ne de medya mensupları Mourinho’nun bu hadsizliğine karşı bir duruş sergileyebildi. Oysa işin içinde sadece bir teknik direktörün kibri değil, tüm bir futbol tarihimize yönelik bir küçümseme vardı.
Bu durum, biz gazeteciler için de bir ayna niteliğinde.
6 Dünya Kupası, 6 Avrupa Şampiyonası ve sayısız Dünya ve Avrupa finalini izlemiş bir gazeteci olarak, mesleğimizin içine düştüğü bu sessizlik hali beni derinden yaralıyor. Haber peşinde koşması gereken, gerçeğin yanında durması gereken meslektaşlarımız, ya ilgisiz kaldı ya da tepki vermekten çekindi. Bu, gazeteciliğin en temel görevini inkâr etmek demektir.
Daha da vahimi, Mourinho ile röportaj yapan muhabirin, bu çarpık açıklamalara tek bir sorgulayıcı soru bile yöneltmemesi.
Peki neden?
Belki de onun da korktuğu patronları vardı. Belki de “büyük hoca”nın gölgesinde ezilmek istemedi. Ama unutmamalıyız ki, gazetecilik; cesur sorularla, doğru yerde durmakla ve gerektiğinde en güçlü isimlere karşı bile gerçeği savunmakla anlam kazanır.
Bugün sessiz kalan herkes, yarın bu tür hadsiz çıkışların zeminini hazırlamış olur. Ve biz susarsak, bu oyunu gerçekten seven milyonlara ihanet etmiş oluruz. Çünkü futbol, sadece sahada değil; mikrofon başında da onurla savunulması gereken bir emektir.
*****************
MOURİNHO DİE RESPECT VERWACHT, MOET EERST LEREN RESPECT TE TONEN.
Antwoord op Mourinho die zegt “De wereld kent de Turkse competitie dankzij mij”: Voetbal wordt op het veld gewonnen, niet achter de microfoon
Een brief van İlhan KARAÇAY aan Mourinho…
De uitspraken van José Mourinho na de wedstrijd tegen Eyüpspor veroorzaakten korte verbazing in de Turkse voetbalwereld, maar helaas bleef de noodzakelijke reactie uit. De beroemde coach zei iets als: “Dankzij mij is de Turkse competitie bekend geworden in de wereld.” Met deze ongepaste en ongefundeerde uitspraak voedde hij niet alleen zijn eigen ego, maar probeerde hij ook de geschiedenis en inspanningen van het Turkse voetbal te ondermijnen.
Toch heeft het Turkse voetbal zijn internationale erkenning allang verdiend, met successen die met gouden letters in de geschiedenisboeken zijn geschreven, indrukwekkende prestaties in Europa en een fanatieke supporterscultuur. Deze brief is geschreven als een antwoord op Mourinho’s uitspraken. Maar het probleem is niet alleen Mourinho: ook de sportwereld, journalisten en collega’s die zwijgen tegenover deze arrogantie, verdienen kritiek.
Hier is de brief zelf:
Open brief aan José Mourinho:
De verklaring die u na de Eyüpspor-wedstrijd gaf, was niet alleen arrogant, maar ook ongegrond en los van de realiteit. De uitspraak “Dankzij mij is de Turkse competitie wereldwijd bekend geworden” is op zijn zachtst gezegd onzin. U bent een coach, geen tovenaar of voetbalprofeet. Te beweren dat de wereld het Turkse voetbal pas na uw komst kent, is een teken van ofwel enorme onwetendheid, ofwel pure narcisme.
Laat mij u eraan herinneren:
– Turkije won de UEFA Cup toen u nog de tas van Bobby Robson droeg.
– Galatasaray versloeg heel Europa in 2000.
– Fenerbahçe bereikte in 2008 de kwartfinale van de Champions League.
– Beşiktaş versloeg reuzen als Liverpool en Ajax en verhoogde zo het aanzien van het Turkse voetbal.
Deze competitie heeft uw Instagram-views of persconferenties op YouTube niet nodig.
Uw verleden? Ja, u heeft titels gewonnen, dat ontkent niemand. Maar de schade die u achterliet is ook niet gering:
– U vergiftigde de kleedkamer bij Real Madrid met interne conflicten.
– Bij uw tweede termijn bij Chelsea zakte het team naar de onderste regionen.
– Bij Tottenham werd u ontslagen zonder ook maar één prijs te winnen.
– Bij Roma gaf u de schuld van het verlies in de finale aan de scheidsrechter, waarmee u de club te schande maakte.
– En nu mag u door een UEFA-schorsing niet eens aan de zijlijn staan bij Europese wedstrijden van Fenerbahçe. Wat voor “erfenis van succes” is dat?
En nu probeert u uw schaduw te verkopen aan een voetbalnatie met miljoenen fans en decennia aan Europese successen. Sorry, maar dit land is niet het decor van uw PR-show.
Hier is arbeid, geschiedenis, strijd. En bovenal, een voetbalintelligentie die zich niet laat intimideren door uw mediashow.
Meneer Mourinho, deze competitie werd niet dankzij u bekend. En deze competitie heeft geen verleden om zich voor u te schamen. Als u vertrekt, stort deze competitie niet in. Maar zolang u geen respect toont voor het Turkse voetbal, nemen wij u niet serieus.
Misschien kijkt de wereld naar u, maar hier vullen miljoenen mensen elke week de tribunes.
In een land waar zelfs 5.000 mensen naar een derde divisiewedstrijd gaan, hangt de passie voor voetbal niet af van uw PR-zinnetjes. Door de inspanningen hier te kleineren om uw eigen imago te vergroten, maakt u alleen uzelf belachelijk.
Met respect praten levert meer op dan met arrogantie. Maar helaas voedt u zich met arrogantie. En niemand trapt daar nog in.
İlhan Karaçay
Zij die zwijgen en wegkijken
Wat opmerkelijk is: niemand uit onze sportwereld heeft serieus gereageerd op de onzin die hierboven is beschreven. Geen voetbalautoriteiten, geen journalisten, niemand durfde op te staan tegen de brutaliteit van Mourinho. En dat terwijl het hier niet slechts gaat om de arrogantie van een coach, maar om een minachting van onze hele voetbalgeschiedenis.
Dit is ook een spiegel voor ons, de journalisten.
Als journalist die zes Wereldbekers, zes Europese kampioenschappen en talloze finales heeft bijgewoond, doet de stilte in ons vak pijn. Collega’s die het nieuws zouden moeten najagen, zich aan de waarheid zouden moeten vasthouden, bleven onverschillig of durfden niet te reageren. Dat is het verloochenen van de basis van journalistiek.
Erger nog: de journalist die Mourinho interviewde, stelde niet één kritische vraag bij deze absurde uitspraken.
