‘Dün dündür, bugün de bugün’ politikasını en iyi kullanan siyasetçilerden biri olan Hollanda Başbakanı, Türkiye ve Türkler için söylediği çelişkili laflardan sonra, şimdi de ‘kölelik ve sömürgecilik özürü’ ile gündeme oturdu.
Türk kökenli yazar Yeşim Candan’ın RTL HABER’de yayınlanan yorumu, Rutte’nin şaklabanlığını yeniden gündeme getirdi.
Geçmişte yaşananlar ile ilgili olarak, şahsımın da mektup gönderdiği Rutte hakkında yeni bir dosya açıyorum. Olumlu olanı da var ama daha çok olumsuzluklarla dolu bu dosyayı saklayınız.
Önce Yeşim Candan’ın yazısı:
‘Defol git’ten, ‘tekrar görüşürüz’e…
Ne değişti Mark Rutte?

Yeşim Candan
Başbakanımızla yapılan bir röportajın başlığında, “Fas kökenli çocuklar, Baarnlı çocuklarla aynı imkânlara sahip değil” denilmiş. Bunu okuduğum zaman, içmekte olduğum kahve ile boğulacaktım. Bir zamanlar Türk-Hollandalı gençler için ‘Defol git’ diyen Mark Rutte ile şimdiki Rutte aynı mı acaba?
Bir RTL yayını sırasında, bu konudaki sorumdan, diplomatik bir dil ile kaçan Mark Rutte de aynı Rutte’miydi?
Türkiye’nin Aileden Sorumlu Bakanı’nın ülkemize sokulmak istenmediği sırada çok kızan ve ayaklanan Türk gençleri gibi, ülkenin diğer bölgelerindeki Türk gençleri de kargaşa içindeydi. Peki, Hollanda’da doğan bu gençler, neden Türk Bakan’ın yanında yer almışlardı? Veya daha doğrusu: Başbakan Erdoğan’ın yanında?
Demek ki, kölelik geçmişi için aniden özür dilenebilirmiş.
O sırada herkes bu konuyu benimle konuşmak istemişti. Bu soruyu Başbakanımıza bizzat iletmeye karar verdim. O TV özel yayınında Başbakana kelimenin tam anlamıyla sordum: “Neden kendini bu gençlerin Başbakanı olamaya zorlamıyorsun? O zaman bu gençler Türk diasporasını tercih etmezlerdi. Bu gençler, Türkiye Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı lider olarak görüyorlar.”
Rutte’nin cevabı, sadece “Bu iyi bir soru.” oldu. Daha sonra da, sorumla hiçbir ilgisi olmayan bir şeyler hakkında konuşmaya devam etti.
Rutte’nin, geçtiğimiz günlerdeki ‘Hollanda, kölelik ve sömürgecilik geçmişi’ için özür dilemesinden sonra çok şaşırdım. Daha önce bu konuda özür dilememekte direnen Rutte, şimdi binbir bahane ile özür dilemeyi tereddütsüz kabul etmişti.
Ve sonra yaptığı o röportajda, aynı okula giden bir Baarnlı çocuk ile Fas kökenli bir çocuğun, gelecekteki olasılıkları arasında gerçekten bir fark olduğunu kabul etti. Rutte bu konuşmasında, “Bu çocukların beyinleri de aynı derecede iyi gelişmiş ama uygulamada yine de bir fark var” dedi.
‘Defol git’ten,‘Sonra görüşürüz’e:
Bu tezatın ardında ne var?
Evet Sayın Başbakan, bu çok doğru bir saptamadır. Beşiğinizin nerede olduğu genellikle geleceğinizi belirler. Tabii ki her zaman böyle değil. Çünkü benim beşiğim bir gettodaydı ve çok çalışarak şu an bulunduğum yere geldim. Ama elbette bu, yoksun bir mahallede doğan her çocuk için geçerli bir norm değil.
VVD Partisi daha önce, okula kahvaltı yapmadan giden çocukların, devletin değil, velilerinin sorumluluğunda olduğunu söylemişti. Bu nedenle Başbakanımızın 180 derecelik dönüşü çok özeldir. Bu kadar uzun süre hüküm sürdükten sonra, bu köken farkını bu şekilde adlandırışını epeyce anlamlı buluyorum. Zengin ve fakir arasındaki uçurum, on iki yıllık Rutte hükümetlerinden sonra, bu kadar farklı olmamıştı. Bu durum, özellikle çocuklar ve gençler arasında daha barizdir.
Çocuk bakımı yardımı ödenekleri konusunda patlayan, vergi idaresindeki soyad ayrımcılığı skandalı da bu konudaki duyarsızlığı ortaya çıkarmıştı. Vergi İdaresi’ndeki ırkçı yetkililere ve onların yöneticilerine, kayıtsız kalmasaydı Rutte itibar kazanırdı.
Kısacası: Başbakanımızın bu ani U dönüşü neden acaba?
‘Defol git’ten,’Sonra görüşürüz’e: Bunun arkasında ne var?
Yoksa bu bükülme, menfaat meselesi için bir makyaj mı?
Her neyse: Artık en azından herkes için fırsat eşitliği yaratmak, ırkçılığı ve ayrımcılığı ortadan kaldırmak isteyen bir Başbakanımız var.
Kimin aklına gelirdi?
(Yazıların Hollandacaları en altta)
ROTTERDAM OLAYLARI
Hatırlayacaksınız, Türkiye’de yapılacak olan referandum propagandası için Hollanda’ya gelip toplantı yapmak isteyen Dışişleri Bakanımız Çavuşoğlu’na, bu toplantı için izin verilmemişti. Hollanda’ya gelmek üzere havalanan uçağa da iniş izni verilmemişti. Dışişleri Bakanı gelmedi ama, o sırada Almanya’da bulunan Aileden Sorumlu Bakan Fatma Betül Sayan Kaya, dolaylı yollarla Hollanda’ya girmiş ve Rotterdam’daki Başkonsolosluğumuzun önüne kadar gelmişti. Hollanda güvenlik güçleri de, takip ettikleri Bakanımızın otomobilini çember altına almış ve konsolosluğa girişine de mani olmuştu.
Haberin TV’lerde canlı yayınlanmasından sonra durumu öğrenen yurttaşlarımız, Başkonsolosluğun önünde toplanarak durumu protesto etmek istemişti. İşte ne olduysa ondan sonra oldu. Atlı ve köpekli polisler, yurttaşlarımızı dağıtmak için şiddete başvurmuştu.
Bu konu o kadar alevlenmişti ki, Başbakan Rutte’den sonra Rotterdam Belediye Başkanı Ahmet Ebutalep de, rencide edici beyanatlar vermişlerdi. Hatta Ebutaleb’in, Türk delegasyonunun direnmesi halinde polise ‘vur’ emri vereceği bile dile gelmişti.
Olaylar sırasında, bir yurttaşımız Hollandalı bir gazetecinin sorusuna kızdıktan sonra ‘Defol git’ demişti. Başbakan Rutte de daha sonra verdiği demeçlerde ‘Siz defolun gidin’ anlamında bir şeyler söylemişti.
Rutte’nin, alışılmışın dışında, gazetelere tam sayfa ilanlar vermesi ve konuya açıklık getirmek istemesi de yadırganmıştı. Bir gün sonra da Telegraaf gazetesi, ‘Bu ülkenin patronu biziz’ başlıklı bir manşet atmıştı.
Bunlar yetmezmiş gibi, Başbakan Rutte’nin Türkler için ‘Pleur op!’ (Defol git) demesi, ülkede büyük bir sevinç yaşatmıştı. Öyle ki, dünyaca ünlü bir Hollanda yatına ‘Pelur op!’ yazılmıştı. Medya da bunu, ‘Bütün salak Türkler biraraya’ olarak değerlendirmişti.
İşte o sıralarda ben Başbakan Rutte’ye bir mektup yazmaya karar verdim.
İşte o mektup ve daha sonra yaşananlardan bazı haberler:
Almere, 27 Mart 2017
Sayın Başbakanım,
Dikkat ettiyseniz size ‘Sayın Başbakan’ değil, ‘Sayın Başbakanım’ olarak hitap ettim. Zira, Türk kökenli bir Hollanda vatandaşı olarak sizi kendi Başbakanım olarak kabul ediyor ve saygı duyuyorum.
Daha önceleri de çeşitli sorunlar için Kraliçe Juliana ve Kraliçe Beatrix’e mektuplar yazmıştım.
Sayın Başbakanım, son günlerdeki acı ve üzücü olaylara değinmeden önce, Türk kökenlilerin Hollanda’ya uyum sağlamadıkları iddiasına karşı, Hollanda’da bu konuda nelerin yanlış yapıldığına değinmek istiyorum. Ama bunun için örnekler vermek mecburiyetindeyim.
Ben şahsen, Türkiye’de yabancı kökenli bir ‘Allochtoon’ olarak dünyaya gelmiştim. Çocukluk yıllarımda Arapça konuşmamız yasaktı. Konuşanlar karakola götürülüyordu. Müslümanlığın Alevi mezhebine sahip olduğumuz için, dini vecibelerimizi de gizli bir şekilde yerine getirebiliyorduk. Daha sonraları yaşanan rejim değişikliklerinden sonra Arapçayı da konuşabildik, Alevi olarak dini vecibelerimizi de yerine getirebildik.
Yasaklar devam etseydi, belki de kendimi hiçbir zaman Türk addetmeyecektim ve kendimi Suriyeli Arap kabul edecektim. Ama ben kendimi hep Türk olarak hissettim.
Aradan yıllar geçtikten sonra bu kez ben Hollanda’ya göç ettim. Sonra Hollanda tabiyetine geçtim. Gazetecilik yaparken Hollanda milli takımı ve Ajax ile dünyanın çeşitli yerlerine gittim.
Seviyordum o zaman Hollanda futbolunu. 1978 yılında Arjantin’deki finalde kaybedince hüngür hüngür ağlamıştım.
Daha sonra laleleri, yeldeğirmenlerini ve sarışınlarını sevmeye başladımHollanda’nın.
Bu sarışınlardan biri ile evlendim de…
Bu evlilikten iki çocuğum oldu. İki de torunum var. Çocuklarım burada doğmuş olmalarına rağmen, benim yabancı kökenli olmam nedeniyle ‘Allochtoon’ olarak kayıtlara geçtiler. Başlangıçta ayrımcılıktan şikayet etmedi çocuklarım. Ben nasıl ki çocuk iken bir allochtoon olarak Türkiye’yi sevdim ve kendimi bir Türk olarak kabul ettiysem, çocuklarım da Hollanda’yı sevecek ve kendilerini Hollandalı olarak kabul edeceklerdi. Ama maalesef öyle olmadı. İki dilli ve iki kültürlü bir zenginliğe rağmen, çocuklarım da her zaman ayrımcılığı hissettiler.
Çocuklarım, gazeteci olmam hasebiyle, yaşanan haksızlıklardan hep haberdar oldular ve bu duygular içinde yaşadılar.
Şahsen ben de ayrımcılığa kurban gittim.
İki ülke arasında büyük bir sürtüşme ve boykota varan olaylar yaşandığı için. bu konuyu da anlatmakta yarar görüyorum.
Hatırlarsanız, Alanya’da birkaç kendini bilmez Türk, 1995 yılında Hollandalı kızlara tecavüz etmiş ve kızlardan Marijke van Dijk’i öldürmüşlerdi. Bu caniler ömür boyu hapis cezasına çarptırılmışlardı. Daha sonra çıkan bir af yasasından yararlandıkları sanılan katiller yanlışlıkla serbest bırakılmışlardı. İşte o zaman Hollanda’da kıyamet kopmuştu. Hollanda ile Türkiye ilişkileri, bugünkü olaylar gibi zedelenmişti. Daha sonra hata düzeltildi ve katiller yeniden hapisaneye konulmuştu. O sırada Prens Willem Alexander ve Prenses Maxima Türkiye’ye gideceklerdi. Ama medyanın yaygarası nedeniyle bu gezi iptal edilmişti. İş o raddeye varmıştı ki, iki ülke biribirlerine karşı boykot tehditleri savurmuşlardı.
İşte o sırada ben ortalığı yumuşatmak için, yönetmekte olduğum DÜNYA gazetesinde Türkçe ve Hollandaca bir yorum yayınlamıştım. Bu yorumumda iki ülke yöneticilerini sakin olmaya davet etmiş, iki ülke halkına da tavsiyelerde bulunmuştum.
Satır aralarında Hollandalı ebeveynlere ve kızlara şu tavsiyede bulunmuştum:
” Türkiye bir İskandinav ülkesi değil, bir ortadoğu ülkesidir. Bu nedenle Türkiye’de giyiminize ve davranışlarınıza dikkat edin.” diye yazmıştım.
Ne var ki GPD Ajansı, benim bu tavsiyemden bir başka anlam çıkarmış ve 28 abonesine, benim, ‘Alanya’daki tecavüz ve cinayet kendi kabahatlarıydı’ diye yazdığımı iddia etmiş ve ‘Verkrachting Alanya was eigen schuld’ başlığı ile haber yapmıştı.
İşte o zaman kıyamet koptu ve tüm Hollanda medyası bana karşı acımasız yayın yapmaya başladı. Tabii ki olaya karışan kızlar ve aileleri de çok üzüldüler ve benim aleyhime tazminat davası açtılar.
Ben, haber-yorumumda böyle bir ifade kullanmadığımı belirtmeme ve ailelerden özür dilememe rağmen yargılandım. Ne gariptir ki, Utrechts Nieuwsblad gazetesi daha sonraki bir başyazısında, yanlış yaptıklarını ve benim böyle bir ifade kullanmadığımı yazdı ama bu da fayda etmedi.
Avukatlarımın ‘Fikir özgürlüğü’ savunması, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nden örnek duruşmalar göstermesi ve Utrechts Nieuwsblad’ın günah çıkarır gibi düzeltme yorumu bile yargıçları tatmin etmedi. Bu nedenle toplamda 18 bin euro cezaya çarptırıldım ve bu cezayı da ailelere ve devlete ödedim.
Yukarıda anlattığım olay, Hollanda adliyesinin bana karşı açıkça uyguladığı bir ayrımcılıktır. Çok uğraşmıştım. Amsterdam’daki duruşmaya bizzat katılmıştım. Hakimin önünde ailelere hitap ederek, böyle bir benzetme yapmadığımı söyledim ve açıkça özür diledim. Ama yargıçlar, medyanın etkisinde kalmıştı bir kere…
Şimdi gelelim bu günlere.
Bugünlerde de Türkiye ile Hollanda arasında büyük bir gerilim yaşanıyor.
Burada tekrarlamaya gerek görmedüğim malum olaylar, iki ülke arasında savaş niteliği kazanacak kadar ciddi bir şekilde gelişiyor. Öyle ya, Rotterdan Belediye Başkanı Aboutaleb’in, ‘Polis timine, yanlış bir harekette vur emri vermiştim’ şeklindeki açıklaması, Türk Dışişleri Bakanı tarafından ‘ Bu bir savaş nedeni olurdu’ tepkisine yol açtı.
Sayın Başbakanım, ben gerek ajansım ile gönderdiğim haber-yorumlarda ve gerekse sosyal medyadaki yazılarımda hep uzlaştırıcı olmaya çalıştım.
Bu olaylar için ne kadar çok kızmış Hollandalı varsa, lehte ve aleyhte o kadar çok kızmış Türk de var.
Ben burada, Türkiye’nin yanlışlarını sıralamayacağım. Türkiye’deki rejimin iyiliği veya kötülüğü bir tarafa. Mademki Hollanda demokrat, özgürlükçü ve insan haklarından yana bir ülkedir, o zaman 11 Mart cumartesi akşamı Rotterdam’da yaşanan olayların yorumunu nasıl yapmamız lazım?
