Sevgili okurlarım,
Birkaç hafta önce sizlere şöyle seslenmiştim;

Bir yazarın megalomanlaşıp kendini övmesi, görgüsüzlüğün ve bencilliğin daniskası olmalıdır.
Ne varki, naçizane şahsım, arada bir megalomanlaşıp kendimi övmeye çalışırım.
Aslında bu, benim değil, başkalarının övgülerini yansıtma isteğidir. Öyle ya, başkalarının söylediklerini ve yazdıklarını her yerde göremezsiniz. Kaldı kı, Google amcada yıllar boyu kalacak ve ölümsüzleşecektir.
Her yazara tabii ki övücü ve yerici mesajlar gelir. Her yazar da haliyle, genellikle kendilerini övenlerin mesajlarına yer verir. Ben de çok defa bana gelen övücü mesajları yayınlamışımdır.
“Elllerine sağlık, çok akıcı yazıyorsun,”, “Devlet sana ödül vermeli” ve “Benden pek çok yazar söz etti ama, bir de sizin akıcı kaleminizden okunmak isterim” gibi mesajları sizlere duyurmazsam, bir eksiklik yapmış olurum. Tıpkı bana, “Siz gazeteciliğin Van Gogh’usunuz” diyerek portreleyen bir hayran okurum gibi…
Bana gelen son iki mesajdan biri, çeşitli kuruluşlarda görev yapmış bir folklor araştırmacısı olan İrfan Ünver Nasrattınoğlu’dan, (soyad aynen böyle) diğeri de, iş dünyasında, siyasi kuruluşlarda ve Ocak’larda yer almış bir yazar olan Oğuz Çetinoğlu’dan geldi.

Yazıları, Ankara’da ANKHABER, Afyonkarahisar’da KOCATEPE, Silifke’de SESİMİZ, Diyarbakır’da MÜCADELE ve Mut’ta MUTTAN HABER’de yayınlanan Nasrattınoğlu şöyle başlamış mesajına:
“Belleğimdeki İlhan Karaçay, müstesna bir insandır. Bu yüzden sizin hakkınızda kaleme alıp, yayımlamayı düşündüğüm bir yazı taslağını ekte size gönderiyorum. Ben artık 87. yaşımı idrak ediyorum. Resmi ya da özel hiç bir görevim yok,artık. Sadece yazıyor, yazıyor, yayımlıyorum.”

KOCAELİ AYDINLAR OCAĞI haber portalında yazan Oğuz Çetinoğlu ise, gönderdiği mesajında, İsrail’in Lahey Adalet Divanı’nda yargılanması ile Divan’a Türkiye tarafından hediye edilmiş olan halı hakkında birer röportaj yapmak istediğini belirtmişti.
İşte, ben de sizlere bu dostların yazmış olduklarını sunarak, megalomanlığıma perçin vuruyorum.”

Bugün de sizlere, megalomanlığımı sürdürecek gibiyim. Zira bu kez, kalemi sivri ve kıvrak olan sevgili dostum Yavuz Nufel beni yazmış. Eeeee, ne yapayım, megalomanlığımı sürdüreyim ve Yavuz’un yazdıklarını da sizlere sunayım. Okumakla bitiremeyeceğiniz kadar çok uzun yazılara şöyle bir göz gezdirseniz de olur.
Kalın Sağlıcakla.

YAVUZ NUFEL YAZDI:
Tam 57 yıllık deneyimiyle, mesleğin inceliklerini ve gücünü en iyi şekilde kavramış, geçmişte gerçekleştirdiği eşsiz röportajlar ve cesur haberleri ile tanınmış İlhan abimiz, Hollanda’daki vatandaşların sesi olma misyonunu kusursuz bir şekilde yerine getirirken, her konuda sağladığı bilgi ve analizlerle takdir ve saygı topluyor.

Hollanda’ya Türk işçi göçünün 60 yıllık mazisinin 57 yılına tanıklık eden bir adam, Gazeteci, hani ‘hayatım roman olur’ sözünün anlam bulduğu bir adam.

Öyle bir İlhan Karaçay ki, o Hollanda’da haber peşinde koşarken ben İstanbul Pendik’te onun haberlerini okuyarak tanıdım kendisini…

İlk okulu yeni bitirmiş, bir yandan ayakkabı boyacılığı yapıyor, bir yandan da Pendik Merkez Cami altındaki kahvehanede askıcılık yapıyor, esnafa çay götürüyordum. O zamanlar çocuklar 4 aylık yaz tatilllerinde okul masraflarını çıkarmak, aile bütçesine katkıda bulunmak için, bir esnafın yanında çalışırdı. İşçi çocuk hakları falan hak getire, kimsenin zaten öyle bir hakkın olduğunu bile bilmediği yıllardı. Yaz tatili için bir yere gitmek bir kenara, 4 ay süresince hafta sonu bile bilmeden çalışırdı çocuklar.

Benim de, 70’li yılların başında başlayan ve orta okulu bitirene kadar, işte böyle yazlarım geçti.

Ayakkkabı boyacılığı, askıcılıkın yanında ben bir haber spikeriydim. Televizyonlar da yoktu. Vardı ama ben İlhan Karaçayı tanıdığımda test yayınları yeni başlamış, Pendik’te olsa olsa 5-10 evin çatısında TV anteni görülüyordu.

Askıcılık yaptığım kahvehanenin daimi müşterileri ihtiyarlar, kuşluk vaktı gelir, ikindi sonu evlerine giderdi. Her saat başı transistörlü radyodan “ajans” ( habeleri ) dinlerlerdi.

Her kuşluk vakti gelen 4-5 ihtiyarın hiç birinin okuma-yazması olmadığı için, kahvehaneye alınan gazeteleri elime tutuştururlar, (Mahreçlerinde Gazetecinin imzası adı haberin başına atılırdı ) köşe yazıları, üçüncü sayfa cinayet haberleri, pehlivan tefrikalarına kadar okuturlardı. O zamanlar Deniz Gezmişler, Başbakan Nihat Erimler, 12 Mart Muhtırası gündemde…

İşte o yıllarda gazeteleri okurken sık sık okuduğum haber başlığından sonraki ikinci cümle, “İlhan Karaçay Hollanda’dan bildiriyor” olurdu.

Haberinin olmadığı gün çok azdı. Unutamadığım haberlerinden birisi, Rotterdam’da bayram namazı sonrası, bir gurbetçinin bir başka gurbetçiyi öldürmesi idi. İhtiyarlar az yorum yapmadılar. “Sen oralara para kazanmaya git, hem de küskünlerin barıştığı bir günde bayram namazı sonrası adam öldür…”

Unutamadığım bir başka haber ise, Rotterdam’da iç savaşı andıran, Hollandalıların Türklerin kaldığı evlere ve işyerlerine saldırması idi. Yine ihiyarlar öyle yorumlar yaptılar ki, suçu mağdur olan, yaralanan bizim gurbetçilere yükledilerdi.

Hollandaya’ya geldikten kısa bir süre sonra tanıştık İlhan abiyle. Kendisi o konuyu yazdı, harfiyen doğrudur. Merak eden arar bulur, sayfalarında var. Sonra abi-kardeş olduk, beraber haber peşinde de koştuk, seyahat de ettik.

Göçün 40’ıncı yılında öyküsünü yazdım, Mavi’nin Destanı Belgeseli’nde hayatını çektim. Yeter mi, yetmez, çünkü “Öyle bir İlhan Karaçay’ki,” göçün 60 yılında eski yazdıklarımızı bilenlere hatırlatmadan, bilmeyenlere anlatmadan olmaz.

Ne diyordum hep, “Yazmasam olmaz” gerçekten göçün 60’ıncı yılında yazmasam olmazdı. Derledik, Topladık ve Yazdık…

Yazmak için emek ve zaman benden, okumak için merak ve zaman da sizden olsun…

Afbeelding met Menselijk gezicht, kleding, persoon, muur Automatisch gegenereerde beschrijving
Yavuz NUFEL yazdı:

ÖYLE BİR İLHAN KARAÇAY Kİ !!!

Tam 57 yıllık deneyimiyle, mesleğin inceliklerini ve gücünü en iyi şekilde kavramış, geçmişte gerçekleştirdiği eşsiz röportajlar ve cesur haberleri ile tanınmış İlhan abimiz, Hollanda’daki vatandaşların sesi olma misyonunu kusursuz bir şekilde yerine getirirken, her konuda sağladığı bilgi ve analizlerle takdir ve saygı topluyor.

Hollanda’da yaşayan gözde gazetecilerin piri olan meslektaş ağabeyim İlhan Karaçay, gazeteciliğin kutsalını ve yüceliğini yıllar boyunca ustalıkla temsil etmiştir. Tam 57 yıllık deneyimiyle, mesleğin inceliklerini ve gücünü en iyi şekilde kavramış bir isimdir İlhan Karaçay.
Geçmişte gerçekleştirdiği eşsiz röportajlar ve cesur haberler, günümüzde nadir bulunan bir derinlik ve tarafsızlık sunuyor.
İlhan abimiz, Hollanda’daki vatandaşların sesi olma misyonunu kusursuz bir şekilde yerine getirirken, her konuda sağladığı bilgi ve analizlerle takdir ve saygı topluyor.

Yaşının ilerlemesiyle birlikte, gazetecilikteki ustalığını daha da derinleştiren bu değerli meslektaş ağabeyim, Goethe’nin de belirttiği gibi, “Yetmiş yaşındayım ama öğreneceğim çok şey var” diyerek öğrenme azmi ve merakını hiç kaybetmemiştir. Son aylarda yayınladığı içeriklerle, hem yurt içinden hem de yurt dışından aldığı övgüler, onun ne kadar önemli bir figür olduğunu bir kez daha ortaya koymaktadır. Pek çok yayın organı da onun etkileyici çalışmalarından ve dürüst gazetecilik anlayışından övgüyle bahsetmektedir.

Karaçay’ın gazetecilik alanındaki ustalığı ve etkileyici kişiliği, sadece bir kariyerin ötesinde, bir miras ve ilham kaynağıdır. Onun deneyim ve bilgeliği, sadece bugünü değil, gelecek nesilleri de aydınlatmaya devam edecek niteliktedir.

Karaçay’ın gazetecilikteki öncü rolü, sadece haberleri aktarmakla sınırlı değildir; aynı zamanda toplumları dönüştürme gücünü de taşıyor. Yıllar boyunca sağlam bir etik anlayışıyla hareket ederek, doğruyu ve adalete olan bağlılığıyla örnek olmuştur Karaçay. Onun cesareti ve kararlılığı, halkların sesi olma misyonunu en yüksek standartlarda sürdürme çabasını yansıtmaktadır. Bu nedenle, sadece Türkiye ve Hollanda’da değil, tüm dünyada, Karaçay adının övgüyle anılması ve çalışmalarının ödüllendirilmesi gerekmektedir.

Afbeelding met kleding, persoon, hemel, person Automatisch gegenereerde beschrijving İlhan Karaçay ile Yavuz Nufel Mersin’deki evinin terasında

İlhan Karaçay’ın haber ve yazıları, sadece Türkiye ve Hollanda ile sınırlı kalmamakta, aynı zamanda uluslararası düzeyde geniş bir kitleye ulaşmaktadır. İnanılmaz bir çabanın ürünü olarak, yazıları, beş bin kadarı medya olmak üzere, 27 bin e-posta adresine doğrudan servis edilmekte, binlerce WhatsApp ve Messenger kullanıcısına da gönderilmektedir. Bununla da sınırlı kalmayıp, sosyal medya platformları olan Facebook, LinkedIn ve Twitter’da da yayınlanmaktadır.

Afbeelding met tekst, schermopname, Lettertype, ontwerp Automatisch gegenereerde beschrijving

Bu muazzam erişim ağı, Karaçay’ın yazılarının yüzlerce haber portalında da yer almasını sağlamaktadır. Bütün bunlar, Karaçay’ın eserlerinin, sadece etkileyici değil, aynı zamanda rekor bir düzeyde kullanıldığının ve yayıldığının güçlü bir göstergesidir. Karaçay, bu kadar geniş bir kitleye ulaşarak, toplumlarda ve dünyada gerçek bir değişim yaratma potansiyelini ortaya koymaktadır.

Şimdi, Karaçay’ın Hollanda’ya gelmeden önceki yaşamından kesitleri sunacağım. Daha sonra da Hollanda yolculuğu ve sonrasına ait bölümleri …

YAVUZ NUFEL, İLHAN KARAÇAY’I
GEÇMİŞİ İLE YÜZLEŞTİRDİ

Sosyal medyada İlhan Karaçay’ın kalp krizi geçirdiği haberini görünce hemen telefona sarıldım. Sağlık haberlerini aldıktan sonra bundan 10 yıl kadar önce yazdığım 40 yıl 40 İnsan 40 öykü kitabında yer alan öyküsünü hatırladım.
Ardından bana vediği sözü.

Kitabımdaki yüzler, portreler öyküler tek tek eksiliyordu. Önce Ferruh Başaran ağabeyimiz, ardından Mehmet Abacı ve Hasan Güney…
“Aman Allahım şimdi de sıra ilhan Karaçay ağabeye mi gelmişti” sorusu ile irkildim.

İnsanların bu dünyaya geldikleri bir an olduğu gibi, bu dünyadan gideceği bir an da olacaktır. Yaşam da, bu gel-git arasındaki mesafe kadardır,
bu yüzden bu öyküyü tamamlamak zorundaydım.

İlhan Karaçay'ı, kalp krizi geçirdikten sonra hastanede ziyaret eden Kamil Saygı ve Veyis Güngör oldu
İlhan Karaçay’ı, kalp krizi geçirdikten sonra hastanede ziyaret eden Kamil Saygı ve Veyis Güngör oldu

Bazı insanların bu iki çizgi arasındaki mesafesi kısa olsa da, yaşarken insanlara büyük hizmetlerde bulunduğu gibi, öldükten sonra da bıraktığı hatıraları ve eserleri ile bu insanlara hizmet etmeye ve onların hayatına yön vermeye devam eder.

Bazı insanların ise bu iki çizgi arasındaki mesafesi çok uzun olmasına rağmen, yaşarken insanlığa doğru dürüst hizmetleri dokunmadığı gibi, öldükten sonra da isimleri tamamen bu dünyadan silinmektedir.

Bazı insanlar geçmişleri ile övünebilirler. Bazıları da geçmişlerindeki olumsuz olaylardan utanç duyarlar. Ama insandır işte, geçmişteki olumsuz yaptıklarına bir kılıf bulup yine de haklılığını ortaya sermeye çalışırlar.

Adı Hollanda ile özdeşleşmiş olan ünlü gazeteci İlhan Karaçay, doğmak ile ölmek arasındaki uzun yaşamında, topluma gerçekten yararlı olmuş bir üstadımızdır.
İlhan Karaçay’ın kısa yaşam öyküsünü daha önce yazmıştım. Geçen yıl Mersin’de kendisini ziyaretim sırasında, yalnız olduğum zamanlarda İlhan Karaçay ve ailesi ile ilgili duyduklarım beni heyecanlandırmıştı. Konuştuğum Mersinliler, Karaçay ailesi için çok ilginç ve önemli şeyler anlatıyorlardı.
Duyduklarımı İlhan Karaçay abimize sorduğum zaman, “Bir gün bunları da anlatırım Yavuz” diye kestirip atmıştı.
Aradan hemen hemen iki yıl geçti. Karaçay’ın sözünü ettiği ‘Bir gün’ çoktan geldi sayılır.
Sordum kendisine:
-Ağabey, geçmişinle yüzleşeceğin gün geldi artık. Bana geçmişini anlatacak mısın?
Cevap verdi İlhan ağabey:
– “Yavuz’cuğum, Hollanda’daki yaşam öykümü nasıl ki sen yazdıysan, geçmişim ile yüzleşmemi de sen yazacaksın. Biraz daha bekle.”

Biraz daha bekledikten sonra, İlhan ağabeyimiz bir kalp krizi geçirdi.
Allah O’nu bize bağışladı.
Sonra açtım telefonu ve şu serzenişte bulundum:
‘Ağabey, Allah gecinden versin, inşallah daha uzun bir yaşam sürersin.
Ama geçmişinle yüzleşmenin aciliyeti var sanırım.’
dediğim zaman
hemen ‘tamam’ dedi İlhan ağabey.
Çoğumuz onun doğduğu günden bugüne kadar, iki nokta arasındaki hayatından kesitleri şöyle ya da böyle biliyoruz. Bilmediğimiz o çizginin kalınlığını çözmek, öğrenmek ve yazmak niyetindeyim. Çünkü O’nun anlatması gereken, bilmediğimiz bir çok yönü vardı. Ve hayat oldukça acımasızdı. Allah göstermesin bir gün aniden birimize bir şey olsa o öykü eksik kalacaktı…
O’nu hastanede yatarken telefonla arayıp konuştuktan sonra aklıma şu şiirim geldi.
Söylenmediyse bu güne dek.
artık söylemek gerek!
iki nokta arasında kalan
çizgi değildir hayat;
ancak, kalınlığı kadardır çizginin…
mesele, enine yaşamak…

İlhan ağabeyi iki nokta arasında koşturmanın yanı sıra, enine de yaşamış bir kişi idi. Sanat, edebiyat, sevgiler, aşklar, ve bizlerden geriye ilelebet kalacak en güzel şeyler ne varsa hep o çizginin kalınlığında gizliydi.
Boyuna ne kadar dolu dolu yaşamışsa enine de o kadar dolu dolu bir hayatı vardı ve ben de bunun peşindeydim. Daha sonra O’nunla buluştuk ve uzun bir süre konuştuk.
Soramaya başladım:
– Ağabey, Mersin’de iken senin ailen hakkında çok önemli ve övücü şeyler duydum. Mersin’in kalburüstü bir ailesinin çocuğu olan sen, nasıl oldu da Hollanda’ya geldin ve yerleştin?
-”Yavuz’cuğum, Hollanda’ya nasıl geldiğim, daha önce sana anlattığım yaşam öyküm içinde var. ‘Adı Hollanda ile özdeşleşmiş’ başlıklı yazında bunu bulabilirsiniz. Sanırım o yazını da şimdiki söyleşinin sonuna ekleyeceksin.”

-Peki abi, nedir senin geçmişindeki özellik?
-“Benim geçmişimde çok parlak gelişmeler yaşanmıştır.
Hürriyet Gazetesi’nde 8 sütun büyüklüğünde imzam ile haberlerim yayınlanırken, televizyonlarda da dünyanın dört bir yanından sesleniyordum. İnsanlar beni gördükleri zaman ya birlikte fotoğraf çektiriyordu ya da bir imza alıyordu.
Bunlar hep güzel ve herkesin özlemini çekeceği gelişmelerdi.”

ILHAN3

-Peki, gençliğinde gazeteci olmak aklına gelmiş miydi?
-“Gençliğimde zaten yazıyordum. Daha önceki yaşam öykümde bunlar hep var. CHP’li bir ailenin çocuğu olarak Ulus gazetesine yazıyordum. Daha sonra bunu profesyonelliğe geçirdim.
Bu konuda ilginç bir anımı anlatayım.
1970’li yıllarda gazeteciliğin zirvesindeyken, Mersinde eski bir okul arkadaşım ile karşılaştım. Naranciye bahçeleri sahibi ve kabzımal bir babanın çocuğuydu. Sohbetimiz sırasında bana şunu söylemişti: ‘İlhan’cığım, sen okulda dersler ile arası iyi olmayan bir öğrenciydin. Ben ise en parlak öğrencilerdendim. Üniversite okudum, hatta gazetecilik okudum. Şu işe bak, o tembel çocuk sen, şimdi ünlü bir gazeteci oldun, gazetecilik okuyan ben ise Mersin’de limon satıyorum.’ Ben de o arkadaşıma, ‘Eeee, demekki gazeteci olunmaz, doğulurmuş’ demiştim.”

ILHAN4

-Senin gençliğinde bir ses sanatçısı olduğunu söylediler hatta belge bile buldum! Sanat ve sanatçılara verdiğin değerin, duyduğun saygının altında yatan gerçek bu mu?
-“Evet, Mersin Türk Musiki Cemiyeti üyesi’ydim. Her hafta cumartesi günleri Belediye hoperlöründen yayınlanan programlar yapardık. Bir defasında da 1500 Mersin’linin doldurduğu salonda bir konser verdik. Ben o konserde, güftesi Ahmet Kaçar’a, bestesi de Şükrü Tunar’a ait uşşak makamındaki ‘Anar ömrümce gönül, giden sevgilileri’ ve Yesari Asım Arsoy’un hüzzam makamındaki ‘Akasyalar açarken’ şarkılarını söylemiştim.
Sonra kendimi İstanbul’da buldum. Şükran Ay’ın eşi Turan Turanlı’nın çadırında ve Sirkeci’deki Anadolu Saz Evi’nde şarkı söyledim. Filmlerde oynadım. Ama 10 liralık figuran olarak değil, 50 liralık diyaloglu rollerde…
O zaman, sosyal demokrat ideolojili olduğu halde tutuculuğu ağır basan Zekeriya ağabeyim,
‘ Oğlum sen köçek mi olacaksın’ diye beni azarlamış ve bu işten menetmişti. Eh, ben de şarkıcılıkta aradığım şöhreti bulamayınca, gazetecilikte daha iyi bir şöhret yakalama şanslılığına eriştim.”

-Abi ben geçmişinden bir şeyler duymak istiyorum. O zaman sana şunu sorayım. Seyrettiğin filmlerde kendine ve ailene hangi rolleri yakıştırırsın?
-“Her insanda olduğu gibi ben de, çok parlak geçmişime rağmen, filmlerdeki veya romanlardaki kahramanlar arasında tabii ki kendimi ararım.
Örneğin, Ezel serisindeki başrol oyuncusu Kenan İmirzalıoğlu ve Ramiz Dayı rolündeki Tuncer Kurtiz, rolleri ile beni geçmişim ile yüzleştirmeye itmişti.
Başroldeki Ezel, mahallesinin en uysal çocuğu iken, talihsiz bir şekilde düştüğü hapishaneden çıktıktan sonra, Ramiz Dayı sayesinde kumar dünyasına girmişti. Ben de çocukluğumda, ağabeylerimin çalıştırdığı büyük bir kahvehanede, her kulüp ve lokalde olduğu gibi, Remi veya Konken oyunları arasında buldum kendimi. Ama bizim bu oyunlarımız Ezel’deki gibi mafyavari kumar değildi. O zamanlar bizim kahvehanemiz, esnafın, memurun, işadamlarının ve de kabadayıların müdavimi olduğu bir yerdi. Ben 10 yaşında iken sandalye üzerine çıkıp ocakçılık yapardım. Kahveyi ve çayı sıcak külde yapardım. Ufak tefek oyunlarda da ‘mano’ toplardım.’

-Peki sen kendini Ezel rolünde aradın mı?
-“Hayır, ben kendimi Ezel’de aramadım. Ama Ramiz Dayı beni çok etkilemişti. Zira, çocukluğumda Mersin’de ‘Kikirik Baba’ lakaplı bir adamla tanışmış ve haşır neşir olmuştum. ‘Kikirik Baba’, kahvehanemizin müdavimleri arasındaydı. Ezel filmindeki Ramiz dayı bana hep ‘Kikirik Baba’yı hatırlatıyordu.
Ezel filmindeki kabadayıların kralı Ramiz Dayı, bilge bir insan rolündeydi. Söylediği veciz sözler herkesi büyüleyici nitelikteydi. ‘Kikirik Baba’ da Ramiz Dayı gibi bilge bir insandı ve kabadayılar O’nun nasihatlarını dinlerdi.”

-Peki abi, ben şimdi Eşkiya bu dünyaya hükümdar olmaz dizisini izliyorum.
nedense bu diziyi izlerken, Mersin’de duyduğum Karaçay ailesi canlanıyor gözlerimde. Bu konuda bir bağdaştırma ve kıyaslama yapabilir misin?

-“Biraz abartılı bir benzetme olacak ama, konuyu daha yumuşak bir şekilde ele alabilirim. Sözünü ettiğin film serisindeki rollerden bazılarını kendime ve aileme maledebilirim.
Bu serideki başrol oyuncuları Kardenizli bir aileyi canlandırıyorlar.
Biz de Akdenizli bir aile olarak aynı rolü paylaşabilirdik..
Karadenizli Çakır (oğlu) ailesi ile, Akdenizli Karaçay ailesi arasındaki benzerlik, öyle ahım şahım bir benzerlik değildir tabii…
Filmdeki aile silah imalatı ve kaçakçılığı yapan ama devletle iyi geçinen bir ailedir. Benim geçmişteki ailem ise, çok günahsız bir ticari kahve işi yapıyordu.
1950’li ve 60’lı yıllarda ülkemizde kahve bulmak imkansız gibiydi. Hatta bir ara Hürriyet gazetesi, o zaman adı Habeşistan olan ülkenin İmparatoru Haile Selassie’den aldığı bir çuval kahveyi, okurlarına yüzer gramlık torbalarda kupon karşılığı hediye etmişti.

ILHAN5
1960’lı yıllarda, odunlar üzerinde poz versek de, tüm mahalleliler kravatlıydık

İşte o yıllarda kahvehane çalıştıran ağabeylerim, Beyrut’tan gelen bir Arap ile
tanışmışlardı. Beyrutlu Arap, ağabeylerime, ‘Ülkenizde kahve yok. Bizde kahve çok. Gelin, size kahve verelim. Siz de hem ülkenize kahve kazandırın hem de kendiniz kazanın’ demişti
.”

-Yani, bir nevi kaçakçılık teklifi mi?
-“Bizim, film serisindeki Karadenizli korkusuz ve silahlı anne gibi bir annemiz yoktu. Bizim annemiz ‘Kaçakçılık’ lafını duyduğu zaman bayılacak kadar ürkek ve dürüst bir anneydi.
Önce, ‘Sakın ha’ dedi annemiz. ‘İçtiğiniz sütü helal etmem’ diye ekledi. Ağabeylerim, Beyrut’tan gelen Arap’a, ‘Olmaz’ dediler. Beyrutlu Arap, Arapçayı çok iyi konuşan annemle görüşmek istedi. Ağabeylerim onları bir araya getirdi. Adam anneme durumu izah etmeye çalışırken, ‘Bu aslında bir kaçakçılık değil, bir nevi ticarettir. Ülkenizde kahve yok. İnsanlar yüz gram kahve için can atıyorlar. İşte biz bu can atılan kahveyi buraya getireceğiz. Bu bir uyuşturucu veya silah kaçakçılığı değil’ dedi.
Ama annem, kaçakçılık lafından bile nefret ediyordu. Yine ‘Hayır’ dedi.
Beyrutlu Arap, ‘Annenizi ikna etmeden gitmeyeceğim’ demişti. Günlerce geldi gitti ve bizim kahvehanemizde vakit geçirdi. Sonunda da annemi razı etmeyi başardı. Ama annem, benim de bulunduğum bir ortamda, ‘İşin içine uyuşturucu ve silah sokarsanız, emdiğiniz sütümü haram ederim’ demeyi ihmal etmedi.”

-Sonra kahve ticareti başladı mı?
– “Evet, ondan sonra ağabeylerim, 6-7 metrelik tekneleriyle Beyrut’a gidip birkaç çuval kahve ile döndüler. Kahveye o kadar çok rağbet vardı ki, üç beş çuval kahve anında tükeniyordu. Ağabeylerim fiyatı astronomik yapmadıkları için çok cüzi bir para kazanıyorlardı ama, yaptıkları iş sonuçta yasal olmayan bir işti.
Biz o zaman kendimizi, ‘Milletimize ucuza kahve içiriyoruz’ düşüncesiyle avutuyorduk. Bu iş 10 yıl kadar sürdü.
Bu süre zarfında anlatılacak pek çok maceramız oldu. Devlet ile hiç çatışmadık. Bir iki kez Sahil Güvenlik tarafından çevrildik. Ama ne silahımız vardı, ne de sopamız. Tabii ki bu arada kahve içmeye mahrum olan bazı görevlilere de kahve içme imkanı veriyorduk. Eee, al gözüm ver gözüm işi her zaman ve her yerde geçerliydi.”

– İyi de ağabey, bu işleri yapmak için eleman da lazımdır. Bu elemanları nasıl buluyordunuz?
-“Kahvehanemizde çok kişi barınırdı. İşi gücü olmayan aslan gibi delikanlılar bize sığınırlardı. Kimi kahvehanede yatardı, kimi de, o zamanlar genellikle Roman muhacirlere kiraya verdiğimiz 20 kadar barakada kendilerine yer bulurlardı. Ama hepsi de tam birer delikanlıydılar”.

Karaçay kardeşler soldan sağa: Zekeriya (Küçük Mecnun), Ayhan (Deli dolu), İlhan (bendeniz) ve Hüseyin (Aristokrat)
Karaçay kardeşler soldan sağa: Zekeriya (Küçük Mecnun), Ayhan (Deli dolu), İlhan (bendeniz) ve Hüseyin (Aristokrat)

-Mersinliler’i çok etkilemiş olan aileni kısaca tanıyalım o zaman.
-“En büyük ağabeyim Hüseyin, aristokrat giyim ve tarzı ile, ortanca ağabeyim Zekeriya, ‘Küçük Mecnun’ lakabıyla, bir büyük ağabeyim Ayhan, deli dolu tavrıyla, Mersin’in saygı duyduğu kişilerdi.
Hüseyin ağabeyim mahallenin en saygın kişisiydi. Fakirlere yardımı ile ön plandaydı. Zekeriya ağabeyim, Kore savaşına katılmış bir kahramandı. Atatürk ve İnönü sevgisi ile tanınırdı. Haksızlıklara karşı mücadele eden bir Robin Hood idi. Karakolda adam dövüldüğü için karakol basardı. Ama bu asiliğine rağmen, saygılı duruşu ile en çok sevilen aile bireyimizdi. Onu 1988 yılında kaybettik.
Ayhan ağebeyim, benim bir büyüğüm idi. Deli doluydu. Adı Mersinli delikanlılar-kabadayılar arasında yer almıştı. Onu da çok genç yaşında hatalı bir ameliyat sonrasında kaybetmiştik.
Ben ise malumunuz…”

-Akraba-eleman diyebileceğimiz kişiler kimlerdi?
-“Bir Dellal Mehmet vardı. Esprileriyle kendini sevdirmiş en yaşlı delikanlıydı. O’nun bir esprisi çoğumuzun diline pelesenk olmuştu.
Her gün olduğu gibi, bir gün kahvehanede yemek yiyordu. O sırada kahvehanemize yeni dadanmış bir genç geldi. Dellal Mehmet o genci yemeğe davet etti. Genç, ‘Ne yiyorsun Mehmet amca?’ diye sordu. Dellal Mehmet de anlattı: ‘Bu, yağsız pilava yoğurt, su ve tuz eklenmiş olan Arapça sıreysir yemeği’ deyince genç adam ‘Oooo Mehmet amca bu hiç yenir mi?’ diye yanıt verdi.
Dellal Mehmed’in dillere pelesenk olan cevabı aynen şöyleydi: ‘Lan oğlum, Allah’ın ağzı olsaydı her gün bundan yerdi lan.”

-Ekip bu kadar değildi tabii?
-“Tabii ki değil. Beton Hüseyin vardı. İskenderun’da karıştığı bir kavgada, attığı yumruk ile adam öldürmüş ama sonra bunun ızdırabından kurtulamamış bir delikanlıydı.
Babadoş Mehmet vardı. Süper iyi giyinen, yakışıklılığı ile mahallenin kızlarının yüreklerinin çarptığı bir delikanlıydı. Öz dayım Ali Aytekin, tüm Mersinliler’in ‘Dayı’ olarak hitap ettiği bir bilgeydi. Adliyede başkatipti. Daha sonra arzuhalcilik yaptı. Bizim de akıl hocamızdı.
Kimler yoktu ki; Hamo Mehmet, Bafra Müslüm, Roman Şaban, Liboş Yaşar, Sarı Sülo (Süleyman) ve daha niceleri.”

-Peki bu isimleri, ‘Eşkiya bu dünyaya hükümdar olmaz’ dizisindeki Çakır ailesi ve diğer akrabalar ile kıyaslamak doğru olur mu?
-“Daha önce de söylemiştim, filmdeki Çakır ailesi ve adamları, silahlı kriminal bir gruptur. Benim saydıklarım ise, sadece cesaretleri, efendilikleri ve yakışıklılıkları ile imrenilecek tiplerdir.”

-Peki sen bu filmde neredesin, hangi rolde kendini bulabiliyorsun?
-“Ben bu filmde kendimi, Londra’da tahsil gören ama sonradan ekibe girme mecburiyetinde kalan küçük yeğen Alparslan’da buldum. Sonuçta ben de Karaçaylar’ın en küçüğüydüm.”

-Ağabey, anlattıklarını yazacağım. Geçmişin ile yüzleşirken bir pişmanlığın olacak mı?
-“Benim çok samimi ifade ve itiraflarımı istismar ederek karalamaya yeltenenler olacaktır. Ama bu karalamalar, bizi tanıyanlar üzerinde hiçbir etki yapmayacaktır. Zira bizi bilen biliyor. Karaçay ailesi, başlangıçta nasıl iyi bir intiba bırakmışsa, daha sonra da yaşama geçirdikleri Gazino-Motel-Plaj tesisleriyle, sadece Mersinliler’in değil, Adana, Gaziantep, Kahramanmaraş ve Hataylılar’a verdikleri hizmetler ile efsaneleşmiştir.”

-Abi, senin bir de Mersin Belediye Başkanlığı maceran var.
-“Evet, güzel Mersin’e ben de Belediye Başkanı olarak hizmet etmek istemiştim. 1983 yılında, 12 yaşındaki oğlum Ruşen ve 9 yaşındaki kızım Vahide’nin Türkçe eğitim görmelerini zaruri gördüğüm için, Hürriyet gazetesi ve TRT muhabirliğini bırakarak kendimi emekli olmaya sevketmiş ve Mersin’e yerleşmiştim.
1984 yılında yerel seçimler vardı. Belediye Başkanlığı için önce bağımsız aday olmam üzerinde durulmuştu. Aslınca Cumhuriyet Halk Partisi kökenli bir aileye mensuptum. Partide Gençlik Kolu Başkanlığı da yapmıştım. Ama buna rağmen Doğru Yol Partisi adayı oldum. Zira, benim için Belediye Başkanlığı tutucu bir particiliğin dışında olmalıydı.

İlhan Karaçay, Mersin Belediye Başkanlığı seçimlerine katılmıştı
İlhan Karaçay, Mersin Belediye Başkanlığı seçimlerine katılmıştı ve Amerikanvari, ailesi ile açık otomobilde tur yapma şovunu Türkiye’de ilk defa uygulayan adam olmuştu.

Benim seçime girme amaçlarımdan biri Başkan olmak, diğeri de Türkiye’ye mesaj vermekti.
Belediyeciliğin sadece asfalt döşemek, lağım döşemek, çöp toplatmak, elektrik dağıtmak olmadığını anlatmam gerekiyordu. Ulusal ve yerel gazeteler kanalıyla verdiğim mesajlarda, Belediyelerin sosyal ve kültürel hizmet yapması gerektiğini belirtiyordum. Benim programımda yer alan Hollanda modeli Belediyecilikte, geliri olmayanlara fakirlik parası vermek vardı. Gençlerin spor yapabilmeleri için stad ve salon yapamasam da, en az 20 mega çadır alıp spor yaptırmayı yeğliyordum.
Benim Hollanda modelim Türkiye çapında duyulmuştu. Pek çok başkan benden örnekler almışlardı. Zamanın Başbakanı Turgut Özal bile, Fak-Fuk-Fon denilen bir Fakir Fukara Fonu icad etmişti. Yıllar sonra Amsterdam’da bir toplantıda yan yana oturduğum rahmetli Özal, elini omuzuma atarak, “Mersin’den ne haber Karaçay” derken tatlı gülüşüyle takılmıştı.”

-Bu güzel söyleşinin sonuna daha önce yazdığım öykünüzüde eklersek Karaçay Efsanesinin” büyük bir bölümünü yazmış hissedeceğim kendimi. Yine de adettentir abi sormadan olmaz: Son olarak neler söylemek istersiniz?

-“Filmseverler arasında, kendilerine bir rol seçmeye çalışanlara kolaylıklar dilerim. Ama şu bir gerçek ki, hiç kimse kendini kötü roller içinde aramayacaktır. Zira insanın doğasında, hep iyilik vardır.
İyiliklerin sizleri bulması dileğiyle.”

Yukarıda anlatılanlar, Karaçay’ın Hollanda’ya gelmeden önceki yaşamından kesitlerdi.

Şimdi Karaçay’ın, Hollanda’daki yaşamından kesitler sunmak istiyorum.

Adı, Hollanda ile özdeşleşmiş yaşayan tarih:
İlhan KARAÇAY

Afbeelding met Menselijk gezicht, kleding, persoon, person Automatisch gegenereerde beschrijving

Yazan: Yavuz NUFEL

Türkiye’den Hollanda’ya işçi göçü, gayriresmi 1962 yılında, resmi olarak da 1963 yılında yapılan ikili sözleşme ile başlamıştır.

Bu satırların yazıldığı sırada, Türkler’in buraya gelişinin ellinci yılı kutlamaları için çalışmalar başlatılmıştır.

Hollanda’ya yerleşen Türkler arasında, sayıları az olmayan pek çok Türk, işçi olarak geldikleri bu ülkede başarılı işlere imza atmışlar, yurttaşlarının sorunlarının çözümü için başrollerde oynamışlar ve toplumsal faaliyetleri ile lider duruma gelmişlerdir.

Hollanda’da bu gibi faaliyetlerde öne çıkmış isimlerden biri de, herkesin yakından tanıdığı İlhan Karaçay’dır.

İlhan Karaçay, sadece Avrupa’daki yurttaşları arasında değil, Türkiye’dekiler tarafından da tanınan bir simadır. Karaçay’ı pek çok Hollandalı da tanır.

İlhan Karaçay’ın adı Hollanda ile özdeşleşmiştir.

Özellikle Türkiye’de Hollanda’dan söz edildiği zaman, pek çok insanın aklına ilk önce İlhan Karaçay ismi gelir.

İlhan Karaçay’ın yaşam öyküsünü yazmak bana düştüğü için kendimi mutlu addediyorum.

Afbeelding met tekst, persoon, person, stropdas Automatisch gegenereerde beschrijving

23 Aralık 1942 Mersin doğumlu olan Karaçay, gençlik yıllarında, CHP İçel İl Gençlik Kolu Başkanlığı görevini sürdürürken, bu partinin organı sayılan ULUS Gazetesi’nde de haber ve yorum yazmağa başlar. Aynı zamanda, genç yaşına rağmen, Mersin’de ailece sahip oldukları ve Pompeipolis adını koydukları motel, plaj, gazino ve kampingten oluşan turistik tesislerin işletmeciği de küçük Karaçay’ın omuzlarındadır.

Yirmi beş yaşında, çalıştırdığı turistik tesislere gelen bir Yunan kapatanın hayatının rotasını değiştireceğini söyleseler kendi bile inanamazdı belki de….
Yunan kaptan, Mersin’de eğlenceli bir yemek mekânı sorunca ‘Pompeipolis’ tavsiyesine uydu ve oraya gitti. İlhan Karaçay, eşi ve kızı ile eğlenerek yemek yiyen kaptanın masasına bir meyve tabağı gönderdi. Tabii ki kaptan teşekkür etmek istedi. Masaya patron olarak gelen küçük Karaçay’a, yukarıdan aşağıya bakıp ‘Bu da nasıl patronmuş’ gibi düşündüğü belli olan kaptan ile sohbet koyulaşınca, bu kaptanın gemisi ile Çin’in ŞangHay kentine gittiğini öğrenir. Çin’de Mao’nun Kültür İhtilali yaşandığı yıllardır. Gazetecilik mesleğine sevdalı Karaçay için bu kaçırılmaz bir fırsattır. Karaçay üç arkadaşı ile birlikte gemiye işçi olarak girmeyi başarır. 1967’nin haziran ayı başlarında başlayan yolculuğun gerçek amacı gazeteciliktir Karaçay için.

Afbeelding met kleding, person, persoon, groep Automatisch gegenereerde beschrijvingİlhan Karaçay, arkadaşları ve gemi personeli ile Çin’de. 1967

Çin’e yolculuk geminin Süveyş Kanalı’nı geçtikten hemen sonra bombalanışı sonucu bir maceraya dönüşür. Onlar Kanalı geçerler geçmesine fakat 7 Haziran 1967 günü Cibuti’ye ulaştıklarında İsrail ile Arap ülkeleri arasında savaşın tüm şiddetiyle devam ettiğini ve Süveyş Kanalı’nın kapandığını öğrenirler. Singapur üzerinden ŞangHay’a varıp karaya ayak basıldığında diğer gemicilerin neler yapacağı az çok bilinir ama Karaçay soluğu postanede alır. Süveş Kanalı’ndan ve yolculuk boyunca uğradıkları limanlardan çektikleri fotoğrafları ve birbirinden ilginç haberleri AKŞAM Gazetesi’ne postalar.

ŞangHay’da, Mao’nun gerçekleştirdiği Çin Kültür İhtilali’nin en renkli günlerini yaşar.
O zamanların dünyaya kapalı, dünyanın en kalabalık ülkesi Çin’de sarılık hastalığına yakalanır. Hastaneye yatırılır. Fakat götürüldüğü hastaneden kaçar. Karaçay Hastaneden kaçışını ve nedenini şöyle anlatıyor:

“Kaptanın verdiği garanti belgesi ile, beni hastaneye götürmek için gelen jandarmanın elinden kurtulmayı ve kaçmayı başardım. Çünkü ŞangHay’dan sonraki yolculuk Kanada’nın Vancouver kentiydi. Yatacaksam modern dünyada hastaneye yatmalıydım. Gemi giderse ben bu bilinmezde ne ederdim?”