Waarom? Misschien was hij ook bang voor zijn bazen. Misschien wilde hij niet verpletterd worden door de schaduw van de “grote coach”. Maar we mogen nooit vergeten: journalistiek krijgt betekenis door moedige vragen, het kiezen van de juiste kant, en het verdedigen van de waarheid – zelfs tegen de machtigen.
Iedereen die nu zwijgt, maakt morgen ruimte voor nieuwe arrogantie. En als wij zwijgen, verraden wij de miljoenen mensen die echt van dit spel houden. Want voetbal moet niet alleen op het veld, maar ook achter de microfoon met eer verdedigd worden.
Neden “Hollanda’ya gelmiş geçmiş en başarılı ve sempatik Türk kadını” Günay Uslu’dur?
Çünkü kariyerindeki her adımı tesadüf değil, bilinçli tercihlerle inşa etti. Kültür tarihçiliğinden akademisyenliğe, girişimcilikten siyasetçiliğe kadar pek çok alanda kalıcı katkılar sundu.
Günay Uslu, her şeyden önce bir kültür köprüsüdür. Doğu ile Batı arasında, akademiyle halk arasında, tarih ile gelecek arasında…
Hollanda Kültür ve Medya Bakanlığı görevini sadece siyasi bir pozisyon olarak değil, içerik ve vizyon üreten bir platform olarak değerlendirdi.
(Röportajın Hollandacası en altta. Nederlandse versie is onderaan)
İlhan KARAÇAY soruyor, Günay USLU yanıtlıyor:
Bir insanın hayat hikâyesi, sadece başarı listeleriyle ölçülmez. O kişinin yürüdüğü yollar, aşındırdığı eşikler, karşılaştığı engeller ve bu engeller karşısında yüzünden eksik etmediği gülümseme çok daha derin bir anlatıdır. Günay Uslu, işte böyle bir anlatının başkahramanıdır.
Hollanda’nın soğuk sabahlarında, göçmen bir ailenin çocuğu olarak başlayan bu hikâye, sıcak bir Anadolu evinin disipliniyle, Batı Avrupa üniversitelerinin entelektüel derinliğiyle ve kıtalar ötesi kültürel etkileşimle örülmüştür.
Günay Uslu, her şeyden önce bir kültür köprüsüdür.
Doğu ile Batı arasında, akademiyle halk arasında, tarih ile gelecek arasında…
Bir yanında Osmanlı arşivlerinden çıkan tozlu belgeler, öte yanında Amsterdam müzelerinde sergilenen çağdaş sanat eserleri.
Bir sabahını radyo mikrofonlarında Mozart’ın “Türk Müziği Sevgisi”ni anlatmakla geçirirken, akşamını Corendon’un otel yatırımlarıyla ilgili toplantılarda tamamlar.
Günay Uslu sadece görev alan değil, görev tanımını yeniden yazan bir lider. Akademi, siyaset, kültür, medya ve iş dünyası… Bu alanların her birinde ayrı ayrı değil, bir bütün olarak var olmayı başarmış bir kadın. Gülümsediğinde yalnızca yüzü değil, tarihi de aydınlatıyor.
NEDEN EN BAŞARILI?
Çünkü kariyerindeki her adımı tesadüf değil, bilinçli tercihlerle inşa etti. Kültür tarihçiliğinden akademisyenliğe, girişimcilikten siyasetçiliğe kadar pek çok alanda kalıcı katkılar sundu. Hollanda Kültür ve Medya Bakanlığı görevini sadece siyasi bir pozisyon olarak değil, içerik ve vizyon üreten bir platform olarak değerlendirdi.
NEDEN EN SEMPATİK?
Günay Uslu, zamanın Başbakanı Rütte ile görüşürken de kahkahasını atıyordu…
Çünkü tüm bu başarılarına rağmen ulaşılmaz bir figür olmadı. Gülümsediğinde samimiyet, konuştuğunda paylaşma arzusu hissedilir. Sert siyaset ortamlarında bile nezaketini koruyan, entelektüel üstünlüğünü kibire dönüştürmeyen, kararlılıkla zarafeti dengeleyen nadir isimlerden biri.
Ata Uslu’nun kızı, Atilay Uslu’nun kardeşi ama her şeyden önce: Günay Uslu’dur.
O, yalnızca Türk toplumunun değil, Hollanda’nın da kıymetli bir yüzüdür.
VE İŞTE BU YÜZDEN, BU RÖPORTAJ…
Karaçay: Sayın Uslu, sizinle bu röportajı yapmayı uzun zamandır istiyordum. Bugüne kısmetmiş. Hollanda’ya gelmiş geçmiş en başarılı ve sempatik Türk kadını olarak sizi bu ünvanla anmak istiyorum. Bunun temelinde sadece siyasi başarınız değil, kültürden sanata, akademiden girişimciliğe uzanan bir hayat hikâyeniz yatıyor.
Önce en baştan başlayalım… İlk işiniz neydi?
Uslu: Çok teşekkür ederim. Benim ilk “gerçek” işim girişimcilikti. 1990’ların sonunda, dijital çağ daha yeni yeni şekillenmeye başlarken, Travel Contact adında kendi seyahat acentemizi kurdum. Bugünkü gençlere anlatınca garip geliyor ama biz o zamanlar televizyonun Teletekst ekranlarından tatil paketi sunuyorduk. Elimde ne bir ekip vardı, ne doğru dürüst deneyim. Sadece bir bilgisayar, bir telefon, bir faks ve sınırsız bir inanç…
Karaçay: Müthiş… Hem okuyor hem iş kuruyorsunuz. Bu süreçte size kimler destek oldu?
Uslu: En büyük destekçilerimden biri, ağabeyim Atilay Uslu oldu. O da girişimci ruhuyla tanınır. Ayrıca Yıldıray Karaer gibi bir yol arkadaşımız var. O’nun katkısı olmasa bu yolculuk olmazdı.
Karaçay: O dönemdeki mücadele size ne öğretti?
Uslu: En büyük dersim şuydu: “Bekleme, harekete geç.” Bazen tek bir adım, önünüzde bambaşka yollar açar. Esnek olmayı, hata yapmaktan korkmamayı ve farklı düşünen insanlarla birlikte çalışmanın zenginliğini öğrendim. Ağabeyim Atilay’la farklı karakterlere sahibiz ama tam da bu nedenle birbirimizi tamamladık.
Karaçay: Sonra akademik bir yolculuğunuz başlıyor. Hem Amsterdam Üniversitesi’nde öğrenci hem de daha sonra akademisyen olarak çok ciddi çalışmalar yürüttünüz. En dikkat çekici nokta Osmanlı tarihiyle olan ilişkiniz. Bu nasıl doğdu?