Demokrasilerde, özgürlükçülükte ve insan hakları savunuculuğunda kısasa kısas olur mu?
Yani, ‘Türkiye şunu yaptı, biz de bunu yaparız’ demek olur mu?
O zaman nerede kaldı demokrasi, özgürlükçülük ve insan hakları savunuculuğu?
O akşam televizyonlardan canlı olarak izlediğimiz olaylar sırasında, Hollandalılar’ın gururla baktıkları polis kuşatması, Türkler’in içini karartıyordu.
Ekranlarda hem de Bakan olan bir hanımefediye yapılan muamaleyi izleyen milyonlarca Türk, adeta kan kusuyorlardı. Türk kökenli bir Hollanda vatandaşı olarak ben de öfkelenmiştim. Türkiye’nin Rotterdam Başkonsolosu Sadin Ayyıldız’a, Bakan’ın yanına girme izni bile verilmiyordu. Bakan’a ve yanındaki heyete bir bardak su bile verilemedi.
Daha sonra iki Türk diplomat tutuklanarak karakola götürüldü. Diplomatik pasaportlarını gösterdikleri halde tam iki saat hem de ayrı ayrı hücrelerde tutuldular.
Peki, bu olayların bu raddeye gelişinin nedeni Türkler miydi?
Ben şahsen, sizin Türkiye Başbakanı Yıldırım ile, Koenders’ın da Dışileri Bakanı Çavuşoğlu ile yaptığınız telefon konuşmalarının içeriğini biliyor gibiyim.
Fransa’nın aynı saatlerde Çavuşoğlu’nun uçağına iniş verdiği haberleri arasında, sizin hala yasakçı olma tavrınızın nedeni, iddia edildiği gibi, sırf Wilders’e karşı, daha sert yabancı ayrımcılığı yapmak mıydı?
Hoş, genel kanaat böyleydi ve bu nedenle de sizin seçimde Wilders’i alt ettiğiniz kanaati hakim ama, bundan sonra olayın telafisine nasıl gideceksiniz?
Sayın Başbakanım, sayıları 315 bini bulan Türk kökenli Hollanda vatandaşı olarak, biz bu ülkeyi, lalesi, yel değirmeni, sarışını, eşcinseli ile sevmek istiyoruz.
Bir zamanlar ben çok sevmiştim bu ülkeyi.
Sonra sevmez oldum.
Haliyle çocuklarım da uzaklaştı bu sevgiden.
Şimdi bir iddiaya karşı yanıt vereyim. Hollandalılar faşist ve ırkçı değillerdir.
Hollandalı’nın faşist ve ırkçı olmadığının delil ve örnekleri elimizde vardır.
Bir zamanlar Glimmerveen diye ırkçı bir politakcı türemişti. Ama Hollanda halkı bu ırkçıya prim vermedi ve seçimlerde tek sandalye bile kazanamadı. Daha sonra Janmaat diye bir başka ırkçı çıktı piyasaya.
Bu ırkçı da Hollanda halkından destek alamadı. Sadece bir sandalye kazandı ve kendisi meclise girdi. Ama meclisteki hiçbir parlamenter bu adamın elini bile sıkmadı. Zira o zamanlar politikacılar Hollanda halkının bu konudaki duygularını ve tutumunu çok iyi biliyorlardı.
Sonra sevimli bir ırkçı çıktı ortaya. Pim Fortuyn idi bu sevimli ırkçı.
New York’taki 11 Eylül sendromundan sonra patlayan islamafobiden de yararlanan Fortuyn büyük bir popülarite kazanmıştı. Ama ne var ki öldürüldü Fortuyn. Katili bulunmasaydı, suç Müslümanlar’a atılacaktı. Ama ne mutlu ki katili yakalandı ve Müslümanlar bu töhmetten kurtuldu. Katil bir Müslüman değil, sapsarı bir Hollandalıydı.
Daha sonra Bayan Verdonk Azınlıklardan Sorumlu bir Bakan olarak çıktı karşımıza. Söylemleri ve uygulamaları ile tam bir yabancı karşıtı olan Verdonk’a ben, bir Türk şarkısından esinlenerek ‘Vicdansız Sabuha‘ lakabını takmıştım. Sonraları da Wilders denen adam çıktı arenaya…
Sonu da malum.
İşte, Hollanda halkı bu çirkin politikacıların tesiri altında kaldılar. Aramızdaki çürük elmalar da Hollanda halkı içindeki bakış açılarının değişmesinde rol aldılar.
Eskiden bize, ne Türkiye devleti sahip çıkıyordu ne de Hollanda.
Şimdi görüyorum ki, bizi paylaşamıyorsunuz.
O zaman, bize bir şans verin sayın Başbakanım.
Öyle şeyler yapın ki, biz bu ülkeyi yeniden sevelim.
Gerekirse bu ülke için can da verelim.
Şu bir gerçektir ki, Hollandalılar olaylara daha serin kanlı bakarlar. Yani serinkanlı nuchterler.
Doğulular ise duygusaldırlar. Hollanda’yı yöneten bir Başbakan olarak siz burada serinkanlılığınızı gösterin ve daha duygusal olan Türkiye’ye karşı daha kucaklayıcı olun.
Bakın, buraya gelmiş ve burada doğmuş olan yarım milyona yakın Türk kökenli, çoğunlukla bu ülkeye entegre olmuş vatandaşlardır. 25 bin Türk kökenli işyeri açmıştır bu vatandaşlarınız. Bunlar 100 bine yakın insan çalıştırmaktadır. Türk kökenli çocuklar eğitim görmüşlerdir. Binlerce gencimiz çok önemli pozisyonlarda görev yapmaktadır. Türk kökenliler siyasete de ilgi duymuşlardır. Milletvekili olan, İl Genel Meclisi Üyesi olan ve Belediye Meclis Üyesi olan binlerce Türk kökenli vardır.
Bazı çatlak sesler, Türk kökenlileri aşağılamak için bu gelişmelerin aksini iddia etmektedirler.
Tabii ki her toplum içinde çürük elmalar olacaktır.
Türkiye’nin Akdeniz sahillerinde binlerce Hollandalı yaşamaktadır. Oradaki Hollandalılar arasında da çürük elmalar yok mudur?
Göçmenler, dünyanın her tarafında aynı kaderi paylaşırlar sayın Başbakanım.
Kanada’daki, Avusturalya’daki, Yeni Zelanda’daki Hollanda’dan göç etmişlere bakınız. Orada da aynı sorunları görürsünüz. Buralarda kiliseler boş iken ve hatta bazıları camiye dönüştürülürken, oralarda kiliseler dolmaktadır. Tıpkı burada camilerin dolduğu gibi…
Bunlar, göçmenlerin kendilerini sahipsiz hissetmelerinden kaynaklanmaktadır.
Türk kökenlilerin Hollanda’daki toplumsal konumları da tartışılıyor. Türk kökenliler aslında toplumdaki gelişmelere duyarlı davranmaktadırlar. Bunun son örneğini 15 Mart seçimlerinde gördük. Türk kökenliler siyasi katılım mücadelesinde farklı bir misyon ortaya koydular. Türk kökenliler seçimlerde katılımı azami seviyeye çıkararak, güçlerinin farkına varılmasını istediler ve bunu sağladılar. Seçim andıklarına giderek Hollanda’nın asli unsuru olduklarını ortaya koydular. Türk kökenliler, kullandıkları oylar ile, bu ülkenin yönetimi ile ilgili kaygılarının olduğunu ortaya koydular. Eşit vatandaşlar olarak, seçme ve seçilme hakkını vatandaşlık şuuruyla yerine getirdiklerini gösterdiler. Türk kökenli Hollandalılar, Türkiye’ye duydukları aidiyetin, Hollanda’ya duydukları aidiyete halel getirmeyeceğini, tam aksine bunun bir zenginlik olduğunu tavırlarıyla gösterdiler.
Sayın Başbakanım, madem ki bizler, gelişmemiş ve henüz demokratikleşmemiş bir ülkeden göç etmişiz, siz de gelişmiş , medenileşmiş ve demokratikleşmiş bir ülkesiniz, o halde gelişmelere de bu minvalde toleranslı davranılması gerektiğini anlamalısınız.
Burada yaşamakta olan yarım milyona yakın Türk ve Türk kökenlinin daha fazla üzülmesine izin vermeyiniz.
Buradaki Türk kökenliler, Hollanda’nın lalesini, yeldeğirmenini, futbolunu ve sarışınlarını yine sevmek istiyorlar. Bu aşkın yeniden doğmasına ön ayak olunuz.
Bu mektubum ile birlikte size, 2012 yılında kutladığımız Hollanda-Türkiye ile 400 yıllık ilişkilere ait kitabımı da gönderiyorm.
Bu kitapta da göreceksiniz ki, iki ülke arasındaki dostluk çok eskiye dayanıyor. Bu bir dostluktan ziyade kader birliğine de benziyor. Zira Türkiye, Hollanda’nın kuruluşunda ve sonrasında büyük yararlar sağlamıştır. Hollanda’nın düşman olması gereken en son ülke Türkiye olmalıdır.
Hollanda’nın Türkiye’ye minnet borcu da vardır. Bu borcu Prens Maurits o zamanlar Zeeland’ta bir yere ‘Türkije’ adını vererek ödemeye çalışmıştır. 80 Yıllık İspanya savaşını kazanmanızda Osmanlı’nın rolü olmuştur. Kurulan Hollanda devletini Venedikliler, Almanlar ve Fransızlar istemediğ halde ilk tanıyan Osmanlı olmuştur.
İlk Büyükelçiniz Haga, Osmanlı Sultanı tarafından kabul edilip kapütülasyon hakkını aşdığı zaman Hollandalılar çok mutlu olmuşlardı.
İşte biz böylesi bir kader birliğine sahibiz.
Şimdi sıra o kader birliğini yeniden inşa etyemeye geldi.
Bunu da en iyi yapacak olanların başında siz geliyorsunuz.
Sizden bekleneni yapınız sayın Başbakanım.
Bu ara beim yapmamı istediğiniz bir şey olursa, başımın üzerine…
Mektubuma son vereceğim sırada Rotterdam’dan bir haber geldi: Bir Türk, dükkanını Erdoğan posterleri ile süslemiş. Uyarı üzerine polis gelmiş ve bu posterleri toparlatmış. Gerekçe olarak da, kışkırtıcılığı önlemek gösterilmiş.
Bu durumda bu tip gelişmeler devam edecek gibi.
Peki şimdi ne yapacağız sayın Başbakanım?
Bu ülkede Erdoğan’ı sevenler olduğu sürece, siz nasıl demokrat ve özgürlükçü olarak hareket edeceksiniz? Türkler’in bazıları soruyorlar: Erdoğan diktatördü de, neden O’nunla anlaşmalar yapıyorsunuz? Erdoğan’ı Avrupa olarak neden tamamen dışlamıyorsunuz da, konu seçim olduğu zaman O’nu dışlıyorsunuz?
Burada yaşayan yarım milyona yakın Türk kökenlinin büyük çoğunluğu, bu gibi siyasi çekişmeler içerisinde kurban mı olacaklar?
Lütfen sayın Başbakanım, siz Hollanda gibi önemli bir ülkeyi yönetecek beceriye sahipsiniz. Türkiye ile bozulmuş olan ilişkiyi çözebilecek yeteneğe sahip olduğunuza inanıyorum.
Paylaşamadığınız buradaki Türk kökenlilerin hatırına, barış inisiyatifini siz alınız.
Yarım milyonu aşkın Türk ve Türk kökenli sizden bunu bekliyor.
Saygılarımla,
İlhan
Hollanda Başbakanı lütfetti ve bana mektup gönderdi…
Aileden Sorumlu Bakanımız Fatma Betül Sayan Kaya, 11 mart günü Rotterdam Başkonsolosluğumuzun önünde polis tarafından ablukaya alınmış ve daha sonra da yine polis eşliğinde snırdışı edilmişti.
Hollanda Başbakanı Mark Rutte’ye mart ayında göndermiş olduğum, bilgilendirici ve uyarıcı mektuba iki ay sonra cevap geldi.
Hollanda ile Türkiye arasındaki diplomatik ilişkileri kopuş noktasına getiren 11 marttaki olaylardan sonra kaleme aldığım mektuba cevap veren Hollanda Başbakanı Mark Rutte, sabuna suya dokunmadan kaleme aldığı bu mektupta sadece savunma yapmış ve sonrasında da, benim hatırlatmama değinerek, 400 yıllık dostluğun devam etmesini dilemiş.
Başbakan Rutte, 400 yıllık ilişkiler ile ilgili kitabımı aldığını ve memnuniyetle okuyacağını da belittiği mektubunda, Dışişleri Bakanımız Çavuşoğlu’nun uçağına iniş izni verilmeyişinin ve Aileden Sorumlu Bakanımız Fatma Betül Sayan Kaya’nın sınır dışı edilişinin nedenlerini anlatmaya çalışmış.
Tabii ki ben bu anlatımdan hiç de memnun olmadığımı belirtmeliyim.
Zira ben mektubumda, olayların nedenlerine değil, çözümüne çare aramak gerektiğini belirtmiştim. Hollanda’da yaşayan Türk kökenlilerin rahatsızlıklarını dile getirmiş olduğum mektubumda, ‘Madem ki siz daha demokrat ve daha medenisiniz, o halde siz inisiyatifi ele alın ve tolerans göstererek bu sorunu çözün’ anlamında ifadeler kullandığım mektubum, böylece ‘Dağ fare doğurdu’ misali gümbürtüye gitti.
BAŞBAKAN RUTTE’YE GÖNDERİLEN MEKTUBUN HOLLANDACASI:
Almere, 27 Maart 2017
Mijn Geachte Premier,
Als u goed oplet is de aanhef van mijn brief, “mijn geachte premier”, in plaats van,
“geachte premier”. Dat komt omdat ik, als Nederlander met een Turkse achtergrond, u als mijn premier zie en respect heb voor u.
Al eerder heb ik ook vanwege verschillende vraagstukken brieven gestuurd aan de toenmalige Koningin Juliana en Koningin Beatrix.
Mijn geachte premier, voordat ik iets wil zeggen over de bedroevend gebeurtenissen van de afgelopen tijd, wil ik, als antwoord op de bewering dat de mensen met een Turkse achtergrond niet goed ingeburgerd zijn in Nederland, het hebben over de fouten die er in Nederland in dit proces gemaakt zijn. Om dit te doen is het nodig dat ik voorbeelden geef.
Ik ben persoonlijk een “allochtoon” met een buitenlandse achtergrond die in Turkije ter wereld kwam. Tijdens mijn kinderjaren was het voor ons verboden om Arabisch te praten. De mensen die wel Arabisch spraken werden door de politie meegenomen. Omdat wij islamitische alewieten zijn, konden wij onze religieuze verplichtingen alleen maar in het geheim uitvoeren. Later, onder andere regeringen, mochten wij wel Arabisch praten en wij mochten ook onze alewietische religieuze verplichtingen uitvoeren. Als deze verboden zo gebleven waren, zou ik mijzelf nooit een Turk hebben gevoeld, maar misschien wel een Syrische Arabier. Ik heb mijzelf echter altijd Turk gevoeld.
Jaren later ben ik naar Nederland verhuisd. Ik heb de Nederlandse nationaliteit gekregen. Tijdens de periode dat ik als journalist werkzaam was, heb ik het Nederlandse elftal en Ajax gevolgd over de hele wereld.
