HOLLANDA’DAKİ TÜRK KADINLARININ ZİRVEYE YÜKSELİŞİ:

HOLLANDA’DAKİ TÜRK KADINLARININ ZİRVEYE YÜKSELİŞİ:

Lahey Büyükelçimiz Fatma Ceren Yazgan, Amsterdam Başkonsolosumuz Mahmut Burak Ersoy, Fahr Konsolosumuz Titus Kramer ve eski İçişleri Bakanı Judith Uitermark’ın ve yüzlerce Türk kadınının buşuluştuğu muhteşem konferans Corendon Otel’de yapıldı.

Bakan, Belediye Başkanı, Milletvekili ve Büyükelçi…
Mühendis, Doktor, Psikolog ve Avukat…
Aktrist, Yazar, Gazeteci ve Sanatçı…
Akademisyen, İş İnsanı, Girişimci ve Sivil Toplum Öncüsü…
Sporcu, Moda Tasarımcısı, Müzisyen ve Yönetmen…

Türk Bilgi ve Belge Merkezi’nin organize ettiği etkinlikte, alkış fırtınası ve gözyaşı seli oldu.

(Haberin Hollandacası en altta.
Nederlandse versie van het nieuws staat onderaan))

Afbeelding met tekst, Menselijk gezicht, person, persoon Door AI gegenereerde inhoud is mogelijk onjuist.
İlhan KARAÇAY yazdı

Değerli Okurlarım,
60 yılı aşkın gazetecilik yaşamımda, gerek Hollanda’da ve gerekse dünyanın dört bir yanında pek çok etkinliğe katıldım ve bu etkinlikleri, “İlhan KARAÇAY bildiriyor” imzaları ile pek çok yayın organında sergilemiştim.
Beni etkileyen ve duygulandıran pek çok etkinliğe katıldım.
Spordan sanata, konserden festivale ve seminerden sergiye kadar her türlü etkinlik sırasında ve sonrasında çok mutlu olmuşumdur.
Ama önceki gün Amsterdam’ın Schiphol yakınındaki Corendon Oteli’nde yapılan etkinlik, beni ziyadesi ile duygulandırdı.

Afbeelding met kleding, person, persoon, Menselijk gezicht Door AI gegenereerde inhoud is mogelijk onjuist.

Etkinliğin konusu, ‘Hollanda’dai kadınlarımız ve hakları’ idi.
Etkinliği organize eden ise, yeni kurulan ‘Türk Bilgi ve Belge Merkezi’ idi.

Lahey Büyükelçimiz Fatma Ceren Yazgan, Amsterdam Başkonsolosumuz Mahmut Burak Ersoy, Fahri Konsolosumuz Titus Kramer ve Hollanda’nın eski İçişleri Bakanı Judith Uitermark’tan başka, Veyis Güngör, Mustafa Ayrancı gibi kanaat önderleri ile yüzlerce insanımızın katıldığı etkinliğin sunuculuğunu Sibel Köklü yaptı.

Afbeelding met kleding, persoon, Menselijk gezicht, person Door AI gegenereerde inhoud is mogelijk onjuist.

Sibel Köklü, açılış konuşmasını yapmak için, Merkez’in Başkanlığını yapan Mustafa Özcan’ı sahneye davet etti.

Afbeelding met tekst, kleding, person, pak Door AI gegenereerde inhoud is mogelijk onjuist.
Mustafa Özcan, konuşmasında Hollanda’ya kırk yıl önce büyük hayallerle geldiğini ve topluma hizmet etme arzusunun hayatı boyunca en büyük motivasyonu olduğunu dile getirdi. Özcan, mevcut derneklerin parçalanmış yapılarından dolayı Türk toplumunun ortak çıkarlarını savunacak güçlü bir yapıya ihtiyaç duyulduğunu belirterek, bu nedenle Türk Bilgi ve Dokümantasyon Merkezi’ni (TCID) kurduklarını vurguladı.

Özcan, konuşmasının devamında TCID bünyesinde kadınlara adanmış yeni bir bölüm olan STERKADIN’ı tanıttı. Kadınların toplumun belkemiği olduğunu ifade eden Özcan, bu oluşumun kadınlara seslerini duyurabilecekleri, özgür seçim yapabilecekleri ve topluma yön verecekleri bir alan sunacağını söyledi.
(Mustafa Özcan’ın konuşmasının tamamını haberin altında bulacaksınız.)

Sunucu Sibel Köklü daha sonra ilk konuşmacı olarak, Corendon’un CEO’su Günay Uslu’yu kürsüye davet etti.

Afbeelding met Menselijk gezicht, tekst, Spreken in het openbaar, Speech Door AI gegenereerde inhoud is mogelijk onjuist.

Etkinliğin onur konuğu ve aynı zamanda konferansın gerçekleştiği otelin sahibi olan Günay Uslu, açılış konuşmasında kadınların liderlikteki rolünü vurguladı. Sık sık masalarda tek kadın olarak bulunduğunu anlatan Uslu, tek bir sesin bile kökleşmiş kalıpları değiştirmeye yettiğini söyledi. Çeşitliliğin bir moda sözcüğü değil, stratejik bir zorunluluk olduğunu belirten Uslu, göçmen geçmişinin sunduğu çok yönlülüğün ufku genişlettiğini, empatiyi artırdığını ve iyi liderlik için gerekli köprüleri kurma yetisi kazandırdığını ifade etti.

Uslu, liderliğin alkış almak değil, farklı düşünen ve eleştirel olan kişilerle çalışabilmek olduğunu belirtti. Rol modellerinin vazgeçilmezliğine dikkat çekerek, “Görmediğiniz bir şeyi olamazsınız” dedi. Annesinin kendi hayatındaki en büyük rol model olduğunu paylaşan Uslu, kadınların başarı hikâyelerinin gelecek nesiller için yol açıcı olduğunu vurguladı. “Kadın liderliğinin gücü olmadan potansiyelimizin yarısını kaybederiz” diyen Günay Uslu, sözlerini ilham verici bir öğleden sonrası dileğiyle tamamladı.
(Günay Uslu’nun konuşmasının tamamını haberin altında bulacaksınız.)

Afbeelding met kleding, persoon, person, Menselijk gezicht Door AI gegenereerde inhoud is mogelijk onjuist.

Günay Uslu’nun konuşmasından sonra sunucu Sibel Köklü şunları söyledi:
“Teşekkür ederim Günay, ilham verici sözlerin ve burada Corendon’daki bu misafirperver karşılama için. Sen, kadın liderliğinin, girişimciliğin ve cesaretin harika bir örneğisin. Bu öğleden sonrayı, kadınların yerlerini aldıklarında nelerin mümkün olabileceğini gösteren biriyle başlatmak gerçekten özel. Sen, hikâyeler, ilham ve bağlarla dolu bir öğleden sonranın tonunu belirledin. Ve sanırım buradaki birçok kişi de katılacaktır: Senin kendi yolculuğun ve liderliğin başlı başına bir ilham kaynağıdır. Bu öğleden sonra da tam olarak bundan bahsedeceğiz: Kadınların seslerini nasıl duyurdukları, yeteneklerini nasıl kullandıkları ve yeni nesillere nasıl ilham verdikleri.”

Afbeelding met kleding, Menselijk gezicht, persoon, microfoon Door AI gegenereerde inhoud is mogelijk onjuist.
Sunucu Sibel Köklü, salonda, davetliler arasında yer alan, Schoof Kabinesi’nde İçişleri Bakanı olan ve kriz sonrasında istifa edenler arasında bulunan Judith Uitermark
ı kürsüye davet etti. Uitermark, siyasi kariyerinden kısaca söz ettikten sonra, Hollanda’da bulunan Türk kadınlarının başarıları karşısında şaşkınlığını gizleyemeyeceğini vurguladı.

Sibel Köklü Demet Akpınar’ı kürsüye davet ederken şunları söyledi:
“Şimdiki konuşmacımız bizi köklerine götürecek. Onun büyükannesi, üç nesli ilhamlandıran ve yön veren güçlü bir kadındı. Demet’in kendisi tutkulu bir proje lideri ve ilham verici bir kişilik. Gelin, Demet Akpınar’ın hikâyesini dinleyelim.”

 

Afbeelding met Menselijk gezicht, kleding, Spreken in het openbaar, Redenaar Door AI gegenereerde inhoud is mogelijk onjuist.

Demet Akpınar konuşmasında, köklerinin Yozgat’ın küçük bir köyüne, anneannesinin annesi Sadegül’e kadar uzandığını anlatarak güçlü kadınların hikâyesini dinleyicilerle paylaştı. Dul kalmasına rağmen sekiz çocuğunu ayakta tutan Sadegül’ün, ardından anneannesi Penpe’nin ve annesinin azim ve kararlılığının, sadece kendi ailelerini değil, köylerini ve toplumlarını da güçlendirdiğini vurguladı. “Güçlü kadınlar yalnızca güçlü kızlar değil, güçlü oğullar da yetiştirir” diyerek, kendi babasının ve annesinin eğitimle toplum inşa eden birer öğretmene dönüşmesini örnek gösterdi.

Hollanda’ya çocuk yaşta geldiğini hatırlatan Akpınar, eğitim yoluyla kendi kuşağının büyük bir sıçrama yaptığını, Haarlem Öğrenciler Birliği’nden başlayan bu yolculuğun pek çok gencin başarı hikâyesine öncülük ettiğini ifade etti. Eğitime yatırım yapan kadınların ve göçmen ailelerin vizyonu sayesinde gençlerin sayısının arttığını, hatta aralarından belediye başkanları ve bakanlar çıktığını söyledi. Konuşmasını “Güçlü kadınlar, güçlü toplumlar yaratır” sözleriyle bitiren Akpınar, görünmeyen ama değişimin sessiz motoru olan kadınların değerinin unutulmaması gerektiğini vurguladı.

Sunucu Sibel Köklü, Akpınarın alkışlarla sonlandırdığı konuşmasından sonra, “Teşekkürler Demet. Hikâyen, güçlü kadınların etkisinin sonraki nesillerde ne kadar derin izler bıraktığını gösteriyor.”
(Demet Akpınar’ın konuşmasının tamamını haberin altında bulacaksınız.)

Muhteşem sunucu Sibel Köklü Gülsemin Konca’yı kürsüye davet ederken şöyle bir sunuş yaptı:
“Şimdiki konuşmacımız bir yazar; romanları ve hikâyeleri bize Türk toplumunda kadınların konumunu – ve bu konumun nasıl değişebileceğini – gösteriyor. Bugün bize Türkçe hitap edecek, ama konuşma sonrası kısa bir özet sunacağım. Gülsemin Konca’yı sıcak bir alkışla
karşılayalım.”

Afbeelding met person, persoon, overdekt, Spreken in het openbaar Door AI gegenereerde inhoud is mogelijk onjuist. Amsterdam’daki çok sesli ve çok renkli buluşmada söz alan yazar Gülsemin Konca, güçlü kadınların hikâyelerine edebiyat üzerinden ışık tuttu. Altı kitabıyla hem aile-çocuk eğitimine hem de kişisel gelişime dair kalıcı izler bırakan Konca, kadınların hayatındaki görünmeyen yükleri ve direnişlerini kelimelere taşıdığını anlattı.

Konca’ya göre güçlü kadın, “hiç ağlamayan” değil, aksine gözyaşını gizlemeyen; incinse de yeniden ayağa kalkabilen, ailesini ve çocuklarını yaşatabilen kadındır. Yazının kadınları görünür kıldığını vurgulayan yazar, “Bir kadının hikâyesi yazıldığında, aslında binlerce kadının hikâyesi görünür olur” diyerek kalemin kadınlar için bir özgürlük alanı, bir sığınak ve bir meydan olduğunu ifade etti.

“Anne Üşürse Çocuk Donar” kitabında annelerin fedakârlığını ve kırılganlığını anlattığını hatırlatan Konca, bir annenin sustuğu yerde çocuğun sesinin kısıldığını, bir kadının hayali yok edilirse bir neslin ufkunun daraldığını söyledi. Kadınların kendi hikâyelerini yazmaları gerektiğini dile getiren Konca, “Kadınların hikâyeleri anlatıldıkça biz daha güçlü olacağız” dedi.

Konca’nın konuşmasından sonra sunucu Sibel Köklü, “Açıkça ortaya çıkan şu ki: Kadınların özgürleşmesi sınırları aşıyor – hem Türkiye’de, hem Almanya’da, hem de burada Hollanda’da.” Derken, alkış fırtınası esti.
(Gülsemin Konca’nın konuşmasının tamamını haberin altında bulacaksınız)

Sibel Köklü daha sonra kürsüye Nilay Ceber’i davet ederken şunları söyledi:
“Sıradaki konuşmacımız tiyatro sanatçısı ve yönetmen. Onun çalışmaları kimlik, özgürlük ve tabuların yıkılması üzerine. Bugün bize etkileyici oyunu Helena/Gül’den bölümler paylaşacak. Sözü Nilay Ceber’e bırakıyorum.”

Afbeelding met Menselijk gezicht, kleding, persoon, tekst Door AI gegenereerde inhoud is mogelijk onjuist.

Nilay Ceber, konuşmasında Truva’nın Helen’inden yola çıkarak kadınların tarih boyunca çoğu kez iradesi yok sayılan, sesi duyulmayan kişiler olduğunu vurguladı. Helen’in hikâyesini sorgularken annesiyle yaptığı derin bir söyleşinin, hem annesinin portresini hem de kendi içsel yolculuğunu ortaya çıkardığını anlattı. Bu sürecin bir filme dönüştüğünü belirten Ceber, geçmişin öykülerinin bugünün hikâyeleriyle nasıl yankı bulduğunu dile getirdi.

Bugün hâlâ kadınların zorla evlendirildiğine dikkat çeken Ceber, bunun çağlar boyunca farklı biçimlerde sahnelenen bir trajedi olduğunu söyledi. “Yakınımızdaki ve tarihin derinliklerindeki hikâyelere kulak verirsek, sessizliği kırabiliriz” diyerek sözlerini tamamladı.
(Nilay Ceber’in konuşmasının tamamını haberin altında bulacaksınız.)

Sibel Köklü daha sonraki konuşmacı Semiha Nur Turgut’u kürsüye şöyle davet etti:
“Şimdiki konuşmacımız, girişimci, koç ve Go Rise Coaching’in CEO’su. O bize genç kadınların ve öğrencilerin bugün yollarını nasıl bulmaya çalıştıklarını – rol modelleriyle ya da rol modelleri olmadan – anlatacak. Semiha Nur Turgut’u sıcak bir alkışla karşılayalım.”

Afbeelding met kleding, Speech, Redenaar, Spreken in het openbaar Door AI gegenereerde inhoud is mogelijk onjuist.

Semiha Nur Turgut, konuşmasında zor bir çocukluk geçirdiğini, kumar bağımlısı bir babayla büyümesine rağmen kendi yolunu seçtiğini anlattı. Daha küçük yaşta hayatta kalmayı öğrenmek zorunda kaldığını, bunun ise ona bugüne kadar taşıdığı içsel bir güç verdiğini söyledi. “Geçmişin geleceğini belirlemez, onu sen belirlersin” sözünü ilke edindiğini vurgulayan Turgut, bu güçle Go Rise Coaching & Sisterhood topluluğunu kurduğunu belirtti.

Genç kadınların kalıpları kırmasına, kendi seçimlerini yapmasına ve birbirlerini destekleyerek büyümesine odaklandıklarını dile getiren Turgut, gerçek gelişimin ancak maskeleri çıkarıp kırılganlıkla yüzleşince başlayacağını ifade etti. Misyonunun yalnızca bireylere değil, şirketler ve kurumlarla da iş birliği yaparak gençlere fırsatlar yaratmaya yönelik olduğunu söyledi. “Geçmişimin kurbanı değil, kendi geleceğimin yaratıcısıyım” diyerek sözlerini tamamladı.
(Semiha Nur Turgut’un konuşmasının tamamını haberin altında bulacaksınız.)

Sibel Köklü daha sonra Psikiyatrist Aynur Bayram’ı kürsüye davet ederken büyük bir alkış kopmuştu.

Afbeelding met kleding, persoon, overdekt, Menselijk gezicht Door AI gegenereerde inhoud is mogelijk onjuist.

Aynur Bayram, konuşmasında 7 yaşında geldiği Hollanda’da zorluklarla dolu bir çocukluk geçirdiğini, ama annesinin güçlü desteğiyle eğitim yolunda adım adım yükseldiğini anlattı. İlk başta öğretmen olmak isterken, fen derslerindeki başarısı sayesinde doktorluğa yöneldiğini ve sonunda psikiyatrist olduğunu belirtti. Özellikle annesinin “isteyenin bir yol bulduğunu” öğreten güçlü tutumunun hayatındaki dönüm noktası olduğunu vurguladı. Bayram, “Çok kişi psikolog ile psikiyatristi karıştırıyor, ama ben psikiyatristim” diyerek mesleğinin önemine dikkat çekti.

Psikiyatri alanındaki tecrübeleriyle toplumun ihtiyaçlarını karşılamayı hedeflediğini dile getiren Bayram, bugün Arnhem’de 200’den fazla hastası ve 11 çalışanıyla faaliyet gösteren JOY GGZ adlı kurumun kurucusu olduğunu belirtti. Bunun yanında gönüllü çalışmalar, kadın dernekleri, MÜSİAD’ın ilk yönetimi ve Türk Psikiyatri Platformu gibi pek çok alanda aktif rol aldığını söyledi. “Asla öğrenmek için geç değildir” diyerek sözlerini bitiren Aynur Bayram, güçlü kadınların topluma kattığı değerin altını çizdi.
(Aynur Bayram’ın konuşmasının tamamını haberin altında bulacaksınız.)

Afbeelding met kleding, schoeisel, persoon, person Door AI gegenereerde inhoud is mogelijk onjuist.
Bir ikram resepsiyonu ile sona eren etkinlikten ayrılırken kısa bir konuşma yapan Lahey Büyükelçimiz Fatma Ceren Yazgan, “Bir gün gelecek, Hollandacayı iyi öğrendikten sonra, ben de arkadaki sandalyelere oturacağım” dedi ve alkış topladı.

Değerli Okurlarım,
İzleyen ve dinleyen her insanı duygulandıracak olan böylesi bir organizasyonu düzenleyen Türk Bilgi ve Belge Merkezini tanıtmak istiyorum.
Daha sonra da, yapılan konuşmaların tamamını sizlere sunacağım.


Türk Bilgi ve Belgeleme Merkezi (TCID)
STİCHTİNG TURKS CENTRUM VOOR İNFORMATİE & DOCUMENTATİE (TC-İD

Kuruluş ve Amaç
Türk Bilgi ve Belgeleme Merkezi (TCID), 30 Nisan 2025 tarihinde Amsterdam’da resmi olarak kurulmuştur.
Bu kuruluş, Hollanda’daki Türk-Niederlands toplumu ve daha geniş anlamda Avrupa’daki Türk diasporası için sosyal, kültürel ve politik bilgi üretimi, belgeleme ve farkındalık artırma misyonuyla yol almayı hedefleyen bağımsız, kar amacı gütmeyen bir vakıftır.
TCID’nin temel vizyonu, kimlik, temsil ve bağlantı değerlerini esas alarak kapsayıcı bir toplumda herkesin sesini duyurabileceği bir zemin yaratmaktır.

Faaliyet Alanları ve Yapısı
Merkez, çok yönlü bir organizasyon yapısına sahiptir. Aşağıdaki departman ve alanlar, TCID’nin temel işlevsel bileşenlerindendir:

  • Düşünce Merkezi (Think Tank): Araştırma, toplumsal analiz ve politika önerileri geliştirme

  • Lobi & Politika Departmanı: Karar alma süreçlerinde etki kurma ve temsil güçlendirme

  • Hukuk Bölümü: Yasal düzenlemeler, haklar ve mevzuatla ilgili bilgilendirme

  • Belgeleme Departmanı (Dokümantasyon): Arşiv yönetimi, tarihi belgeler, kuşakların hikâyelerinin toplanması

  • Medya Bölümü: Bilgi kampanyaları, medya üretimi, kamu algısı ve imaj analizi

  • Irkçılık & Ayrımcılık Bölümü: Toplumsal farkındalık kampanyaları ve diyalog platformları

  • Kadın Birimi: Kadınların toplumsal görünürlüğü, liderliği ve katılımını artırma

  • Gençlik Bölümü (16–28 yaş): Gençlerin yetenek, katılım ve toplumsal aidiyet projeleri

  • Gönüllüler Programı: Topluluk içinden bireylerin aktif katkısı

TCID, hikâyeleri, bilgiyi ve deneyimleri toplayarak korumayı ve paylaşmayı bir sorumluluk olarak görür. Herkesi düşünmeye, katkı sunmaya ve topluluğun gelişimine dahil olmaya davet eder.

Kurumun Misyonu ve Temel Değerleri
TCID’nin misyonu; Hollanda’daki Türk toplumunun sosyal, kültürel ve politik açıdan güçlü bir yer edinmesini sağlamak, kimliğini ve tarihini görünür kılmak, bilgi üretmek ve toplumsal adalet yönelimli projeler geliştirmektir. Kuruluş kimlik, temsil ve bağlantı ilkeleri üzerine inşa edilmiştir ve bu doğrultuda, geçmiş deneyimler ile gelecek perspektifleri arasında bir köprü kurmayı amaçlar.

Ayrıca TCID, toplum içinde güç dengeleri, eşitlik, katılım ve dışlanmaya karşı duruş gibi konulara eğilir; ırkçılığa, ayrımcılığa, ötekileştirmeye karşı bir farkındalık odağı işlevi görmeyi hedefler.

Faaliyetler, Projeler ve Katkılar

  • TCID’nin “Belgeleme Departmanı” aracılığıyla, Hollanda’da üç kuşaktır varlığını sürdüren ailelerin hikâyeleri gibi nadir ve değerli anılar toplanarak arşivlenmektedir.

  • Kurum ayrıca bilgi yayma, konferans ve sergi organizasyonları düzenleyerek, toplumu düşünsel olarak besleyen etkinliklerle katkı sunmaktadır.

  • Bağış ve destek kampanyalarıyla, bağımsız projelerin sürdürülebilirliği sağlanmakta; her türlü maddi katkı, kurumun kültür, bilgi ve toplumsal bağ projelerine destek olmaktadır.

  • Toplumsal temsil, medya görünürlüğü ve kamusal tartışmalarda Türk-Niederlands topluluğunun sesini duyurma çabaları aktif olarak yürütülmektedir.

Gelecek Vizyonu
TCID, kuruluşun ilk yıllarını güçlü bir temel oluşturmak, toplumsal katılımı artırmak ve topluluk içinde güvenli bir alan yaratmak üzere kurgulamaktadır. Önümüzdeki dönemde; daha geniş işbirlikleri, eğitim programları, yaygın dokümantasyon projeleri ve uluslararası bağlantılarla merkez konumunu güçlendirmeyi hedeflemektedir

ŞİMDİ SÖZ KONUŞMACILARDA…

GÜNAY USLU’NUN KONUŞMA METNİNİN TAMAMI

Bu konferansı açma onuru bana verildi. Bunun için çok teşekkür ederim.

Sık sık masalarda tek kadın olduğum durumlarla karşılaştım.
Siyasette, yönetim kurullarında, inşaat sektöründe, bilimsel kurumlarda… Bazen bu durum rahatsız edici olabiliyor.
Ama her defasında gördüm ki tek bir ses bile dinamiği değiştirebilir.
Sadece varlığınız bile kökleşmiş kalıpları değiştirmeye yardımcı olabilir.
Birçok araştırma da bunu kanıtlıyor: Üst yönetiminde daha fazla kadın bulunan kurumlar, daha yenilikçi, daha dirençli ve daha başarılı oluyor.
Çeşitlilik bir moda sözcüğü değildir. Çeşitlilik (ve öyle kalmaya devam edecek) stratejik bir zorunluluktur.

Bugün bizi birleştiren bir şey var: Çeşitlilik, göçmen geçmişi. Ve bu geçmiş bize çok şey öğretti, çok şey kazandırdı.