Modern dünyaya ayak basar basmaz hastaneye yatar, tam tamına iki buçuk ay. Bu süre içinde kendini idare edecek kadar bildiği İngilizcesini geliştirir. Hastanenin bayan doktoru, çok kısa zamanda İngilizce öğrenen Karaçay’ı tebrik eder, daha da geliştirmesi için kütüphane müdürünü ona ders vermesi için görevlendirir. Karaçay hastalığından kurtulur, öğrendiği İngilizce ise yanına kâr kalır. Kısacası, hasta olarak girdiği hastaneden sağlam ve “Bir lisan bir insan demektir” sözünden hareketle iki insan olarak çıkar.

Londra üzerinden Türkiye’ye dönerken Hollanda’ya uğrayan Karaçay, Hollanda’daki yaşamı ve insanları çok beğendiğini ve burada kalmaya karar verdiğini söylüyor.

“Nasıl kaldınız, bir fabrikada iş mi buldunuz?” soruma Karaçay şu yanıtı verdi:
“Avrupa’da basımına başlanan Tercüman Gazetesi’ne muhabirlik yapmak için, daha önceden tanıdığım İstihbarat Şefi Kemal Özbayraç ile anlaştım. O zamanlar Hollanda yaşamım oldukça renkli geçiyordu. Pek çok kız arkadaşım olmuştu. Yine de yaşamın giderek monotonlaştığını düşünüyordum. Amerika’ya gitmek için karar verdiğimde, şimdiki eşim Jeanne ile arkadaşlık yapıyordum.”

Amerika yolculuğu için hazırlıkları başlar. Fakat kız arkadaşı Jeanne bu ayrılıktan hoşnut değildir. Ne ki karar verilmiştir bir kere. Yolculuk için yapılan alışveriş biter ve yorgun argın eve geldiklerinin ardından beş dakika bile geçmeden kapının zilini çalan postacının elindeki uzattığı telgraf, Amerika’ya gidişini ilelebet unutmasına ve Hollanda’ya demir atmasına neden olur.

Telgraf , Tercüman Gazetesi spor müdürü Necmi Tanyolaç’tan gelmiştir. Tanyolaç acil çektiği telgrafta; “İlhan, Fenerbahçe Ajax ile eşleşti. Ajax’ı takibet, yazı ve fotoğrafları acele gönder.” diyordu. Karaçay ise o ânı anlatırken; “İşte o zaman akan sular durdu. O dönemde Hollanda futbolu henüz tırmanışa geçmemişti. Rinus Michels’in çalıştırdığı Ajax’ta, sonradan çok meşhur olan kimler yoktu ki? Mesela Johan Cruyff henüz 17 yaşında idi. Keizer, Swart, Krol, Hulshoff, Suurbier, Neeskens ve Haan gibi dev isimlerin esamisi okunmuyordu ama bunların hepsi sonradan birer futbol yıldızı oldular.” diyor ve kadroları ezbere sayıyordu Karaçay.

10 Kasım 1968 günü Amsterdam’ın Schiphol havalimanına inen Fenerbahçe’yi Jeanne ile karşılarlar. Oysa Jeanne’yi terk edip Amerika’ya gitmeyi planlarken Ajax-Fenerbahçe maçı Karaçay’ı Jeanne ile nikah masasına kadar götürür. Bu konu ile ilgili Karaçay, “Beşiktaşlı olmama rağmen, Jeanne evlenmeme ve Hollanda’da kalmama vesile olan Fenerbahçe’ye her zaman şükran duymuşumdur.” diye eklemekten mutlu oluyor.

1969 yılında Avrupa’da yayın hayatına başlayan Hürriyet gazetesi ile anlaşarak gazetecilikte profesyonelliğe adım atan Karaçay’ın, Hürriyet’in Avrupa’da bir numara olmasını sağlayan ekibin içinde de yer aldığını görüyoruz.

1975’te, TRT Haber Dairesi Başkanı Tayyar Şafak’ın Amsterdam ziyareti sırasında yaptığı muhabirlik teklifini, Nezih Demirkent’ten izin alarak kabul eder. Bununla birlikte aynı yıl Hollanda Yayın Kurumu NOS televizyonunda Türkler için ‘Pasaport’ adlı programı yönetmeye başlar.

1980 yılında, İKON Televizyonu’nun ünlü rejisörü Henk Barnard ile birlikte “Ceremeyi çeken çocuklar” (Kinderen van de Rekening) adlı beş bölümlük bir dizi yapan Karaçay, iki bölümün çekimlerini Türkiye’de gerçekleştirdikten sonra, Kapıkule sınır kapısına geldiğinde sabah olmaktadır. Ortalıkta, tanklar, askerler belirir birden. Yıl 1980, aylardan Eylül, takvimlerde gün hanesindeki sayı ise 12’dir.

Bir yandan TRT’nin, öte yandan Hürriyet gibi büyük bir gazetenin ve de Hollanda televizyonlarının başarılı bir elemanı olması, birçok kapının kolayca açılmasını sağlar Karaçay’a. Hollanda deyince Cağaloğlu yokuşunda, basın dünyasında ve buradaki vatandaşlarımız arasında İlhan Karaçay adı Hollanda ile âdeta özdeşleşir. Bu kadar başarılı çalışmaları ile Hollanda’da yöneticilerin de dikkatini çeken Karaçay, çeşitli bakanlıkların teklifini kabul ederek çalışma guruplarında yer alır. Çalışma guruplarında da tüm mücadelesi basın yayın kuruluşlarında olduğu gibi yine vatandaşlarımıza sahip çıkmak, destek olmaktır.

Söyleşinin başına dönüyor ve Jeanne ile olan ilişkilerini, ne zaman nişanlandıklarını, nasıl evlendiklerini, çocuklarını soruyorum.

Jeanne’yi ilk kez 1969’da Türkiye’ye götüren Karaçay’ın, aynı yılın 9 Ağustos tarihindeki nişan törenleri gazetelere konu olur.
Bir yıl sonra ise nikâh ve düğün.
O günleri anlatırken Karaçay unutamadığı bir acı anıyı da anlatma gereği duyuyor: “Her şeyi hazırlanmış, evlilik töreni için Mersin’e gidiyorduk. Yolculuğumuzun büyük bölümü geride kalmış Aksaray’a varmak üzereyken büyük bir trafik kazası geçirdik, Jeanne ile birlikte. İkimiz de ağır yaralanmıştık. Ölümden döndük diyebilirim. Nihayet 23 Mayıs 1970’te yine Mersin’de dünya evine girdik.”

Çiçeği burnunda İlhan ve Jeanne çiftinin mutlulukları ikiye, üçe katlanır 23 Ocak 1971’de… Ruşen ve Vahide adını verdikleri biri erkek, diğeri kız olmak üzere ikiz çocukları olur. Fakat bu mutlulukları uzun sürmez! Vahide kalbindeki delik nedeniyle ancak beş hafta hayata tutunabilmiştir. Kızlarını unutamaz genç evli, bu yüzden 17 Nisan 1974 tarihinde doğan ikinci kızlarına, beş haftalıkken ölen Vahide’nin adını verirler.
İlk çocukları Ruşen’den Eva, Vahide’den de Esra isminde iki torunu ile geçirdiği güzel zamanlar için Karaçay: “Hayatımın en güzel anları torunlarımla geçirdiğim anlardır. Her fırsatta torunlarımla olmak benim için dünyanın en büyük mutluluğu.”

YAZ GAZETECİ YAZ

“Başka nelerle uğraştınız, neler yaptınız?”diye soruyorum. Karşımdaki sıradan bir insan olsa bu soru elbette sorulmaz. Fakat o, İlhan Karaçay olunca soruyor insan.
1973 yılında gazeteciliğin yanı sıra seyahat işine de el atar ve 1976 yılında Bakanlar Kurulu Kararı ile THY’nin Utrecht Bölgesi Genel Satış Acenteliği’ni üstlenir.
1966-1977 kış döneminde Türkiye’ye düzenledikleri tur bir ilktir. Çünkü o zamana kadar kış sezonu ölü sezondur ve kış döneminde kimse Türkiye’ye tur düzenlememiştir. Karaçay bürosunda gazeteciliğin ve seyahat acentalığının yanı sıra ihtiyaç ve istek üzerine sigorta ve kredi işleriyle de uğraşır. Bu kadar uğraşı, gece gündüz iş derken, 1981 yılında geçirdiği ağır ameliyatlar sonucu ölüm korkusu sarar benliğini. Bu nedenle önce seyahat bürosunu Refik Selahiye’ye devreder.
Sağlığına kavuştuktan sonra Amsterdam’da Hürriyet Bürosu’nu açarak kendini artık sadece gazeteciliğe verir. 1983 yılı sonunda, bürosunda çalışan Yasemin ve Ünal Öztürk’e, Hürriyet temsilciliğini devreder. Uzun süredir çocuklarının Türkçe eğitim görmelerini istediği için Türkiye’ye dönerek yerleşme kararı verir. Karaçay bu, boş duramaz ve ilk iş olarak yine turistik tesislerini işletmeye başlar Mersin’de…

1984 Mart’ında yapılan yerel seçimlere, CHP’li olmasına rağmen, Mersin Anakent Belediye Başkanlığı’na Doğru Yol Partisi adayı olarak katıldığının afişlerini görüyoruz fotoğraflarda.
O yıllarda hemen her yerde çok güçlü olan Turgut Özal’ın patisi ANAP, Mersin’de de işi bitirir ve Karaçay seçilememiştir. Kanının her hücresine işlemiş gazetecilik mesleği ile o zamanlar Hürriyet’in başında bulunan Arda Gedik ile “Çukurova İlavesi” yayınlamak için anlaşırsa da bazı nedenlerden dolayı proje hayata geçmez.

İlhan Karaçay, bir süre sonra Mersin’deki sosyal yaşamdan rahatsız olmaya başlar, sıkılır. Çocukları yeteri kadar Türkçe öğrenmiştir. 1986 yılının başında Hollanda’ya ikinci kez gelir ve bir daha dönmemek üzere yerleşir.
Hollanda’ya gelişi ile birlikte Günaydın gazetesinin muhabirliğini, Türkçe ve Hollandaca yayınlanan HABER Gazetesi’nin Genel Yayın Yönetmenliğini üstlenir. Aynı yılın sonunda Avrupa’ya açılan SABAH Gazetesi’nin Benelux temsilciliğini de alır.
Fakat SABAH’ın ilk Avrupa serüveni uzun sürmez ve kapanır.
1988’de Asil Nadir’in Günaydın Gazetesi’ni satın alması ile birlikte, bu kez bu gazetenin Benelux temsilcisi olarak görüyoruz Karaçay’ı.

Asil Nadir krizinin ardından gazetenin Bekir Kutmangil tarafından satın alınmasından sonra da aynı görevi sürdürür. Gazetecilik yaşamımda, bu sektörün her branşında görev yapmış olan Karaçay’ı, 1994 yılında Günaydın’ın Avrupa baskılarının sahibi olarak görüyoruz.
Karaçay, Avrupa Türk Basınının kalbi olan Frankfurt’a yerleşir.

BİR ACI, BURUK KUTLAMA ve SONRASI

Afbeelding met kleding, vrouw, person, persoon Automatisch gegenereerde beschrijving

25’inci yıl evlilik yıldönümü davetiyesi Karaçay ailesi 25’inci evlilik gününde

“23 Mayıs 1995 günü Mersin’de 25’inci evlilik yıldönümü kutlamasına hazırlanırken, aynı gün Bekir Kutmangil’in öldürüldüğü haberi ile yıkıldık. Öldürülmeden önce sipariş ettiği buketi Mersin’e ulaşan Kutmangil için yas tutulurken, televizyonlara konu olan kutlama doğal olarak buruk bir şekilde yapılmıştı.Bekir Kutmangil’in ölümünden sonra gazeteyi, yeraltı dünyasının meşhur ismi ‘Altın tabancalı’ ve ‘Altın Mercedesli’ olarak bilinen Mehmet Saruhan satın aldı. Bundan sonra da bu iş ilişkisi biter. Günaydın, Avrupa baskılarını durdurduktan sonra, Türkiye’de de işler iyi gitmeyince, bu gazete tamamen kapandı.” diyor İlhan Karaçay

Afbeelding met tekst, Menselijk gezicht, persoon, Publicatie Automatisch gegenereerde beschrijving

Kurduğu ÇAY-PRESS Ajans kanalıyla çeşitli gazete ve TV kuruluşlarına haber göndererek çalışmalarını sürdüren Karaçay, Radikal ve Posta’ya haber, bir spor gazetesi olan FANATİK’e de spor haberi ve yorum yazar.
1974 Almanya, 1978 Arjantin, (1980 Uruguay-Mini Şampiyona), 1982 İspanya ve 1994 Amerika’daki Dünya Futbol Şampiyonaları ile 1972, 1976, 1980, 1984, 1988, 1992 ve 2000 yıllarındaki Avrupa Şampiyonalarını izlemiş olan Karaçay, Tercüman, Hürriyet, Günaydın, Sabah, Radikal, Posta, Fanatik ve DÜNYA gazeteleri ile TRT, ATV, NTV, SHOW ve STAR televizyonları ile Hollanda televizyonu NOS’ta ki çalışmaları, deneyimiyle, genel konuların yanında, futbol konusunda da uzmanlaşmıştır.

DÜNYA GAZETESİ

28 Mart 1998 tarihi, Karaçay’ın gazetecilik yaşamında yeni bir dönemin başlangıcıdır. Nezih Demirkent’in sahibi olduğu (Şimdiki sahibi kızı Didem Demirkent) Ekonomi ve Politika Gazetesi DÜNYA’nın, Hollanda ve Belçika yayın hakkını alır. Türkler’in işçilikten kurtulup işadamı durumuna gelmeleri ile birlikte, onlara ticari ve ekonomik bilgiler verecek bir yayın organının piyasaya çıkması kaçınılmaz olmuştu. İşte bu boşluğu gören Karaçay, gazetecilik yaşamında yeni bir döneme imzasını atmış olur. Haftalık yayınlanan DÜNYA’nın Avrupa’daki yayın amacı, öncelikle ticari ve ekonomik bilgi sunmak olmasına karşın, Hollanda’da bir azınlık yaşamı sürdüren Türklerin sorunlarına seyirci kalmayı doğru bulmaz Karaçay. Bu nedenle gazetenin yapısında değişiklikler yaparak sosyal-kültürel sorunları da işlemeye başlar.

DE TELEGRAAF GAZETESİ

Çoğu zaman Türkler’e yapılan her haksızlığın karşısında artık DÜNYA vardır. Öyle ki, Türkler’e ve Türkiye’ye karşı her zaman acımasız davranan, kasıtlı haberler yayınlayan bir milyon trajlı en büyük gazete De Telegraaf’a âdeta savaş açar Karaçay. “Boşuna uğraşıyorsun, De Telegraaf’ı yola getiremezsin!” derlerse de aldırmaz, mahkemelere verilir; yılmaz, yıldıramazlar.
Çünkü Karaçay haklıdır ve adalet tecelli edecektir, eder de.
De Telegraaf’ın yöneticileri, Karaçay’ın kendilerini eleştiren yazılarına ilgisiz kalmaz.

Zamanın Genel Yayın Yönetmeni redaksiyonda bulunanlara sorar: ‘İçinizde Karaçay’ı tanıyan var mı’ diye sorar. Ünlü muhabir Jos van Noord, ‘Ben tanıyorum’ der. Genel Yayın Yönetmeni, ‘Davet et, konuşalım kendisiyle’ der. Sonunda bir öğle yemeğinde buluşma gerçekleşir.

İlhan Karaçay, gazetenin sürekli Türkiye ve Türk aleyhtarlığı yayınlarını dile getirir ve ‘Turizmcilerimiz size yılda 5 milyon euroluk ilan veriyor. Siz ise Türk turizmini baltalamaya çalışıyorsunuz’ der. Karaçay, kendisi ile bir röportaj teklifini geri çevirir ve ‘Büyükelçimiz ile röportaj yapın’ der.

Karaçay’ın bu mücadelesi sonucunda aynı gazete T.C. Lahey Büyükelçimiz ile yapılan röportajı tam sayfa olarak yayınlar. Hem de olumlu bir yaklaşımla.

Karaçay bu konuda şöyle diyor: “Oysa De Telegraaf’ın tarihi boyunca hiçbir büyükelçiye böylesine geniş yer vermediği bilinen bir gerçektir. De Telegraaf, bununla da kalmayıp Türkiye lehinde çokça haber yayınladı. Özellikle, daha önce balta vurmaya çalıştığı turizmimiz için övgü dolu haberler yayınladı. Bir genel değerlendirme yapıldığı zaman görülür ki, haftalık Dünya Gazetesi’nin dört sayfasının Hollandaca olarak çıkması, buradaki vatandaşlarımızın sesini direkt duyurmada çok ama çok etkili olduğu görülüyor.”

 

De Telegraaf yöneticileri daha sonra Türk turizmcileri ile de görüşmeler yapar. Beşer kişilik iki grupla ayrı ayrı yemek yenilir ve dertler dinlenir. O zamanlar De Telegraaf 5-6 ay Türk aleyhtarlığı yapmaz ve bazen de güzel haberler yayınlar.

VİCDANSIZ SABUHA

Çok yakından izlediğim DÜNYA Gazetesi’nde “Vicdansız Sabuha” başlığı, beni çocukluk yıllarıma götürdü. Ünlü türkücü İbrahim Tatlıses’in yıldızının parladığı yıllardı. Pendik’te her köşeden acılı acılı, yanık yanık, genç türkücünün feryadı duyuluyordu. “Vicdansızzzzzzzzzzzz Sabuhaaaaaaaaaaaaa!” Hollanda’daki vatandaşlarımızın sesini duyurabilmek için Karaçay, yabancılardan sorumlu Entegrasyon Bakanı Rita Verdonk’a hitaben bu başlığı seçmişti. Çünkü Verdonk, uyum kursları altında 7’den 77’ye, herkesin dil kurlarına gitmesi, Hollanda’ya gelip yerleşecek insanların uyum kurslarına devam etmeleri ve bu kursların paralarını ceplerinden ödemeleri yolunda bir dizi yasa teklifi hazırlamış, meclise sunuyordu. Uyum kurslarına ödenecek para için “Başlık Parası” Verdonk’a da “Vicdansız Sabuha” diyordu Karaçay.

TRT BELGESEL YAYINLARI

İlhan Karaçay’ı son yıllarda TRT ekranlarında çokça görür olduk. Merkezi İzmir’de olan TRT BELGESEL, İlhan Karaçay’a, ülke dışında yapılacak olan çekimler için teklif sundu. Karaçay da bu teklifi tereddüt etmeden kabul etti.

İlk iş 5 bölümlük ‘Uzaktaki Dostlar’ adlı seri oldu.
Bu programlarda, Hollanda’daki Türkiye adlı köy, Belçika’daki Faymonville kasabasında her yıl yapılan Türk festivali, İtalya’nın Moena kasabasında bir Türk Yeniçeri hatırasına yapılan Türk Festivali, İspanya’nın Sax kasabasında yine her yıl yapılan Türk festivali ve Fransa’daki Osmanville ve Turqueville kasabaları işlendi.
Önce TRT BELGESEL kanalında daha sonra da TRT’nin tüm kanallarında sıra ile yayınlanan bu programlar, şimdilerde de peyderpey yayınlanıyor.

Afbeelding met kleding, persoon, person, buitenshuis Automatisch gegenereerde beschrijving

TRT ekibi soldan sağa: Orhan Aybertürk, İsmail Elden, Osman Şahbaz, İlhan Karaçay, Sacit Şahin ve Mehmet Türkoğlu.

TRT BELGESEL’deki ikinci iş İZLER adı verilen, Osmanlı izlerini anlatan seri oldu.
Macaristan, Viyana, Almanya, Hollanda, Fransa, İtalya, Rusya, Doğu Türkistan, Afganistan ve Finlandiya’yı kapsayan çalışmalarda ilginç konular ele alındı.
İtalya’da, Roma mediniyeti’nin başlangıcını hazırlayan Etrüksler’in, Anadolu’nun Ege bölgesinden gelmiş oldukları, müzelerde sergilenen kanıtlar ile ortaya serildi.

Macaristan’da, Atilla’nın maceraları, Osmanlılar’ın hükümranlığı ve hala kutlanmakta olan Turan şenlikleri işlendi.
Hollanda’da, Lale’nin Türkiye’den getiriliş öyküsü ele alındı. Laleyi Hollanda’ya ilk gönderen kişi Busbecq’in yaşam öyküsü anlatıldı. Busbecq’in kayıp olan mezarı da TRT ekibi tarafından aynı adı taşıyan Fransa’daki köyde bir kilisede bulundu. Hollanda Devlet Müzesi’nde hala sergilenmekte olan Osmanlı tabloları da programa renk kattı.

Fransa’da, Fatih Sultan mehmet’in oğlu Cem Sultan’ın sürgünde yaşadığı şato bulundu ve öyküsü anlatıldı. Yine Fransa’da, Atilla’nın otağı bulundu.

Viyana’da, çeşitli müzeler araştırıldı ve Osmanlı izleri tanıtıldı.
Almanya’da da, özellikle Berlin ve çevresinde Osmanlı izleri sergilendi.
İlhan Karaçay’ın TRT BELGESEL için yaptığı programlar, O’nun kariyerindeki ibreyi biraz daha yükseltti.

Yılların tecrübesi, elindeki tek silahı olan kalemiyle haksızlıkların karşısında gördüğümüz Karaçay, Hollanda’da son yıllarda sayıları hızla artan Türkçe gazete ve dergi sahiplerini (Gazetecileri) bir çatı altında toplayarak, gazetecilik mesleğine gönül vermiş gençlere ağabeylik yapmak, gayreti içinde. Bakalım birlikten doğacak kuvvet ne kadar etkili olacak, birlikte göreceğiz.

Gazetecilik mesleği ile esnaflığın aynı şey olmadığını çok iyi biliyor, yılların gazetecisi Karaçay. Elmalarla armutları aynı kefeye koymaz, ayırır. Düşlediği ve gerçekleştirmek için yoğun çaba sarf ettiği Hollanda Türk Gazeteciler Birliği’ni (ya da adı ne olacaksa) kuracaktır.

Son olarak şunu söylüyorum: İlhan ağabey, görünen köy kılavuz istemiyor!

*************************************

Karaçay’ın bir de Hollanda’ya kazandırdıkları var.
Bakınız neler kazandırmış İlhan Karaçay Hollanda’ya…

Duayen gazeteci İlhan Karaçay ile özel röportaj:

‘HOLLANDA, PEK ÇOK ŞEY İÇİN TÜRKİYE’YE MÜTEŞEKKİR KALMALIDIR’

Afbeelding met windmolen, buitenshuis, hemel, gras Automatisch gegenereerde beschrijving

Türkler ile Hollandalılar arasındaki fark çok mudur?
Hollanda, Türkiye’ye müteşekkir kalmalı mıdır?
Neden acaba?
Hollandalı Türkler, aralarında neden kavga ederler?
Hollanda’nın Türk gazetecisi İlhan Karaçay, bu çok özel röportajda bunları anlatacak.
Karaçay, bunun için derinlere inecek.
Küfüre karşı bir Türk nasıl reaksiyon gösterir?
Hollandalılar hakarete karşı ne reaksiyon gösterirler?
Bu roportajda, buraya gelen ilk Türkler’in sorunlarına değinilecek ve yalan haberler konusu da gündeme gelecek.


Afbeelding met tekst, krant, Nieuws, Krantenpapier Automatisch gegenereerde beschrijving

Hollanda’ya Türk işçi göçü, 1960’lı yılların başında başlamıştır. İki ülke arasındaki işçi sözleşmesi ise 1964 yılında imzalanmıştır. Yani tam 60 yıl önce.

Türkler, Hollanda’daki zorlu yılları atlatıp, kendi sorunlarını halletmeye başlayıp refaha kavuştuktan sonra siyasi ve dini bir kutuplaşma içine girdiler.1980 darbesi öncesinde başlayan bu kutuplaşmalar günümüze kadar devam etti. Türkler arasındaki kutuplaşmaların ortadan kaldırılması için devletimiz tarafından hiçbir girişim olmadı. Bazı akil insanlarımızın kısıtlı gayretleri de sorunun çözümlenmesine yetmedi.

Hollanda Türk göçü tarihinde, adı en çok geçmiş ve geçecek olan ve adı Hollanda ile özdeşleşmiş olan gazeteci ilhan Karaçay da bu akil insanlardan biri. İlhan Karaçay gerek ilk dönemlerde ve gerekse şimdilerde, pek çok konuda başrol oynayan isimlerden biri. Bu nedenle, Karaçay ile bu konuları içeren röportajı gerçekleştirdik.

Afbeelding met Menselijk gezicht, kleding, persoon, person Automatisch gegenereerde beschrijving

Soru: İlhan Bey, Hollanda’da yaşadığınız süre içinde pek çok olayı yaşayarak yazdınız ve görüntülediniz. Hollanda’daki Türkler arasında meydana gelen olaylar içinde kavgalar da var. Nedir bu kavgaların içyüzü?

İlhan Karaçay: ”Hollanda’daki 50 yılı aşkın zaman biriminde, burada yaşayan Türk kökenliler arasında yaşanan, siyasi, dini ve dünyevi anlaşmazlıklar çoğu zaman çok can sıkıcı olmuştur. Yaratılmış olan biz insanlar, karekter ve huy olarak, tüm canlılardan daha farklıyızdır. Bizi yaratan, diğer canlılarla barışık bir yaşam sürmemizi istemiş olmasına rağmen biz insanlar, birbirimize şiddet uygulayarak üstünlük sağlamaya çalışmışızdır. Vahşi doğayı bilmem ama, biz insanlar önce kendimiz ile, sonra da diğer insanlar ile barışık olmalıyız. Yaşadığımız gök kubbenin altında, kimsenin kimseden üstünlüğü olmamalıdır. Bunun aksi, bizi barışa değil, savaşa götürür. Anlaşamayan insanların, aralarındaki ihtiafı çözmek için saygın aracılara veya yargıçlara ihtiyaç vardır. Ama ne yazık ki, bazı insanları ne saygın arabulucular ve ne de yargıçlar barıştıramıyorlar.”

Soru: İlk yıllarınızdan biraz söz eder misiniz?

İlhan Karaçay: ”1966 yılında 4 ay turist olarak kalıp Türkiye’ye geri döndüğüm ve sonradan 1967 yılının 10 kasımında yeniden geldiğim Hollanda’da, tam 51 yıldır yaşıyorum. Buraya gelir gelmez başladığım gazetecilik yaşamımda, ilişki içinde olduğum yurttaşlarım arasında, ne dini ve ne de siyasi bir farklılık gözetmeden iş yaptım. Yardımlarına koştuğum yurttaşlarımız arasında da ayrımcılık yapmadım. İlk yıllarda büyük zorluklar çeken yurttaşlarımıza, sadece yayın yoluyla değil, kişi ve mercilerle bizzat temas kurarak yardımcı olmaya çalışıyordum. Gazetelere yazıyor ve televizyonlarda programlar yapıyordum. Epeyi de ünlenmiştim. Eee, insan halidir, kimi uzun burnumu, kimi saç özürlülüğümü öne sürerek beğenmemiş olacağı gibi, beni beğenen ve takdir edenler olmuştur.” Yurttaşlarımızın bir kısmı, Hollanda’daki sorunların hafiflemesinden sonra, buradaki sorunları bir kenara bırakıp, anavatandaki siyasi ve dini çekişmelere odaklanmışlardı. Sağcı ve solcu kavgası buralara da sıçramıştı.

Soru: Neydi bu sağcılık ve solculuk konusu?

İlhan Karaçay: ”İsterseniz önce, bu sağ ve sol kavramının nereden kaynaklandığını anlatayım: Fransa’nın bilmem kaçıncı Kralı Louis’in , meclis kararlarını sürekli veto etmesini önlemek için özel bir oturum yapılıyor. Değişime açık olmayan muhafazakar kesimle, monarşiyi destekleyen, kralın veto hakkının olmasını isteyen ve genel anlamda toplumun kaymak tabakasında olan insanlar ‘sağ’ tarafa oturdular.O zamanki toplum düzeninin ilerici görüşlü burjuvazi temsilcileri, köylü hakkını ve ileriyi savunan, değişimi isteyen temsilciler de ‘sol’ tarafa oturdular. Anlayacağınız, o günden bu güne, ileriyi, değişimi, yeniliği, hak ve özgürlüğü, en önemlisi ise herkesin eşit olduğunu savunan insanlara ‘solcu’, muhafazakar olan, değişime, yeniliğe, hak ve özgürlüklere ve eşitliğe yakın olmayan insanlar da ‘sağcı’ olarak nitelenmeye başlandı. Tabii ki bu anlatım, Amerika’da başka, Asya’da başka ve Avrupa’da başka türlü de yorumlanıyor.”

https://gazeteci.nl/wp-content/uploads/2018/02/BD42B669-16E6-481D-B8B0-CC4B1E5D2286.jpeg

Soru: O dönemlerde Hollanda’daki Türkler’in durumu neydi?

İlhan Karaçay: ”O zamanlar, işte böyle sağcı ve solcu diye nitelenenler arasında kıyasıya bir çekişme başlamıştı. Türkiye’deki anarşik cinayetler korkusu, Utrecht’te bir futbol maçı sonrasında yaşanan cinayet ile Hollanda’ya da taşınmıştı. Zira o zaman, siyaseti futbola karıştırmak istemeyen Muzaffer Çavuşoğlu adlı bir gencimiz, bir siyasi grubun gadrine uğramış ve futbol sahasında öldürülmüştü.”

Soru: Bu olay karşısında sizin tutumunuz neydi?

İlhan Karaçay: ”O zamanki siyasi çekişmeler cereyan ederken, ben bu çekişmelerde ne sağcılardan yana oldum ne de solculardan yana. Böyle olunca da, beni kendilerinden olmadığım için, iki grup da düşman belledi. Özellikle ‘Düşman’ diye yazdım. Zira Hollanda polisi, beni önce sağcıların, bir yıl sonra da solcuların öldüreceği ihbarları ile iki defa korumaya almak istemişti. Ben her iki koruma isteğini ret etmiştim. ‘Benim yurttaşlarım bana kızarlar ama, beni öldürecek derecede düşmanlık yapmadığım için bunu yapmazlar’ dedim. Buna rağmen polis beni, kurşun geçirmez çelik yelek giymem için zorladı. Aylarca kilolarca ağılıktaki çelik yelek ile dolaştım. Ne mutlu ki bana hiçbir saldırı olmadı ve o yıllar mazide kaldı.

Soru: Yanlış istifhamları ortadan kaldırmak için soruyorum. O zaman İslam’a bakışınız nasıldı?

İlhan Karaçay: ”Hollanda’da, İslam inancında olan Müslümanlar, namaz kılmak için önce mescit yerleri, sonra da cami isteğinde bulundular. Müslümanlar dernekleşmeye başladılar. Dernekler kuruldu. Daha sonra dernekleri bir çatı altında toplayan Federasyon kuruldu. Daha sonra da Federasyonlar’ın birleştiği Konfederasyon kuruldu. İbrahim Görmez, hem federasyonda ve hem de konfederasyonda başkanlık yapmıştı. Ben o zamanlar gerek televizyondaki yayınlarımda ve gerekse Hürriyet’teki yayınlarımda hep yurttaşlarımızdan yana oldum ve destekledim. Ülkede, Katolikler, Protestanlar, Evangelistler ve Yahudiler için TV ve Radyo yayınları vardı ama Müslümanlar için yoktu. Bunun mücadelesi başladı.

Ben yukarıdaki tüm faaliyetlerde gerek gazetemde ve gerekse TV programlarımda hep destekçi oldum. Ama ne yazık ki, o zamanlar Hürriyet gazetesini düşman, Tercüman gazetesini dost bilen bazı kişiler, bana çok uzak durdukları için beni anlayamadılar.”

Soru: Sizin NOS’ta Pasaport programını yaptığınız dönemde, Hollanda televizyonunda YONEKO adlı bir film yayınlanmıştı. O kunuyu burada açıklar mısınız?

https://gazeteci.nl/wp-content/uploads/2018/02/A9DBBB57-FA81-4817-BE07-787441DF75E8.jpeg

İlhan Karaçay: ”1978 yılının mayıs ayında, EO adli Evangelist TV İstasyonunun, sırf Hıristiyan propagandası yapılan YONEKO adlı İngilizce bir filmin, özellikle Türkçe alt yazılı yayınlayacağını öğrendiğim zaman, gerek kendi TV yayınımda ve gerekse Hürriyet’te ‘Neden ille de Türkçe’ diye protesto etmiştim. Ama ne yazık ki sırf Tercüman okuyan ve benim yayınlarımdan habersiz olanlar, NOS Televizyonunda çalıştığım için, o yayını da benim yaptığımı sanarak bana çok ağır ve çirkin iki mektup göndermişlerdi. Zıra, Türkiye’de o zaman TRT ne ise, burada da NOS televizyonunun konumunu aynı zannedenler, diğer yayın kurumlarının kendi ideoloji ve inançları doğrultusunda yayın yaptıklarını bilmiyorlardı. Her televizyon kanalında yayınlanan programda benim parmağım olduğunu sanıyorlardı.”

Soru: Sonrasında hakkınızdaki fikirler değişti mi?

İlhan Karaçay: ”Tabii ki. Gün geldi, yukarıda anlattığım bilinmeyenler, bilinir hale geldi. Ne mutlu ki, o zamanlar Türk İslam ve Kültür Dernekleri Federasyonu Başkanlığı ve İslam Yayın Kurumu Başkanlığı yapmış olan İbrahim Görmez, ‘Senin değerini o zaman bilemedik. Nifakçılar seni hedef almışlardı. Şimdi senin İslam’a ve devletimize ne kadar yararlı olduğunu daha iyi anladık.’ deme medeniyetini gösterdi. Sağolsun İbrahim Görmez…” Hollanda’da, geçmişte yapmış olduğunuz toplumsal ve bireysel yardım faaliyetlerinize biraz sonra gireceğim. Şu anda yaşananlar çok önemli.”

Soru: Nedir şimdi yaşananlar ve nedir bu kavgalarda sizin yeriniz?

İlhan Karaçay: ”O zamanki kavgalarda, yerimin ne olduğu anlaşılmıştır sanırım. ‘Ne sağcıyım ne solcu, futbolcuyum futbolcu’ yakıştırmasına uygun bir yerdeydim. Bazıları buna ‘renksizlik’ diyordu ama, benim ne kadar renkli olduğumu bilenler de vardı. İçinde bulunduğumuz kavgalara ve bu kavgalarda benim yerimin ne olduğuna gelince: Refah düzeyi artan yurttaşlarımız, buradaki sorunlarından bir nebze kurtulduktan sonra, particiliği, inanç ayrıcalığını ve hatta Türkiye’deki futbol takımı sevdasını abartılı bir hale getirdiler. Daha önce bu konularda arada bir tartışanlar, sosyal medyanın yaygınlaşmasından sonra, birbirlerine hakaret etmeye başladılar. Eski dostlar düşman olmaya başladı. Bırakın siyasi ve dini düşünceyi, Fenerbahçeli ile Galatasaraylı bile birbirlerine düşman oldular. Ben Beşiktaşlı olduğum halde, Hollanda Beşiktaşlılar Derneği’ne üye bile olmadım. Çünkü ben işimde tarafsızlığımı inandırıcı bir şekilde ortaya koymalıydım.”

Soru: Son günlerdeki kargaşa hakkında neler diyeceksiniz?

İlhan Karaçay: ”15 Temmuz darbe girişiminden sonra ise, bir Erdoğancı-Fetöcü kavgası patlak verdi. Gruplar arasında çekişmeler ve hatta ufak tefek atışmalar meydana geldi. Hollanda’yı yönetenler bu durumdan rahatsız oldu. Araştırmalar yapıldı. Türk kuruluşlarından beşi, Başbakan yardımcısı Ascher’in emriyle araştırıldı. Pek çok konuda polis devreye girdi. Bakanlık ve istihbarat elemanları Türkler arasında mekik dokumaya başladı. Sonra şikayetler, dedikodular ve iftiralar baş gösterdi. Türkler, sosyal medyada birbirleri ile kabaca tartışmaya başladılar. Herkes birbirini suçluyor ve bir paye yakıştırıyordu. Tam anlamıyla, çok rahatsız edici bir durum söz konusuydu. Eskiden komuşularıyla muhabbet içinde yaşayan insanlarımız, şimdi o komuşularının yarısını kaybetmiş durumda. İnsanlar birbirlerine düşman gibi bakıyorlar.”

Soru: Sosyal medyada da bir kavga sürüp gidiyor. Nedir buradaki sorun?

İlhan Karaçay: “Yukarıdaki olumsuzluklar yetmezmiş gibi, eline kalem alan (Daha doğrusu bilgisayar veya akıllı telefon kullanan) bir yığın insan yorumlar yazmaya başladılar. Kimi Facebook’ta, kimi Instagram’da, kimi WhatsAap’ta, kimi Twitter’de ve Messenger’de yazıp yazıp gönderiyordu. Tabii ki bu ara kendi web sitelerini yayına sokmuş olanlar da vardı. Elindeki kara kalemi istediklerininin üzerine çalıyorlardı. Naçizane şahsım için bile bazen olumsuz satırlar yazılıyordu.
Ben bunları hiç sorun yapmıyordum. Benim için olumsuz yazanlar ile temasa geçiyor, biraraya geliyor ve olumsuzlukları düzeltme yoluna gitmeyi tercih ediyordum. Zira ben, eskiden olduğu gibi, şimdi de hiçbir yurttaşım ile kavgalı olmayı ve kavgalı kalmayı tercih etmiyorum. Kendi meselelerimi, kendime özgü tavır ve hareketlerimle halletmeye çalışıyorum.”

Soru: Siz bu konularda akıllı davranıyorsunuz. Peki diğerleri ne yapıyorlar?

İlhan Karaçay: ”Ne var ki, aynı yayınlardan rahatsız olan bazı dostlar, web sitelerinde kendilerini yeren kişilere karşı harekete geçtiler. ‘Kamuoyuna’ diye bildiriler yayınladılar ve kendileri için kötü yazanlara karşı sert yanıt verdiler.
İşte o saatten sonra olanlar oldu. Bu kez web sitesi yazarları karşı hücuma geçti. Ama yazılanlar arasındaki kelimeler yenilir içilir cinsten değildi. Ağır hakaretler ve kişisel ailevi suçlamalar çok can sıktı. ‘Kamuoyuna’ duyurusunu yazanlar, daha sonra bunu bir imza kampanyasına dönüştürdü. Site yazarları bu kez imza atanlara saldırdı. Tabii ki tüm bu olanlar, Hollanda’yı yönetenlerin gözünden kaçmadı. İstihbaratçılar, patronlarına bilgi vermek için bu konuyu da araştırmaya başladılar bile.”

Soru: Bu konuda sizin görüşünüz nedir?

İlhan Karaçay: ”Yalan söylemeyeyim. ‘Kamuoyuna’ diye başlayan bildiriye neden imza atmadığımı soranlar olduğu gibi, ‘imza atma’ diyenler de oldu. Ben her iki tarafa da, kimsenin etkisi altında kalmayacağımı, her hareketimi kendi sağduyumla yapacağımı ve bu gidişatın hiç hoş olmadığını ve hatta çok kötü olduğunu belirttim. Bu sorunun küfürleşme ve yargıyla çözümleneceğine inanmıyorum. Benim aleyhime de yazılanlar olduğu halde, bu sorunun diyalog ile çözüleceğine inanıyorum.”

Soru: Siz bu konuda nerede duruyorsunuz?

İlhan Karaçay: ”Akil bir dost bana şu tavsiyede bulundu: ”Bak İlhan, sen her zaman olduğu gibi bu kavganın dışındasın ve hatta üstündesin. Yoluna böyle devam et.”. Ben de tıpkı 51 yıldır yaptığım gibi, yurttaşlarımız arasında gelişmekte olan bu kavgaların dışında kalıyorum. Bana, eskiden olduğu gibi ‘Renksiz ve korkak’ diyenler çıkacaktır. Ama beni yakından tanıyanlar ne kadar renkli ve ne kadar da cesur olduğumu ifade edeceklerdir. Zira ben, Hollanda’daki Türkler’in tarihi yazıldığı zaman, İlhan Karaçay adının tertemiz yazılması dilemekteyim”

Soru: Hollanda ve Avrupa’daki ana akım medya ve sosyal medya konusundaki son durum nedir, önlemler alınıyor mu?

İlhan Karaçay: ”Sosyal medyada hakaret ve iftira içeren yayınların ortadan kaldırılması için Avrupa Birliği ülkeleri ortak bir çalışma içine girdiler. Facebook, Twitter, Instagram, WhatsAap ve Messenger aracılığı ile yapılan hakaretlerin, bir hafta içinde kaldırılmaması halinde büyük cezalar konulacak. Ayrıca, Hollanda’nın üçüncü büyük gazetesi De Volkskrant, I&O Araştırma şirketine ,‘Yalan haberlerin toplumsal tartışmalara etkisi’ konulu bir araştırma yaptırdı.
Annieke Kranenberg tarafından kaleme alınan araştırma sonuçlarına göre, her üç Hollandalı’dan birisi, yalan haberle doğru haber arasındaki farkı ayıramıyor. Araştırmaya katılanlardan sadece yüzde 29’u, yalan haber ile doğru haberin farkına varabiliyor. Hollandalılar’ın yüzde 82 gibi ezici bir çoğunluğunun yalan haberlerden rahatsız oldukları, yalan haberlerin, demokrasi ve hukuk devletinin işleyişini tehdit ettiğini söylüyorlar. Okuyucunun genelde şuurlu olduğu, her habere hemen inanmayacağının altı çiziliyor. Örneğin, okuyucunun kendi ifadesine göre, Facebook’da yayınlanan haberlerin yüzde 71’i yanlış olabilir.

Soru: Peki, diğer Avrupa ülkeleri ne yapıyorlar bu konuda?