Ik hield erg van het Nederlandse voetbal. Toen Nederland de finale in 1978 tegen Argentinië verloor heb ik tranen met tuiten gehuild.
Later ging ik houden van de Nederlandse tulpen, de windmolens en de blondines.
Met zo’n blondine ben ik ook getrouwd…
Uit dit huwelijk heb ik twee kinderen gekregen. Nu heb ik ook nog twee kleinkinderen. Ondanks dat mijn kinderen hier geboren zijn, werden zij bestempeld als “allochtoon”, omdat ik een buitenlander was. Mijn kinderen hebben in eerste instantie geen last gehad van discriminatie. Net zoals ik in Turkije als kind zijnde een ‘allochtoon‘ was en hield van Turkije en mezelf Turk voelde, op dezelfde manier zouden mijn kinderen van Nederland houden en zichzelf Nederlander voelen. Dit ging echter anders. Ondanks de rijkdom van twee culturen en twee talen hebben mijn kinderen zich altijd gediscrimineerd gevoeld.
Vanwege mijn beroep als journalist waren mijn kinderen altijd op de hoogte van de onrechtvaardigheden die er waren en daardoor hebben zij met deze gevoelens geleefd.
Ik ben zelf ook wel gediscrimineerd.
Omdat ik zie dat er grote wrijving en zelfs boycots zijn tussen de beide landen, vind ik het nodig om dit onderwerp aan te halen.
Zoals u zich waarschijnlijk zult herinneren, waren er in 1995 in Alanya een paar verachtelijke Turken die Nederlandse meisjes hadden aangerand en zij hadden een van deze meisjes, namelijk Marijke van Dijk, vermoord. Deze schurken hebben daarna levenslange gevangenisstraf gekregen. Later profiteerden zij van een generaal pardon en toen zijn deze verdachten van moord per abuis vrijgekomen. Toen was in Nederland het hek van de dam. De contacten tussen Nederland en Turkije waren, net als vandaag de dag, flink gehavend. Later is deze fout gecorrigeerd en werden de moordenaars opnieuw vast gezet. In die tijd zouden prins Willem Alexander en prinses Maxima naar Turkije gaan, maar vanwege de druk die er vanuit de media ontstond was deze reis afgelast. Het conflict was zo groot geworden dat beide partijen elkaar dreigden met boycots.
Op dat moment heb ik in de krant DÜNYA, waar ik toen de redactie over had een column in het Turks en in het Nederlands geplaatst. In deze column vroeg ik aan de leiders van beide landen om zich gedeisd te houden en ik gaf aan de volken van beide landen adviezen.
Tussen de regels door gaf ik toen het volgende advies aan Nederlandse ouders en hun dochters: “Turkije is geen Scandinavisch land, het is een land in het Midden-Oosten. Om deze reden is het belangrijk om op je kleding en je gedrag te letten als je in dit land bent.”
Helaas heeft het GPD agentschap mijn woorden anders uitgelegd en tegenover haar 28 abonnees verklaard dat ik had gezegd dat, “de aanranding en de moord in Alanya de schuld was van de meisjes zelf” en zij hebben toen een stuk geplaatst met de kop, “Verkrachting in Alanya was eigen schuld”.
Toen was het hek van de dam en de gehele Nederlandse media begon toen een agressieve strijd tegen mij. Natuurlijk waren de betrokken meisjes en hun ouders hier erg verdrietig door en zij hebben toen een schadevergoeding claim tegen mij aangespannen.
Ondanks dat ik verklaard heb dat ik in mijn column niet deze dingen had gezegd en ondanks dat ik mijn excuses had aangeboden tegenover de betreffende families, werd ik toch veroordeeld. Het was opmerkelijk dat het Utrechts Nieuwsblad later in een hoofdartikel verklaard heeft dat zij een fout hadden gemaakt en dat ik mij niet op die manier had uitgelaten, maar ook dit hielp allemaal niet.
De rechters werden niet overtuigd door mijn advocaten die het hadden over de vrijheid van meningsuiting, de jurisprudentie van het Europese Hof voor de Mensenrechten die vergelijkbaar waren en de rectificatie van het Utrechts Nieuwsblad waarin zij de uitlatingen corrigeerden. Ik werd toen veroordeeld tot het betalen van 18 duizend euro en dit bedrag heb ik betaald aan de betreffende families en aan de staat.
Het voorval wat ik hierboven vermeld, is een duidelijke vorm van discriminatie die door de Nederlandse rechtbank ten opzichte van mij werd toegepast. Ik ben er heel lang mee bezig geweest. Ik ben zelf naar de zitting geweest in Amsterdam. Ten overstaan van de rechter heb ik de families toegesproken en gezegd dat ik niet zo’n vergelijking heb gemaakt en dat ik mijn excuses aanbood. Maar de rechters stonden onder invloed van de media…..
Als we nu eens kijken naar het heden.
Er is een grote spanning tussen Turkije en Nederland.
De bekende voorvallen, waarvan ik het niet nodig vind om ze hier te herhalen, ontwikkelen zich op serieuze wijze, zodat er binnenkort gesproken kan worden over een daadwerkelijke oorlogssituatie.
Het is zelfs zo dat de burgemeester van Rotterdam Aboutaleb de volgende uitspraak heeft gedaan: “Ik heb het politieteam de opdracht gegeven om te schieten als er verkeerde handelingen gedaan zouden worden”. Het antwoord hierop van de Turkse minister van Buitenlandse Zaken was “Dit zou reden zijn voor oorlog”.
Mijn geachte premier, ik heb altijd in mijn stukken, zowel in mijn nieuws / columns in de media als in de teksten op sociale media, geprobeerd om verzoenend te zijn.
Vanwege de gebeurtenissen zijn er veel Nederlanders die kwaad zijn, maar er zijn net zoveel Turken die kwaad zijn (deze mensen kunnen zowel vóór als tegen zijn).
Ik ga hier niet de fouten van Turkije opnoemen. De goede of slechte kanten van de regering van Turkije zijn hier ook niet aan de orde. Als Nederland een democratisch, vrij land is wat zich inzet voor mensenrechten, hoe moeten we dan de gebeurtenissen die op 11 maart in Rotterdam plaatsvonden verklaren?
In een democratie, een vrij land en een land waar de mensenrechten hoog in het vaandel staan, betaalt men toch niet met dezelfde munt terug?
Dus: ‘Turkije heeft dit gedaan en daarom doen wij dit‘, kan toch niet de redenatie zijn?
Waar blijven we dan met onze democratie, vrij land en mensenrechten?
Tijdens de gebeurtenissen die avond, die we allemaal live op de televisie hebben kunnen zien, keken de Nederlanders met trots naar het politieoptreden, maar werden de Turken hier kwaad over.
De miljoenen Turken die zagen hoe de vrouwelijke minister behandeld werd, werden furieus. Als een Nederlander met een Turkse achtergrond werd ik ook kwaad. De Turkse Consul-Generaal Sadin Ayyıldız uit Rotterdam kreeg zelfs geen toestemming om naar haar toe te gaan. Ze konden de minister en haar consorten niet eens een glaasje water aanbieden.
Later werden er twee Turkse diplomaten opgepakt en meegenomen naar het politiebureau. Ondanks dat zij hun diplomatenpaspoort toonden, werden zij toch twee uur vastgehouden in twee aparte cellen.
Maar, waren het wel de Turken die ervoor hadden gezorgd dat deze activiteiten zo uit de hand liepen?
Ik persoonlijk kan mij een beetje voorstellen hoe de gesprekken tussen u en de premier van Turkije Yıldırım en de gesprekken tussen de Ministers van Buitenlandse Zaken Koenders en Çavusoğlu verliepen.
Op het zelfde moment werd in Frankrijk bekend gemaakt dat het vliegtuig van Çavusoğlu daar wel mocht landen, maar u bleef maar verbieden. Was de reden hiervan, zoals beweerd wordt, alleen maar om tegenover Wilders meer discriminatie van vreemdelingen te tonen?
Goed, de algemene indruk was als boven vermeld en er wordt ook gezegd dat u om deze reden van Wilders gewonnen heeft, maar hoe gaat u deze gebeurtenis compenseren?
Mijn geachte premier, wij, als Nederlanders met een Turkse achtergrond, waarvan het aantal op dit moment 315 duizend is, willen van dit land houden met zijn tulpen, met zijn windmolens, met zijn blondines en met zijn homoseksuelen.
Eens heb ik ook veel van dit land gehouden.
Maar later hield ik er niet meer van.
Zelfs mijn kinderen zijn verwijderd van deze liefde.
Nu ga ik antwoord geven op een bewering: Nederlanders zijn niet fascistisch of racistisch.
Er zijn voldoende bewijzen die aantonen dat Nederlanders niet fascistisch of racistisch zijn.
Ooit was er een racistische politicus genaamd Glimmerveen. De Nederlandse bevolking heeft deze man geen premies gegeven en hij heeft zelfs geen enkele zetel gekregen bij de verkiezingen. Later kwam er een andere racist genaamd Janmaat. Ook deze racist kreeg geen steun van de Nederlandse bevolking. Hij kreeg één zetel en kwam zodoende in de kamer. Maar geen enkel ander kamerlid heeft deze man zelfs de hand geschud. Want de politici van toen wisten heel goed hoe de Nederlandse bevolking dacht over deze gevoelens en houding.
Later kwam er nog een lieve racist. Dat was Pim Fortuyn.
Fortuyn maakte gebruik van de islamofobie die ontstond na het 11 september syndroom en verkreeg veel populariteit. Maar Fortuyn werd vermoord. Als de moordenaar niet gevonden was, dan hadden de moslims hier de schuld van gekregen. Maar gelukkig werd de moordenaar wel gepakt en werden de moslims gered van deze valse beschuldiging. De moordenaar was geen moslim, maar een blonde Nederlander.
Nog later werd mevrouw Verdonk minister van minderheidszaken. Verdonk was, zowel met haar uitspraken als met haar activiteiten tegen vreemdelingen en ik noemde haar (gebaseerd op een Turks liedje) “Sabuha zonder geweten”.
Nog later kwam de man genaamd Wilders in de arena….
En de rest is bekend.
De Nederlandse bevolking staat onder invloed van deze lelijke politici. De rotte appels onder ons hebben ervoor gezorgd dat de visie van de Nederlandse bevolking veranderd is.
Vroeger bekommerde noch Turkije noch Nederland zich om ons.
Nu zie ik dat beiden ons willen veroveren.
Mijn geachte premier, geef ons dan een kans.
Doe dingen waardoor wij ook weer van dit land gaan houden.
Dat we ons leven willen geven voor dit land, als dat nodig is.
Het is juist dat de Nederlanders wat nuchterder kijken naar gebeurtenissen.
Oosterlingen zijn wat gevoeliger. Laat u, als Nederlandse premier uw nuchterheid zien en omarm Turkije, wat dus wat gevoeliger is.
Er zijn een half miljoen Turken die hier geboren zijn, of die zich hier gevestigd hebben en de meeste van hen zijn geïntegreerde burgers van dit land. Er zijn 25 duizend Turken die een eigen bedrijf hebben hier in Nederland. Totaal werken er 100 duizend mensen in deze bedrijven. De kinderen met een Turkse achtergrond hebben hier hun opleiding gevolgd. Duizenden jonge Turken zijn werkzaam op belangrijke posities. De mensen met een Turkse achtergrond hebben ook hun belangstelling voor de politiek getoond. Er zijn honderden kamerleden, leden van de provinciale raden, en gemeenteraadsleden met een Turkse achtergrond.
Er zijn figuren die de tegenstelling van deze ontwikkeling beweren om de Turken te vernederen.
Natuurlijk heb je in iedere gemeenschap de rotte appels.
Aan de kust van de Middellandse Zee in Turkije wonen duizenden Nederlanders. Zitten er tussen deze Nederlanders geen rotte appels?
Migranten delen over de hele wereld hetzelfde lot, mijn beste premier.
Kijk naar de Nederlanders die naar Canada, naar Australië, naar Nieuw-Zeeland zijn verhuisd.. Daar zie je dezelfde problemen. Terwijl de kerken hier leeg zijn en sommige kerken zelfs omgebouwd zijn tot moskee, zijn de kerken daar vol. Net als de moskeeën hier….
Dit komt omdat de migranten zich niet geaccepteerd voelen.
Ook de maatschappelijke situatie van de Nederlanders met een Turkse achtergrond worden bediscussieerd. Eigenlijk zijn de mensen met een Turkse achtergrond erg betrokken bij de ontwikkeling in de maatschappij. Dit hebben we gezien bij de verkiezingen van 15 maart. De Nederlanders met een Turkse achtergrond hebben een andere missie getoond bij de strijd om de politieke betrokkenheid. Zij wilden dat hun invloed werd gemerkt door de deelname van de Nederlanders met een Turkse achtergrond tot een maximum te verhogen en dit is ze gelukt ook. Zij hebben bewezen een belangrijke element te zijn in Nederland door naar de stembussen te gaan. De Nederlanders met een Turkse achtergrond hebben hun bezorgdheid over de aansturing van dit land laten zien door middel van hun stemgebruik. Zij hebben getoond dat zij als volwaardig staatsburger optimaal gebruik maken van hun actief en passief kiesrecht. De Nederlanders met een Turkse achtergrond hebben met deze houding laten zien dat het geen belemmering is om zowel bij Turkije als bij Nederland te horen, in tegenstelling dat het juist een verrijking is.
Mijn geachte premier, nu het zo is dat wij uit een land komen wat nog niet ontwikkeld is, wat nog niet democratisch is en u uit een democratisch, ontwikkeld land komt dan zult u toch begrijpen dat u in dit kader geacht wordt wat toleranter te zijn ten opzichte van deze ontwikkelingen.
Geeft u geen aanleiding om het halve miljoen Turken en mensen afkomstig uit Turkije wat hier woont nog langer bedroefd te laten zijn.
De mensen met een Turkse achtergrond die hier wonen willen van Nederland houden met zijn tulpen, met zijn windmolens, met zijn voetval en met zijn blonde meisjes. Neemt u het voortouw om deze liefde nieuw leven in te blazen.
Samen met deze brief stuur ik het boek wat ik in 2012 heb gemaakt naar aanleiding van de 400 jaar contacten tussen Nederland en Turkije.
In dit boek zult u zien dat de vriendschap tussen beide landen al heel oud is. Los van de vriendschap lijkt het meer op een lotgenotenschap. Want Turkije heeft een belangrijke rol gespeeld bij het ontstaan van Nederland. Turkije zou het laatste land moeten zijn wat een vijand wordt van Nederland.
Nederland is Turkije ook dankbaarheid verschuldigd. Deze dankbaarheid heeft Prins Maurits in het verleden willen tonen door een plaatsje in Zeeland de naam “Turkije” te geven. De Osmanen hebben namelijk een rol gespeeld bij het overwinnen van de Nederlanders in de 80-jarige oorlog met Spanje. Toen Nederland opgericht werd, wilden de Venetiërs, de Duitsen en de Fransen dit niet, maar het Osmaanse Rijk was destijds het eerste land wat Nederland erkende.
Jullie eerste ambassadeur Cornelis Haga werd door de Osmaanse Sultan ontvangen en toen de rechten van capitulatie werden overgedragen waren de Nederlanders erg blij.
Dit is ons lotgenotenschap.
Nu is het tijd om dit lotgenotenschap nieuw leven in te blazen.
U bent de persoon die vooraan staat bij de personen die dit zouden kunnen doen.
Mijn premier doet u wat er van u verwacht wordt.
Als ik hierin iets kan betekenen, dan doe ik dat graag….