  • Farklı dünyalar, diller ve kültürler arasında geçiş yapabiliyoruz.

  • Aynı anda bir dili dinleyip, başka bir dili görebiliyoruz.

  • Bazen dışarıdan bir göz oluyoruz, ama aynı zamanda olayların tam ortasında yer alıyoruz.

  • Bir yandan ait hissediyoruz, bir yandan da bazen dışarıda kalıyoruz.

Bu durum insanı zaman zaman savunmasız kılsa da aslında çok büyük bir güçtür. Ufku genişletir, empatiyi artırır, liderliği güçlendirir.

  • Çünkü farklı dünyalar arasında hareket eden, mevcut yapıların dışında durabilen kişi…

  • sistemlerin nerede tıkandığını daha çabuk görür, fırsatları fark eder ve köprüler kurar.

Bunlar da zaten iyi liderliğin en önemli özellikleridir.
Çünkü liderlik alkış almakla ilgili değildir. Asıl mesele, kendinizi sizden farklı olan, farklı düşünen, size meydan okuyan, size karşı çıkan ve eleştirel olan insanlarla çevrelemektir.
Evet, bu her zaman rahatlatıcı değildir, ama kesinlikle hayati öneme sahiptir.
Çünkü değişim yaratmak, bir şeyleri harekete geçirmek için gereklidir.

Buradan rol modellerine gelmek istiyorum… Geçmişte bu konuda biraz alçakgönüllüydüm, hatta biraz da eleştireldim. Ama artık öyle değil. Rol modelleri vazgeçilmezdir.
Çünkü görmediğiniz bir şeyi olamazsınız.
Bugün burada hikâyesini bizimle paylaşan her kadın, gelecek nesil için yolun üzerine bir taş koymuş oluyor.

Ve gelelim bu öğleden sonranın temasına: Gelecek kadındır.
Aslında ben geleceğin kadın ya da erkek olduğuna inanmıyorum. Gelecek insandır.
Ama kadın liderliğinin gücü olmadan potansiyelimizin yarısını kaybederiz.

Benim rol modellerimden biri annemdir. Biz birlikte okumayı öğrendik. Ben 7 yaşındaydım, o 40.
Bana her zaman ilerleyebileceğini gösterdi. Açabileceğin dünyaların bir sınırı olmadığını…
Her zaman potansiyelini kullanabileceğini ve başkalarını şaşırtabileceğini gösterdi.

Hepinize ilham verici bir öğleden sonrasını diliyorum.

DEMET AKPINAR’IN KONUŞMASININ TAMAMI:

Benim hikâyem aslında bende başlamıyor.
Çok ama çok daha önce başlıyor.
Geçen yüzyılda, henüz Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulmadığı bir dönemde – 1900’lerin başında.
Orta Anadolu’nun tam ortasında, Yozgat’ta küçücük bir köy olan Pohrek’te.

Hikâye, anneannemin annesi Sadegül ile başlıyor.

O dönem belirsizliklerle doluydu.
Kadınlar çoğunlukla kamusal hayatın dışında bırakılıyordu.
İsimleri gazetelere girmiyor, fotoğrafları duvarlara asılmıyordu.

Ve yine de…
Bütün zorluklara rağmen Sadegül genç yaşta eşini kaybetti.
Sekiz çocuğu vardı. Sekiz!
Ama dimdik ayakta kaldı.

Hayal edebiliyor musunuz?
Genç bir dul… Bir köyde… Daha kendini bulmamış bir ülkede.
Ama o ne kırıldı ne de eğildi.
Hayata dimdik baktı.
Konuştuğunda herkes susup onu dinledi.
Herkes biliyordu: Bu kadın doğruyu söylüyor.
Bu kadın sağlam bir kaya gibi duruyor.

O ortamda büyüdü onun en büyük kızı, anneannem Penpe.
Babasızdı ama annesiyle birlikte evin sorumluluğunu üstlendi.
Küçücük toprak parçası ancak mütevazı bir gelir sağlıyordu.

O evde sadece ekmek paylaşılmıyordu, umut da paylaşılıyordu.
Sadece yemek değil, azim de vardı.
Sadece sıcaklık değil, sorumluluk da vardı.
Yalnızlık değil, dayanışma vardı.

Bu kadınlar sadece evi çekip çevirmiyordu.
Karakter inşa ediyorlardı.
Bir sonraki neslin temelini atıyorlardı.

Yan köy Bahadın’da topraksız bir aile yaşıyordu.
Geçimlerini ellerinden ve yeteneklerinden kazanıyorlardı.
Hüseyin ve oğlu Zekeriya köy köy dolaşıyordu.
Önce yaya, sonra bir eşekle.
Müzisyendiler – davul ve zurna çalıyorlardı – ama aynı zamanda sünnetçi, nalbant ve pehlivandı.
Çok yönlü adamlardı.
Ve çevrelerine ilham veren insanlardı.

Zekeriya daha sonra anneannem Penpe’nin eşi olacaktı.
Evlendiklerinde ortak mücadeleleri başladı.
Hayat çok zordu.

Ama yine de yeni adımlar attılar.
Dedem hep gururla derdi:
“Biz kendi evine taşınan ilk çift olduk.”
Sadece birkaç metre ötede, basit bir evdi bu.
Ama bağımsızlığın, ilerlemenin sembolüydü.
Daha büyük adımların ilk adımıydı.

Sonra dedem çalışmak için İstanbul’a gitti.
Yıllarca geri dönmedi. Ne para gönderdi ne haber verdi.
Telefon yoktu, sosyal medya yoktu. Sadece sessizlik vardı.

Ve yine de… Anneannem aileyi bir arada tuttu.
Anne-baba evine dönmedi.
Dört çocuğunu büyüttü.
Sadece bir ineği vardı. Süt yoğurda, yoğurt peynire dönüşüyordu.
Kimseye yük olmadan.
Kırılmadan.

İşte onun gücü buydu.

Bir söz vardır, hep hatırlarım:
“Güçlü kadınlar yalnızca güçlü kızlar değil, güçlü oğullar da yetiştirir.”

Ve bunun en güzel örneğini kendi ailemde gördüm.

Anneannem okuma yazma bilmiyordu ama en büyük oğlu – yani babam – okusun diye uğraştı.
Bir çift ayakkabının zenginlik sayıldığı bir dönemde onu öğretmen okuluna gönderdi.
Yırtık plastik ayakkabılarla…
Her gün saatlerce yürüyerek…

Ama asla vazgeçmedi.
Eğitime inandı.
Bildi ki: Bilgi, daha iyi bir hayatın anahtarıdır.

Ve öyle oldu: Oğlu öğretmen oldu.
Sadece öğrenen değil, öğreten bir insan.
Işık saçan, yol gösteren, toplum inşa eden bir insan.

Ve evet, eğitim yolunda annemle tanıştı.
Annem de öğretmen okulunda okuyordu.
Daha sonra Bahadın’ın ilk kadın öğretmeni oldu.
Düşünün: Kırsal bir yerde, kadınların neredeyse hiç çalışmadığı bir dönemde, o sınıfın karşısına geçti.

Bu sadece bir evlilik değildi.
Bu, nesilden nesile aktarılan değerler zinciriydi.
Aileye, köylülere, daha sonra çok daha geniş çevrelere yayılan bir zincir.
Onlarca, yüzlerce öğrenciye ders verdiler. Annem pek çok kişiye ilham oldu.
O evlilikten kardeşim Umut ve ben dünyaya geldik.

Ve size şunu söyleyeyim:
Yozgat’ın güçlü kadınları sadece kendi ailelerini güçlü kılmaz.
Köyleri güçlü kılar.
Şehirleri güçlü kılar.
Bir milleti güçlü kılar.

Onların emeği, duaları, kararlılığı: işte bugün burada bizi buluşturan o sessiz güçtür.

Hollanda’da yaşayan bizler için bu miras sadece bir hatıra değil.
Bir pusula.
Geleceğe yön gösteren bir işaret.

Kardeşim ve ben çocukken Hollanda’ya geldik.
Ben üç yaşındaydım, o yedi.
Dili öğrendik, okula gittik.
Ve çok genç yaşta anladık ki:
Hayat sadece kendimizle ilgili değil.
Topluma katkı sağlamakla ilgili.

Okuduk, üst üste eğitimler aldık:
İkimiz de MAVO’dan başladık, üniversiteye kadar ilerledik.
Ben hâlâ HAVO’dayken, kardeşim Delft’te okuyordu.
Haarlem’deki diğer gençlerle birlikte, 90’ların ortasında Haarlem Öğrenciler Birliğini kurduk.

O zamanlar bizim topluluğumuzdan okuyan sadece bir avuç genç vardı.
Bizden önce sadece birkaç kişi vardı.
Onlardan biri halam Fatma’ydı – çevrede yüksek öğrenim gören ilk kişi.

Ve kadın olduğu için bu daha da anlamlıydı.
O dönemde göçmenlerin çoğu eğitime yatırım yapmıyor, Türkiye’ye dönüş için biriktiriyordu.

Ama halam bu anlayışı yıktı.
Bütün baskılara rağmen okumaya devam etti.

Ondan sonra biz ilk kuşaktık. Henüz kalabalık değildik ama sayımız arttı.
HBO’larda ve üniversitelerde daha çok öğrenci olduk.

Kadınlar sayesinde, büyüklerimizin vizyonu sayesinde öğrenciler çoğaldı.
Haarlem’de belki yirmi otuz gençtik.
HÖB’de hem okuduk hem çalıştık.
Öğrencilere ders verdik.
Aile toplantıları, bilgilendirme oturumları düzenledik.
Anne-babalarla eğitim sistemi arasında köprü olduk.
Onlarca Türk ve Faslı öğrenciye ders verdik.

Eğitimde başarı ve başarısızlık faktörleri üzerine yaptığımız araştırma ulusal ilgi çekti.
Belediye başkanı, Kraliçe Komiseri, hatta Milli Eğitim Bakanı gelip bizi dinledi.
Sonra bizler de belediye başkanı, devlet bakanı, hatta bakan olduk. Burada örnek olarak Günay Uslu var.

Düşünebiliyor musunuz?
Biz – göçmen çocukları.
Biz – okula yalınayak giden kadınların torunları – eğitim sisteminin geleceği hakkında fikir sorulan insanlar olduk.
Sadece fikrimiz alınmadı, yön verdik.
Artık hakkımızda konuşulmasına izin vermedik, sahneye çıktık.

Hanımefendiler, beyefendiler, bütün bunların kökü tek bir şeye dayanıyor:
Kadınların gücü.

Her zaman görünür olmayan kadınlar…
Işığı aramayan, alkış peşinde koşmayan kadınlar…
Ama değişimin sessiz motoru olan kadınlar.

O yüzden asla unutmayalım:

Güçlü kadınlar, güçlü toplumlar yaratır.

Ve bu mesaj sadece bugüne ait değil.
Sadece Anneler Günü’ne değil.
Her güne ait bir mesajdır.

Hadi bu mesajı birlikte yayalım.
Ailelerimizde, topluluklarımızda, artık “vatanımız” dediğimiz bu ülkede.

Ve asla unutmayalım:
Her güçlü erkeğin, her güçlü kızın, her güçlü oğlun arkasında bir kadın vardır.

Belki dışarıya görünmeyen,
ama ailesi, köyü, milleti – hepimiz için vazgeçilmez olan bir kadın.

GÜLSEMİN KONCA’NIN KONUŞMASININ TAMAMI

Sevgili katılımcılar, değerli kadınlar,

Amsterdam’ın bu çok sesli, çok renkli buluşmasında hepinizi yürekten selamlıyorum.

Bugün burada “güçlü kadınlar” üzerine konuşmak için bir aradayız.
Ben güçlü kadınları kalemimden tanıdım. Çünkü ben bir yazarım. Ama ben size güçten önce “kadın”ı anlatmak istiyorum.

Kadın nedir? Bazen bir annenin sessiz duası, bazen bir kız çocuğunun hayali, bazen de toplumun dayattığı zincirleri kıran cesur bir figür. Ama her şeyden önce, kadın bir hikâyedir. Ve işte o hikâyeyi yazıya döktüğümüzde, kadın yalnızca var olmaz; aynı zamanda kalır, yaşar, iz bırakır.

Kitaplarımda kendime ve okuyucularıma aynalar tuttum. Altı kitabım var. Üçü aile ve çocuk eğitimi üzerine; evlilik, anne- baba olma halleri, ilişkilerin görünmeyen yükleri. Diğer üçü ise kişisel gelişim üzerine; insanın kendini bulma yolculuğunu, yeniden doğmayı, içindeki karanlıkla yüzleşip ışığına kavuşmayı anlattım.

Peki bu kitapların güçlü kadınlarla ne ilgisi var?

Aslında hepsiyle. Çünkü her sayfamda, her cümlemde, satır aralarında bir kadının gözyaşı, bir annenin çığlığı, bir genç kızın umudu, bir eşin sabrı, bir annenin direnişi var. Benim için güçlü kadın, “hiç ağlamayan” kadın değildir. Tam tersine, gözyaşını saklamayan, incindiğinde bile ayağa kalkmayı bilen, kendine rağmen çocuklarını yaşatan, ailesini ayakta tutan kadındır.

Benim için güçlü kadın, gücünü kaslarında, parasında ya da ünvanında taşımak zorunda değil. Güçlü kadın, içindeki fırtınayı kelimelere dökebilen, yaşadığı acıyı, aşkı, kaybı anlatabilen kadındır. Çünkü yazı, kadını görünür kılar. Yazı, kadının varlığını “geçici” değil “kalıcı” yapar.

Kalem, çoğu zaman kılıçtan keskin olur. Ben de kendi kitaplarımda hep şunu yapmaya çalıştım: Görülmeyen, konuşamayan, içini dökemeyen kadınlara bir ses olmak. Kimi zaman gurbette hasret çeken, kimi zaman evliliğinde sessiz çığlıklar atan, kimi zaman sandıklara mektuplar saklayan kadınlar. Onların hikâyelerini yazdım, çünkü biliyorum ki: Bir kadının hikâyesi yazıldığında, aslında binlerce kadının hikâyesi görünür olur.

Edebiyat, kadınlara iki şey verdi: Birincisi ayna, ikincisi sahne. Ayna, çünkü kadın edebiyatta kendini gördü. Sahne, çünkü kadın kendi sesini başkalarına duyurdu. Bugün hâlâ pek çok kadın kendi hikâyesini yazamıyor. Ama biz yazarlar, onların gözleri, onların kalemi, onların dili oluyoruz. Bu yüzden edebiyat, kadınlar için bir özgürlük alanıdır. Bir sığınaktır. Bir meydandır.

Benim kitaplarımda kadın bazen anne, bazen eş, bazen kız çocuğu, bazen sadece “kendisi”. Ama her durumda bir mücadele var. Çünkü biz kadınlar, yalnızca başkaları için değil, kendi varlığımızı ispat etmek için de direniyoruz.

“Anne Üşürse Çocuk Donar” dedim. Kitabımda, aslında tüm annelerin yükünü, fedakârlığını, kırılganlığını anlattım. Oradaki anne, tek başına bir ülkeyi, bir nesli taşıyabilecek kadar güçlü. Ama en kırıldığı yer, evladı… Şunu hiç unutmadım: Bir kadının gücü, sadece kendi hayatını değiştirmekle sınırlı değildir. O güç, çocuklarına, ailesine, topluma, hatta dünyaya dokunur.

Bir annenin sustuğu yerde bir çocuğun sesi kısılır. Bir kadının hayali yok edilirse, bir neslin ufku daralır.

Sözlerimi bitirirken şunu söylemek istiyorum: Güçlü kadın olmak, kendini var edebilmek, sesini bulabilmek, kendi hikâyesini yazabilmektir. Ben bir yazar olarak şuna inanıyorum: Kadınların hikâyeleri yazıldıkça, anlatıldıkça biz daha güçlü olacağız. Bu değerli organizasyonu düzenleyenlere, emeği geçen herkese ve bugün burada bulunarak zamanınızı, yüreğinizi paylaşan siz kıymetli katılımcılara teşekkür ediyorum.

NİLAY CEBER’İN KONUŞMASININ TAMAMI

Evlilik çağı geldiğinde, sarayların kapıları birbiri ardına çalındı. Krallar ve prensler sıraya girdi; kimisi bizzat geldi, kimisi elçiler gönderdi. Yolculuklar yapıldı, anlaşmalar imzalandı, düğünler düzenlendi. Ama bütün bunlar, onun iradesi sorulmadan, onun onayı alınmadan gerçekleşti.

Bu hikâye kulağa bir efsane gibi geliyor. Ve öyle de… Bu, Truva’nın Helen’inin hikâyesi. Tarih boyunca bir savaşın fitilini ateşleyen kadın olarak anlatılagelen Helen. Oysa belki de o, sadece seçme hakkı elinden alınmış biriydi. Belki de o, sesi hiç kaydedilmemiş, kendi iradesi yok sayılmış bir kadındı.

İşte bu düşünce beni sarstı. Ama aynı zamanda şunu da merak ettim: Peki, daha yakın hikâyeler nasıldı?

Bunun için annemle konuştum. Bu öyle sıradan bir konuşma olmadı. Çünkü bu kez bir evlat gibi değil, bir kadın kadına dinledim onu. Annelik kimliğini bir kenara bıraktım, ona “kadın” gözüyle bakmak istedim. Kimdi o evlendiğinde? Aşıktı mı? Gerçekten seçme şansı oldu mu? Onun hakiki hikâyesi neydi?

O söyleşilerden bir film doğdu. Ortaya çıkan sadece annemin portresi değil; aynı zamanda benim kendi iç yolculuğum, kendi sorgulamam oldu. Anladım ki onun hikâyesi, hem geçmişin öyküleriyle hem de bugünün öyküleriyle yankı buluyor.

Çünkü hâlâ, her hafta yeniden kadınlar zorla evlendiriliyor. Kimi zaman açık bir şiddetle, kimi zaman sessizce… Bazen aile sevgisi uğruna istemediğini kabullenmek zorunda bırakılıyor, bazen de sesi daha duyulmadan susturuluyor.

Bu durumda sorulacak soru şu: Karşımızdaki şey, çağlar boyunca sürüp gelen bir trajedinin farklı zamanlarda, farklı kılıklarda yeniden sahnelenmesi mi? Yoksa biz bugün yaşanan trajedileri, çok eski zamanların hikâyelerinde mi tanıyoruz?

İşte ben de bu yüzden bu çalışmayı yaptım. Çünkü Helen’in yankısını duydum. Çünkü annemin yankısını duydum.

Ve fark ettim ki: Annemin hikâyesini dinleyerek ben de bir şey kazandım. Yeni bir bağ, daha derin, daha sahici bir bağ. Daha dürüst, daha çıplak bir bakış açısı.

O yüzden diyorum ki: Dinlemeye devam edelim. Sorular sormaya cesaret edelim. Cevaplarımızda dürüst olalım. Yakınımızdaki hikâyelere kulak verelim. Yüzyıllar öncesinden gelenlere de… Bugün yanı başımızda sessizce yaşananlara da…

Çünkü ancak gerçekten dinler, gerçekten sorarsak, sessizliği kırabiliriz. Ve belki de ancak o zaman, trajedilerin aynı acıyla tekrar tekrar sahnelenmesine engel olabiliriz.

SEMİHA NUR TURGUT’UN KONUŞMASININ TAMAMI
“Geçmişin geleceğini belirlemez, onu sen belirlersin.”

Benim adım Semiha Nur Turgut (22). Kumar bağımlısı bir babayla büyüdüm. Daha küçük yaşta, koşullarımın üstesinden gelecek kadar güçlü olma sorumluluğunu hissettim. Başkaları çocuk olabilirken, ben hayatta kalmayı öğrendim. Bu ağır bir şey gibi geliyor – ve gerçekten de öyleydi. Ama bana bugüne kadar taşıdığım içsel bir güç verdi.

Şunu biliyordum: Ben farklı bir yol izlemek istiyorum. Geçmişimi tekrarlamak değil, kendi yolumu yaratmak istiyordum. İşte bu güç beni bugünkü halime getirdi: Go Rise Coaching & Sisterhood’un kurucusu.

Go Rise, benim gibi içinde bulundukları çevrenin ya da bazen kendilerinin düşündüğünden çok daha fazlasını içinde taşıyan genç ve hırslı kadınlar için var. Bu kadınlar kalıpları kırmak, kendi seçimlerini yapmak ve çoğu zaman konfor alanlarının dışına çıkarak fırsatları yakalamak istiyor.

Sisterhood topluluğumuzda kırılganlık, güç ve büyüme merkezde. Burada hikâyelerin paylaşıldığı, güvensizliklerin kabul edildiği ve hedeflerin beslenip güçlendirildiği bir alan sunuyoruz. Çünkü ben, gerçek büyümenin ancak maskeni çıkarmaya cesaret ettiğinde ve kendine tamamen izin verdiğinde başladığına inanıyorum.

Benim misyonum sadece koçlukla sınırlı değil. Genç kadınların birbirini güçlendirdiği, kendilerini geliştirdiği ve gelecekleri için yeni bir hikâye yazdığı bir hareket yaratmak istiyorum. Çünkü senin geçmişin kim olacağını belirlemez, onu sen belirlersin.

Bu yüzden yalnızca bireylerle değil, aynı zamanda gençlere ve genç kadınlara fırsatlar sunmak isteyen şirketler, okullar ve kuruluşlarla da iş birliği yapıyorum. Birlikte köprüler kuruyor, gelecek nesillere ilham veriyor ve insanlara yatırım yapmanın, rakamların asla ifade edemeyeceği kadar büyük bir değer kattığını görünür kılıyoruz.

Ben 22 yaşındayım. Yaşımdan çok daha ağır bir hikâyem var. İşte tam da bu yüzden buradayım. Geçmişimin kurbanı olarak değil, kendi geleceğimin yaratıcısı olarak.

Go Rise; ayağa kalkmayı, seçim yapmayı ve büyümeyi temsil ediyor.

AYNUR BAYRAM’IN KONUŞMA METNİNİN TAMAMI

Ben 1972 yılında, 7 yaşımda Hollanda’ya geldim. Ben, Hollanda’daki ilk güçlü Türk erkeklerinin kızıyım. Ne yazık ki aile birleşiminden sonra, anne ve babamın evliliği sadece 5 yıl sürdü. Boşanma nedeniyle kardeşimle ben yeterince ilgi göremedik ve ilkokuldan sonra daha alt mesleki eğitime yönlendirildik. O jenerasyonda erkekler LTS’ye (Lager Technische School) gönderilir ve çoğunlukla oto tamircisi olurlardı. Kızlar ise LHNO’ya (Lager Huishoud en Nijverheid Onderwijs) yönlendirilirdi; burada hazır giyim, yemek, kuaförlük veya büro işleri seçilebilirdi. Ben de böylece bu okula gittim ve hazır giyimi seçtim. Burada dikiş öğrendim ve pantolon, tayyör ve mont dikebilecek bir atölye açacak seviyeye geldim.

Annem, köy kökenli, okuma yazma bilmeyen, sağlığı da zayıf (astım hastası) bir kadındı. Hollanda’ya gelişinden sonraki 5 yıl içinde, ergenlik çağındaki iki çocuğuyla yalnız başına kaldı! Analfabet! Yarı kör, derdi kendisi için hep. Boşandıktan sonra tek bir mottosu vardı: “Çocuklarım (erkek-kız ayırımı olmadan) kendi ayakları üzerinde durabilmeli ve evlenmeden önce maddi olarak bağımsız olmalı.” Bizim hayattan bir şeyler yapmamız gerekiyordu. Ben pes ettiğim zamanlarda, onun güçlü itişini hissederdik: “İsteyenin bir yolu vardır”, “Hayır zaten cebinde, belki evet kazanabilirsin”, “Ağızlarına tokat mı vuracaklar, söyle”…
Ne yazık ki annemi 58 yaşında kaybettim, ben 32 yaşındaydım. Hâlâ, kendime güvensiz hissettiğimde onun sesini duyar gibi olurum.