Uslu: Tarihe ilgim küçüklüğümden beri vardı. Amsterdam Üniversitesi’nde tarih ve hukuk okudum. Ardından kültür bilimi ve Avrupa Kültür Tarihi alanında yüksek lisans yaptım. Doktora konum ise doğrudan Osmanlı İmparatorluğu’yla ilgiliydi. “Osmanlı’da Kültür Politikaları” başlıklı tezimi İngilizce yazdım. Osmanlıca öğrenmek için kendi başıma çalıştım. Çünkü bu topraklara olan bağlılığımı bilimsel olarak da anlatmak istedim.
Karaçay: Ve siyasete adım attınız… Ama öyle klasik bir siyasetçi profili çizmiyorsunuz. Sizi kültür ve medya için göreve gelen biri olarak tanıdık.
Uslu: Siyasetçi olmak gibi bir planım yoktu. D66 Partisi beni kültür ve medya alanındaki çalışmalarım nedeniyle önerdi. Gerçekten de başka hiçbir portföyü kabul etmezdim. Bu alanda bir şeyler yapabileceğime inandım. Çünkü kültür, bir ülkenin aynasıdır. Sadece opera, bale, müze değil; fanfare de, kilise korosu da, karnaval da kültürdür.
Karaçay: Rembrandt’ın ‘De Vaandeldrager’ adlı tablosunun satın alınışı Hollanda
kamuoyunda ciddi tepkilere neden olmuştu. Siz ise bu tabloyu adeta savundunuz. Neden?
Uslu: Çünkü bu tablo sadece bir sanat eseri değil, bir hafıza taşıyıcısıdır. 150 milyon Euro elbette büyük bir meblağ. Ama bu para zaten kültüre değil, genel bütçeye aktarılacaktı. Bu eseri 12 ile taşıyarak halkla buluşturmak, müzeyi ayağa getirmek bence müthiş bir vizyondu. Müze herkesindir. Sadece elitlere değil, tüm halka açılmalı.
Karaçay: Gündeme gelen cinsel taciz vakalarında da net tavrınız dikkat çekti. Derksen’in sözlerine karşı açık bir duruş sergilediniz.
Uslu: Kültürel yapı, toplumun aynasıdır. Mizah adı altında şiddeti, tacizi meşrulaştıramayız. Bu tip konularda duyarlılık göstermek bir lütuf değil, sorumluluktur. Herkese alan tanınmalı ama kimsenin özgürlüğü başkasının onurunu zedelememeli.
Karaçay: Siyasetteki görevinizi bıraktınız ama bir lider olarak algılanıyorsunuz. Bundan sonraki adımda politikaya dönüş var mı?
Uslu: Hayır. Ben kendimi siyasetçi olarak tanımlamıyorum. En azından yakın vadede değil. Kendimi klasik bir siyasetçi olarak hiç tanımlamadım. Politikada görev aldım çünkü katkı sağlayacağım bir alan vardı: Kültür.
Ama şimdi başka katkılar üretme zamanı. Corendon’daki görevim, kültürel projelerim, kitap hazırlığım, gençlerle olan çalışmalarım… Tüm bunlar, benim için siyasetten daha anlamlı.
Girişimciyim, akademisyenim, kültür tarihçisiyim. Siyasete, katkı sunabileceğim sürece varım. Liderlik gibi bir arzum yok. Hatta gelecekte medya ve kültür politikaları üzerine kitap yazmak istiyorum. 1930’ların lider figürleri üzerine bir çalışmam var mesela…
Karaçay: Başarılarınız yalnızca siyasi ya da akademik değil. Aynı zamanda müthiş bir radyo programı yapmaya başladınız. Mozart’tan Osmanlı’ya uzanan bir yolculuk… Nedir bu projenin ruhu?
Uslu: 19 Nisan’daki yayınımızda, Avrupa klasik müziğinde Osmanlı izlerini anlatım. Mehterin Mozart’ı nasıl etkilediğini, Beethoven’ın Türk Marşı’nı nasıl yorumladığını, Kevser Hanım gibi unutulmuş kadın bestecileri gündeme getirdim. Troya’dan Curaçao’ya uzanan bu kültürel izleri anlatmak, kim olduğumuzu daha iyi anlamamıza yardımcı oluyor.
Karaçay: Akademide de oldukça etkin bir isimsiniz. Sayısız müze, kurul ve vakıfta aktif görevleriniz var. Bunlardan bazılarını bizimle paylaşır mısınız?
Uslu: Elbette. Amsterdam Üniversitesi’nde akademik görev yaptım, Rembrandt Derneği’nin danışma kurulundayım. Eye Film Müzesi Konseyi başkanıyım. Mauritshuis Müzesi, Leiden Üniversitesi Hoşgörü Kürsüsü ve Allard Pierson Müzesi’nde çeşitli danışmanlık görevlerim oldu. Ayrıca NIOD Vakfı’nda yönetim kurulu üyeliği yaptım. Kültürel çeşitliliğin yalnızca temsil edilmesini değil, şekillenmesini de istiyorum.
Karaçay: Peki ya Corendon? Herkesin tanıdığı bir marka… Orada CEO’luk görevinize nasıl geri döndünüz?
Uslu: Corendon benim ailemin bir parçası gibi. Ağabeyim Atilay’ın vizyonu sayesinde kurulan bu yapının içinde uzun yıllar otel geliştirme direktörlüğü yaptım. Şimdi ise CEO olarak yeniden ailemin yanında görev yapıyorum. Kültürle iş dünyası arasındaki çizgi bazen düşündüğünüzden daha yakın.
“GÜNAY USLU: KÜLTÜRÜN TA KENDİSİ”
Karaçay: Sayın Uslu, şimdiye kadar başarılarla dolu yolculuğunuzu konuştuk. Şimdi biraz daha derine inelim istiyorum. 19 Nisan’da Radyo 4’te yayınlanan özel programınız, Mozart’tan Mehter’e, Fazıl Say’dan Osmanlı müziğine uzanan benzersiz bir yolculuktu. Bu yayının fikri nasıl doğdu?
Uslu: Uzun zamandır üzerinde çalıştığım bir temaydı aslında: Avrupa’nın Türk kültürüne olan ilgisi. Osmanlı Mehter müziğinin ritmik yapısı, özellikle 18. ve 19. yüzyıl bestecileri üzerinde ciddi etkiler yaratmış. Mozart’ın “Türk Marşı”, Beethoven’ın mehter ritmini kullanışı, Liszt’in Doğu etkisi… Bunlar sadece müzikal ilginçlikler değil; kültürel etkileşimin, merakın ve hatta hayranlığın izleri. Bu yayını hazırlarken yalnızca bir tarih anlatmak değil, gayem; bir köprüyü yeniden kurmak oldu.
Karaçay: Peki Türkiye ile bu bağınızın temelinde ne var? Doğrudan bir Osmanlı uzmanlığı, Osmanlıca bilgisi… Avrupa kültüründen Osmanlı’ya dönen, sonra tekrar Batı’ya açılan bir bilim insanı gibisiniz.