Ik ben aan het einde van mijn brief gekomen en ik hoor net een bericht uit Rotterdam: Een Turk heeft zijn winkel versierd met posters van Erdoğan. De politie is gewaarschuwd en zij kwamen langs om de posters weg te laten halen. Als aanleiding wordt gezegd dat dit ophitsing is.
Het lijkt er op of dit soort ontwikkelingen door zullen gaan.
Maar mijn premier, wat gaan we nu doen?
Hoe gaat u vorm geven aan de democratie en het vrije land zolang er in dit land mensen zijn die van Erdoğan houden? Sommige Turken vragen het volgende: Als Erdoğan een dictator is, waarom worden er dan overeenkomsten met hem afgesloten? Waarom wordt Erdoğan niet door heel Europa buitengesloten, maar alleen op het moment dat het gaat om de verkiezingen? Moeten de half miljoen Nederlanders met een Turkse achtergrond het slachtoffer worden van dit politieke getouwtrek?
Alstublieft, mijn premier, u heeft de capaciteiten om leiding te geven aan een belangrijk land als Nederland. Ik geloof dat u de vaardigheden heeft om de relatie tussen Turkije en Nederland, die nu kapot is, te herstellen.
Neemt u alstublieft het initiatief om vrede te sluiten in naam van alle Nederlanders met een Turkse achtergrond die u ook vóór zich wilt winnen.
Meer dan half miljoen Turken en mensen met een Turkse achtergrond verwacht dit van u.
Hoogachtend,
İlhan.
****************
Yeşim Candan’ın yorumunun Hollandacası
Van ‘pleur op’ naar ‘ik zie je’:
wat steekt hierachter, Mark Rutte?

Yeşim CANDAN
“Kind met Marokkaanse roots krijgt niet dezelfde kansen als kind uit Baarn”, staat boven een interview met onze minister-president. Ik verslikte me bijna in mijn koffie toen ik dit op Nu.nl las. Is dit dezelfde Mark Rutte die destijds ‘pleur op’ zei over rellende Turks-Nederlandse jongeren? Dezelfde Mark Rutte die, heel diplomatiek, het antwoord op mijn vraag ontweek tijdens een uitzending van RTL Late Night?
Het was ten tijde van de rellen in Rotterdam door Turks-Nederlandse jongeren, omdat de Turkse minister van Familiezaken niet naar ons land mocht komen. Wóédend waren deze jongeren daarover. De rest van het land was ook in rep en roer. Want waarom kozen deze in Nederland geboren jongeren de kant van deze Turkse minister? Of eigenlijk: van premier Erdogan?
Ineens konden excuses voor het slavernijverleden er kennelijk wél komen.
Ook ik werd hier destijds door iedereen steeds weer op aangesproken. Ik besloot de vraag door te spelen naar onze minister-president. In die bewuste uitzending vroeg ik hem letterlijk: “Waarom zorgt u niet dat ú de minister-president wordt van deze jongeren? Dan kunnen ze niet kiezen voor een Turkse diaspora. Deze jongeren zien de Turkse president Erdogan als hun leider.”
Het ‘antwoord’ van Rutte: “Dat is een goede vraag.”
Om vervolgens verder te vertellen over iets wat totaal niet met mijn vraag te maken had.
Groot was dus mijn verbazing toen Rutte onlangs excuses aanbood voor het Nederlandse slavernijverleden. Een kwestie waarover hij eerder nog stevig zijn hakken in het zand zette, maar ineens konden die excuses er kennelijk wél komen. En dan was daar dus dat vraaggesprek met Nu.nl, waarin hij toegaf dat er wel degelijk een verschil bestaat tussen de toekomstmogelijkheden van een schoolgaande jongen met een Baarnse of een Marokkaanse achtergrond. “De hersenen van die kinderen zijn even goed ontwikkeld en toch is er een verschil”, zei hij daarover onder meer.
Van ‘pleur op’ naar ‘ik zie je’: wat steekt hierachter?
Ja, meneer de minister-president, dit is een heel juiste conclusie. Waar je wieg staat, bepaalt meestal je toekomst. Niet altijd overigens, want mijn wieg stond in een getto en door hard te leren ben ik gekomen waar ik nu ben. Maar uiteraard is dit niet de norm voor ieder kind dat geboren wordt in een achterstandswijk.
Eerder nog zei de VVD dat kinderen die zonder ontbijt naar school gaan, de verantwoordelijkheid zijn van de ouders en niet van de staat. Daarom is de 180-graden-ommezwaai van onze minister-president extra bijzonder. Dat hij dit verschil in afkomst zo benoemt, na zo lang regeren, vind ik nogal wat. Nog nooit is de kloof tussen arm en rijk zo groot geweest in onze samenleving als nu, na twaalf jaar Rutte. Onder kinderen en jongeren geldt dat extra sterk. De toeslagenaffaire heeft bovendien laten zien dat je met een buitenlandse achternaam een doelwit bent voor de Belastingdienst. Het zou Rutte sieren als hij vanwege de toeslagenaffaire korte metten maakt met racistische ambtenaren en hun leidinggevenden bij de Belastingdienst.
Kortom: vanwaar deze ommezwaai ineens van onze minister-president?
Van ‘pleur op’ naar ‘ik zie je’: wat steekt hierachter? Of is deze draai een goedmakertje voor de toeslagenaffaire? Hoe dan ook: we hebben nu in ieder geval een minister-president die racisme en discriminatie wil uitroeien om kansengelijkheid voor iedereen te creëren. Wie had dat ooit gedacht?
Hollanda Başbakanı Mark Rutte, Türkiye’nin AB ile göçmen mutabakatı şikayetine yanıt verdi:
“Türkiye haklı”
Hollanda Başbakanı Mark Rutte, Türkiye’nin Avrupa ile yapılan anlaşmadan şikayetçi olması üzerine, Avrupa Birliği ile Türkiye arasında imzalanan göçmen mutabakatının yeniden ele alınması gerektiğini belirtti.
‘Türkiye’nin, Avrupa Birliği ile yapılan göçmen mutabakatındaki şartların yerine getirilmemesinden şikâyeti üzerine, bu anlaşmanın yeniden gözden geçirilmesi gerekecek’ diyen Rutte, Türkiye’nin anlaşmadaki şartları büyük bir çoğunlukla yerine getirdiğine inandığını belirtti ve yeniden görüşme gerekliliği olduğunu söyledi.
Hollanda Başbakanı, Türkiye Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın, ‘Şartlar yerine getirilmez ve destek gelmezse, göçmenlerin Avrupa’ya kaçışını önleyemeyiz’ şeklindeki beyanının bir tehdit olup olmadığını soran gazetecilere, ‘Erdoğan’nın açıklaması farklı algılanabilir’ yanıtını verdi.
Rutte, Türkiye’nin finansal ve pratik destek gördüğünü de belirtirken, Türk otoritelerinin göçmenlerin sığınmasında gayretli olduklarını dile getirdi.
Erdoğan yaptığı bir açıklamada, Ankara’nın beklediği yardımı almaması halinde kapıları açacağını ve göçmenlerin Avrupa’ya akın edeceğini belirtmişti.
Ankara, Avrupa Birliği’nin, Suriyeli göçmenlerin Türkiye’deki yaşamlarını kolaylaştırmak için 6 milyar euro vermesi gerektiğini, fakat şimdiye kadar sadece 2,22 milyar euro ödendiğini belirtiyor.
Türkiye’nin, Suriyeli göçmenler için kendi imkaları ile onmilyarlarca dolar harcadığı belirtiliyor.
Haberin Hollandacası:
Rutte reageert op klachten Turkije
over EU-vluchtelingendeal
Premier Mark Rutte vindt dat Turkije en de EU opnieuw moeten onderhandelen over de vluchtelingendeal. Turkije klaagt dat Europa zich niet aan gemaakte afspraken houdt.
“Er moet opnieuw worden onderhandeld over de ontevredenheid van Turkije over de implementatie van de EU met betrekking tot de vluchtelingenovereenkomst”, zei Rutte vrijdag tijdens een persconferentie. Hij onderstreepte dat Turkije zich grotendeels goed aan de afspraken houdt en dat de onderhandelingen tussen de EU en Turkije moeten plaatsvinden.
De Nederlandse premier reageerde daarmee op een persvraag wat hij van de opmerkingen van de Turkse president Recep Tayyip Erdoğan over vluchtelingen vond. Die gaf deze week aan dat Turkije vluchtelingenstromen naar Europa zal toestaan als zijn land geen steun ontvangt en de lasten niet worden verlicht en gedeeld.
De deal uit 2016 was bedoeld om onregelmatige migratie door de Egeïsche Zee te ontmoedigen door strengere maatregelen tegen mensenhandelaren te nemen en de voorwaarden voor de 3 miljoen – nu 3,6 miljoen – Syrische vluchtelingen in Turkije te verbeteren. Turkije heeft geklaagd dat de EU haar deel van de deal niet heeft gehandhaafd, inclusief miljarden euro’s aan hulp aan de Syrische vluchtelingen.
Over de deal zei Rutte dat Turkije zowel financiële als praktische steun kreeg. Ook is Rutte van mening dat de Turkse autoriteiten erg hun best doen in de opvang van vluchtelingen.
Woensdag waarschuwde Erdogan dat Turkije “zijn deuren kon openen” om Syrische vluchtelingen Europa binnen te laten komen als Ankara niet de steun krijgt die het verwacht.
De EU had Ankara 6 miljard euro hulp toegezegd om de levensomstandigheden van Syrische vluchtelingen in Turkije te verbeteren, maar volgens Turkije is vanaf juni slechts 2,22 miljard euro uitgekeerd.
Turkije vangt momenteel 3,6 miljoen Syrische vluchtelingen op, meer dan enig ander land ter wereld. Het land heeft tientallen miljarden dollars uit eigen middelen uitgegeven voor de opvang.
Hollanda Başbakanı Rutte açıkladı:
2020’de Schengen sıkıntıya girebilir.
Göç sorunu öncelikli konu olacak.
İlhan KARAÇAY yazdı:
Hollanda Başbakanı Mark Rutte, 2020 yılında ele alınması gereken öncelikli sorunun göç sorunu olduğunu açıkladı. Avrupa ülkelerinde adeta tur atan sığınmacı göçmenlerden, hangilerinin ekonomik sığınmacı, hangilerinin siyasi sığınmacı olduklarına iyice bakılması gerektiğini belirten Rutte, sınır kontrollarını ortadan kaldıran Shengen anlaşmasının gözden geçirilmesi gerektiğini söyledi.
Schengen sözleşmesinin feshedilip edilmeyeceği sorusuna, ‘Şimdilik fesh edilmesine gerek yok ama, mevcut uygulama gözden geçirilmeli ve sınır kontrolları başlamalıdır’ yanıtını veren Rutte şöyle devam etti: “Görüyoruz ki, başarı şansları olmayan sığınmacı göçmenler Avrupa’da turluyorlar ve sonunda ya Fransa’ya ya da Hollanda’ya giriyorlar. Fransa Cumhurbaşkanı Macron ile bu konuyu görüşüyorum. Bu hafta da bir grup Büyükelçi ile bu konuyu paylaşacağım. Ülkeler, sınırları dışında dolaşan gerçek sığınmacı ile ekonomik göçmen arasındaki farkı görmeliler. Ekonomik göçmenlerin sınır dışlarında kalmaları lazım. Bu yapılmazsa, Schengen’i sürdürmek imkânsızlaşır. Bu nedenle 2020’nin ana konusu göçmenler olacaktır.”
Rutte’nin bu çıkışını siyasi bir girişim olarak niteleyen yorumcular şu iddiada bulunuyorlar: “Anketlere göre, Rutte’nin partisi VVD’de oy kaybı devam ediyor. Yabancı karşıtlığı ile daha çok oy toplayan, Rutte’nin en önemli rakipleri Geert Wilders ve Thierry Baudet, bu söylemleri yıllardır dile getiriyorlar.”
Gazetecilerin, “Ne yani, Schengen’den vazgeçip sınır kontrolu mu başlamalı?” sorusuna Rutte şu cevabı veriyor: “Ben sadece Hollanda’dan söz etmiyorum. Schengen ortadan kalkmaz ama tehlikeye girer. Sadece bizim sınır kontrolu yapmamız, büyük bir ekonomik krize yolaçabilir.”
Yukarıda yazılanlardan da anlaşılabileceği gibi, Başbakan Rutte, siyasi rakipleriyle boy ölçüşebilmek için, 2020 yılında VVD’yi güçlendirmek için bu konu üzerinde fazlaca duracaktır.
Hollanda Başbakanı Rutte Türkler’e hesap verdi.
İlhan KARAÇAY’ın haberi:
Hollanda Başbakanı Mark Rutte, katıldığı bir tartışma programında, daha önceki söylemleri nedeniyle Türkler’in hışmına uğradı.
Amsterdam’daki Pakhuis de Zwijger Salonunda Hollandalı ve Türk davetlilerin katıldığı etkinlikte, ayrımcılık, entegrasyon, vatandaşlık gibi konular üzerinde yapılan tartışmanın ana teması, Başbakanın seçim kampanyası sırasında gazetelere verdiği bir ilandaki “normal davran ya da defol” cümlesiydi.
Toplantıda Başbakan Rutte’yi adeta hizaya çeken yayıncı Cemil Yılmaz, Avukat Ülkü Öğüt ve eğitimci ve yazar Halil Karaaslan, Başbakan’ın söylemleri ile pratikte uyguladıklarının çatıştığını belirttiler ve Türkler için söylemiş olduğu ‘Defolsunlar’ sözünün hesabını sordular.
Amaçlarının, Hollanda’da yaşayan Türk gençlerinin duygularını yapıcı bir şekilde Başbakan’a aktarabilmek olduğunu söyleyen üçlü, tarışmada mutlu bir görüntü sergiledi.
Ayrımcılığın Avrupa tarihinde her zaman yer aldığını söyleyen Rutte, “Başka bir ülkeye göç eden topluluklar üzerinde her zaman ayrımcılık olmuştur. Ama bu topluluklar o ülkeye adapte oldukça belirli bir süre sonra bu sona ermiştir. Bazen de ayrımcılığa karşı direnmek gerekir” dedi.
Rutte, protestolar sırasında bir Türk’ün Hollandalı bir gazeteciye “Defol ” demesi üzerine, bir televizyon programında, “Sen defol git kendi ülkene” cümlesinin yanlış anlaşıldığını savundu. Bu söylemin herkes için geçerli olmadığını belirten Rutte, “Protesto sırasında bir Hollandalı gazetecinin işini yapmasına izin vermeyen o genci kastederek, Eğer burada mutlu değilsen o zaman ülkeyi terk et demek istedim” diye konuştu.
Rutte sözlerine şöyle devam etti: “Bu ülkede pek çok şeyi söyleyebilirsin. Ama bu belli bir sınır ve adap içinde olmalı. Burada kadınve erkek, siyah ve beyaz, homo ve hetero eşitliği var. Burası demokratik bir hukuk devletidir. Fikir ve din özgürlüğü çok önemlidir. Şayet bunlar beğenilmiyorsa, o zaman bunları bir çay patisinde tartışamayız”
BU DA OLUMLU BİR GELİŞME
Hollanda Başbakanı Rutte: Türkiye’yi kıskanıyorum
Göreve geldikten sonra ilk yurtdışı ziyaretini Türkiye’ye gerçekleştiren Hollanda Başbakanı Mark Rutte, Türkiye’nin gelişme sürecinden övgü ile bahsetti. Rutte Türkiye’yi bir konuda kıskandığını söyledi.