Nasıl psikiyatrist olduğumu ben de anlamıyorum… 😊
Ben öğretmen, ilkokulda sınıf öğretmeni olmak istiyordum. Ama ev ekonomisi okuluna gönderildiğim için bu şansım yoktu. Öğretmenlik için MAVO, HAVO ve PABO gerekiyordu. Ama içimde bir şey vardı, annem onu görüyordu. Boşanma sürecinde, hayatta gerçekten “isteyenin bir yol bulduğunu” keşfetmişti. İstediğini sana kimse getirmez; sen istemelisin, sen koparmalısın! Aramaya devam etmeli, en önemlisi kendine güvenmelisin.

Annem bizimle veli toplantılarına gelirdi. Bir toplantıda DEKAN’a “öğretmen olmak istediğimi” söylemek zorundaydım. Çok utanıyordum, çünkü ‘aptal annem bunun bir ev ekonomisi okulu olduğunu anlamıyor’ diye düşünüyordum. Ama söylemek zorundaydım ve utana sıkıla söyledim. Dekan bana, ev ekonomisi okulunda MAVO sınavı yapılabileceğini, üç ders C seviyesinde olursa VHBO’ya (HAVO seviyesinde) geçiş yapabileceğimi söyledi. Bir pencere açıldı ve annemin gücüyle tüm dersleri C seviyesinde vererek o pencereyi sonuna kadar araladım. Böylece VHBO’ya geçtim, oradan da PABO’ya (öğretmenlik eğitimi) girmek için HAVO diploması aldım.

Peki nasıl oldu da doktor oldum, çünkü eğitim ve sağlık birbirinden çok farklı…
VHBO’da fen derslerindeki notlarım, eğitim derslerimden yüksekti. (Evet, evet, yine) bir veli toplantısında öğretmenim bana, neden öğretmenliği seçmek istediğimi, neden bu tarafı seçmediğimi sordu. Ben reddettim, çünkü öğretmen olmak istiyordum. Ama annem o “bu taraf”ı öğrenmek istedi. Öğretmen “doktorluk” dediğinde karar verilmiş oldu: Doktor olacaktım! Nokta! Annem için mesele kapanmıştı.

32 yaşıma kadar (onun ölümüne dek) annem benim gücüm, desteğim, dayanağımdı. Onun ölümünden sonra bir süre ne yapacağımı bilemedim, çünkü gücüm kaybolmuştu. Aile hekimim o zaman bana şöyle dedi: “Gücün annen değildi, sen annenin gücüydün. O, hayatında eksik kalan her şeyi sende buldu ve yaşadı.” Bunu hâlâ hissediyorum. İçimde gerçekten bir şey varmış…
Her şeyden önce kendine güvenmen gerek; kendi iraden, kendi itici gücün, kendi inatçılığın. Çevremdeki insanlardan da şanslıydım, çoğumuz gibi. İlk önce 32 yaşıma kadar annemdi, sonra da bugüne dek eşim oldu. Çok kez pes ettim, ama o bana hep güvendi, gereken desteği ve itişi verdi. Güçlü bir erkeğin arkasında bir kadın vardır, güçlü bir kadının arkasında ise bir erkek. Biz bunun yaşayan kanıtıyız.

Peki şimdi ne yapıyorum?
Doktor oldum ve 45 yaşımda uzman, psikiyatrist olmaya karar verdim. O zamana kadar psikiyatri alanında doktordum ama bir psikiyatristin gözetiminde çalışıyordum. Üst üste üç vaka oldu, kültürel sorunlarla ilgiliydi ve ben bu konuda ‘Batılı psikiyatristimden’ daha fazla bilgiye sahiptim. Ama o beni dinlemek istemedi ve hep Batı protokolünü uyguladı. Ben de arkasında durmadığım şeyleri yapmak zorunda kaldım. Sonunda yumruğumu masaya vurdum: “Ben kendim psikiyatrist olacağım ve o zaman toplum için gerekli olanı yapmama kimse engel olamayacak!”
Asla öğrenmek için geç değildir!
Şimdi 13 yıldır psikiyatristim. Psikiyatrist olduktan iki yıl sonra kendi girişimimi başlattım: JOY GGZ (www.joyggz.nl). Girişim çok büyüdü. Şimdi Arnhem’de 200’den fazla hastası ve 11 çalışanı olan bir kurum halindeyiz.

Öğrencilik yıllarımda Arnhem Diyanet Camii’nin kadınlar kolu yönetiminde görev aldım. Harika yıllardı. Bunun yanında toplum ve eğitim yararına (örneğin Türkçe için El Ele) birçok gönüllü çalışma yaptım. Ayrıca dolaylı olarak siyasette aktif oldum ve Arnhem’in yeniden inşası için çekirdek ekipte yer aldım.

Yakın zamana kadar, MÜSİAD’ın ilk yönetiminde, MÜSİAD Kadınlar Başkanı olarak görev yaptım.
Şu anda ise hızla büyüyen girişimim JOY GGZ’nin yanında, 2023’te Türkiye’deki büyük deprem sonrası kuruluşuna katkıda bulunduğum TPP’nin (Türk Psikiyatri Platformu) yönetiminde yer alıyorum.

TÜRK BİLGİ VE BELGE MERKEZİ BAŞKANI MUSTAFA ÖZCAN’IN KONUŞMASI

Saygıdeğer konuklar,

Ben Mustafa Özcan. Hollanda’ya bundan kırk yıl önce, genç yaşta büyük hayallerle geldim. Burada bir gelecek kurmak, bana kapılarını açan topluma katkıda bulunmak istiyordum. Bu hayal zaman içinde gerçekleşti. Eğitimimi tamamladım, hem kamu hem de özel sektörde çalıştım. Ama beni en çok motive eden şey, topluma hizmet etme arzum oldu.

Bu nedenle daha en başından itibaren çeşitli Türk ve Hollanda derneklerinde aktif görevler üstlendim. Bu çalışmalarda gördüm ki, Türk asıllı Hollandalılar ve diğer etnik grupların ihtiyaçları giderek daha da çeşitleniyordu. Modern toplumun beklentileri büyürken, mevcut kuruluşların sundukları yetersiz kalıyordu. Çünkü dernekler parçalanmış, her biri sadece küçük bir kesime hitap eder hale gelmişti. Oysa bizi birleştirecek, ortak çıkarlarımızı savunacak güçlü bir yapıya ihtiyaç vardı.

Bu sorundan yola çıkarak, dört yıl önce dostum Deniz Koker ile şu soruyu sorduk:
“Türklerin çıkarlarının gerçekten korunmasını nasıl sağlayabiliriz?”

Bu soruyu önce hukukçulara, sonra doktorlara, ardından mühendis ve akademisyenlere yönelttik. Hepsi aynı yanıtı verdi: “Mevcut imkânlar artık yetersiz.” İşte bu noktada yeni bir kuruma ihtiyaç olduğu netleşti. Böylece, “Artık bizim hakkımızda, biz olmadan konuşulmayacak” mottosuyla Türk Bilgi ve Dokümantasyon Merkezi (TCID)’ni kurduk.

TCID’nin misyonu çok açıktır: Türk toplumunun haklarını, Türk dilini ve kültürünü korumak; ayrımcılıkla mücadele etmek; eşit fırsatlar yaratmak; toplumumuzu bilgi, eğitim ve dayanışma yoluyla güçlendirmektir. Yerel ve ulusal yönetimlerle, sivil toplum kuruluşlarıyla ve diğer paydaşlarla iş birliği içinde çalışıyoruz.

Bugün burada toplanmamızın sebebi, TCID’nin önemli bir yapı taşını hayata geçirmek: Kadınlarımıza adanan yeni bölümümüzü tanıtmak. Çünkü biliyoruz ki toplumun belkemiği kadındır. Kadınların gücü, bilgeliği ve yaratıcılığı olmadan ne toplum gelişebilir ne de gelecek inşa edilebilir.

İşte bu yüzden, bugün STERKADIN bölümünü sizlere sunuyoruz. Bu yeni oluşum, her yaştan, her geçmişten kadına açık bir buluşma ve paylaşım platformu olacak. Kadınların sesini duyuracağı, özgürce seçim yapabileceği ve topluma yön vereceği bir alan yaratmayı hedefliyoruz.

Atatürk’ün de söylediği gibi: “Dünyada gördüğümüz her şey kadının eseridir.”
Biz inanıyoruz ki bugünün başarılı Türk kadınları, yarının gençlerine yol gösterecek rol modellerdir. Onların başarı hikâyeleri, gelecek nesillere ilham olacak ve cesaret verecektir.

Bu tarihi günde aramızda olduğunuz için hepinize teşekkür ediyorum. Gelin, bu anı birlikte kucaklayalım. Çünkü gelecek kadının geleceğidir.

                           *******************

DE OPMARS VAN TURKSE VROUWEN IN NEDERLAND:

Onze Ambassadeur in Den Haag Fatma Ceren Yazgan, onze Consul-Generaal in Amsterdam Mahmut Burak Ersoy, onze Ereconsul Titus Kramer, voormalig Minister van Binnenlandse Zaken Judith Uitermark en honderden Turkse vrouwen kwamen samen tijdens een indrukwekkende conferentie in het Corendon Hotel.

Minister, Burgemeester, Parlementslid en Ambassadeur…
Ingenieur, Arts, Psycholoog en Advocaat…
Actrice, Schrijver, Journalist en Kunstenaar…
Academicus, Ondernemer, Zakenvrouw/-man en Pionier van het maatschappelijk middenveld…
Sportvrouw/-man, Modeontwerper, Musicus en Regisseur…

Bij het door het Turks Informatie- en Documentatiecentrum georganiseerde evenement, volgden een storm van applaus en een vloed van tranen elkaar op.

Afbeelding met tekst, Menselijk gezicht, person, persoon Door AI gegenereerde inhoud is mogelijk onjuist.
İlhan KARAÇAY schreef

Beste Lezers,
In mijn meer dan 60 jaar durende journalistieke loopbaan heb ik, zowel in Nederland als elders in de wereld, aan talloze evenementen deelgenomen. Deze heb ik steeds onder de signatuur “İlhan KARAÇAY bericht” in vele media gepubliceerd.
Ik heb aan heel wat gebeurtenissen deelgenomen die mij diep hebben geraakt en ontroerd.
Van sport tot kunst, van concerten tot festivals en van seminars tot tentoonstellingen: telkens weer heb ik mij gelukkig gevoeld tijdens en na zulke evenementen.
Maar de bijeenkomst die eergisteren plaatsvond in het Corendon Hotel, vlakbij Schiphol, raakte mij buitengewoon diep.

Afbeelding met kleding, person, persoon, Menselijk gezicht Door AI gegenereerde inhoud is mogelijk onjuist.

Het thema van het evenement was: ‘Onze vrouwen in Nederland en hun rechten’.
De organisator was het nieuw opgerichte Turks Informatie- en Documentatiecentrum.
Behalve onze Ambassadeur in Den Haag Fatma Ceren Yazgan, onze Consul-Generaal in Amsterdam Mahmut Burak Ersoy, onze Ereconsul Titus Kramer en voormalig Minister van Binnenlandse Zaken Judith Uitermark, waren ook opinieleiders zoals Veyis Güngör en Mustafa Ayrancı aanwezig, evenals honderden van onze landgenoten. De presentatie was in handen van Sibel Köklü.

Afbeelding met kleding, persoon, Menselijk gezicht, person Door AI gegenereerde inhoud is mogelijk onjuist.

Sibel Köklü nodigde voor de openingstoespraak de voorzitter van het Centrum, Mustafa Özcan, op het podium uit.

Afbeelding met tekst, kleding, person, pak Door AI gegenereerde inhoud is mogelijk onjuist.

Mustafa Özcan verklaarde in zijn toespraak dat hij veertig jaar geleden met grote dromen naar Nederland was gekomen en dat zijn verlangen om de samenleving te dienen zijn hele leven de grootste drijfveer is geweest. Özcan benadrukte dat, vanwege de gefragmenteerde structuur van de bestaande verenigingen, er behoefte was aan een sterke organisatie die de gemeenschappelijke belangen van de Turkse gemeenschap zou verdedigen. Om die reden hebben zij het Turks Informatie- en Documentatiecentrum (TCID) opgericht.

Vervolgens stelde Özcan binnen het TCID een nieuwe afdeling voor, speciaal gewijd aan vrouwen: STERKADIN. Özcan onderstreepte dat vrouwen de ruggengraat van de samenleving vormen en dat dit initiatief vrouwen een plek zal bieden waar zij hun stem kunnen laten horen, vrije keuzes kunnen maken en richting kunnen geven aan de samenleving.
(De volledige toespraak van Mustafa Özcan vindt u onderaan het bericht.)

Daarna nodigde presentatrice Sibel Köklü de eerste spreker, de CEO van Corendon Günay Uslu, uit op het podium.

Afbeelding met Menselijk gezicht, tekst, Spreken in het openbaar, Speech Door AI gegenereerde inhoud is mogelijk onjuist.

Eregast van het evenement en tevens eigenaar van het hotel waar de conferentie plaatsvond, Günay Uslu, benadrukte in haar openingsspeech de rol van vrouwen in leiderschap. Ze vertelde dat ze vaak de enige vrouw aan tafel was, maar dat zelfs één stem genoeg kan zijn om diepgewortelde patronen te doorbreken. Diversiteit, zo stelde Uslu, is geen modewoord maar een strategische noodzaak. Zij benadrukte dat de veelzijdigheid die een migratieachtergrond met zich meebrengt het perspectief verbreedt, empathie versterkt en het vermogen biedt bruggen te bouwen – essentieel voor goed leiderschap.

Uslu zei dat leiderschap niet draait om applaus krijgen, maar om kunnen samenwerken met mensen die anders denken en kritisch zijn. Ze wees op het onmisbare belang van rolmodellen met de woorden: “Je kunt niet worden wat je niet ziet.” Haar moeder noemde zij haar grootste rolmodel. Verder benadrukte ze dat de succesverhalen van vrouwen richtinggevend zijn voor toekomstige generaties. “Zonder de kracht van vrouwelijk leiderschap verliezen we de helft van ons potentieel”, aldus Günay Uslu, die haar toespraak afsloot met de wens voor een inspirerende middag.
(De volledige toespraak van Günay Uslu vindt u onderaan het bericht.)

Afbeelding met kleding, persoon, person, Menselijk gezicht Door AI gegenereerde inhoud is mogelijk onjuist.

Na de toespraak van Günay Uslu zei presentatrice Sibel Köklü het volgende:
“Dank je wel Günay, voor je inspirerende woorden en voor deze gastvrije ontvangst hier bij Corendon. Jij bent een prachtig voorbeeld van vrouwelijk leiderschap, ondernemerschap en moed. Het is werkelijk bijzonder om deze middag te beginnen met iemand die laat zien wat er mogelijk is wanneer vrouwen hun plek innemen. Jij hebt de toon gezet voor een middag vol verhalen, inspiratie en verbindingen. En ik denk dat velen hier het met mij eens zullen zijn: jouw eigen reis en leiderschap zijn op zich al een bron van inspiratie. Precies daarover gaat deze middag: hoe vrouwen hun stem laten horen, hun talenten inzetten en nieuwe generaties inspireren.”

Afbeelding met kleding, Menselijk gezicht, persoon, microfoon Door AI gegenereerde inhoud is mogelijk onjuist.Vervolgens nodigde presentatrice Sibel Köklü uit het publiek Judith Uitermark, voormalig Minister van Binnenlandse Zaken in het kabinet-Schoof en een van de bewindspersonen die na de crisis aftrad, uit op het podium. Uitermark sprak kort over haar politieke loopbaan en benadrukte dat zij haar verbazing over de successen van Turkse vrouwen in Nederland niet kon verbergen.

Toen Sibel Köklü Demet Akpınar op het podium uitnodigde, zei zij:
“Onze volgende spreker neemt ons mee terug naar de wortels. Haar grootmoeder was een sterke vrouw die drie generaties inspireerde en richting gaf. Demet zelf is een gepassioneerde projectleider en een inspirerende persoonlijkheid. Laten we luisteren naar het verhaal van Demet Akpınar.”

Afbeelding met Menselijk gezicht, kleding, Spreken in het openbaar, Redenaar Door AI gegenereerde inhoud is mogelijk onjuist.

In haar toespraak vertelde Demet Akpınar dat haar wortels teruggaan tot een klein dorp in Yozgat, bij haar overgrootmoeder Sadegül, en deelde zij de verhalen van sterke vrouwen met het publiek. Zij benadrukte dat Sadegül, ondanks haar weduwschap, haar acht kinderen grootbracht, en dat daarna zowel haar grootmoeder Penpe als haar moeder met vastberadenheid en doorzettingsvermogen niet alleen hun eigen gezinnen, maar ook hun dorp en gemeenschap versterkten.

Met de woorden “Sterke vrouwen brengen niet alleen sterke dochters, maar ook sterke zonen groot” gaf zij het voorbeeld van haar eigen vader en moeder die, dankzij hun opleiding, beiden tot leraren werden en zo de samenleving hielpen opbouwen.

Akpınar herinnerde eraan dat zij als kind naar Nederland kwam en dat haar generatie dankzij onderwijs een grote sprong maakte. Vanuit de Haarlemse Studentenvereniging begon een reis die voor veel jongeren leidde tot succesverhalen. Dankzij de visie van vrouwen en migrantenfamilies die in onderwijs investeerden, groeide het aantal jongeren dat verder kwam, en uit hun midden kwamen zelfs burgemeesters en ministers voort.

Zij sloot haar toespraak af met de woorden: “Sterke vrouwen creëren sterke samenlevingen” en benadrukte dat vrouwen, de vaak onzichtbare maar stille motoren van verandering, nooit vergeten mogen worden.

Na de met applaus beëindigde toespraak zei presentatrice Sibel Köklü:
“Dank je wel Demet. Jouw verhaal laat zien hoe diepgaand de invloed van sterke vrouwen doorwerkt in de volgende generaties.”
(De volledige toespraak van Demet Akpınar vindt u onderaan het bericht.)

De geweldige presentatrice Sibel Köklü kondigde vervolgens Gülsemin Konca aan met de woorden:
“Onze volgende spreker is een schrijfster; met haar romans en verhalen laat zij ons zien welke positie vrouwen in de Turkse gemeenschap innemen – en hoe deze positie kan veranderen. Vandaag zal zij ons in het Turks toespreken, maar na afloop geef ik een korte samenvatting. Laten we Gülsemin Konca met een warm applaus ontvangen.”

Afbeelding met person, persoon, overdekt, Spreken in het openbaar Door AI gegenereerde inhoud is mogelijk onjuist.

Tijdens de veelzijdige en kleurrijke bijeenkomst in Amsterdam liet schrijfster Gülsemin Konca het licht schijnen op de verhalen van sterke vrouwen door middel van literatuur. Met haar zes boeken heeft zij blijvende sporen nagelaten, zowel op het gebied van opvoeding en kind-onderwijs, als op het gebied van persoonlijke ontwikkeling. Zij vertelde dat zij in haar werk de onzichtbare lasten en weerbaarheid van vrouwen in woorden probeert te vangen.

Volgens Konca is een sterke vrouw niet degene “die nooit huilt”, maar juist degene die haar tranen niet verbergt; die, ook al wordt zij gekwetst, toch weer opstaat en haar gezin en kinderen overeind houdt. Zij benadrukte dat schrijven vrouwen zichtbaar maakt: “Wanneer het verhaal van één vrouw wordt opgeschreven, worden in feite de verhalen van duizenden vrouwen zichtbaar.” Het schrijven noemde zij een vrijheidsruimte, een toevluchtsoord en een strijdtoneel voor vrouwen.

In haar boek “Als de moeder het koud heeft, bevriest het kind” belichtte zij het opofferingsvermogen en de kwetsbaarheid van moeders. Zij zei dat waar een moeder zwijgt, de stem van het kind wordt gesmoord, en waar de droom van een vrouw wordt vernietigd, de horizon van een generatie vernauwt. Konca riep vrouwen op hun eigen verhalen te schrijven, met de woorden: “Naarmate de verhalen van vrouwen verteld worden, zullen wij sterker worden.”

Na haar toespraak zei presentatrice Sibel Köklü:
“Wat nu duidelijk naar voren komt is dit: de emancipatie van vrouwen overschrijdt grenzen – zowel in Turkije, als in Duitsland, als hier in Nederland.”
Daarop volgde een storm van applaus.
(De volledige toespraak van Gülsemin Konca vindt u onderaan het bericht.)

Toen Sibel Köklü Nilay Ceber op het podium uitnodigde, zei zij:
“Onze volgende spreker is theatermaker en regisseur. Haar werk draait om identiteit, vrijheid en het doorbreken van taboes. Vandaag zal zij fragmenten met ons delen uit haar indrukwekkende voorstelling Helena/Gül. Ik geef graag het woord aan Nilay Ceber.”

Afbeelding met Menselijk gezicht, kleding, persoon, tekst Door AI gegenereerde inhoud is mogelijk onjuist.

In haar toespraak benadrukte Nilay Ceber dat vrouwen in de loop van de geschiedenis vaak personen waren wiens wil werd genegeerd en wiens stem niet gehoord werd – vertrekkend vanuit de figuur van Helena van Troje. Terwijl zij het verhaal van Helena in vraag stelde, vertelde Ceber dat een diep gesprek met haar moeder zowel een portret van haar moeder als een innerlijke reis van haarzelf had blootgelegd. Dit proces mondde uit in een film, waarin duidelijk werd hoe de verhalen van het verleden resoneren met de verhalen van vandaag.

Ceber wees erop dat ook nu nog vrouwen gedwongen worden uitgehuwelijkt, een tragedie die door de eeuwen heen in verschillende vormen telkens weer wordt opgevoerd. Zij sloot af met de woorden: “Als we luisteren naar de verhalen dichtbij ons en diep in de geschiedenis, kunnen we de stilte doorbreken.”
(De volledige toespraak van Nilay Ceber vindt u onderaan het bericht.)

Daarna kondigde Sibel Köklü de volgende spreker aan, Semiha Nur Turgut, met de woorden:
“Onze volgende spreker is ondernemer, coach en CEO van Go Rise Coaching. Zij zal ons vertellen hoe jonge vrouwen en studenten tegenwoordig hun weg proberen te vinden – met of zonder rolmodellen. Laten we Semiha Nur Turgut met een warm applaus ontvangen.”

Afbeelding met kleding, Speech, Redenaar, Spreken in het openbaar Door AI gegenereerde inhoud is mogelijk onjuist.

In haar toespraak vertelde Semiha Nur Turgut dat zij een moeilijke jeugd had, maar ondanks een vader die gokverslaafd was, haar eigen weg koos. Zij moest al op jonge leeftijd leren overleven en dat gaf haar een innerlijke kracht die zij tot vandaag met zich meedraagt. Turgut benadrukte dat zij het motto “Het verleden bepaalt je toekomst niet, jij bepaalt het zelf” als leidraad heeft aangenomen. Met die kracht richtte zij de gemeenschap Go Rise Coaching & Sisterhood op.

Zij legde uit dat de focus ligt op het doorbreken van patronen, het maken van eigen keuzes en het elkaar ondersteunen zodat jonge vrouwen kunnen groeien. Volgens Turgut begint echte ontwikkeling pas wanneer de maskers worden afgelegd en de confrontatie met kwetsbaarheid wordt aangegaan. Haar missie is niet alleen gericht op individuen, maar ook op samenwerking met bedrijven en instellingen om kansen te creëren voor jongeren. Zij sloot haar toespraak af met de woorden: “Ik ben geen slachtoffer van mijn verleden, maar de schepper van mijn eigen toekomst.”
(De volledige toespraak van Semiha Nur Turgut vindt u onderaan het bericht.)

Daarna nodigde Sibel Köklü, onder luid applaus, psychiater Aynur Bayram uit op het podium.

Afbeelding met kleding, persoon, overdekt, Menselijk gezicht Door AI gegenereerde inhoud is mogelijk onjuist.