İlhan Karaçay: ”Yalan haberler, diğer Avrupa ülkelerinde de buradan farklı değil elbette. Yalan haberler ile mücadelede Hollanda ağır davranırken, Fransa ve Almanya sert önlemler alıyorlar. Geçen ay Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron, yalan haberlerle ilgili yeni bir yasanın yürürlüğe gireceğini söyledi. Macron’un seçimler sürecinde yalan haberlerden canı yanmıştı tabiiki. Almanya da geçtiğimiz günlerde konuyla ilgili bir yasa sundu. Sosyal medyada nefret içeren haberleri yayından kaldırmayanlara ağır para cezası verilecek ve hesapları kapatılacak. Sahte ve yalan haberler için, Avrupa Komisyonu bu yıl bir dizi yaptırımlar getirecek. Komisyon, alanında uzman olan 39 kişi tesbit ederek çalışmalarına başladı. Brüksel’in vereceği karar, Avrupa ülkelerini harekete geçirecektir.Kişilerin yalan haberler karşısında zarar görmemesi, toplumsal düzeni zedelememesi, hukuken keskin önlemler alınması, hiç kimsenin yalan haberlerle başkalarının yaşam hakkını engellememesi için önlemler alınıyor.”

Soru: Sosyal medyada en çok rahatsızlık veren konu nedir?

İlhan Karaçay: “Bazı haber portallarını yönetenler, birisi hakkında kötü düşünülmesi için, kendi görüşlerinde ziyade, tribünlerde oturan hayalı insanları konuşturarak haber yapıyorlar. Ama artık bu taktiğe kimse inanmamaktadır.
Bu konuya dikkat edilmesini ve insanları sırf intikam almak için karalama kampanyası yapılmamasını diliyorum.”

En Son Gelişme

Soru: Türkiyemizdeki son gelişmeler hakkında da anlaşmazlık çıktı. Bu durum Türkiye’deki siyasetçiler arasında tatsızlık yaratıyor. Suriye’ye ‘Zeytindalı Çıkarması’. konusunda neler oluyor?

İlhan Karaçay: ”Milli bir dava olan bu girişim için, HDP haricindeki tüm siyasi partilerimiz onay verdi. Onay verildi ama, kurcalayıcı medya yine polemik yaratacak girişimlerde bulundu ve siyasileri değişik açılardan konuşturmaya başladı.
Dava milliydi ve onay almıştı. Ama, geçmişteki dış politikamız eleştirilmeye başlanınca, siyasilerimiz yeniden bir ağız dalaşına girdiler. (Bu konuda HDP’lileri kastetmiyorum). Siyasiler ağız dalaşına girince, yurttaşlar da konuşmaya ve yazmaya başladılar. Sosyal medya üzerinden yine hakaretler yağmaya başladı. Biri diğerine ‘Vatan haini’ diyor, diğeri de, ‘Çıkarcı sömürücü’ yanıtını veriyor. Kişisel sataşmalar da cabası…
Milli bir davada bile, çirkin siyasete başvuranlar, yurttaşlarımız arasındaki dostluk bağlarını bir kez daha çözülemeyecek düğüm haline getirdiler. Yazık, hem de çok yazık.
‘Sonumuz hayırlı olur inşallah’ diyerek sözlerimi tamamlıyorum.”

Geçmişte yaşananlar

Soru: Şimdi biraz da geçmişteki toplumsal hizmetlerinizden söz edelim. Hoofddorp’ta Türkler’in bir fabrikada boykot eylemi yaşanmıştı. O sorunu siz çözmüştünüz. Anlatır mısınız?

https://gazeteci.nl/wp-content/uploads/2018/02/3D54D1F3-6C7F-480D-8162-2F2010EC2EB8.jpeg

İlhan Karaçay: ”1975 yılında, Hoofddorp’taki Dam Chips adlı fabrikada 160 Türk işçisi işgal eylemi başlatmıştı. İsveren Türkler’in işine derhal son vermişti ama Türkler fabrikayı terk etmiyorlardı. Olay Hollanda parlamentosunda konu olmuştu. Medya sırf bu konuyla meşguldu. Sendikaların girişimleri fayda etmiyordu.
Türkler’in ikamet ettikleri Haarlem kentine gittim. Türkler ile uzun uzun konuştum. Daha sonra fabrikanın patronunu aradım ve olayı her iki tarafı mutlu edecek bir şekilde sonlandıracağımı bildirdim. Patron önce görüşmeyi kabul etmedi. Birkaç kez daha aradım. Sonunda kabul etti. Türkler ile fabrikada toplandık. Sonuçta barışı sağladık. Ertesi gün Hollanda medyası, ‘Hiç kimsenin yapamadığını, Türkler’in ombudsmanı gazeteci İlhan Karaçay yaptı ve barış sağlandı’ haberini yayınladılar.

Journalist İlhan Karaçay als ombudsman

DAM betaalt over stakings-
periode

HOOFDDORP. – De Dam Fabriek zal
de Turkse werknemers.jtlen vrouwen en
één man, die door een misverstand bijna
twee weken deze maand in staking gin-
gen en inmiddels, na ontslag, weer in
dienst zijn genomen, het loon dat zij
over de periode zouden hebben gekregen
uitbetalen

Dit kwam donderdagmorgen tijdens
besprekingen tussen de Turkse journalist
en “ombudsman” Ilhan Karacay die voor
de belangen van de stakers opkwam en’

https://gazeteci.nl/wp-content/uploads/2018/02/F741CA15-26FB-4B62-917F-6E8A4A3EE488.jpeg

Soru: Hollanda Kraliçesi Juliana’ya yazdığınız bir mektup hafızlardan silinmedi. Neydi o kunu?

İlhan Karaçay: ”1975 yılının mart ayında, Helmond kentindeki bir okulda Türk öğrencilere büyük bir haksızlık yapılmıştı. O zamanlar her cumartesi günü Türk çocuklarına Türkçe ders ve İslam dini öğretiliyordu. Okul yönetimi bu durumu yasaklamıştı. Hollanda yine ayağa kalkmıştı. İşte o zaman ben Kraliçe Juliana’ya bir mektup yazmıştım. O mektup da Hollanda medyasında geniş yer buldu ve sonra da dersler yeniden başladı.

https://gazeteci.nl/wp-content/uploads/2018/02/60775498-DEE7-48CD-91AA-36FED37F6C6C.jpeg

Soru: Sizin kaçak işçilere af konusunda da çalışmalarınız oldu. Anlatır mısınız?

İlhan Karaçay: ”1973 yılında, Hollanda’da ikamet ve çalışma izni olmayan ve ‘Kaçak işçi’ olarak adlandırılan insanlar için genel bir af verilmesi için bir komisyon oluşturmuştuk
Ben o zaman bu af için ‘Generaal pardon’ sözcüğünü seçmiştim. Bu sözcük Hollandalılar’ın diline pelesenk olmuştu. O zaman Hollanda’da çok ünlü bir İspanyol asıllı sendikacı vardı. Daha sonra ülkesine dönen ve orada Bakan olan bu ünlü sendikacı da bana ‘Bay General Pardon’ adını yakıştırmıştı.
O çalışmalar semersini vermiş ve daha sonra kaçak işçiler için af çıkmıştı.

https://gazeteci.nl/wp-content/uploads/2018/02/82D4D941-A2EC-46CB-89FC-5F1A13D850A7.jpeg

Soru: Hollanda hükümeti, Türkiye’de yaşayan Türk çocukları için daha az çocuk ödeneği verilmesini istenmişti. Bu konuyu da anlatır mısınız?

İlhan Karaçay: ”1976 yılında, Hollanda Sosyal Güvenlik Bakanlığı’nda bir komisyonda yer almıştım. O zamanki hükümet, Türkler’in Türkiye’de yaşayan çocukları için, normalden daha düşük çocuk parası ödeneği verilmesi için bir çalışma yapıyordu. Gerekçe: Türkiye’de süt, sebze ve meyve daha ucuzdu. Ben ise o komisyonda, Türk çocuklarının Türkiye’de daha ucuz yaşamadıklarını, aksine, ebeveynler Avrupa’da olduğu için, Türkiye’de bıraktıkları çocuklar için daha fazla para harcadıklarını anlatmıştım. Benim anlatımım, hükümetin bu plandan vaz geçmesi için yeterli olmuştu.”

https://gazeteci.nl/wp-content/uploads/2018/02/D3EC621E-9C1F-4612-9B4C-EB77E647C9E6.jpeg

Soru: Bir de Zwarte Markt (Kara Pazar) konusu var. Neydi o konu?

İlhan Karaçay: ”1983 yılında, Beverwijk’te kurulan dünyanın en büyük pazar yerinin kuruluş çalışmalarında ben de yer almıştım. Hollandalı girişimci Bart van Kampen pzarcılık yapıyordu. Zaandam kentindeki Bruynzeel fabrikasının avlusunda pazarcılık yapan Türkler’e yasak gelince, Bart van Kampen bana gelmiş ve Beverwijk kasabasındaki pazar yerinde Türkler’e yer vermek istediğini belirtmişti. Ben o zaman tanıdığım pazarcı Türkler’e ulaştığım gibi, Hürriyet ve Tercüman gazetelerine verdiğim ilanlar ve her tarafa astırdığım afişler ile büyük bir reklam kampanyası başlatmıştım. Daha sonra da Türkiye’den getirdiğimiz sanatçılarla bedava konserler ile binlerce Türk’ü pazar yerine çekmeye başladık. Dünyanın en büyük pazar yeri diyebileceğimiz bu yer, her hafta polis baskınıyla kapatılıyordu. O zaman pazar yerinde 100’ü aşkın Türk standı vardı.

https://gazeteci.nl/wp-content/uploads/2018/02/80FB9784-6F24-4AFB-98D5-BE20757F0A06.jpeg
Polis baskınlarından kurtulabilmek için bir komisyon oluşturduk ve zamanın İçişleri Bakanı’a gittik. Bakan, ‘Nuh’ diyor ama ‘Peygamber’ demiyordu. Pazar gününün insanlar için istirahat günü olduğunda israr ediyordu.
O sırada ben söz aldım: ‘Sayın Bakan, Scheveningen, Noordwijk ve Katwijk gibi yerlerde pazar günü dükkanlar neden açık’ diye sordum. Bakan tam istediğim yantı verdi: ”Oradaki dükkanlar yabancılar için açık.”
Ben de cevabı hemen yapıştırdım: ‘İyi ama sayın Bakan, Kara Pazar denen yere hep yabancılar geliyor. Yabancıların Hollanda’da yararlanabilecekleri rekreasyon yerleri çok kısıtlı. Pazar yerine gelen yabancılar çocukları ile birlikte eğlenebiliyorlar. Ayrıcai yüzden fazla Türk işyeri açmış ve yüzlercesine de iş imkanı sağlamış durumda. Beni dikkatle dinleyen Bakan, elini masaya vurarak ani ve kesin kararını verdi: ”O zaman sadece Türk pazarı açık kalabilir.
Komisyondaki Hollandalılar itiraz edecek oldular ama, araya girerek, ‘Durun itiraz etmeyin. Bugün Türk pazarına izin verildi, yarın da Hollanda pazarına izin çıkar’ dedim. Daha sonraki aylarda gerek belediye ile ve gerekse Bakanlık mensuplarıyla yapılan görüşmelerden sonra Hollanda pazarı da açık kaldı. Ve o günden sonra Türk pazarı cumartesi ve pazar günleri hala faaliyet gösteriyor.”

https://gazeteci.nl/wp-content/uploads/2018/02/8220D45F-9987-4100-B799-460BCF75C844.jpeg

Soru: Bir de pazar yerindeki Türkler’in boykot eylemi vardı?

İlhan Karaçay: ”Türk pazarcılar, pazar yeri sahibi Van kampen’in kira sözleşmelerinden hoşnut değildiler. Başı çeken bir Türk pazarcı, Türkler’e ‘Boykot’ kararı aldırdı. Ertesi gün pazar yerine gelenler pazara giremediler. Uzaklardan pazar yerine gelenler boşuna gelmiş oldular. Kaldı ki, pazarın tanıtımı için büyük emek ve masraf sarfedilmişti. Pazar yeri sahibi Bart van Kampen.ikinci hafta da boykotu sürdürmesi beklenen Türkler’i bu fikirden va geçirmek için beni aradı. Cumayı cumartesiye bağlayan gece pazar yerine gittim. Türk esnafı bir araya getirdim ve pazar yerine gelen binlerce kişinin bu hafta da geri dönmesi halinde, pazara bundan sonra hiç kimsenin gelmeyeceğini ve sonunda herkesin kaybedeceğini belirttim. Başı çeken Türk itiraz eder gibi oldu ama, esnafın büyük çoğunluğu bana inandı ve boykot sona erdi. Ertesi sabah beni arayan van kampen banka hesabımı istedi. Bana gece çalışması için bir honorerya gönderecekti. Kendisine teşekkür ettim ve havale edeceği parayı ret ettim.”

UÇUŞ VERGİSİ

Soru:İlhan bey, sizin Hollanda’da yaptığınız ses getiren girişmlerin haddi hesabı yok biliyoruz. Hatırladığımız kadarıyla bir de ‘Uçuş vergisi’ yasasını geri çektirmenizin hikayesi var. Anlatır mısınız?

– ”Memnuniyetle. 5-6 yıl önceydi. Hollanda hükümeti uçak biletlerine bir ‘Uçuş vergisi’ koymak için bir yasa tasarısı düzenliyordu. Bu tasarıya göre, Atina’ya uçacak olan yolcu hiç vergi ödemeyecek, ama Ankara veya Antalya’ya uçacak olan yolcu 35 ila 50 euro arasında bir vergi ödeyecekti. Bu teklif yasalaşırsa, tatile gidecek Türk ailelerine büyük bir maddi külfet yüklenecekti. Bu duruma önce Hollanda Seyahat Acentaları Birliği ANVR, daha sonra çeşitli havayolu şirketleri itirazlarda bulundular. Corendon firması da girişimde bulundu ama fayda etmedi.

Afbeelding met tekst, person, persoon, poseren Automatisch gegenereerde beschrijving
Utrecht Turizm Fuarı’nın açılış arifesindeydik. İşçi Partisi milletvekili olan eski dostum ve Agis’in Eski Genel Başkanı Eelke van der Veen’i aradım. Durum hakkında birşeyler yapılması gerektiğini söyledim. O da beni, bu tasarının hazırlayıcısı olan Paul tang’a yönlendirdi. Aynı akşam Paul tang beni aradı ve ne istediğimi sordu. Ben de kendisine, iki gün sonra açılacak olan Turizm Fuarı’nda buluşma teklifinde bulundum. 6 Türk tur operatörü ve birkaç basın mensubu arkadaşım ile, Turizm Müşavirliğimizin standında buluştuk. Turizmci dostlar, biletlere eklenecek olan ‘Uçuş vergisi’nin yolcular için ağır bir yük olacağını anlattılar. Paul Tnng da, alınacak olan vergilerin, uçakların kirlettiği çevre için harcanacağını belirterek, çevre temizliliğini ne kadar önemli olduğunu anlatmaya çalıştı.
Toplantının sonucunda, fikir değişikliği olmadığı kanaatine vardım.
Ben de, ‘mademki bu işler siyasetle ve oy hesabıyla çözümlenir, o halde ben de bu işi bu yolla halletmeliyim’ diye düşündüm ve Paul Tang’ı tren istasyonuna kadar yolcu ederken konuşmaya başladım: ‘Bak Paul, sizin partiniz geçen seçimlerde, Ermeni davasını körü körüne desteklediğiniz için Türkler’den oy alamadı. Kaldı ki, bugüne kadar, sağcı olsun veya solcu olsun Türkler hep sizin partiye oy veriyorlardı. Şimdi bu uçak vergisi yüzünden Türk aileler size yine kızacak ve oy vermeyecekler. Sana tavsiyem, başkanınız Wouter Bos ile konuş ve bu durumu izah et’.

Afbeelding met tekst, persoon, mensen, groep Automatisch gegenereerde beschrijving

Paul Tang aynı akşam beni aradı ve Bos ile görüştüğünü, Maliye Bakanı ile de bu konuda randevu alındığını söyleyerek iyiye doğru bir işaret verdi.
Seyahat dalında faaliyet gösteren dostlara bunu anlattığım zaman bana, ‘Boş ver abi, bu iş böyle kalır’ diye umutsuz yanıtlar vermişlerdi.

Paul Tang ile konuşmam ocak ayında yapılmıştı. Mayıs ayı başında Mersin’deyken akşam telefonum çaldı. Hatta Paul Tang vardı. ‘Müjde Karaçay, uçak vergisi tasarısını geri çektim.‘ diye iyi haberi verdi.
Bu anlattıklarım, pek çok işin lobi faaliyeti ile nasıl çözümleneceğinin bir örneğidir.”

İlginç olaylar

İlhan Karaçay’ın 2002 yılında Kraliçe Beatrix’e yazdığı, 2017 yılında da şimdiki Başbakan Rutte’ye yazdığı mektuplar da, Türk ve Hollanda toplumunun barış içinde yaşayabilmeleri için, iyi niyetle yazılmış mektuplardı. Sorulara devam ediyoruz:

Soru: Siz Kraliçe Beatrix ve Başbakan Mark Rutte’ye de mektuplar yazdınız?
-‘Evet, 2002 ve 2017 yıllarında, Holland ave Türk toplumunun birlikte ve huzur içinde yaşayabilmeleri için yazmıştım o mektupları.

Soru:Şimdi değişik bir konuya girelim. Türkler ile Hollandalılar arasında kültür, gelenek, din ve hiddetlenme farkı nedir?
-‘Ben şahsen 55 yıldır Hollanda’da yaşadığım ve çifte tabiyete sahip olduğum halde, bu gibi farklılıkları kendim yaşamadım ama başkalarının yaşadığına şahit oldum. Tabii ki herkesi aynı kefeye koymak doğru olmaz. Bu nedenle vereceğim örnekleri genelleştirmek istemiyorum ama, çoğunluğu kastettiğimi de belirtmek isterim.

Soru:Tabii ki objektif yanıt vereceksiniz. Peki bundan neden tereddüt ettiniz?

-‘Ben vereceğim örneklerde, ünlü düşünür ve yazar Aziz Nesin gibi hata yapmak istemiyorum. Aziz Nesin, Türk halkının yüze altmışının salak olduğunu iddia ettiği zaman çok eleştirilmiş ve hatta tehditler almıştı. Bunun üzerine Nesin bu kez şu cevabı verdi: ‘Yanlış söylemişim, Türk halkının yüzde sekseni salak.’
Aziz Nesin daha akıllı davranıp, ‘Türkler’in yüzde kırkı zekidir’ deseydi, diğer yizde altmışın salak olduğunu ifade etmiş olur ve kendisine bu kadar kızılmazdı.
Şimdi ben de Hollandalılar ile Türkler arasındaki farkı anlatırken, böyle bir hataya düşmemeye gayret edeceğim.’

Soru:Türkleri ve Hollandalıları ne kadar güvenilir buluyorsunuz?
-‘Hollandalılar bu konularda daha soğuk kanlı ve ihmalkârdır. Kendilerine yaptığınız bir yardım ve destek konusunda müteşekkir olurlar ama bunu çabucak da unutabilirler.
Bir örnek: Hollandalılar, İspanyollar ile 80 yıl süren savaşı, Osmanlılar’ın bir nevi yardımı ile kazandılar. Prens Maurits, savaşın çok şiddetli geçtiği bölgeye, şükran borcu ödemek için ‘Türkiye’ adını verdi. Belçika’ya yakın olan Zeeland bölgesindeki Türkiye Köyü’nde bir de fahri büyükelçimiz var. Bayan Monique Strum, fahri büyükelçiliğimizi yaparken, Türkiye’yi tanıtarak iyi bir hizmet yapıyor.

Bir başka örnek: Hollanda devleti kurulduğu zaman, hiç bir devlet tanımaya yanaşmamıştı. Hollanda Büyükelçi Haga’yı İstanbul’a göndermişti. İki ay süren uzun bir bekleyisten sonra Sultan Ahmet taafından kabul edildi. Sultan Ahmet, Venedikliler’in, Almanlar’ın ve Fransızlar’ın karşı çıkmalarına rağmen Hollanda devletini ilk tanıyan oldu. Böylece, Hollanda’nın Akdeniz’de rahat dolaşmasını ve ticaret yapmasını sağlayan Sultan Ahmet, Hollanda’ya ikinci jesti yapmış oldu.
Hollanda, lale ile birlikte 80 çeşit çiçeği Türkiye’den elde ederek büyük paralar kazanıyor. Bunun için hâlâ festivaller yapılıyor.

Hollanda, seramik, tütün, kahve ve müzik aletlerini de Türkiye’den elde etti. Bu nedenle Hollanda Türkiye’ye müteşekkir kalmalı. Peki şimdi ne görüyoruz? Şimdiki Başbakan Mark Rutte, bu gerçeklerin tümünü bir kenara iterek, Türkiye’yi acımasızca eleştiriyor. Bu tutum dostluktan uzak bir tutumdur. Çok az bir Hollandalı grup, yukarıda anlattıklarımı bilir. Bunları bir kitapta toplayan da ben oldum. Sadece iyi tarihçiler ve benim kitabımı okuyanlar, Türkiye’nin Hollanda’ya yararlarını bilirler. Aynı Hollandalılar’ın bu bilinç ile Türkiye’ye karşı iyi niyet beslemeleri beklenir.’

Soru:Hiddet?
-‘Hollandalılar çok çabuk ve sık hiddetlenmezler. Örnek: Bir Türk bir Hollandalı’nın bacısına veya aile fertlerine küfür ederse, Hollandalılar o Türk’ün yüzüne anlamamışcasına soğuk soğuk bakarlar. Hatta Hollandalı o küfürü yapan Türk’e, ‘Git, evde seni bekliyorlar, bakalım seni kabul edecekler mi’ diye de soğuk bir yanıt verir.

Ama aynı küfür bir Türk’e yapılırsa, o küfürün sonunda şiddeli bir münakaşa ve belki de ölümle sonuçlanan kanlı bıçaklı bir kavga çıkar.

Bir örnek daha: Bir Türk, Hollandalı eşiyle kaynanasını ziyarete gider. Hoş sohbet sırasında Türk eşine kızar ve şaka yollu da olsa anasına söver. Hollandalı eşi de durumu anneye aynen aktarır: ‘Bak anne, benim kocam seni halledecekmiş’ der. Kaynananın cevabı çok soğuktur: ‘Aaaah ben senin için çok yaşlıyım’.
Düşünün, aynı durumda bir Türk kaynana neler yapmaz. En azından damadın başına bir sandalye veya papuç giydirir değil mi?’

Soru:Siyasi bir örnek verir misininz?
-‘Bir Türk politikacı Hollanda’ya kızarsa, ‘Heeeeeeyyy Holland’ diye başlar ve ‘Sem biz Nazi kalıntısısın, faşistsin, çıkarcısın’ diye bağırır. Buna karşın bir Hollandalı politikacı daha sakin görülür, kişiye ve topluma karşı nezaketini kaybetmez.’

Soru:Türkler ile Hollandalılar arasındaki nezaket farkı nedir?
-‘Hollandalılar bu konuda genellikle yumuşak kalplidir. Başkalarıyla tartışma yaparken sadece konu üzerinde durular. Ama Türkler kendini kaybeder ve tartışmayı kişiselleştirir. Örneğin, bir Türk politikacı biriyle tartışma yaparken, birden bire ‘Sen bir koyunu bile güdemezsin’ diye bir laf eder. Geçmişteki seçim önceleri propaganda mitingleri sırasında en çok duyduğumuz, ‘Heeeyy, bay Kemal, ‘Heeeyyy bay Muharrem’ ve ‘Eveeeet bay Recep’ gibi çığlıklar oldu. Seçimler bitince ortalık sakinleşir gibi olur.’

Soru:Misafirperverlik?
-‘Her insan Türkler’in çok misafirperver olduğunu söyler.
Bir örnek: Marmaris’te gece saat 23.00’tür. Biri Türk, diğeri Hollandalı olan bir çift otellerine doğru yürümektedir. Yolu kısaltmak için bir bahçeden geçmek mecburiyetinde kalırlar. Endişeli bir şekilde bahçeden geçerken hiç beklenmedik bir durumla karşılaşırlar. Evin bahçesinde hâlâ rakı sofrasında oturanlar vardır. Korkularını ‘Buyurun soframıza’ diye bir ses siler. Teşekkür ederler ama ısrar üzerine sofraya otururlar. Böyle bir durumun, bir Hollandalının evinin bahçesinden geçerken yaşanması düşünülemez bile…
Hollanda’daki her Türk, Hollandalı komuşusunu yemeğe davet eder veya evine yemek götürür. Bir Hollandalı, ‘Böyle bir adet bizim kültürümüzde yoktur’ der ve kesip atar.’

Soru:Peki, kültüre bağlı adabımuaşeret farklılığı var mı?
-İki ülke insanları arasında bir farklılık ararsak, Türkler’in bu konuya daha çok dikkat ettiklerini söyleyebilirim. Belki elit çevrelerde denge sağlanır ama, halkın diğer kesiminde ağırlık Türklerde olur. Örnek: Ben misafirimi karşılarken, ayağımda ayakkabım v sırtımda ceketim ile kapıyı açar ve yer gösteririm. Bu evde de böyledir, ofiste de. Ama Hollandalılarda bu nezaket kuralı eksiktir.
Türklerde, yaşlı bir kişi geldiği zaman hemen ayağa kalkılır ve kendi sandalyeleri yaşlıya verilir. Ben başımdan geçen bir olayı anlatayım: Hollandali bir aile efradımda doğum günü kutlanıyordu. Eşimle gittiğim akraba evi kalabalıktı. Koltukta yeğenler oturuyordu ama, değil yer gösterme, ayağa bile kalkmadılar. Biz de portatif sandalyelerden aldık ve oturduk. Bir ara yeğenlerden biri koltuğu terketti. Aradan 10 dakika geçtiği halde gelmeyince ben o kultuğa oturdum. Az sonra geri dönen yeğen bana bakarak, ‘Ooooo, benim yerime oturmuşsunuz’ dedi ama, bu nezaketsizliğe hiç ses çıkarmadan oturmaya devam ettim. Yeğen 20 yaşındaydı ama nezaket konusunda hiçbir şey öğrenmemişti.’

Soru:Türkler ile Hollandalılar arasındaki dini inanç farklılığı nedir?
-‘Hollandalılar genelde hıristiyandır, Türkler ise müslüman. Türk, kadere inanır ve her şeyin alına yazılmış olduğunu kabul eder. Hollandalı da böyle bir inanç yoktur. Hollandalı ile bu konuyu tartışırken şunu duyabilirsiniz: ‘Madem ki her şeyin önceden yazılmış olduğuna inanıyorsunuz, o zaman size bir soru. Allah, birinin kaderine, üç yaşında bir çocuğa tecavüz edip öldürme rezaletini yazar mı? Üç yaşındaki çocuğun kaderi de bu mu?’

Türk, ecele inanır ve ölü gününün de yazlılı olduğunu savunur. Hollandalı da buna karşın
‘O zaman İskandinavyalı neden 90 yıldan fazla yaşıyor da, geri kalmış ülkelerde insanlar 30-40 yaşında ölüyor?’ diye soruyor. Tabii ki bu soruya da cevap verilemiyor.’

Soru:Peki aşka bakış açısı nedir?
-‘Aşk sınır tanımaz. Herkes birbirini şahane bir şekilde sevebilir. Ama benim saptamama göre, Doğuda (Türkiye) aşk, insanların ölümüne kadar sürecek olan bir şeydir. Burada Türk-Hollandalı ayrımı yapmamak gerekir ama, Hollandalı her konuda soğukkanlı olduğu gibi, aşk konusunda da soğukkanlı olabilir. Doğuluda aşk ölene kadardır ama Hollandalıda aşk ölüme kadar olmayabilir. Doğulu, inanılmaz olan aşkı seçer.’

Sonuç:

Hollanda’daki yaşamı boyunca, toplumsal konularda olduğu gibi, bireysel konularda da pek çok çalışmaları olan Karaçay, yurttaşları için işveren kapılarında, hastane kapılarında, karakol kapılarında ve akla gelemeyecek bir çok kapıda mücadele verdi.

Karaçay’ın bu faaliyetleri tabii ki Hollanda-Türk tarihinde yerini alacaktır.
*****************

Afbeelding met lucht, persoon, buiten, person Automatisch gegenereerde beschrijving

Yavuz NUFEL Mersin’e gitti, araştırdı ve yazdı:

MERSİNLİ KARAÇAYLAR VE POMPEİPOLİS TESİSLERİNİN DOĞUŞU VE BATIŞI…

*Türkiyemizin dört bir yanında efsane isimler ve sembol haline gelmiş oluşumlar hep var olmuştur ve var olacaktır. Ama, Mersin’deki Karaçay ailesi efsanesi ile, Pompeipolis adlı turistik tesislerin sembolizasyonu hiç unutulmayacaktır.

*Mersin’e gittim ve derin bir araştırma yaptım. Mersinliler ve Karaçaylar’ın Hollanda’daki bireyi İlhan Karaçay ile uzun uzun konuştum ve sizlerin de unutamayacağı bir efsane aile canlandırıdım.

*1950’lerin ‘kabadayı beyleri’ daha sonra da ‘Beylerbeyi’ olarak yaşamlarını sürdürürken zirveye oturdular.

*‘Kabadayı beyleri’, fakirleri ve güçsüzleri doyuruyor ve koruyordu.
‘Beylerbeyi’ ise, topluma hizmet etmeyi ve eğlendirmeyi amaçlamıştı.

Afbeelding met kleding, persoon, person, pak Automatisch gegenereerde beschrijving
Karaçay kardeşler, bir zamanların Mersin’inde, koruyucu nitelikleri, sosyal ve kültürel faaliyetleri ile, çok sevilen bir aile olmuştu. Fotoğrafta, soldan sağa Zekeriya, Ayhan, İlhan ve Hüseyin Karaçay kardeşler görülüyor.

Değerli Okurlarım,

Uzun bir çalışma ve araştırma sonrasında hazırlamış olduğum, efsaneleri anlatan bu röportajıma başlamadan önce, burada kullanacağım bazı deyimlerin açıklamasını yapmak istiyorum.
Bu yazıda hikâyemin kahramanlarından ‘kabadayı’ diye söz edeceğim için, önce bu deyime bir açıklık getireyim.

Son zamanlarda kabadayılardan ve külhanbeylerden çok söz edilir oldu.
Bu deyimleri kimisi övmek, kimisi de yermek için kullanır. Aslında, kabadayılık bir övünç belirtisi, külhanbeylik de, aksine yerme belirtisidir.

Tabii ki çok eskilerde yaşanan dönemlerde, çok az sayıda kabadayı, çok sayıda da külhanbeyi vardı.
Külhanbeyi, ‘külhan’ kelimesinden türemiştir.
Külhan; hamamların ateş yakılan en sıcak bölümüne verilen addır. Hamamın suyu, bu külhan denen yerden geçirilerek ısıtılırdı. İşte bu yüzden hamamların bu bölümü evsiz, barksız ve berduş taifesinin sığındığı ve geceledikleri yerler olmuştur. Hemen hemen her hamamda bu gibi gençler barınırdı ve bunlara ‘külhanbeyi’ denilirdi.

Demek oluyor ki, şimdi bazıları bu deyimi çok yersiz ve yanlış kullanıyor.

Kabadayılığa gelince: Günümüzde artık rastlayamayacağımız kabadayılar, bölgenin beyefendi şövalyeleri gibiydiler. ‘Racon’ denilen örf ve adetleri vardı. Bu adetlere uymak mecburiyetindeydiler. Özellikle güçsüzleri, fakirleri ve namuslu insanları kollayıp koruyan kabadayılar, birbirlerine de hürmet gösteren insanlardı.

KARAÇAY AİLESİ

Bu yazımın kahramanları olan Karaçay ailesi, bir zamanlar Mersin’de, işte bu sözünü ettiğim kabadayıların önde gidenleriydi. Zira, doğup büyüdükleri Hamidiye mahallesi çok renkli ve çok kültürlü bir mahalleydi. Arap asıllılar ile çingene ve muhacirlerden oluşan bir toplum vardı.

Baba Numan Karaçay, Hatay Samandağ’dan Mersin’e göç eden Arap kökenlilerden biriydi.
Evlendiği kadın talihsiz bir şekilde çok genç yaşta vefat ettiği zaman geride üç çocuk bırakmıştı.
Yasin, Naime ve Kerim adlı üç çocuğa annelik yapacak bir kadın aranırken, henüz kendisi çocuk sayılan 17 yaşındaki Vahide bulundu ve evlendirldi.

Numan Karaçay biri çarşıda, diğeri de mahallede iki bakkal-manav dükkânı işletiyordu.

Çarşıdaki dükkânı baba Numan, mahalledeki dükkânı da anne Vahide işletiyordu.
Hüseyin, Zekeriya, Kıymet, Ayhan, İlhan ve Nimet adını verdikleri 6 çocuk ile evin nüfusu 11 olmuştu.

Afbeelding met kleding, Menselijk gezicht, persoon, peuter Automatisch gegenereerde beschrijving

17 yaşındayken, 3 çocuklu Numan Karaçay ile evlenen Vahide, çocuk sayısını dokuza, aile nüfusunu onbire yükseltmişti.

Özellikle çarşıdaki dükkân çok kazandırıyordu. Eve çuval gibi torba içinde getirilen paralar, saatlerce terazide tartılarak sayılıyordu. Ama ne var ki bu uzun sürmedi.
Zira baba Numan 9 çocuk ve bir eş geride bıraktığı zaman yıl 1946 idi ve kendisi de 57 yaşındaydı.

Rahmetli Numan, dükkânın önünden geçen çocukların ceplerine şekerleme veya çerez doldurken, mahalleli tarafından ‘Çok iyi bir insan’ olarak anlatılıyordu.

O’nun ölümünden sonra mahalledeki manav dükkânını işletmeye devam eden anne Vahide, sabahları 05.00’te sebze haline gidiyor, satışa sunacağı malları at arabası ile dükkâna getiriyordu.

Avlularında 20 baraka vardı. Bunların tamamı Roman vatandaşlarımıza kiralanmıştı.

Anne Vahide bu işlere de bakıyordu. Tabii ki çoğu zaman ödenmeyen kiralara, manavdan borç defterine yazdırılarak alınanlar da ekleniyordu. Sonunda da, defterdeki borç sayfalarına bir çizgi çekiliyordu. Mahallelinin tam bir yardım ocağıydı Karaçaylar’ın yeri.

Gelişen ve artık delikanlı olan Karaçay kardeşler evlerinin altındaki manav dükkânının yanına bir kahvehane açmışlardı. İyi ama, kahvehanenin de sabah erken açılması gerekiyordu. Fedakâr ve cefakâr anne Vahide bu görevi de üstlenmişti. Sabah erken çarşı dönüşünden sonra kahvehaneyi de açıyor, kömürlü ocağı yakıyor ve çayı demliyordu. Kahvehanede, müdavimler ile birlikte radyoda önce kur’an-ı Kerim, sonra da Arapça şarkı dinleniyordu.
Kahvehane’nin müdavimleri, sabahları Arap asıllılar, öğleden sonra da Roman çingeneleriydi. Bu kesimi her zaman kollayan ve destekleyen Karaçay kardeşler, kendi soydaşları olan Arap kesimin boykotuna maruz kaldılar. Romanlar için, ‘Bunlar gelirse, biz gelmeyiz’ diyen Arap kesime verilen cevap tabii ki belliydi: ‘Biz insanlar arasında ayrımcılık yapamayız. ‘

Karaçay kardeşlerin, Mersin’de ‘ağır delikanlılar’ sınıfında yer almaları hiç de şaşırtıcı değildi.
Vahide’den doğma Karaçaylar’ın en büyüğü Hüseyin, ‘kabadıyı’ denildiği gibi, aristokrat bir görünümü vardı. Kore Savaşı’na katıldığı için ‘Koreli’ ünvanı yakıştırılan Zekeriya Karaçay, karakolda adam dövülüyor diye, karakolu basan ve dosyaları kaçıran adam olarak da anılıyordu. Zekeriya Karaçay, Mersin’in en ünlü ağır delikanlıları arasında yer alırken, fakir fukarayı da hiç ihmal etmiyordu.
Ortanca kardeş Ayhan, deli dolu bir yapıya sahipti. O da ağabeyleri gibi mahallelilerine sahip çıkardı.
Hepinizin çok yakından tanıdığı İlhan ağabeye gelince: O mahallede tam bir beyefendi ama okulda yaramaz bir çocuktu. Mahalleli onu parmak ile gösterirken, Çankaya İlkokulu’nun başöğretmeni Ulviye Alpay, onu ve arkadaşlarını sahilden toplayıp okula getirirdi.

Afbeelding met tekst, gebouw, buitenshuis, kunst Automatisch gegenereerde beschrijving

MERSİNLİLER’E 50 YIL HİZMET VERMİŞ OLAN POMPEİPOLİS-KARAÇAY TESİSLERİNİN HAZİN HİKÂYESİ…

Tüm Çukurovalılar’ın, hatta Gaziantep, Kahramanmaraş ve Konyalılar ile turistlerin yararlandıkları 50 yıllık tesislerin yerinde şimdi yeller esiyor.

İtalya’dan Dianalar, İstanbul’dan Abdullah Yüceler, Beyaz Kelebekler, Erol Büyükburçlar ve Berkantlar’ın aylarca program yaptığı gazino, her gün
2 bin kişinin doldurduğu plaj ve kamping alanı ve de turistlerin de yararlandığı motel odaları şimdi çok sessiz.

Karaçay kardeşler, kahvehane işletip kahve ticareti yaparlarken, Özel İdare tarafından Mezitli’de yapılan ve ihale ile kiraya çıkarılan bir restaurantı işletmeye karar verdiler ve ihaleyi kazandılar.

Antik bölge Viranşehir’de kurulan restauranta, tarihi önemini vurgulamak için Pompeipolis adı veridi.
Karaçaylar, işletmeye başladıkları restaurantta yemek müziği ve dans müziği icra edilmesi için bir de orkestra organizasyonu yaptılar.

1960’lı yılların başında, Mersin ve Adana’nın kalburüstü insanları Pompeipolis’e ilgi göstermeye başladılar. Öğle yemeklerinde işadamları, akşamları da dansı seven sosyete insanları doluşuyordu Pompeipolis’e.
Restauranta ilgi çoğalınca, mevcut yerin büyütülmesi için Vilayetten izin istendi. Bu izine, hemen yanda bulunan boş alana da bir motel inşası eklendi. 17 odalı mütevazı bir motel inşa eden Karaçay kardeşler, kalburüstü ve sosyetik insanlar için verilen hizmetin yanında, sıcaktan bunalan Mersin halkının da yararlanması için bir plaj yaptılar.

Duygulandıran ve unutulmayan tesisler

Dillere destan olacak bir hikâyedir Pompeipolis Tesisleri’nin hikâyesi…
Tam 50 yıl sadece Mersinliler’e değil, tüm Çukurovalılar’a, Gaziantep, Kahramanmaraş, ve Konyalılar’a, rekreasyonun tüm güzelliklerini tattırmış olan Pompeipolis’in yaşam öyküsü, ne yazık ki yarım kaldı.

Yıl 1962. Mersin Özel İdare’si Mezitli’deki Viranşehir mevkiine küçük bir restaurant inşa etmiş ve açık artırma ile kiraya sunmuştu.
Açık artırma sonunda bu restaurantın işletmesi, Numan’dan olma, Vahide’den doğma Hüseyin, Zekeriya, Kıymet, Ayhan, İlhan ve Nimet Karaçay kardeşlere kalmıştı.

C:\Users\ILHAN\Desktop\EYLUL BULTENINE GIRECEKLER\Pompeipolis aksamlari. (1).jpg

Karaçay kardeşler, 48 yıllığına kiraladıkları bu restaurantı müzikli gazinoya çevirerek, müşterilere sadece yemek ziyafeti değil, müzik ziyafeti vermeyi de amaçladılar.

C:\Users\ILHAN\Desktop\EYLUL BULTENINE GIRECEKLER\Beyaz Kelebekler (1).jpg
Beyaz Kelebekler

Akşamları yemek müziği eşliğinde karınlarını doyuran müşteriler, daha sonra yine canlı müzik eşliğinde dans ederek eğlence sefası yaşamaya başladılar.

C:\Users\ILHAN\Desktop\EYLUL BULTENINE GIRECEKLER\Berkant Pompeipolis'te.jpg

Berkant ve ekibi Pompeipolis’te
İlgi o kadar çoktu ki, Karaçay kardeşler kiraladıkları yeri üç misli büyüttüler ve deniz kenarındaki terası da denize kadar uzattılar.

C:\Users\ILHAN\Desktop\EYLUL BULTENINE GIRECEKLER\MV5BOGJlODdhM2ItOTEzNy00MGU5LWExZDQtNWUyODQ3N2EyYjhkXkEyXkFqcGdeQXVyMjc2Mzk3ODA@._V1_.jpg
Sevda Ferdağ

Akşam yemek ve eğlencesine uzaklardan gelenler, dönüş için zorluk çekiyorlardı. Öyle ya, Pompeipolis’in ünü Mersin’i aşmış, Adana, Hatay, Gaziantep, Kahramanmaraş ve Konya’dan da müşteriler gelmeye başlamıştı. Kendilerini dans ve müziğe kaptıranlar, içkiyi de kaçırınca dönüş yolculuğu zor oluyordu. Bu nedenle, sabahı sandalyelerde uyuyarak geçirenler oluyordu. Dostların da tavsiyesi üzerine, restaurantın yanına motel odaları kurma fikri Özel İdare tarafından kabul edildi. Sadece 17 oda yapma şartı ile işe koyulan Karaçay kardeşler, moteli kısa bir sürede tamamladılar.

Afbeelding met persoon, poseren, muur, person Automatisch gegenereerde beschrijving
Abdullah Yüce

Müzikli gazino şehir dışından gelenler tarafından doldukça, motel müşterileri de artıyordu.
Yolunu şaşıran turistler de gelmeye başlayınca, bu kez mokamp kurma fikri doğdu.
Özel İdare’den kiralanan yer, sahil boyunca 7 bin metrekareden büyüktü. Aynı yere çadır konma izni de alındıktan sonra sıra, Mersinliler’in yüzebilecekleri bir plaj yapmaya gelmişti.