İstanbul Ticaret Odası’nı (İTO) ziyaret eden Rutte, Türk ve Hollandalı işadamlarına hitaben yaptığı konuşmada Türkiye’nin geleceğe dönük başarılı gelişmesini kıskandığını söyledi. Diplomatik ilişkilerin 400. yıl dönümü kapsamında Türkiye’ye gelen Rutte, bugün İTO’yu ziyaret etti. Hollanda Başbakanı, İTO Başkanı Murat Yalçıntaş’ın ev sahipliğinde düzenlenen ‘Bir Rekabet Avantajı Olarak Sürdürülebilirlik’ konulu panele katıldı.
Her iki ülkenin önde gelen şirketlerinin üst düzey yöneticilerinin de hazır bulunduğu panelin açılışında konuşan İTO Başkanı Yalçıntaş, ” İki ülke arasında çok yönlü işbirliğinin 400. yıl dönümünü kutladığımız bir dönemde, düzenlediğimiz ‘Bir Rekabet Avantajı Olarak Sürdürülebilirlik’ toplantısıyla Türkiye ile Hollanda arasındaki ilişkileri yeni bir düzeye taşıyoruz. 1612 senesinde olduğu gibi ilişkilerimizin temelinde ticaret var.” dedi. Türk ve Hollandalı siyasetçilerinin ilişkilerinin dostluk üzerine kurduğuna işaret eden Yalçıntaş, “Siyasetçilerimiz her zaman ilişkileri her iki ülkenin menfaatine kurdular. Ve şahsi günlük politikalarını bu işlere alet etmediler” ifadelerini kullandı.
SİZİ KISKANIYORUM
Daha sonra kürsüye gelen Hollanda Başbakanı Rutte, Ankara’daki temaslarında başta Suriye konusu olmak üzere, Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne (AB )üyeliği gibi konuları da görüştüklerini dile getirdi. Türkiye’ye her gelişinde yeni bir gelişmeye şahit olduğunu dile getiren Başbakan Rutte, “Sizi kıskanıyorum. Gelişme rakamlarınız çok umut verici” dedi.
Türkiye’nin yumuşak inişi başardığını aktaran Rutte, “Türkiye halen yüzde 3’e yakın bir büyüme kaydedebiliyor” dedi. İki ülkenin yıllık toplam ticaret hacminin yıllık 7 milyar doların üzerinde olduğunu anlatan Rutte, “Cumhurbaşkanı Abdullah Gül ve Başbakan Recep Tayyip Erdoğan ile görüşmeler yaptık. Bu görüşmeler sadece, politik meselelerden ibaret değildi. Aynı zamanda iki ülke arasındaki ticari ve ekonomik ilişkileri nasıl artırabileceğimizi de görüştük” diye konuştu.
Rutte, kredi derecelendirme kuruluşu Fitch’in Türkiye hakkında yaptığı not artırımı dolayısıyla Başbakan Erdoğan’ı da tebrik ettiğini belirterek, “Not artırımı Türkiye için çok güzel bir haber. Türkiye artık istikrarlı bir ortam sağlıyor” diye konuştu.
7.3 MİLYAR DOLAR
Başbakan Yardımcısı Ali Babacan ise bu yılın Türkiye ve Hollanda’nın ikili ilişkisinin 400. yılı olması sebebiyle önemli olduğunu belirterek, geçen yılın sonu itibariyle toplam ticaret hacminin 7.3 milyar dolara ulaştığını kaydetti. Bu rakamın potansiyelin altında olduğunu vurgulayan Babacan, Hollanda’dan gelen doğrudan yatırımın yıl sonu itibariyle 16 milyar doları geçmesinin beklendiğini ifade etti. 2011’de toplam 1.2 milyondan fazla Hollandalı turistin Türkiye’yi ziyaret ettiği bilgisini veren Babacan, krizin başladığı 2008-2009 yılları öncesinde kamu finansman kontrolü, sosyal güvenlik, sağlık hizmetleri ve diğer tüm alanlarda tedbirler alındığını anımsattı.
BU DA EN OLUMLU HABER
HOLLANDA BAŞBAKANI MARK RUTTE, DİPLOMATİK ZİYARETLERİNİN EN GÖRKEMLİSİNİ, UNUTAMAYACAĞI BİR ŞEKİLDE ANKARA’DA YAŞADI…
Havalimanı’nda karşılanışı, Anıtkabir’de Atatürk’ü ziyareti ve Külliye’ye girişi, Rutte’ye bir rüya yaşattı.
Daha önceki diplomatik ziyaretleri sırasında, Batı soğukluğu içinde karşılanan Rutte, özellikle Atatürk’ün huzurunda çok heyecanlandı ve duygulandı.
10 Yıllık ihtilaf ve soğukluk dönemi, hararet ile ısındı ve yeni bir sıcak dönem başladı.
İlişkiler, NATO Toplantısı’nda da aynı sıcaklıkla devam etti. Kendi halkına değişik konuşan ve liderlerin ikiyüzlülüğü bir kez daha perçinlendi.
Rutte’nin Ankara ziyareti, Türk ve Hollanda medyasında nasıl değerlendirildi?
….ve Rutte Hollanda’da bisikletine kavuştu…
Rüya gibi bir Ankara ziyareti yaşadı Mark Rutte…
Hollanda’da dört dönemdir Başbakanlık yapan Rutte, dünyanın dört bir yanına diplomatik ziyaretler yapmıştı. Ama bu ziyaretlerin hiç biri, son Ankara ziyaretindeki gibi, hoş olduğu kadar, duygusal yaşanmamıştı.
Tam 10 yıldır ilişkiler çok soğuktu ve tam beş yıldır küs idi iki ülkeyi yönetenler. Bu küslük, haliyle Türk ve Hollanda halkına da yansımıştı.
Öyle ya, o kadar kızmıştık ki Hollanda’ya, cumhurbaşkanımızın ağzından ne naziliklerini bırakmıştık ne de antidemokratikliklerini…
İsterseniz, Rutte’nin unutamayacağı Ankara ziyaretine değinmeden önce, geçmişte yaşanan üzücü ve çirkin olayları anlatayım:
5 yıl önceydi. Yani 10 Mart 2017.
Dışişleri Bakanımız Çavuşoğlu’nun Hollanda’ya yapmak istediği özel bir ziyaret Hollanda tarafından engellenmişti.
Hollanda’daki genel seçimler öncesinde yapılan anketlerde, Geert Wilders’in ırkçı partisi PVV önde gidiyordu. Hükümetin en büyük ortağı olan Başbakan Rutte’nin partisi VVD ise büyük oy kaybına uğrayacaktı. Wilders’in ırkçı söylemlerinin seçmenler üzerinde önemli bir rol oynadığını fark eden Rutte, buna karşı bir şeyler yapma gerektiğine inanmıştı. Rutte, Türkiye’ye karşı bir eylemin ses getireceğine inandı. Türkiye’de nisan ayında yapılacak olan referandumun propagandası için Hollanda’ya gelecek olan Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu’nun gelişine yaygara koparan Geert Wilders’in önüne geçmek isteyen Rutte, çareyi diplomatik kuralları çiğnercesine bir planda buldu.
Dışişleri Bakanı Çavuşoğlu’nun Hollanda’ya gelip Türkler ile buluşmasına engel olmak isteyen Rutte, Milli Güvenlik ve Terörizm ile Mücadele Koordinatörü Dick Schoof ile temasa geçti ve böylesi bir toplantının ‘Halkın güvenliğini tehlikeye sokar’ saptamasıyla iptalini sağlamaya çalıştı.
Ne var ki, Amsterdam, Lahey, Deventer ve özellikle liman kenti Rotterdam’da araştırmalar yaptıran Koordinatör Schoof, en iyi adamlarından birini de Rotterdam’a gönderdi ve 3 güçlü adam Belediye Başkanı Abutaleb, Polis Müdürü Frank Paauw ve Savcı ile yapılan toplantıya soktu.
Rutte’nin etkisinde kalan Schoof, bu şehirlerin Belediye Başkanları’na, yapılacak olan toplantılar için, ‘Güvenliği tehdit edici unsurlar olduğu’ gerekçesiyle yasak getirip getirmeme konusunda bir mektup gönderdi.
Çavuşoğlu’nun 10 mart günü Rotterdam’a gelecek olan uçağına yasak koyulmasına kadar giden bu gerginlik sonrasında, iki ülkenin politikacıları birbirlerini suçlayan açıklamalar yapmaya başladılar.
Çavuşoğlu’nun yola çıkmadan önce yaptığı konuşmada, ‘Bana, halka açık bir tolantıya katılamazsın’ diyorlar. Bu ne demek oluyor? Nerede kaldı, sizin bize öğretmeye çalıştığınız demokrasi ve fikir özgürlüğü? Ne oldu sizin toplantı yapma özgürlüğünüz?’ deyince Hollanda’da kıyamet koptu.
Tüm siyasi parti liderleri Rutte’nin arkasında olduklarını açıklayınca, ‘Şimdi bakalım kim kazanacak’ sorusu dolaşmaya başladı.
Hollanda şartlar koymaya başladı. Önce 50 kişilik bir davetli topluluğu ile konuşma şartı getirdiler. Daha sonra bu sayı 100’e çıkarıldı. Hollanda Dışişleri Bakanı Bert Koenders’in telefonla bildirdiği bu şartlara çok kızan Çavuşoğlu, 11 mart cumartesi sabahı CNN TÜRK’de yaptığı konuşmada ‘Boykot’ tehdidi savurunca Lahey’de kızılca kıyamet koptu ve, ‘Biz bu şantajın altında ezilmeyiz’ diyen Hollanda, uçağa iniş yasağı koydu.
Güvenlik Dairesi Koordinatörü Schoof, 10 mart günü Belediye Başkanları’na gönderdiği mektupta, ‘Türkler şartlarımızı kabul etmedi. Bu nedenle uçağa iniş yasağı konuldu’ dedi.
Bu görülmemiş önlem, ancak ve ancak, toplum güvenliğinden endişe eden
Hollanda’nın, Çavuşoğlu’nu ‘tehlikeli’ ilan edecek bir argümanı var mıydı?
Aylar sonra açıklananlara göre, Hollanda’nın böyle bir argümanı olmadığı meydana çıktı.
Zira, Rotterdam polisinin verdiği raporda ‘Güvenliği tehdit edici unsuların bulunmadığı’ yazılıydı.
BAKAN SAYAN-KAYA OLAYI
Çavuşoğlu’nun iniş yasağından sonra, Almanya’da bulunan Aile ve Sosyal Politikalar Bakanı Fatma Betül Sayan Kaya arandı ve aynı gün Rotterdam’a gidip vatandaşlar ile buluşması istendi.
Bunu öğrenen Rutte adeta küplere bindi. Bayan Bakan’ın otomobil konvoyu takip edilmek istendi. Sınır kapısında önlem alan Hollanda polisi, konvoyda bulunan iki otomobili geri çevirdi. Bakan Kaya’nın otomobili Rotterdam’daki Türk Başkonsolosluğu’na kadar gelmişti. Ama Başkonsolosluk çevresini sarmış olan polis, Bakan otomobilinin Başkonsolosluğa yanaşmasını önlemişti.
Yolun her iki tarafını kapatan polis, Bakan’ın Başkonsolosluğa girmesini yasakladı. Olayın duyulmasından sonra, Hollanda’da yaşayan Türkler gruplar halinde Rotterdam’a akın etmeyebaşladılar. Rotterdam Başkonsolosluğumuzun önünde binlerce Türk toplanmıştı. Televizyonlar canlı yayın yapıyorlardı. Bakanımızı Başkonsolosluğa yanaştırmayan ve hatta otomobilinden çokmasını bile yasaklayan atlı ve köpekli polisler, aynı katılığı yurttaşlarımıza da uygulamaya başladı.
Köpeklerin saldırdığı yurttaşlarımızdan yaralananlar oldu. Deventer Başkonsolosumuz ve yardımcıları karakola götürüldü ve nezarette tutuldu. Daha sonra Bakan Kaya, polis nezaretinde Almanya’ya götürüldü.
Canlı yayın sırasında bir yurttaşımızın, Hollandalı bir gazetecinin kasıtlı soruları üzerine ‘Defol git buradan’ demesi, Başbakan Rutte’nin çok zoruna gitmişti. Bu kez Rutte, tüm Türkleri kastederek ‘Siz defolun gidin’ diyecek kadar ileri gitmişti.
Türkiye ve Türkler aleyhine yayınları ile bilinen De Telegraaf gazetesi ertesi gün tam sayfa yayınında Rutte’nin, ‘Burada patron biziz’ başlığını kullandı. Gazete, Mark Rutte’nin fotoğrafının altına koyduğu Erdoğan fotoğrafının üzerine çarpı işareti koyduktan sonra, Erdoğan’ın “Hollanda bir muz cumhuriyetidir” sözüne yer verdi.
İşte ondan sonra olan oldu ve Erdoğan sazı eline aldı, Hollanda’nın Naziliğinden başladı, antidemokratlığı ile bitirdi. Bu ara Büyükelçiler de geri çekildi ve ilişkiler tamamen durdu.
Naçizane şahsım da o günlerde Başbakan Rutte’ye, olayları kınayan ve konuyu açıklayan bir mektup göndermiştim. Başbakan Rutte, mektubuma verdiği cevabının sonunda ‘Bir gün gelir taşlar yerine oturur’ gibi bir ifade kullandı.
RUTTE’NİN UNUTAMAYACAĞI SON ZİYARET
Yukarıda anlattığım olaylar yaşandıktan iki gün sonra, Hollanda’daki ünlü işadamlarımızdan Turgut Torunoğulları’nın düzenlediği bir toplantıya gelen Hollanda Dışişleri Bakanı Bert Koenders’in, meydana gelen gerginliği yumuşatmış ve ilişkiler daha sonra normale dönmüştü.
İlişkiler normale dönmüştü ama, Hollandalı yetkililerin Türkiye konusundaki her açıklamaları sert ve düzeysizdi.
BARIŞ İÇİN BİR BAŞKA SAVAŞ MI GEREKTİ?
Gelişmelere bakılınca, ‘Hollanda ile Türkiye barışının sağlanması için bir başka savaş mı gerekliydi’ sorusu akla geliyor.
Evet, Hollanda Başbakaı Rutte, Rusya ile Ukrayna arasında patlak veren savaştan sonra, hem Putin ve hem de Zelenski ile iyi diyalogu olan Türkiye Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ile görüşmek için Ankara’ya gitti. 10 yıllık soğuk bir dönemden sonra Türkiye’yi ziyaret eden Rutte, hayatı boyunca unutamayacağı seremonilerle dolu bir ziyaret yaşadı.
Rutte’nin, her şeyden önce Atatürk’e saygı duruşunda bulunmak için gittiği Anıtkabir’deki davranışları, onun duygusallığını da ortaya koydu.
Ankara’da havalimanında karşılanışı sırasında yapılan seremoninin etkisinde kalan Mark Rutte, buradan direkt olarak Atatürk’e saygı duruşunda bulunmak için Anıtkabir’e gitti.
Anıtkabir’e Aslanlı Yol’dan girişi kısa ve yavaş adımlarla uzun süren Rutte, Mozole’ye çelenk koyarken çok heyecanlıydı.
Rutte, daha sonra Anıtkabir Özel Defteri’ne şunları yazdı: “Mustafa Kemal Atatürk’ün hatırasını onurlandırmak için yeni bir fırsatla Anıtkabir’e geri geldiğim için kendimi ayrıcalıklı hissediyorum.
Hollanda, yüzyıllardır milletlerimizi birleştiren tarihi bağlara büyük değer veriyor ve halklarımız arasındaki dostluğu sürdürmeye kararlı.”