In haar toespraak vertelde Aynur Bayram dat zij op zevenjarige leeftijd naar Nederland kwam en een moeilijke jeugd had, maar dankzij de sterke steun van haar moeder stap voor stap in het onderwijs vooruitkwam. Oorspronkelijk wilde zij lerares worden, maar door haar succes in de exacte vakken koos zij voor de geneeskunde en werd uiteindelijk psychiater. Zij benadrukte dat vooral de sterke houding van haar moeder – die haar leerde dat “wie wil, een weg vindt” – een keerpunt in haar leven was.

Bayram wees erop dat veel mensen een psycholoog met een psychiater verwarren, en zei: “Ik ben psychiater”, waarmee zij het belang van haar vak onderstreepte. Met haar ervaring in de psychiatrie wil zij de behoeften van de samenleving dienen. Zij vertelde dat zij oprichter is van JOY GGZ in Arnhem, een instelling met meer dan 200 patiënten en 11 medewerkers. Daarnaast is zij actief in vrijwilligerswerk, vrouwenverenigingen, het eerste bestuur van MÜSİAD en het Turks Psychiatrie Platform. Zij sloot haar toespraak af met de woorden: “Het is nooit te laat om te leren” en onderstreepte de waarde die sterke vrouwen aan de samenleving toevoegen.
(De volledige toespraak van Aynur Bayram vindt u onderaan het bericht.)

Afbeelding met kleding, schoeisel, persoon, person Door AI gegenereerde inhoud is mogelijk onjuist.

Bij het verlaten van het evenement, dat werd afgesloten met een receptie, hield onze Ambassadeur in Den Haag, Fatma Ceren Yazgan, een korte toespraak en zei:
“Er zal een dag komen dat, nadat ik goed Nederlands heb geleerd, ook ik achterin de zaal op een stoel zal plaatsnemen.”
Haar woorden werden met applaus ontvangen.

Beste Lezers,
Ik wil u het Turks Informatie- en Documentatiecentrum voorstellen, dat een organisatie van dit kaliber wist te organiseren en dat ieder die aanwezig was diep raakte.

Later zal ik u de volledige toespraken presenteren.

TURKS CENTRUM VOOR INFORMATIE & DOCUMENTATIE (TC-İD)
STİCHTİNG TURKS CENTRUM VOOR INFORMATIE & DOCUMENTATIE (TC-İD)

Oprichting en Doelstelling
Het Turks Centrum voor Informatie & Documentatie (TCID) is op 30 april 2025 officieel opgericht in Amsterdam.
Deze stichting is een onafhankelijke, non-profitorganisatie die zich ten doel stelt om sociale, culturele en politieke kennisproductie, documentatie en bewustwording te ontwikkelen voor de Turks-Nederlandse gemeenschap in Nederland en, in bredere zin, voor de Turkse diaspora in Europa.
De kernvisie van het TCID is om – op basis van de waarden identiteit, representatie en verbinding – een platform te creëren waar iedereen in een inclusieve samenleving zijn of haar stem kan laten horen.

Werkterreinen en Structuur
Het Centrum heeft een veelzijdige organisatiestructuur. De volgende afdelingen en werkvelden vormen de belangrijkste functionele onderdelen van TCID:

  • Denktank (Think Tank): Onderzoek, maatschappelijke analyse en beleidsvoorstellen ontwikkelen

  • Lobby & Beleidsafdeling: Invloed uitoefenen op besluitvormingsprocessen en representatie versterken

  • Juridische Afdeling: Voorlichting over wetgeving, rechten en regelgeving

  • Documentatie-afdeling: Archiefbeheer, historische documenten, verzamelen van generaties verhalen

  • Mediadepartement: Informatieve campagnes, mediaproductie, analyse van publieke perceptie en imago

  • Afdeling Racisme & Discriminatie: Bewustwordingscampagnes en dialoogplatforms

  • Vrouwenafdeling: Vergroten van zichtbaarheid, leiderschap en participatie van vrouwen

  • Jongerenafdeling (16–28 jaar): Projecten gericht op talentontwikkeling, participatie en sociale binding

  • Vrijwilligersprogramma: Actieve betrokkenheid van leden uit de gemeenschap

Het TCID ziet het als een verantwoordelijkheid om verhalen, kennis en ervaringen te verzamelen, te bewaren en te delen. Het nodigt iedereen uit om mee te denken, bij te dragen en deel te nemen aan de ontwikkeling van de gemeenschap.

Missie en Kernwaarden
De missie van het TCID is: de Turkse gemeenschap in Nederland sociaal, cultureel en politiek te versterken, haar identiteit en geschiedenis zichtbaar te maken, kennis te produceren en projecten te ontwikkelen die gericht zijn op sociale rechtvaardigheid.
De organisatie is gebouwd op de principes van identiteit, representatie en verbinding en wil in dit kader een brug slaan tussen ervaringen uit het verleden en toekomstperspectieven.

Daarnaast richt het TCID zich op thema’s als machtsverhoudingen in de samenleving, gelijkheid, participatie en het tegengaan van uitsluiting. Het streeft ernaar een bewustwordingsplatform te zijn tegen racisme, discriminatie en stigmatisering.

Activiteiten, Projecten en Bijdragen

  • Via de Documentatie-afdeling worden zeldzame en waardevolle herinneringen verzameld en gearchiveerd, zoals de verhalen van families die al drie generaties in Nederland leven.

  • De stichting organiseert conferenties, tentoonstellingen en informatieve activiteiten die de samenleving intellectueel voeden.

  • Met fondsenwervings- en ondersteuningscampagnes wordt de duurzaamheid van onafhankelijke projecten gewaarborgd; iedere financiële bijdrage ondersteunt de cultuur-, kennis- en gemeenschapsprojecten van de stichting.

  • Er worden actieve inspanningen geleverd om de stem van de Turks-Nederlandse gemeenschap te laten horen in maatschappelijke representatie, mediaverschijning en publieke debatten.

Toekomstvisie
Het TCID richt de eerste jaren op het leggen van een stevig fundament, het vergroten van maatschappelijke betrokkenheid en het creëren van een veilige ruimte binnen de gemeenschap. In de komende periode wil het Centrum zijn positie versterken met bredere samenwerkingen, educatieve programma’s, grootschalige documentatieprojecten en internationale verbindingen.

NU IS HET WOORD AAN DE SPREKERS…


DE VOLLEDIGE TOESPRAAK VAN GÜNAY USLU

Aan mij de eer om deze conferentie te openen. Waarvoor veel dank.

Ik heb vaak aan tafels gezeten waar ik de enige vrouw was.

In de politiek, in boardrooms, in de bouw, bij wetenschappelijke instellingen….. Soms voelt dat ongemakkelijk.

Maar elke keer ontdekte ik weer dat één stem de dynamiek kan veranderen.

Alleen al je aanwezigheid kan helpen om vastgeroeste patronen te veranderen.

Ook veel onderzoeken laten dat zien: Organisaties met meer vrouwen in de top, zijn innovatiever, veerkrachtiger en succesvoller.

Diversiteit is geen modewoord. Het is (en blijft!) een strategische noodzaak.

Iets verbindt ons vandaag. Namelijk diversiteit, een migratieachtergrond. En die achtergrond heeft ons veel geleerd, veel gebracht.

  • We kunnen schakelen tussen verschillende werelden, tussen verschillende talen en culturen.

  • Op het zelfde moment kunnen we horen in een taal, terwijl we in andere taal kunnen kijken.

  • Soms zijn we een buitenstaander, maar tegelijkertijd staan we overal midden in.

  • Je hoort erbij, en soms ook niet.

Dat maakt je natuurlijk ook af en toe kwetsbaar, maar het is vooral een grote kracht. Het verruimt perspectieven, vergroot empathie en versterkt leiderschap.

  • Want wie tussen verschillende werelden beweegt, buiten de bestaande structuren kan staan…

  • ziet sneller waar systemen vastlopen… herkent kansen en bouwt bruggen.

En dat zijn nou precies de belangrijkste kenmerken van goed leiderschap.

Want leiderschap draait niet om applaus, het gaat er juist om dat je je omringt met mensen die anders zijn, die anders denken, die je uitdagen, die je tegenspreken en kritisch zijn.

En dat is niet altijd comfortabel, inderdaad, maar wel cruciaal.

Cruciaal om verandering te brengen. Iets in beweging te zetten.

Dat brengt mij bij rolmodellen… Ik was daar in het verleden een beetje bescheiden over, ook wel kritisch. Maar dat is over. Rolmodellen zijn onmisbaar.

Want je kunt niet worden, wat je niet ziet.

Iedere vrouw die vandaag haar verhaal met ons deelt,

legt een steen op de weg voor de volgende generatie.

En dan het thema van deze middag: De toekomst is vrouw. Eigenlijk denk ik dat de toekomst niet vrouwelijk óf mannelijk is. De toekomst is menselijk.

Maar zonder de kracht van vrouwelijk leiderschap missen we de helft van ons potentieel.

Een van mijn rolmodellen is mijn moeder. We hebben samen leren lezen. Ik was 7, zij was 40. Daarmee heeft ze mij laten zien dat je altijd verder kunt gaan. Dat er geen grenzen zijn aan de werelden die je kunt openen.

Dat je altijd je potentieel kunt benutten en anderen verbaasd kunt laten staan.

Ik wens u een inspirerende middag.

DE VOLLEDIGE TOESPRAAK VAN DEMET AKPINAR

Mijn verhaal begint eigenlijk niet bij mij. Het begint veel en veel eerder. Het begint in de vorige eeuw, in een tijd waarin de Republiek Turkije nog niet bestond – begin 1900. In Pohrek, een heel klein dorp in Yozgat, midden in Centraal-Anatolië.

Het begint bij de moeder van mijn oma, Sadegul.

Het was een periode vol onzekerheden. Vrouwen stonden vaak aan de zijlijn van het openbare leven. Hun namen kwamen niet in de kranten, hun foto’s hingen niet aan de muren.

En toch… ondanks alle ontberingen verloor Sadegul op jonge leeftijd haar man. Acht kinderen stonden er onder haar hoede. Acht! En zij hield stand.

Kunt u zich dat voorstellen? Een jonge weduwe, in een dorp, in een land dat zichzelf nog moest uitvinden. En toch: zij brak niet, zij boog niet. Zij keek het leven recht in de ogen. Als zij sprak, luisterde iedereen. Men wist: dit is een vrouw die de waarheid spreekt. Een vrouw die staat als een huis.

In die omgeving groeide haar oudste dochter, mijn oma Penpe, op. Zonder vader, maar samen met haar moeder droeg zij verantwoordelijkheid voor het gezin. Het kleine stukje land zorgde voor een bescheiden inkomen.

In dat huis werd niet alleen brood gedeeld, maar ook hoop. Niet alleen eten, maar ook doorzettingsvermogen. Niet alleen warmte, maar ook verantwoordelijkheidsgevoel. Niet alleen – maar samen.

Deze vrouwen droegen niet alleen het huishouden. Nee, ze bouwden karakter. Ze legden de fundamenten voor de volgende generatie.

In het aangrenzende dorp, Bahadın, leefde een gezin zonder land. Ze waren aangewezen op hun handen, op hun talenten. Hüseyin en zijn zoon Zekeriya trokken van dorp naar dorp. Te voet, later met een ezel. Ze waren muzikanten – trommel en zurna – maar ook besnijder, hoefsmid en worstelaar. Mannen van vele ambachten. En mannen die hun omgeving wisten te inspireren.

Zekeriya zou later de echtgenoot van mijn oma Penpe worden. Toen zij trouwden, begon hun gezamenlijke strijd. Het leven was hard.

En toch… zetten zij nieuwe stappen. Mijn opa zei altijd trots: “Wij waren het eerste stel dat een eigen huis betrok.” Een eenvoudig huis, slechts enkele meters verwijderd van het ouderlijk huis. Maar toch: een symbool van onafhankelijkheid, van vooruitgang. Een eerste stap naar grotere stappen.

Later vertrok mijn opa naar Istanbul, om te werken. Jarenlang bleef hij weg. Geen geld. Geen bericht. Geen telefoon, geen sociale media. Alleen stilte.

En toch… mijn oma hield het gezin bijeen. Ze keerde niet terug naar haar ouderlijk huis. Ze voedde vier kinderen op. Met niets anders dan een koe, waarvan de melk yoghurt werd, en de yoghurt kaas.

Zonder iemand tot last te zijn. Zonder zich te laten breken. Dat was haar kracht. ⸻ Er is een uitspraak die ik altijd heb onthouden: “Sterke vrouwen brengen niet alleen sterke dochters voort, maar ook sterke zonen.”

En het mooiste voorbeeld daarvan zag ik in mijn eigen familie. Mijn oma, analfabeet, zorgde ervoor dat haar oudste zoon – mijn vader – naar school kon. In een tijd waarin een paar schoenen al een teken van rijkdom was, stuurde zij hem naar de lerarenopleiding. Met gescheurde plastic schoenen. Uren lopen, dag in dag uit. Maar zij gaf niet op. Zij geloofde in onderwijs. Zij wist: kennis is de sleutel tot een beter leven. En zo werd haar zoon leraar.

Iemand die niet alleen zelf onderwezen was, maar ook anderen onderwees. Iemand die licht verspreidde, richting gaf, gemeenschappen opbouwde. En ja, in die weg naar onderwijs vond hij mijn moeder. Ook zij studeerde aan de lerarenopleiding. Zij werd later de eerste vrouwelijke lerares van Bahadın.

Denkt u zich in: in een landelijke omgeving, in een tijd waarin vrouwen nauwelijks buitenshuis werkten, stond zij daar – voor de klas. Dat was niet zomaar een huwelijk. Dat was een keten van waarden, doorgegeven van generatie op generatie. Een keten die zich uitbreidde naar familie, dorpsgenoten, en later nog veel verder.

Tientallen, honderden leerlingen gaven zij les. Mijn moeder inspireerde velen. Uit dat huwelijk werden mijn broer Umut en ikzelf geboren. En ik zeg u: de sterke vrouwen van Yozgat maken niet alleen hun eigen gezinnen sterk. Ze maken dorpen sterk. Steden sterk. Een heel volk sterk. Hun inzet, hun gebeden, hun vastberadenheid: dát is de stille kracht die ons hier vandaag samenbrengt.

⸻ Voor ons, die in Nederland wonen, is die erfenis méér dan een herinnering. Het is een kompas. Een richtingaanwijzer naar de toekomst. Mijn broer en ik kwamen als kinderen naar Nederland. Ik was drie, hij zeven. We leerden de taal, gingen naar school. En al heel jong begrepen we: ons leven gaat niet alleen over onszelf.

Het gaat erom dat we bijdragen aan de samenleving. We ging naar school, stapelden opleiding op oplediing: we beginnen allebei op de MAVO en stootten door door de universiteit. Wij sloegen de handen ineen, ik zat nog op de HAVO, hij studeerde al in Delft. Samen met andere jongeren uit Haarlem richtten we midden in de ‘90ee jaren de Studentenvereniging Haarlen Ogrenciler Birligi op. Toen waren er nog maar een handvol jongeren uit onze gemeenschap die studeerden. Voor onze tijd waren het er enkelen. Eén daarvan was mijn tante Fatma – de eerste uit de brede omgeving die hoger onderwijs volgde. En omdat zij een vrouw was, kreeg dat extra betekenis.

In die tijd investeerden maar weinig migranten in onderwijs. Velen spaarden voor de terugkeer naar Turkije. Maar mijn tante doorbrak die logica. Ondanks alle druk uit haar omgeving bleef zij studeren. Na haar waren wij de eerste lichting, nog steeds niet massaal, maar onze aantallen aan de HBO’s en universiteiten groeiden. Dankzij vrouwen zoals zij, dankzij de visie van mijn grootouders, kwamen er steeds meer studenten. Na haar waren wij de eerste lichting, nog steeds niet massaal, maar onze aantallen aan de HBO’s en universiteiten groeiden.

Dankzij vrouwen zoals zij, dankzij de visie van mijn grootouders, kwamen er steeds meer studenten. In Haarlem waren we misschien twintig of dertig jongeren. Tijdens onze tijd ibinnen HÖB studeerden we, werkten we. We gaven bijlessen. We organiseerden ouderavonden en informatiesessies. We werden een brug tussen ouders en het onderwijssysteem. Tientallen leerlingen van Turkse en Marokkaanse afkomst gaven we bijles.

Ons onderzoek naar succes- en faalfactoren in het onderwijs kreeg zelfs nationale aandacht. De burgemeester, de Commissaris van de Koningin, zelfs de minister van Onderwijs kwamen naar ons luisteren. Later zouden wij zelf burgemeester, staatssecretaris, Gunay Uslu is hier een voorbeeld van, en minister worden…. Kunt u zich dat voorstellen?

Wij – kinderen van migranten. Wij – kleinkinderen van vrouwen die zonder schoenen naar school gingen werden wij geraadpleegd over de toekomst van het onderwijs. We werden niet alleen geraadpleegd maar gaven richting. We lieten niet meer over ons praten, maar eisten het podium.

Dames en heren, dit alles heeft één wortel: de kracht van vrouwen. Vrouwen die niet altijd zichtbaar zijn in het publieke domein. Die geen schijnwerpers zoeken. Maar die de stille motor zijn achter verandering.

Laten we daarom nooit vergeten: Sterke vrouwen maken sterke samenlevingen. En dat is geen boodschap alleen voor vandaag. Niet alleen voor Moederdag. Nee – dit is een boodschap voor élke dag. Laten we die boodschap samen uitdragen. In onze gezinnen, in onze gemeenschappen, in dit land dat we nu ons thuis noemen.

En laten we nooit vergeten: achter iedere sterke man, achter iedere sterke dochter, achter iedere sterke zoon… staat een vrouw. Een vrouw die misschien niet zichtbaar is voor de buitenwereld, maar die onmisbaar is – voor haar gezin, voor haar dorp, voor haar volk, voor ons allemaal.

DE VOLLEDIGE TOESPRAAK VAN GÜLSEMİN KONCA

Beste deelnemers, waardevolle vrouwen,
Ik begroet jullie allen van harte bij deze veelzijdige en kleurrijke bijeenkomst in Amsterdam.

Vandaag zijn we hier samengekomen om te spreken over “sterke vrouwen”. Ik heb sterke vrouwen leren kennen via mijn pen. Want ik ben een schrijver. Maar vóórdat ik over kracht spreek, wil ik het hebben over de “vrouw”.

Wat is een vrouw?

Soms is zij het stille gebed van een moeder, soms de droom van een meisje, soms een moedige figuur die de ketenen van de samenleving doorbreekt. Maar bovenal is een vrouw een verhaal.
En wanneer dat verhaal op papier wordt gezet, bestaat de vrouw niet alleen, maar blijft zij ook voortleven en laat zij een spoor na.

In mijn boeken heb ik spiegels voor mezelf en mijn lezers geplaatst. Ik heb zes boeken geschreven. Drie daarvan gaan over gezin en kinderopvoeding: over huwelijk, ouderschap en de onzichtbare lasten binnen relaties. De andere drie gaan over persoonlijke ontwikkeling: over de zoektocht naar jezelf, hergeboorte en de confrontatie met je innerlijke duisternis om zo het licht te vinden.

Wat heeft dit alles met sterke vrouwen te maken?
Eigenlijk met alles. Want op elke pagina, in elke zin, tussen de regels door, zijn er de tranen van een vrouw, de schreeuw van een moeder, de hoop van een jong meisje, het geduld van een partner, de strijd van een moeder.

Voor mij is een sterke vrouw niet iemand die “nooit huilt”. Integendeel: het is de vrouw die haar tranen niet verbergt, die weet op te staan ondanks pijn, die haar kinderen laat leven ondanks haar eigen moeilijkheden, die haar gezin overeind houdt.

Voor mij hoeft een sterke vrouw haar kracht niet te ontlenen aan spieren, geld of een titel. Een sterke vrouw is iemand die de storm in haar binnenste onder woorden kan brengen, die haar pijn, liefde en verlies kan vertellen. Want schrijven maakt de vrouw zichtbaar. Schrijven maakt haar bestaan niet “tijdelijk” maar “blijvend”. De pen is vaak scherper dan het zwaard.

In mijn boeken heb ik altijd geprobeerd dit te doen: een stem zijn voor vrouwen die niet gezien worden, die niet kunnen spreken, die hun hart niet kunnen luchten. Soms vrouwen die in het buitenland heimwee kennen, soms vrouwen die in hun huwelijk stille schreeuwen slaken, soms vrouwen die brieven in kisten verbergen. Ik heb hun verhalen geschreven, want ik weet: wanneer het verhaal van één vrouw wordt geschreven, worden eigenlijk de verhalen van duizenden vrouwen zichtbaar.

De literatuur gaf vrouwen twee dingen: een spiegel en een podium.
Een spiegel, omdat vrouwen zichzelf in de literatuur herkenden.
Een podium, omdat vrouwen hun stem aan anderen konden laten horen.

Vandaag de dag kunnen nog steeds veel vrouwen hun eigen verhaal niet opschrijven. Maar wij, de schrijvers, worden hun ogen, hun pen, hun stem. Daarom is literatuur voor vrouwen een ruimte van vrijheid. Een toevluchtsoord. Een strijdtoneel.

In mijn boeken is de vrouw soms moeder, soms echtgenote, soms een meisje, soms gewoon “zichzelf”. Maar in elk geval is er een strijd. Want wij vrouwen verzetten ons niet alleen voor anderen, maar ook om ons eigen bestaan te bewijzen.

In mijn boek “Als de moeder het koud heeft, bevriest het kind”
vertelde ik eigenlijk over de last, de opoffering en de kwetsbaarheid van alle moeders. Die moeder is sterk genoeg om in haar eentje een land, een generatie te dragen. Maar haar meest kwetsbare plek is haar kind…

Ik ben dit nooit vergeten:
De kracht van een vrouw beperkt zich niet tot het veranderen van haar eigen leven. Die kracht raakt ook haar kinderen, haar familie, de samenleving en zelfs de wereld.
Waar een moeder zwijgt, verstomt de stem van een kind.

Wanneer de droom van een vrouw wordt vernietigd, wordt de horizon van een generatie smaller.

Tot slot wil ik dit zeggen:
Een sterke vrouw zijn betekent jezelf tot bestaan brengen, je stem vinden, je eigen verhaal kunnen schrijven.
En ik geloof als schrijver dat wij sterker zullen worden naarmate de verhalen van vrouwen geschreven en verteld worden.

Mijn dank gaat uit naar de organisatoren van dit waardevolle evenement, naar iedereen die hieraan heeft bijgedragen en naar jullie, dierbare deelnemers, die vandaag hier aanwezig zijn en jullie tijd en hart met ons hebben gedeeld.

 DE VOLLEDIGE TOESPRAAK VAN NİLAY CEBER

Toen het tijd werd om te trouwen, kwamen er vele koningen en prinsen.

Ze vroegen om haar hand. Of ze stuurden afgezanten om het namens hen te doen.
Reizen werden ingezet, verdragen gesloten, huwelijken voltrokken.

Zonder toestemming.

Dit klinkt als een mythe. En dat is het ook: het verhaal van Helena van Troje.
Een vrouw die vaak wordt afgeschilderd als de aanleiding van een oorlog.
Maar misschien was zij gewoon iemand die geen keuze had.
Iemand wiens stem nooit is opgetekend.

Dat verhaal raakte me.
Maar ik vroeg me ook af: hoe zit dat met de verhalen dichterbij?

Ik interviewde mijn moeder.
Dat ging niet zomaar.
Want dit keer luisterde ik niet als dochter.
Ik wilde haar niet horen als mijn moeder, maar als vrouw.
Wie was zij toen ze trouwde? Was ze verliefd? Had ze een keuze? Wat was haar verhaal, echt?

Uit die gesprekken ontstond deze film.
Het is niet alleen een portret van haar, maar ook een zoektocht van mijzelf.
Een poging om te begrijpen hoe haar verhaal resoneert met de verhalen van vroeger, én met de verhalen van nu.

Elke week opnieuw zijn er vrouwen die gedwongen trouwen. Soms door fysiek geweld. Soms juist stilletjes.
Omdat je uit liefde voor je familie iets doet wat je eigenlijk niet wilt.
Of omdat je stem wordt ingeslikt voordat hij gehoord kan worden.