Afbeelding met tekst, persoon, poseren, staand Automatisch gegenereerde beschrijving

Erol Büyükburç

İlhan Karaçay, 1984 yılında Hollanda’yı terkedip eşi Jeanne ve çocukları Ruşen ve Vahide ile birlikte Mersin’e dönüş yaptı. Aynı yıl tesislerin tamamı restore edildikten sonra, bir de tam ikibin kişinin sığacağı bir plaj alanı yapıldı. Plaj alanına kurulan beton masa ve sandalyeler ile, gelenlere mangal partisi imkânı da verilmiş oldu.

Afbeelding met binnen, persoon, menigte Automatisch gegenereerde beschrijving

Plaj da çok rağbet görüyordu. Mersin Belediye Otobüsleri her gün ikibin insanı Pompeipolis’e taşıyordu. Kimi piknik ihtiyacını karşılıyor, kimi de yüzme ve güneşlenme ihtiyacını…

C:\Users\ILHAN\Desktop\EYLUL BULTENINE GIRECEKLER\Pompeipolis Motel ve Plajindan manzaralar (8).jpg

Restaurant-gazino bölümü o kadar ünlenmişti ki, ilgi gösteren müşterilerilere, daha kaliteli hizmet verme mecburiyeti doğmuştu. Müşterileriler arasında, Mersin’deki İtalyanlar, Adana’daki Amerikalı ve Almanlar vardı. İtalya Başkonsolosu da müşteriler arasındaydı. Onların yardımı ile İtalyan şantöz Diana ve kocası Bisio ile altı aylık mukavele imzalandı.

Başta TRT Radyosu, Kıbrıs Radyosu ve Hürriyet gazetesinde çıkan haber ve ilanlar nedeniyle, Pompeipolis, İstanbul gazinoları ile rekabet eder hale gelmişti. Öyle ki daha sonra Abdullah Yüce, Beyaz Kelebekler, Erol Büyükburç ve Berkant gibi ünlülerle de altışar aylık mukaveleler yapılmıştı.
İstek üzerine Diana ile daha sonra bir altı aylık mukavele daha yapıldı.

İlhan Karaçay, 1984 yılında , Mersin Belediye Başkanlığı için Doğru Yol’un adayı olarak seçime girmişti. O zaman Özal’ın adayı Okan Merzeci seçimi kazanmıştı. Karaçay da Merzeci’yi tebrik etmek için bir öğle yemeği vermişti.

KIRILMA NOKTASI

Bakınız İlhan Karaçay, kırılma noktasını nasıl anlatıyor: ‘Pompeipolis’te her şey tıkır tıkır işlerken, benim ailevi nedenlerle Hollanda’ya dönüş yapmam gerekti. Zor bir karardı ama bunun gerçekleşmesi lâzımdı.
Benim Hollanda’ya dönüşümden sonra ağabeylerim, fazla iş yükünden kurtulmak için tesisleri Ferhat isimli bir müzisyen dosta kiraya verdiler.

C:\Users\ILHAN\Desktop\EYLUL BULTENINE GIRECEKLER\Pompeipolis'te dugun.jpg
Daha sonra, Başta İsmet Akol ve Ahmet Bilyeli olmak üzere, hatırı sayılır bir dost grubu ağabeylerim ile konuştular ve tesisleri tanıdıkları Taşkıran kardeşlere kiraya vermeye ikna ettiler.
İşte ne olduysa ondan sonra oldu. Taşkıranlar’ın tesisleri çalıştırma şekli Özel İdare’nin, yani devletin hoşuna gitmemişti. Devlet, hizmeti ve hatıralarıyla çok kişiyi duygulandıracak olan tesisleri Taşkıranlar’dan aldı ve tamamen yıkarak orayı dümdüz yaptı.

Bir Mersin ziyaretinde göz atmaya gittiğim Pompeipolis’in yerinde yeller esiyordu.
O dümdüz alanı görüntülerken göz yaşı dökmeyi engelleyemedim.’

C:\Users\ILHAN\Desktop\EYLUL BULTENINE GIRECEKLER\Pompeipolis 2017 (2).JPG
Şimdilerde böyle…

Dile kolaydı…
Öylesi başarıların ve hatıraların sonu hüsran olmuştu.

C:\Users\ILHAN\Desktop\EYLUL BULTENINE GIRECEKLER\IMG_1201.jpg
Böyleydi

İlhan Karaçay’ın oğlu Ruşen, bir Mersin ziyaretinde, yerinde yeller esen Pompeipolis’e uğramıştı.
O da ıslak gözlerle izlediği manzarayı görüntüledi.

C:\Users\ILHAN\Desktop\EYLUL BULTENINE GIRECEKLER\Pompeipolis dumduz (yerle bir) (5).JPGBöyle oldu

Daha önceki görüntüler ile, sonradan çekilen görüntüleri harmanlayan Ruşen, sizleri de duygulandıracak olan, altta sunacağımız video klibini hazırladı.

C:\Users\ILHAN\Desktop\EYLUL BULTENINE GIRECEKLER\Pompeipolis Motel ve Plajindan manzaralar (3).jpg
Böyleydi

Pompeipolis-Karaçay Tesileri’ne kimler müşteri olmamıştı ki…
Karaçay bu konuda şunları söyledi:

Afbeelding met lucht, buiten, grond, kust Automatisch gegenereerde beschrijvingBöyle oldu

‘Bunları sıralamaya kalkışırsam altından kalkamam.
Ama çok hoşlandığım bir anımı kısaca anlatayım.
Sosyal Medya denen iletişim sayesinde pek çok dost ile yeni temaslar kurduğum bir sırada, yazılarımı takip eden Posta Gazetesi’nin ünlü yazarlarından Mehmet Coşkundeniz’den kısa bir not almıştım. Notta şunlar yazıyordu: ‘Sizi şimdi daha iyi hatırladım. Mersin yıllarımda sizin tesislere hergün gider denize girer ve güneşlenirdim.’

Afbeelding met tekst, persoon, buiten, groep Automatisch gegenereerde beschrijving
Atatürk, yaşamının en son ziyaretini Pompeipolis’e yapmıştı

Pompeipolis klibi için aşağıdaki fotoğrafa tklayınız

KARAÇAY KARDEŞLERİN DAHA SONRAKİ YAŞAMLARI

İlhan Karaçay, daha önce göç edip yerleştiği Hollanda’ya 1986 yılında dönüş yaptı ve az sonra anlatacağımız yaşamına devam ediyor.
Ailenin en yardımsever ve sevilen kişisi olan Zekeriya Karaçay, 1988 yılında geçirdiği bir beyin spazmı sonrasında hayata veda etmişti.

Ailenin deli dolu delikanlısı Ayhan Karaçay 2008 yılında önemsiz bir ameliyat sonrasında, dikkatsizlik nedeniyle yaşama veda etmişti.
Ailenin aristokrat delikanlısı Hüseyin Karaçay ise 2019 yılında bu dünyaya gözlerini yummuştu.

Karaçay ailesi, amcalar, dayılar, teyzeler, halalar ve kuzenler ile, Mersin’in en büyük aile topluluğunu oluşturuyor. Antakya, İskenderun ve Samandağ kaynaklı Karaçay ailesinin İlhan’ı, Hollanda’daki güçlü ve etkili faaliyetlerini sürdürüyor.

İLHAN KARAÇAY’IN GAZETECİLİK YILLARINDAN İLGİNÇ HATIRALAR…

Afbeelding met windmolen, buitenshuis, hemel, gras Automatisch gegenereerde beschrijving

Gazeteciliğe başladığım gençlik yıllarımdan sonra, 25 yaşında iken gelmiş olduğum Hollanda’da, profesyonel gazeteciliğe başlamıştım. Önce Tercüman, sonra da Hürriyet gazetesinde sürdürdüğüm gazeteciliğime, 1975 yılında TRT muhabirliğini de ekledim. Hollanda’nın NOS Televizyonu’nda da sürdürdüğüm görsel gazeteciliğimi, daha sonraki yıllarda çeşitli yayın kuruluşlarında devam ettirdim. Gazetecilikte ‘patron’ olduğum zamanlar da oldu. 1995 yılında GÜNAYDIN Gazetesi’nin Avrupa baskıları patronu olmuştum. Daha sonra DÜNYA Gazetesi’nin Avrupa baskıları patronluğunu üstlendim. SABAH, NTV, SHOW TV gibi yayınlarda da hizmetimi sürdürdüm.
Şimdilerde ÇAYPRES/AJANS olarak servis ettiğim haber ve yorumlarım, yüzlerce medya organında yayınlanıyor.

Gazetecilik yaşamım boyunca ilginç konulara imza attım. Aslında bu ilginç konuların sayısı yüzlercedir ama, ben sizler için sadece onlarcasını seçtim.
Bu gönderimi dosyalayınız ve vakit buldukça okuyunuz.
İlginiz için şimdiden teşekkürlerimi sunuyorum.
İlhan Karaçay

Afbeelding met kleding, buitenshuis, persoon, hemel Automatisch gegenereerde beschrijving

AJAX VE JOHAN CRUYFF: Hollanda’ya geldiğim ilk yıllarda, Johan Cruyff’ı Türk okurlara ‘Sarı Fare’ lakabıyla tanıtan gazeteci oldum. Rinus Michelsli yıllardan sonra Stefan Kovacs’lı yıllarda, Cruyff’ iie Ünal temel (solda) ve Altay antrenörü Doğan Akı ile buluşmuştuk.

Afbeelding met kleding, person, persoon, Menselijk gezicht Automatisch gegenereerde beschrijving

BREZİLYALI DİDİ: Dünya futbolunun en büyüklerinden Brezilyalı Didi, Fenerbahçe’de antrenörlük yaptıktan sonra, Suudi Arabistan’a transfer olmuştu. 1978 yılında gittiğim Mekke’de Didi’yi bulmuş ve Hürriyet için Röportaj yapmıştım.

Afbeelding met kleding, persoon, deur, person Automatisch gegenereerde beschrijving
ÜNLÜ ANTRENÖRLER: Dünya futbolunda başrol oynamış antrenörler arasında yer alan İtalyan Trappattoni ve Hollandalı Hiddink gibi pek çok ünlü antrenör ile röportaj yaptım.

Afbeelding met persoon, kleding, Menselijk gezicht, person Automatisch gegenereerde beschrijving

Fenerbehçe’ye transfer oluşu sırasında, yapılan konuşmalarda tercümanlığını yaptığım Hiddink ile, Türkiye’de de sık sık buluştum.

Afbeelding met kleding, Menselijk gezicht, persoon, person Automatisch gegenereerde beschrijving
GERD MÜLLER: Almanya futbolunun unutulmayan golcü yıldızlarından Gerd Müller ile, ilk yıllarda olduğu gibi, futbolu bırraktıktan sonra da birlikteliğim olmuştu (sağda).

Afbeelding met kleding, persoon, Menselijk gezicht, glimlach Automatisch gegenereerde beschrijving

DÜNYA FUTBOLUNDA BİR EFSANE: Dünya futbolunu yakından takip edenler, Real Madrid’in efsane başkanı Santiago Bernabéu’nun önemini çok iyi bilirler. Real Madrid stadına ismi verilen Bernabéu’nun önemini bilenler arasında Mersin’deki yeğenlerimden biri de vardı. Bir gün Google’da dolaşırken yukarıdaki fotoğrafı gören yeğenim bana, ‘Vaaay be amca, Bernabéu ha, bu kimseye nasip olmaz’ diyerek, benim hiç düşünmediğim duygularımı uyandırdı.

Afbeelding met persoon, gras, buitenshuis, schoeisel Automatisch gegenereerde beschrijving

AJAX’IN ONUR ÜYELİĞİ: Ajax’ı yakından takip ettiğim yıllarda, zamanın ünlü başkanı Jaap van Praag, göstermiş olduğum yakın ilgiden dolayı beni ‘Onur Üyesi’ yapmıştı.
Her maçta tribündeki özel yerimde otururdum.

Afbeelding met persoon, gras, sport, schoeisel Automatisch gegenereerde beschrijving

Tabii ki bununla da kalmadı. Ajax’ın antremanlarına katılma ayrıcalığım da vardı. Fotoğraflarda, 14 numaralı formam ile ve ünlü Piet Keizer ile görülüyorum.

Afbeelding met persoon, gras, atletiekwedstrijd, sport Automatisch gegenereerde beschrijving
İMAMLAR DA FUTBOL OYNARMIŞ: Sadece Hollanda’da değil, belki de dünyada bir ilki gerçekleştirdiğimiz bir olay yaşandı.
Hollanda’daki Türk gazeteciler olarak, Hollanda’daki Türk imamlar ile bir futbol maçı yapmıştık. Fotoğrafta, tanıyacağınız simalardan oluşan Gazeteciler Takımı, biri benim ayağımdan atılan gol ile 3-0 galip ayrılmıştı.

Afbeelding met kleding, pak, person, tekst Automatisch gegenereerde beschrijving
FUTBOLA HİZMET ÖDÜLÜ: Futbol hatıralarımı, yukarıdaki fotoğraf ile sonlandırayım. Futbol ile çok iyi yoğrulmuş olduğumu fark eden, Uluslararası Futbol Tenisi Federasyonu, bu nedenle bana da bir ödül vermeyi kararlaştırmıştı. İstanbul’da yapılan törende, ödülümü ünli teknik direktör Abdullah Avcı vermişti.

Afbeelding met kleding, persoon, person, vrouw Automatisch gegenereerde beschrijving
ORGANİZATÖRLÜK VE SEYAHATÇILIK: Gazetecilik yaşamımda, konser organizatörlüğü ve seyahat işleri ile de meşgul olmuştum. Tabii ki bu bir boşluk doldurmadan kaynaklanmıştı. Yurttaşlarımız, uçak bileti almak için zorlanıyorlardı.

Afbeelding met persoon, kleding, pak, overdekt Automatisch gegenereerde beschrijving

BİR ZAMANLARIN ÜNLÜ SESİ AHMET SEZGİN İLE BİR TURNE SIRASINDA…


Radyoların kısa dalga üzerinden parazitli dinlendiği ve TV yayınlarının olmadığı yıllarda, yurttaşlarımız için konserler organize etmek de bana düşmüştü. Bunun için özel olarak İstanbul’a gider ve dostlar kanalıyla sanatçılarla görüşürdüm. Yaptığımız organizasyonlarda salonlar tıklım tıklım doluyordu.

Afbeelding met kleding, person, persoon, Menselijk gezicht Automatisch gegenereerde beschrijving

MÜSLÜM GÜRSES VE FAHRİ IŞIK İLE AMSTERDAM’DA BİR LOKANTADA…

Kimler ile anlaşmadım ki? Ahmet Sezgin, Zeki Müren, Abdullah Yüce, Beyaz Kelebekler, Berkant, Erol Büyükburç (yukarıda), Bülent Ersoy, Müslüm Gürses, Barış Manço (yukarıda), Saniye Can, Karaoğlan türküsüyle Rıza Konyalı, Hakkı Bulut, Hulusi Kentmenn, Azer Bülbül ve daha onlarca isim ile Hollanda’yı karış karış dolaştık.

Afbeelding met kleding, Menselijk gezicht, persoon, muur Automatisch gegenereerde beschrijving

HULUSİ KENTMEN İLE BİR TURNE SIRASINDA DERİN SOHBET…

Afbeelding met muziek, kleding, accordeon, muziekinstrument Automatisch gegenereerde beschrijving
EROL BÜYÜKBURÇ İLE VOLENDAM’DA OTANTİK GİYSİLER İLE…

Afbeelding met kleding, Menselijk gezicht, persoon, person Automatisch gegenereerde beschrijving
BARIŞ MANÇO İLE, ROTTERDAM’DA BAŞKONSOLOSLUK REZİDANSINDA…

Afbeelding met kleding, person, persoon, schoeisel Automatisch gegenereerde beschrijving
ZEKİ MÜREN: Türkiye’de doğmuş, büyümüş en büyük ses sanatçısı ve bestekâr olarak ün yapmış olan rahmetli Zeki Müren, tanışma şerefine nail olduğum bir başka sanatçıdır. Kilo fazlalığından rahatsız olduğu günlerde, ABD’ye giderken, Amsterdam’da bir gece geçiren Müren’i ben karşılamış ve ağırlamıştım. Sabit Gürses’in program yaptığı restoranda yemeğimizi yedikten sonra, çok merak edilen ‘Kırmızı lambalı sokakları’ gezdik ve şov seyrettik. Rahmetli olmadan önce Türkiye’de karşılaştığı her Hollandalı Türk’e, ‘İlhan Karaçay’a selamlarımı iletin’ ricasında bulunuyordu. Allah rahmet eylesin.

Afbeelding met kleding, persoon, jurk, schoeisel Automatisch gegenereerde beschrijving
BEYAZ KELEBEKLER, SEN GİDİNCE VE LALE: Yurt dışında şöhrete ulaşmış olan en büyük müzik grubumuz, şüphesiz ki Beyaz Kelebekler olmuştur. O grubu 1976 yılında ilk defa ben Hollanda’ya getirmiştim. Hollanda’nın dört bir yanında tam 22 konser organize etmiştim. Medyanın dikkatini çeken Beyaz Kelebekler, Tineke Vos isimli TV programcısından davet almıştı. Tineke Vos, organizatör olarak benim de sahnede bulunmamı istemişti. Program öncesi kendisine, ‘Yayın sırasında sana çiçek vermek istiyorum’ dediğim zaman, ‘Memnun olurum’ demişti. Bunun üzerine ikinci ricamı söyledim. ‘Sana lale buketi vereceğim. Bana teşekkür ederken, ‘Bu Hollanda çiçekleri için teşekkür ederim’ der misin?’ diye sordum. ‘Tabii ki, seni öpeceğim de…’ diyen Tineke’ye, bütün yaşananlardan sonra, ‘Hayır hayır bu bir Hollanda çiçeği değildir, bu bir Türk çiçeğidir’ dedikten sonra, lalenin Türkiye’den Hollanda’ya geliş hikâyesini anlattım. Tineke’nin, ‘Hangi yıl oldu bu’ sorusuna ‘400 yıl kadar önce’ demiştim. İnanır mısınız, ansiklopediye bakan ve TV Kurumuna telefon eden yüzlerce Hollandalı oldu ve lalenin Hollandaya geliş tarihi belirtildi. İşte o günden sonra Hollandalılar’ın büyük bir kısmı, lalenin Türkiye’den gelmiş olduğunu öğrendi.

Afbeelding met kleding, Menselijk gezicht, persoon, groep Automatisch gegenereerde beschrijving

Beyaz Kelebekler’in programı yayınlanırken, stüdyoda plak yapımcıları vardı. Plakçılar kendi sorunlarını tartışacaklardı. Beyaz Kelebekle’in okuyacağı şarkılar arasında favorimiz, ‘Karanfilli yar’ şarkısıydı. Ama bir plakçı ‘Sen Gidince bak neler oldu’ şarkısını beğenmiş ve ‘Yarın gelin plak anlaşması yapalım’ demişti.

Afbeelding met kleding, persoon, Menselijk gezicht, glimlach Automatisch gegenereerde beschrijving

İşte ne olduysa ondan sonra oldu. Sen gidince plağı piyasaya çıktıktan sonra radyolarda gün boyu bu şarkı yayınlandı. Liste başı olan Sen Gidince şarkısı daha sonra tüm dünyaya yayıldı.

Afbeelding met kleding, Menselijk gezicht, persoon, pak Automatisch gegenereerde beschrijving
SAKIP SABANCI: Türkiye’nin gelmiş geçmiş en büyük işadamlarından biri olan Sakıp Sabancı ile, gazetecilik yaşamımda iki kez karşılaştım. Birincisi, 1994 yılında Fransa’nın Cannes takımına karşı oynayan Fenerbahçe maçı sırasında oldu. Sabah otelimizin önüne Rolls Royce otomobili ile gelen sabancı, kısa bir sohbetten sonra bana ‘Atla’ dedi ve otomobiline davet etti. Atladığım otomobil ile tu ratarken, Cannes sokaklarındaki insanların tümü bizi süzüyordu.

Afbeelding met voertuig, Landvoertuig, kleding, Antieke auto Automatisch gegenereerde beschrijving

Akşam maç için gittiğimiz stadyumda ben sahaya inmiştim. O sırada Sakıp sabancı da sahaya girdi. ‘Beni takip et’ dedikten sonra tribünlerin önüne geldi. Fenerbahçeliler o sırada başkanlarından memnun değildi. Başkanlığa önerilen en ünlü isim Sakıp Sabancı’ydı. Geldiğimiz tribünlerden ‘Başkan Sabancı’ sesleri yükseliyordu. Sabancı da seyircilerin ellerini tek tek sıkıyordu. Ben de o tarihi anları fotoğraflıyordum.

Afbeelding met krant, tekst, Nieuws, roddelblad Automatisch gegenereerde beschrijving

Sabancı ile ikinci karşılaşmamız Amsterdam’da oldu. Sabancı’nın engelli kızı, Parolimpik oyunlarına katılmak için Amsterdam’a gelmişti. Kızı için Amsterdam’a gelen Sabancı’yı akşam ağırlarken, ‘Kırmızı lambalı sokakları’ dolaştırmayı da ihmal etmedik.
Rahmetli bize, ‘İstanbul’a gelirseniz beklerim ha’ demişti ama, onu ziyaret etme imkânımız doğmamıştı.

Afbeelding met kleding, Menselijk gezicht, persoon, muziek Automatisch gegenereerde beschrijving

Türkiye Cumhuriyeti’nin varoluşunda büyük rol oynayan ünlü siyasetçi İsmet İnönü’nün oğlu olan Erdal İnönü, büyük baskı ve ricalar sonrasında girdiği siyaset sahnesinde Başbakanlığa kadar yükselmiştir. Başbakan Yardımcılığı ve Dışişleri Bakanı olarak da hizmet veren İnönü ile iki kez buluşmuştum. Birinci buluşmamız Kopenhag’a yaptığı resmi ziyaret sırasında gerçekleşmişti. 1990 yılında, İtalya’da Dünya Futbol Şampiyonası’nı izlerken İstanbul’dan gelen bir telefonda, derhal Kopenhag’a geçmem gerektiği belirtildi. Şampiyonayı yarıda bırakarak gittiği Kopenhag’da, Büyükelçilik rezidansındaki bahçede aynı salıncağı paylaştığım Erdal İnönü ile çok uzun bir görüşme yapmıştım.

Afbeelding met kleding, person, persoon, Menselijk gezicht Automatisch gegenereerde beschrijving
Erdal İnönü ile ikinci buluşmamız Lahey’de gerçekleşmişti. Benim yönettiğim, Avrupa’da yayınlanan DÜNYA gazetesini dikkatle inceledikten sonra, uzun uzun konuştuğum İnönü, sadece siyasetçiliği ile değil, nezaketi ile de takdir edilen bir liderdi. Allah rahmet eylesin.

Afbeelding met kleding, persoon, Menselijk gezicht, overdekt Automatisch gegenereerde beschrijving
Türk siyasi tarihinde, parmakla gösterilecek diğer bir siyasi lider, kesinlikle Bülent Ecevit’tir.
Aslında, kendileri ile çocukluk yaşlarımda tanışmış olduğum Bülent Ecevit, Mersin’e her gelişi sırasında, mutlaka ailemizin konuğu olurdu. O zamanlar ailemizin bireyleri CHP’de çeşitli görevler üstlenmişlerdi. Ben de İl Gençlik Kolu Başkanlığı yapmıştım.
Hiç unutamam, işletmekte olduğumuz turistik tesislerin plajında onunla denize girdiğim zaman, Akdeniz’in suyunun çok tuzlu olduğunu söyleyen Ecevit, ‘Karadeniz bu kadar tuzlu değil’ diyerek yüzünü ekşitmişti.
Ecevit’in bir ziyareti sırasında, ULUS Gazetesi’ne gönderdiğim bir yazı yayınlanmıştı. Yazıyı okuduktan sonra beni kucaklayan Ecevit, ‘Yazmaya devam et’ tavsiyesinde bulunarak benim gazeteci yazar olmamda kamçılayıcı olmuştu.

O, Başbakan, ben ise gazeteci olduktan sonra ilk görüşmemiz, Kıbrıs çıkarmasından sonra olmuştu. ‘Karaoğlan’ diye ünlendiği Başbakanlığı sırasında, Hollanda’nın NOS Televizyonu Kurumu’nda yayınladığımız Pasaport programı için mülakat yaptığım Ecevit ile, eski günleri de yadetmiştik.
İkinci buluşmamız Hollanda’da oldu. 2002 yılında Başbakanlığı bıraktıktan birkaç yıl sonra Hollanda’da bir konferansa davet edilmişti. Toplantı salonunda bir grup ayrılıkçı vardı.
Ecevit, konuşmasını engellemeye çalışan bu gruba karşı sesini yükselterek şöyle seslenmişti:
‘Ne bağırıp duruyorsunuz? Önce vatandaş olmayı hak edin. Bakın, ABD yüzlerce develetten giden göçmenlerden oluşmuştur. Ama hepsi ‘Ben Amerikalıyım’ diyor. Siz ‘Ben Türk’üm diyebiliyor musunuz?’

Ecevit, bu konuşmayı yaparken üzerinde eski bir ceket vardı. Hatta çok dikkat edildiği zaman ceketin sağ kolunda bir de küçük delik vardı. Avrupa’daki konferans gezileri devam edecekti Bundan sonraki uğrak yeri Danimarka olacaktı. Arkadaşlar ile aramızda anlaşarak Ecevit’e bir takım elbise hediye etmeyi planladık. O’nun boyutundaki bir akadaşı satış mağazasına götürdük ve O’na uygun bir takım elbise aldık. Sonra bunu belli olmayacak bir şekilde paketledik. Yolcu etmek için gittiğimiz Ecevit’e, ‘Efendim, lütfen bu küçük hediyemizi kabul ediniz. Paketi Danimarka’da açın lütfen’ demiştik.

Düşünebiliyor musunuz? Başbakanlık yaptıktan sonra işsiz kalan ve bazı yayın organlarına yazarak para kazanmaya çalışan bir insanı tahayyül edebiliyor musunuz?
Şunu rahatlıkla söyleyebilirim: Türkiye’ye gelmiş geçmiş siyasetçiler içinde, Cumhurbaşkanlığı ve Başbakanlık yapmış olanlardan İnönü ailesi ve Ecevit en temiz sayfalara sahip olanlarıdır.
Allah rahmet eylesin.

Afbeelding met kleding, persoon, gebouw, person Automatisch gegenereerde beschrijving
HÜRRİYET’İN DEV HOLLANDA KADROSU: Hürriyet Gazetesi’nin Benelüks (Belçika-Hollanda ve Lüksemburg) temsilciliğini yaparken, Hollanda’da kurmuş olduğum muhabir kadrosu, gazetemizi habere boğuyordu. İşte o zamanki dev kadrodaki isimler:

Öndeki sıra soldan sağa:Telat Sağıroğlu (Haarlem), Turan Gül (Rahmetli oldu-Zaandam), Ünal Öztürk Yasemin Öztürk (Büro menajeri), İlhan Karaçay, ( ??? ), Adil Aracı (Den Haag), Mustafa Koyuncu (Gorinchem), Ergür Dinçkal (Deventer), Muhlis Ayboğan (Venlo),

Orta sıra soldan sağa:Ahmet Denk (Rotterdam-Rahmetli oldu), Kemal Özen, Hüseyin Torunlar (Zwolle),
(Leiden ???), Nizam Sunguroğlu, Ramazan Ardıç, (Heerlen ???)

Arka sıra soldan sağa:Yahya Yiğittop, Necati Çavuşoğlu (Utrecht), Şenol Ocaklı (Hoorn), ( ???),
Ali Esmer,

Afbeelding met tekst, kaart Automatisch gegenereerde beschrijving
HÜRRİYET MUHABİRLERİNİN HOLLANDA HARİTASINDAKİ DAĞILIŞ ŞEKLİ

Afbeelding met krant, tekst, Nieuws, Krantenpapier Automatisch gegenereerde beschrijving
GÜNAYDIN GAZETESİ AVRUPA BASKILARI: 1995 yılında Bekir Kutmangil’in sahip olduğu GÜNAYDIN gazetesinin Avrupa yayın haklarını satın alıp ‘gazete patronu’ olmuştum. Gazetenin tirajını artırmak için çeşitli etkinlikler düzenledim. Avrupa’nın en güzel Türk kızını seçmek için yaptığımız elemelerden sonra, finale kalanlar ile Antalya’ya gittik ve güzelleri seçtik.
Sırada Avrupa’nın en güzel Türk çocuğunu seçmek vardı. Bu yarışmanın elemelerinden sonra Frankfurt’ta finalleri yaptık ve güzel çocuklarımızı seçtik. TRT’ye ve Hürriyet’e verdiğimiz ilanlarda, yaptığımız yeni hizmetleri tanıtıyorduk. Kısa bir zaman içinde tirajımız üç misline katlandı.
23 Mayıs 1995 günü çok garip bir gün yaşadık. O gün eşim Jeanne ile Mersin’de evliliğimizin 25’inci yılını kutlayacaktık. Sabah saat 10.00’da çiçekçi güzel bir buket getirmişti. Karta baktığımız zaman bu buketin Bekir Kutmangil’den geldiğini öğrenince çok sevinmiştik. Ne var ki, o neşemizi yaşarken ardyolardan acı bir haber yayınlandı. GÜNAYDIN’ın sahibi Bekir Kutmangil o sabah öldürülmüştü. O an neler hissettiğimiz artık siz tahmin edin. Kutmangil, bir gün önceden bize çiçek gönderilmesi için talimat veriyor, çiçek ertesi gün saat 10.00’da Mersin’de servis ediliyor ve ardından da Kutmangil’in ölüm haberi geliyor. Hepimiz şoke olmuştuk. Kutlama törenini iptal etmeyi düşündük ama, davet edilen 500 kişi arasında Türkiye’nin dört bir yanından ve de Avrupa’dan gelenler de vardı. Akşamki tören sırasında acı haberi konuklara duyururken göz yaşlarımıza sahip olamadık.

Kutmangil’in öldürülmesinden sonra boşlukta kalan gazeteyi, Amsterdam’dan tanıdığım, ‘Altın tabancalı Mehmet’ diye tanınan Mehmet Saruhan satın aldı. Bunu öğrendikten sonra İstanbul’a gittim ve Mehmet Saruhan’a Frankfurt büromuzun anahtarlarını teslim ettim.

Afbeelding met kleding, persoon, Menselijk gezicht, fles Automatisch gegenereerde beschrijving
Fotoğrafta, beraberimde götürdüğüm Tahsin (solda), Mehmet (sağımda) ve Yunanlı İstavro ile bir Çin lokantasında görülüyoruz.

MAO’NUN ÇİN KÜLTÜR İHTİLALİ: Gurbete açılışımın, daha doğrusu prpofesyonel gazeteciliğe başlayışımın öyküsü çok ilginçti. Mersin’de işlettiğimiz turistik tesislerdeki müzikli retoranımıza eşi ve kızı ile gelen Yunanlı bir kaptana, müesseseden bir meyve tabağı göndermiştim. Kaptan bana teşekkür etmek istemişti. Masalarına gittim ve tanıştım. Çin’e gideceklerini söyleyince, ‘Beni de götürür müsün?’ diye sordum. Bana, ‘Buranın patronu olarak ne yapacaksın gemide’ deyince, ‘Çalışırım. Çok gencim. Önümde yıllar var. Mao’nun Çin’ine gitmek de çok güzel’ deyince, ‘Yanına iki arkadaş daha al ve yarın gemiye gel’ diyen kaptana teşekkür ettim. Ertesi gün gemici cüzdanlarını çıkardıktan sonra gemiye gittik ve Çin yolculuğuna başladık.
Çin’de çektiğim fotoğraflar ve yazıları Akşam gazetesine gönderdim.
Bu yolculuk çok maceralı geçti. Çin’de sarılık hastalığına yakalandım. Hastaneye yatırıldım ama kaçtım hastaneden. Yolculuk Kanada’ya idi. Kaptan’a rica ettim ve ‘sorumluluk imzası’ attırarak gemiye girdim. Uzun bir yolculuktan sonra Kanada’nın Vancouver kentine vardık. Orada hastaneye yatırıldım ve tam 2,5 ay hastanede tedavi gördüm. Türkiye’ye dönerken, Londra’ya uğradım ve gemi şirketinin merkezinden maaşlarımı aldım. Daha önce 3 ay ziyaret etmiş olduğum Hollanda’dan 10 Kasım 1966’da ayrılmıştım. Tam bir yıl sonra 10 Kasım 1967’de Hollanda’ya yeniden giriş yaptım. Buradaki neşeli hayat hoşuma gitmişti. Bu nedenle burada kalmaya karar verdim ve Tercüman gazetesindeki tanıdığım Kemal Özbayraç’a mektup yazarak muhabirlik yapmak istediğimi belirttim. Teklifim kabul edilmişti. İşte o tarihten itibaren profesyonel gazeteciliğim başlamıştı.

Afbeelding met transport, vlak, vliegtuig, buitenshuis Automatisch gegenereerde beschrijving

THY UÇAĞININ DÜŞÜŞÜNE ŞAHİT OLDUM: Gazetecilikte bazı rastlantılar, acı da olsa şans olarak kabul edilir. Ben de böyle bir acı şansı yaşadım. 25 Şubat 2009 günü, sbah saat 10.00’da, beraberimde eşim olmak üzere otomobil ile Haarlem’e doğru yola çıktık. Biraz sonra rastlayacağımız tesadüfü yaşamak için olacak, yolumuzu uzatıyordum. Önce oto yoldan çıktım ve deniz kenarından gitmeye başladım. Daha sonra bir benzin istasyonunda durdum. Tekrar oto yoluna çıktığımız zaman Haarlem’e yaklaşırken, 5-6 km. Ötemizde havadaki bir uçağın hızla yere indiğini gördüm. Sonra eşime ‘Bir uçak indi ama, o kadar hızlı bir iniş yaptı ki, sanki inmedi de düştü gibi’ dedim. İndi mi, düştü mü diye düşünürken, havalimanının yolumuzun sol tarafında kaldığını biliyordum. Kaldı ki uçak, yolun sağ tarafına inmiş veya düşmüştü. Bir anda uyandım ve ‘Olmaz, uçak yolun sağ tarafına mutlaka düşmüştür, zira inmek için otobanı geçmesi ve sol kesime girmesi gerekirdi’ diye bağırdım. Bunları tartışırken az sonra vardığımız o yerde sağ tarafta bir uçağın yerde olduğunu gördük. Az sonra uçağın üzerinde TURKİSH yazısını görünce ürperdim. Yolun sağında durdum. Manzara acıydı ama telaşlanmadım ve önce THY müdürünü aradım ve durumu anlattım. Daha sonra tüm gazeteci arkadaşlarımı aradım.
Yol, olayı seyretmek isteyen otombil sürücüleri tarafından dolmuştu. Uçağa baktığımız zaman, uçaktan inen yolcuların, çok sakin ve yavaş bir şekilde uçağın etrafında dolaştıklarını gördüm. Birer zombi gibiydiler. Az sonra telefonum çaldı. Arayan NTV televizyonuydu. Daha önce muhabirliklerini yapmış olduğum NTV’deki arkadaş bana, ‘İlhan bey, Amsterdam’da THY uçağı düşmüş, bilginiz var mı?’ diye sorunca, ‘Hem de nasıl bilgi var’ cevabını verince şaşıran arkadaş ‘nedir’ diye sordu. ‘Şu an uçağın önündeyim, düşüe şahit oldum’ deyince hemen canlı yayına bağlandım ve yarım saat kadar uçak etrafında yaşanmakta olanları anlattım.
Nasıl oldu bilmiyorum ama, az sonra Hollanda ve Türkiye’den başka, dünyanın dört bir yanındaki medya tarafından arandım.
Afbeelding met kleding, persoon, buitenshuis, schoeisel Automatisch gegenereerde beschrijving
Uçak düşüşünün yankıları günlerce sürmüştü. Türk kuruluşları uçağın düştüğü yeri çiçek bahçesine çevirmişlerdi. Daha sonra, uçağın düştüğü bölgenin belediyesi Haarlemmermeer, uçağın düştüğü yere bir anıt yaptırdı. Anıtın açılış törenine Hollandalı Bakanlar ve Lahey Büyükelçimiz de katılmıştı. Tabii ki biz basın mensupşarı da…
Fotoğrafta, Hollanda Türkevi Derneği Başkanı Veyis Güngör ile birlikte anıtın önünde görülüyoruz.

Afbeelding met voertuig, Landvoertuig, buitenshuis, wiel Automatisch gegenereerde beschrijving
MERSİN BELEDİYE BAŞKAN ADAYLIĞI: Yaşamımdaki anıları anlatırken, Mersin’de Büyükşehir Belediye Başkanlığı’na aday olduğumdan da söz etmem gerekir.

1983 Yılı sonunda, çocuklarımın Türkçe eğitimleri için Hollanda’yı terk etme kararı almıştım. Hollanda’daki Hürriyet temsilciliğini dvredip Mersin’e taşınmıştık. 1984 yılında yapılan yrel seçimler sırasında, Doğru Yol Partisi’nin ısrarı üzerine, bu partinin Belediye Başkanlığı adaylığını kabul etmiştim.

Afbeelding met tekst, Menselijk gezicht, person, poster Automatisch gegenereerde beschrijving
Turgut Özal’ın partisi Anavatan çok güçlüydü ama Mersin’de hep CHP kazanırdı. CHP yasaklıydı ve sol görüşlülerin oyları Halkçı Parti ile Sodep arasında bölünmüştü. Ben de sol kesimin bir bölümünden oy alınca Anavatan’ın adayı kazanmıştı.
Seçim kampanyası boyunca tüm Türkiye’ye çok iyi belediyecilik mesajları vermiştim. Ayrıca, kampanyalar sırasında Amerikanvari seçim turnelerini kopya etmiştim. Eşim ve çocuklarım ile açık otomobilde tur atan ilk aday olmuştum. Ondan sonra benim taktiğimi tekraralayanlar oldu.

Afbeelding met persoon, kleding, Menselijk gezicht, person Automatisch gegenereerde beschrijving
Seçim sonunda kazanmış olan Okan Merzeci’yi tebrik etmek için bir öğle yemeğine davet ettim. Bu davet Gazeteciler Cemiyeti lokantasında gerçekleşti.

SİZE BİRAZ FUTBOL YAZAYIM MI?

Beşikten mezara kadar teknik direktör olduklarını zanneden
80 milyon kişiye, futbolun azizliğini ve cilvesini anlatmak zor ama,
55 yıllık gazeteciliğim ile yine de birşeyler karalayacağım.

Halen devam etmekte olan Avrupa Futbol Şampiyonası’nda, ‘Süper’ bir takım ve ‘Yıldız’ diyebileceğiniz bir futbolcu gördünüz mü?

Bir talihsiz ve rezil İtalya maçı haricinde, Türk milli takımının, diğer takımlardan eksik neyi vardı?

Gazetecilikte futbol yaşamımdan kesitler ve fotoğrafları bu yazıda bulabileceksiniz.

İlhan KARAÇAY’ın analizi:

‘Futbol’ deyip geçmeyiniz. Daha doğrusu bunu genelleştirip ‘spor’ olarak ele alabiliriz. Futbolun kadri çok büyüktür. Bunu ancak yaşayanlar bilir.
Naçizane şahsım, bugüne kadar tam 6 Dünya Futbol Şampiyonası, 1 Mini Dünya Futbol Şampiyonası ve 6 da Avrupa Futbol Şampiyonası izleme şansını yakalamıştım.

1974 Almanya, 1978 Arjantin, 1980 (Uruguay, Mini Dünya Futbol Şampiyonası), 1982 İspanya, 1986 Meksika, 1990 İtalya ve 1994 Amerika Birleşik Devletleri’nde yapılan Dünya Futbol Şampiyonaları’ndan başka, 1976 Yugoslavya, 1980 İtalya, 1984 Fransa, 1988 Almanya, 1992 İsveç ve 2000 Hollanda-Belçika’da yapılan Avrupa Futbol Şampiyonaları’nı yakından izledim. Bunlara ilaveten, izlediğim kulüpler şampiyonalarının sayısı da bir hayli çok.

Futbol müsabakaları öncesi ve sonrasında yaşananları değerlendirmeye kalkışırsanız, bu sporun önemini anlayabilirsiniz. Özellikle Dünya Şampiyonaları çok renkli ve zevkli geçer. Örneğin, Brezilyalılar’ın olmadığı bir şampiyona renksiz olur. Gittiğim Avrupa Şampiyonaları’nda bu eksikliği her zaman hissetmiştim.

Son 55 yılda dünyanın en önemli futbol karşılaşmalarını yakından izlememe karşın, sizleri olduğu gibi, beni de mutluluğun doruğuna çıkaran Japonya ve Kore’deki şampiyonayı yakından izleyemediğim için kahroldum. Keşke bundan önceki hiçbir turnuvaya gitmeseydim de, Türkiye’mizin zafer kazandığı bu son turnuvaya gitseydim. Bunun için imkan vardı ama, özel nedenlerle gidemedim.

Bu ‘futbol’ denen eğlence ve yarış, insanları bazen kızdırıyor, bazen de sevindiriyor. Bu kızgınlıklar ve sevinçler çoğu zaman çılgınca oluyor. ‘Çılgınlık’ derken, eli sopalı ve bıçaklı holiganların çılgınlığından söz etmiyorum. Onların yaptığı ancak ‘vahşilik’ olarak nitelenir. Benim sözünü ettiğim ‘çılgınlık’ tatlı çılgınlıktır.

Bakınız, her konuda doyuma ulaşmış ülkelerin insanları bile, futboldaki zaferden sonra sokaklara nasıl dökülüyorlar. Doyuma ulaşmış ülkelerin insanları bile sokaklara döküldükten sonra, pek çok konuda aç kalmış ülkelerin insanları ne yapmaz ki?

Yarım asırdır Avrupa’da horlanan Türkler, her türlü spor müsabakası sonrasında, farklı yenilgiler nedeniyle ayrıca kahroluyordu. Ellerinde bayraklar ve flamalar ile statlara ve salonlara koşan Türkler hep hüsrana uğramışlardı. Hüsranın yerini sevincin almasına o kadar ihtiyacımız vardı ki, şimdiki Avrupa Şampiyonası’nda bunu elde edeceğimizi sanıyorduk ama olmadı.