Uslu: Galiba doğru bir tespit. Kültürel kimliğim iki yönlü. Bir yandan Hollanda’da doğmuş, büyümüş birisi, diğer yandan Emirdağlı Ata Uslu’nun kızıyım. Bu iki dünyayı birleştirme çabam, hayatımın her alanına yayıldı. Osmanlı tarihi özelinde derinleşmek istememin nedeni de buydu. Kendi köklerimi daha yakından tanımak, anlamak ve anlatmaktı. Osmanlıca öğrenmek kolay olmadı, ama asıl zorluk o metinlerin ruhunu çözmekti. Doktora tezimi yazarken senelerce arşiv taradım. 19. yüzyıldaki kültür politikalarının, bugün hâlâ etkisini hissettirdiğini görmek beni etkiledi.
Karaçay: Doktora tezinize biraz daha odaklanalım. “Homer, Troya ve Türkler” temalı çalışmanız hem Avrupa’da hem Türkiye’de dikkat çekti. Bu tezin içeriğini bize biraz anlatır mısınız?
Uslu: Elbette. Tezimin tam başlığı: “Homer, Troya ve Türkler: Geç Osmanlı İmparatorluğu’nda Miras ve Kimlik (1870–1915)”. Heinrich Schliemann’ın Troya kazılarıyla başlayan kültürel etkileşim sürecini, Osmanlı entelijansiyasının buna tepkisini ve bu bağlamda gelişen bir ‘kültürel miras bilinci’ni ele aldım. Yani Batı Troya’yı sahiplenirken, Osmanlı entelektüelleri nasıl bir kimlik refleksi geliştirdi? Bu sorunun cevabı, bugünkü kültür politikalarını da anlamamıza katkı sağlar.
Karaçay: Kültür politikalarından söz etmişken, Amsterdam Üniversitesi’nde sadece ders vermekle kalmadınız; birçok müze, vakıf ve kültürel yapı ile yakın işbirliği içindesiniz. Kültürü teoriden pratiğe taşıyan bir figürsünüz.
Uslu: Evet, benim için akademi yalnızca teorik bilgi değil, topluma dokunan bir alan. Amsterdam Eye Film Müzesi Konseyi Başkanlığı, Mauritshuis ve Allard Pierson Müzeleri’ndeki danışma görevlerim, NIOD’daki yönetim kurulu üyeliğim… Bunlar yalnızca ünvan değil; sahada olmanın, uygulamanın ta kendisi. Avrupa kültür mirasının korunması, kültürün dijitalleşmesi, göçmen temsili gibi konulara katkı vermek istiyorum.
Karaçay: Şu an Corendon CEO’susunuz. Siyasetten özel sektöre geçmek sizin için nasıl bir geçiş oldu?
Uslu: Çok doğal. Corendon benim ilk göz ağrım. Kuruluşunda bulunduğum bir yapıya geri dönmek, aslında köklerime dönmek gibi. Akademik bilgi, siyaset deneyimi, kültürel birikim çok daha kapsamlı bir liderlik yapabilme şansını yaratıyor. Sadece kâr değil, anlam üretmek önemli olan. Corendon sadece bir seyahat markası değil; aynı zamanda bir kültür taşıyıcısı.
Yeni projelerimizde buna odaklanıyoruz.
Karaçay: Gelecek planlarınızda kitap yazmak var. Bahsettiğiniz liderlik kitabı mı olacak?
Uslu: Evet, uzun süredir taslağını oluşturduğum iki kitap var. Biri 1930’lar Avrupa’sındaki otoriter lider figürleriyle ilgili; diğeri ise günümüz kültür ve medya politikalarına dair bir analiz. Sadece akademik değil; okuyucuyla bağ kuran, eleştirel ama erişilebilir bir metin hazırlamak istiyorum.
KÜLTÜRDEN GEÇEN BİR HAYAT
Karaçay: Sayın Uslu, şimdi sizinle birlikte biraz daha içsel bir yolculuğa çıkalım istiyorum. Hikâyenizi sadece başarılarınızla değil, köklerinizle de tamamlamak gerek. Emirdağlı Ata Ağa’nın kızı olmak nasıl bir çocukluk demektir?
Uslu: (Gülümseyerek) Babamın kızı olmak, sırtınızda görünmeyen ama sağlam bir zırh taşımak gibiydi. Babam güçlü, çalışkan, sözü dinlenen biriydi. Emirdağlılar onu “ağa” diye anardı ama o, her zaman emeğe saygı duyan, adaletli ve bir o kadar da eğlenceli bir insan. Benim içimdeki dayanıklık ve mücadele ruhu galiba babamdan geliyor. Dik durmayı, ama bir yandan da kalpten gelen şefkati onunla öğrendim. Ama annem Fadime de, en az onun kadar güçlü bir karekterdir.
Karaçay: Sizi yakından tanıyanlar “kimliğini asla inkâr etmeyen ama onunla da şov yapmayan bir gurbetçi kızı” olarak tanımlar. Sizce bu nasıl bir denge?
Uslu: Bence çok yerinde bir tanım. Çünkü kültürel kimlik bir bayrak gibi sallanacak bir şey değil; sessiz bir kök gibi sizi ayakta tutan bir şey. Hollanda’da doğdum, burada eğitim aldım, ama ailemde konuşulan her Emirdağ Türkçesi cümle, bananerden geldiğimi hep hatırlattı. Bu Türk kimliğimi ne bir vitrinde tuttum, ne de ondan uzaklaştım. O benim içimde, hareketlerimde, kararlarımda var.
Karaçay: Türkiye ile bağınız sadece ailevi değil, akademik ve kültürel de oldu. Özellikle Osmanlı çalışmaları ve Türk müziği üzerinden bir kültür diplomasisi inşa ettiğinizi söyleyebilir miyiz?
Uslu: Evet, tam da öyle. Kültür diplomasisi benim için lüks bir alan değil, bir zorunluluk. Dünyanın bu kadar kutuplaştığı bir dönemde, insanlar birbirini tanımadan önyargı geliştiriyor. Ama müzik, sanat, tarih; bunlar bir dili paylaşmadan da insanları birleştirebilir. Radyo programında Mozart ve Mehter’i yan yana anlatmak bunun en güzel örneğidir. Batı’nın Türk kültürüne hayranlığı bir sır değil. Yeter ki biz bunu anlatmaktan çekinmeyelim.
Karaçay: Hollanda’daki Türk gençleri için özellikle bir rol model olduğunuzu düşünüyorum.
Size ulaşan, sizin gibi olmak isteyen gençler oluyor mu?
Uslu: Çok sayıda. Hem üniversitede, hem siyasette, hem de özel sektörde karşıma çıkıyorlar. Onlarla konuşmak benim için büyük bir sorumluluk. Gençlere hep aynı şeyi söylüyorum: “Sadece kendin ol.”