Anıtkabir’deki anılar fotoğraflanırken de çok heyecanlı ve duygusal görünen Rutte, Cumhurbaşkanı Erdoğan ile görüşmek için Külliye’ye gitti.
Karşılanış seremonisinde de, 21 pare top atışı sırasında heyecanlandığı görülen Rutte, İstiklal Marşımız ve Hollanda Milli Marşı’nın okunmasından sonra Muhafız Alayı Tören Kıtası’nı selamladı.
Törende, tarihte kurulan 16 Türk devletini temsil eden bayraklar ve askerler de yer aldı. İki ülke heyetlerinin takdimi sonrasında Erdoğan ve Rutte, merdivenlerde Türkiye ve Hollanda
bayrakları önünde gazetecilere poz verdiler.
Karşılama töreninin ardından, Cumhurbaşkanı Erdoğan, Hollanda Başbakanı Rutte ile baş başa görüştüler.
Cumhurbaşkanı Erdoğan ile yapılan görüşmeden sonra yaptığı açıklamada, Türkiye ve Erdoğan’ı öven Rutte, “Türkiye bu ihtilafta kilit bir rol oynuyor. Sayın Erdoğan’ın bu rolü üstlenmesinden ötürü teşekkür ediyorum. İki ülkeye açık hattı olan nadir ülkelerden Türkiye’yi arabuluculukta desteklediğimizi söylemek isterim” dedi.
Rutte daha sonra, “Halihazırda dünyadaki diğer ülkelerde daha fazla mülteci barındırıyorsunuz ve bunun için de teşekkür etmek istiyorum. Bu akşamki görüşmelerimiz ilişkilerimizi daha fazla geliştirdi. Türkiye yapabileceği her şeyi zaten yapıyor. Çok kritik bir rol oynuyor. Hem Putin ve hem Zelenski ile teması olan ender ülkelerden. İki ülke ile de muteber bir rolü var. İki ülkeye açık hattı olan nadir ülkelerden. Türkiye’yi bu yolda desteklediğimizi söylemek isterim. Çavuşoğlu vesilesiyle de hem Rusya hem Ukrayna ile müzakereleri sürdürüyor.” ifadelerini kullandı.
Rutte, yerli ve yabancı medya mensuplarına yaptığı açıklamada şunları da anlattı:
“Kilit ekonomik ortaklarız. 8’den 11 milyara artan bir ticaret hacmi gördük. Ara hedef olarak 15, nihai hedef olarak 20 milyar dolar belirledik. Bugünkü odağımız sadece ikili ilişkilerimiz değildi. Dünyada olanlara da odaklandık. Çünkü çok taraflı düzeyde de birlikte çalışıyoruz. İki ülke de NATO üyesi. Türkiye ittifak için çok büyük siyasi ve ekonomik önemi haizdir.”
Rutte, Montrö ve Boğazlar konusunda şöyle dedi: “Türkiye, Boğaz’dan gemilerin geçişi konusunda Montrö Sözleşmesi kapsamındaki gerekli yükümlülüklerini de yerine getirmişti. Bu rol sebebiyle de tebrik ve teşekkür etmek istiyorum.”
Türkiye’nin, yapılabilecek her şeyi yaptığına inandığını belirten Rutte şöyle devam etti: “Halihazırda dünyadaki diğer ülkelerde daha fazla mülteci barındırıyorsunuz ve bunun için de teşekkür etmek istiyorum. Bu akşamki görüşmelerimiz ilişkilerimizi daha fazla geliştirdi. Türkiye yapabileceği her şeyi zaten yapıyor. Çok kritik bir rol oynuyor. Hem Putin ve hem Zelenski ile teması olan ender ülkelerden. İki ülke ile de muteber bir rolü var. İki ülkeye açık hattı olan nadir ülkelerden. Türkiye’yi bu yolda desteklediğimizi söylemek isterim. Çavuşoğlu vesilesiyle de hem Rusya hem Ukrayna ile müzakereleri sürdürüyor.”
Basın toplantısında elleri cebinde olan bir Hollandalı gazeteci, Başbakan Rutte’ye, “Türkiye‘nin Rusya‘ya karşı yaptırımlara katılmaması hakkında ne düşünüyorsunuz” bilinçsiz sorusu, Rutte tarafından şöyle cevaplandı:
“Türkiye yapabileceği her şeyi yapıyor. Çok kritik bir rol oynuyor. Hem Putin hem de Zelenski’yle teması olabilen bir ülke. Rusya’nın saldırganlığını alenen kınadı. İki ülke ile de muteber bir rolü var. İki ülkeye açık hattı olan nadir ülkelerden. Bu sebeple de Türkiye’yi bu yolda desteklediğimizi söylemek isterim. Dışişleri Bakanı Çavuşoğlu her iki ülkede girişimini sürdürüyor. Biz bu çabaları destekliyoruz.”
Rutte’nin, hayatında en çok soru cevapladığı basın toplantısındaki son sözleri şunlar oldu: “Bombardıman, misket bombaları ve bunların masum mağdurlara yöneltilmesi devam ediyor. Bu yüzden de Rusya’ya yaptırımlarla baskı uygulamaya devam edeceğiz. Aynı zamanda Ukrayna‘ya kendisini savunması için silah tedarikiyle bu baskıyı uygulamaya devam edeceğiz. Aynı zamanda insani yardıma devam edeceğiz. Uçuşa yasak bölge veya NATO’nun asker göndermesi bu bizi doğrudan açık bir itilafa sokacaktır ve dolayısıyla mümkün değildir. Türkiye BM yaptırımlarını uyguluyor. Türkiye’nin burada coğrafi konumu sebebiyle özel bir konumu var. Tabii ki Suriye‘deki angajmanı sebebiyle. Türkiye’nin tüm yaptırımlarını uygulamasını arzu ederiz ancak Türkiye’nin şu anda liderlik rolü oynamasından memnunuz.”
Yukarıda, Hollanda Başbakanı Rutte’nin konuşmalarını okudunuz. Cumhurbaşkanımız Recep Tayyip Erdoğan’ın açıklamalarından birkaç satır şöyle:
“Görüşmelerimizde ikili ilişkilerimizin çeşitli yönlerini değerlendirdik. Türkiye AB ilişkileri ile birlikte küresel meselelerde fikri teatisinde bulunduk. Ukrayna’daki gelişmeleri ayrıntılı şekilde ele aldık. Sayın Başbakan ile Türkiye’nin Ukrayna ile Rusya arasında yürüttüğü diplomatik çabalarla ilgili bilgi verdim.”
“Krizin başından beri sağduyu de diyalog çağrısı yaptık. Maalesef Ukrayna’daki insani dram artarak devam ediyor. Bu gidişata bir an evvel son verilmesi için yoğun bir diplomasi trafiği yürütüyoruz. Zelenski ve Putin ile temaslarımı sürdürüyorum. Şartların zorluğunun farkındayız. Diplomasiyi tek çıkış yolu olarak gören samimi girişimlerimizi bundan sonra da sürdüreceğiz.”
“NATO müttefikimiz Hollanda ile ilişkilerimiz ve bölgesel konulardaki diyaloğumuzu geliştirme konusunda ortak iradeye sahibiz. Ticaret hacmimiz yüzde 30’a yakın artışla 11 milyar dolara ulaştı. Bu şekilde 2016’da belirlediğimiz 10 milyar dolar hedefini aşmış oluyoruz. Şimdi ilk etapta 15, ardından 20 milyar dolar hedefini birlikte ortaya koyduk. Hollanda 27.5 milyar dolarla Türkiye’ye en çok yatırım yapan ülke konumundadır. AB’nin çıkar hesaplarına teslim olmadan artık üyelik müzakere fasıllarını açmasını, gümrük birliğinin güncellenmesi müzakerelerinin süratle başlamasını istiyoruz.”
“Bunları görüşeceğim NATO üyesi ülkelere tekrar tabii açacağız. Kendilerine bu konuyu ısrarla söyleyeceğiz. Eğer NATO’da berabersek dayanışmamızı ortaya tam manasıyla koymamız lazım. Özellikle de savunma sanayiine yönelik atılacak adımlarda NATO ülkeleri olarak dayanışma içinde olmamız lazım. Artık dünyada savunma sanayiinde hiçbir ürünü tek başına yapmıyor. Nitekim şu anda Rusya-Ukrayna savaşında da bunu gördük. Bundan sonra da kim bilir nerelerde, neyi göreceğiz. Libya‘da, Azerbaycan‘da bunu gördük. Temennimiz o dur ki bunların olmadığı, barışın egemen olduğu dünyayı hep birlikte kuralım. Bu şu anda konuşuluyor. Ama bununla ilgili olarak birinci derecede Milli Savunma Bakanlığımız her tedbiri alıyor. Gereği neyse yapılacaktır ve yapılmaktadır.”
Şimdi isterseniz bir de Hollanda medyasının yayınlarına AA’nın değerlendirmesiyle bakalım.
HOLLANDA MEDYASI
Hollanda Başbakanı Mark Rutte‘nin 10 yıl aradan sonra Ankara‘ya ilk kez gerçekleştirdiği ziyaret, Hollanda basınında 2017 yılından bu yana gergin olan iki ülke ilişkilerinin yumuşatılması konusunda önemli bir adım olarak değerlendirildi.
Hollanda medyasına göre, geçmişte yaşanan diplomatik gerilim artık geride kaldı. Türkiye‘nin Ukrayna‘da devam eden savaşın durdurulması için önemli bir rol oynayabileceğine işaret eden medyaya göre, Rutte’nin ziyareti, Batı ile yeniden yakınlaşmaya çalışan Erdoğan için de fırsat oldu.
Yayın organlarının hemen hemen tamamı, Erdoğan’ın Rutte’ye kollarını açtığını ve onu hararetle karşıladığını belirten başlıklar attılar.
Kamu yayıncısı NOS, “Rutte, Erdoğan’ı Ukrayna’daki savaşı sona erdirme çabalarından dolayı övdü” başlığıyla duyurduğu haberde, Hollanda Başbakan’ının Ankara ziyaretine, yapılacak olan NATO liderler zirvesinin damga vurduğu belirtildi.
NOS, Rutte’nin, savaşı diplomasi yoluyla bitirme çabaları nedeniyle Erdoğan’ı övdüğünü ve Suriye‘den gelen mültecileri kabul ettiği için Türkiye Cumhurbaşkanı’na teşekkür ettiğini de bildirdi.
İki ülke arasında 2017 yılından bu yana yaşanan diplomatik gerilime atıfta bulunan Hollanda Televizyonu, “Bugün ikisi arasında herhangi bir düşmanlık belirtisi yoktu. Hollanda başbakanı, ‘Zaten güçlü olan ilişkimizi daha da derinleştirdik’ dedi” görüşüne yer verdi.
NOS’un yorumunda, Türkiye’nin, Ukrayna’daki savaşı durdurmak için NATO adına önemli bir rol oynayabileceği vurgulandı ve Erdoğan için şunlar yazıldı:
“Türkiye’nin aşağı yukarı tarafsız konumu NATO için değerli olabilir. Arabulucu rolü Erdoğan’a çok yakışıyor. Kendisini dünya sahnesinde önemli bir oyuncu olarak sunma arzusuyla tanınıyor. Bölgede rol oynayan, Doğu’ya ve Batı’ya saygı duyan biri.”
Ancak son yıllarda Türkiye Cumhurbaşkanı’nın Batı’dan uzaklaştığına dikkati çekilen yorumda, “Erdoğan son zamanlarda, Avrupa ve ABD ile yeniden bağlantı kurmaya çalışıyor. Muhtemelen kendi ülkesindeki statüsünü de yükseltmek için Batı’ya karşı biraz daha hoşgörülü. Türkiye mali sıkıntı içinde ve bu da Erdoğan’ın popülaritesine zarar veriyor” dendi.
Hollanda Televizyonu, bu nedenle Erdoğan’ın Ukrayna’daki savaşı mükemmel bir fırsat olarak gördüğünü belirterek “Türkiye, NATO adına arabuluculuk yapmak için ideal bir konuma sahip önemli bir ülke” görüşüne yer verdi.
Hollanda’nın önde gelen gazetelerinden De Telegraaf da, “Erdoğan, Ankara ziyaretinde Rutte’yi kollarını açarak karşıladı” başlığıyla verdiği haberde, ikili ilişkilerdeki gerilimin geride kaldığını vurguladı.
Rutte’nin, Türkiye’yi, hem siyasi hem de askeri açıdan önemli bir NATO müttefiki olarak nitelendirdiğini belirten gazete, Rutte’nin, Ankara’nın Montrö Sözleşmesi’ne saygılı tutumundan da övgüyle söz etti.
Rutte’nin, Türkiye’deki Suriyeli mülteciler konusunda, “Dünyada bu kadar çok mülteciyi kabul eden başka bir ülke yok” sözlerine de yer veren De Telegraaf, ziyarette, iki ülke ilişkileri konusunda da sıcak mesajlar verildiğini aktardı.
Hollanda’nın, 27,5 milyar dolar ile Türkiye’deki en büyük dış yatırımcı olduğunun altını çizen gazete, geçen yılki ticaret hacminin yüzde 30 artarak 11 milyar dolara ulaştığını kaydetti.
Gazete, Erdoğan’ın, Türkiye ile Hollanda arasındaki “muazzam ticaretten” söz ettiğine belirterek, Cumhurbaşkanı’nın , “2016 yılında belirlediğimiz 10 milyar dolarlık hedefi de aştık. Yeni hedefimiz 20 milyar dolar” sözlerine yer verdi.
De Telegraaf, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın, Hollanda ile işbirliğini her alanda arttırmak istediklerini söylediğini de aktardı.
Hollanda’nın en büyük haber portalı Nu.nl, Ankara ziyaretini, “Rutte Türkiye ile daha iyi ilişkiler istiyor” başlığıyla duyurdu:
“Rutte, Hollanda ve Türkiye arasındaki zorlu ilişkiyi yeniden başlatmak istiyor. Rutte’ye göre Türkiye ile ilişkilere pragmatik olarak bakılmalıdır. Yıllar sonra ilk kez Türkiye’nin başkenti Ankara’ya giden başbakan, ‘İlişkilerimiz her zaman özel olarak kalacak’ dedi.”
Haberde, Hollanda ile Türkiye arasındaki siyasi bağların son yıllarda pek iyi olmadığına işaret eden Rutte’nin “Ama kendi başınıza boğulmaya devam edemezsiniz. Ayrıca, bazı şeyleri affetmeden ve unutmadan ilişkiyi yeniden başlatmaya çalışmalısınız” açıklaması da yer aldı.
Haber portalı, Hollanda Başbakanı’nın, “Türkiye, NATO içinde önemli bir ortaktır. Ülke, NATO’nun güneydoğu kanadının savunması için büyük önem taşıyor. Ayrıca Hollanda ile Türkiye arasındaki ticari bağlar çok güçlü” dediğini de aktardı.
RTL Haber kanalı da, Rutte’nin Ankara ziyaretinin neden önemli olduğuna ilişkin kapsamlı bir haber yayınladı.
RTL Haber’e göre, Erdoğan’ın Hollanda’yı “Nazi artığı ve faşistlikle” suçladığı, öfkeli Türk vatandaşlarının portakal bıçakladığı “çılgın süreç” sonrası gerçekleşen ziyaret, özellikle Ukrayna sorunu açısından büyük önem taşıyor.