Tek zaferimiz

2002 Dünya Şampiyonası’nda bizi en son sevindiren ve hatta çılgınlaştıran zafer, birleştirici de olmuştu.
Şöyle ki; bugüne kadar gerek siyasi veya gerek dini çıkarlar nedeniyle Türkiye’ye küfredenler bile, içlerindeki asıl sevgiyi dışa vurma ihtiyacını hissettiler.
Bizzat şahit oldum. Hollanda’ya iltica ederken, Türkiye aleyhine söylemedik laf bırakmayan ve iltica hakkını elde ettikten sonra Türkiye aleyhinde söylemleri ile de tanıdığımız bir şahıs, Türkiye- Brezilya yarı final maçını kızları ile birlikte büyük ekran bir TV’den izliyordu. Bu şahısın kızlarının sırtında ay yıldızlı Türk bayrağı vardı. Kendine göre, demokrasi mücadelesi verdiği için Türkiye aleyhine söylenmedik laf bırakmayan bu şahıs, Hollandalı spikerin Brezilyalılar lehindeki her konuşmasından sonra sandalyesinden fırlayarak isyan ediyordu. Eskiden, ‘Bayrak’, ‘Atatürk’ ve ‘Türkiye’ dendiği zaman, tüylerinin kalktığını bildiğimiz insanlar, şimdi herkesten daha fanatik Türkçü olmuşlar. Amsterdam’ın Mercator Plein ve Rotterdam’ın Cool Singel meydanlarında kimler görülmedi ki? Fotoğraf çeken gazetecilere yakalanmamak için yüzlerini gizleyenleri gördük. Ama bu bile bize mutluluk verdi. Bir zamanlar Türkiye aleyhine söylenmedik laf bırakmayanlar, şimdi sokaklarda ‘Türkiye, Türkiye’ diye bağırabiliyorlardı. Bu da bize yeter. Varsın yarın yine menfaat icabı eski hastalıklarına dönüş yapsınlar. Biz onları af ettik. Onların yüreklerinde Türkiye sevgisi olduğunu bildiğimız sürece de bu hastalıklarına katlanacağız.

Şahit olmadım ama duyduğum bir başka olay daha var; Bir zamanlar Türkiye aleyhtarlığının liderliğini yapan ve sonra rahmetli olan bir tanıdığımızın çocukları, Ankara’da Anıtkabir’i ziyaret edecek kadar Türkiye hayranı olmuşlar.

Bütün bunlar, aslında sevgiye susamışlığın sonuçlarıdır. Menfaatler insanları bazı çirkinliklere sevkedebilir. Menfaatlerin derecesi hesaba katıldığı zaman, bazı çirkinlikler af edilebilir. Sevgiden ve ilgiden mahrum kalmış insanların, ekonomik zorluklar karşısında yaptıkları hatalar da af edilebilir. Ve zaten öyle de oluyor. Şefkatli Türk devleti, katilleri bile af ettiğine göre, şimdi eli bayraklıların pişmanlığını anlayacaktır.

Biraz da futbol analizi:
Batılı spor uzmanları, tıpkı siyasi uzmanlar gibi yine sınıfta kaldılar. Her şeye at gözlüğü ile bakan Batılılar, son şampiyona öncesinde, Almanya’yı, Portekiz’i, Fransa’yı, İspanya’yı favori gösteriyordular. Ama öyle olmadı. Bu ülkelerin hepsi ince bir ipte sallandılar. Tesadüflerle atılan goller sonrasında turu atlama şansına sahip oldular.
Gruplardaki sıralamalar o kadar ilginçti ki, bir grupta sonuncu durumda olan bir takım, sadece bir tek gol atabilseydi grup lideri olacaktı.

Türk milli takımı hakkında söylenenlere gelince:
Gerçekten, futbol tarihimizin en genç ve en ünlü futbolcularından oluşan Türk milli takımı, Avrupalılar’ın da açıkça söyleyemedikleri favoriler arasındaydı ki, elenmesinde en çok söz edilen ülke Türkiye oldu.

Türkiye nasıl elenmezdi?
Teknik heyetin başında Şenol Güneş olmasaydı.
1978 yılından bu yana çok iyi dostluğum olan Güneş hakkında fazla yazmak istemiyorum. Ama onun için söylenenlerin hepsine (kişisel eleştiriler hariç) katılıyorum. Sanırım sizlerin de çoğu aynı fikirdesiniz.
Çoğu Avrupa’da yetişmiş olan ve Avrupa kültürünün serbestliği içinde davranan futbolcular, Şenol Güneş’in beklediği ‘hazırol duruş’u sergilemedikleri için laf işittiler ve dışlandılar. Böyle olunca da bu futbolcular ile Şenol Güneş arasında tatsız tartışmalar cereyan etti. İtalya maçında, ille de beraberlik isteği, futbolcuları hipnotizma olmuşcasına etkiledi. Ben 55 yıllık gazetecilik yaşamımda böyle silik bir Türk milli takımı görmediğimi itiraf edebilirim.

Bu turnuvada başarısız oluşumuzun nedenlerini çoğaltabilirim ama, gelin biz geleceğe umutla bakalım.

Ne diyelim, bir başka bahar çok uzak değil.
Dileriz, gelecek yıl Katar’da yapılacak olan Dünya Futbol Şampiyonası’nda özlemi çekilen başarıyı gösteririz.

Futbol turnuvalarından anılar:

Neçizane şahsım 1978’de Arjantin’de yapılan ‘Dünya Futbol Şampiyonasını’, iki yıl sonra 1980 yılında Uruguay’da yapıla ‘Mini Dünya Futbol Şampiyonası’nı Hürriyet gazetesi için izlemiştim.
1978’de, başta rahmetli Necmi Tanyolaç olmak üzere, ünlü gazeteciler Halit Kıvanç,Togay Bayatlı, Ertuğrul Akbay, Güven Taner, Hüseyin Kırcalı, Kemal Belgin, Erol Aydın, Hasan Sarıçiçek ve teknik direktör Metin Türel ile birlikteydik.

Arjantin’deki şampiyonada, Hollanda takımının şampiyon olması için yanıp tutuşuyordum. Hollanda’yı ne de olsa ‘Babavatan’ olarak seçmiştik bir kere…
Finale kadar yükselen Arjantin Milli Takımı’nın, Peru’ya karşı elde ettiği bol gollü galibiyet maçının, tamamen binbir tehdit sonucunda kazanıldığını en iyi bilenlerden biriydim. Zira, konaklamakta olduğum Liberty (Hürriyet) Oteli’nde Peru takımı da konaklıyordu. Arjantin turuvaya iyi başlamamıştı. Gruptan çıkması için Peru’yu en az 4-0 yenmesi gerekiyordu.

General Vidella başkanlığındaki ihtilal hükümeti, Peru’ya silah ve gıda yardımı teklif ederek maçın en az 4-0 galibiyetle bitmesini istedi. Bu da yetmedi, konakladığımız Liberty Oteli askerler tarafından abluka altına alındı ve futbolculara korku salındı. Sonunda Arjantin Peru’yu 6-0 yendi ve gruptan çıktı.

Arjantin, Hollanda ile birlikte finale kadar yükselmişti. Hiç unutamadığım o final maçını Hollanda kaybetmişti. Hollanda’nın o zamanki yıldızı Rensenbrink, son dakikadaki fırsatı gole çeviremedi. Top direğe çarparak geri döndü. Uzatmada Arjantin maçı 3-1 kazandı.

Titreyerek seyrettiğim maç sonunda resmen ağlamıştım.

Afbeelding met krant, tekst, Krantenpapier, Nieuws Automatisch gegenereerde beschrijving

Maradona’nın yıldızlaştığı Uruguay’da ise tek Türk gazeteci olarak ben vardım. Maradona ile konuşan ilk Türk gazetecisi de ben olmuştum.

Her zaman yazmışımdır. Avrupa Futbol Şampiyonaları, Dünya Futbol Şampiyonaları gibi renkli olmuyor. Güney Amerikalılar ve Afrikalılar turnuvalara renk katıyor. Özellikle Brezilyalılar şampiyonaların en renkli görüntülerini yaratıyorlar. Öyle ki, Dünya Şampiyonaları’nda, en ilgi duymayacak ülkelerin maçları bile seyirci rekoru kırıyor.

Biz Türkler de bu konuda az değiliz ha!
Hiç unutamayacağım bir anı da, 1982’de İspanya’da yapılan Dünya Futbol Şampiyonası sırasında yaşandı. Bu şampiyonaya Türkiye katılmamıştı. Ama Barcelona’nın Ramblas meydanında gece yarısı şenliklerinde bir grup Beşiktaşlı taraftarın açtıkları Türk ve BJK bayrakları etrafında yapılan danslar beni çok duygulandırmıştı. O fotoğrafı çekme ve Hürriyet’te yayınlama şansı da bana nasip olmuştu.

Afbeelding met kleding, persoon, Menselijk gezicht, person Automatisch gegenereerde beschrijving
Spor gazeteciliği kariyerimde, Real Madrid’in efsane Başkanı Santiago Bernabeu ile 1972’de görüşmem, Hollanda’nın efsane futbolcusu Johan Cruyff’a, 1969’da ‘Sarı fare’ (rakiplerini fındık faresi gibi yediği için) lakabını takmam ve Maradona ile 1980’de ilk röportajı yapmış olmam, anılarımın en güzellerindendir.

Şimdi her şey Oranje için. Portakalları desteklemek bize yakışan bir hareket olacaktır.
Portakalların her galibiyetinden sonra yapılacak olan şenliklere biz de Türk bayrakları ile katılmalıyız ve Hollandalılar ile dayanışma içinde olduğumuzu göstermeliyiz.

Hup Holland hup !!!

Tanju Çolak ile bir nostalji…

Değerli Okurlarım,
Size bir Tanju çolak nostaljisi anlatacağım ve ondan sonra da bol fotoğraflı futbol geçmişimi uzun uzun anlatacağım. Önce Tanju Çolak hikâyesi:

Yıl 1989. Şubat’ın birinci günü. Monaco’da, 1987-1988 sezonunda Avrupa Gol Kralı’na altın ayakkabı verilecek. Futbol dünyasının gözü, kulağı Monaco’da. Ama binlerce futbol adamı da Monaco’da.
Günün kahramanının bir Türk oluşu çok garipseniyordu.

Evet, Altın Ayakkabı’yı bir Türk, yani Tanju Çolak alacaktı. Dile kolay, 38 gol atmıştı Tanju.

Afbeelding met kleding, persoon, person, Menselijk gezicht Automatisch gegenereerde beschrijving

Her büyük futbol etkinliğinde olduğu gibi, o gün ben de oradaydım.

Hem de, Tanju Çolak’ı transfer etmek isteyen dev kulüplere satacak adam olarak.

O günlerde Wasteels adlı bir firmanın organizasyonu ile Hollanda’dan Türkiye’ye direkt tren seferleri düzenlenmişti. Wasteels’in Hollanda’daki Danışmanlık Bürosu TMF’in müdürü ile dostluğumuz vardı. TMF’ın Monaco’daki kardeş kuruluşu, Tanju Çolak’ın transfer işlerini üstlenmek istiyordu. İşte o sırada Monaco’da bu firma ile bir durum değerlendirmesi yaptık. Tanju’yu bu firmaya götürdüm. Durumdan çok memnun olan Tanju bu firmaya transfer konusunda yetki verdi.

Afbeelding met kleding, persoon, schoeisel, jas Automatisch gegenereerde beschrijving

Kimler yoktu ki Tanju’yu isteyenler arasında?

Real Madrid, Barcelona, A.C. Milan, İnter Milan, AS Roma, Monaco, Arsenal, Liverpool, Ajax ve Bayern Münih. (Yukarıdaki fotoğraf)

Şans mı, tesadüf mü, siz ne derseniz deyin. 1 Şubatta Altın Ayakkabı’yı alan Tanju, 1 Mart’ta, yani 30 gün sonra Monaco’ya karşı sahaya çıkacaktı. Hem de Monaco’da. Tanju ve görücüler için büyük bir fırsattı bu.

Ve o gün geldi çattı.
Tanju’yu seyretmeye gelen dev kulüplerin başkanlarını ve transfer yetkililerini maç öncesi Stade Luis II’nin kapısı önünde topladım ve fotoğrafladım. Sonra hep birlikte Tanju’yu seyretmeye başladık. Görücüler, sahada dolaşıp duran Tanju’ya bakıyorlar ve sonra da bana dönüp, “Bu ne iştir, bir şey anlamadık” der gibi işaret yapıyorlardı. Ama biraz sonra bir mucize gerçekleşti. Prekazi Tanju’ya mükemmel bir top uzatmıştı. Eee, Tanju bu, fırsatı hiç kaçırır mı? Prekazi’nin soldan mükemmel ortaladığı topa Tanju, 3 kişinin arkasından gelip önlerine geçerek ve de uçarak kafayı vurmuş ve maçtaki tek golü kaydetmişti. Görücüler bu defa bana döndüler ve baş parmaklarını havaya kaldırarak zafer işaretleri yaptılar.

Görücüler maç sonrasında, Tanju’nun iyi bir golcü olduğunu gördüler ama, O’nu bir kez de rövanş maçında izlemek istediklerini söylediler.

Tanju için biçilen fiyat, o tarih için çok astronomik idi: 10 milyon Dolar.

O zaman çalıştığım Günaydın gazetesinin birinci sayfa manşeti de bu idi:Tanju’nun değeri 10 milyon Dolar.

Rövanş maçı, Galatasaray’ın cezası nedeniyle Köln’de oynanacaktı. 15 Mart akşamı aynı görücüler bu kez Köln’deydiler. Maç Prekazi ve Weah’ın golleri ile 1-1 bitmiş ve Galatasaray Avrupa Şampiyon Kulüpler Kupası’nda yarı finale yükselmişti ama Tanju bu kez gol atamamıştı.

Üzücüdür ama, pazarlığın 10 milyon dolardan başladığı bu transfer görüşmelerinden sonra, Tanju’ya hiç bir kulüpten ciddi bir talep olmadı.

FOTOĞRAFLARLA FUTBOL YAŞAMIM

Afbeelding met kleding, person, persoon, pak Automatisch gegenereerde beschrijving
55 Yıllık gazetecilik yaşamımda, spor haberleri ve yorumları ile verdiğim hizmeti göz önünde tutan, Orhan İçin yönetimindeki Uluslararası Futbol Tenisi Federasyonu, şahsıma da bir ödül lutfunda bulunmuştu. Bu ödülü ünlü teknik direktör Abdullah Avcı’nın elinden almıştım.


Rinus Michels’in yarattığı total futbol ile büyüyen Hollanda’nın Ajax takımı ve milli takımın beyni olan Johan Cruyff ile birlikte göründüğümüz bu fotoğrafta, ünlü antrenörlerimizden Doğan Akı (ortada) Ünal temel (solda) ve Michels’in takipçisi Macar Stefan Kovacs da yer aldı. Kovacs daha sonra Fransa’ya total futbolu aşılayan adam oldu.

Afbeelding met persoon, Menselijk gezicht, kleding, person Automatisch gegenereerde beschrijving
Hollanda’nın yetiştirmiş olduğu ünlü ve değerli futbolculardan De Boer kardeşlerden Frank, Galatasaray’da da fotbol oynamıştı. Şimdi Hollanda milli takımının başında olan Frank De Boer ve Ronald De Boer ile eski günlere dayanan bir fotoğrafımız.

Afbeelding met kleding, persoon, Menselijk gezicht, glimlach Automatisch gegenereerde beschrijving

Gazetecilik yaşamımda, Hollanda’nın dışında, diğer ülkelerin ünlü futbol adamları ile de görüşmelerim oldu. Üstteki fotoğrafta, İtalya milli takımı teknik direktörü Arrigo Sacchi, alttaki fotoğrafta da teknik direktör Giovanni Trappattoni ile değişik tarihlerde.

Afbeelding met kleding, persoon, Menselijk gezicht, deur Automatisch gegenereerde beschrijving

Afbeelding met kleding, persoon, Menselijk gezicht, person Automatisch gegenereerde beschrijving
1980’li yıllarda İtalyan takımı AC Milan’a şampiyonluklar kazandıran ve 1988 Avrupa Şampiyonası’nda Hollanda’yı şampiyon yapan Marco van Basten, Ruud Gullit, ve Galatasaray’da da oynayan Frank Rijkaart ile bir anımız.

Afbeelding met kleding, Menselijk gezicht, persoon, person Automatisch gegenereerde beschrijving

Bir zamanlar Brezilya’nın dünya çapında yıldızı olan ve Fenerbahçe’de teknik direktörlük yapan vei ki kez şampiyonluk kazandıran Didi, daha sonra Suudi Arabistan’a transfer oldu. 1978 yılında Suudi Arabistan’da ziyaret ettiğim Didi ile bir maç esnasında (üstte), altta ise iki değişik enstantane.

Afbeelding met persoon, person, kleding, glimlach Automatisch gegenereerde beschrijving Afbeelding met persoon, kleding, overdekt, muur Automatisch gegenereerde beschrijving

Afbeelding met kleding, persoon, Menselijk gezicht, person Automatisch gegenereerde beschrijving

Bir zamanlar Alman futbolunun en büyük yıldızı olan Gerd Müller ile futbolculuk yıllarında (solda) ve Tanju Çolak’ın Altın Ayakkabı Ödülü aldığı Monaco’da (sağda) görülüyoruz.

Afbeelding met persoon, Menselijk gezicht, kleding, glimlach Automatisch gegenereerde beschrijving
İngiltere futbolu dendiği zaman akla gelecek olan iki eski isim Boby ve Jacky Charlton kardeşlerden Jacky ile, 1976 Avrupa Şampiyonası sırasında Belgrad’da.

Afbeelding met buitenshuis, kleding, persoon, gras Automatisch gegenereerde beschrijving Futbol Şampiyonalarını izlerken, futbolun dışında magazin haberi bulmakta da az hünerli sayılmam. İşte 1982’de İspanya’da yapılan Dünya Şampiyonası’nda yıldızlaşan Brezilyalı Zico’nun eşini, çocukları ile bir otelde bulmuştum. Zico daha sonra 2006 yılında teknik direktör olduğu Fenerbahçe’yi 2006 yılında şampiyon yapmıştı.

Afbeelding met persoon, Menselijk gezicht, person, glimlach Automatisch gegenereerde beschrijving
Futbol faaliyetlerimi anlatırken Guus Hiddink’i atlamam mümkün değil. Hollanda’nın
en başarılı teknik direktörlerinden biri olan Hiddink’in Fenerbahçe’ye gelişi sırasında tercümanlığını ve mihmandarlığını ben üstlenmiştim. Fenerbahçe’de başarılı olamayan ve ‘Hollanda köylüsü’ olarak aşağılanan Hiddink bir de kadın skandalına maruz kalmıştı.

Afbeelding met kleding, persoon, person, glimlach Automatisch gegenereerde beschrijving
Neden sadece yabancılar olsun? Bizim de futbolda ünlülerimiz var. İşte bu ünlülerden biri de Fatih Terim. Fatih terim ile 1992 Avrupa Futbol Şampiyonası sırasında İsveç’in Malmö kentinde birlikte olmuştum.

Afbeelding met kleding, persoon, Menselijk gezicht, person Automatisch gegenereerde beschrijving

İtalyan futbolu dendiği zaman, Roberto Baccio akla gelen en ünlü golcülerden sayılır.
İşte Baccio’yu, 1990 Dünya Şampiyonası sırasında Roma’da ancak böyle yakalayabilmiştim

Afbeelding met persoon, buitenshuis, gras, sport Automatisch gegenereerde beschrijving
Spor gazeteciliği yıllarımda, futbol oynamayı da ihmal etmezdim. Hem de büyük takımlarda… Fotoğrafta gördüğünüz 10 numara Hollanda ve Ajax’ın büyük yıldızı Piet Keizer’dir. Ajax’ın ünlü Başkanı Jaap van Praag beni kulübün onur üyesi yapmıştı. Bu nedenle Ajax’ın antremanlarına da serbestçe katılırdım. İşte bir antreman sırasında, sırtımda Johan Cruyff’ın 14 numarası ile Ajax’a karşı oynadım ve bir de gol attım.

Afbeelding met persoon, sport, gras, buitenshuis Automatisch gegenereerde beschrijving

Afbeelding met Menselijk gezicht, kleding, persoon, stropdas Automatisch gegenereerde beschrijving

Real Madrid’in teknik direktörü Miguel Munoz, miyonlarca futbolseverin kalplerinde yer tutat Real Madrid’i defalarca şampiyon yapmıştı.

Afbeelding met persoon, tekst, kleding, krant Automatisch gegenereerde beschrijving
Spor muhabirliğim, sadece futbol ile sınırlı değildi tabii. Ünlü boksör Muhammed Ali’yi mağlup eden Joe Fraizer ile de görüşmem olmuştu. Fraizer, Hürriyet’te yayınlanan fotoğraflarını gördükten sonra, ‘Allah Allah, demek ki Türkiye’de de bu kadar ilgi görmüşüm ha?’ demişti.

Afbeelding met krant, tekst, Krantenpapier, Nieuws Automatisch gegenereerde beschrijving1976’da Yugoslavya’da yapılan Avrupa Futbol Şampiyonasından bir Hürriyet kupürü.

Değerli Okurlarım,
Ünlü futbol adamları ile yaptığım görüşmelerin fotoğrafları o kadar çok ki, hepsini bu yazıya eklemeye kalkışırsam, web sayfamı çökertebilirim. En azından daha 100 ünlü ile görüşmelerimi ve fotoğraflarımı ekleyebilirim. Bu fotoğrafları ilhankaracay.com sayfasında bulabilirsiniz.

Mersin nostaljilerinden kesitler…

İlhan KARAÇAY derledi:

Dünyanın dört bir yanında doğmuş ve o yörede büyümüş insanların hemen hemen tamamı, doğup büyüdükleri yerin atmosferine aşık olmuşlardır.
Kimi mahallesindeki bir ağacı, kimi dostlarını, kimi de sosyal ve kültürel ilişkilerini özler.
‘Benim memleketim gibisi yok’ diyenler çoğunluktadır.

Örneğin, benim eşim Jeanne, doğup büyüdüğü Hollanda’nın Vogelenzang (Ötüşen kuşlar) köyüne her gidişimizde, iki tarafı gök kubbesi ağaçlarla dolu olan yoldan geçerken, ‘Kendimi cennette hissediyorum’ der.

Ben de, gemi ile limandan ayrılırken gördüğüm palmiye ağaçlarından doğan manzarayı unutamadığım Mersin’e istinaden, nerede bir palmiye ağacı görsem ‘Cennetteyim’ derim.

Herkesin kalbinde, kendi doğup büyüdüğü yer, geniş bir yer kaplar.
Herkes, doğup büyüdüğü yer ile övünür ve över.
Ne var ki, bazıları olaya değişik yönlerden bakıp değerlendirme yapar.
Örneğin ben.
Doğup büyüdüğüm Mersin’e (Aslında 25 yılım Mersin’de, 56 yılım Hollanda’da geçti) çok taraflı değerlendirmeler ile bakarım.

Pek çok Mersinli, Mersin’i yazmıştır.
Mersinli olmayıp, araştırdıkları bu kenti överek yazanlar da olmuştur.
Hepsinin kaleminden ballar akmıştır.

İşte şimdi ben de, bir İçel aşığı olarak, Mersin’i yazmaya karar verdim.

Mersin’de fenomen olan insanlardan söz etmeden önce, isterseniz Mersin’in tarihi ve coğrafi konumuna bakalım:

Biliyorsunuzdur, Adana, Konya ve Antalya illeri üçgeninde bulunan vilayete İçel adı verilmişti.

1936 yılında Köy olan yerin adı Mersin’di. 1852’de Nahiye oldu. 1864’te Kaza, 1888’de Liva olan Mersin, 1924 yılında Vilayet (İl) oldu.

Nasıl olduysa, 1933 yılına gelindiği zaman, Silifke ile birleştirilerek İl adı İçel olarak değiştirildi. Tabii ki Merkez Mersin olarak kaldı.

Rahmetli Avukat Şinasi Develi, Kenan Kayaselçuk ve Kemal Gülenler gibi dostlar, Mersinliler’in hiç beğenmediği ve sevmediği İçel adından kurtulmak için çok mücadele ettiler.
Mersin adının, bu yörede ‘murt’ denilen bir bitkiden kaynaklandığı söylenir. Ama durum öyle değildir.
Araştırmacı yazar Sait Uğur bu konuda şöyle diyor: ”Mersin’e Mersin denilmesinin sebebi, şimdiki Mersin şehrinin yakınlarında eskiden MERSİNLİ adında bir aşiret varmış. Bu aşiret Türkistan’dan gelen aşiretlerdenmiş. MERSİN adı ile Anadolu’da daha yedi, sekiz adet köy vardır ki, MERSİN adı bu Mersin adındaki Türk Oymağının adına göre konmuştur. Yoksa Mersin’deki Mersin ağacından dolayı buranın adı MERSİN konmuş değildir.”

Mersin, 2 Eylül 1993’te çıkarılan 504 sayılı kanun hükmünde kararname ile büyükşehir unvanı kazandı. Haziran 2002’de ilin İçel olan adı, Mersin olarak değiştirildi. 2004 yılında çıkarılan 5216 sayılı kanun ile büyükşehir belediyesinin sınırları valilik binası merkez kabul edilerek yarıçapı 30 kilometre olan dairenin sınırlarına genişletildi. 2012 yılında çıkarılan 6360 sayılı kanun ile 2014 Türkiye yerel seçimlerinin ardından büyükşehir belediyesinin sınırları il mülki sınırları oldu.

Şehrin bugünkü durumuna gelmesinde, şu anda azınlık olsalar da Hıristiyan Levantenlerin önemi yadsınamaz. Şehirde halen Levantenlere ait iki katedral bulunmaktadır: Latin-İtalyan Katedrali ve Arap-Ortodoks Katedrali. Ayrıca şehrin kuzeyine Rumlar için bir kilise yapılması da gündemdedir.

Liman, Mersin ekonomisinin dayanak noktasıdır ve Türkiye’nin dünyaya açılan kapısı durumundadır.
Doğu Anadolu, Batı Akdeniz ve İç Anadolu’daki fabrika ve ticaret firmaları ithalat ve ihracatını Mersin üzerinden yaparlar.

Türkiye’nin en büyük ikinci Serbest Bölgesi olan Mersin Serbest Bölgesi burada kurulmuştur ve 433 şirkete ev sahipliği yapmaktadır. İşleticisi MESBAŞ’tır. Mersin-Tarsus Organize Sanayi Bölgesi’nde 150’ye yakın firma faaliyet göstermektedir.

Mersin’de iş merkezlerinin çokluğu, nakliye ve gümrük firmalarının sayıca fazlalığı bu yüzdendir. Mersin Serbest Bölgesi de benzer özellikleri ile Mersin ve ülke ticaretinde önemli bir yer tutar.

Günlük hayatın vazgeçilmezlerinden olan alışveriş merkezleri, Mersin’de yatırımlarını sıklaştırmaktadırlar.
2009 yılında Avrupa’nın en iyisi seçilen Forum Alışveriş Merkezi, Marinavista, Beymen Mall, PalmCity ve Sayapark AVM, Soli Center, Mersin Marina AVM, Tarsus Avm vb. Ticaret merkezleri, Mersin’de çoğalmaktadır. 2009 yılında Multi Turkmall tarafından yapılan Forum Mersin Alışveriş ve Yaşam Merkezi, Avrupa’nın en büyük perakende organizasyonu, Uluslararası Alışveriş Merkezleri Konseyi(ICSC) tarafından Avrupa’nın en iyi alışveriş merkezi seçildi.

Erkek nüfusunun %80’i ve kadın nüfusunun %69’u istihdam ediliyor. İşsiz nüfus yaklaşık %7’dir.

Hızla hayata geçirilen GAP, Ataş Rafinerisi ve sahip olduğu geniş hinterlandı sayesinde Mersin Limanı, Türkiye’nin konteyner hacmi bakımından ikinci, kargo tonajı bakımından altıncı büyük limanıdır.

Türkiye’nin en önemli iç turizm merkezidir. Son yıllarda turizmde yapılan atamalar ve sahile yapılan yeni otellerle Türkiye’nin yeni turizm bölgesi olma yolundadır. Yat turizminin gelişmesi amacıyla uluslararası standartlara uygun 500 yat bağlama ve 300 yat karaya alma kapasiteli Mersin Ana Yat Limanı tamamlanmış olup ihaleye çıkılmıştır. Mersin coğrafi açıdan lojistik merkez özelliğine sahip bir kenttir. Halihazırda bulunan liman, demiryolu taşımacılığının yanı sıra, karayolu taşımacılığında da Mersin önemli bir noktadadır. Mersin Büyükşehir Belediyesi, Uluslararası Nakliyeciler Derneği ve Mersin Valiliği ile ortak olarak Mersin Lojistik Merkezi’ni kurma çalışmalarını tamamlamak üzeredir. Doğu Anadolu, Batı Akdeniz ve İç Anadolu’daki şirketler ithalat ve ihracatını, Mersin üzerinden yapar. Mersin’de iş merkezlerinin çokluğu, nakliye ve gümrük firmalarının sayıca fazlalığı bu yüzdendir. Mersin Serbest Bölgesi de, benzer özellikleri ile Mersin ve ülke ticaretinde önemli bir yer tutar. Yapıldığında Türkiye’nin en uzun binası konumundaki Metropol Ticaret Merkezi 52 katlıdır ve Akdeniz ilçesindedir

Tarım

2004 yılı verilerine göre, Mersin’de arazi varlığının takriben yüzde 55’i orman ve fundalık arazi, yüzde 35’i işlenen arazi, yüzde 4 civarı çayır ve mera, geri kalan araziler ise yerleşim alanı veya tarıma elverişsiz alanlardır.

Mersin’de üretilen Anamur muzu dünyaca ünlenmiştir. Tarıma dayalı sanayi gelişme göstermektedir. Mersin merkezde kayısı, ceviz, kiraz, şeftali ve sebze yaygın olarak üretilirken son yıllarda tropikal meyve ve sebzeler de üretilmeye başlanmıştır. Batı Mersin’de daha çok Anamur, Bozyazı, Aydıncık, Silifke ve Erdemli ilçelerinde muz, turunçgiller, çilek, papaya, pepino, ananas,salatalık ve domates yetiştirilmektedir.

Nostaljinin Mekkesi Mersin

Hürriyet’te ‘Terz Yüzü’ adlı köşesindeki yazıları ile büyük beğeni kazanan dostum ve hemşehrim Özdemir İnce, bir yazısında çok güzel örneklemeler yaparak Avrupa Birliği’nin dayatmacılarına yüklenmiş.

Özdemir İnce, yazısına şöyle başlamış:

“Mersin’de benim yeniyetmeliğimde bir tekerleme vardı, insanlar bununla birbirlerine takılırlardı.

Daha sakalı çıkmamış bir delikanlı, sarı burma almak için tatlıcının seyyar tezgahına yanaşıp ‘Haji datli gaj bara’ diye soruyor: (Hacı, tatlı kaç para?)

‘Ülek sen barlak şujuk isdemez bara’ diyor. (Sen parlak çocuk, istemez para)

Burada bir sulu takılmanın ötesinde bir başka mesaj var.

Türkiye’nin her ne pahasına olursa olsun, tarihini, coğrafyasını, ulusal onurunu, güvenliğini ve bütün kaynakları bir bilinmeze takas ederek Avrupa Birliği’ne girmesini savunanlar, herkesin Avrupa tatlıcısına “Haji datli gaj bara” diye sormasını istiyorlar. Bu da yetmiyor, tatlıcının yanıtının da “Sen barlak şujuk istemez bara” olması için yapılması gereken jest ve mimikleri tarif ediyorlar.

Ne büyük bir tesadüf ki, Özdemir İnce’nin bu yazısını çarşamba sabahı Mersin’de okudum. Salı günü Amsterdam Schiphol Havaalanı’nda aldığım Hürriyet’i gecelediğim Mersin Hilton’da sabah saat 06.00’da okurken gözlerim doldu.

İsterseniz, Özdemir’in tam bir Arap şivesi ile yazdığı espriye bir açıklık getireyim.

Mersin’de “sarı burma” denen tatlı çok meşhurdur. Tıpkı “tantuni kebap” gibi…

Bir genç oğlan tatlıcıya yanaşmış ve “Hacı, tatlı kaç para” diye sormuş.

Tatlıcı da “Ulan, sen parlak bir çocuksun, istemez para” diye yanıt vermiş.

Gerçekten de, köklü Mersinliler’in diline pelesenk olan bu tekerlemenin kahramanlarını ben şahsen tanıyorum. Mersin’de tüm seyyar satıcılara tatlı veren Beddur isimli bir usta vardı.

Arap kökenli Beddur, Türkçeyi Arapça gibi konuşurdu. Beddur’un tatlı yaptığı çardağa gitmek için önce bir mezarlıktan yürünürdü. Ama yürünen saat gecenin yarısından sonraydı.

O zamanlar pavyonların dışında bir eğlence yeri yoktu. Cafe, bar, pastane gibi yerler de yoktu.

Gençlerin bir hamam sefası, ardından da işkembe çorbası sefası vardı.

Gençlerin bir çoğu da Beddur’a giderdi.

Beddur’un önceden hazırladığı tatlı hamurunu, çok becerili bir şekilde yağ kazanına burma halinde döküşünü seyreden gençler, sıcak sıcak yedikleri sarı burmaları unutamazlar.

Ben de arkadaşlarım ile her gece olmasa da sık sık Beddur’a giderdim.

Beddur’a “Hacı” derdik. Bize askerlik anılarını anlatmasını isterdik. O da anlatıp dururdu.

Garp Savaşından dönüşünü anlatırdı. Trenle yaptığı yolculuğu anlatırken, “Halep indiii, Şam. Şam indii Beyrut. Beyrut indii, Antakya. Antakya indii, Adana. Adana indii, Burdur” dediği an dinleyenlerden biri “in orda vurdur” deyince Beddur çıldırırdı.

Yukarıdaki çocukça ve hatta saçmaca anı garipsenmesin. Özdemir İnce, çok güzel bir tekerlemeden söz etmiş. Ben de bu tekerlemenin kahramanını tanıtmak için Beddur’dan söz ettim.

Evet, Özdemir’in sözünü ettiği “Haji” Beddur ustadır. “Barlak şujuk (parlak çocuk) da bir arkadaşımızdı.

Mersin, gerçekten nostaljinin Mekkesidir.

Mersin’de yaşayanların anlatacakları nostaljiler ciltlere sığmaz.

Aslında Özdemir İnce, Yavuz Donat, Veysel Serçe ve Kayhan Sağlamer gibi Mersinli yazarların kaleme alacağı “Mersin Nostaljileri” adlı bir kitap satış rekoru kırar.

Afbeelding met tekening, hoed, schets, silhouet Automatisch gegenereerde beschrijving

Kimlerden söz edilmez ki Mersin’de?

60 yıl öncesinin bir Deli Kadir’i, dünya delilerine profesörlük yapacak cinstendi.

Deli Kadir, takım elbise giyer, papyon kravat takar ve fötr şapkası ile çıktığı sokaklarda yalın ayak gezerdi.

Deli Yusuf’u bilmeyen yoktur Mersin’de.

30 yıl önce vefat eden Deli Yusuf, “zır deli” denilecek cinsten bir şizofrendi. Ama buna rağmen çalışırdı. Et ve balık kurumunun arabasından kasaplara et taşırdı. “Hasta” bir İdmanyurdu fanatiği idi ama futbolu bilmez ve anlamazdı.

Sırtında 11 numaralı İdmanyurdu forması ile stadın her tarafını dolaşır amigoluk yapardı.

Bu nedenle de herkes ona “Onbir Yusuf” diye seslenerek kızdırırdı.

Deli Yusuf’tan bir nostalji:

Afbeelding met kleding, persoon, Menselijk gezicht, buitenshuis Automatisch gegenereerde beschrijving

Turgay Şeren Mersin İdmanyurdu’nun antrenörü idi. Deli Yusuf’a bir futbol ayakkabısı hediye etmişti. Yusuf bu ayakkabıları bağlarıile boynuna asarak dolaşırdı. Bir gün ünlü bir Mersinli’nin cenaze namazına katılır Deli Yusuf.

Turgay Şeren ile menajer Bayram Birinci cami dışındadır. Deli Yusuf’un namaz için eğildiği sırada, yanındaki ayakkabıları gizlice çalan Bayram Birinci, bunu yaptığına bin pişman olur. Zira ayakkabıların yokluğunu anlayan Deli Yusuf, cami içinde Allah’a ve kitaba küferederek isyan ederyuoo. Bu anı Turgay Şeren’in unutamadığı bir nostaljidir.

Afbeelding met persoon, Menselijk gezicht, kleding, person Automatisch gegenereerde beschrijving

Deli Yusuf’un bir de kardeşi vardır. Bu da Deli Ahmet, Yusuf’tan biraz daha az agresif olduğu için buna da “Beş buçuk Ahmet” derler.

Yani 11’in yarısı…

Beş buçuk Ahmet’i yazmakla tanıtmak mümkün değildir. Beşbuçuk Ahmet ancak sözlü anlatılır.

Mersin’in nostaljilerinde sadece deliler yok.

Hoş, bir de Deli Sait vardı. Bu da İdmanyurdu fanatiği idi. İddia üzerine bir tepsi baklava yer ve bir teneke su içerdi.

Mersin’in eski kabadayıları da nostaljinin kaynağı olabilirler. Doda Kazım, Mecnun Zekeriya, Hamit Bermek, Yaşar Göçer, Kel Hasan ve daha nicelerenin hikayeleri yazmakla bitmez.

Mecnun Zekeriya bir halk kahramanı idi aslında…

Karakollarda adam dövüldüğü için karakol basar ve dosyaları alıp kaçardı.

Kel Hasan, Türkiye’ye örnek bir pavyonculuk yapmıştır. Konsomatrislerin çalıştığı pavyonlarda revu kızları getirerek, sosyeteyi 1960’larda pavyona çeken adam olmuştu Kel Hasan.

Arabacı Mehmetdip, Mersin’de sözü edilen nüktedanlardandır. Çok da muziptir Mehmetdip. 1950’lerde, Mersin’deki eşcinsellerin listesini yazıp kahvehaneye astığı için tutuklanmıştı.

Mehmetdip bir fayton arabası sürücüsüydü. O zamanın taksileri olan faytonlar, genellikle kabadayı yamaklarının kullandığı lüks bir araçtı.

Afbeelding met Menselijk gezicht, kleding, persoon, collage Automatisch gegenereerde beschrijving

Lahmacuncu Tahsin, pazar yerinin ortasındaki fırınında lahmacun yapar ve pazar yeri ortasında bir tepsi içinde satardı. Halk tepsinin başına üşüşür ve istediği kadar yerdi. Maydanozlu ve limonsulu lahmacunların hesabını bilmezdi Tahsin. Kim ne kadar para verirse “Allah razı olsun baba” derdi.

Sizler için çok şey ifade etmeyeceği için Mersin’deki nostaljik isimleri sıralamamda bir yarar olmayacak. Çünkü ismini zikredeceğim kişiden bir anı da anlatmak lazım.

Böyle bir anı kitabı için kolları sıvamak lazım. Bakalım Özdemir İnce, Yavuz Donat, Veysel Serçe, Kayhan Sağlamer ve bu satırların yazarından hangisi bunu gerçekleştirecek?
Mersin nostaljileri mutlaka top seller olur.

“ÇOK ŞIK GİYİNEN, VATANDAŞTAN SAYGI GÖREN KABADAYILARIMIZ VARDI”
Mersin’in 1960’lı yıllardaki nüfusunun 60 bin civarında olduğu bilgisini de veren Ölçer, o yıllarda Kel Hasan (Mazhar) tarafından açılan ve ailelerin gittiği White Horse (Beyaz At) adlı gece kulübünün Mersin’de en çok ses getiren gelişmelerin başında geldiğini vurguladı. Mersin’de yaşayanların o yıllardaki en büyük eğlencelerinden birinin de sinemalar olduğuna işaret eden Ölçer, yazlık ve kışlık sinemaların her daim dolu olduğunu dile getirdi. Kentin çok renkli kabadayıları olduğuna da değinen Ölçer, “Mersin kenti asude bir yaşam sürmesine karşın kabadayıları ile de ünlüydü. Ben tanıma fırsatını bulduğum kabadayıların insani yönlerini çok iyi ortaya koyduklarını birçok olayda müşahede edenlerden biri oldum. Bunların pek çoğu Yeni Mahalle kökenli idi. İskarvel Ali, Benli Kenan, Yaşar Göçer, Dodo Kazım, Nedim Görman ve Fedai Mustafa, hem çok şık giyinirler, hem de kimseye pek kötülükleri olmazdı. Kendi raconlarına bakarlar, vatandaştan da saygı görürlerdi. Bunların pek çoğu o yıllarda benim plakçı dükkanımın sadık müşterileri arasında yerlerini alırlardı. Onların mekanları yaylalar ve kulüplerdi. Kendi yasaları ile birçok mahalle ve sokağı korurlardı” ifadelerini kullandı.

20’yi aşkın kasabın yer aldığı Kasaplar Çarşısı’na ilişkin anılarını aktaran Ölçer, Mersin’in önde gelenlerinden de kesitler sunarak, şunları söyledi: “Mersin’den kimler geldi, kimler geçti bir bilseniz. Pozcular, Sabuncular, Arap Ağalar, Merzeciler, Karamehmetler, Oklar, Hayfaviler, Sıdalılar, Levantiler, Butroslar, Özcanlar, Turşucu Haliller, Seydaviler, Helvacı Antalyalılar, Ninolar, Budurlar, Sevimler, Arap Zekalar, Dado Doğanlar, Tekgüçler, Dumaniler, Toroğlular, Dr. Kayhan Oktarlar, Eczacı İrfan Tankutlar, gazeteci Tufanlar, Sarı Hilmiler, Kânunlar, Hayfaviler, Terzi Raşeler, Madam Olgalar, Gömlekçi Selahattinler, Mobilyacı Muharremler, Dondurmacı Haliller, Hamamcı Meşluşlar, Arabacı Tahsinler, Kebapçı Cibeyliler, Lokantacı Abdi Ustalar. Bunlar belleğimde kalabilenler.”