Is dit een eeuwenoude tragedie die steeds doorgaat, in andere vormen, in andere tijden?
Of is het juist de tragedie van nu, die we herkennen in de eeuwenoude verhalen?

Daarom ben ik dit gaan maken.
Omdat ik de echo hoor van Helena.
Omdat ik de echo hoor van mijn moeder.

En ik besef: door haar verhaal te horen, heb ik ook iets teruggekregen.
Een ander soort band.
Een eerlijkere blik.

Dus, laten we blijven luisteren en vragen stellen.
Durven eerlijk te antwoorden.
Naar de verhalen die dichtbij zijn.
Naar de verhalen die eeuwenoud zijn. Naar de verhalen die vandaag gebeuren, soms letterlijk naast ons.
Want alleen door echt te luisteren, door echt te vragen, kunnen we de stilte doorbreken.
En misschien, misschien kunnen we zo voorkomen dat de tragedies zich eindeloos blijven herhalen.

DE VOLLEDIGE TOESPRAAK VAN SEMİHA NUR TURGUT

Je verleden bepaalt niet je toekomst, jij doet dat”

Mijn naam is Semiha Nur Turgut (22). Ik groeide op met een vader die een gokverslaving had. Al jong voelde ik de verantwoordelijkheid om sterker te worden dan mijn omstandigheden. Waar anderen kind konden zijn, leerde ik overleven. Dat klinkt zwaar – en dat was het ook, het gaf mij een innerlijke drive die mij tot op de dag van vandaag drijft.

Ik wist: ik wil het anders doen. Ik wil niet mijn verleden herhalen en mijn eigen pad creëren. Die drive heeft mij gevormd tot wie ik nu ben: de oprichter van Go Rise Coaching & Sisterhood.

Go Rise is er voor jonge ambitieuze vrouwen die, net als ik, voelen dat ze méér in zich hebben dan hun omgeving of zij zelf soms geloven. Vrouwen die patronen willen doorbreken, hun eigen keuzes willen maken en de moed hebben om kansen te pakken – vaak buiten hun comfortzone.

In onze Sisterhood draait het om kwetsbaarheid, kracht en groei. We bieden een plek waar verhalen gedeeld worden, waar onzekerheden erkend worden en waar ambities gevoed worden. Want ik geloof dat echte groei pas ontstaat wanneer je je masker durft af te zetten en jezelf volledig toestaat om te doen.

Mijn missie gaat verder dan coaching alleen. Ik wil een beweging creëren waarin jonge vrouwen elkaar versterken, voor en door, zichzelf ontwikkelen en een nieuw verhaal schrijven voor hun toekomst. Want jouw achtergrond bepaalt niet wie je wordt, jij doet dat.

Daarom werk ik niet alleen met individuen, maar zoek ik ook samenwerking met bedrijven, scholen en organisaties die jongeren en jonge vrouwen kansen willen bieden. Samen bouwen we bruggen, inspireren we de volgende generaties en maken we zichtbaar dat investeren in mensen meer oplevert dan cijfers ooit kunnen uitdrukken.

Ik ben 22. Jong, een verhaal dat zwaarder weegt dan mijn leeftijd doet vermoeden. En juist daarom sta ik hier. Niet als slachtoffer van mijn verleden, maar als creator van mijn eigen toekomst.

Go Rise staat voor opstaan, keuzes maken en groeien.

DE VOLLEDIGE TOESPRAAK VAN AYNUR BAYRAM

 

Ik ben in 1972 naar Nederland gekomen op mijn 7e jaar. Ik ben de dochter van de 1e sterke Turkse mannen in Nederland. Helaas heeft het huwelijk van mijn ouders, na de gezinshereniging in 1972, 5 jaar stand kunnen houden. Door de echtscheiding hebben mijn broer en ik minder aandacht kunnen krijgen en zijn we na de lagere school in de lager beroepsonderwijs beland. In die generatie werden de jongens op de LTS (Lager Technische School) geplaatst en veelal zijn automonteur geworden. De meisjes werden geplaatst op de LHNO (Lager Huishoud en Nijverheid Onderwijs) met de keuze in confectie, koken, kapster en kantoor. Zo kwam ik dus ook op het lager onderwijs en heb gekozen voor confectie. Hier heb ik het naaiwerk geleerd en kan zo een atelier openen van broeken, mantelpakken tot jassen.

Mijn moeder, een analfabete vrouw uit het platteland, met schrale gezondheid (als CARA-patiënt), die binnen 5 jaar in Nederland, alleen is komen te staan met twee kleine kinderen in de puberteit! Analfabeet! Half blind, noemde mijn moeder zichzelf altijd. Na haar echtscheiding had zij 1 motto: “mijn kinderen (zonder onderscheid in jongen-meisje) moeten op eigen benen kunnen staan en financieel onafhankelijk worden voordat zij gaan trouwen”. Wij moesten dus iets van ons leven maken. In de tijden dat ik opgaf, voeldn wij haar krachtige duw “waar een wil is, is een weg”, “nee heb je, ja kan je krijgen”, agzina tokat’mi vuracaklar…soyle”.

Helaas heb ik mijn moeder op haar 58’ste verloren, ik was 32 jaar. Nog steeds hoor ik haar stem in tijden dat ik onzeker ben.

Hoe ik tot psychiater ben gekomen…snap ik ook niet…😊

Ik wilde onderwijzeres, juf op de lagere school worden en voor mij waren de kansen verkeken op de huishoudschool, want voor het onderwijs was MAVO en HAVO en PABO geëist. Er was toch iets in me, dat mijn moeder zag.

Gedurende haar ervaring in de periode van de echtscheiding heeft zij inderdaad ontdekt dat in het leven “waar een wil is, is een weg” bestaat. Je zal het niet krijgen, je moet ernaar vragen, je moet het plukken! Je moet het blijven uitzoeken en vooral vertrouwen hebben in jezelf.

Zo ging mijn moeder met ons mee op ouderavonden op school. In een van de ouderavonden MOEST ik tegen mijn decaan zeggen dat ik juf wilde worden. Ik schaamde me dood met ‘mijn domme moeder, die niet begreep dat dit een huishoudschool is’. Maar ik moest het zeggen en heb het ook gezegd, met schaamte. Mijn decaan gaf toen aan dat je MAVO examens kon doen op de huishoudschool en met drie C-niveaus kon je doorstromen naar VHBO (Voortgezet Hoger Beroeps Onderwijs = gelijk aan HAVO-niveau). Een luik ging open en ik gooide de raam, met de kracht van mijn moeder, helemaal opengegooid met alle vakken op C-niveau. Zodoende kwam ik op de VHBO om een HAVO-briefje te halen voor de PABO (onderwijs).

Hoe ben ik toch arts geworden, want onderwijs en zorg zitten zo ver uit elkaar…?

Op de VHBO waren mijn cijfers voor de exacte vakken hoger, dan de vakken voor het onderwijs. Op (ja, ja, wederom) een ouderavond vroeg mijn leerkracht waarom ik de kant van het onderwijs wilde opgaan, en waarom niet ‘deze’ kant. Ik wees het af, want ik wilde juf worden. Doch moeder moest weten wat er was op ‘deze’ kant. Toen de leerkracht het dokter-zijn benoemde, was de keuze gevallen: ik zou arts worden! Punt uit van mijn moeder!

Tot mijn 32’ste jaar (tot haar dood) was mijn moeder mijn drive, mijn steun, mijn kracht. Na haar dood wist ik het even niet meer, want mijn kracht was weggevallen. Mijn huisarts zij toen: “niet je moeder was jou kracht, maar jij was de kracht van je moeder. Zij heeft alles wat zij heeft moeten missen in jou gevonden en meegemaakt”. En dat voel ik nog steeds. Er zat toch wel iets in me…..

Allereerst heb je vertrouwen in jezelf nodig, je eigen wil, je eigen drive, je eigen koppigheid. Ik heb ook geluk gehad met de mensen om heen, zoals velen van ons hier. Het begon met mijn moeder tot mijn 32’ste jaar. Na mijn 32’ste tot heden is mijn man mijn drijfkracht, mijn steunpilaar, mijn achterban. Ik heb vaak opgegeven en hij bleef vertrouwen in me hebben en heeft mij de benodigde steun en duw gegeven. Achter een sterke man zit een vrouw, achter een sterke vrouw zit een man. Daar zijn wij een levende bewijs van.

Wat doe ik nu?

Ik ben arts geworden en op mijn 45’ste jaar heb ik besloten om specialist, psychiater te worden. Tot dan was ik arts binnen de psychiatrie, onder toezicht van de psychiater. Er waren drie gevallen achter elkaar met culturele problematiek, waarvan ik beter kennis in huis had dan mijn ‘westerse’ psychiater. Hij wilde echter niet luisteren naar mij en bleef het westerse protocol volgen. Ik moest dus doen waar ik niet achter stond en toen heb ik mijn vuist op tafel geslagen “ik ga zelf psychiater worden en niemand kan mij dan tegen houden om dat te doen, wat nodig is voor de samenleving!”.

Je bent nooit te oud om te leren!

Nu ben ik 13 jaar psychiater. Binnen twee jaar na psychiater te zijn geworden, ben ik mijn eigen onderneming begonnen in de geestelijke gezondheidszorg, JOY GGZ (www.joyggz.nl) . De onderneming is heel erg gegroeid. We zijn nu een instelling in Arnhem met boven de 200 patiënten en 11 personeel.

In mijn studiejaren heb ik in het bestuur meegedraaid van de vrouwen-tak van de Diyanet moskee in Arnhem. Het waren fantastische jaren.

Daarnaast heb ik veel vrijwilligerswerk gedaan in het belang van de samenleving en onderwijs (zoals Turkce icin el-ele).

Verder ben ik indirect in de politiek actief geweest en in het kernteam voor de wederopbouw van Arnhem.

Tot voor kort heb ik in het eerste bestuur van MUSIAD als voorzitster van MUSIAD-vrouwen gefunctioneerd.

Momenteel zit ik, naast mijn snelgroeiende onderneming JOY GGZ, binnen het bestuur van TPP (Turks Psychiatrie Platform), waar ik betrokken ben geweest bij de oprichting na de grote aardbevind van 2023 in TR.

DE VOLLEDIGE TOESPRAAK VAN MUSTAFA ÖZCAN

Geachte aanwezigen, dames en heren,

Mijn naam is Mustafa Özcan. Veertig jaar geleden kwam ik als jonge man naar Nederland met een droom: hier een toekomst opbouwen en iets teruggeven aan de samenleving die mij ontving. Die droom is werkelijkheid geworden. Ik heb gestudeerd, gewerkt in publieke en private sectoren, maar bovenal heb ik me altijd ingezet voor de gemeenschap.

Vanaf het begin was ik actief in diverse Turkse en Nederlandse organisaties. Daar ontdekte ik een belangrijke ontwikkeling: de behoeften van Turkse Nederlanders en andere gemeenschappen werden steeds complexer. Moderne verwachtingen namen toe, terwijl bestaande verenigingen te versnipperd waren om deze vraag te beantwoorden. Iedere organisatie bereikte slechts een klein deel van de gemeenschap, terwijl er juist behoefte was aan een sterke, overkoepelende stem.

Samen met mijn vriend Deniz Koker stelden wij onszelf daarom ruim vier jaar geleden de vraag:
“Hoe zorgen we ervoor dat de belangen van Nederlandse Turken écht goed worden behartigd?”

We legden die vraag voor aan juristen, artsen, ingenieurs en academici. Het antwoord was telkens hetzelfde: “Het aanbod schiet tekort.” Dat was voor ons het duidelijke signaal om iets nieuws te creëren. En zo is het Turks Centrum voor Informatie en Documentatie (TCID) ontstaan, met het motto: “Spreek niet langer over ons zonder ons.”

Onze missie is helder: de Turkse taal, cultuur en belangen buiten Turkije beschermen, discriminatie bestrijden, gelijke kansen bevorderen en onze gemeenschap versterken via kennis, educatie en samenwerking. Wij werken actief samen met lokale en nationale overheden, maatschappelijke organisaties en andere partners.

Vandaag komen wij bijeen om een nieuwe mijlpaal te vieren: de lancering van onze vrouwenafdeling STERKADIN. Want wij geloven dat vrouwen de ruggengraat van onze gemeenschap vormen. Hun kracht, wijsheid en creativiteit zijn onmisbaar voor de toekomst.

STERKADIN wordt een ontmoetings- en leerplatform voor vrouwen van alle leeftijden en achtergronden. Een plek waar zij gehoord, gezien en gewaardeerd worden. Waar zij vrij hun keuzes kunnen maken, hun stem laten klinken en bijdragen aan een betere samenleving.

Zoals Atatürk zei: “Alles wat we in de wereld zien, is het creatieve werk van vrouwen.”
Wij geloven dat de sterke Turkse vrouwen van vandaag de rolmodellen zijn voor de generatie van morgen. Hun verhalen en prestaties zullen anderen inspireren en motiveren om hun dromen waar te maken.

Ik heet u allen van harte welkom bij dit historische moment. Laten we samen bouwen aan een toekomst waarin vrouwen centraal staan. Want de toekomst is van de vrouw.

KRAL ALEXANDER, MÜSNTER ÜNİVERSİTESİ VE TELAGRAAF GAZETESİ’NİN GAFI:HOLLANDA’YI İLK TANIYAN OSMANLI’DIR

KRAL ALEXANDER, MÜSNTER ÜNİVERSİTESİ VE TELAGRAAF GAZETESİ’NİN GAFI:HOLLANDA’YI İLK TANIYAN OSMANLI’DIR

Yedi Birleşik Hollanda Cumhuriyeti ilk kez İstanbul’da tanındı, Münster’de değil.

Tarih araştırmacısı Mehmet Tütüncü De Telegraaf gazetesine mektup yazarak, çarpıtmayı düzeltti.

(Haberin Hollandacası en altta.
Nederlandse versie van het nieuws staat onderaan)

Afbeelding met tekst, Menselijk gezicht, person, persoon Door AI gegenereerde inhoud is mogelijk onjuist.
İlhan KARAÇAY yazdı:

De Telegraaf gazetesi, 23 Eylül 2025 tarihli sayısında, Münster’deki “Haus der Niederlande” üzerine yayımladığı geniş haberinde, Hollanda’nın 1648 yılında Vestfalya Barışı ile birlikte ilk kez bağımsız bir devlet olarak uluslararası tanındığını yazdı. Bu iddia, Hollanda tarihini çarpıtan ve Türkiye’nin tarihî rolünü yok sayan bir yaklaşımdır.
De Telegraaf, böylece Hollanda tarihinin en önemli gerçeklerinden birini görmezden geldi: Osmanlı’nın 1612’de yaptığı resmî tanıma.

Bu hatalı anlatıma, Hollanda-Türk ilişkileri konusunda en yetkin isimlerden biri olan tarihçi Mehmet Tütüncü derhâl tepki gösterdi ve gazeteye bir mektup gönderdi. Tütüncü’nün belgelerle ortaya koyduğu bu gerçeği, aşağıda kendi kaleminden okuyacaksınız.

Afbeelding met krant, tekst, Krantenpapier, Nieuws Door AI gegenereerde inhoud is mogelijk onjuist.

Mehmet Tütüncü’nün Mektubu (Hollandaca’dan tercüme)

Afbeelding met kleding, persoon, Menselijk gezicht, glimlach Door AI gegenereerde inhoud is mogelijk onjuist.

Münster değil, İstanbul: Hollanda’nın gerçek doğuşu

Drs. Mehmet Tütüncü
Tarihçi ve Hollanda-Türk Tarihi İlişkileri Uzmanı
E-posta: m.tutuncu@gmail.com Tel: 0624255100

23 Eylül tarihli De Telegraaf gazetesinde, “Haus der Niederlande” hakkındaki bir arka plan yazısında, Münster Barışı’nın merkezde olduğu ve Hollanda’nın 1648 yılında ilk kez uluslararası alanda bağımsız devlet olarak tanındığı ileri sürülmüştü. Bu, ısrarla yinelenen ama yanlış bir görüştür. Yedi Birleşik Hollanda Cumhuriyeti’nin resmî tanınması 1612 yılında gerçekleşmiştir – Münster’de değil, İstanbul’da (o zamanki adıyla Konstantinopolis’te).

Osmanlı İmparatorluğu, 17. yüzyılın başlarında dünyanın en güçlü devletlerinden biriydi ve Habsburglarla sürekli bir mücadele içindeydi. İşte tam da Hollanda İsyanı’nın yöneldiği aynı Habsburg hanedanı – V. Karl ve II. Felipe gibi hükümdarların hanedanıydı. Dolayısıyla Osmanlılar için genç Hollanda Cumhuriyeti, ortak bir düşmana karşı mücadelede mantıklı bir müttefikti.

1610 yılında, sadrazam Halil Paşa, Sultan I. Ahmed adına, Hollanda Genel Meclisi’ne (Staten-Generaal) İstanbul’a bir elçi göndermeleri için resmî davet yolladı. İki yıl sonra Cornelis Haga Osmanlı başkentine gitti ve sultandan yalnızca resmî tanıma değil, aynı zamanda Hollanda’yı Fransa ve İngiltere ile eşit düzeye koyan ticari ayrıcalıklar da elde etti.

Bu tanıma, bir ahidnâme – sultanın tek taraflı bildirisi – ile belgelendi. Bugün hâlâ Ulusal Arşiv’de görülebilen bu belgede, Hollanda’nın yedi eyaletin birleştiği ve Genel Meclis’in yönettiği bir devlet olarak ayrıntılı biçimde tanımlanmış olması dikkat çekicidir. Aslında bu belge, ülkemizin doğum belgelerinden biridir; Münster Barışı’ndan otuz yıldan fazla bir süre öncesine aittir.

Avrupa’nın büyük güçleri, Hollanda’nın bağımsızlığını ancak 1648’de, seksen yıl savaşından sonra isteksizce tanırken, Osmanlılar bunu çok daha önce – 1612’de – inançla ve jeopolitik çıkar gereği yapmışlardır. Bu, tarihimizin unutulmuş bir bölümüdür ve bizi alışıldık Avrupa merkezli bakış açısının ötesine bakmaya zorlamaktadır.

Eğer ulusal tarihimizi ciddiye alıyorsak, kabul etmeliyiz ki Cumhuriyet yalnızca Münster’de değil, İstanbul’da da temellerini bulmuştur.

Şimdi gelelim De Telegraaf’ın çarpıtmasına

De Telegraaf’ın bu hatalı anlatımını asla görmezden gelemem. Çünkü mesele sadece bir tarih detayı değil, Hollanda halkının gözünün önünde yapılan bir çarpıtmadır.

Gerçekler apaçık: Hollanda’yı ilk tanıyan Osmanlı’dır. 1612’de Cornelis Haga İstanbul’a gitmiş, Sultan I. Ahmed tarafından kabul edilmiş ve Hollanda resmen tanınmıştır. Üstelik bu tanımaya ticaret serbestisi de eklenmiştir.

Peki De Telegraaf ne yapıyor?
1648’i “ilk tanıma” diye yazarak hem Osmanlı’yı görmezden geliyor hem de kendi ülkesinin tarihini eksik anlatıyor. Hollanda’nın doğum belgelerinden birini yok saymak, tarihçilik değil, ancak tarih tahrifatıdır.

Kaldı ki Osmanlı’nın tanıması, Hollanda için sadece bir diplomatik jest değil, aynı zamanda hayati bir güvenceydi. Daha Avrupa’daki birçok ülke tereddüt içindeyken, Osmanlı Hollanda’yı tanımış ve ticarette eşitlik sağlamıştı. Bunu unutmak, sadece Türkiye’yi küçümsemek değil, aynı zamanda Hollanda’nın kendi tarihini inkâr etmektir.

Şimdi soruyorum: Bu gerçekten bilgisizlik mi, yoksa bile bile yapılan bir çarpıtma mı?
Bu konuya yeniden döneceğim. Türkiye’nin Hollanda’ya neler kazandırdığını tek tek anlatarak De Telegraaf’ın yüzüne vuracağım.
De Telegraaf ile yıllarca yaptığım mücadeleden de kesitler sunacağım. Bekleyiniz.

DE TELEGRAAF’TA YAYINLANAN YAZININ TAMAMI:

Kral Willem-Alexander, Perşembe günü Almanya’nın Münster kentine bir ziyarette bulundu. Burada hem Birinci Alman-Hollanda Kolordusu’nun hem de “Haus der Niederlande”nin otuzuncu yılı kutlandı. Münster Üniversitesi’nin 1995’ten beri “Hollanda çalışmaları” bölümlerini barındırdığı bu bina, 1648’de Yedi Birleşik Hollanda Cumhuriyeti’nin ilk kez uluslararası alanda egemen bir devlet olarak tanındığı yer olması bakımından da sembolik bir önem taşıyor.

Wouter van Bergen

Münster’de “Haus der Niederlande”nin önünde duran bir ziyaretçi, isyancı Yedi Birleşik Hollanda Cumhuriyeti delegelerinin Seksen Yıl Savaşı’nı sona erdiren müzakerelerde neden kendilerini bu mekânda evlerinde hissettiklerini kolaylıkla anlayabilir. Tuğladan yapılmış merdivenli cepheler, yüksek vitray pencereler ve pencere ile köşelerdeki açık renk taş süslemeler, her tarihî Hollanda kent merkezinde görülebilecek türdendir.

Binanın içinde, yaklaşık dört yüzyıl önce müzakerelerin yürütüldüğü salonda bugün hâlâ orijinal ahşap sıralar durmaktadır. Bunlar insana bir kilisenin koro bölümünü hatırlatır. Günümüzde, binanın kalbinde yer alan sade ahşap sıralı salon, sergiler ve törenler için kullanılmaktadır.

1589’da inşa edilen bu yapı başlangıçta Münsterli kumaş tüccarlarının merkeziydi. Ancak 1648’de burası, Yedi Birleşik Hollanda Cumhuriyeti’nin delegelerinin toplandığı yer oldu. O yılın 30 Ocak günü Hollandalı temsilciler burada İspanyollarla buluştular. Zorlu müzakerelerin ardından, 15 Mayıs 1648’de Cumhuriyet ilk kez bağımsız ve egemen bir devlet olarak uluslararası hukukta tanındı.

Vestfalya Barışı ve Hollanda’nın Yeri

1648’de Münster’de imzalanan bu antlaşma, yalnızca Hollanda için değil, bütün Avrupa için bir dönüm noktası oldu. İspanyol hâkimiyetinin gerilemesine karşılık, Fransa ve diğer güçler Avrupa sahnesinde öne çıktı. Aynı zamanda imzalanan Vestfalya Barışı, “modern devletler sistemi”nin de başlangıcı kabul edilmektedir. Çünkü ilk kez devletlerin birbirlerinin egemenliklerini tanıdığı bir uluslararası düzen ortaya çıktı.

Bu bağlamda, Hollanda Cumhuriyeti de bağımsız bir devlet olarak diplomasi masasında yerini aldı. Daha önce 1588’de “Bağımsızlık Bildirgesi” (Plakkaat van Verlatinghe) ile kendi bağımsızlığını ilan etmiş olsa da, bu sadece iç hukuk açısından geçerliydi. Uluslararası düzeyde gerçek tanınma, Münster’deki antlaşmayla gerçekleşti.

Haus der Niederlande’nin Rolü

1995’te açılan “Haus der Niederlande” (Hollanda Evi), o tarihten bu yana Almanya ile Hollanda arasındaki kültürel ve akademik bağların merkezi hâline geldi. Münster Üniversitesi burada Hollanda dili, edebiyatı ve tarihi üzerine eğitim programları yürütüyor. Ayrıca düzenlenen sergiler, konferanslar ve kültürel etkinliklerle iki ülke arasında bir köprü görevi üstleniyor.

Bugün “Haus der Niederlande”, yalnızca Hollandalılar için değil, aynı zamanda Almanlar için de ortak bir kültürel buluşma noktası olarak görülüyor. Sınır ötesi işbirlikleri, öğrenci değişim programları ve bilimsel projeler sayesinde iki ülkenin ilişkileri daha da güçleniyor.