Kimliğini bir eksiklik gibi görme. İki kültürlü olmak, çift yönlü düşünme kapasitesi kazandırır. Evet, bazen daha fazla çalışmak, daha çok sabretmek zorunda kalıyoruz. Ama bu da bizi daha güçlü yapıyor. Ve unutmayın: Sadece başarı yetmez, zarafet de şart. Güçlü olmakla nazik olmak aynı anda mümkündür.
Karaçay: Bu söyledikleriniz Hollanda’daki çok kültürlülük tartışmalarına da doğrudan dokunuyor. Kültür Bakanı olarak bu alanda nasıl bir vizyon taşıdınız?
Uslu: Çok kültürlülük, sadece “birlikte yaşamak” değil, “birlikte üretmek” demektir. Müzelerde, galerilerde, arşivlerde sadece Batı Avrupa’nın hikâyesi yer almamalı. Curaçao’dan gelen bir sanatçının sesi de, Erzurumlu bir göçmenin hatırası da aynı çerçevede yer bulmalı. O yüzden benim için kültür politikası sadece bütçe ayırmak değil, temsili adil biçimde yeniden inşa etmektir.
Karaçay: Şimdi biraz daha kişisel bir soruya geçmek isterim. Hep gülümsüyorsunuz. Zor zamanlarda bile… Bu özel bir bilinç mi?
Uslu: Gülümsemek benim direncim. Hayat kolay olmadı. Bir göçmen çocuğu olarak dışlanmak, ötekileştirilmek, yalnız hissetmek… Bunları yaşadım. Ama her zaman bir ışık vardı. Kimi zaman bir kitapta, kimi zaman bir müzede, kimi zaman bir insan bakışında… Neşeyi sadece keyifli anlara ait bir şey olarak görmüyorum. Neşe, en karanlık anda tutunabileceğiniz bir iptir. Bu yüzden gençlere her zaman “gülün” diyorum. Çünkü içten gelen bir kahkaha, dünyayı bir anlığına daha iyi bir yer yapar.
Karaçay: Az önce sözünü ettiğiniz, yeni mezun olacak gençlere bir mesajınız var mı?
Uslu: Her zaman söylüyorum: “Merak edin, yaratıcı kalın, soru sorun, hata yapmaktan korkmayın ve gülmeyi asla ihmal etmeyin. Hayatın karşınıza ne çıkaracağı belli olmaz. Ama siz cesaretle yola çıkarsanız, o yol sizi en güzel yerlere götürebilir.”
Karaçay: Hayal ettiğiniz bir Türkiye var mı? Veya başka bir ifadeyle, kültürel vizyonunuzu Türkiye’ye taşıma hayaliniz var mı?
Uslu: Elbette var. Türkiye, kültürel çeşitliliği ve tarihsel derinliği açısından dünyanın en zengin ülkelerinden biri. Ama ne yazık ki, bazen bu zenginliği sahiplenmekte zorlanıyoruz. Ben hayal ediyorum ki bir gün, Anadolu’daki her kasabada, yerel bir müze, bir hikâye evi olsun. Osmanlıca bilen genç araştırmacılar, Latin harfli belgeler kadar Arap harfli defterleri de okuyabilsin. Türk müziği evrensel platformlarda daha çok yankı bulsun. İşte o zaman, kültür sadece geçmiş değil, gelecek olur.
Karaçay: Kapanışta size son bir soru sorayım. Günay Uslu’nun bir tanımı yapılacaksa sizce ne yazmalı?
Uslu: Böyle sorular hep zordur ama “Köprü” diyebiliriz.
Kültürler arasında, geçmiş ile gelecek arasında, doğu ile batı arasında… Her zaman bir şeyleri birbirine bağlamaya çalıştım.
Günay Uslu sadece “başarılı bir Türk kadını” değil; o, aynı zamanda kültürü sahiplenen, tarihine saygılı, farklılıkları kucaklayan, gülümsemeyi unutmayan, aklıyla, kalbiyle ve emeğiyle örnek bir dünya vatandaşıdır.
“USLU” BİR YÜREKTEN GELEN SES
Günay Uslu, yalnızca akademik zekâsı ya da yönetici yetenekleriyle değil; sahici, sade, derinlikli varoluşuyla öne çıkan bir figür. Emirdağlı bir babanın kızından Avrupa’da kültürel diplomasi yürüten bir lidere dönüşen bu hikâye, bana şunu hatırlatıyor:
Gerçek güç, kim olduğunu unutmadan, dünyayı değiştirmeye cesaret edebilmekte saklıdır.
Röportajım burada sona eriyor. Ancak bu bir final değil, yeni bir başlangıç. Günay Uslu’nun yapacakları, yazacakları ve anlatacakları daha uzun yıllar boyunca bize ilham vermeye devam edecek.
*************************
HET INTERVIEW VAN HET JAAR: DE MEEST SUCCESVOLLE EN SYMPATHIEKE TURKSE VROUW DIE OOIT NAAR NEDERLAND KWAM GÜNAY USLU
Waarom is Günay Uslu “De meest succesvolle en sympathieke Turkse vrouw die ooit naar Nederland kwam”?
Want elke stap in haar carrière was geen toeval, maar een bewuste keuze.
Van cultuurhistorica tot academicus, van ondernemer tot politicus heeft zij blijvende bijdragen geleverd op vele terreinen.
Gunay Uslu is bovenal een culturele brug. Tussen Oost en West, tussen academie en publiek, tussen verleden en toekomst…
Haar rol als Nederlands minister van Cultuur en Media zag zij niet enkel als een politieke functie, maar als een platform voor inhoud en visie.
İlhan KARAÇAY stelt de vragen, Günay USLU GEEFT antwoorden:
Het levensverhaal van een mens meet je niet alleen aan een lijst met prestaties. De wegen die iemand heeft bewandeld, de drempels die zijn gesleten, de obstakels die op haar pad kwamen en de glimlach die ze daarbij nooit verloor vertellen een veel dieper verhaal. Günay Uslu is de hoofdpersoon van precies zo’n verhaal.
Dit verhaal, begonnen op koude Nederlandse ochtenden als kind van een migrantenfamilie, is verweven met de discipline van een warm Anatolisch huis, de intellectuele diepgang van West-Europese universiteiten, en de culturele wisselwerking over continenten heen.
Günay Uslu is bovenal een culturele brug.
Tussen Oost en West, tussen academie en samenleving, tussen geschiedenis en toekomst…
Aan de ene kant de stoffige documenten uit Ottomaanse archieven, aan de andere kant moderne kunstwerken tentoongesteld in musea van Amsterdam.
’s Ochtends spreekt ze op de radio over Mozarts liefde voor de Turkse muziek, ’s avonds woont ze vergaderingen bij over hotelinvesteringen van Corendon.