EN BÜYÜK AŞKLAR ÇAMLIBEL AŞIKLAR PARKI’NDA BAŞLARDI

Çamlıbel Aşıklar Parkı’nın kendisinde bitmeyen anıları olduğunun altını çizen Ölçer, “Hâlâ 40 yılı aşkın bu semtte oturuyorum. Etrafı Levantenlerin taş ve bahçeli evlerinin sarmaladığı Çamlıbel’de, ağaçların eğilip, yola sarkıttığı yeşil dalların altında buluşurdu o yılların gençleri. En büyük aşklar orada başlardı. Etraftaki portakal ağaçlarının kokusuna yasemin de katılırdı” şeklinde konuştu.

Ölçer, Uray Caddesi’ne ilişkin de şu bilgileri verdi: “Mersin’in en büyük tüccarlarının sıralandığı cadde idi. Gazioğulları, Miskaviler, Turanlar, Ergençler, Levantiler, Sorsuklar ve irili-ufaklı pek çok tüccarın yer aldığı eski taş binalar hala eskinin gizemini korumaktadır. Bu cadde üzerinde yer alan ve hala faaliyetini sürdüren Asmalı Kahve, günümüze kadar uzanan Uray Caddesi’nin son ayakta kalan ve tarihe tanıklık eden bir yerdir. Azakhan ise ne yazık ki, yıllardan beri önü tıkanmış, tarihle ilgisi kesilmiş ve sahipleri tarafından bir türlü ortaya çıkarılamamıştır.”
Mersin’in simgelerinden Ak Kahve ve Halkevi binasına ilişkin anılarını da anlatan Ölçer, Ak Kahve’nin kentin en çekici yerlerinden biri, Halkevi’nin ise sineması, kütüphanesi ve Mersin’in ilk dans edilen, ailece gidilen, nişanlara, düğünlere tanıklık eden Belediye Bahçesi ile kente büyük prestij kazandırdığını sözlerine ekledi.

Mete Ölçer, anılarını anlatırken Karaçay kardeşleri unutmuştu tabii.
Hüseyin, Zekeriya, Ayhan ve İlhan Karaçay kardeşler, Mersin’e ve Mersinliler’e kazandırdıkları Pompeipolis Turistik Tesisleri ile önemli bir hizmet sunmuşlardır. Müzikli gazinosunda, yemek müziğinden sonra danslı eğlencelere imza atan Karaçay kardeşler, her gün 2 bin kişinin yararlanabildiği bir halk plajı ile, Mersinliler’e en iyi hizmeti vermişlerdir.
Ayrıca, Karaçay kardeşlerin Hamidiye mahallesindeki sosyal ve kültürel etkinlikleri de, sitayişle söz edilmesi gereken gelişmelerdir.

Hamidiye mahallesi denilince akla gelen diğer bir aile de, ‘Tanışlar’ olmalı.
Yunus Tanış’ın çocukları Sabahattin, Rıfat, Kemal, Celal, Nuri, Fahri ve Cemo Tanış, Mersin’in saygın kişileridir.

(Selçuk Ölçer’i 2015 yılında kaybetmiştik)

MURT (MERSİN) BİTKİSİ

Murt rakımı yüksek olan yerlerde yetişmeyen, yaprağını dökmeyen Akdeniz bölgesinin özellikli maki türlerindendir. Farsça “mürd” sözcüğü Türkçede murt olmuştur. Orijinal adı Myrtus communis’tir. Sözcüğün aslı Yunancadır. Mort, murt, sazak ağacı olarak da bilinir. Mersingiller familyasındandır. Çok çeşidi vardır. Çeşitlerinin genel adı da Mersin’dir. Kaynaklarda bitkinin ana yurdunun Amerika, Avustralya, Yeni Zelanda olduğu ifade edilmektedir. Bodur bir maki olmasına rağmen budanırsa boyu 2,5 metreye kadar uzar. Asıl adı Myrtus communis olan bizim de hambeles – murt dediğimiz bitki Akdeniz sahillerinde çokça yetişir. “Üst yüzeyinde pek çok saydam nokta (yağ bezeleri) bulunan yaprakları sert, meşinimsi, kenarları düz, küçük, üzeri koyu yeşil, altı daha açık yeşil, ortası çizgilidir”. Her mevsimde yeşilliğini koruması çevresine ayrı bir güzellik katar. Yurt genelinde mersin olarak bilinmesine rağmen Akdeniz sahillerinde hambeles ve murt olarak tanınır. Hambeles Arapçadır. Murt yaprağına ‘bahar’ diyen yerlerde vardır.

Murt yaz ortasında çiçek açmaya başlar. Çiçeği beyaz, erkek organı ise altın rengindedir. Çok güzel kokar. Çiçekleri yuvarlak kesitli, dalları kırmızımtıraktır.Bitki ikinci yılında dal budak salarak odunlaşmaya başlar. Odunlaşan dallar bej rengini alır. Başlangıçta etli ve beyaz olan meyveleri olgunlaştıkça koyu mavi-siyah renge dönüşür. Dalları, yaprakları, meyvesi çok hoş kokar. Döktüğü tohumlarla kendiliğinden ya da gövde çelikleriyle ürer. Yaprağında, çiçekli dallarında, reçine, acımtırak maddeler, uçucu yağlar, meyvesinde ise bol miktarda A vitamini, tanen, şeker ve asit vardır. Taze yapraklar defneyaprağı gibi etli yemeklerde kullanılarak çeşni katması sağlanır.

ATATÜRK VE MERSİN

Akdenize sahip çıkalım !

Atatürk’ ün yurt gezilerinde Mersin ve Mersinlilerle ilgili önemli birkaç özellik vardır. Atatürk’ ün Mersin ziyaretlerinden söz ederken değinilmeyen bu özelliklerin üzerinde durmak gerektiğine inanıyoruz. Anadolu kentlerine yaptığı gezilerinde İstanbul ve İzmir dışında hiçbir kent, bu onuru tadamamıştır.

1- Atatürk, Mersin’ e (beş ziyareti uğrayıp geçmek de olsa) on defa gelmiştir.

2- Atatürk dört ziyaretinde toplam 16 gece Mersin’ de yatılı konuk olmuştur.

3- Atatürk son yurt gezisini Mersin’e yapmıştır. (20 Mayıs 1938).

4- Atatürk’ ün, yurt gezilerindeki söylevleri arasında, ad belirterek yaptığı ilk konuşması Mersinliler’e hitabıdır. İzmir Milli İktisat Kongresinden (17 Şubat -4 Mart 1923) sonra eşiyle yaptığı ilk yurt gezisinde, ekonomik özellikler taşıyan Mersin’in değeri ve önemi konusunda uyarma amacı taşıyan bu ziyaretini (17 Mart 1923), Mersinliler her yıl “Atatürk Bayramı” olarak coşkuyla kutlamışlardır. Diyebiliriz ki yurdumuzda sürekli olarak kutlanan tek yerel ”Atatürk Bayramı” Mersin’ dedir.

5- Mustafa Kemal Paşa, Adana’ da kısa süren (31 Ekim-IO Aralık 1918) Yıldınm Orduları Grup Komutanlığı sırasında Mersin’de bir gece konuk olduğu ziyaretinde (5 Kasım 1918) işgalde alınacak önlemleri bildirmiş ve ”asıl mücadele şimdi başlıyor” uyarısında bulunmuştur. ”Bende milli mücadele fikri Adana’ da doğdu” diyen Atatürk’ ün Mersin’deki uyarısı dikkat çekicidir.

6- Atatürk, sohbetlerinde ”hayatta karşılığını bulamadığım sözlerden biri” diyerek anımsadığı cevabı, Mersin’ deki bir sorusuna karşı duymuştur.

7- Atatürk, Mersinlilere kırgınlığını, anlamlı bir davranışıyla belli etmişti.

17 Mart 1923 ziyaretinde trenden inerken Gazi biraz tedirgin , Mersinliler de oldukça mahcup haldeydiler. Birinci Büyük Millet Meclisinde ”İkinci Grup” muhalefet hareketinin liderlerinden Mersin Milletvekili Çolak Selahattin Bey’ in muhalif girişimlerine Mersin ve İçel (Silifke) milletvekillerinden bazıları destek vermekteydiler. Birkaç ay öncesi, Devlet Başkanlığı seçiminde Gazi’ nin (muhalifleri Gazi hitabını ısrarla kullanmıyorlar , sadece Paşa diyorlardı) seçilmesini önlemek için ”doğum yeri ve bir yerde sürekli ikameti” bahanesiyle verdikleri önergeye Mersin ve İçel (Silifke) mebuslarından bazıları imza koymuşlardı.

Gazi Mersinlilerin coşkun ilgisinden memnun kalmasına karşın, yatılı konukluğu için ısrarlı ricaları reddetmiş fakat Tarsus’ ta iki gece konuk olmuştur.

MHP Genel Sekreteri İsmet Büyükataman, “Başkanlık Tasarısı”ndaki değişikliğe ilişkin açıklama yaptı. AKP-MHP’nin tasarısının ilk halinde, Cumhurbaşkanlığı seçilme yeterliliği için “Doğuştan Türk vatandaşı olanlar arasından” hükmü yer alıyordu. Bu durum yurt dışında doğan Türk vatandaşlarının Cumhurbaşkanı adayı olmasını engelliyordu. Bunun üzerine tasarının ilgili hükmü, “Türk vatandaşları arasından” şeklinde değiştirildi.

Bu değişiklik üzerine MHP’ye yapılan eleştirilere, MHP Genel Sekreteri İsmet Büyükataman yaptığı açıklamayla yanıt verdi. Açıklamasında, “Anayasa değişikliği teklifinde seçilecek cumhurbaşkanı için ‘Doğuştan Türk vatandaşı olanlar arasından’ hükmü, ‘Türk vatandaşları arasından’ şeklinde değiştirildi.” şeklinde ifadeler kullanan İsmet Büyükataman, “Bununla ilgili partimiz acımasızca eleştirilmektedir. Turancı bir partinin bu teklife evet demesi mümkün değildir. Bizi bu konuda eleştirenlerin samimi olmadığı kanaatindeyiz.” dedi.

MHP’li Büyükataman açıklamasının devamında değiştirilen yeni metne sahip çıkarak, Atatürk’e kurulan bir tuzağı örnek gösterdi. Açıklamanın devamı şöyle:

“Yukarıdaki teklifin ilk haline göre Türkiye’de doğmuş bir Rum ya da Ermeni Cumhurbaşkanı olabilecekken Yunanistan’da ya da Azerbaycan’da doğmuş ve daha sonra Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığına geçmiş bir Türk Cumhurbaşkanı olamayacaktı.

Yakın tarihimizde Atatürk’e kurulan bir tuzak vardır. 2 Aralık 1922’de, Erzurum Mebusu Süleyman Necati (Güneri) bey ve arkadaşları (Mersin Mebusu Selahaddin Bey, Canik Mebusu Emin Bey) İntihabı Mebusan (Milletvekili Seçilme) Kanununda değişiklik yapılmasında dair 2/603 sayılı kanun teklifi verdiler. Kanun teklifinin 14. Maddesi şöyle diyordu: “Büyük Millet Meclisine âza intihab olunabilmek (üye seçilebilmek) için Türkiye’nin bugünkü hudutları dâhilindeki mahaller ahalisinden olmak meşruttur veya daire-i intihabiye (seçim çevresi) dâhilinde mütemekkin olmak meşruttur (ikamet ediyor olmak şarttır). Ondan sonra muhacereten gelenlerden Türk ve Kürtler tarihi iskânlarından (iskân tarihinden) itibaren beş sene mürur etmişse (geçmiş ise) intihab olunabilir (seçilebilir).” Kısacası, kanun teklifi kabul edilirse mebus (milletvekili) olmak isteyenlerin, o günkü Türkiye sınırları içinde doğması veya Türkiye dışında doğmuş ise en az beş yıl Türkiye sınırları içinde ve o seçim çevresinde ikamet etmiş olma şartı getirilmiş olacaktı. Bu teklife göre Selanik’te doğmuş olan ve Trablusgarp savaşından beri ömrünü cepheden cepheye koşarak geçiren, bir yerde bırakın beş yılı birkaç aydan fazla bile kalamayan Mustafa Kemal’in mebus olabilmesinin önüne geçilebilecekti.

Mustafa Kemal Paşa bunun üzerine mecliste tarihi bir konuşma yapmıştır.
Merak edenler TBMM tutanak arşivlerinde bulabilirler.

******************

Afbeelding met Menselijk gezicht, kleding, persoon, muur Automatisch gegenereerde beschrijving
Yavuz NUFEL schreef:

ZO’N İLHAN KARAÇAY !!!

Een man die 57 jaar van de 60-jarige geschiedenis van de Turkse arbeidsmigratie naar Nederland heeft meegemaakt, een journalist, een man in wie het gezegde ‘mijn leven zou een roman zijn’ betekenis vindt.

Zo’n Ilhan Karaçay dat terwijl hij in Nederland het nieuws achterna zat, ik hem leerde kennen door zijn nieuws te lezen in Pendik, Istanbul…

Ik had net de lagere school afgemaakt en werkte als schoenpoetser, en aan de andere kant werkte ik als hangjongen in de koffieshop onder de centrale moskee van Pendik, waar ik thee bracht aan de winkeliers. In die tijd werkten kinderen tijdens de zomervakantie van vier maanden voor een winkelier om hun schoolkosten te betalen en bij te dragen aan het gezinsbudget. Rechten op kinderarbeid bestonden niet, niemand wist zelfs maar dat er zoiets bestond. Kinderen werkten 4 maanden lang zonder zelfs maar het weekend te kennen, laat staan dat ze ergens naartoe gingen voor de zomervakantie.

Zo bracht ik mijn zomers door, vanaf begin jaren 70 tot ik mijn middelbare school afmaakte.

Naast schoenenpoetsen en schoenen ophangen was ik nieuwslezer. Er waren nog geen televisies. Die waren er wel, maar toen ik İlhan Karaçayı leerde kennen, waren de testuitzendingen net begonnen en tv-antennes waren te zien op de daken van 5-10 huizen in Pendik.

De vaste klanten van het koffiehuis waar ik als beul werkte waren oude mensen, die in de vroege ochtend kwamen en aan het eind van de middag naar huis gingen. Ze luisterden elk uur naar het “agentschap” (nieuws) op de transistorradio.

Omdat geen van de 4-5 oude mensen die elke ochtend kwamen, kon lezen en schrijven, gaven ze me de kranten die naar het koffiehuis waren gebracht (de handtekening van de journalist werd aan het begin van het nieuws gezet) en lieten ze me de kolommen lezen, de derde pagina met moordnieuws, pehlivan teasers. In die tijd stonden de Deniz Gezmişs, premier Nihat Erimler, het Memorandum van 12 maart op de agenda…

Toen ik de kranten in die jaren las, was de tweede zin na de kop “İlhan Karaçay doet verslag vanuit Nederland”.

Er waren zeer weinig dagen zonder nieuws. Een van de nieuwtjes die ik niet kan vergeten was de moord op een andere expatriate door een expatriate na het Eid gebed in Rotterdam. De oude mensen maakten weinig opmerkingen. “Je gaat daarheen om geld te verdienen en vermoordt een man na het Eid-gebed op een dag waarop alle wrok is bijgelegd…”.

Een ander nieuws dat ik niet kon vergeten was de aanval van Nederlanders op de huizen en werkplekken van Turken in Rotterdam, die leek op een burgeroorlog. Opnieuw maakten de commentatoren zulke opmerkingen dat ze de schuld legden bij onze expats die het slachtoffer waren en gewond raakten.

Kort nadat ik in Nederland aankwam, ontmoetten we İlhan Abi. Hij schreef over die kwestie, het is absoluut waar. Wie nieuwsgierig is kan het vinden, het staat op zijn pagina’s. Toen werden we broer en zus, we renden samen achter nieuws aan, we reisden samen.

In het 40e jaar van de migratie, schreef ik zijn verhaal en filmde zijn leven in de documentaire “Het Epos van Mavi”. Is het genoeg, het is niet genoeg, want “Zo’n İlhan Karaçay,” 60 jaar na de migratie, kan niet worden geschreven zonder degenen die het weten te herinneren en degenen die het niet weten te vertellen.

Wat ik altijd zei, “Het zou onmogelijk zijn om niet te schrijven”, het zou inderdaad onmogelijk zijn om niet te schrijven in het 60e jaar van de migratie. We hebben gecompileerd, verzameld en geschreven…

Het werk en de tijd om te schrijven is aan mij, de nieuwsgierigheid en tijd om te lezen is aan jou…

ZO’N İLHAN KARAÇAY !!!

Met zijn 57 jaar ervaring vervult İlhan abi, die de subtiliteiten en de kracht van het vak op de beste manier heeft begrepen, bekend om zijn unieke interviews en moedige nieuws in het verleden, perfect zijn missie om de stem van de burgers in Nederland te zijn, terwijl hij waardering en respect afdwingt met de informatie en analyses die hij over elk onderwerp geeft.

Mijn collega broer İlhan Karaçay, is mijn favoriete journalist die in Nederland woont, heeft jarenlang de heiligheid en sublimiteit van de journalistiek vakkundig weergegeven. Met 57 jaar ervaring is İlhan Karaçay een man die de subtiliteiten en de kracht van het vak op de beste manier begrijpt.

Zijn unieke interviews en moedige nieuwsreportages in het verleden bieden een diepte en onpartijdigheid die vandaag de dag zeldzaam is.

Terwijl İlhan Karaçay zijn missie om de stem van de burgers in Nederland te zijn perfect vervult, wint hij waardering en respect met de informatie en analyses die hij over elk onderwerp geeft.

Met het vorderen van zijn leeftijd heeft deze waardevolle collega-broeder, die zich verder heeft verdiept in de journalistiek, nooit zijn vastberadenheid en leergierigheid verloren, zoals Goethe zei: “Ik ben zeventig jaar oud, maar ik heb nog veel te leren”. De inhoud die hij de afgelopen maanden heeft gepubliceerd en de lof die hij zowel in binnen- als buitenland heeft ontvangen, laten eens te meer zien wat een belangrijk figuur hij is. Veel media prijzen zijn indrukwekkende werk en eerlijke journalistiek.

Karaçay’s meesterschap en indrukwekkende persoonlijkheid op het gebied van journalistiek is meer dan alleen een carrière, het is een nalatenschap en een bron van inspiratie. Zijn ervaring en wijsheid zullen niet alleen de huidige, maar ook toekomstige generaties blijven verlichten.

Karaçay’s pioniersrol in de journalistiek beperkt zich niet tot het verslaan van het nieuws; hij heeft ook het vermogen om samenlevingen te transformeren. Door de jaren heen heeft Karaçay een voorbeeld gesteld met zijn inzet voor waarheid en gerechtigheid, handelend met een sterk gevoel voor ethiek. Zijn moed en vastberadenheid weerspiegelen zijn streven om zijn missie om de stem van het volk te zijn volgens de hoogste normen uit te voeren. Daarom moet niet alleen in Turkije en Nederland, maar over de hele wereld de naam van Karaçay worden geëerd en zijn werk worden beloond.

Afbeelding met kleding, persoon, hemel, person Automatisch gegenereerde beschrijvingİlhan Karaçay met Yavuz Nufel op het terras van zijn huis in Mersin

Het nieuws en de artikelen van İlhan Karaçay beperken zich niet alleen tot Turkije en Nederland, maar bereiken ook een breed internationaal publiek. Als resultaat van een ongelooflijke inspanning worden zijn artikelen rechtstreeks verzonden naar 27 duizend e-mailadressen, waarvan vijfduizend media, en naar duizenden WhatsApp- en Messenger-gebruikers. Daarnaast worden ze ook gepubliceerd op de sociale mediaplatformen Facebook, LinkedIn en Twitter.

Afbeelding met tekst, schermopname, Lettertype, ontwerp Automatisch gegenereerde beschrijving

Dit enorme netwerk zorgt er ook voor dat de teksten van Karaçay op honderden nieuwsportalen verschijnen. Dit alles is een sterke aanwijzing dat de werken van Karaçay niet alleen indrukwekkend zijn, maar ook op recordniveau worden gebruikt en verspreid. Door zo’n groot publiek te bereiken, toont Karachay zijn potentieel om echte verandering teweeg te brengen in samenlevingen en de wereld.

Om Karaçay beter aan u voor te stellen, presenteer ik mijn eerder gepubliceerde artikel getiteld ‘Ik heb İlhan Karaçay zijn verleden onder ogen laten zien’ en mijn interviews getiteld ‘Levende geschiedenis wiens naam met Nederland wordt vereenzelvigd: İlhan Karaçay’ en ‘Nederland zou Turkije voor veel dingen dankbaar moeten zijn’.

YAVUZ NUFEL CONFRONTEERDE İLHAN KARAÇAY MET ZIJN VERLEDEN

Toen ik het nieuws op sociale media zag dat İlhan Karaçay een hartaanval had gehad, pakte ik meteen de telefoon. Nadat ik het gezondheidsnieuws had ontvangen, herinnerde ik me zijn verhaal in het boek 40 Jaar 40 Mensen 40 Verhalen, dat ik ongeveer 10 jaar geleden schreef.
Toen herinnerde ik me zijn belofte aan mij.
De gezichten, portretten en verhalen in mijn boek werden één voor één minder. Eerst onze broer Ferruh Başaran, toen Mehmet Abacı en Hasan Güney…
Ik schrok van de vraag: “Oh mijn God, was Ilhan Karaçay nu aan de beurt?”
Zoals er een moment is waarop mensen naar deze wereld komen, zal er ook een moment zijn waarop ze deze wereld zullen verlaten. Het leven is zo lang als de afstand tussen deze getijden,
dus ik moest dit verhaal afmaken.

İlhan Karaçay'ı, kalp krizi geçirdikten sonra hastanede ziyaret eden Kamil Saygı ve Veyis Güngör oldu
Kamil Saygı en Veyis Güngör bezochten İlhan Karaçay in het ziekenhuis na zijn hartaanval

Hoewel sommige mensen een korte afstand hebben tussen deze twee lijnen, blijven ze mensen dienen en hun leven sturen met de herinneringen en werken die ze achterlaten na hun dood, net zoals ze grote diensten hebben bewezen aan mensen tijdens hun leven.

Aan de andere kant, hoewel de afstand tussen deze twee lijnen erg groot is, dienen sommige mensen de mensheid niet op de juiste manier terwijl ze leven, en hun namen worden na hun dood volledig van deze wereld gewist.

Sommige mensen kunnen opscheppen over hun verleden. Anderen schamen zich voor de negatieve gebeurtenissen in hun verleden. Maar het zijn mensen, ze vinden een dekmantel voor hun negatieve daden in het verleden en proberen zichzelf nog steeds te rechtvaardigen.

İlhan Karaçay, een beroemde journalist wiens naam wordt geïdentificeerd met Nederland, is een meester die echt nuttig is geweest voor de samenleving in zijn lange leven tussen geboorte en dood.

Tijdens mijn bezoek aan hem in Mersin vorig jaar, toen ik alleen was, was ik enthousiast over wat ik hoorde over İlhan Karaçay en zijn familie. De mensen met wie ik sprak in Mersin vertelden me zeer interessante en belangrijke dingen over de familie Karaçay.
Toen ik onze broer İlhan Karaçay vroeg over wat ik had gehoord, zei hij: “Ik zal je op een dag over hen vertellen Yavuz”.
Bijna twee jaar gingen voorbij. De ‘ene dag’ waar Karaçay over sprak is al aangebroken.
Ik vroeg hem:
-Broer, de dag is gekomen dat je je verleden onder ogen moet zien. Wil je me over je verleden vertellen?
İlhan broer antwoordde:

– “Yavuz, net zoals je mijn levensverhaal in Nederland hebt geschreven, zul je mijn confrontatie met mijn verleden schrijven. Wacht nog even.”

Na nog iets langer te hebben gewacht, kreeg onze broeder İlhan een hartaanval.
God spaarde hem voor ons.
Toen nam ik de telefoon op en deed de volgende klacht:
‘Broeder, God hebbe je ziel, ik hoop dat je nog lang leeft.
Maar ik denk dat het dringend is om je verleden onder ogen te zien.’
İlhan zei meteen ‘OK’.

Vanaf de dag dat hij werd geboren tot vandaag, kennen de meesten van ons delen van zijn leven tussen twee punten op de een of andere manier. Ik ben van plan om te ontrafelen, te leren en te schrijven over de dikte van die lijn die we niet kennen. Want er waren veel aspecten van zijn leven die we niet wisten. En het leven was behoorlijk wreed. God verhoede, als er op een dag plotseling iets met een van ons zou gebeuren, zou dat verhaal onvolledig zijn…

Nadat ik hem gebeld en gesproken had toen hij in het ziekenhuis lag, schoot me het volgende gedicht te binnen.

Als het vandaag nog niet gezegd is,
dan moet het nu gezegd worden!
Tussen twee stippen,
Het leven is geen lijn;
maar het is slechts zo dik als de lijn…
het punt is om dwars te leven…

İlhan was een persoon die zowel dwars als tussen twee punten leefde. Kunst, literatuur, liefdes, romances, en alle mooiste dingen die voor altijd bij ons zullen blijven waren verborgen in de dikte van die lijn.
Hij had een leven dat even vol was in de breedte als in de lengte, en dit was waar ik naar op zoek was. Later hadden we een ontmoeting met hem en spraken we een lange tijd.

Ik begon te vragen:

– “Broeder, toen ik in Mersin was, hoorde ik heel belangrijke en lovende dingen over jouw familie. Hoe ben jij, het kind van een welgestelde familie in Mersin, naar Nederland gekomen en heb je je daar gevestigd?

-“Yavuz, mijn beste Yavuz, hoe ik naar Nederland ben gekomen staat in mijn levensverhaal dat ik je al heb verteld. Je kunt het vinden in je artikel met de titel ‘Zijn naam is geïdentificeerd met Nederland’. Ik denk dat je dat artikel aan het einde van dit interview zult toevoegen.”

-Welnu, broeder, wat is de bijzonderheid van uw verleden?

– “Er zijn heel heldere ontwikkelingen geweest in mijn verleden.
Terwijl mijn nieuws werd gepubliceerd in de Hürriyet krant met mijn handtekening in 8 kolommen, sprak ik ook over de hele wereld op televisie. Als mensen me zagen, gingen ze met me op de foto of kregen ze een handtekening.
Dit waren allemaal mooie ontwikkelingen waar iedereen naar verlangde.”

ILHAN3

-Heb je er ooit aan gedacht om journalist te worden toen je jong was?

“Ik schreef al toen ik jong was. Dit maakt allemaal deel uit van mijn vorige levensverhaal. Als kind van een CHP-familie schreef ik voor de krant Ulus. Later heb ik daar mijn beroep van gemaakt.
Ik zal je hierover een interessant verhaal vertellen.
Toen ik in de jaren 1970 op het hoogtepunt van de journalistiek zat, ontmoette ik een oude schoolvriend in Mersin. Hij was de zoon van een vader die eigenaar was van Naranciye tuinen en was een tussenpersoon. Tijdens ons gesprek vertelde hij me het volgende: ‘İlhan lieverd, jij was een student die niet goed was op school. Ik was een van de slimste studenten. Ik ging naar de universiteit en studeerde zelfs journalistiek. Kijk eens aan, jij, dat luie kind, bent nu een beroemde journalist geworden, terwijl ik, die journalistiek studeerde, citroenen verkoop in Mersin.’ Ik zei tegen die vriend van mij: ‘Nou, het blijkt dat je geen journalist kunt worden, je moet er een geboren worden’.”

ILHAN4

-Ze zeiden dat je zanger was in je jeugd en ik heb zelfs een document gevonden! Is dit de waarheid die ten grondslag ligt aan de waarde en het respect dat je hebt voor kunst en artiesten?

– “Ja, ik was lid van de Mersin Turkish Musical Society. We maakten elke week op zaterdag programma’s die werden uitgezonden via de gemeentelijke luidspreker. Een keer gaven we een concert in een zaal gevuld met 1500 inwoners van Mersin. In dat concert zong ik de liederen van Ahmet Kaçar en Şükrü Tunar, waarvan de tekst geschreven was door Ahmet Kaçar en de compositie door Şükrü Tunar, zoals ‘My heart remembers the lovers who left’ in de uşşak makam en Yesari Asım Arsoy’s ‘While the acacias bloom’ in de hüzzam makam.
Toen kwam ik in Istanbul terecht. Ik zong in de tent van Turan Turanlı, de man van Şükran Ay, en in het Anatolische Saz Huis in Sirkeci. Ik acteerde in films, maar niet als figurant van 10 lira, maar in rollen van 50 lira met dialoog…
In die tijd was mijn broer Zekeriya, die een sociaaldemocratische ideologie had, maar erg conservatief was,
Hij schold me uit en verbood me dit werk te doen en zei: “Zoon, ga je een minstreel worden? Nou, toen ik niet de roem kon vinden die ik zocht in het zingen, had ik het geluk om een betere roem te vinden in de journalistiek.”

-Abi, ik wil iets horen over je verleden. Laat me je dan dit vragen: welke rollen denk je dat jij en je familie spelen in de films die je kijkt?

– “Zoals ieder mens, ondanks mijn zeer rooskleurige verleden, zoek ik mezelf natuurlijk tussen de helden in films of romans.
Kenan İmirzalıoğlu, de hoofdpersoon in de Ezel-serie, en Tuncer Kurtiz als oom Ramiz hebben me bijvoorbeeld met hun rollen de confrontatie met mijn verleden aangegaan.
De hoofdpersoon Ezel was de meest volgzame jongen in zijn buurt, maar na zijn ongelukkige vrijlating uit de gevangenis, kwam hij in de wereld van het gokken dankzij oom Ramiz. In mijn kindertijd, in een groot koffiehuis dat werd gerund door mijn oudere broers, bevond ik me tussen de spelletjes Rommé of Konken, zoals in elke club en clubhuis. Maar onze spelletjes waren niet maffia-achtig gokken zoals in Ezel. In die tijd was ons koffiehuis een plek waar handelaren, ambtenaren, zakenlieden en bullebakken vaste klanten waren. Toen ik 10 jaar oud was, stond ik op een stoel en werkte ik als stoker. Ik zette koffie en thee in hete as. Ik verzamelde ‘mano’ in kleine spelletjes.”

-Was je op zoek naar de rol van Ezel?

– “Nee, ik zocht mezelf niet in Ezel, maar ik was erg onder de indruk van oom Ramiz. Want in mijn jeugd in Mersin had ik een man ontmoet met de bijnaam ‘Kikirik Baba’ en hem leren kennen. ‘Kikirik Baba’ was een van de stamgasten van ons koffiehuis. Oom Ramiz uit de film Ezel deed me altijd denken aan ‘Kikirik Baba’.

Oom Ramiz, de koning van de pestkoppen in de film Ezel, speelde de rol van een wijze man. ‘Kikirik Baba’ was ook een wijze man zoals oom Ramiz en de pestkoppen luisterden naar zijn advies.”

-Nou, broer, ik kijk naar de tv-serie “Eşkiya Bu Dünya Hükümdar olmaz”.
Om de een of andere reden komt de familie Karaçay, waar ik over gehoord heb in Mersin, tot leven in mijn ogen terwijl ik naar deze serie kijk. Kun je hier een analogie en vergelijking over maken?

– “Het zal een beetje een overdreven analogie zijn, maar ik kan op een zachtere manier met het onderwerp omgaan. Sommige rollen in de filmserie die je noemde, kan ik toeschrijven aan mijzelf en mijn familie.
De hoofdrolspelers in deze serie portretteren een familie uit het Middellandse Zeegebied.
Wij, als mediterrane familie, zouden dezelfde rol kunnen spelen.
Natuurlijk is de gelijkenis tussen de familie Çakır (zoon) uit de Zwarte Zee en de familie Karaçay uit het Middellandse Zeegebied niet zo’n opmerkelijke gelijkenis…
De familie in de film is een familie die wapens produceert en smokkelt, maar goed overweg kan met de staat. Mijn familie hield zich in het verleden daarentegen bezig met een zeer onschuldige commerciële koffiehandel.
In de jaren 1950 en 1960 was het onmogelijk om koffie te vinden in ons land. Op een gegeven moment gaf de krant Hürriyet haar lezers een zak koffie van honderd gram in ruil voor bonnen die ze had gekocht van keizer Haile Selassie van wat toen Abessinië heette.

ILHAN5

In de jaren 1960 droegen we allemaal stropdassen in de buurt, ook al poseerden we op brandhout.
In die jaren ontmoetten mijn broers, die een koffiehuis runden, een Arabier uit Beiroet
die ze hadden ontmoet. De Arabier uit Beiroet zei tegen mijn broers: “Er is geen koffie in jullie land. Wij hebben genoeg koffie. Kom, we zullen jullie koffie geven. Jullie kunnen allebei koffie naar jullie land brengen en zo geld voor jezelf verdienen.”

-Een soort smokkelaanbod dus?

– “Wij hadden geen moeder zoals de onverschrokken en gewapende Zwarte Zee-moeder in de filmserie. Onze moeder was zo timide en eerlijk dat ze flauwviel toen ze het woord ‘smokkelen’ hoorde.
Eerst: ‘Waag het niet’, zei onze moeder. Ze voegde eraan toe: “Ik zal de melk die je drinkt niet eren”. Mijn broers zeiden tegen de Arabier uit Beiroet: “Echt niet”. De Arabier uit Beiroet wilde mijn moeder ontmoeten, die heel goed Arabisch sprak. Mijn broers brachten hen samen. Toen de man de situatie aan mijn moeder probeerde uit te leggen, zei hij: “Dit is geen smokkel, maar een soort handel. Er is geen koffie in jullie land. Mensen sterven voor honderd gram koffie. Wij brengen deze koffie hierheen. Dit is geen drugs- of wapensmokkel,” zei hij.
Maar mijn moeder haatte zelfs het woord smokkel. Ze zei weer ‘Nee’.
De Arabier uit Beiroet zei: “Ik ga niet weg voordat ik je moeder heb overtuigd. Hij kwam en ging dagenlang en bracht tijd door in ons koffiehuis. Uiteindelijk wist hij mijn moeder te overtuigen. Maar mijn moeder, in een omgeving waar ik aanwezig was, liet niet na om te zeggen: ‘Als je drugs en wapens in de zaak brengt, verbied ik je om mijn melk te drinken’.”

-En toen begon de koffiehandel?

– “Ja, daarna gingen mijn broers met hun 6-7 meter lange boten naar Beiroet en kwamen terug met een paar zakken koffie. Er was zoveel vraag naar koffie dat drie of vijf zakken koffie meteen uitverkocht waren. Mijn broers verdienden een heel klein beetje geld omdat de prijzen niet astronomisch waren, maar wat ze deden was illegaal.
Op dat moment troostten we ons met de gedachte: “We gaven de mensen een goedkoop kopje koffie.” Deze handel duurde ongeveer 10 jaar.

In die tijd hebben we veel avonturen beleefd. Eén of twee keer werden we omsingeld door de kustwacht, maar we hadden geen wapens of stokken. Natuurlijk gaven we ondertussen de gelegenheid aan sommige ambtenaren die verstoken waren van een kopje koffie. Welnu, het “geven en nemen” was altijd en overal geldig.”

– Maar, broeder, je hebt ook personeel nodig om deze taken uit te voeren. Hoe heb je dat personeel gevonden?

– “Er waren veel mensen in ons koffiehuis. Jonge mannen als leeuwen die niets te doen hadden, zochten hun toevlucht bij ons. Sommigen sliepen in het koffiehuis, anderen vonden onderdak in de ongeveer 20 loodsen die we in die tijd aan Roma-migranten verhuurden. Maar het waren allemaal jonge mannen”.

Karaçay kardeşler soldan sağa: Zekeriya (Küçük Mecnun), Ayhan (Deli dolu), İlhan (bendeniz) ve Hüseyin (Aristokrat)
De broers Karaçay van links naar rechts: Zekeriya (kleine Mecnun), Ayhan (vol waanzin), İlhan (ondergetekende) en Hüseyin (aristocraat).

-Laten we dan kort kennismaken met je familie, die een grote invloed had op de mensen van Mersin.

“Mijn oudste broer Hüseyin, met zijn aristocratische kleding en stijl, mijn middelste broer Zekeriya, bijgenaamd ‘Kleine Mecnun’, en mijn oudste broer Ayhan, met zijn gekke gedrag, waren gerespecteerde mensen in Mersin.
Mijn broer Hüseyin was de meest gerespecteerde persoon in de buurt. Hij stond vooraan met zijn hulp voor de armen. Mijn broer Zekeriya was een held die deelnam aan de Koreaanse Oorlog. Hij stond bekend om zijn liefde voor Atatürk en İnönü. Hij was een Robin Hood die vocht tegen onrechtvaardigheid. Hij zou een politiebureau bestormen omdat een man werd geslagen op het politiebureau. Maar ondanks deze rebellie, was hij ons meest geliefde familielid met zijn respectvolle houding. We verloren hem in 1988.
Ayhan was een oudere broer van mij. Hij zat vol waanzin. Hij stond bekend onder de jonge mannen van Mersin, de pestkoppen. We verloren hem op zeer jonge leeftijd na een foutieve operatie.
Wat mij betreft, zoals jullie weten…”

-Wie waren de mensen die we familie-werknemers kunnen noemen?

“Er was een Dellal Mehmet. Hij was de oudste jongeman die zich geliefd maakte met zijn grappen. Een van zijn grappen was favoriet bij velen van ons.
Op een dag, zoals elke dag, zat hij te eten in het koffiehuis. Op dat moment kwam er een nieuwe jongeman naar ons koffiehuis. Dellal Mehmet nodigde die jongeman uit om te komen eten. De jongeman vroeg: ‘Wat eet u, oom Mehmet? Dellal Mehmet legde uit: ‘Dit is een Arabisch gerecht genaamd sıreysir, dat is een gerecht gemaakt van yoghurt, water en zout toegevoegd aan magere rijst’, waarop de jongeman antwoordde: ‘Oooo, oom Mehmet, is dit eetbaar?
Het antwoord van Dellal Mehmed, dat legendarisch is geworden, was precies als volgt: “Zoon, als God een mond had, zou hij dit elke dag eten.”

-Is dat niet de hele crew?

“Natuurlijk niet. Er was Beton Hüseyin. Hij was een jongeman die tijdens een gevecht in Iskenderun een man met zijn vuist doodde, maar daarna kon hij de pijn ervan niet meer van zich afzetten.
Er was Babadoş Mehmet. Hij was een super goed geklede jongeman wiens knappe uiterlijk de harten van de meisjes in de buurt deed fladderen. Mijn eigen oom Ali Aytekin was een wijze man die door alle inwoners van Mersin als ‘oom’ werd aangesproken. Hij was hoofdambtenaar in het gerechtsgebouw. Later werkte hij als officier van justitie. Hij was ook onze mentor.
Hamo Mehmet, Bafra Müslüm, Roman Şaban, Liboş Yaşar, Sarı Sülo (Süleyman) en vele anderen.”

-Zou het juist zijn om deze namen te vergelijken met de familie Çakır en andere familieleden in de tv-serie ‘Donkeys Don’t Rule the World’?

“Zoals ik al eerder zei, zijn de familie Çakır en hun mannen in de film een gewapende criminele groep. Degenen die ik noemde zijn alleen benijdenswaardig vanwege hun moed, mannelijkheid en goede uiterlijk.”

-Waar zit je in deze film, in welke rol kun je jezelf vinden?

– “In deze film vond ik mezelf terug in de rol van Alparslan, het neefje dat in Londen had gestudeerd maar zich later bij de crew moest voegen. Ik was tenslotte de jongste van de Karaçay’s.”

-Broeder, ik zal opschrijven wat je me hebt verteld. Zal je spijt hebben als je je verleden onder ogen ziet?

– “Er zullen mensen zijn die zullen proberen mijn zeer oprechte verklaringen en bekentenissen te belasteren door ze uit te buiten. Maar deze laster zal geen effect hebben op degenen die ons kennen. Want degenen die ons kennen, kennen ons. Net zoals de familie Karaçay in het begin een goede indruk maakte, werden ze legendarisch door de diensten die ze niet alleen aan de mensen van Mersin leverden, maar ook aan Adana, Gaziantep, Kahramanmaraş en Hatayanen met hun Casino-Motel-Beach faciliteiten.”

-Abi, je hebt ook een avontuur als burgemeester van Mersin.

“Ja, ik wilde ook de mooie stad Mersin dienen als burgemeester. In 1983, omdat ik het essentieel vond dat mijn 12-jarige zoon Ruşen en mijn 9-jarige dochter Vahide Turks onderwijs zouden krijgen, besloot ik mijn baan als verslaggever voor de krant Hürriyet en TRT op te zeggen en vestigde ik me in Mersin.
In 1984 waren er lokale verkiezingen. Ik werd eerst beschouwd als een onafhankelijke kandidaat voor het burgemeesterschap. In feite behoorde ik tot een familie die afkomstig was uit de Republikeinse Volkspartij. Ik was ook voorzitter geweest van de jeugdafdeling van de partij, maar desondanks werd ik de kandidaat van de Partij van het Ware Pad, want voor mij moest het burgemeestersambt buiten een conservatieve partij liggen.

İlhan Karaçay, Mersin Belediye Başkanlığı seçimlerine katılmıştı
İlhan Karaçay had zich kandidaat gesteld voor het burgemeesterschap van Mersin en hij was de eerste man in Turkije die de Amerikaanse show opvoerde door met zijn gezin in een open auto te reizen.