Kraliyet Ziyaretleri

Kral Willem-Alexander ve Kraliçe Máxima, 2014 yılında da Münster’i ziyaret etmişti. O ziyarette de büyük ilgiyle karşılanan kraliyet çifti, bu yılki otuzuncu yıl kutlamalarında yeniden halkın sevgisiyle karşılanacak.

Bu kutlamalarda sadece “Haus der Niederlande”nin otuzuncu yılı değil, aynı zamanda Münster’de kurulan Birinci Alman-Hollanda Kolordusu’nun da otuzuncu yılı kutlanıyor. İki ülkenin askeri işbirliği, NATO bünyesinde Avrupa güvenliği açısından büyük önem taşıyor.

Münster’in Tarihsel ve Güncel Önemi

Münster’deki bu bina, yalnızca bir üniversite merkezi değil; aynı zamanda Hollanda’nın doğum belgesi sayılabilecek bir mekândır. 1648’de imzalanan antlaşmayla Hollanda Cumhuriyeti, İspanya dışında kalan diğer güçler tarafından da resmen tanınmış, uluslararası toplumun meşru bir üyesi olmuştur.

Bu gelişme, sadece Hollanda için değil, bütün Avrupa için yeni bir dönemin başlangıcı oldu. Vestfalya Barışı ile birlikte, devletlerin iç işlerine müdahale etmeme ilkesi ve karşılıklı egemenlik anlayışı temellenmiş oldu. Bu nedenle Münster’de imzalanan belgeler, günümüzde dahi uluslararası hukuk literatüründe büyük bir sembol değer taşır.

Kutlamalar ve Halkın Katılımı

Bu yıl yapılacak kutlamalar sırasında hem “Haus der Niederlande”nin otuzuncu kuruluş yılı hem de Alman-Hollanda Kolordusu’nun otuzuncu yıldönümü çeşitli etkinliklerle anılacak. Münster halkı da bu etkinliklere büyük ilgi gösteriyor. Şehrin tarihî merkezinde düzenlenen sergiler, konserler ve konferanslarla, iki ülke arasındaki yakınlık bir kez daha vurgulanacak.

Kral Willem-Alexander’ın ziyareti, sadece resmî bir kutlama olarak değil, aynı zamanda Hollanda ile Almanya arasındaki dostluğun günümüzde de ne kadar güçlü olduğunu gösteren bir işaret olarak değerlendiriliyor.

De Telegraaf’ın haberinde, Hollanda’nın “bağımsız ve egemen devlet olarak tanınmasının” başlangıcı olarak 1648 Münster Antlaşması esas alınmaktadır. Yazıda, Osmanlı’nın 1612’de Cornelis Haga aracılığıyla yaptığı tanımadan bahsedilmemekte; daha ziyade Vestfalya Barışı çerçevesinde Avrupa’daki güç dengeleri ve Hollanda-Almanya ilişkilerinin tarihsel sürekliliği öne çıkarılmaktadır.

                                        ****************************

KONING ALEXANDER, DE UNIVERSITEIT VAN MÜNSTER EN DE BLUNDER VAN DE TEGRAAF…

De Republiek der Zeven Verenigde Nederlanden werd voor het eerst officieel erkend in Istanbul, niet in Münster.

Historicus Mehmet Tütüncü schreef een brief aan De Telegraaf om die verdraaiing recht te zetten.


Afbeelding met tekst, Menselijk gezicht, person, persoon Door AI gegenereerde inhoud is mogelijk onjuist.
Door İlhan KARAÇAY:

In de editie van 23 september 2025 wijdde De Telegraaf een uitgebreid achtergrondartikel aan het “Haus der Niederlande” in Münster, waarin werd gesteld dat Nederland in 1648 met de Vrede van Westfalen voor het eerst internationaal als onafhankelijke staat werd erkend. Deze bewering vervormt de Nederlandse geschiedenis en doet de historische rol van Turkije / het Ottomaanse Rijk tekort.

De Telegraaf negeert daarmee een van de belangrijkste feiten uit onze geschiedenis: de officiële erkenning door het Ottomaanse Rijk in 1612.

Op deze foutieve lezing reageerde één van de meest gezaghebbende deskundigen op het gebied van Nederlands-Turkse betrekkingen, historicus Mehmet Tütüncü, onmiddellijk en stuurde een brief aan de krant. Hieronder leest u die vaststelling van Tütüncü in zijn eigen bewoordingen — onderbouwd met documenten.

Afbeelding met krant, tekst, Krantenpapier, Nieuws Door AI gegenereerde inhoud is mogelijk onjuist.

De brief van Mehmet Tütüncü (vertaald uit het Turks)

Afbeelding met kleding, persoon, Menselijk gezicht, glimlach Door AI gegenereerde inhoud is mogelijk onjuist.

Niet Münster, maar Istanbul: de ware geboorte van Nederland

Drs. Mehmet Tütüncü
Historicuss en specialist Nederlands-Turkse betrekkingen
E-mail: m.tutuncu@gmail.com Tel: 06 24255100

In de De Telegraaf van 23 september verscheen bij een achtergrondartikel over het “Haus der Niederlande” de stelling dat de Vrede van Münster (Westfalen) centraal staat en dat Nederland in 1648 voor het eerst internationaal als onafhankelijke staat werd erkend. Dit is een hardnekkig maar onjuist standpunt. De officiële erkenning van de Republiek der Zeven Verenigde Nederlanden vond plaats in 1612 — niet in Münster, maar in Istanbul (toen: Constantinopel).

Het Ottomaanse Rijk behoorde in het begin van de 17e eeuw tot de machtigste staten ter wereld en stond in voortdurende confrontatie met de Habsburgers — dezelfde dynastie (met vorsten als Karel V en Filips II) waartegen ook de Nederlandse Opstand gericht was. Voor de Ottomanen was de jonge Nederlandse Republiek dus een logische bondgenoot in de strijd tegen een gezamenlijke vijand.

In 1610 stuurde grootvizier Halil Paşa namens sultan Ahmed I een officiële uitnodiging naar de Staten-Generaal om een gezant naar Istanbul te zenden. Twee jaar later reisde Cornelis Haga naar de Ottomaanse hoofdstad en kreeg hij van de sultan niet alleen formele erkenning, maar ook handelsprivileges die de Nederlanden op gelijke voet stelden met Frankrijk en Engeland.

Die erkenning is vastgelegd in een ahidnâme — een door de sultan eenzijdig uitgevaardigd verdrag/akte. In het Nationaal Archief is dat document nog steeds zichtbaar; daarin wordt uitvoerig beschreven dat Nederland een staat is gevormd uit de unie van zeven gewesten en bestuurd door de Staten-Generaal. Dit document behoort feitelijk tot de geboorteakten van ons land; het dateert ruim dertig jaar vóór de Vrede van Münster.

Terwijl de grote mogendheden van Europa het onafhankelijkheidsstreven van de Nederlanden pas in 1648, na de Tachtigjarige Oorlog, met tegenzin erkenden, deden de Ottomanen dat veel eerder — in 1612 — gedreven door overtuiging en geopolitieke belangen. Dit is een vaak vergeten hoofdstuk van onze geschiedenis en dwingt ons voorbij de gebruikelijke Europa-centrische kijk te kijken.

Als we onze nationale geschiedenis serieus nemen, moeten we erkennen dat de Republiek haar fundamenten niet alleen in Münster, maar ook in Istanbul vond.

Dan: de verdraaiing van De Telegraaf

Ik kan de foutieve weergave van De Telegraaf niet zomaar laten passeren. Het gaat hier immers niet om een kleinigheid, maar om een historische vervorming die aan het oog van het Nederlandse publiek wordt gepresenteerd.

De feiten liegen er niet om: de eerste erkenning van Nederland kwam van het Ottomaanse Rijk. In 1612 ging Cornelis Haga naar Istanbul, werd hij door sultan Ahmed I ontvangen en werd Nederland formeel erkend — inclusief handelsvrijheden.

Wat doet De Telegraaf? Door 1648 te bestempelen als “eerste erkenning” negeert men het Ottomaanse handelen en geeft men een onvolledig beeld van de eigen geschiedenis. Het negeren van één van de geboorteakten van ons land is geen geschiedschrijving, maar geschiedvervalsing.

Bovendien betekende die erkenning van het Ottomaanse Rijk voor Nederland niet slechts een diplomatiek gebaar, maar een levensbelangrijke garantie. Terwijl veel Europese staten aarzelden, erkenden de Ottomanen de Nederlanden en stelden gelijke handelsvoorwaarden veilig. Dat vergeten is niet alleen een onderschatting van Turkije, maar ook een ontkenning van onze eigen geschiedenis.

Ik vraag dus: is dit pure onwetendheid, of opzettelijke verdraaiing?

Ik zal op dit onderwerp terugkomen. Ik zal stuk voor stuk uitleggen wat Turkije aan Nederland heeft bijgedragen en fragmenten delen uit mijn jarenlang aangespannen strijd met De Telegraaf. Wacht af.

 

HOLLANDA İLE TÜRKİYE EL ELE: ANADOLU KADINININ EMEĞİ DÜNYAYA İLHAM OLUYOR

HOLLANDA İLE TÜRKİYE EL ELE: ANADOLU KADINININ EMEĞİ DÜNYAYA İLHAM OLUYOR

Hollanda’dan Gülay Fitoz, Türkiye’den Kadriye Yakar ve Bergama Halıcılık Kadın Kooperatifi’nin üstlendiği proje, kadınların görünür olmalarını sağlayacak.

Bu kültürel köprünün kurulmasına, Hollanda’nın Ankara Büyükelçiliği ve İstanbul Başkonsolosluğu ile Menderes Halk Eğitim Müdürlüğü de destek veriyor.

Sanat dalında büyük bir uzman olan Dr. Öğretim Üyesi Ümran Özbalcı Aria, projeyi değerlendirdi.

(Haberin Hollandacası en altta.
Nederlandse versie van het nieuws staat onderaan)


Afbeelding met tekst, Menselijk gezicht, person, persoon Door AI gegenereerde inhoud is mogelijk onjuist.
İlhan KARAÇAY yazdı:

Sevgili okurlarım,
Tarihin tozlu sayfalarında nice kadınlar vardır ki, alın teriyle, göz nuru ile büyük eserler yaratmış ama isimleri asla yazılmamıştır. Onlar halılar dokudu, motifler işledi, kültürü ve sanatı nesilden nesile taşıdı. Fakat ne yazık ki tarih kitaplarında hep görmezden gelindiler.
İşte şimdi, Hollanda ve Türkiye el ele veriyor, bu kadınları görünür kılıyor.

“Hollanda’nın Ölümsüz İlham Perileri: Anadolu Kadını” adını taşıyan bu özel proje, bize kaybolmaya yüz tutmuş bir mirası yeniden hatırlatıyor.

BİR HALININ İÇİNDE ASIRLIK HİKÂYELER

Hollanda’nın Altın Çağı ressamlarından Pieter de Hooch’un tablolarını bilirsiniz…
O tabloların çoğunda Anadolu halıları vardır.
Sadece Pieter de Hooch değil; Altın Çağ ressamları, Batı Anadolu halılarını sıkça resmetmiştir. Bu resimlerde halılar genellikle ya masanın üstüne katlanmış, ya köşesi veya kenarı görünür şekilde tasvir edilmiştir. Söz konusu resimde ise (“Saygın Bir İç Mekânda Lavta Çalan Kadın ve Şarkı Söyleyen Çift”) nadiren görülen bir durum vardır: Halı bütün motifleriyle tamamlanmış olarak resmedilmiştir ve halının aynısı, o zamanki motifleriyle tıpa tıp dokunulmasını sağlıyor. Ressam, halının madalyonunu masanın ortasına değil, aşağıya çekmiştir. Resimdeki sekiz köşe ve madalyondaki muazzam sembol dili, adeta resmin mesajını tamamlar niteliktedir.
Onlar öyle sıradan halılar değildir. Hepsinin ardında bir kadının emeği, sabrı, duası, alın teri vardır. Özellikle Bergama halıları…

O kocaman sekizgen motifleriyle, “Eli Belinde” deseniyle kadınlığı, doğurganlığı, yaşamı simgeleyen o eşsiz dokumalar…

Şimdi bu proje sayesinde, işte o tabloda yer alan 5 metrekarelik Bergama halısı, ‘Bergama Halıcılık Kadın Kooperatifi’ndeki kadınlarımız tarafından yeniden dokunacak. Geleneksel yöntemlerle, ilmik ilmik, sabırla…

KADINLARA BİR KAPI, GELECEĞE BİR UMUT

Afbeelding met kleding, persoon, overdekt, touw Door AI gegenereerde inhoud is mogelijk onjuist.

Bu iş sadece bir halı dokumak değil. Kadınlara yeni bir sanat öğrenme fırsatı sunmak, onları bir araya getirip dayanışma ortamı kurmak, duygularını paylaşabilecekleri güvenli bir yuva sağlamak demek. Kadınlar hem geçmişin mirasını yaşatacak, hem de geleceğe umut olacak. Hatta bu dokuma onlar için bir terapi, bir nefes, bir özgüven kaynağı olacak.

HOLLANDA VE TÜRKİYE’NİN ORTAK GURURU

Projeyi Hollanda’dan NP2E Yönetim Kurulu Başkanı Gülay Fitoz, Türkiye’den ise Bergama Halıcılık Kadın Kooperatifi kurucusu Kadriye Yakar ve Bergama’daki kooperatif üstleniyor. Bu kültürel köprünün kurulmasında Hollanda Ankara Büyükelçiliği ve İstanbul Başkonsolosluğunun katkısı var. Ayrıca Menderes Halk Eğitim Müdürlüğü de destek veriyor.

KADINLARIN SESSİZ KAHRAMANLIĞI ARTIK SESSİZ KALMAYACAK

Afbeelding met kleding, persoon, Menselijk gezicht, overdekt Door AI gegenereerde inhoud is mogelijk onjuist.

Yüzyıllar boyunca sessiz kalan Anadolu kadınlarının sesi artık yükselecek. Onların dokuduğu halılar, sadece bir evin eşyası değil; bir kültürün, bir toplumun ruhu… Hollandalı ressamların tablolarında görünür olan bu halılar, şimdi yeniden hayat buluyor. Bu kez kadınların ismiyle, onların emeğiyle, onların onuruyla…

Bu proje bize şunu söylüyor: Kadının eli değdiği her şeyde bereket vardır, güzellik vardır, sanat vardır.

Hollanda ile Türkiye’nin ortak attığı bu adım, sadece bir sergi değil; kadın emeğine duyulan saygının, kültürel mirasa sahip çıkmanın ve iki ülke arasındaki dostluğun en sıcak simgesi olacak.

Muhteşem projenin iki girişmcisi Gülay Fitoz ve Kadriye Yakar’ın ortak son sözleri:

“Bizim tarihimiz yalnızca 60 yıllık gurbet yolculuğuna sığmaz. Anadolu kadını, bundan yüzyıllar önce Hollanda’da iz bırakmıştı. İlmik ilmik dokuduğu halılar, sadece bir evin süsü değil; kültürümüzün, inancımızın, sabrımızın ve kimliğimizin nişanıydı.
Bugün biz, göçmen kadınlar olarak o görünmez kahramanların sesini yükseltiyoruz.
Her bir düğüm, geçmişten bugüne uzanan bir dua, her bir motif, bir annenin kalbinden süzülen umut oluyor.
Bu proje, sadece bir halının yeniden doğuşu değil; iki ülke arasında örülen sıcak bir dostluk,
gelecek kuşaklara bırakılacak bir gurur mirasıdır.
Biliyoruz ki kadının eli değdiği her şey bereket bulur, güzelleşir, ölümsüzleşir.
İşte o yüzden, Anadolu kadınının sesi artık susmayacak; adları unutulmayacak, emekleri gölgede kalmayacak.
Bugünden yarına, Hollanda’da da Türkiye’de de, onların alın teri, bizim onurumuz olacak.”

İKİ KAHRAMAN KADINIMIZI TANIYALIM

GÜLAY FİTOZ: KADIN HAKLARI SAVUNUCULUĞUNDA BIR ÖNCÜ

Afbeelding met Menselijk gezicht, persoon, lip, wenkbrauw Door AI gegenereerde inhoud is mogelijk onjuist.

Gülay Fitoz, NP2E’nin kurucusu ve başkanı olarak, uluslararası düzeyde kadın hakları alanında önemli projelere imza atmış bir isim. Kadınların ve genç kızların insan hakları mücadelesinde aktif bir rol üstlenerek, yönetim kurulu üyeliği, proje yöneticiliği, danışmanlık ve eğitmenlik gibi birçok alanda çalışmalar yapmıştır. Özellikle kadınların toplumdaki yerini güçlendirme ve insan hakları savunuculuğunda onları destekleme yönündeki çalışmaları, Fitoz’u bir adım öne çıkarıyor. Sudan ülkesi gibi silahlı çatışma bölgelerinde bile saha çalışmaları yaparak kadınların sesini duyurmayı başaran Gülay Fitoz, güçlü bir lider ve ilham kaynağıdır.

Fitoz’un en dikkat çekici projelerinden biri olan, “Yeşeren Nesiller”, doğanın korunmasına yönelik uluslararası bir işbirliği örneği.
Marmaris bölgesinde çıkan büyük orman yangınları sonrası, Hollanda ile Türkiye arasında oluşturulan dostluk ormanları, Fitoz’un öncülüğünde yeşerdi. Bu proje, çevre bilinci oluşturmanın yanı sıra, kadınların ve gençlerin bu alanda nasıl liderlik edebileceğini göstermesi açısından da önemli.

Deprem Sonrası Sanatla Birleşen Kadınlar: “İnci Küpeli Kız” Projesi

Afbeelding met kleding, overdekt, person, hal Door AI gegenereerde inhoud is mogelijk onjuist.

Gülay Fitoz’un toplumsal projelerdeki liderliği, sadece çevre koruma ile sınırlı değil. Kahramanmaraş’ta gerçekleşen deprem sonrası başlattığı, “İnci Küpeli Kız” projesi de bir o kadar dikkat çekici. Bu projede, deprem bölgesinde yer alan Down+1 Konteyner Sokağı’ndaki 150’den fazla kadının, ünlü sanat eseri “İnci Küpeli Kız” tablosunu etamin tekniği ile yeniden işlemesi sağlandı. Kadınların bir araya gelerek sanatla iyileşme sürecine girmesi, Fitoz’un vizyoner liderliği sayesinde mümkün oldu.

Afbeelding met kleding, tekst, persoon, buitenshuis Automatisch gegenereerde beschrijving

Fitoz, bu projenin amacını şu sözlerle özetliyor: “Depremden sonra kadınların hem fiziksel hem de psikolojik olarak toparlanmalarına destek olmak istedik. Hollanda’da Vermeer yılı olması nedeniyle, bu ünlü eseri kadınların elleriyle yeniden yaratmalarını sağladık. Sanat, hem iyileştirici bir araç oldu hem de onları bir araya getirdi.”
Bu proje, sanatın birleştirici gücünü, dayanışmayı ve iyileşmeyi en güzel şekilde simgeliyor.

KADRİYE YAKAR: HALI İLE UMUDU DOKUYAN KADIN

Afbeelding met Menselijk gezicht, persoon, glimlach, lip Door AI gegenereerde inhoud is mogelijk onjuist.

1962 yılında Tokat’ta doğan Kadriye Yakar, halıcılık ve dokuma sanatına çok erken yaşta adım attı. 12 yaşındayken Tokat Yakupoğlu Halıcılık Okulu’nda başlayan eğitim sürecinde öğrenim hayatını bu alanda sürdürdü. Uzun yıllar boyunca usta öğretici olarak görev yaptı, birçok dokuyucu yetiştirdi.

İzmir’in Bergama ilçesinde, halk eğitimi kurumlarında çalıştıktan sonra, 2009’da emekliliğe adım attığında yeni bir misyon üstlendi: Kültürel mirası canlı tutmak ve bunu kadınların ekonomik bağımsızlığı için bir araca dönüştürmek.

KOOPERATİFİN DOĞUŞU: YAŞAYAN MİRASI DOKUMAK

Afbeelding met Menselijk gezicht, persoon, kleding, glimlach Door AI gegenereerde inhoud is mogelijk onjuist.

Emekliliğinin ardından, Yakar’ın gönlünde yok olmaya yüz tutan bu sanatın izlerini kaybetme fikri vardı. 2009’da “Bergama Halıcılık ve El Sanatları Geliştirme Emek Yoğun Üretim Pazarlama ve İşletme Kooperatifi” adlı yapının temellerini birlikte attı.

İlk adım olarak köylere gidip kadına ulaşmayı hedefledi — yalnızca kooperatifin merkezine gelmesini beklemedi. Altı köyde atölyeler açtı, atölyeye gelemeyen kadınlara evlerinde üretim olanağı sağladı.

Bu yöntemle, kooperatif kısa sürede yüzleri değişen bir kadroya ulaştı. Şu an itibarıyla 130’u aşkın kadın bu yapı çatısı altında halı, kilim ve hediyelik eşya üretimi yapıyor.

SANATLA, EKONOMİYLE, KÜLTÜRLE BÜTÜNLEŞMEK

Kadriye Yakar’ın vizyonu yalnızca üretim sağlamak değildi; bu sanatın UNESCO düzeyinde tanınmasını, kültürel miras sayılması ve dünyaya açılmasıydı. “Yaşayan Kültürel Miras Taşıyıcısı” unvanını alması, bu emeğin sembolik tanınırlığını da sağladı.

Bergama halıları, özellikle “Kız Bergama” motifi ile bilinirken, aslında 50’ye yakın çeşidi ve motif yapısı bulunduğu, eski dönemlerde Holbein ve Lotto gibi uluslararası ressamların eserlerinde Bergama halılarının izlerine rastlandığı da vurgulanıyor.

Kadriye Yakar’ın kooperatifinde, üretim süreci sadece dokumadan ibaret değil — kök boya kullanımı, çift düğüm tekniği gibi özgün özellikler de korunuyor.

KADIN HİKÂYELERİ VE DAYANIŞMA

Her kadın üretici kooperatifin yalnızca bir işçisi değil; her biri ayrı bir yaşam hikâyesiyle geliyor. Bazısı çocuklarını okutuyor, bazısı askere gidecek evladı için emek harcıyor; kimi ise aile içi bağımsızlığını dokuduğu ipliklerle kazanıyor. Kadriye Yakar, “Kadınlarımızı desteklemek de bana gurur veriyor” sözleriyle bu dayanışma ruhunu ifade ediyor.

Kooperatife gelemeyen ya da engeli, hastalığı olan kadınlara evlerinde üretim yaptırmak, onu belki de en insancıl yönlerinden biri. Bu yaklaşım, yalnızca üretim rakamıyla değil, toplumsal etkiyle de ölçülüyor.

DÜNYA’YA AÇILAN KAPI

Afbeelding met kleding, persoon, overdekt, Menselijk gezicht Door AI gegenereerde inhoud is mogelijk onjuist.

Bergama Halıcılık Kadın Kooperatifi, dünyaca ünlü Bergama halılarını yaşatmada önemli bir rol üstlenmektedir. Kooperatifin özverisi ve görünürlüğü sayesinde bu gelenek UNESCO tarafından Somut Olmayan Kültürel Miras listesi için değerlendirilmektedir.
Kooperatifin kurucusu Kadriye Yakar T.C. Kültür ve Turizm Bakanlığı tarafından “Yaşayan Kültürel Miras Taşıyıcısı” aynı zamanda Kültür bakanlığı Devlet Sanatçısı unvanıyla onurlandırılmıştır.

Kadriye Yakar’ın çabaları, Bergama halılarını yerel sınırların ötesine taşımaya yöneliyor. İzmir Kalkınma Ajansı ve diğer paydaşlarla yapılan işbirlikleri sayesinde kooperatif, dış sipariş sistemine bağlı üretim yapıyor.

Kooperatif, yalnızca Türkiye içinde değil, Katar ve ABD gibi ülkelere de ihracat elemanlarıyla çalışmalar yürütüyor.