Günay Uslu is niet zomaar iemand die een functie vervult, maar herschrijft de definitie van leiderschap. Ze is een vrouw die zich niet afzonderlijk, maar als geheel beweegt binnen de academische wereld, de politiek, de cultuursector, de media en het bedrijfsleven. Wanneer zij glimlacht, verlicht ze niet alleen haar gezicht, maar ook de geschiedenis.
WAAROM DE MEEST SUCCESVOLLE?
Omdat elke stap in haar carrière geen toeval was, maar een bewuste keuze. Van cultuurhistoricus tot academicus, van ondernemer tot politicus in al deze domeinen heeft ze blijvende bijdragen geleverd. Haar rol als staatssecretaris van Cultuur en Media in Nederland beschouwde zij niet slechts als een politieke positie, maar als een platform om inhoud en visie te creëren.
WAAROM DE MEEST SYMPATHIEKE? Zelfs tijdens gesprekken met premier Rutte schaterde Günay Uslu het uit van het lachen…
Omdat ze ondanks al haar successen nooit een onbereikbaar figuur is geworden. Haar glimlach straalt oprechtheid uit, haar woorden dragen een verlangen tot delen. Zelfs in het harde politieke klimaat bleef zij beleefd, zette haar intellect niet om in arrogantie, en wist vastberadenheid met elegantie te balanceren.
Ze is de dochter van Ata Uslu, de zus van Atilay Uslu, maar bovenal: Günay Uslu. Zij is niet alleen een trots voor de Turkse gemeenschap, maar ook een dierbaar gezicht voor Nederland.
EN DÁÁROM DIT INTERVIEW…
KARAÇAY: Mevrouw Uslu, ik wilde al lange tijd een interview met u doen. Vandaag is het dan eindelijk gelukt. Ik wil u eren met de titel van de meest succesvolle en sympathieke Turkse vrouw die ooit naar Nederland is gekomen. Niet alleen vanwege uw politieke succes, maar vanwege uw levensverhaal dat cultuur, kunst, academie en ondernemerschap omvat.
Laten we bij het begin beginnen… Wat was uw eerste baan?
USLU: Heel hartelijk dank. Mijn eerste “echte” baan was ondernemerschap. Eind jaren 90, toen het digitale tijdperk net begon, richtten we ons eigen reisbureau op: Travel Contact. Als ik dat nu aan jongeren vertel, vinden ze het gek, maar toen verkochten we vakantiepakketten via de Teletekst-pagina’s op tv. Ik had geen team, nauwelijks ervaring. Alleen een computer, een telefoon, een fax en een eindeloos geloof…
KARAÇAY: Fantastisch… U studeerde én begon een bedrijf. Wie steunde u in die tijd?
USLU: Een van mijn grootste steunpilaren was mijn broer, Atilay Uslu. Hij staat ook bekend om zijn ondernemende geest. Daarnaast hadden we een reisgenoot als Yıldıray Karaer. Zonder zijn bijdrage was deze reis niet mogelijk geweest.
KARAÇAY: Wat heeft u geleerd van de strijd in die periode?
USLU: Mijn grootste les was: “Wacht niet, kom in actie.”
Soms opent één stap compleet nieuwe wegen. Ik heb geleerd om flexibel te zijn, niet bang te zijn om fouten te maken, en de waarde van samenwerken met mensen die anders denken. Mijn broer Atilay en ik hebben verschillende karakters, maar juist daardoor vullen we elkaar aan.
KARAÇAY: Daarna begon uw academische reis. U was student én later onderzoeker aan de Universiteit van Amsterdam. Wat opvalt, is uw relatie met de Ottomaanse geschiedenis. Hoe is dat ontstaan?
USLU: Mijn interesse in geschiedenis begon al op jonge leeftijd. Ik studeerde geschiedenis en rechten aan de Universiteit van Amsterdam. Vervolgens behaalde ik een master in cultuurwetenschap en Europese Cultuurgeschiedenis. Mijn promotieonderzoek ging direct over het Ottomaanse Rijk. Mijn Engelstalige proefschrift had als titel “Cultureel Beleid in het Ottomaanse Rijk”. Ik heb zelf Ottomaans geleerd. Ik wilde mijn verbondenheid met deze gronden ook wetenschappelijk onderbouwen.
KARAÇAY: En toen kwam u in de politiek… Maar u bent geen typische politicus. Wij leerden u kennen als iemand die zich inzet voor cultuur en media.
USLU: Ik had geen plan om politicus te worden. De partij D66 droeg mij voor vanwege mijn werk op het gebied van cultuur en media. En eerlijk gezegd zou ik ook geen ander portefeuille hebben geaccepteerd. Ik geloofde dat ik iets kon bijdragen. Want cultuur is de spiegel van een land. Niet alleen opera, ballet en musea ook de fanfare, het kerkkoor en het carnaval zijn cultuur.
Karaçay: De aankoop van het schilderij ‘De Vaandeldraager’ van rembrandt zorgde voor veel ophef in de Nederlandse openbare opinie. U verdedigde dit werk echter met overtuiging. Waarom?
USLU: Omdat dit schilderij niet slechts een kunstwerk is, maar een drager van collectief geheugen. 150 miljoen euro is natuurlijk een enorm bedrag. Maar dat geld zou sowieso naar de algemene begroting zijn gegaan, niet naar cultuur. Het idee om dit werk naar twaalf verschillende locaties te brengen en zo met het volk te delen, vond ik een geweldige visie. Een museum is van iedereen. Het moet niet alleen voor de elite zijn, maar openstaan voor het hele volk.
Karaçay: U viel ook op door uw duidelıjke standpunten bij zaken rondom seksuele intimidatie. U reageerde openlijk op Derksen’s uitspraken.
USLU: Cultuur weerspiegelt de samenleving. We kunnen geweld of intimidatie niet goedpraten onder het mom van humor. Gevoeligheid tonen voor dit soort zaken is geen gunst, het is een verantwoordelijkheid. Iedereen moet ruimte krijgen, maar iemands vrijheid mag nooit de waardigheid van een ander schaden.
Karaçay: U hebt de politiek verlaten, maar wordt nog steeds als leider gezien. komt er een terugkeer naar de politiek?
USLU: Nee. Ik zie mezelf niet als politicus. Althans, niet op korte termijn. Ik heb mezelf nooit als een klassieke politicus gezien. Ik heb een politieke rol op mij genomen omdat ik iets kon bijdragen op het gebied van cultuur.
Maar nu is het tijd om op andere manieren bij te dragen: mijn werk bij Corendon, mijn culturele projecten, mijn boekvoorbereidingen, mijn werk met jongeren… Dat alles is voor mij betekenisvoller dan politiek.
Ik ben ondernemer, academicus, cultuurhistoricus. Ik zal me in de politiek begeven zolang ik iets kan bijdragen. Maar ik streef geen leidersrol na. Sterker nog, ik wil in de toekomst een boek schrijven over mediabeleid en cultuurbeleid. Ik werk bijvoorbeeld aan een studie over leidersfiguren uit de jaren 30.