Haberde, Türkiye uzmanı Prof. Dr. Erik Jan Zürcher’in, “Hollanda’nın Ukrayna’daki savaş nedeniyle baltayı gömmeye hazır olduğu” görüşüne yer verildi. Zürcher, şu yorumda bulundu:
“Başbakan Rutte’nin ziyareti Erdoğan’ı mümkün olduğunca Batı tarafına çekmeli. Rutte, Rusya‘ya yönelik yaptırımlara katılmayan Türkiye’nin mümkün olduğunca NATO ve AB ile uyum içinde olmasını istiyor. Erdoğan’ın tavrı yaptırımları etkisiz hale getiriyor. Türkiye ve özellikle İstanbul, hala dış dünyaya turist, mülteci veya askerlikten kaçmak için gitmek isteyen tüm Rusların rotası haline geldi.”
RTL Haber’e göre, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın öncelikli hedefi, ekonomik krize rağmen 2023 seçimlerini kazanmak. Prof. Dr. Zürcher, Türkiye’nin, ekonomik olarak kaybetse de, siyasi olarak bu savaştan kazanacağı çok şey olduğunu düşünüyor.
Hollandalı profesöre göre, Erdoğan’ın hem Rusya hem de Ukrayna ile olan ilişkileri, onu birdenbire bu savaşta çok önemli bir oyuncu haline getiriyor. Bu aynı zamanda Erdoğan’a Türkiye ile Batı arasındaki bağları güçlendirme fırsatı da veriyor. Böylece ülkesini yeniden yabancı para için cazip bir yatırım ülkesi haline getirmeyi hedefliyor.
Ulusal gazetelerden Algememeen Dagblad da, ziyaretin en önemli noktasının, Erdoğan’ın Ukrayna ile Rusya arasındaki arabuluculuk rolü olduğuna vurgu yaptı.
Ziyaret öncesi gazeteye konuşan uzmanlara göre, Türkiye – Hollanda ilişkilerindeki gerilimin bir anda ortadan kalkmayacağı düşünülürken, Ukrayna’daki savaşın her şeyi değiştirdiğinin altını çizdi.
Gazete, Ukrayna’ya insansız hava araçları temin eden Türkiye’nin, bir yandan da hem Rusya hem de Kiev yönetimi ile iyi ilişkileri nedeniyle “kilit rol” oynadığına dikkati çekti.
Gazeteye konuşan bir başka Türkiye uzmanı Nienke van Heukelingen, “Türkiye muhtemelen bu konuda bir şeyler yapabilecek tek NATO ülkesidir. Bu, Erdoğan’ı Hollanda için de önemli kılıyor. Türkiye, gerilimi düşürme girişimleri için en iyi referanslara sahip. Erdoğan da bu rolü üstlenmeye çalışıyor ama Putin’in izin verdiği kadar ileri gidebilir” dedi.
Algemeen Dagblad gazetesi, Rutte’nin, “Türkiye’nin NATO’nun doğu kanadını savunmadaki önemini vurgulayan” sözlerine atıfta bulunarak, van Heukingen’in, “Karmaşık olan da bu rol. Türkiye konum açısından vazgeçilmez, ancak Erdoğan’ın Putin ile olan iyi ilişkisi nedeniyle Ukrayna’ya Türk askeri müdahalesi zor” sözlerine yer verdi.
Belçika‘da yayımlanan HLN gazetesi de, ziyareti, “Türkiye, AB’den üyelik müzakerelerini yeniden başlatmasını istedi” başlığıyla duyurdu.
Erdoğan’ın, Hollanda Başbakanı Rutte ile yaptığı görüşmede, “AB’nin katılım müzakereleri faslını hızla açmasını ve gümrük birliği müzakerelerine başlamasını bekliyoruz” dediğini aktaran gazete, şu yorumda bulundu:
“Erdoğan’ın açıklamaları, Rusya’nın Ukrayna’yı işgalinin, arabuluculuk çabalarının bir sonucu olarak Ankara’yı yeniden uluslararası üne kavuşturduğu bir dönemde geldi.”
NATO ZİRVESİ
Rutte’nin Ankara’yı ziyaretinden iki gün sonra Brüksel’de yapılan NATO Zirvesi’de bir araya gelen 30 ülkenin liderleri, sorunların ele alınışından önce ve sonra, ikili görüşmeler yapmak için birbirleriyle yarıştılar. Tabii ki, en çok temas kurulmak istenen kişi ABD Başkanı Biden idi. Liderlerin sırf el sıkmak da olsa en çok görüşmek istedikleri ikinci kişi Türkiye Cumhurbaşkanı Erdoğan oldu. Öyle ki, alışılagelmiş merdiven fotoğrafı çekilirken bir araya gelen liderlerden bazılarının, Erdoğan ile el sıkışmak için üç beş basamak aşağı indikleri görüldü. Biden ile Erdoğan’ın göz göze gelip tam el sıkışacakları bir sırada araya giren Nato Genel Sekreteri Stoltenberg ile Fransa Başkanı Makron’a rağmen, ABD Başkanı Biden, Erdoğan’a doğru uzandı ve elini sıkarak hatır sordu.
Bu durum karşısında insan ister istemez soruyor. Türkiye’yi ve haliyle Erdoğan’ı her zaman ağır ve sert bir şekilde eleştiren liderler, Erdoğan’ın bunduğu ortamlarda, onunla el sıkışmak ve konuşmak için neden sıraya giriyorlar acaba?
Bugün, ‘savaş suçlusu’ olarak gördükleri ve küfürler yağdırdıkları Putin ile, yarın bir araya geldikleri zaman, onunla el sıkışmak için yine sıraya gireceklerine inandığım bu liderler, sırf halklarına hoş görünmek için popülizm yapmaktan ne zaman vazgeçecekler acaba?
…VE RUTTE LİMOZİNDEN BİSİKLETİNE DÖNDÜ

Hollanda’daki günlük yaşamında, koruma kullanmayan ve işine bisikleti ile gidip gelen Rutte,
Türkiye’deki şaşaalı karşılamalardan sonra döndüğü ülkesinde, yeniden bisikletine döndü.
10 gün önce yazdığım Kölelik ve sömürgecilik için özür yazısı:
13 YIL ÖNCE KOLECİLİK VE SÖMÜRGE ÖZÜRÜ DİLEMEYEN HOLLANDA ŞİMDİ ÇARK ETTİ…
BU NE PERHİZ, BU NE LAHANA TURŞUSU?
13 yıl önce ‘Köle ticareti ve sömürgecilik’ için özür dilemeyen Hollanda, şimdi özür diliyor. Ama bir şartla: Sorumluluk ve tazminat yok.
13 yıl önceki Dışişleri Bakanı Maxime Verhagen, Endonezya’da yaşananlar için , ”Ben o zaman doğmamıştım. Sadece üzüntümü dile getiririm. Özürü 1947’deki hükümet dilesin” demişti.
13 yıl sonra şimdiki Başbakan Mark Rutte, Hollanda’nın kölelikte oynadığı rol için hükümet adına özür diledi.
İlhan KARAÇAY yazdı:
13 yıl önce ‘de Volkskrant’ adlı gazetede, ara sayfalarda tek kolonluk bir haber yakalamıştım. Hollanda Dışişleri Bakanı Maxima Verhagen, bir Endonezya gezisi sonrasında, sömürgecilik ve kölelik konusunda özür dilemesini bekleyen halka, “Çok duygulandım. Ama ben o zamanlar çocuktum. Şimdi hükümetim adına sadece üzüntülerimi belirtirim. Özürü 1947’deki hükümet dilesin” şeklinde ilginç bir yanıt vermişti.
13 yıl sonra bugün, ‘Bu ne perhiz, bu ne lahana turşusu’ dedirtecek bir gelişme yaşandı ve Hollanda hükümeti sadece Endonezya’dan değil, sömürge ve köle olarak kullandığı tüm ülkelerden özür dileme kararı aldı.
İsterseniz önce, bu son gelişme hakkında Veyis Güngör’ün yazdığı yorumu okuyalım, sonra da 13 yıl önceki durumu anlatan haberimi…
Köle ticareti, sömürgecilik ve özür dilemek
2022 yılının sayılı günlerinde, “köle ticareti, sömürgecilik ve tarihsel geçmişle yüzleşme” tartışmaları, Hollanda gündeminin ana konularından birisi oldu.
19 Aralık’ta Başbakan Mark Rutte’nin Lahey’deki Ulusal Arşiv binasında özel davetlilere yaptığı yirmi dakikalık konuşma, tartışmaların ana fikrini oluşturdu.
Rutte konuşmasında, köleliği insanlık suçu olarak tanımlayıp, Hollanda’nın kölelikte oynadığı rol için hükümet adına özür diledi.
Ancak, Başbakan Rutte’nin dilediği özür, bazı kesimler tarafından, özellikle ülkedeki Surinamlı kuruluşlar başta olmak üzere, Hollanda’nın eski sömürgeleri Surinam, Sint Maarten ve Curaçao tarafından eleştirildi.
1 Temmuz 2023 tarihine dikkat çekilerek, -ki bu tarih Hollanda sömürgelerinde köleliğin sonlanmasının 150. Yıldönümü-, özür açıklamasının erken olduğu ve ertelenmesi dillendirildi.
Başbakan Rutte’nin özür dilemesiyle başlayan tartışmalara ve daha önceki özür dileme girişimlerine girmeden önce, bir iki cümleyle Hollanda sömürgeciliğini hatırlayalım.
Bilindiği üzere, Hollanda’nın ‘Altın Çağı’ olarak anılan 17. yüzyıldan itibaren, Hollandalı tüccarlar Afrika ve Asya’dan 600 binden fazla insanı kaçırıp, köleleştirmişlerdi. Bu yüzyılda, Hollanda’da refah olağanüstü artmıştı. Hollanda ekonomisi büyümüştü. Söz konusu refah artışında ve ekonominin iyileşmesinde köle ticareti önemli rol oynamıştı. Bazı araştırmacılar, bu rolün asla unutturulmamasını salık veriyorlar.
Hollanda’nın köle ticareti ve sömürge geçmişinden özür dileme girişimi yeni olmayıp, uzun süredir devam eden bir hareket. En son, geçtiğimiz Kasım ayında, Lahey Belediye Başkanı Jan van Zanen, siyasi başkent olarak, ülkenin köle ticareti ve sömürü geçmişinde oynadıkları rol için özür dilemişti.
Daha önce, 1 Temmuz 2021’de Amsterdam Belediye Başkanı Femke Halsema da, Amsterdam’ın, kölelik tarihinde oynadığı rolden dolayı özür dilemişti.
Rotterdam Belediyesi ve Hollanda Merkez Bankası da kölelik geçmişinde oynadıkları rol için özür dilemişlerdi. O zaman akil adamlar soruyorlardı: Özür dileme sırası hükümete gelmedi mi?
Peki, Hollanda’nın kölelik ticareti ve sömürge geçmişinden özür dilemek, geçmişle yüzleşmek nereden icap etti böyle?
Bu sorunun cevabını ararken iki sebeple karşılaşıyoruz.
Bu sebeplerden birincisi, geçen yıl Hollanda hükümetinin isteğiyle kurulan ‘Bağımsız Uzmanlar Kurulu’nun yayınladığı raporda, “köle ticaretinin insanlık suçu teşkil ettiği” vurgusunun yapılması ve Hollanda halkının köle ticaretiyle ilgili yeterli bilgiye sahip olmaması, bunun giderilmesi için okullarda eğitim verilmesi.
İkincisi sebep ise, Hollanda Kralı Willem-Alexander’ın, Kraliyet Ailesi’nin de ülkenin kölelik tarihindeki rolünün araştırılması için talimat vermiş olması.
Köle ticareti ve sömürgecilikle ilgili özür dilemeler ve son olarak Başbakan Rutte’nin özür dilemesi, Uzmanlar Kurulu’nun raporu ve Kral’ın talimatı, köle ticareti ve sömürgecilikte kilisenin rolünün de tartışmasını beraberinde getirdi. Özellikle, Protestanlar, kölelik sürecinde kilisenin oynadığı rolün araştırılmasını istiyorlar.
Hatırlanacağı üzere, Hollanda’da özür dileme furyası, bunlarla sınırlı değil.
Hollanda, II. Dünya Savaşı’nda hayatta kalıp Hollanda’ya geri dönen Yahudilere karşı davranışlardan dolayı 2000 yılında, özür dilemişti.
2011 yılında da, 1947’de Hollandalı askerlerin Java’nın Rawagede köyünde yaptıkları kanlı katliam için özür dilerken, 2020 yılında da Holokost 1933-1945 döneminde, Hollanda hükümetinin tutumundan dolayı özür dilemişti. En son 2022 yılında, 1945-1949 yılları arasında Endonezya bağımsızlık savaşında kullanılan aşırı şiddet ve Hollanda’nın 1995’te Srebrenitsa‘daki başarısızlığı için özür dilenmişti.
Köle ticaretini ‘bir insanlık suçu’ olarak kabul etmek, ilan etmek, özür dilemek ve bunun gereğini yapmak elbette insani, vicdani ve bir o kadar da erdemli bir davranıştır. Özür dilemek, acıları ortadan kaldırmaz. Ancak, Uzmanlar Kurulu sözcüsü Dagmar Oudshoorn’un dediği gibi, “Tarihi geri döndüremeyiz. Ancak, bugün de kötü sonuçları hissedilen bu tarihi adaletsizliğin, mümkün olduğu kadar düzeltilmesi için irade beyanında bulunmak ve bunu bir politika için çıkış noktası yapmak mümkün”dür.
2009’DA ÖZÜR DİLEMEMEKTE DİRENİYORLARDI
Yukarıdaki yorumda, ’Peki, Hollanda’nın kölelik ticareti ve sömürge geçmişinden özür dilemek, geçmişle yüzleşmek nereden icap etti böyle?’ diye sormuştu dostum.
2009 yılına kadar, özür dilememekte direnen Hollanda için, bakınız ben o zaman ne yazmıştım.

VERHAGEN, ASKERLERİNİN YAPTIĞI KİTLE KATLİAMI İÇİN ÖZÜR BEKLEYEN EndOnEzyalilar’a, ”Ben o zaman doĞmamIŞtIm. Sadece ÜZÜNTÜMÜ DİLE GETİRİRİM. ÖZÜRÜ 1947’Dekİ hÜKÜMET DİLESİN” dedİ.
AMSTERDAM,- DÜNYA’nın Hollanda temsilcisi İlhan Karaçay, Ermeniler’in soykırım iddialarına boyun eğen ‘özürcüler’e ve Batılılara ders niteliğinde olan bir haberi yakaladı.
15 Ocak 2009 tarihinde, Hollanda’nın ciddi gazetelerinden De Volkskrant’ta yayınlanan bir haberi yakalayan İlhan Karaçay, Hollanda Dişişleri Bakanı Maxime Verhagen’in, Ermeniler’den özür dileme lüksüne düşenler ile Batılılara ders olacak nitelikteki sözlerini süzgeçten geçirdi.
Konu, Hollandalı askerlerin 1947 yılında Endoneya’nın Rawa Gede köyünde işledikleri bir kitle katliamı için özür dilenmesinin istenmesiydi. Hollanda Dışişleri Bakanı Vergahen’in Endonezya’ya yaptığı ziyeret sırasında, Rawa Gedeli yaşlı kadınlar ile buluştuğu sırada özür dilemesi istendiği zaman söylediği, “Ben o zaman doğmamıştım. Sadece üzuntümü dile getiririm. Özrü 1947’deki hükümet dilesin” dediği haber, De Volkskrant gazetesinde aynen şöyle yayınlandı:
ÖZÜR DİLEMEM, ÜZÜNTÜMÜ BELİRTİRİM
Bir otobüs dolusu Endonezyalı çok yaşlı kadın, Hollanda Dışişleri Bakanı
ile konuşmak için, Rawa Gede köyünden Jakarta’ya bir yolculuk yaptı. Bakan Maxime Verhagen onları üç çeyrek saat dinledi. Bakan, kadınların anlattıklarının etkisi
altında kaldığını ve duygulandığını belirtti. “Sizi can kulağı ile dinledim”
dediği 80 yaşın üzerindeki kadıları köylerine uğurladı.