YAKAR’IN LİDERLİĞİ VE UNVANLARI

Kadriye Yakar kooperatifin kurucularından biridir ve halen yönetim kurulu başkanı olarak görevini sürdürüyor.
Ayrıca “Devlet Sanatçısı” unvanını da kazanmıştır.

GELECEK HEDEFLERİ VE VİZYONU

Kadriye Yakar’ın hedefi; Bergama halılarını yok olmaktan kurtarmak, onları daha görünür kılmak ve yeni nesillere aktarmaktır. Kooperatifin daha da büyümesini, sosyal ve kültürel projelerle desteklenmesini ve belki de Bergama halılarının UNESCO somut olmayan kültürel miras listesine girmesini hedefliyor.

Eğitim modeli, köy dönüşümü, kadın desteği gibi alanlarda yaptığı çalışmaları daha da çoğaltmayı amaçlıyor.

BİR UZMANDAN GÖRÜŞ:

Sanatın en güzel dalındaki bu muhteşem gelişmeyi değerlendirmesi için, aynı sanatın Guru’su olan Ümran Özbalcı Aria’ya başvurdum. Sanatında, Dr. Öğretim üyesi olan Ümran hanım, bir süre önce yazdığı bir eserinde, naçizane şahsımı, “Gazeteciliğin Vincent van Gogh’u” olarak nitelemiş ve resmetmişti. (Altta)

ÜMRAN ÖZBALCI ARİA PROJEYİ ŞÖYLE DEĞERLENDİRDİ:

“Hollanda’nın Ölümsüz İlham Perileri: Anadolu Kadını Projesini” duayen gazeteci Sayın İlhan Karaçay’dan öğrendim.
Halının, özellikle Türk halılarının, 17’nci yüzyılda Hollanda Resim Sanatındaki önemini,
“17’inci Yüzyıl Hollanda Resim Sanatında Portre” adlı kitabımda değinmiştim.
Projede, 17’nci yüzyılda Hollandalı Ressam de Hooch’a ait, görkemli bir iç mekânda, müzik enstümanı kullanan bir kadın ve şarkı söyleyen bir çiftin tablosunda yer alan Bergama Halısı, eli belinde temasıyla işlenmiş ve bu muhteşem tabloda merkezde yer almıştır.

Afbeelding met muziekinstrument, gitaar, verven, kleding Door AI gegenereerde inhoud is mogelijk onjuist.

Projede, bu halının yeniden dokunarak Türkiye ve Hollanda Büyükelçiliklerine teslim edilecek olması, Hollanda ile olan dostluğumuzun adeta ilmek ilmek işlenmesi, özümsenmesi anlamına gelmektedir.
Geleneksel muhteşem sanatımızın yeniden sanat tarihindeki önemini vurgulaması açısından da çok kıymetlidir.
Bu resmin dışında, Pieter de Hooch, halıyı figürlerin arasında mekâna bağımsız yerleştirdiği örneklerini de görmekteyiz. Örneğin, “Woman reading and child with hoop in a stately interior” adlı tablosu, daha eski bir tarihlidir ve burada halı tek başına insan figürü kadar başrol oynamaktadır.

Sanatçının kısa biyoğrafisine değinecek olursak, Delft Okulu ressamları arasında anılan Pieter de Hooch, ömrünün çoğunu Delft’te geçirdi. Sürekli iki ya da (iç figürün bulunduğu ev içi sahneleri üzerinde çalışarak. ışığın mekân içindeki yansımalarını ve bunların tuval yüzeyi üstüne nasıl geçirileceğini araştırarak belli bir yöntem geliştirdi. Konularını genellikle 17.yy Hollanda yaşamının sakin görüntülerinden seçti. Kanal evlerinin avlularına manzara motifini ilk kez o getirmiştir bu özelliği bile halıdaki motiflerden etkilenmiş olduğunu gösterebilir.

UŞAK HALILARI

Resim Sanatında halı geleneği, Avrupa resminde,, Uşak kökenli Türk halılarının görülmesi 16’ncı yüzyılda İtalyan ressamlarla başlar. Uşak’ta “Halı Pazarı” denilen yere sabahtan getirilen halılar, İzmir’e ticaret için gelen İngilizler tarafından keşfedilerek, yavaş yavaş satın alınmaya başlanır. Sömürgeleri genişleyen ve zenginleşen İngiltere, İtalya prenslikleri, Hollanda, Avusturya Macaristan, Prusya gibi Avrupa krallıkları birbirleriyle yarışırcasına halı alırlar.

Avrupa’da bir dönem, Türk halılarına karşı hayranlık ve sahip olma arzusu bulunmaktaydı. Hatta Batı’da balkon ve pencereden dışarı Türk halısı sermek, soyluluk göstergesi olarak kabul edilmekteydi.
Hollanda resminde Lotto tipi halılar, 1540’lardan itibaren nadiren görülmeye başlanır. 1610’larda ise mitolojik ve alegorik eserlerde ancak daha yaygın olmak üzere portre ve janr resimlerinde Lotto halılarının kullanımı artar. Soyluluğun, zenginliğin, gücün ve gösterişin sembolü olarak, uzun yıllar Avrupa resminde önemli bir yer almıştır,

Avrupa’ya İslam dünyasından gelen halılar 15’inci yüzyılın ortalarından itibaren, başta Türk halıları olmak üzere, uluslararası ticaretin en prestijli nesneleri haline gelmiştir. Halıların Rönesans’ta prestij nesnelerine dönüşmesinde iki faktörün rol oynadığı söylenebilir.
Bunlardan ilki, halıları satın almaya sadece kraliyet ve aristokrat ailelerin gücünün yetmesi, ikincisi ise, bu halıların Avrupa pazarında az sayıda bulunmasıdır.

Kısaca Türk halıları Avrupa saraylarında ve aristokrat evlerinde bir statü simgesi olarak teşhir edilmiştir. Şüphesiz Hollanda Resim Sanatında sadece Pieter de Hooch halılara yer vermemiştir. Özellikle 17’nci yüzyılda, Hollanda’nın “Altın Çağı”nda, döneme yakışır zenginlik göstergesi halılar, Rembrandt,Vermeer, Jan Steen, Thomas de Keyser, Jan de Bray, Ferdinand Bol ve Bartholomeus van der Helst gibi sanatçıların eserlerinde de sıklıkla görülür.

Afbeelding met kunst, verven, Beeldende kunst Door AI gegenereerde inhoud is mogelijk onjuist.

Çok değerli gazeticimiz Sayın İlhan Karaçay’ın bana gönderdiği halı temasıyla ilgili güzel haber öncesi, (ki benim bu oluşumdan haberim yoktu) Art Contact 2025-Sanatçısı olarak davet edildiğim, “Çağdaş Sanat Fuarı”nda, “Felsefe Işığında Sanat” projemde, 17’nci yüzyıl Hollanda Resim Sanatının önemli eserlerini, Spinoza Felsefesi ışığında yeniden yorumlamıştım ve onları halı yüzeyi üzerine digital baskı olarak kağıt, tuval yüzeyden farklı halı üzerine bastımıştım.

Hollanda Sanatı muhteşem halı örneklerimizle tarihteki yerini alıyor ve biz Türk Kadın Sanatcıları olarak, emeğe saygıyı, birlikte üretmenin, ilham almanın önemini tekrar hatırlıyoruz.

Sevgi ve Saygılarımla,
Dr.Öğr.Üyesi Ümran Özbalcı Aria.

********************

NEDERLAND EN TURKIJE HAND IN HAND: DE ARBEID VAN DE ANATOLISCHE VROUW INSPIREERT DE WERELD

Het project dat gedragen wordt door Gülay Fitoz uit Nederland, Kadriye Yakar uit Turkije en de Vrouwen Tapijtcoöperatie van Bergama, zorgt ervoor dat vrouwen zichtbaar worden.

Bij de totstandkoming van deze culturele brug wordt steun verleend door de Nederlandse Ambassade in Ankara, het Nederlandse Consulaat-Generaal in Istanbul en de Directie voor Volkseducatie in Menderes.

Dr. Öğr. Üyesi Ümran Özbalcı Aria, een grote deskundige op het gebied van kunst, gaf haar beoordeling van het project.

Afbeelding met tekst, Menselijk gezicht, person, persoon Door AI gegenereerde inhoud is mogelijk onjuist.
Door İlhan KARAÇAY

Beste lezers,
In de stoffige bladzijden van de geschiedenis zijn er talloze vrouwen die met hun zweet en tranen grootse werken hebben gecreëerd, maar wier namen nooit zijn opgeschreven. Zij weefden tapijten, maakten motieven, droegen cultuur en kunst van generatie op generatie over. Maar helaas werden zij in de geschiedenisboeken genegeerd.
Nu slaan Nederland en Turkije de handen ineen om deze vrouwen zichtbaar te maken.
Dit bijzondere project, met de titel “De Onsterfelijke Muzen van Nederland: De Anatolische Vrouw”, herinnert ons aan een erfgoed dat dreigde verloren te gaan.

EEUWENOUDE VERHALEN IN EEN TAPIJT

U kent vast de schilderijen van Pieter de Hooch, een meester uit de Hollandse Gouden Eeuw… In veel van zijn werken zijn Anatolische tapijten afgebeeld.
Niet alleen Pieter de Hooch, maar vele schilders uit de Gouden Eeuw hebben West-Anatolische tapijten geschilderd. Vaak waren deze tapijten slechts gedeeltelijk zichtbaar — gevouwen op een tafel, of enkel een hoek of rand. Maar in het schilderij “Vrouw die luit speelt en zingend paar in een deftig interieur” is iets uitzonderlijks te zien: een volledig tapijt met al zijn motieven, nauwkeurig weergegeven. Dit maakte het mogelijk het tapijt met dezelfde motieven opnieuw te weven. De schilder plaatste het medaillon niet in het midden van de tafel, maar iets lager. De achtkantige vormen en de symbolentaal in het medaillon versterken de boodschap van het schilderij.
Dit zijn geen gewone tapijten. Achter elk ervan schuilt het geduld, het gebed en het zweet van een vrouw. Vooral de Bergama-tapijten…

Met hun grote achthoekige motieven en het beroemde “Eli Belinde” patroon symboliseren zij vrouwelijkheid, vruchtbaarheid en leven.

Dankzij dit project zal precies dat 5 m² grote Bergama-tapijt, dat in het schilderij voorkomt, opnieuw worden geweven door de vrouwen van de Bergama Vrouwen Tapijtcoöperatie. Op de traditionele manier, knoop voor knoop, met eindeloos geduld.

EEN DEUR VOOR VROUWEN, EEN HOOP VOOR DE TOEKOMST

Afbeelding met kleding, persoon, overdekt, touw Door AI gegenereerde inhoud is mogelijk onjuist.

Dit gaat niet enkel om het weven van een tapijt. Het betekent dat vrouwen een ambacht leren, samenkomen in solidariteit, een veilige plek krijgen waar zij hun gevoelens kunnen delen. De vrouwen houden zo niet alleen het erfgoed levend, maar bieden ook hoop voor de toekomst. Voor hen wordt dit weven een therapie, een ademruimte, een bron van zelfvertrouwen.

GEZAMENLIJKE TROTS VAN NEDERLAND EN TURKIJE

Het project wordt gedragen door NP2E-voorzitter Gülay Fitoz uit Nederland en Kadriye Yakar, oprichter van de Vrouwen Tapijtcoöperatie in Bergama. De Nederlandse Ambassade in Ankara en het Consulaat-Generaal in Istanbul hebben bijgedragen aan deze culturele brug. Ook de Directie voor Volkseducatie in Menderes verleent steun.

DE STILLE HELDINNEN ZULLEN NIET MEER ZWIJGEN

Afbeelding met kleding, persoon, Menselijk gezicht, overdekt Door AI gegenereerde inhoud is mogelijk onjuist.

De stemmen van de Anatolische vrouwen, die eeuwenlang zwegen, zullen nu gehoord worden. Hun tapijten zijn niet slechts gebruiksvoorwerpen; zij vormen de ziel van een cultuur, van een samenleving. Tapijten die zichtbaar waren in de schilderijen van Hollandse meesters, krijgen nu opnieuw leven. Dit keer met de namen, de arbeid en de waardigheid van de vrouwen zelf.
Dit project vertelt ons het volgende:
Waar de hand van een vrouw aanraakt, daar is zegen, schoonheid en kunst.
De gezamenlijke stap van Nederland en Turkije is niet slechts een tentoonstelling, maar een symbool van respect voor vrouwenarbeid, het beschermen van cultureel erfgoed en de warme vriendschap tussen beide landen.

DE SLOTWOORDEN VAN DE INITIATIEFNEMERS

De indrukwekkende laatste woorden van de initiatiefnemers Gülay Fitoz en Kadriye Yakar:

“Onze geschiedenis past niet enkel in 60 jaar migratie. De Anatolische vrouw liet eeuwen geleden al een spoor achter in Nederland. De tapijten die zij knoop voor knoop weefde, waren niet enkel huisversiering, maar ook een teken van onze cultuur, geloof, geduld en identiteit.
Vandaag laten wij, migrantenvrouwen, de stemmen van die onzichtbare heldinnen luid klinken.
Elke knoop is een gebed uit het verleden dat tot vandaag reikt, elk motief een hoop die ontspruit uit het hart van een moeder.
Dit project is niet alleen de wedergeboorte van een tapijt, maar ook een warme vriendschapsband tussen twee landen en een erfgoed van trots voor toekomstige generaties.
Wij weten: waar de hand van een vrouw raakt, wordt alles gezegend, mooier en onsterfelijk.
Daarom zal de stem van de Anatolische vrouw niet langer zwijgen; hun namen zullen niet vergeten worden, hun arbeid zal niet in de schaduw blijven.
Vanaf vandaag, in zowel Nederland als Turkije, zal hun zweet onze eer zijn.”

GÜLAY FİTOZ: EEN PİONİER İN DE VROUWENRECHTENBEWEGİNG

Afbeelding met Menselijk gezicht, persoon, lip, wenkbrauw Door AI gegenereerde inhoud is mogelijk onjuist.

Gülay Fitoz is de oprichter en voorzitter van NP2E en heeft internationale erkenning gekregen voor haar projecten op het gebied van vrouwenrechten. Ze speelt een actieve rol in de strijd voor mensenrechten van vrouwen en meisjes en heeft gewerkt als bestuurslid, projectmanager, consultant en trainer. Haar werk ter versterking van de positie van vrouwen in de samenleving en hun ondersteuning in de mensenrechtenbeweging onderscheidt Fitoz als een vooraanstaand figuur. Zelfs in conflictgebieden zoals Soedan heeft Gülay Fitoz veldwerk verricht om de stem van vrouwen te laten horen, waardoor ze een sterke leider en inspiratiebron is geworden.

Een van de meest opvallende projecten van Fitoz is “Groeiende Generaties”, een voorbeeld van internationale samenwerking ter bescherming van de natuur. Na de grote bosbranden in de regio Marmaris zijn er onder haar leiding vriendschapsbossen ontstaan tussen Nederland en Turkije. Dit project is belangrijk niet alleen om milieubewustzijn te creëren, maar ook om te laten zien hoe vrouwen en jongeren leiderschap kunnen tonen op dit gebied.

Vrouwen die Samenkomen door Kunst na de Aardbeving: Het “Meisje met de Parel” Project

Afbeelding met kleding, overdekt, person, hal Door AI gegenereerde inhoud is mogelijk onjuist.

Gülay Fitoz’ leiderschap in maatschappelijke projecten beperkt zich niet alleen tot milieubescherming. Na de aardbeving in Kahramanmaraş startte ze het “Meisje met de Parel” project, dat eveneens veel aandacht trok. In dit project werden meer dan 150 vrouwen in de Down+1 Containerstraat in het aardbevingsgebied aangemoedigd om het beroemde schilderij “Het Meisje met de Parel” opnieuw te maken met de borduurtechniek. Dankzij Fitoz’ visionaire leiderschap konden vrouwen samenkomen en genezen door middel van kunst.

Afbeelding met kleding, tekst, persoon, buitenshuis Automatisch gegenereerde beschrijving

Fitoz vat het doel van dit project samen met de volgende woorden: “We wilden vrouwen ondersteunen in hun fysieke en psychologische herstel na de aardbeving. Omdat het in Nederland het Vermeer-jaar is, hebben we deze beroemde creatie laten hercreëren door vrouwenhanden. Kunst fungeerde zowel als een helend middel als een verbindende factor.” Dit project symboliseert op de mooiste manier de verbindende kracht van kunst, solidariteit en herstel.

Binnen het project worden niet alleen gigantische kunstwerken tentoongesteld, maar ook verhalen die vrouwen uit hun eigen leven vertellen. Deze sterke vrouwen hebben niet alleen hun pijn, maar ook hun hoop in het doek verwerkt. De tentoonstelling werd met groot enthousiasme ontvangen in zowel Turkije als Nederland en versterkte de vriendschap tussen de twee landen.

Gülay Fitoz is een vrouwelijke leider die laat zien hoe migranten vrouwen in Nederland niet alleen economisch, maar ook sociaal en cultureel een groot verschil maken. Met haar projecten creëert ze bewustzijn in de samenleving, inspireert ze nieuwe generaties en bewijst ze dat vrouwen door solidariteit een sterkere gemeenschap kunnen opbouwen. Fitoz werkt onvermoeibaar om de onzichtbare bijdragen van migranten vrouwen zichtbaar te maken. Haar steun aan mensenrechten- en milieuprojecten met NP2E heeft wereldwijd veel weerklank gevonden.

Deze inspirerende vrouw, die laat zien wat vrouwen kunnen bereiken door solidariteit, vastberadenheid en creativiteit, is een van de helderste sterren in de verhalen van onze migranten en haar bekendheid in Nederland groeit met de dag.

KADRİYE YAKAR: DE VROUW DIE MET TAPIJT DE HOOP WEEFDE

Afbeelding met Menselijk gezicht, persoon, glimlach, lip Door AI gegenereerde inhoud is mogelijk onjuist.

Kadriye Yakar, geboren in 1962 in Tokat, zette al op jonge leeftijd haar eerste stappen in de kunst van tapijt- en weefwerk. Op 12-jarige leeftijd begon zij haar opleiding aan de Tapijtschool Yakupoğlu in Tokat en vervolgde zij haar leerweg volledig binnen dit vakgebied. Vele jaren werkte zij als meester-docente en leidde talloze weefsters op.
Na haar werkzaamheden bij instellingen voor volkseducatie in de gemeente Bergama (İzmir), ging zij in 2009 met pensioen. Maar dat betekende niet dat zij stil zou zitten: zij nam een nieuwe missie op zich — het levend houden van cultureel erfgoed en dit inzetten als middel voor de economische onafhankelijkheid van vrouwen.

De geboorte van de coöperatie: Levend erfgoed weven

Afbeelding met Menselijk gezicht, persoon, kleding, glimlach Door AI gegenereerde inhoud is mogelijk onjuist.

Na haar pensioen wilde Yakar voorkomen dat dit ambacht langzaam zou verdwijnen. In 2009 legde zij samen met anderen de basis voor de “Bergama Tapijten- en Handwerkkunst Ontwikkeling, Arbeidsintensieve Productie, Marketing en Bedrijfscoöperatie”.
Haar eerste stap was niet wachten tot vrouwen naar het centrum zouden komen, maar zelf de dorpen in te trekken. In zes dorpen richtte zij werkplaatsen op en gaf zij vrouwen die niet konden komen de mogelijkheid om thuis te produceren.
Op die manier bereikte de coöperatie in korte tijd een groot aantal deelneemsters. Vandaag de dag produceren meer dan 130 vrouwen onder dit dak tapijten, kilims en souvenirs.

Integratie van kunst, economie en cultuur

Afbeelding met kleding, vrouw, persoon, schoeisel Door AI gegenereerde inhoud is mogelijk onjuist.

Yakar’s visie ging verder dan enkel productie; zij wilde dat dit ambacht internationaal erkend zou worden, als cultureel erfgoed door UNESCO. Haar titel van “Drager van Levend Cultureel Erfgoed” gaf haar werk een symbolische erkenning.
Bergama-tapijten staan vooral bekend om het motief “Kız Bergama”, maar in werkelijkheid bestaan er zo’n 50 varianten en motiefstructuren. Bovendien zijn sporen van Bergama-tapijten terug te vinden in de werken van internationale schilders zoals Holbein en Lotto.
In de coöperatie van Yakar gaat het productieproces verder dan alleen weven: kenmerken zoals het gebruik van natuurlijke kleurstoffen en de dubbele knooptechniek blijven behouden.

Vrouwenverhalen en solidariteit

Elke vrouw in de coöperatie is méér dan een werkneemster; zij brengen allemaal hun eigen levensverhaal mee. Sommigen sparen om hun kinderen te laten studeren, anderen om hun zoon naar militaire dienst te sturen, weer anderen verwerven zelfstandigheid binnen hun gezin met de draden die zij weven. Yakar verwoordt dit met: “Het steunen van onze vrouwen vervult mij met trots.”
Voor vrouwen die door handicap of ziekte niet naar de coöperatie kunnen komen, wordt thuisproductie mogelijk gemaakt. Dit is wellicht één van de meest humane aspecten van haar werk. De waarde ervan wordt niet alleen afgemeten aan productiecijfers, maar ook aan de sociale impact.

Een venster naar de wereld

Afbeelding met kleding, persoon, overdekt, Menselijk gezicht Door AI gegenereerde inhoud is mogelijk onjuist.

De Bergama Vrouwen Tapijtcoöperatie speelt een belangrijke rol in het levend houden van de wereldwijd bekende Bergama-tapijten. Dankzij de inzet en zichtbaarheid van de coöperatie wordt deze traditie momenteel door UNESCO beoordeeld voor opname in de lijst van Immaterieel Cultureel Erfgoed.
Kadriye Yakar is door het Turkse Ministerie van Cultuur en Toerisme geëerd met de titels “Drager van Levend Cultureel Erfgoed” en “Staatskunstenares”.
Haar inspanningen zijn erop gericht Bergama-tapijten verder dan de lokale grenzen te brengen. Door samenwerking met de Ontwikkelingsagentschap van İzmir en andere partners produceert de coöperatie ook voor buitenlandse bestellingen.
Naast Turkije werkt de coöperatie tevens samen met landen als Qatar en de Verenigde Staten.

Leiderschap en titels van Yakar

Kadriye Yakar is één van de oprichters van de coöperatie en vervult nog steeds de rol van voorzitter van het bestuur.
Daarnaast heeft zij ook de eretitel van “Staatskunstenares” verworven.

Toekomstvisie en doelen

Het doel van Kadriye Yakar is de Bergama-tapijten te redden van de vergetelheid, hun zichtbaarheid te vergroten en ze door te geven aan toekomstige generaties. Zij streeft naar verdere groei van de coöperatie, versterking met sociale en culturele projecten en uiteindelijk naar opname van de Bergama-tapijten op de UNESCO-lijst van Immaterieel Cultureel Erfgoed.
Haar streven is bovendien om haar werk in de domeinen van opleidingsmodellen, dorpsontwikkeling en vrouwelijk empowerment verder uit te breiden.

********************

EEN VISIE VAN EEN EXPERT:

Om dit prachtige project in de mooiste tak van kunst te laten beoordelen, heb ik mij gewend tot niemand minder dan de ‘goeroe’ van deze kunst: Ümran Özbalcı Aria.
Dr. Ümran Özbalcı Aria, universitair docent en kunstenares, had mij eerder in een van haar werken vereerd door mij te omschrijven én af te beelden als de “Vincent van Gogh van de journalistiek.” (zie hieronder)

Afbeelding met Menselijk gezicht, person, handschrift, tekst Door AI gegenereerde inhoud is mogelijk onjuist.

ÜMRAN ÖZBALCI ARIA OVER HET PROJECT:
“Het project ‘De Onsterfelijke Muzen van Nederland: De Anatolische Vrouw’ heb ik vernomen van de gerenommeerde journalist İlhan Karaçay.
In mijn boek ‘Portret in de 17e-eeuwse Hollandse Schilderkunst’ ben ik al ingegaan op de betekenis van het tapijt — en met name het Turkse tapijt — in de 17e-eeuwse schilderkunst in Nederland.