Karaçay: Uw succes beperkt zich niet tot de politiek of academıe. U heeft ook een schitterend radioprogramma gestart: Een reis van Mozart tot de Ottomaanse muziek. Wat is de ziel van dit project?
Uslu: In onze uitzending van 19 april sprak ik over Ottomaanse invloeden in de Europese klassieke muziek. Hoe de Mehtermuziek Mozart beïnvloedde, hoe Beethoven de Turkse mars interpreteerde, en hoe vergeten vrouwelijke componisten zoals Kevser Hanım onder de aandacht kunnen worden gebracht. Het vertellen van deze culturele sporen, van Troje tot Curaçao, helpt ons beter te begrijpen wie we zijn.
Karaçay: U bent ook zeer actief binnen de academische wereld. U speelt een rol in vele musea, raden en stichtingen. Kunt u er een paar noemen?
Uslu: Zeker. Ik werkte als academicus aan de Universiteit van Amsterdam, ben lid van de adviesraad van de Rembrandt Vereniging, en voorzitter van de Raad van Toezicht van het Eye Filmmuseum. Ook had ik adviesfuncties bij het Mauritshuis, de Leerstoel Verdraagzaamheid van de Universiteit Leiden, en het Allard Pierson Museum. Daarnaast zat ik in het bestuur van het NIOD. Ik wil niet alleen dat culturele diversiteit vertegenwoordigd wordt, maar ook daadwerkelijk vorm krijgt.
Karaçay: En dan is er Corendon? Bekend merk in Nederland. Hoe keerde u terug als CEO?
Uslu: Corendon voelt als familie. Dankzij de visie van mijn broer Atilay heb ik jarenlang gewerkt als directeur hotelontwikkeling binnen het bedrijf. Nu werk ik opnieuw met mijn familie samen als CEO. De grens tussen cultuur en bedrijfsleven is soms kleiner dan men denkt.
“GÜNAY USLU: DE BELICHAMING VAN CULTUUR”
Karaçay: Mevrouw Uslu, we hebben tot nu toe uw succesvolle reis besproken. Ik wil nu iets dieper gaan. Uw programma op radio 4 van 19 april was een bıjzondere reis van Mozart naar de Ottomaanse muziek. Hoe is dit idee ontstaan?
Uslu: Het is een thema waar ik al lang mee bezig ben: de Europese belangstelling voor de Turkse cultuur. De ritmische structuur van de Ottomaanse Mehtermuziek had een grote invloed op componisten in de 18e en 19e eeuw. Mozart’s “Turkse Mars”, Beethoven’s gebruik van Mehter-ritmes, Liszt’s Oriëntaalse inspiratie… Het zijn geen toevallige muzikale details, maar sporen van culturele interactie, nieuwsgierigheid en zelfs bewondering. Met deze uitzending wilde ik niet alleen geschiedenis vertellen, maar ook een brug opnieuw bouwen.
Karaçay: Waar komt uw verbondenheid met Turkıje vandaan? U bent Ottomaanspecialist, kent Ottomaans, en lijkt als een wetenschapper die tussen Europa en het Ottomaanse rijk beweegt.
Uslu: Dat is een juiste observatie. Mijn culturele identiteit is tweezijdig. Enerzijds ben ik geboren en getogen in Nederland, anderzijds ben ik de dochter van Ata Uslu uit Emirdağ. Mijn poging om deze twee werelden te verbinden, heeft al mijn werk beïnvloed. Mijn wens om me te verdiepen in de Ottomaanse geschiedenis kwam daaruit voort. Ik wilde mijn wortels beter leren kennen, begrijpen en delen. Ottomaans leren was moeilijk, maar het echte werk was het begrijpen van de ziel van die teksten. Tijdens mijn proefschrift heb ik jarenlang archieven onderzocht. Het was indrukwekkend om te zien hoe het cultuurbeleid uit de 19e eeuw vandaag de dag nog steeds invloed heeft.
Karaçay: Laten we wat dieper ingaan op uw proefschrift. Uw werk over “Homerus, troje en de Turken” viel op in zowel Europa als Turkije. Kunt u er wat meer over vertellen?
Uslu: Natuurlijk. De volledige titel van mijn proefschrift is: “Homerus, Troje en de Turken: Erfgoed en Identiteit in het Laat-Ottomaanse Rijk (1870–1915)”. Ik onderzocht het proces van culturele interactie dat begon met de opgravingen van Heinrich Schliemann in Troje, de reacties van de Ottomaanse intelligentsia daarop, en hoe dit leidde tot een groeiend ‘erfgoedbewustzijn’. Terwijl het Westen Troje opeiste, ontwikkelden Ottomaanse intellectuelen een identiteitsreflex. De antwoorden op deze vraag helpen ons ook om hedendaags cultuurbeleid beter te begrijpen.
Karaçay: Over cultuurbeleid gesproken, U hebt niet alleen geles gegeven aan de universiteit van Amsterdam, maar werkt nauw samen met veel musea en culturele organisatıes. U brengt cultuur vanuit de theorie naar de praktıjk.
Uslu: Klopt. Voor mij is academie niet alleen theoretische kennis, maar iets dat de samenleving moet raken. Mijn voorzitterschap van de Raad van Toezicht van het Eye Filmmuseum, mijn adviesrollen bij het Mauritshuis en het Allard Pierson Museum, mijn bestuursfunctie bij het NIOD… Dat zijn geen titels, maar manieren om echt actief te zijn. Ik wil bijdragen aan het behoud van Europees erfgoed, de digitalisering van cultuur, en de vertegenwoordiging van migranten.
Karaçay: U bent nu CEO van Corendon. Hoe was de overstap van de politiek naar de private sector voor u?
Uslu: Heel natuurlijk. Corendon is mijn eerste liefde. Terugkeren naar een organisatie waar ik vanaf het begin bij was, voelt als thuiskomen. Dankzij mijn academische kennis, politieke ervaring en culturele achtergrond kan ik nu een veelomvattendere vorm van leiderschap uitoefenen. Niet alleen winst telt, maar ook betekenis creëren. Corendon is niet zomaar een reismerk; het is ook een drager van cultuur.
Dat is ons uitgangspunt in nieuwe projecten.
Karaçay: U vermeldde dat u boeken wilt schrıjven. Wordt dit een leiderschapsgericht boek?
Uslu: Ja, ik werk al een tijdje aan twee boekconcepten. Eén gaat over autoritaire leidersfiguren in Europa tijdens de jaren 30; de andere is een analyse van het huidige cultuur- en mediabeleid. Ik wil niet alleen een academisch werk schrijven, maar een tekst die contact maakt met de lezer: kritisch, maar toegankelijk.