Een van mijn doelen bij de verkiezingen was om burgemeester te worden en de andere was om een boodschap naar Turkije te sturen.
Ik moest uitleggen dat gemeentebestuur niet alleen bestaat uit asfalt aanleggen, riolering aanleggen, vuilnis ophalen en elektriciteit distribueren. In de berichten die ik via nationale en lokale kranten gaf, stelde ik dat gemeenten sociale en culturele diensten moesten leveren. Het Nederlandse model van municipalisme, dat in mijn programma was opgenomen, omvatte het geven van armoedetoelagen aan mensen zonder inkomen. Hoewel ik geen stadions en hallen kon bouwen voor jongeren om te sporten, gaf ik er de voorkeur aan om minstens 20 megatenten te kopen en ze te laten sporten.
Mijn Nederlandse model werd in heel Turkije gehoord. Veel presidenten namen een voorbeeld aan mij. Zelfs Turgut Özal, de toenmalige premier, had een armenfonds bedacht dat Fak-Fuk-Fon heette. Jaren later, toen ik naast wijlen Özal zat op een bijeenkomst in Amsterdam, legde hij zijn hand op mijn schouder en zei met een lieve glimlach: ‘Hoe zit het met Mersin, Karaçay?’.”

 

-Als we jouw verhaal dat ik eerder schreef toevoegen aan het einde van dit prachtige interview, zal ik het gevoel hebben dat ik een groot deel van de “Karaçay Legende” heb geschreven. Toch is het gebruikelijk om te vragen: Wat zou je aan het einde willen zeggen?

– “Ik wens de filmliefhebbers die een rol voor zichzelf proberen te kiezen veel gemak toe. Maar het is een feit dat niemand zichzelf zal zoeken in slechte rollen. Want in de menselijke natuur zit altijd goedheid.
Moge de goedheid je vinden.”
*************************************

Bovenstaande waren fragmenten uit het leven van Karaçay voordat hij naar Nederland kwam. Nu wil ik graag fragmenten uit het leven van Karaçay in Nederland presenteren.

De naam die zich vereenzelvigd heeft met Nederland, de levende geschiedenis: 

İlhan KARAÇAY

https://gazeteci.nl/wp-content/uploads/2018/02/BC328F7A-0D76-4207-9851-35C0B88CC918.jpeg

Geschreven Door: Yavuz NUFEL

De migratie van de Turken naar Nederland begon in 1962 onofficieel en in 1963 in het kader van de officiële overeenkomsten.

Op het moment dat deze tekst geschreven wordt, worden er voorbereidingen getroffen om de vijftigste verjaardag van de komst van de Turken te vieren.

Tussen de Turken die zich in Nederland gevestigd hebben bevinden zich mensen, waarvan het aantal niet zo klein is dat we deze groep over het hoofd kunnen zien, die hier als arbeider gekomen zijn en daarna hun naam hebben gezet onder zeer succesvolle maatschappelijke activiteiten waarmee zij een voortrekkersrol voor hun landgenoten op zich namen.

Een van de namen die velen zullen kennen vanwege de activiteiten die hij in Nederland heeft ontplooid is İlhan Karaçay.

İlhan Karaçay is een bekend gezicht, zowel bij zijn landgenoten in Europa als bij de Turken in Turkije en bovendien kennen veel Nederlanders hem.

De naam İlhan Karaçay wordt in een adem genoemd wordt met Nederland. Vooral als je in Turkije over Nederland praat, dan zullen velen de naam İlhan Karaçay herinneren.

Ik prijs mijzelf gelukkig omdat ik de persoon ben die het levensverhaal van İlhan Karaçay mag beschrijven.

Afbeelding met tekst, persoon, person, stropdas Automatisch gegenereerde beschrijving

Laten we samen eens kijken naar het verleden van İlhan Karaçay:

Hij is op 23 december 1942 in Mersin geboren.

In zijn jonge jaren was hij voorzitter van de jeugdafdeling van de Sociale Democratische Partij CHP in de provincie Içel. Hij schreef toen ook berichten en commentaren voor het dagblad van deze partij, de ULUS. Ook in zijn jonge jaren was hij manager van het familiebedrijf in de toeristische sector te Mersin wat bestond uit een motel, strandpaviljoen, een restaurant met muziek, een camping en wat de naam Pompeipolis had.

Toen hij 25 jaar was maakte hij kennis met een Griekse kapitein die te gast was in het restaurant met muziek waar hij de leiding over had. Het schip van deze kapitein ging naar de stad Shanghai in China. Op dat moment vond de culturele revolutie van Mao plaats in China. Dit was voor Karaçay een gelegenheid die hij niet aan zijn neus
voo rbij zou laten gaan.

Afbeelding met tekst, persoon, groep, poseren Automatisch gegenereerde beschrijvingİlhan Karaçay met zijn vrienden in China. 1967

De kapitein van het schip nam na veel aandringen Karaçay met drie vrienden in dienst en daarna begon de avontuurlijke reis naar China. Het eerste noemenswaardige avontuur van de reis, die in juni van het jaar 1967 begon, was dat het schip gebombardeerd werd direct na het passeren van het Suez-kanaal. Toen zij op 7 juni 1967 bij Cibuti aankwamen, kwamen zij er achter dat het Suez-kanaal afgesloten was vanwege de oorlog die toen woedde tussen Israel en de Arabische landen.

Na een lange en avontuurlijke reis kwam het schip via Singapour aan in Shanghai. Van daaruit werden de berichten met foto’s naar de krant AKŞAM verzonden.

İlhan Karaçay kreeg in Shanghai geelzucht terwijl hij genoot van de kleurrijkste dagen van de Chinese Culturele Revolutie. China was toen een land wat afgesloten was van de rest van de wereld en wat het dichtst bevolkt was. Karaçay wordt opgenomen in het ziekenhuis, maar hij vlucht hier vandaan.

Karaçay vertelt het volgende over zijn vlucht uit het ziekenhuis:

“De garantieverklaring die ik van de kapitein had gekregen zorgde ervoor dat ik niet door de gendarmes, die kwamen om mij weer naar het ziekenhuis te brengen, meegenomen werd. Want de volgende reis zou van Shanghai naar Vancouver in Canada zijn. Als ik in het ziekenhuis moest blijven, dan deed ik dat liever in een ziekenhuis in de moderne wereld. En bovendien, als de boot weg zou gaan, waar zou ik dan terecht kunnen in deze voor mij onbekende omgeving?”

De reis ging na Shanghai verder naar de stad Vancouver in Canada. Karaçay gaf de voorkeur aan een ziekenhuisopname in de moderne wereld en dat gebeurde ook. Hij heeft precies twee en een halve maand in het ziekenhuis gelegen. De vrouwelijke arts van het ziekenhuis feliciteerde Karaçay omdat hij zeer snel Engels leerde en haalde de directeur van de bibliotheek over om hem les te geven. In het kort verlaat hij het ziekenhuis als een gezond mens, en conform het Turkse spreekwoord: “Eén taal is één mens” verlaat hij het ziekenhuis als twee mensen.

Karaçay ging terug naar Turkije via Londen en tijdens deze reis was hij ook even in Nederland. Het leven in Nederland beviel hem en hij besloot om er te blijven.

Als ik hem vraag: “Hoe ben je daar gebleven, heb je ergens in een fabriek gewerkt?” antwoordt Karaçay “Ik ging een overeenkomst aan met Kemal Ozbayraç, de directeur van een nieuwsagentschap, die ik van vroeger kende, om te werken voor de krant Tercüman, die met een Europese editie uit zou komen. Mijn leven in Nederland was op dat moment zeer kleurrijk. Ik had zeer veel vriendinnen. Maar op het moment dat ik het gevoel kreeg dat mijn leven een beetje monotoon begon te worden, besloot ik om naar Amerika te gaan. Jeanneö mijn huidige echtgenote, was toen mijn vriendin.”

 Hij begon met zijn voorbereidingen om naar Amerika te gaan, maar zijn vriendin Jeanne had hier moeite mee. Maar ja, de beslissing was al genomen… Op het moment dat zij beiden moe op de bank neervielen van de inkopen die zij gedaan hadden ter voorbereiding voor de reis naar Amerika, belde de postbode aan om een telegram te bezorgen, wat er voor zorgde dat Karaçay zijn reis naar Amerika voor altijd kon vergeten en zich ging vestigen in Nederland.

Het telegram kwam van de chef sportredactie van Tercüman, Necmi Tanyolaç. Het volgende stond er in: “İlhan, Fenerbahçe en Ajax spelen tegen elkaar volgens de loting. Volg jij Ajax en stuur de teksten en de foto’s met spoed naar mij toe.”

Karaçay vertelt dit moment als volgt: “Op dat moment stond even alles stil. Het Nederlandse voetbal was toen nog niet in de lift. Welke namen die later zeer veel bekendheid kregen zaten op dat moment niet in het Ajax wat door Rinus Michels getraind werd? Johan Cruyff was toen bijvoorbeeld nog maar 17 jaar oud. De namen van Keizer, Swart, Krol Hulshoff, Suurbier, Neeskens en Haan waren toen nog niet bekend, maar dit zouden allemaal voetbalsterren worden.” Karaçay wist de hele samenstelling van Ajax op te noemen.

Op 10 november 1968 landde Fenerbahçe op Schiphol en Karaçay was daar samen met zijn Jeanne om ze te ontvangen. Hoewel hij van plan was geweest om Jeanne te verlaten en naar Amerika te gaan, zorgde de wedstrijd Ajax-Fenerbahçe ervoor dat Karaçay en Jeanne elkaar het ja-woord gaven. Hierover zegt Karaçay het volgende:

“Ik ben fan van Beşiktaş, maaromdat Fenerbahçe ervoor gezorgd heeft dat ik met Jeanne ben getrouwd en dat ik in Nederland ben gebleven, ben ik ze nog steeds dankbaar.”

HÜRRİYET, TRT, NOS

Karaçay zette zijn eerste professionele stap in het journalistieke veld toen hij in 1969 als correspondent voor Hürriyet ging werken. Deze krant begon toen pas in Europa. Karaçay maakte deel uit van het team van Hürriyet dat ervoor zorgde dat deze krant in Europa zeer populair werd. De voortrekkers van dit team waren Nezih Demirkent en Garbis Keşişoğlu.

In het jaar 1975 kwam de voorzitter van de nieuwsafdeling van de TRT (Turks Radio Televisie), de heer Tayyar Şafak, in Nederland op bezoek en vroeg Karaçay of hij voor de TRT wilde gaan werken. Karaçay accepteerde dit aanbod in overleg met Nezih Demirkent en in datzelfde jaar kreeg hij ook de leiding over het programma ‘Paspoort voor Turken’ van de NOS.

In het jaar 1980 maakte Karaçay samen met de bekende regisseur van de IKON, Henk Barnhard, de vijf-delige serie “Kinderen van de rekening”. Toen zij voor de opnamen van de eerste twee delen van deze serie in Turkije waren, maakte Karaçay tijdens zijn terugreis naar Nederland op 12 september de staatsgreep mee aan de grens bij Kapikule. De contacten die Karaçay had met de TRT openden gesloten deuren voor hem.

Er zijn verschillende redenen waarom de naam İlhan Karaçay in een adem genoemd wordt met Nederland: Aan de ene kant zijn functie bij Hürriyet en aan de andere kant zijn activiteiten bij de TRT en de NOS hebben ervoor gezorgd dat hij steeds populairder werd.

İlhan Karaçay adviseerde de Nederlandse regering vele keren bij het nemen van beslissingen aangaande de Turken in Nederland. Hij heeft deelgenomen aan werkgroepen voor verschillende ministeries. Hij is niet alleen via de krant en de televisieuitzendigen voor de Turken in dit land opgekomen, maar ook via de verschillende werkgroepen waaraan hij deelnam.

We gaan terug naar het begin van de reportage en ik vraag aan Karaçay naar zijn relatie met Jeanne, wanneer ze verloofd zijn, wanneer ze getrouwd zijn en naar hun kinderen.

Karaçay heeft Jeanne voor het eerst in 1969 meegenomen naar Turkije en hun verloving op 9 augustus van dat jaar, was het onderwerp van de kranten.

Een jaar later zouden zij trouwen.

Terwijl hij dit vertelt, vindt hij het ook nodig om een zware gebeurtenis uit die periode aan te halen:

“Alles was voorbereid, we gingen naar Mersin voor de bruiloft. Het grootste deel van de reis hadden wij al achter ons en toen we vlakbij Aksaray waren kregen wij een zwaar auto-ongeluk, samen met Jeanne. Wij waren beiden zwaar gewond. Ik kan wel zeggen dat wij de dood in ogen hebben gekeken. Op 23 mei 1970 konden we uiteindelijk toch in Mersin gaan trouwen.”

Op 23 januari 1971 kreeg het paar İlhan en Jeanne een tweeling. De jongen kreeg de naam Ruşen en het meisje Vahide, Vahide heeft echter maar 5 weken mogen leven, vanwege een gat in haar hart.

GELUK

Op 17 april 1974 kwam de tweede dochter van Karaçay ter wereld en zij werd weer Vahide genoemd.

Van hun eerste kind Rusen hebben zij een kleindochter genaamd Eva en van Vahide hebben zij een kleindochter genaamd Esra. Karaçay vertelt als volgt over de mooie tijden die hij met zijn kleindochters doormaakt:

“De mooiste momenten van mijn leven zijn de momenten die ik met mijn kleindochters doormaak. Het is voor mij het grootste geluk om ieder moment samen met hen te zijn.”

DE JOURNALIST KARAÇAY

Ik vraag hem: “En wat heeft u nog meer gedaan?” Als ik iemand anders voor mijn neus zou hebben, zou ik deze vraag niet stellen, maar omdat het İlhan Karaçay is, stel je wel zo’n vraag.

Karaçay is zich sinds 1973, naast de journalistiek, ook gaan bezighouden met de reiswereld en in 1976 heeft hij door middel van een besluit van de Ministerraad Algemeen Verkoop Agentschap gekregen voor de regio Utrecht van de THY (Turkish Airlines).

In het winterseizoen van 1976-1977 heeft Karaçay voor het eerst een tour naar Turkije georganiseerd en vanwege de vele verzoeken hield hij zich in zijn kantoor ook bezig met verzekeringen en kredieten. In 1981 heeft Karaçay zeer zware operaties ondergaan en om deze reden heeft hij zijn reisbureau in Hoog Catharijne in Utrecht verkocht aan Refik Selahiye. Hij heeft daarna het Hürriyet-bureau in Amsterdam geopend en is zich weer gaan concentreren op de journalistiek.

TERUG NAAR TURKİJE…

Vanwege verschillende redenen wilde Karaçay dat zijn kinderen in Turkije onderwijs volgden en daarom heeft hij besloten om zich in Turkije te vestigen. Eind 1983 verhuisde hij daadwerkelijk naar Turkije.

Yasemin en Ünal Öztürk, die op dat moment werkzaam waren bij Hürriyet, hebben de taak van Karaçay bij deze krant overgenomen.

Karaçay was in Mersin begonnen met het runnen van toeristische faciliteiten en tijdens de lokale verkiezingen in maart 1984 heeft hij zich kandidaat gesteld voor de het burgemeesterschap van de centrale stad van Mersin voor de Partij van het Rechte Pad, ondanks dat hij zelf van CHP was. De partij van Süleyman Demirel, die op dat moment zelf geen politiek mocht bedrijven, was echter erg klein in Mersin. Bovendien was de partij van Turgut Özal, de ANAP, toen erg sterk en deze partij won op veel plaatsen, en dus ook in Mersin de verkiezingen.

Karaçay is toen met Arda Gedik, Algemeen directeur van Hürriyet, overeengekomen dat hij in het district Çukurova een bijlage zou gaan maken voor de krant, vergelijkbaar met de Benelux bijlage van Hürriyet. Helaas kon dit project vanwege verschillende redenen niet doorgaan.

Karaçay heeft tot het jaar 1984 drie Wereldkampioenschappen en drie Europese kampioenschappen gevolgd en in het jaar 1984 heeft hij in Frankrijk de Europese kampioenschappen gevolgd voor de krant Günaydın.

EN WEER NAAR NEDERLAND

Het verblijf van Karaçay in Mersin duurde niet lang. Het sociale leven in Mersin beviel hem niet. Hij was naar Mersin gegaan om uit te rusten, maar omdat hij ook daar de taak van Ombudsman, die hij in Nederland al die jaren vervuld had, moest gaan uitvoeren, besloot hij toch om maar terug te keren naar Nederland. De kinderen van Karaçay hadden inmiddels voldoende Turks geleerd en begin 1986 kwam hij terug in Nederland. Daar werd hij, naast zijn werk bij Günaydın, hoofdredacteur van de Turks-Nederlandse krant HABER.

İlhan Karaçay werd aan het eind van datzelfde jaar vertegenwoordiger van de krant SABAH voor de Benelux. Het eerste Europese avontuur van SABAH duurde echter niet lang.

Toen in 1988 de krant Günaydin door Asil Nadir werd gekocht werd Karaçay vertegenwoordiger voor de Benelux van deze krant en toen de krant later werd overgenomen door Bekir Kutmangil, bleef hij deze taak vervullen.

In zijn journalistieke loopbaan heeft Karaçay in alle branches van deze sector gewerkt en in 1994 werd hij de eigenaar van de Europese uitgave van de krant Günaydın. Karaçay vestigde zich in Frankfurt, de plek waar zich het hart van de Europese Turkse pers bevond.

VERDRIET, EEN BITTERE VIERING EN HET VERVOLG
Afbeelding met kleding, vrouw, person, persoon Automatisch gegenereerde beschrijvingUitnodigingskaart voor 25 jaar huwelijk feest

“Terwijl wij in Mersin bezig waren met de voorbereidingen van de viering van ons 25-jarige huwelijk op 23 mei 1995, werden we geveld door het bericht dat Bekir Kutmangil vermoord was. Het boeket wat hij voor ons had besteld voordat hij vermoord werd, kwam aan in Mersin, terwijl er werd gerouwd over Kutmangil. De viering van ons 25-jarige huwelijk werd op televisie uitgezonden, maar had een bittere smaak. De krant werd na de dood van Bekir Kutmangil overgenomen door Mehmet Saruhan, een bekende naam uit de onderwereld, die ook wel bekend stond als “de man met het gouden wapen” of “de man met de gouden Mercedes”. Daarna was deze arbeidsrelatie verbroken. Nadat de Europese uitgave van Günaydin werd gestopt, ging de krant ook in Turkije niet goed en uiteindelijk is deze krant helemaal verdwenen.” zegt İlhan Karaçay.

İlhan Karaçay heeft toen een reis-, krediet- en verzekeringsbureau geopend voor zijn zoon Ruşen. Ruşen werd bekend als manager van Türkinfo en Conrad. Op het moment dat deze regels geschreven worden is Ruşen een groot zakenman die zich bezig houdt met onroerend goed.

Karaçay ging door met zijn journalistieke activiteiten, en stuurde onder de naam
ÇAY-PRESS Ajans berichten aan verschillende kranten en televisiekanalen en hij schreef berichten voor Radikal en Posta en sportcommentaren voor de sportkrant Fanatik.

VAN ARBEİDER NAAR ZAKENMENS 

Op 28 maart 1998 begon een nieuw tijdperk in de journalistieke loopbaan van Karaçay. Karaçay verkreeg de publicatierechten voor Europa van de economische en politieke krant DÜNYA, waarvan Nezih Demirkent de eigenaar was (sinds zijn dood is dat zijn dochter Didem Demirkent). Karaçay begon via deze krant publicaties te maken voor de Turken, die niet langer arbeiders waren, maar die waren uitgegroeid tot zakenmensen. Vanwege deze verandering in de positie van de Turken in Nederland, was er behoefte aan een uitgave die informatie gaf over de handel en de economie. Karaçay zag dit gat in de markt en begon aan een nieuwe uitdaging in zijn journalistieke loopbaan.

Afbeelding met tekst, Menselijk gezicht, persoon, Publicatie Automatisch gegenereerde beschrijving

Het doel van DÜNYA in Europa was in eerste instantie het geven van informatie over de handel en de economie, maar omdat de Turken in Nederland als minderheid leven, zou het niet goed zijn om de problemen die hiermee te maken hebben, niet aan bod te laten komen. Om deze reden heeft Karaçay een verandering in de opzet van de krant aangebracht en vanaf dat moment worden er ook sociale en culturele vraagstukken behandeld.

DE TELEGRAAF

Als de Turken onrecht aangedaan wordt, dan staat DÜNYA hier tegenover. Het leek of Karaçay een oorlog was begonnen tegen de krant De Telegraaf die altijd negatieve berichten had over de Turken en Turkije. Terwijl de mensen zeiden “Span je niet in, het lukt je niet om de Telegraaf tot rede te brengen”, heeft hij hiermee toch succes geboekt. Want deze zelfde krant heeft, terwijl ze bezig waren met het zoeken van contact met Karaçay, een reportage van een hele pagina met de Ambassadeur van Turkije in Den Haag gepubliceerd. De Telegraaf heeft nog nooit in zijn geschiedenis een hele pagina over een ambassadeur geschreven.
Hierna heeft de Telegraaf nog veel positieve berichten over Turkije gepubliceerd. Met name over het toerisme in Turkije, waarover eerder veel negatieve berichten waren, waren veel goede berichten.

Over dit onderwerp zegt Karaçay het volgende: “Het is een feit en het is algemeen bekend dat De Telegraaf in haar hele geschiedenis nog nooit zoveel aandacht had gegeven aan een Ambassadeur. De Telegraaf publiceerde bovendien veel negatieve berichten over Turkije. Met name over het toerisme van Turkije, waarover eerst heel negatief werd geschreven, plaatste de Telegraaf veel lovende berichten. Over het algemeen zou je kunnen zeggen dat de weekkrant Dünya met vier pagina’s berichten in het Nederlands, een grote rol heeft gespeeld voor onze landgenoten in Nederland bij het laten horen van hun stem.”

Gewetenloze Sabuha Rita Verdonk

Het artikel met de kop “Gewetenloze Sabuha”, van de krant Dünya, wat ik op de voet gevolgd heb, bracht mij terug naar mijn kinderjaren. De bekende zanger Ibrahim Tatlıses was toen een ster. De stem van de jonge zanger klonk droevig en bitter op iedere hoek van de wijk Pendik in Istanbul. “Gewentelooooooze Sabuhaaaaa!” Karaçay had voor deze kop gekozen om de stem van onze landgenoten in Nederland te laten horen in een artikel gericht aan Minister van Integratie Rita Verdonk. Want Verdonk vond dat iedereen tussen 7 en 77 jaar deel moest nemen aan de inburgeringscursussen. Zij had een wetsvoorstel voorbereid waarin zij voorstelde dat iedereen die zich in Nederland wilde vestigen een inburgeringscursus moest gaan doen en ook nog zelf moest betalen. Zij presenteerde haar wetsvoorstel aan de Tweede Kamer. Karaçay noemde het geld wat voor de inburgeringscursus betaald moest worden de “bruidsschat”en hij noemde Verdonk “Gewetenloze Sabuha”.

WAPEN: DE PEN

Karaçay, die met zijn jarenlange ervaring wist dat zijn enige wapen zijn pen was, trok ten strijde tegen het onrecht en hij zette zich in om de eigenaren van de Turkse kranten en tijdschriften (de journalisten), die de laatste jaren steeds meer worden, te coachen. We gaan zien of het lukt om de handen ineen te slaan en daardoor meer invloed uit te oefenen.

Karaçay wist natuurlijk dat de journalistiek niet hetzelfde was als het ondernemerschap, met zijn jarenlange ervaring. Hij vergeleek geen appels met peren. Hij zet zich vol overgave in om de Eenheid van Turkse Journalisten in Nederland (of hoe het ook heten gaat) op de richten.

Ten slotte wil ik het volgende zeggen: İlhan Abi, de waarheid hoeft geen verklaring!

VOETBAL

Als we eens kijken naar de loopbaan van Karaçay, dan zien we het volgende:

Hij heeft gewerkt voor de volgende kranten: Tercüman, Hürriyet, Günaydin, Sabah, Radikal, Posta, Fanatik en DÜNYA en hij heeft ook gewerkt voor de volgende omroepen: TRT, ATV, NTV, SHOW en STAR en de Nederlandse NOS. Hierdoor is hij zowel op algemeen gebied als op het gebied van voetbal zeer deskundig geworden.

Hij is naar de wereldkampioenschappen in 1974 te Duitsland, in 1978 te Argentinie (in 1980 mini kampioenschappen te Uruguay), in 1982 te Spanje en in 1994 te Amerika geweest en naar de Europese Kampioenschappen in 1972, 1976, 1980, 1984, 1988, 1992 en 2000. Ook heeft hij veel wedstrijden gevolgd waar het Nederlandse of het Turkse elftal in speelde voor de Europa Cup.

TRT DOCUMANTAIRE PUBLICATIES

İlhan Karaçay is de afgelopen jaren vaak op het Turkse televisiekanaal TRT te zien geweest. De in het centrum van İzmir gesitueerde TRT BELGESEL (TRT DOCUMANTAIRES) heeft Karaçay aangeboden om in het buitenland documentaires te maken. Zonder aarzeling heeft hij dit aanbod geaccepteerd.

Het eerste project was een 5-delige serie genaamd ‘Uzaktaki Dostlar’ (Verre Vrienden).

De serie gaat over de plaatsen Turkije, een Nederlands dorp, Faymonville, een Belgische plaats waar elke jaar een Turks Festival wordt georganiseerd, Moena, een Italiaanse stad waar jaarlijks de Janitsaar (Turkse infanterie-Yeniçeri) wordt herdacht middels een Turks festival en de plaatsen Osmanville en Turqueville in Frankrijk.

Allereerst werd de serie alleen op het documentaire kanaal van de TRT vertoond. Later is de serie op alle TRT kanalen vertoond en wordt nog herhaald.

Afbeelding met kleding, persoon, person, buitenshuis Automatisch gegenereerde beschrijving
TRT ploeg van links naar rechts: Orhan Aybertürk, İsmail Elden, Osman Şahbaz, İlhan Karaçay, Sacit Şahin ve Mehmet Türkoğlu.

Het tweede project voor TRT BELGESEL was een serie genaamd İZLER (SPOREN) wat refereert naar de sporen van de Ottomanen.

Om de interessante onderwerpen van deze serie te belichten zijn de landen Hongarije, Oostenrijk, Duitsland, Nederland, Frankrijk, Italië, Finland, Rusland, Oost-Turkestan en Afghanistan bezocht.

Italië, waar de Etrusken, de voorvaderen van de Romeinse beschaving, welke de Egeïsche regio van Anatolië bereikte en hiervan bewijsmateriaal te zien is uit verschillende musea aldaar.

In Hongarije zijn opnames gemaakt over de avonturen van Atilla de Hun en het bewind van de Ottomanen. Ook wordt aandacht gegeven aan het, van Turkse origine, Turan Festival welke in 28 landen wordt gevierd.

In Nederland zijn opnames gemaakt over de geschiedenis van de tulp die uit Turkije naar Nederland kwam. Verteld is het verhaal over de eerste persoon, Busbecq, die de tulpenbol naar Nederland bracht. Tijdens de opnames heeft het TRT team het ‘verloren’ graf van Busbecq ontdekt in een kerk in een Frans dorpje welke tevens zijn naam draagt.

Ook is er aandacht besteed aan de Ottomaanse schilderijen welke in het Rijksmuseum hangen.

In Frankrijk is het kasteel waar Cem Sultan, de zoon van Fatih Sultan Mehmet, die daar in ballingschap leefde gevonden en zijn verhaal verteld. Ook in Frankrijk is het oord van Attila de Hun gevonden.

In Wenen zijn verschillende musea bezocht en de sporen van de Ottomanen ontdekt.

Hetzelfde geldt ook voor Duistland waar in het bijzonder de omgeving van Berlijn Ottomaanse sporen zijn getoond.

İLHAN ABİ

Veel Turkse media-mensen die in Nederland komen, komen bij İlhan Karaçay langs. Zijn Turkse collega’s bedanken İlhan Karaçay vanwege zijn behulpzaamheid en zijn gastvrijheid.

Karaçay is tevens een ‘abi’ (grote broer) voor zijn collega’s in Nederland.

*************************************

Nederlands-Turks ervarend journalist İlhan Karaçay: ‘Nederland moet Turkije dankbaar blijven voor alles’

Afbeelding met windmolen, buitenshuis, hemel, gras Automatisch gegenereerde beschrijving

Verschillen Turken en Nederlanders veel van elkaar?
Moet Nederland Turkije dankbaar blijven voor alles?
Waarvoor eigenlijk?
Waarom ruziën Turkse Nederlanders met elkaar?
De Turks-Nederlandse journalist İlhan Karaçay doet zijn verhaal in een uniek interview met dit nieuwsmedium.
Hij duikt er diep in: hoe reageert de Turk op een scheldwoord?
Hoe reageren Nederlanders op beledigingen?
Ook wordt aandacht besteed aan voormalige problemen van de eerste Turken in Nederland en worden woorden gewisseld over de strijd tegen nepnieuws.

De migratie van Turkse gastarbeiders naar Nederland begon begin jaren zestig. Het arbeidscontract tussen de twee landen werd ondertekend in 1964. Dat is precies 57 jaar geleden.

Na zware jaren in Nederland pakten de gearriveerde Turken eigen problemen aan. Zij vestigden zich steeds beter in Nederland en trokken zich terug naar hun eigen politieke en religieuze hoeken. Deze polarisaties, die begonnen in het begin van de Turkse staatsgreep in 1980, worden tot op de dag van vandaag voortgezet. Er werden geen pogingen ondernomen om de polarisatie tussen Turken weg te nemen”, laat de prominente Turks-Nederlandse journalist İlhan Karaçay weten.

Inspanningen van sommige intellectuelen waren volgens hem niet voldoende om dit probleem op te lossen. Karaçay is ook een van die intellectuelen. Zijn naam wordt geassocieerd met Nederland en de Turkse immigratie. Karaçay is een van de namen die zowel vroeger als nu in veel onderwerpen een leidende rol speelt en een voortrekkersrol op zich heeft genomen.

-U heeft veel dingen meegemaakt tijdens uw verblijf in Nederland. U maakte hier als journalist vele berichtgevingen en fotoreportages over. Er zaten daar ook conflicten tussen van Turken in Nederland. Wat is de kern van deze ruzies?

-“In de afgelopen vijftig jaar hebben politieke en religieuze geschillen en meningsverschillen tussen Turkse mensen die in Nederland wonen vaak voor vervelende situaties gezorgd. Wij als mensen verschillen in karakter en gewoontes van andere levende wezens. Ondanks het feit dat onze schepper van ons verwacht dat we met elkaar in harmonie samenleven, proberen wij steeds superieur te zijn over de ander. Daar kwam ook geweld aan te pas”, vertelt Karaçay.

“Ik ken de wilde natuur niet, maar wij mensen moeten eerst vrede sluiten met onszelf en daarna met andere mensen. We leven samen op deze aardbol. Niemand mag zich hoger zien dan de ander. Want dat leidt niet tot vrede maar tot oorlog. Bij geschillen moeten gerespecteerde tussenpersonen of rechters de zaak oplossen. Maar helaas, soms zijn die bemiddelaars ook niet genoeg voor verzoening tussen mensen.”

https://turksemedia.nl/wp-content/uploads/2018/07/Nederland-moet-Turkije-dankbaar-blijven-voor-alles1-.jpg

-Wilt u ons iets vertellen over uw eerste jaren in Nederland?

-“In 1966 verbleef ik vier maanden als toerist in Nederland, waarna ik terugkeerde naar Turkije. Op 10 november 1967 bezocht ik Nederland opnieuw. Sindsdien leef ik 51 jaar hier. Ik begon als journalist en maakte geen onderscheid tussen mijn landgenoten en mensen met verschillende politieke en religieuze opvattingen. Ik probeerde iedereen te helpen en discrimineerde daarbij niemand”, laat de Turks-Nederlandse journalist weten.

“Onze landgenoten hadden het zeer moeilijk in hun eerste jaren in Nederland. Ik sprak persoonlijk met ze. Ik schreef voor kranten en produceerde tv-items. Ik werd heel beroemd. We blijven mensen: sommige mochten me niet vanwege mijn lange neus of “kaal” hoofd, maar er waren ook mensen die me wel mochten en waardeerden.”

-Uw landgenoten richtten zich na verlichting van hun problemen in Nederland meer op de politieke en religieuze conflicten in hun thuisland. Aanhangers van linkse en rechtse ideologieën begonnen ook hier te ruziën. Wat was dat?

-“Laat ik jullie eerst vertellen waar het onderscheid tussen rechts en links vandaan komt. De Franse koning Louis ‘de zoveelste’ organiseerde steeds een speciale zitting om te voorkomen dat parlementaire beslissingen werden geblokkeerd. De conservatieven die tegen verandering, voor monarchie en een koning met vetorecht waren, zaten bij deze zitting aan de rechterzijde. Zij hadden het makkelijk in de samenleving. Aan de linkerzijde namen de vertegenwoordigers van de bourgeoisie, rechtsverdedigers van boeren en dorpelingen en mensen die hervorming wilden plaats”, legt Karaçay uit.

“Sinds deze periode staat links voor hervorming, innovatie, rechten en vrijheden en het belangrijkste: voor gelijkwaardigheid. Mensen die conservatief zijn en niet open staan voor verandering, innovatie, rechten en vrijheden worden rechts genoemd. Natuurlijk is dit verhaal anders in Amerika en Azië.”

https://turksemedia.nl/wp-content/uploads/2018/07/Nederland-moet-Turkije-dankbaar-blijven-voor-alles18-.jpg

-En nu terug naar de Turken in Nederland, hoe zat het bij hun?

-“In Nederland was er ook een felle rivaliteit tussen rechtse en linkse mensen. De vrees voor anarchistische moorden in Turkije bereikte ook Nederland, toen na een voetbalwedstrijd in Utrecht Muzaffer Çavuşoğlu werd vermoord. Çavuşoğlu wilde politiek niet mengen met sport, maar werd door een politieke groep vermoord op het voetbalveld.”

-Wat vond u van deze gebeurtenis?

-Karaçay: “In die tijd van politieke converse was ik noch voorstander van rechts noch van links. Beide kanten riepen mij uit tot hun vijand, omdat ik geen kant koos. Ik schreef hierover een artikel met als titel ‘de vijand.’”

“Na berichten dat eerst de rechtse mensen en daarna een jaar later de linkse mensen mij wilde vermoorden, werd mij door de Nederlandse politie tweemaal bescherming aangeboden. Ik verwierp beide verzoeken. Ik gaf aan dat mijn landgenoten wel woedend op me konden zijn, maar niet zo ver zouden gaan om me te doden. Desondanks dwong de politie mij om een kogelvrij vest te dragen. Ik liep maandenlang met een zware stalen vest. Gelukkig ben ik niet aangevallen en zijn die tijden voorbij.”

-Om misverstanden te voorkomen, wat was toen uw kijk op de Islam?

-“In Nederland zochten moslims naar gebedsplekken en later naar moskeeën. Moslims begonnen zich te verenigen. Ze stichtten verengingen op en daarna koepelorganisaties en federaties. Later kwam ook een confederatie. İbrahim Görmez was toen voorzitter van zowel de federatie als de confederatie. Ik was verslaggever bij een televisiezender en bij het dagblad Hürriyet. Ik steunde mijn landgenoten in mijn publicaties.”

“In Nederland hadden katholieken, evangelisten en joden hun eigen tv- en radiozenders. Moslims niet, waardoor zij hiervoor begonnen te strijden. Ik steunde dat initiatief in mijn tv-programma’s en krant. Helaas zagen sommige mensen Hürriyet als vijand en Tercüman als vriend. Zij distantieerden zich van mij en begrepen mijn opvattingen niet.”

-Ten tijde dat u producer was van het programma ‘Paspoort’ van de NOS, werd op de EO de film Yoneko uitgezonden. Dat zorgde voor veel woede bij Turken. Wat gebeurde er toen?

https://turksemedia.nl/wp-content/uploads/2018/07/Nederland-moet-Turkije-dankbaar-blijven-voor-alles17-.jpg

“In 1978 besloot de Evangelische Omroep (EO) de Engelse bekeringsfilm Yoneko met Turkse ondertiteling uit te zenden. Deze film zit vol met christelijke propaganda. Toen ik dit hoorde, protesteerde ik daartegen in mijn tv-uitzendingen en krant Hürriyet. In mijn artikel kopte ik: ‘Waarom persé in het Turks?’ Ik kreeg twee brieven vol zware en lelijke beledigingen van Tercüman-lezers, omdat ik bij de NOS werkte en voor Hürriyet schreef. Zij dachten dat ik die film had uitgezonden. Zij dachten dat de toenmalige staatszender TRT hetzelfde deed als de NOS. Zij wisten niet dat omroeporganisaties hier aan uitzendingen in overeenstemming met hun ideologie en overtuigingen deden. Ze dachten dat ik achter elk tv-item zat.”

-Denkt u er nu anders over?

-“Natuurlijk. De dag kwam dat alles bekend werd, ook onder niet wetenden. Gelukkig toonde İbrahim Görmez, toen president van de Federatie van Turks-Islamitische en Culturele Verenigingen en de Islamitische Nieuwsdienst, een stukje beschaving en zei dat men toen mijn waarde niet kenden. ‘Je was doelwit van onrustzaaiers. Nu hebben we meer begrip over hoe nuttig u bent geweest voor de Islam en onze staat.’ Bedankt daarvoor, İbrahim Görmez…”

-Voordat we over uw sociale en individuele hulpactiviteiten vragen, nog even iets te melden over de huidige gang van zaken, met name recente ruziën?

-“Ik denk dat het nu duidelijk is wat mijn positie is geweest in eerdere conflicten. Ik ben geen links of een rechtse aanhanger, ik doe slechts mijn werk. Wat betreft de huidige ruziën en mijn plek daarin: na de toenemende welvaart van onze burgers en verlossing van problemen in Nederland, werd men nog partijdiger. Men werd zelfs in Nederland overdreven fanatiek voor het Turkse voetbal.

“Vroeger bleef het enkel bij een discussie, nu is men – met de komst van sociale media – overgegaan tot regelrechte beledigingen. Oude vrienden werden vijanden. Laat staan dat discussies over politiek en het geloof gingen, zelfs fans van Fenerbahçe en Galatasaray in Nederland vlogen elkaar flink in de haren. Ik ben voor Beşiktaş maar ben niet lid van de Nederlandse Vereniging van Beşiktaşfans. Omdat ik geloofwaardig moet zijn en onpartijdig blijf in mijn werk.”

-Wat vindt u van de situatie in Nederland na de mislukte couppoging van twee jaar geleden in Turkije?

-“Na de couppoging van 15 juli 2016 brak er felle ruzie uit tussen de zogeheten Erdoğanisten en FETO’ers. Dit leidde tot serieuze conflicten. Bestuurders van Nederland voelden zich hierdoor ongemakkelijk en startten onderzoeken. Vijf Turkse organisaties werden na bevel van vicepremier Asscher onder de loep genomen. De politie greep vaak in.”

“Ambtenaren van een Nederlands ministerie en de inlichtingendienst bezochten vaak de Turkse gemeenschap. Kort daarna dienden Turken aanklachten tegen elkaar in en begonnen elkaar zwart te maken. Op sociale media discussieerde men er op los, geregeld op brutale wijze. Iedereen beschuldigde elkaar van betrokkenheid. Er was sprake van een zeer ongemakkelijke situatie. Vroeger leefde men in harmonie met de buren. Door de ruzies is men nu de helft van de buren kwijt. Mensen zien elkaar als vijanden.”

-Er woedde recent een online ruzie op sociale media tussen enkele nieuwswebsites en welbekende Turkse Nederlanders. Die begon nadat een van de jongere nieuwssites zijn wapen, de pen, negatief losliet op enkele Turkse Nederlanders. Dit schoot in het verkeerde keelgat bij getroffen Turken in Nederland, die deze acties middels een campagne, gericht aan de hele gemeenschap, met handtekeningen stevig hebben veroordeeld. Deze laatste actie zorgde ervoor dat het misging: de nieuwssite reageerde zwaar terug en beledigde personen en diens familieleden. Daarbij zijn zelfs scheldwoorden in kopteksten en nieuwsberichten gebruikt. Hoe denkt u daarover?

-“Alsof de ontstane spanningen tussen Turkse Nederlanders na de couppoging niet genoeg waren, begonnen diegenen die de beschikking hebben over een digitale pen en smartphone, met schrijven (zwartmaken) en reageren op diverse sociale media. Hieronder vallen ook degenen die een eigen website startten. Zij maakten zwart wie zij wilden. Soms schreven ze zelfs over mij, en wel op een heel negatieve wijze. Ik maakte daar geen problemen van. Ik riep ze bijeen en probeerde misverstanden en problemen samen op te lossen. Want ik wil, net zoals ik dat vroeger ook deed, geen ruzie met mijn landgenoten. Ik los de zaken op mijn eigen manier op”, zegt Karaçay.

-Dus u gebruikt uw verstand, wat doen de anderen?

-“Op dit moment wordt er nog steeds over en weer over elkaar geschreven. Sommige vrienden waren niet blij met wat deze website-eigenaren over hun schreven. Zij startten een campagne die gericht was aan de hele (Turks-Nederlandse) gemeenschap. Later werden handtekeningen verzameld tegen deze website eigenaren. Welbekende Turkse Nederlanders tekenden mee.”

Karaçay: “En toen barstte alles los. De desbetreffende website ging in de tegenaanval door iedereen die zijn handtekening onder de campagne te bestempelen als FETO’er of PKK’er. De gebruikte scheldwoorden kunnen niet door de beugel. Al die beledigingen, ook richting familieleden, waren erg vervelend”, legt Karaçay uit die een opvallende opmerking maakt: “En natuurlijk kijken ambtenaren van de Nederlandse inlichtingendienst mee, onderzoeken dit en rapporteren dit vervolgens aan hun superieuren.”

-Wat vindt u van die campagne?

-“Wat ik er van denk? Ik zal niet jokken: ik kreeg de vraag waarom ik geen handtekening heb gezet onder die publieke boodschap. Mij werd verzocht de publieke boodschap te signeren, echter reageerde ik met de opmerking dat ik niet beïnvloedbaar ben en dat ik niet gecharmeerd was over de manier waarop alles verliep. Ik ben van mening dat je niets bereikt met schelden en, in dit geval, ook niet veel met rechtszaken. Men schreef ook niet aardig over mij. Ik geloof in dialoog.”