Kadınlar, bu kez de “özür” kelimesini duyamadılar. Hollanda, Bakan
Verhagen’in ağzından, 1947 yılında, kendi askerlerinin bu köyde işlediği
kitle katliamı için,“üzüntü” hatta “derin üzüntü” duyduğunu bir kez daha açıkladı. Aynı üzüntü, 2005 yılında da daha önceki Bakan Bot tarafından dile getirilmişti.
Geçen aralık ayında Hollanda’nın Jakarta Büyükleçisi Van Dam da bu kadarla yetinmişti.
Verhagen, tüm zorlamalara rağmen duygu dolu bu “özür” kelimesini
kesinlikle ağzına almadı. Bir çok kez, ”İki kelime arasında farklılık var” diyen Verhagen,
‘özür’ ile geçmişte yaşananların sorumluluğunun üstelenilmiş olunacağını
ve Hollanda hükümetinin bunu kabul etmediğini belirtiyor ve ekliyor.
“Bu, ancak 1947’deki Hollanda hükümetinin sorumluluğudur” diyor.
“Ben 1956’da doğdum. Bu tarihi olay Ben doğmadan yaşanmış. O zaman
yaşananlardan biz sorumlu değiliz.” diyen Bakan, burada sadece politik bir
mirastan söz edilebileceğini belirtiyor ve hiç bir şeyi kabullenemeyeceğini
amaölenler için üzüntü duyduğunu ekliyor.
Kılı kırk yarmak gibi olacak ama, ‘özür’ yerine ‘üzüntü’ denmesinin
ikinci bir nedeni de, daha sonra doğacak olan tazminata bağlanıyor.
Peki Bakan tazminattan korkuyor mu? Bakan bu konuya yeniden girmek
istemediğini belirtiyor. Kendisinden önceki Bakan’ın Endonezya ile,
geçmişin üstüne bir çizgi çekilmesi konusunda anlaştığını, iki tarafın da tazminat talebinde
bulunmayacaklarını belirten Verhagen, Hollanda ile Endonezya arasında bir finansal
anlaşma olduğunu söyledi.
Hollanda tarihinde bir yüz karası daha…
BU DA SREBRENiCA’NIN SIRRI…
İlhan KARAÇAY yazdı:
Hollanda halkı, Srebrenitsa katliamı konusunda bugüne kadar belirsiz kalan gerçekleri, Milli Arşiv’in gizliliğinin kaldırdığı birkaç günden bu yana öğrenmeye başladı. Mavi Bereli Hollandalı askerlerin, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonraki en büyük katliam olan Srebrenitsa’daki yanlışı, ‘Devlet Sırrı’nın açıklanmasından sonra daha açık bir şekilde ortaya çıktı.
Açıklanan arşiv notlarında, Hollanda’nın o günlerdeki hükümetinin akibeti sezdiği ama lakayd kaldığı anlaşılıyor.
Şimdi size arşivdeki notlardan bazı paragraflar sunuyorum:
Srebrenica ismi, Hollanda Bakanlar Kurulu toplantısında, ilk kez 2 Nisan 1993 tarihinde duyulmuştu.
Hıristiyan Demokrat (CDA) partili Dışişleri Bakanı Peter Kooijmans, İslam halkına gitmekte olan yiyecek ve ilaçlara, Bosna-Sırp kuvvetlerinin el koyduğunu belirtmişti. İşçi Partili (PvdA) İçişleri Bakanı Ien Dales ise, ‘Hollanda bunun gerçekleşmesine seyirci kalırsa, tıpkı İkinci Dünya Savaşı’nın başlangıcında olduğu gibi, gelişmelere karşı gözlerini kaparsa elleri kirlenir’ şeklinde çok duygusal bir yanıt vermişti.
Dales, ‘Etnik temizlikten’ de söz etti.
Hollanda 1993’te, eski Yugoslavya’daki çatışmalarda bir transport birimi ile katkıda bulunuyordu. Bu birim, birbirleriyle savaşan tarafların zorluklarına karşı direnemiyordu. Hollanda parlamentosu, buraya vuruşmaya katılabilecek askerler ile F-16 savaş uçakları gönderilmesini onaylamak istiyordu.
Lubbers III kabinesi de bunu gerçekleştirdi.
Dışişleri Bakanı Kooijmans, kabine toplantısında yapılan tartışmalar sırasında, barışın diplomatik yolla gerçekleşmesinin imkâsızlaştığını, Birleşmiş Milletler ile Avrupa Birliği’nin, ‘Güvenlik Bölgesi’ için anlaştığını belirtti. Aradan bir gün geçmeden İşçi Partili Kalkınma ve İşbirliği Bakanı Jan Pronk, Srebrenitsa’da, Bosnalı Sırplar’ın çok güçlendiğini ve Müslüman halkı katledeceğini söyledi. Pronk’un söylediği hemen gerçekleşmedi ama iki yıl sonra gerçekleşti.
Hollanda, Srebrenitsa’ya henüz asker göndermemişti. İşçi Partili Savunma Bakanı Relus ter Beek, oraya 150 Kanadalı Mavi Bereli’nin gideceğini belirtiyor. Dışişleri Bakanı Kooijmans, meslektaşı Ter Beek’e, oraya bir tabur hava kuvveti gönderirlip gönderilemeyeceğini soruyor.
Bakan Ter Beek, bunun 1993 sonunda gerçekleşebileceğini, ancak ortada bir sorunun bulunduğunu, paralı askerler ile mükellef askerlerin bu görevi gönüllü olarak kabul etmeleri gerektiğini söylüyor. Başbakan Yardımcıs İşçi Partili Wim Kok ile Dışişleri Bakanı Kooijmans, Savunma Bakanı’nın bu konuda kolları sıvamasını bekliyorlar.
Yıl sonuna doğru karar süreci güçleniyor. Zira, Bosna-Hersek Cumhurbaşkanı Aliya İzzetbegoviç, Hollanda’nın Birleşmiş Milletler gücüne katkı vermesi için Kooijmans’tan dilekte bulunmuş. Kooijmans bu istek için, ‘En kötü çözüm yolu’ demiş.
Savaş bölgesine askeri güç göndermek, Hollanda için çok kolay görünmüyordu. Kooijmans ve Ter Beek, kasım ayında bir tabur hava kuvveti gönderilmesi için Bakanlar Kurulu’nu zorluyorlar.Ter Beek, Birleşmiş Milletler Şefi Boutros-Ghali’in, kemdisinden bir zırlhlı araç taburu istediğini de söylüyor.
Ter Beek, Srebrenitsa’da bulunan 150-180 kişilik Kanadalı Mavi Bereli’nin yerini dolduracak bir paralı asker taburunun hazır olduğunu belirterek, Bakanlar Kurulu’ndan onay istiyor.
Başbakan Lubbers, başlangıçta sevkiyatı kabul ettiklerini, ancak görev dağılımı için, müttefikler ile yapılacak görüşmeleri bekleyeceklerini belirtiyor.
Bakanlar Kurulu, bu sevkiyatın finansal çözümünün de konuşulması gerektiği belirttikdikten sonra onay verdi.
Ama bu sırada ilginç bir haber geliyor. Savunma Bakanı Ter Beek, daha önce Bosna’ya göndermiş olduğu General Ruurd Reirtma’dan bir fax mesajı alıyor. Bu faks mesajında, Hollanda’dan gelecek olan askerlerin Srebrenica’daki ‘safe area’ya yerleştirileceği belirtiliyor. Ter Beek bunu kabul ediyor ve gelen mektubu Bakanlar Kurulu’na sunuyor.
Bakanlar Kurulu, bu mektubu sadece bilgi olarak kabul ediyor. Zira Kasım ayında verdikleri şartlar henüz yerine getirilmemiştir.
Hollanda Millet Meclisi, 1994’dün başında ‘Dutchbat I’ diye adlandırılan birliğin gitmesini onaylıyor. (Bu konudaki gizli notlar 2020 yılında açıklanacak.)
Hollanda, İçişleri Bakanı Ien Dales’in korktuğu gibi, bu konuya duyarsız kalınmamıştı. Ne yazık ki aynı Ien Dales, 1995’te meydana gelen katliamdan önce vefat etmiş ve o kahredici olayı yaşamamıştı.
Srebrenica’da Sırplar, 11 Temmuz 1995 günü 9 bine yakın Bosnalı Müslüman’ı hunharca katletmişti. Bu katliama göz yuman Hollandalı askerler, 15 temmuz günü Müslüman halkın isyanını da böyle seyretmişti.
HOLLANDA BARIŞ GÜCÜ’NÜN GÖZ YUMDUĞU SREBRENİTSA
İkinci Dünya Savaşı’nın ardından Avrupa’da yaşanan en büyük insanlık trajedisi olarak nitelendirilen Srebrenitsa soykırımı, aradan geçen 24 yıla rağmen Boşnakların kapanmayan yarası olmaya devam ediyor.
Bosna Hersek’in doğusundaki Srebrenitsa’da 11 Temmuz 1995’te başlayan, 8 bin 372 Boşnak sivilin Ratko Mladic komutasındaki Sırp askerler tarafından hunharca öldürüldüğü soykırım, sadece Bosna Hersek’te değil, tüm dünyada acının ve adalet arayışının sembolü haline gelmişti.
NASIL BAŞLADI?
Ratko Mladic komutasındaki Sırp birlikler, 11 Temmuz 1995’te Hollandalı Birleşmiş Milletler (BM) askerlerinin koruması altındaki “güvenli bölge” Srebrenitsa’ya girdi.
Lahey’deki Eski Yugoslavya Uluslararası Ceza Mahkemesinin (ICTY), aralarında Srebrenitsa soykırımının da bulunduğu birçok suçtan müebbet hapse mahkum ettiği Mladic’in,
11 Temmuz 1995’te yaptığı açıklama, sonraki birkaç günde olacakların habercisiydi.
Mladic, Sırp Bayramı arifesinde, şehri Sırp milletine hediye ettiklerini kaydederek, “Nihayet bu topraklarda Türkler’den (bölge Müslümanları için kullanılan ifade) intikam alma zamanı geldi.” ifadelerini kullanmıştı.
Sırplar, Srebrenitsa düştükten sonra 8 bin 372 Boşnak sivili katletti, çok sayıda kadın ve çocuk evlerinden sürüldü.

“ÖLÜM YOLU”
Srebrenitsa’nın düşmesinin ardından, bu şehirde yaşayan Müslüman halkın bir kısmı, bugünkü şehitliğin tam karşısında bulunan eski akümülatör fabrikasında konuşlanan Hollanda askerlerine sığınırken, bir kısmı da orman yolundan Boşnak askerlerin kontrolündeki bölgeye ulaşmayı denedi. Orman yolunu seçenlerin de, Hollandalı askerlere sığınanların da kaderi aynı oldu.
Yaşanan büyük katliamlar nedeniyle halk arasında “ölüm yolu” olarak da anılan orman yolunu tercih eden binlerce Boşnak, Sırp askerlerin kurduğu pusularda yaşamını yitirdi.
Hollandalı askerlere sığınanlar da eski akümülatör fabrikasındaki ilk gecenin ardından başlarına gelecekleri anladı. İlk gece fabrikaya giren Sırp askerler, Boşnakların kimlik kontrolünü yapıp keyiflerine göre bazılarını götürürken, eşlerinden ya da oğullarından ayrılan kadınların çığlıkları olacakların habercisiydi.
Ertesi gün Hollandalı askerlerin birkaç metre ilerisinde, kampın hemen dışında bekleyen Sırp askerler, kadın ve çocukları otobüslere bindirirken, erkekleri hemen orada ailelerinden ayırdı. Ailelerinden ayrılan erkekler, daha sonra katledilip farklı toplu mezarlara gömüldü. Kadın ve çocuklar ise yıllardır yaşadıkları evlerinden sürgün edildi.
HOLLANDA’NIN ROLÜ
Srebrenitsalı Boşnak sivillerin o dönem “tutunacak dal” olarak gördüğü Hollandalı BM askerlerinin rolü, aradan 24 yıl geçmesine rağmen bugün de tartışılıyor.
Şehrin Sırp güçlerince işgal edilmesinin ardından çekilen ve kamuoyunun da aşina olduğu görüntülerde, Hollandalı BM askerlerinin komutanı Thom Karremans’ın, 11 Temmuz 1995’te görüştüğü Mladic karşısında el pençe durması gözden kaçmıyor. Şehre giren Sırp askerlerine ateş açılması nedeniyle Karremans’ın adeta ifadesini alan Mladic’in, görüntülerin sonunda ise Karremans’a içki ısmarlaması ve ikilinin birlikte kadeh kaldırması dikkati çekiyor. Hollandalı askerlerin Srebrenitsa’dan uğurlanması öncesinde de Sırp komutanın, Karremans ve ailesine çeşitli hediyeler vermesi de bir başka detay olarak göze çarpıyor.
HOLLANDA MAHKEMESİNİN KARARI
Hollanda’da bir mahkeme ise 3 yıl önce, kasabada 300 Boşnak’ın öldürülmesinden Hollandalı BM askerlerinin doğrudan sorumlu olduğuna hükmetti.
Lahey kentinde görülen davada kararı okuyan Yargıç Larissa Alwin, Hollandalı BM barışgücü askerlerinin kontrolleri altındaki kamptan götürülen erkeklerin öldürüleceğini bilmesi gerektiğini, çünkü o dönemde de Sırpların savaş suçları işlediğine dair kanıtlar bulunduğunu vurgulamıştı.
Alwin, “Hollandalı BM barışgücü askerleri bu erkeklerin karargahtan götürülmesinde işbirliği yaparak yasalara aykırı davranmışlardır” demişti.Mahkeme Hollanda’nın 300 erkeğin yakınlarına tazminat ödemesi gerektiğine karar vermişti. Ancak mahkemeye göre, Hollandalı askerlerin Srebrenitsa’nın düşmesinden ve karargaha değil etraftaki orman arazisine sığınan diğer kurbanların ölümlerinden sorumlu tutulamazlardı.
Masaallah bir kitap olmuş eline saglik
Teşekkürler
Teşekkürler ve selamlar
Elinize ve Emeğinize sağlık gelişmiş ülkeler ırkçılık yapma göçmen işçilere karşı faşizan davranışlar gösterme lüksüne sahip olamazlar zira geçmiş yüzyıllarda sömürgecilik yapmadalardı bugün bu üçüncü Dünya Ülkeleri de gelişmiş ülkeler statüsünde olacaklar dolayısıyla başka ülkelerin topraklarda ekmek parası ve demokratik yaşam ortamı arıyor olmayacaklardı.Sevgi ve sağlıkla kalın (Mersin’deki Karaçay ailelerinin büyük çoğunluğunu da tanırım)💐🥰👋
Teşekkürler ve selamlar
Teşekkürler ve selamlar…
Neredeyse esberleyecegim o kadar akici yaziyorsunki bir daha okunuyor ellerine saglik bunu bir senaryo haline getirip dizi yapilsa baya reyting alir bende uzun zamandir neden yazmiyor diyordum demekki bunlari bir araya getirmekle mesguldun ellerine saglik selamlar.
Teşekkürler ve selamlar…