EEN LEVEN GELEID DOOR CULTUUR
Karacay: Mevrouw Uslu, ik wil nu met u een wat innerlijkere reis maken. Uw verhaal moet niet alleen met successen worden verteld, maar ook met uw wortels. Wat betekent het om de dochter te zijn van Ata Ağa uit Emirdağ?
Uslu: (Glimlachend) De dochter van mijn vader zijn, voelde als het dragen van een onzichtbaar maar krachtig schild. Mijn vader was een sterke, hardwerkende man wiens woord telde. De mensen uit Emirdağ noemden hem “ağa”, maar hij was bovenal iemand die arbeid respecteerde, rechtvaardig was, en met veel gevoel voor humor. Mijn veerkracht en strijdlust komen denk ik van hem. Rechtop staan, maar met oprechte zachtheid in het hart dat leerde ik van hem. En mijn moeder Fadime is minstens zo’n sterke persoonlijkheid.
Karaçay: Mensen die u goed kennen noemen u “een migrantenmeisje dat haar identiteit nooit verloochent, maar er ook geen show van maakt”. Wat vindt u van deze balans?
Uslu: Ik vind dat een zeer treffende omschrijving. Culturele identiteit is geen vlag om mee te zwaaien, maar een stille wortel die je staande houdt. Ik ben geboren en opgegroeid in Nederland, heb hier mijn opleiding gevolgd, maar elke zin in het Emirdağ-Turks die thuis werd gesproken, herinnerde me eraan waar ik vandaan kom. Ik heb mijn Turkse identiteit nooit tentoongesteld, maar ook nooit losgelaten. Ze zit in mij in mijn daden, mijn keuzes, mijn houding.
Karaçay: Uw band met Turkije is niet alleen familiair, maar ook academisch en cultureel. Zou u zeggen dat u via uw werk aan Ottomaanse geschiedenis en Turkse muziek aan cultuurdiplomatie doet?
Uslu: Ja, precies dat. Cultuurdiplomatie is voor mij geen luxe, maar een noodzaak. In een tijd waarin de wereld zo gepolariseerd is, vormen mensen vooroordelen zonder elkaar te kennen. Maar muziek, kunst en geschiedenis kunnen mensen verbinden zonder dat ze elkaars taal spreken. De radio-uitzending waarin ik Mozart en Mehter samenbracht is daar een goed voorbeeld van. De bewondering van het Westen voor Turkse cultuur is geen geheim – als wij het maar durven te vertellen.
Karaçay: Ik denk dat u een bijzonder rolmodel bent voor Turkse jongeren in Nederland. Krijgt u veel reacties van jongeren die op u willen lijken?
Uslu: Heel veel. Zowel in de universiteit, als in de politiek en in de private sector ontmoet ik hen. Met hen praten is een grote verantwoordelijkheid. Ik zeg altijd hetzelfde: “Wees gewoon jezelf.” Zie je identiteit niet als een tekortkoming. Tweetaligheid geeft je een dubbel perspectief. Ja, soms moeten we harder werken en meer geduld hebben. Maar dat maakt ons ook sterker. En vergeet niet: alleen succes is niet genoeg – ook elegantie is nodig. Je kunt krachtig én vriendelijk tegelijk zijn.
Karaçay: Wat u zegt raakt direct aan het debat over multiculturaliteit in Nederland. Wat was uw visie als cultuurstaatssecretaris op dit gebied?
Uslu: Multiculturaliteit betekent niet alleen “samen leven”, maar ook “samen creëren”. In musea, galeries en archieven mag niet alleen het verhaal van West-Europa verteld worden. Ook de stem van een kunstenaar uit Curaçao of de herinnering van een migrant uit Erzurum moet in dat kader passen. Daarom betekent cultuurbeleid voor mij niet alleen budgetteren, maar representatie opnieuw en eerlijk vormgeven.
Karaçay: Dan een iets persoonlijkere vraag. U glimlacht altijd – zelfs in moeilijke tijden. Is dat een bewuste houding?
Uslu: Glimlachen is mijn vorm van weerstand. Het leven was niet altijd makkelijk. Als kind van migranten heb ik uitsluiting, anders-zijn en eenzaamheid ervaren. Maar er was altijd ergens een licht. Soms in een boek, soms in een museum, soms in een blik van een ander mens. Vreugde is voor mij niet alleen iets van vrolijke momenten – het is een touw om je aan vast te houden in het donkerste uur. Daarom zeg ik altijd tegen jongeren: “Blijf lachen.” Een oprechte lach maakt de wereld, al is het maar even, een betere plek.
Karaçay: Heeft u een boodschap voor jonge mensen die binnenkort afstuderen?
Uslu: Ik zeg altijd: “Blijf nieuwsgierig, blijf creatief, stel vragen, wees niet bang om fouten te maken, en vergeet nooit om te lachen.” Je weet nooit wat het leven voor je in petto heeft. Maar als je met moed op weg gaat, kan die weg je naar prachtige bestemmingen leiden.
Karaçay: Is er een Turkije waar u van droomt? Of anders gezegd, wilt u uw culturele visie ook naar Turkije brengen?
Uslu: Natuurlijk. Turkije is een van de rijkste landen ter wereld op het gebied van culturele diversiteit en historische diepgang. Helaas hebben we soms moeite om die rijkdom te omarmen. Mijn droom is dat er ooit in elke Anatolische stad een lokaal museum of verhalenhuis komt. Dat jonge onderzoekers Ottomaans kunnen lezen, net zo goed als ze moderne documenten lezen. Dat Turkse muziek meer weerklank vindt op internationale podia. Dan wordt cultuur niet alleen een echo van het verleden, maar ook een belofte voor de toekomst.
Karaçay: Tot slot: Als u Günay Uslu in één woord zou moeten samenvatten, wat zou dat zijn?
Uslu: Zulke vragen zijn altijd moeilijk… maar ik zou zeggen: “Brug.”
Een brug tussen culturen, tussen verleden en toekomst, tussen oost en west. Ik heb altijd geprobeerd om verbinding te maken.
Günay Uslu is niet alleen “een succesvolle Turkse vrouw”; ze ıis ook een voorbeeld van een wereldburger die cultuur omarmt, geschiedenıs respecteert, verscheidenheid koestert en haar glimlach nooit verliest met haar verstand, haar hart en haar inzet.
“USLU”: EEN STEM UIT EEN RUSTIG MAAR VASTBERADEN HART
Günay Uslu valt niet alleen op door haar academische intelligentie of bestuurlijke capaciteiten, maar door haar authentieke, bescheiden en diepzinnige bestaan. Van de dochter van een Emirdağse vader tot een leider in Europese cultuurdiplomatie dit verhaal herinnert mij eraan:
Ware kracht schuilt in de moed om de wereld te veranderen, zonder te vergeten wie je bent.
Mijn interview eindigt hier. Maar dit is geen afsluiting het is een nieuw begin. Wat Günay Uslu nog zal doen, schrijven en delen, zal ons nog jarenlang blijven inspireren.