-Waar bevindt u zich in deze zaak?

-“Een goede vriend zei ooit tegen mij: ‘Kijk İlhan, jij bemoeit je niet met ruzies en blijft er buiten. Zo sta je hoger. Ga zo door.’ Zo doe ik dat al 51 jaar. Ik distantieer mij van ruzies tussen mijn landgenoten. Ze gaan me, net zoals vroeger, laf en kleurloos (saai) noemen. Maar degene die mij echt kennen, zullen vertellen hoe dapper en kleurig ik ben. Als men de geschiedenis van Turken in Nederland schrijft, wil ik dat mijn naam vlekkeloos blijft”, zegt Karaçay.

-Controle over media en nepnieuws: wat is de actuele status van de mainstream-media in -Nederland en Europa en sociale media? Worden er maatregelen genomen?

-“Europese lidstaten hebben gezamenlijk besloten te gaan strijden tegen beledigingen, haatberichten, smaad en laster op sociale media. Mochten haatberichten op Facebook, Twitter, Instagram, Whatsapp en Messenger niet binnen een week worden verwijderd, volgen zware sancties. In opdracht van de Volkskrant heeft onderzoeksbureau I&O onderzocht wat het effect van nepnieuws is op de gemeenschap. Uit analyse van onderzoeksresultaten door Annieke Kranenberg blijkt dat één op de drie Nederlanders geen onderscheid kan maken tussen nepnieuws en echt nieuws.”

“Slechts 29 procent merkt op om wat voor type nieuws het gaat. Een groot deel van alle Nederlanders, 82 procent, stoort zich enorm om nepnieuws en vinden dat valse berichtgevingen een gevaar vormen voor democratie en rechtsstaat. Ook is in het Volkskrantartikel benadrukt dat nieuwslezers over het algemeen kritisch zijn en niet gelijk geloven wat men leest. Volgens deze ondervraagde lezers kan 71 procent van het nieuws op Facebook wellicht fout zijn”, merkt Karaçay op.

-Wat doen andere Europese landen hier tegen?

-“Natuurlijk is nepnieuws niet anders in andere Europese landen. In Nederland wordt te traag opgetreden tegen nepnieuws, maar in Frankrijk en Duitsland neemt men zware maatregelen. Recent liet de Franse president Emmanuel Macron weten dat er een wet in werking treedt tegen nepnieuws. Zelf was Macron ook getroffen tijdens verkiezingstijd door nepnieuws. In Duitsland is een wetsvoorstel ingediend. Haatberichten op sociale media dienen te worden verwijderd, anders volgt een geldboete en wordt de desbetreffende account verwijderd.”

“De Europese Commissie wil nog dit jaar de sancties bepalen tegen vals nieuws. De Commissie is hiermee gestart en heeft dit toegewezen aan 39 experts. Het besluit dat Brussel neemt, zal ervoor zorgen dat alle Europese landen tot actie overgaan. Zo wil men voorkomen dat nepnieuws schade toebrengt aan personen, de openbare orde, juridische processen en het persoonlijke leven van eenieder.”

-Aan wat stoort men zich het meest op sociale media?

-“Redacteuren van sommige nieuwsportalen kunnen, tegen hun eigen visie in, fictieve, niet-bestaande personen interviewen (verzinnen) met onjuiste opvattingen over een persoon als gevolg. Maar daar trapt men gelukkig steeds minder in. Ik hoop dat men hier voor uitkijkt zodat personen niet meer zwart gemaakt worden omwille wraak.”

-Wat er vroeger gebeurde. Laten we het over uw maatschappelijke activiteiten hebben. In Hoofddorp startten Turken een boycot en bezetten een fabriek. U loste dit probleem op. Hoe?

https://turksemedia.nl/wp-content/uploads/2018/07/Nederland-moet-Turkije-dankbaar-blijven-voor-alles16-.jpg

-“In 1975 bezetten 160 Turkse medewerkers de fabriek Dam Chips. Hun werkgever ontsloeg hen op staande voet. Maar de Turken vertrokken niet en bleven op het fabrieksterrein. Dit zorgde voor Kamervragen. De media hield zich enkel met deze zaak bezig. Inspanningen van vakbonden mislukten. Ik ging toen naar Haarlem waar de Turken woonden en sprak heel lang met ze. Daarna belde ik de fabriekseigenaar en gaf aan dat ik beide kanten tevreden zou stellen. Eerst wilde de fabrieksbaas niet met mij in gesprek, echter na een paar keer bellen deed hij dit uiteindelijk toch.”

“We verzamelden ons met de Turken bij de fabriek. Het lukte ons vrede te sluiten tussen beide partijen. De volgende dag schreef de Nederlandse media dat “het de ombudsman van de Turken, journalist Ilhan Karacay, was gelukt wat niemand kon oplossen en dat beide partijen tot een overeenkomst zijn gekomen.”

https://turksemedia.nl/wp-content/uploads/2018/07/Nederland-moet-Turkije-dankbaar-blijven-voor-alles19-.jpg

U schreef een brief naar koningin Juliana. Waarover?

“In maart 1975 werd op een school in Helmond Turkse scholieren grof onrecht aangedaan. Elke zaterdag kregen zij Turkse taallessen en religieus onderwijs. Op een gegeven moment verbood de schoolleiding die lessen. Dit zorgde voor ophef in Nederland. Ik besloot hierop een brief te schrijven aan koningin Juliana en vroeg om haar bemiddeling. De Nederlandse media pikte dit op en besteedde er veel aandacht aan. Het resultaat was dat de lessen werden hervat.”

https://turksemedia.nl/wp-content/uploads/2018/07/Nederland-moet-Turkije-dankbaar-blijven-voor-alles9-.jpg

U werkte ook aan een generaal pardon voor arbeiders die toen onwettig in Nederland verbleven. Wat wilt u daarover delen?

-“In 1973 vormden wij een werkgroep voor buitenlandse arbeiders die niet legaal in Nederland konden verblijven. Zij waren bestempeld als illegale arbeiders. Ik kwam met de term ‘generaal pardon’. Dit werd ook zo door de Nederlandse overheid overgenomen. In die tijd was er een zeer bekende vakbondsman van Spaanse afkomst. Hij keerde later terug naar Spanje en noemde mij ‘Mijnheer Generaal Pardon’. Onze inspanningen hadden hun vruchten afgeworpen. De arbeiders kregen hun verblijfsvergunning”

https://gazeteci.nl/wp-content/uploads/2018/02/82D4D941-A2EC-46CB-89FC-5F1A13D850A7.jpeg

De Nederlandse regering wilde minder kinderbijslag betalen aan Turkse kinderen. Hoezo?

“In 1976 was ik betrokken bij een commissie van het Nederlandse ministerie van Sociale Zekerheid. De toenmalige regering was bezig met het inkorten van de kinderbijslag van Turken. Reden: in Turkije zou melk, groente en fruit goedkoper zijn dan in Nederland. Ik liet de commissie weten dat het omgekeerde het geval was. De Turkse kinderen leefden niet goedkoper in Turkije, omdat ouders in Europa leefden. Er werd dus juist meer uitgegeven aan de verzorging van de kinderen in Turkije. Mijn verhaal was genoeg voor de regering. Het plan was van de baan.”

https://turksemedia.nl/wp-content/uploads/2018/07/Nederland-moet-Turkije-dankbaar-blijven-voor-alles10-.jpg

Dan was er nog de Zwarte Markt-kwestie. Waar ging dat over?

“Ik was in 1983 betrokken bij de oprichting van ‘s werelds grootste marktplaats in Beverwijk. De Nederlandse ondernemer Bart van Kampen was marktondernemer. Toen Turken voor de Bruynzeel-fabriek in Zaandam geen markt meer mochten opzetten, kwam Bart van Kampen naar mij toe. Hij zei dat hij deze Turken ruimte kon aanbieden in Beverwijk.”

“Ik startte daarop een groot reclamecampagne en benadrukte alle marktondernemers die ik kende. Ik adverteerde in de kranten Hürriyet en Tercüman en plaatste overal posters. Het lukte ons om duizenden Turken naar de markt in Beverwijk te trekken omdat we gratis concerten organiseerden. We vlogen artiesten en zangers uit Turkije in. Deze plek is de grootse markt ter wereld te noemen, maar werd wekelijks gesloten wegens politie-invallen. Beverwijk had op dat moment honderd Turkse stands.”

https://turksemedia.nl/wp-content/uploads/2018/07/Nederland-moet-Turkije-dankbaar-blijven-voor-alles11-.jpg

“We besloten om een commissie op te richten om de politie-invallen tegen te gaan. We gingen naar de minister van Binnenlandse Zaken, echter deze bleef koppig en gaf aan dat de zondag een vrije dag moest blijven. Op dat moment nam ik het woord:  “Mijnheer de minister, waarom zijn in Scheveningen, Noordwijk en elders zondag alle winkels open?’ De minister gaf me precies het antwoord dat ik wilde horen: ‘De winkels zijn daar open voor buitenlanders.”

“Ik reageerde daar onmiddellijk op: ‘Goed mijnheer de minister, de Zwarte Markt is ook open voor vreemdelingen. Er zijn zeer beperkte recreatieve plekken voor buitenlanders in Nederland. Buitenlanders die naar deze markt komen, kunnen samen met hun kinderen een mooie en plezierige tijd beleven. Daarnaast hebben meer dan honderd Turkse bedrijven hun zaak geopend en daarmee honderden banen gecreëerd.’”

“De minister luisterde aandachtig naar mij. Hij sloeg met zijn hand op de tafel en besloot plotseling en standvastig dat de Turkse markt open mocht blijven. In eerste instantie leek het erop dat de Nederlanders in de commissie begonnen te protesteren. Ik greep in en zei: ‘Maak geen bezwaar. Vandaag wordt de Turkse markt toegestaan, morgen zal dat gelden voor de Nederlandse variant. In de maanden erna, mocht na onderhandelingen met de gemeente en leden van het ministerie, ook de Nederlandse markt open blijven. Sindsdien is de Turkse markt in Beverwijk nog steeds actief op zaterdag en zondag.”

https://turksemedia.nl/wp-content/uploads/2018/07/Nederland-moet-Turkije-dankbaar-blijven-voor-alles15-.jpg

-Er was eens sprake van een marktboycot van de Turken. Wat gebeurde er?

-“Turkse marktondernemers waren op een gegeven moment niet blij met de huurcontracten met markteigenaar Van Kampen. Een vooraanstaande Turk besloot over te gaan tot een boycot. De volgende dag stond men voor een gesloten markt. Mensen die van ver kwamen, gingen met lege handen naar huis. Dit terwijl er veel kosten waren gemaakt om de bezoekers naar de markt te krijgen.”

“Markteigenaar Bart van Kampen had door dat Turken door zouden blijven protesteren en nam telefonisch contact met mij op. Ik reisde vrijdagnacht naar het marktplein. Ik bracht de Turkse marktondernemers bij elkaar en gaf aan dat bij een vervolgboycot niemand meer naar deze markt zou komen. Dan zou iedereen verliezen. De Turk die de boycot was gestart begon wat te mompelen. Maar het overgrote deel luisterde naar mij en besloot de boycot te stoppen.”

“De volgende dag werd ik door Van Kampen gebeld. Hij vroeg om mijn bankrekening. Hij wilde mij een honorarium sturen voor mijn nachtreis en werkzaamheden. Ik bedankte hem hiervoor en weigerde die vergoeding.”

Bijzondere gebeurtenissen

-U schreef ook brieven aan koningin Beatrix en premier Mark Rutte.

-“Ja, die brieven zijn in 2002 en 2017 met goede bedoelingen geschreven zodat het Turkse en Nederlandse volk in vrede kan leven.”

-Dan zijn we nu bij een ander onderwerp beland. Wat zijn de verschillen tussen Turken en Nederlands op het gebied van cultuur, traditie, geloof en boosheid?

-“Hoewel ik al vijfenfijftig jaar in Nederland leef als Turkse Nederlander en dus een dubbele nationaliteit heb, is het niet alleen lastig om het over deze verschillen te hebben, maar ook risicovol. Het is niet juist om iedereen over een kam te scheren. Daarom wil ik met de voorbeelden die ik geef niet generaliseren, maar benadruk wel hiermee dat het om het merendeel gaat.”

-U zal natuurlijk objectief antwoorden. Waarom aarzelt u hierover?

-“Ik zal in mijn vergelijkingen niet de fout maken van de bekende denker en schrijver Aziz Nesin. Die zei dat ‘zestig procent van de Turken dom zijn’ en zorgde voor enorme ophef. Op de hevige kritiek die hij ontving, haalde Nesin uit dat hij het “fout had en dat tachtig procent van de Turken dom zijn’. Als Aziz Nesin slim was geweest had hij gereageerd dat ‘veertig procent van de Turken intelligent zijn’. Zo zou men begrijpen dat hij het over de ‘overige zestig procent’ had en zou hij niet zo bekritiseerd worden.”

“Nu ga ik in mijn vergelijking tussen Turken en Nederlanders niet dezelfde fout maken als Aziz Nesin en probeer te kijken naar een halfvol glas in plaats van een halfleeg glas.”

-Hoe trouw vindt u Turken en Nederlanders?

-“Nederlanders zijn op dit punt wat koelbloedig en nonchalant. Ze zijn je dankbaar na een behulpzame daad en gunst, maar kunnen deze ook snel vergeten. Voorbeeld: de Tachtigjarige Oorlog tussen Nederland en Spanje werd gewonnen dankzij invloed van het Ottomaanse Rijk. De toenmalige Prins Maurits gaf aan de plek waar het hevigst is gestreden de naam: ‘Turkije’ (provincie Zeeland) als dank voor de hulp van de Ottomanen. Op deze plek dicht bij de Belgische grens hebben we zelfs een honorair ambassadrice genaamd Monique Strum.”

Karaçay: “Nederland werd na stichting door geen enkel land erkend. De Nederlanders stuurden daarop ambassadeur Haga naar Istanboel. Haga werd na lang wachten ontvangen door Sultan Ahmet. Die erkende de Nederlandse staat wel, ondanks dat de Venetianen, Duitsers en Fransen hier fel op tegen waren. Sultan Ahmet gaf Nederland toestemming tot handel in regio van de Middellandse Zee. Turkije was het eerste land dat Nederland heeft erkend. En dat deed Turkije terwijl het één van de machtigste landen ter wereld was. Nederland verdiende en verdient nog steeds veel geld aan de tulp en tachtig andere bloemsoorten, die uit Turkije naar Nederland zijn gebracht. Hier worden ook festivals over gehouden.”

“Nederland profiteerde ook van de keramiek, tabak, koffie en muziekinstrumenten uit Turkije. Nederland moet Turkije dankbaar blijven. Wat zien we nu? De huidige premier van Nederland, Mark Rutte, schuift dit alles op zij. Zijn anti-Turkije uitspraken en houding zijn verreweg van trouwheid. Slechts een klein deel van de Nederlanders is op de hoogte van wat ik hierboven heb verteld. Ik ben tot op heden de enige die hierover een boek heeft geschreven. Alleen de lezers van dit boek en goede historici weten wat Turkije allemaal voor Nederland heeft betekend. De Nederlanders die de juiste informatie lezen, zullen Turkije vanaf nu (hopelijk) wel dankbaar zijn.”

-Woede?

-“Nederlanders worden niet vaak en ook niet snel boos. Voorbeeld: als een Turk tegen een Nederlander zegt dat hij het ‘met zijn zus/zusje ‘gaat doen’ en op die wijze een familielid beledigt, blijft de Nederlander over het algemeen de Turk op absurde wijze aankijken. De Nederlander zal daarop heel koelbloedig reageren door te zeggen dat ze thuis is en eens moet kijken of zij hem (de Turk die de betreffende opmerking maakt) wel mag. Als een dusdanige opmerking tegen een Turk wordt gemaakt loopt men een groot risico op een gevecht, bloedblad en zelfs moord.”

“Nog een voorbeeld. Een Turkse man is samen zijn echtgenote op bezoek bij haar schoonmoeder. Op een gegeven moment is de Turk boos op zijn vrouw en beledigt haar tijdens een woedeaanval met de woorden: ‘Ik neuk je moeder’. Hierop doet de echtgenote iets onverwachts en zegt dit tegen haar moeder: “Hey mam, hij wil het met je doen”. De schoonmoeder reageert daarop: “Aaah, ik ben te oud voor die zaken”. Als het een Turkse schoonmoeder betrof die op soortgelijke wijze werd geschoffeerd, vloog er op zijn minst iets, bijvoorbeeld een stoel, tegen het hoofd van de belediger.

-Kunt u een politieke voorbeeld geven?

-“Een Turkse politicus die boos is op Nederland begint zijn woorden met “Heeeyyy Nederland” en vervolgt met “jij bent een nazi-overblijfsel, jij bent een fascist, jij bent een uitbuiter”. Daarentegen is de Nederlandse politicus een stuk rustiger en doet niet aan persoonlijke of algehele belediging richting een volk.”

-En hoe zit het met hoffelijkheid tussen Turken en Nederlanders?

-“Nederlanders zijn over het algemeen zachtaardig. In een discussie met andersdenkenden blijft men bij het onderwerp. Maar de Turk dwaalt af en speelt op de man. Voorbeeld: een Turkse politicus zal in een politieke discussie met zijn tegenstander zeggen dat hij niet eens een schaapsherder kan zijn. In Turkije hebben we tijdens verkiezingstijd het helemaal gehad met het geschreeuw startend met ‘Hey jij meneer de Kemal’, ‘Heyyyyy meneer Muharrem’ en ‘ja meneer Recep’. Gelukkig is verkiezingstijd voorbij en is de boel wat rustiger. Daardoor zijn wij ook wat rustiger geworden.”

-Gastvrijheid?

-“Dat Turken zeer gastvrij zijn, zal elk mens wel zeggen. In Marmaris is ‘s nachts rond 23:00 uur een echtpaar bestaande uit een Turk en een Nederlander onderweg naar hun hotel. Zij besluiten een kortere route te nemen door iemands tuin. Zij hebben niet door dat de tuineigenaren thuis gezamenlijk zitten te eten. Hierop schrikt deze echtpaar en probeert met een begroeting weg te komen. Tot hun grote verbazing krijgen zij van deze huiseigenaren te horen: “ook een goedenavond, neem plaats, neem plaats (aan tafel)’. Na veel aandringen besluit het Turks-Nederlandse echtpaar aan de eettafel aan te schuiven en staat versteld van de gastvrijheid.”

“Elke Turk heeft vaak zijn Nederlandse buurman uitgenodigd voor een maaltijd. Of heeft wat van zijn eten aan de buren gegeven. Maar zoiets hoef je niet van Nederlanders te verwachten. Want het antwoord ligt al klaar: ‘Zoiets bestaat niet in onze traditie’.”

-En het verschil in cultuurgebonden beleefdheidsregels?

-“Als we dit onderwerp vergelijken met de mensen van beide landen, zien we dat de Turken meer aandacht besteden aan deze regel. Dit kan anders zijn bij de elite, maar wanneer we kijken naar het gewone volk, ben ik ervan overtuigd dat deze regels hoger in het vaandel staan.”

“Bijvoorbeeld: ik zal mijn gast die mij bezoekt netjes in mijn jas en schoenen bij de deur ontvangen. Dit geldt voor thuis, maar ook op kantoor. Maar bij, toch ga ik ‘sommige Nederlanders’ zeggen, ontbreekt deze beleefdheid.”

“Als bij de Turk een oudere binnenloopt, staat de kleine op en wijst naar een zitplaats. Laat me een gebeurtenis vertellen die ik heb meegemaakt: er wordt een verjaardag gevierd in het huis van een familielid. Het huis zit vol met gasten. De jongste puber van het huis zit op de bank, terwijl een oude Turkse oom moet staan. Op een gegeven moment verlaat deze jonge knaap even zijn zitplaats. De oude Turkse oom neemt daarop plaats op deze bank. De reactie van deze jonge knaap is heel vreemd: “Je zit op mijn plek”. De Turkse oom hoort dit, maar reageert niet. De desbetreffende knul is twintig jaar oud en weet blijkbaar niet wat beleefdheid is.”

-Wat is het verschil tussen het religieuze begrip en gedrag hierin tussen Turken en Nederlanders?

-“Nederlanders zijn over het algemeen christelijk. De Turken zijn moslim. De Turk gelooft in het lot en dat alles al vooraf bepaald is. De Nederlander gelooft daar niet in. Tijdens een debat met een Nederlander zal hij vragen: ‘Is het God die alles over mij heeft bepaald en (zoals moslims dat geloven) alles vooraf is geschreven?’ Welnu, bepaalt God dat diegene een driejarig kind zal verkrachten en daarna vermoordt? Staat dat al geschreven over dat kindje? Het antwoord daarop is moeilijk te vinden en moeilijk uit te leggen aan iemand die daar niet in gelooft.”

“De Turk gelooft in het lot en dat zijn tijd van overlijden vaststaat. De Nederlanders vragen daarop ‘waarom God dan de mensen in Scandinavië negentig jaar laat leven, terwijl mensen in ontwikkelingslanden maar dertig tot vijftig jaar oud worden?’ Ook daar is een moeilijk antwoord op te geven.”

-Hoe kijkt men naar de liefde?

-“Liefde kent geen grenzen. Ieder houdt op unieke wijze van elkaar. Maar wat ik waarneem, is dat mensen die uit het Oosten (Turkije) komen van elkaar kunnen houden alsof hun leven er van af hangt. Ik wil hier geen onderscheid maken tussen Turken en Nederlanders. Het zou geschikter zijn om een oosterse en westerse vergelijking te maken. De westerling verliest, net zoals bij elk onderwerp, ook niet zijn koelbloedigheid. Hij zal van iemand houden, maar niet tot de dood. De oosterling kiest voor de ongelofelijke liefde.”

https://turksemedia.nl/wp-content/uploads/2018/07/Nederland-moet-Turkije-dankbaar-blijven-voor-alles14-.jpg

Ten slotte
Gedurende zijn hele leven worstelde Karaçay in Nederland met sociale kwesties en persoonlijke zaken van zijn landgenoten. Die strijd werd voor werkgeversdeuren, ziekenhuisdeuren, gevangenispoorten en voor menig ander denkbare poorten gehouden. Karaçay’s activiteiten vinden uiteraard een plekje in de Turks-Nederlandse geschiedenis.

Karaçay wordt met name daardoor onder Turks-Nederlandse journalisten gezien als een ‘abi’, Turks voor de (grote) broer.

Afbeelding met lucht, persoon, buiten, person Automatisch gegenereerde beschrijving
Yavuz NUFEL reisde naar Mersin, deed onderzoek en schreef:

DE KARAÇAY’S VAN MERSİN EN DE OPKOMST EN ONDERGANG VAN DE SITES VAN POMPEİPOLİS…

*Leggende namen en symbolische formaties hebben altijd bestaan en zullen altijd blijven bestaan in heel Turkije. De legende van de familie Karaçay in Mersin en de symbolisering van de toeristische faciliteiten met de naam Pompeipolis zullen echter nooit worden vergeten.

*Ik ging naar Mersin en deed diepgaand onderzoek. Ik had een lang gesprek met de mensen van Mersin en İlhan Karaçay, het lid van de Karaçays in Nederland, en ik liet een legendarische familie herleven die je nooit zult vergeten.

*De ‘bully gentlemen’ van de jaren 1950, die later de ‘Beylerbeyi’ werden, waren op de top van hun kunnen.

*De ‘bully gentlemen’ voedden en beschermden de armen en zwakken.

De ‘Beylerbeyi’ daarentegen wilden de maatschappij dienen en entertainen.

Afbeelding met kleding, persoon, person, pak Automatisch gegenereerde beschrijving
De broers Karaçay waren ooit een zeer populaire familie in Mersin met hun beschermende kwaliteiten en sociale en culturele activiteiten. Op de foto, van links naar rechts, zijn de broers Zekeriya, Ayhan, İlhan en Hüseyin Karaçay te zien.

Beste lezers,

Voordat we beginnen met dit interview over legendes, dat ik heb voorbereid na een lange studie en onderzoek, wil ik graag een aantal van de uitdrukkingen die ik hier zal gebruiken uitleggen.

Aangezien ik in dit artikel naar de helden van mijn verhaal zal verwijzen als ‘bullebakken’, wil ik deze uitdrukking eerst verduidelijken.

De laatste tijd wordt er veel gesproken over pestkoppen en ruige jongens.

Sommige mensen gebruiken deze uitdrukkingen om te prijzen en anderen om te bekritiseren. In feite is een pestkop zijn een teken van trots, en een bullebak zijn daarentegen een teken van minachting.

Natuurlijk waren er in de oudheid weinig pestkoppen en veel külhanbeyi.

Külhanbeyi is afgeleid van het woord ‘külhan’.

Külhan is de naam voor het heetste gedeelte van de baden waar het vuur wordt aangestoken. Het water van het bad werd verwarmd door door deze plek te gaan die külhan wordt genoemd. Daarom werd dit deel van de baden een plek waar daklozen, thuislozen en vagebonden onderdak zochten en overnachtten. Zulke jonge mensen schuilden in bijna elk badhuis en werden ‘külhanbeyi’ genoemd.

Dit betekent dat sommige mensen deze term nu ongepast en onjuist gebruiken.

Wat pesten betreft: de pestkoppen, die we vandaag de dag niet meer tegenkomen, waren als de gentleman ridders van de regio. Ze hadden gebruiken en tradities die ‘Racon’ werden genoemd. Ze moesten zich aan deze gebruiken houden. De pestkoppen, die vooral de zwakken, de armen en de eerbare mensen beschermden en beschermden, waren ook mensen die respect toonden voor elkaar.

KARAÇAY FAMILIE

De familie Karaçay, de helden van dit artikel, waren ooit de grootste pestkoppen in Mersin. De wijk Hamidiye waar ze zijn geboren en opgegroeid was een zeer kleurrijke en multiculturele wijk. Er was een gemeenschap van Arabieren, zigeuners en muhajirs.

De vader, Numan Karaçay, was een van de Arabieren die vanuit Hatay Samandağ naar Mersin migreerden.

Toen de vrouw met wie hij trouwde op zeer jonge leeftijd overleed, liet hij drie kinderen achter.

Tijdens de zoektocht naar een vrouw als moeder voor de drie kinderen, Yasin, Naime en Kerim, werd de 17-jarige Vahide, die zelf nog een kind was, gevonden en getrouwd.

Numan Karaçay had twee kruidenierswinkels, één in de bazaar en één in de buurt.

De winkel in de bazaar werd gerund door vader Numan en de winkel in de wijk werd gerund door moeder Vahide.

Met 6 kinderen, Hüseyin, Zekeriya, Kıymet, Ayhan, İlhan en Nimet, was de populatie van het huis gegroeid tot 11 kinderen.

Afbeelding met kleding, Menselijk gezicht, persoon, peuter Automatisch gegenereerde beschrijving
Op 17-jarige leeftijd trouwde Vahide met Numan Karaçay, die 3 kinderen had, en verhoogde het aantal kinderen tot negen en de familiebevolking tot elf.

Vooral de winkel in de bazaar was erg lucratief. Het geld dat in zakken naar huis werd gebracht, werd urenlang gewogen en geteld op de weegschaal. Dit duurde echter niet lang.

Toen vader Numan 9 kinderen en een vrouw achterliet, was het 1946 en was hij 57 jaar oud.

Wijlen Numan vulde de zakken van de kinderen die langs de winkel kwamen met snoep of nootjes en werd door de buurt omschreven als ‘een heel goed mens’.

Na zijn dood ging zijn moeder Vahide, die de groentewinkel in de buurt bleef runnen, om 05.00 uur ‘s ochtends naar de groentemarkt en bracht de te koop aangeboden goederen met een paardenkar naar de winkel.

Er waren 20 schuurtjes op hun binnenplaats. Deze werden allemaal verhuurd aan Roma-burgers.

Vahide, de moeder, zorgde ook voor deze klusjes. Natuurlijk werden de onbetaalde huurgelden meestal opgeteld bij de huur die ze van de groenteboer hadden gekocht door ze op te schrijven in het schuldenboek. Aan het eind werd er een lijn getrokken op de schuldpagina’s in het boek. Het huis van Karaçaylar was een compleet hulpcentrum voor de buurt.

De broers Karaçay, die volwassen en nu jonge mannen waren, hadden een koffiehuis geopend naast de groentewinkel onder hun huis. Maar het koffiehuis moest ‘s ochtends vroeg open. Vahide, de toegewijde en zelfopofferende moeder, nam ook deze taak op zich. Nadat ze ‘s ochtends vroeg terugkwam van de bazaar, opende ze het koffiehuis, stak de kolenbrander aan en zette thee. In het koffiehuis luisterden ze samen met de stamgasten naar de Heilige Koran op de radio en daarna naar Arabische liederen.

De stamgasten van het koffiehuis waren ‘s ochtends Arabieren en ‘s middags Roma-zigeuners. De broers Karaçay, die deze groep altijd verzorgden en steunden, werden geboycot door hun eigen landgenoten, de Arabieren. Het antwoord aan de Arabieren die zeiden ‘Als zij komen, komen wij niet’ was natuurlijk duidelijk: We kunnen geen onderscheid maken tussen mensen.

Het was geen verrassing dat de broers Karaçay in Mersin werden geclassificeerd als ‘zware jongens’.

Hüseyin, de oudste van de bij Vahide geboren Karachays, had een aristocratisch uiterlijk, want hij werd een ‘bullebak’ genoemd. Zekeriya Karaçay, die als ‘Koreaan’ werd bestempeld vanwege zijn deelname aan de Koreaanse oorlog, stond ook bekend als de man die het politiebureau overviel en de dossiers ontvoerde omdat mannen op het politiebureau werden geslagen. Zekeriya Karaçay was een van de beroemdste zware jongens van Mersin, maar hij verwaarloosde de armen nooit.

Ayhan, de middelste broer, had een gekke persoonlijkheid. Net als zijn oudere broers, zorgde hij voor zijn buurt.

Wat betreft İlhan, die jullie allemaal heel goed kennen: Hij was een heer in de buurt, maar een stoute jongen op school. Terwijl de buurt naar hem wees, haalde Ulviye Alpay, de hoofdonderwijzer van Çankaya basisschool, hem en zijn vrienden op van het strand en bracht ze naar school.

Afbeelding met tekst, gebouw, buitenshuis, kunst Automatisch gegenereerde beschrijving

HET TRIESTE VERHAAL VAN DE POMPEIPOLIS-KARAÇAY FACILITEITEN DIE 50 JAAR LANG DE INWONERS VAN MERSIN VAN DIENST WAREN…

De 50 jaar oude faciliteiten, die werden gebruikt door alle Çukurovas, zelfs inwoners van Gaziantep, Kahramanmaraş en Konya en toeristen, zijn nu een schaduw van hun vroegere zelf.

De gazino, waar Dianas uit Italië, Abdullah Yüceler uit Istanbul, Beyaz Butterflies, Erol Büyükburç en Berkant maandenlang optraden, is nu een trieste aanblik.

Het strand en de camping, die vroeger gevuld waren met 2 duizend mensen, en de motelkamers, die ook door toeristen werden gebruikt, zijn nu erg stil.

Terwijl de broers Karaçay een koffieshop runden en koffie verhandelden, besloten ze een restaurant te runnen dat door het Speciale Bestuur in Mezitli was gebouwd en via een aanbesteding werd verhuurd, en ze wonnen de aanbesteding.

Het restaurant, dat was gevestigd in de oude regio Viranşehir, kreeg de naam Pompeipolis om het historische belang ervan te benadrukken.

De Karaçays organiseerden ook een orkest om in het restaurant diner- en dansmuziek op te voeren.

In het begin van de jaren 1960 begonnen de welgestelde mensen van Mersin en Adana interesse te tonen in Pompeipolis. Pompeipolis werd ‘s middags druk bezocht door zakenlui en ‘s avonds door mensen uit de society die graag dansten.

Toen de belangstelling voor het restaurant toenam, werd aan de provincie toestemming gevraagd om de bestaande plaats te vergroten. Deze toestemming omvatte ook de bouw van een motel in de lege ruimte ernaast. De gebroeders Karaçay bouwden een bescheiden motel met 17 kamers en naast de diensten voor de welgestelden en de socialen bouwden ze ook een strand voor de inwoners van Mersin om te profiteren van de warmte.

Emotionele en onvergetelijke faciliteiten

Het verhaal van de Pompeipolis faciliteiten is een legendarisch verhaal…

Het levensverhaal van Pompeipolis, dat 50 jaar lang niet alleen de inwoners van Mersin, maar ook die van Çukurova, Gaziantep, Kahramanmaraş en Konya liet proeven van al het mooie dat recreatie te bieden heeft, bleef helaas onvoltooid.

Het was 1962. Het speciale bestuur van Mersin had een klein restaurant gebouwd in de wijk Viranşehir in Mezitli en bood het te huur aan via een veiling.

Aan het einde van de veiling, werd het beheer van dit restaurant overgelaten aan de broers Hüseyin, Zekeriya, Kıymet, Ayhan, İlhan en Nimet Karaçay, geboren uit Numan en Vahide.

C:\Users\ILHAN\Desktop\EYLUL BULTENINE GIRECEKLER\Pompeipolis aksamlari. (1).jpg

De broers Karaçay veranderden dit restaurant, dat ze 48 jaar huurden, in een casino met muziek, met als doel om de klanten niet alleen een feest van eten maar ook een muzikaal feest te bieden.

C:\Users\ILHAN\Desktop\EYLUL BULTENINE GIRECEKLER\Beyaz Kelebekler (1).jpg
Witte vlinders

s Avonds voerden de klanten hun buikjes onder begeleiding van livemuziek, waarna ze dansten op de livemuziek en plezier maakten.

C:\Users\ILHAN\Desktop\EYLUL BULTENINE GIRECEKLER\Berkant Pompeipolis'te.jpg
Berkant en zijn team bij Pompeipolis

De belangstelling was zo groot dat de broers Karaçay de grootte van de plaats die ze huurden verdrievoudigden en het terras aan zee verlengden tot aan de zee.

C:\Users\ILHAN\Desktop\EYLUL BULTENINE GIRECEKLER\MV5BOGJlODdhM2ItOTEzNy00MGU5LWExZDQtNWUyODQ3N2EyYjhkXkEyXkFqcGdeQXVyMjc2Mzk3ODA@._V1_.jpg
Sevda Ferdağ

Degenen die van ver kwamen om te eten en zich te vermaken, hadden moeite om terug te keren. Inderdaad, de faam van Pompeipolis had zich buiten Mersin verspreid en klanten uit Adana, Hatay, Gaziantep, Kahramanmaraş en Konya begonnen te komen. De terugreis was moeilijk voor degenen die zich verloren in de dans en muziek en te veel dronken. Daarom brachten sommigen de ochtend slapend op stoelen door. Op advies van vrienden werd het idee om motelkamers naast het restaurant te bouwen door het speciale bestuur geaccepteerd. De broers Karaçay gingen aan de slag met de voorwaarde om slechts 17 kamers te bouwen en voltooiden het motel in korte tijd.

Afbeelding met persoon, poseren, muur, person Automatisch gegenereerde beschrijving
Abdullah Yüce

Terwijl het muziekcasino gevuld werd met mensen van buiten de stad, namen ook de klanten van het motel toe.

Toen er gestrande toeristen aankwamen, ontstond het idee om een mokamp op te richten.

De plaats die werd gehuurd van het speciale bestuur was meer dan 7 duizend vierkante meter langs de kust. Nadat ze toestemming hadden gekregen om op dezelfde plaats tenten te plaatsen, werd het tijd om een strand aan te leggen waar inwoners van Mersin konden zwemmen.

Afbeelding met tekst, persoon, poseren, staand Automatisch gegenereerde beschrijving
Erol Büyükburç

İlhan Karaçay verliet Nederland in 1984 en keerde terug naar Mersin met zijn vrouw Jeanne en kinderen Ruşen en Vahide. In hetzelfde jaar werden de faciliteiten volledig gerestaureerd en werd er een strandgedeelte gebouwd dat plaats bood aan tweeduizend mensen. Met de betonnen tafels en stoelen die op het strand stonden, kregen bezoekers ook de mogelijkheid om een barbecuefeest te houden.

Afbeelding met binnen, persoon, menigte Automatisch gegenereerde beschrijving

Het strand was ook erg populair. Bussen van de gemeente Mersin brachten elke dag tweeduizend mensen naar Pompeipolis. Sommigen van hen vervulden hun picknickbehoeften, anderen hun zwem- en zonnebaadbehoeften…

C:\Users\ILHAN\Desktop\EYLUL BULTENINE GIRECEKLER\Pompeipolis Motel ve Plajindan manzaralar (8).jpg

Het restaurant-casino gedeelte was zo beroemd geworden dat het verplicht was om een betere kwaliteitsservice te bieden aan de klanten die interesse toonden. Onder de klanten waren Italianen in Mersin, Amerikanen en Duitsers in Adana. Ook de consul-generaal van Italië behoorde tot de klanten. Met hun hulp werd een contract voor zes maanden getekend met de Italiaanse chanteuse Diana en haar man Bisio.

Dankzij het nieuws en de advertenties in TRT Radio, Cyprus Radio en de krant Hürriyet werd Pompeipolis concurrent van de casino’s in Istanbul. Er werden contracten voor zes maanden getekend met beroemdheden zoals Abdullah Yüce, Beyaz Butterflies, Erol Büyükburç en Berkant.

Op verzoek werd er nog een contract voor zes maanden afgesloten met Diana.

İlhan Karaçay stelde zich kandidaat voor burgemeester van Mersin in 1984 als kandidaat van het Ware Pad. Op dat moment had Okan Merzeci, de kandidaat van de heer Özal, de verkiezingen gewonnen. Karaçay had een lunch georganiseerd om Merzeci te feliciteren.

BREEKPUNT

Kijk hoe İlhan Karaçay het breekpunt beschrijft: ‘Terwijl alles op rolletjes liep in Pompeipolis, moest ik om familieredenen terugkeren naar Nederland. Het was een moeilijke beslissing, maar het moest gebeuren.

C:\Users\ILHAN\Desktop\EYLUL BULTENINE GIRECEKLER\Pompeipolis'te dugun.jpg

Na mijn terugkeer naar Nederland verhuurden mijn broers de faciliteiten aan een bevriende muzikant, Ferhat, om van de extra werkdruk af te komen.

Later sprak een aanzienlijke groep vrienden, vooral İsmet Akol en Ahmet Bilyeli, met mijn broers en overtuigde hen om de faciliteiten te verhuren aan de Taşkıran broers die ze kenden.

Dit is wat er daarna gebeurde. De manier waarop de Taşkırans de faciliteiten exploiteerden was niet naar de zin van het Speciale Bestuur, dat wil zeggen, de staat. De staat nam de faciliteiten, die veel mensen zouden raken met hun dienst en herinneringen, af van de Taşkırans en sloopte het volledig en gooide het plat.

Pompeipolis, dat ik ging bekijken tijdens een bezoek aan Mersin, lag in puin.

Ik kon niet voorkomen dat ik tranen liet terwijl ik het platgegooide gebied bekeek.

C:\Users\ILHAN\Desktop\EYLUL BULTENINE GIRECEKLER\Pompeipolis 2017 (2).JPG
Dit is hoe het tegenwoordig is…

Het was makkelijk gezegd…

Het einde van zulke prestaties en herinneringen was teleurstellend.

C:\Users\ILHAN\Desktop\EYLUL BULTENINE GIRECEKLER\IMG_1201.jpg
Het was als volgt

Tijdens een bezoek aan Mersin, bezocht de zoon van İlhan Karaçay, Ruşen, Pompeipolis, dat nog steeds overeind stond.

Ook hij legde het uitzicht met natte ogen vast.

C:\Users\ILHAN\Desktop\EYLUL BULTENINE GIRECEKLER\Pompeipolis dumduz (yerle bir) (5).JPG

Dit is hoe het gebeurde

Ruşen, die de eerdere beelden mengde met de latere beelden, bereidde de videoclip hieronder voor, die je ook zal raken.

C:\Users\ILHAN\Desktop\EYLUL BULTENINE GIRECEKLER\Pompeipolis Motel ve Plajindan manzaralar (3).jpg
Het was als volgt

Wie is er geen klant geweest van Pompeipolis-Karaçay Faciliteiten…
Karaçay zei het volgende over dit onderwerp:

Afbeelding met lucht, buiten, grond, kust Automatisch gegenereerde beschrijvingDit is hoe het gebeurde

‘Als ik ze probeer op te sommen, kan ik het niet aan.

Maar laat me kort vertellen over een van mijn favoriete herinneringen.

Op een moment dat ik nieuwe contacten aan het leggen was met veel vrienden dankzij de communicatie die Social Media heet, ontving ik een kort briefje van Mehmet Coşkundeniz, een van de beroemde schrijvers van Posta Newspaper, die mijn artikelen volgde. In het briefje stond het volgende ‘Ik herinner me je nu beter. Tijdens mijn Mersin-jaren ging ik elke dag naar je faciliteiten, zwom ik in de zee en ging ik zonnebaden’.

Afbeelding met tekst, persoon, buiten, groep Automatisch gegenereerde beschrijving

Atatürk bracht het laatste bezoek van zijn leven aan Pompeipolis

LATERE LEVEN VAN DE GEBROEDERS KARAÇAY

İlhan Karaçay keerde terug naar Nederland in 1986, waar hij eerder was geëmigreerd en zich had gevestigd, en zet zijn leven voort, dat we kort zullen beschrijven.

Zekeriya Karaçay, de meest behulpzame en favoriete persoon van de familie, overleed na een hersenkramp in 1988.

Ayhan Karaçay, de gekke jongeman van de familie, overleed in 2008 na een kleine operatie als gevolg van onvoorzichtigheid.

Hüseyin Karaçay, de aristocratische jongeman van de familie, overleed in 2019.

De familie Karaçay vormt met ooms, ooms, tantes, neven en nichten de grootste familiegemeenschap in Mersin. İlhan van de familie Karaçay, afkomstig uit Antakya, İskenderun en Samandağ, zet zijn sterke en effectieve activiteiten in Nederland voort.