Binnen dit project gaat het om een Bergama-tapijt dat voorkomt in een schilderij van de Hollandse meester Pieter de Hooch: een tafereel in een statig interieur, met een vrouw die een muziekinstrument bespeelt en een zingend paar. Het tapijt, waarin het ‘eli belinde’-motief is verwerkt, bevindt zich in het centrum van dit meesterwerk.

Afbeelding met muziekinstrument, gitaar, verven, kleding Door AI gegenereerde inhoud is mogelijk onjuist.

Dat dit tapijt opnieuw zal worden geweven en vervolgens zal worden aangeboden aan de Nederlandse en Turkse ambassades, symboliseert dat de vriendschap tussen Nederland en Turkije als het ware knoop voor knoop verweven en verinnerlijkt wordt.
Het benadrukt bovendien opnieuw de waarde en betekenis van ons traditionele vakmanschap binnen de kunstgeschiedenis.

Naast dit werk zijn er ook andere voorbeelden waarbij Pieter de Hooch tapijten onafhankelijk in de ruimte plaatste, tussen de figuren in. Zo toont zijn schilderij ‘Woman Reading and Child with Hoop in a Stately Interior’ een oudere scène waarin het tapijt evenzeer de hoofdrol speelt als de menselijke figuren.

Korte biografie van de kunstenaar:
Pieter de Hooch, gerekend tot de Delftse School, bracht het grootste deel van zijn leven in Delft door. Hij werkte vooral aan interieurscènes met menselijke figuren, waarbij hij systematisch de weerkaatsing van licht en de weergave daarvan op het doek onderzocht. Zijn onderwerpen koos hij doorgaans uit het rustige dagelijkse leven van de 17e-eeuwse Nederlandse samenleving. Hij was bovendien de eerste die de hofjes en binnenplaatsen van grachtenhuizen als thema introduceerde — een eigenschap die zelfs beïnvloed kan zijn door de motieven van tapijten.

UŞAK-TAPIJTEN
De traditie van het tapijt in de schilderkunst begon in Europa in de 16e eeuw bij Italiaanse schilders, met de Uşak-tapijten uit Turkije. Op de zogenaamde ‘Halı Pazarı’ in Uşak werden de tapijten ’s ochtends aangeboden en door Engelse handelaren ontdekt en gekocht om vervolgens via İzmir in de internationale handel te komen. Rijker wordend door koloniale expansie, wedijverden Engeland, Italiaanse prinsdommen, Nederland, Oostenrijk-Hongarije en Pruisen in de aanschaf van deze tapijten.
Er heerste in Europa een ware fascinatie en begeerte naar Turkse tapijten. Het was zelfs gebruikelijk in het Westen om een tapijt uit het raam of vanaf een balkon te hangen als teken van adel.

In de Hollandse schilderkunst zien we de zogenaamde Lotto-tapijten vanaf de jaren 1540 sporadisch verschijnen. Vanaf 1610 werden zij steeds vaker afgebeeld in mythologische en allegorische werken, maar vooral ook in portretten en genreschilderijen. Zij golden lange tijd als symbool van rijkdom, macht en prestige in de Europese schilderkunst.
Vanaf het midden van de 15e eeuw waren tapijten uit de islamitische wereld, vooral Turkse tapijten, de meest prestigieuze objecten van de internationale handel. Hun status als pronkstukken in de Renaissance is te danken aan twee factoren: enerzijds hun hoge prijs, waardoor enkel vorsten en aristocraten ze konden aanschaffen; anderzijds hun schaarste op de Europese markt. Kortom: Turkse tapijten werden in Europese paleizen en adellijke huizen tentoongesteld als statussymbool.

Uiteraard heeft niet alleen Pieter de Hooch tapijten in zijn werken afgebeeld. Vooral in de 17e eeuw, de “Gouden Eeuw” van Nederland, zien we tapijten als symbool van welvaart en pracht veelvuldig terug in de werken van Rembrandt, Vermeer, Jan Steen, Thomas de Keyser, Jan de Bray, Ferdinand Bol en Bartholomeus van der Helst.

Afbeelding met kunst, verven, Beeldende kunst Door AI gegenereerde inhoud is mogelijk onjuist.

Nog voordat ik het mooie nieuws van de heer İlhan Karaçay over dit project vernam (waarvan ik toen niet op de hoogte was), had ik als uitgenodigde kunstenaar op Art Contact 2025 in mijn project ‘Kunst in het Licht van de Filosofie’ belangrijke werken uit de 17e-eeuwse Hollandse schilderkunst herinterpreteerd in het licht van de filosofie van Spinoza — en deze niet op papier of doek, maar via digitale print op tapijtoppervlak uitgevoerd.

De Nederlandse kunst neemt zo haar plaats in de geschiedenis in, verrijkt met onze prachtige tapijtvoorbeelden. En wij, Turkse vrouwelijke kunstenaars, herinneren ons opnieuw het belang van respect voor arbeid, van samenwerking en van wederzijdse inspiratie.

Met liefde en respect,
Dr. Ümran Özbalcı Aria

BALTIK ÜLKELERİ İLE UKRAYNA, MACARİSTAN VE KIRIM’IN TÜRKLÜK İLE OLAN İLGİLERİ NEDİR?

BALTIK ÜLKELERİ İLE UKRAYNA, MACARİSTAN VE KIRIM’IN TÜRKLÜK İLE OLAN İLGİLERİ NEDİR?

Hunlar’dan Altın Orda’ya, Osmanlı’dan Günümüze Uzanan İzler…

Bu ülkeler, Atilla’nın Hun İmparatorluğu ile Avarlar, Berendiler, Peçenekler, İdil Bulgarları, Hazarlar ve Altınordu Devleti kanalıyla Türkleşmişler midir?

Fransa’da Atilla izleri, Macaristan’da Atilla’nın torunları Sekeller, Gülbaba ve Şehitlik…

Cem Sultan’ın Fransa’da 5 yıl barındığı şatodaki hazin hikâyesi

Afbeelding met tekst, Menselijk gezicht, person, persoon Door AI gegenereerde inhoud is mogelijk onjuist.
İlhan KARAÇAY araştırdı ve yazdı:

Birçok insan Baltık ülkeleri ile Ukrayna, Macaristan ve Kırım’ın sadece iki yerli halktan oluştuğunu sanmaktadır. Ancak bu ülkelerde yaşamakta olan sayısız benzersiz milletlerden insanlar, Karaylar, Karayit Yahudiliğinin Türkçe konuşan üyelerindendir. Karayların kökeni hakkında iki anlatım vardır. İlki ve en yaygın olanı, Karayit inancına sahip Türkler oldukları söylenmektedir. Kırımçaklar, Ortodoks Yahudiliğin Türkçe konuşan temsilcileridir. Kırım Tatar dilinin değiştirilmiş bir formu olan Kırımçak dilini konuşmaktadırlar.

“Baltık ülkeleri ile Ukrayna, Macaristan ve Kırım’ın Türklük ile olan ilgileri nedir?” sorusu, basit bir tarih merakıyla açıklanamaz. Hunlar, Avarlar, Peçenekler, Hazarlar, İdil Bulgarları ve Altın Orda üzerinden şekillenen uzun bir tarihsel süreçten söz ediyoruz. Bu coğrafyada bazen devlet kurucu, bazen göçebe akıncı, bazen de bir kültürel iz bırakıcı olarak görünen Türk toplulukları, farklı dönemlerde farklı ağırlıklarda sahneye çıktılar. İşte bu sebeple ben de Macaristan’a ve Fransa’ya giderek yerinde gözlemler yaptım, röportajlar gerçekleştirdim.

HUNLAR VE ATİLLA: AVRUPA’NIN İLK TÜRK ADIMLARI

Hunların batıya yönelen hareketi Avrupa’nın siyasi yapısını değiştirdi. Atilla’nın seferleri, hem Roma dünyasının çöküşünü hızlandırdı hem de bugünkü Macaristan topraklarında kalıcı bir belleğin oluşmasına neden oldu.

FRANSA’DAKİ İZLENİMİM:
Araştırma için gittiğim Fransa’nın doğusunda, Turquestein adlı küçük bir köyde, “Atilla’nın Otağı” olarak bilinen bir alan var. Burada bir vakıf, Atilla’nın ordusunu konaklattığı yerleri yaşatmaya çalışıyor. Vakıf başkanı bana şunları söyledi:

Afbeelding met kleding, boom, persoon, buitenshuis Door AI gegenereerde inhoud is mogelijk onjuist.

“Burası Atilla’nın otağıdır. Biz burayı yıllardır tanıtıyoruz ama ilk kez Türkler geldiğinde gözlerimiz yaşardı. Çünkü onlar, ‘Demek ki bizim atamız buralardan geçmiş’ dediler.”

MACARİSTAN VE SEKELLER: ATİLLA’NIN TORUNLARI

Hun mirasının en güçlü şekilde sahiplenildiği ülke Macaristan’dır. Macar ulusal belleğinde Atilla önemli bir figürdür. Transilvanya’da yaşayan Sekeller (Szekler) ise kendilerini doğrudan Atilla’nın torunları olarak tanımlar.

Macaristan’daki İzlenimim:
Transilvanya bölgesine gittiğimde, bir Sekel köyünde yaşlı bir öğretmen bana şu sözleri söyledi:

“Bizim atalarımız Atilla’nın yanında savaşan Hun askerleriydi. Onlar buradan ayrılmadı. Bu yüzden biz kendimizi Macar değil, Atilla’nın torunları sayarız.”

Transilvanya Gezi Rehberi | Küçük Dünya | Gezi Rehberi
Transilvanya’da bir Sekel köyünden görüntü. Evlerin bazılarında hâlâ Göktürk alfabesine benzeyen yazılar ve mavi zemin üzerinde güneş–hilal motifli bayraklar görülüyor.

TURAN KURULTAYI: HUN–TÜRK BULUŞMASININ MODERN SAHNESİ

Macaristan’ın Bugac kasabasında düzenlenen Turan Kurultayı, adeta Hun mirasının çağdaş bir şöleni. Burada Türk dünyasından gelen topluluklarla Macarlar aynı otağın altında buluşuyor.

Macaristan’daki İzlenimim:
Kurultay alanında yüzlerce otağ kurulmuştu. Atlı gösteriler, ok yarışları, Orhun Yazıtlarının replikaları sergileniyordu. Yanımda duran genç bir Macar bana şunları söyledi: “Biz Macarlar Atilla’nın torunlarıyız. Türklerle aynı otağın altında olmak bizim için bir bayramdır.”

Afbeelding met buitenshuis, hemel, paard, Teugel Door AI gegenereerde inhoud is mogelijk onjuist.
Bugac’taki Turan Kurultayı’ndan bir sahne. Otağlar, atlı gösteriler ve şaman davulu eşliğinde Hun–Türk kardeşliği yeniden canlanıyor.

BUDAPEŞTE’DE OSMANLI İZLERİ: GÜL BABA VE ŞEHİTLİK

Hun ve Macar mirasının yanı sıra, Osmanlı da Macaristan’da derin izler bıraktı. 1526’dan 1699’a kadar Budin ve Peşte Osmanlı hâkimiyetinde kaldı. Bu dönemin en sembolik figürlerinden biri Gül Baba’dır.

Macaristan’daki İzlenimim:
Budapeşte’de Gül Baba Türbesi’ni ziyaret ettiğimde, orada dua eden bir Macar kadın bana şunu söyledi: “Ben Müslüman değilim ama Gül Baba bizim için de bir azizdir. Macarlar onu sever, çünkü barış ve hoşgörü getirmiştir.”

Budapeşte’deki Gül Baba Türbesi. Sadece Türkler değil, Macarlar da onu “barışın dervişi” olarak sevgiyle anıyor.

Türk şehitliği

Aynı şehirdeki Türk Şehitliği’nde ise Birinci Dünya Savaşı’nda Galiçya Cephesi’nde şehit düşen 480 askerimizin mezarları var. Burada yapılan törenler, Türk–Macar dostluğunun en somut hatırası olarak karşımıza çıkıyor.

Budapeşte Türk Şehitliği. 480 Osmanlı askeri burada ebedî istirahatte. Her yıl düzenlenen anma törenleri Türk–Macar dostluğunu pekiştiriyor.

UKRAYNA VE KIRIM: TÜRK TOPLULUKLARININ İZLERİ

Ukrayna ve Kırım, Hunlardan Altın Orda’ya kadar pek çok Türk topluluğuna ev sahipliği yaptı. Kırım Hanlığı uzun süre Osmanlı’ya bağlı kaldı. Bugün hâlâ Gagauz, Urum, Karay ve Kırım Tatarları bu coğrafyada yaşıyor.

Genel Not:
Ukrayna’da yaptığım görüşmelerde, özellikle Gagauz kökenli aileler Türkçe’nin farklı lehçelerini konuşuyor ve “biz Türk’üz” demeyi sürdürüyorlardı. Ancak günümüz siyasetinde bu kimlik çoğu zaman gölgede kalıyor.

Afbeelding met panorama, buitenshuis, schermopname, persoon Door AI gegenereerde inhoud is mogelijk onjuist.Ukrayna’daki Gagauz köylerinden bir manzara. Dil ve kültür hâlâ yaşayan en güçlü bağ.

Fransa’da Atilla’nın otağı gibi tarihsel bir iz var ama bu, sadece bir anıdan ibaret. Fransa toplumunda kalıcı bir Türk izi bulunmuyor.

Buna karşılık Macaristan’da durum çok farklı. Sekellerin köken iddiaları, Turan Kurultayı’ndaki coşku, Budapeşte’de Gül Baba ve Türk Şehitliği gibi mekânlar; bu ülkede Türklükle ilgili bir hafızanın hâlen yaşadığını gösteriyor.

Ukrayna ve Kırım’da ise tarih boyunca Hunlardan Altın Orda’ya, Osmanlı’dan Kırım Tatarlarına kadar süren bir Türk varlığı bugün hâlâ topluluklar hâlinde kendini koruyor.

Dolayısıyla, Fransa hariç bu ülkelerde yaşayan insanların Türklükleri ile ilgisinin günümüzde de canlı olduğunu; kimlik, kültür ve hafıza üzerinden sürdüğünü söyleyebiliriz.

YAY ÇEKEN BÜTÜN HALKLARIN BULUŞTUĞU TURAN KURULTAYI (FESTİVALİ)

Turan Kurultayı’nda Atilla’nın Hun İmparatorluğu ve Türk gelenekleri yaşatılıyor.

Afbeelding met buitenshuis, hemel, paard, Teugel Door AI gegenereerde inhoud is mogelijk onjuist.


BUGAC (Macaristan),-
Macaristan’ın Bugac şehrinde her iki yılda bir düzenlenmekte olan Hun-Turan Kurultay Festivallerinden birini izledik. Muhteşem bir şekilde gerçekleşen ve 27 Türk boyunu bir araya getiren Kurultay’da, çok sayıda Turan çadırı kuruldu ve yüzlerce atlının yaptığı gösteriler izleyicileri büyüledi.

Macar Turan Vakfı’nın organize ettiği Turan Kurultayı, Türk İşbirliği ve Koordinasyon Ajansı Başkanlığı’nın (TİKA) desteği ile yapılıyor.

Büyük Kurultay’ın 2007’deki ilk  ve 2008’deki ikinci bölümleri, özüne ve formuna uygun olarak her iki yılda bir yapılmaya devam ediliyor.
Kurultay, Orta ve iç Asya, Anadolu  ve Kafkaslardaki akraba ilişkilerini güçlendiriyor. Katılımcılar Macar geleneğinde  olduğu gibi, akraba milletlerin belleğinde de yer etmiş olan büyük kahramanlar Attila, Bayan Kağan, Madyar  Baba, Karçıg Batır ve Arpad’ı birlikte saygıyla anıyorlar.

Macar, Türk ve Hun geleneklerini korumak ve yaşatmak için kurulmuş olan ve

Hun kardeşliğini simgeleyen kurultaya, bu kez de rekor katılım oldu. Büyük ilgi gören organizasyona Macaristan, Kazakistan ve Kırgızistan’dan katılan Bakan, Milletvekili ve sanatçıların yanı sıra, Tuva Cumhuriyeti’nden Dağıstan’a, Yakutistan’dan Azerbaycan’a kadar geniş bir coğrafyadan müzik ve dans grupları katıldı. Gösteri alanında kurultaya gelen her ülkenin sıra ile bayrakları açıldı ve atlılar bu bayraklar ile izleyicileri selamladı.

Türkiye, KKTC ve Uygur bayrakları en çok alkış alan bayraklar arasında yer alırken, Kurultaydaki sanatçıların, atlıların, savaşçıların gösterileri ile ok yarışmaları üç gün boyunca devam etti. Sahnedeki ve büyük gösteri alanındaki programların yanı sıra, farklı ülkelerin çadırlarında çeşitli performanslar sergilendi ve geleneksel el sanatları ürünleri için pazarlar kuruldu.

Kurultay alanındaki Attila çadırının önünde Orhun Yazıtları’nın replikası da yer aldı. Yüz binlerce insan Göktürk alfabesi ile yazılmış dikili taşları ve Attila çadırındaki sergiyi görme imkanı buldu. Kurultaya büyük destek veren TİKA’ya katkılarından dolayı teşekkür belgesi verildi.

Kurultaydaki ortam, 500-1000’li yılların Orta Asya Turan halklarının yaşamını ve Macarlar’ın Karpat Havzası’nda yurt tutuşunu yansıtırken, Türkiye ve Avrupa’dan gelen Türk dernekleri çeşitli konserler verdiler.
Kurultaya 2010 yılından bu yana davet edilen ve katılan KKTC Akdeniz Stratejik Araştırmalar Merkezi’nin, bu defaki organizasyona getirdiği folklor ekibinin sunduğu gösteri büyük beğeni kazandı.

Kurultayın açılışında konuşan Türkiye’nin Macaristan Büyükelçisi Şakir Fakılı’nın, ”Türk halkından kardeş Macar halkı ve kurultaya gelen tüm gruplara selam getirdim” ifadesi büyük alkış aldı.
Büyükelçi Fakılı, Macar Turan Vakfı’nın yaptığı güzel bir organizasyonla, 27 ülkeden Türk boylarını, Türk halklarını bir araya getirdiğini, organizasyonun çok başarılı bir çalışma olduğunu belirterek, “Azeriler, Özbekler, Kazaklar, Çuvaşlar, Yakutlar, çok mutlu olduk. Şenlik havasında çok güzel bir kültür etkinliğiydi. Emeği geçen herkesi kutluyorum” dedi.

Afbeelding met persoon, kleding, Menselijk gezicht, person Door AI gegenereerde inhoud is mogelijk onjuist.

Macar-Turan Vakfı Başkanı Biro Andras, atlı geçit töreni esnasında Türk bayrağı açıldığı sırada, Mustafa Kemal Atatürk’ün, yaşanılan savaşlara rağmen, Macarların ve Türklerin kardeş olduğunu ve kardeşlikte birleşilmesi gerektiği sözünü hatırlattı. Vakıf başkanının 200 bin kişilik kalabalığa seslendiği konuşmasında, “Türkiye’de 15 Temmuz’da yaşanan elim hadiselere rağmen zafer kazanan demokrasiye inanan Türk halkıdır” dedi.

Afbeelding met person, kleding, persoon, vrouw Door AI gegenereerde inhoud is mogelijk onjuist.İzleyici konuklardan bir grup.                     Bursa’dan gelen folklor grubu

Hun ve Türk kökenli kardeş ülkelerin, akraba toplulukların Bugaç’ta bir araya gelmesiyle gerçekleşen Dünya Turan Kurultayı, düzenlendiği ilk yıldan itibaren Avrupa’nın en önemli gelenek yaşatıcı festivallerinden biri olarak gösterilmektedir.

Afbeelding met persoon, buitenshuis, kleding, auto Door AI gegenereerde inhoud is mogelijk onjuist.

Macaristan’ın  Orta Anadolu (Kayseri) Fahri Konsolosu ve Türk Macar İşadamları Derneği (TÜMİŞAD) Başkanı Osman Şahbaz (Üstteki fotoğrafta) yaptığı değerlendirmede, her yeni kurultaya katılımın bir öncekine nazaran daha kalabalık olduğunu müşahede ettiğini belirtip, ”Macaristan’ın tam ortasında, Budapeşte’den 119 km mesafede gerçekleştirilen bu kurultay, 2007 yılında başlamış olsa da 2010 yılından sonra Hun Türk halklarının buluşması şeklinde gerçekleşiyor. Macar Hükümetinin doğuya açılım stratejisi hedefleri doğrultusunda bu kurultayın da katkısının olacak. Oyunlarla, şölenlerle tarihin yeniden canlandırıldığı, Hun ve Türk kavimlerinin kaynaştığı, uluslararası işbirliklerinin geliştiği kurultayda olmaktan büyük mutluluk duyuyorum.” dedi.

Makedonya Türk Milli Birlik Hareketi Partisi Genel Başkanı Erdoğan Saraç da Kurultay’a katılanlar arasındaydı.

Afbeelding met kleding, persoon, wapen, viking Door AI gegenereerde inhoud is mogelijk onjuist.

TURAN KURULTAYI NASIL DOĞDU?

Kurultayın ilk filizleri 2006’da, Macar Antropolog Andras Zsolt Biro tarafından atıldı. Biro, Kazakistan’dayken genetik örnekler toplayarak, analiz edip Kazakistan sınırları içinde varlığını devam ettiren Madjar kabilesi ve Karpat Havzası Macarları arasında genetik bağ olduğunu kanıtlayınca, Kurultay etkinlikleri doğdu.
Macar Turan Vakfı yetkilileri, “Artık birçok araştırmacı, Macarların antropolojik niteliklerinin ve kültürlerinin de daha çok İran ve İskit geleneklerini yaşatan Orta Asyalı ‘Türk’ nüfuslarıyla benzerlik gösterdiğini kabul etmektedir” diyor.

EN BÜYÜK DAVULLA UYANIŞ

Afbeelding met hemel, buitenshuis, gras, persoon Door AI gegenereerde inhoud is mogelijk onjuist.

Kurultay gösterilerinde, göçebe savaş oyunları, atlı gösteriler, tazı-şahin yarışları, okçuluk gibi gelenekler canlandırılıyor. Demir zırh, deri kıyafetler ve kürk kalpaklar giyen katılımcılar izleyenleri adeta zamanda yolculuğa çıkarıyor. Bu defaki Kurultay’da, Orta Asya Türk kökenli 200 otağ kuruldu. 350 süvari de savaş sanatlarını sergileyerek Türk kavimlerinin geleneksel özelliklerini tanıttı. Başkent Budapeşte’nin 170 kilometre güneydoğusundaki bölgeye gelen bazı gruplar ise “Yurt” kurup kurultayı yakından takip edebilme şansı yakaladı. Kurultayda her sabah katılımcıları gün ağarırken uyandıran davul, dünyanın en büyük şaman davulu olma özelliğine sahip. Çapı 188 santimetre olan davulun çerçevesi için Sibirya kavak ağacı, derisi için de bir bütün sığır derisi kullanıldı. Kurultay sırasında düzenlenen okçuluk yarışmalarında 1226’da Doğu Tacikistan’da Cengiz Kağan’ın bir zaferi onuruna düzenlenmiş yarışmada Esunkhei adında bir okçu tarafından kırılan en uzağa atma rekoru ise sembolik de olsa (502.5 metre) kırıldı. Macar okçu 603 metrelik uzaklığı vurarak rekorun yeni sahibi oldu.

Afbeelding met persoon, kleding, Menselijk gezicht, Modeaccessoire Door AI gegenereerde inhoud is mogelijk onjuist.

Kurultay hakkında görüşlerine başvurduğumuz Macar Turan Vakfı yetkilileri ise
amaçlarının, soydaşları ile birleşmeyi gerçekleştirmek olduğunu söyledi. Turan Vakfı Medya Başkanı Szakacs da, “Bu boy toplantısında eski atalarımızı anıyoruz. Kurultay, Macarların binlerce yıllık geleneksel efsaneleri, mitolojisi ve kendi millî şuuruna uyan gerçek Macar tarihini gösteriyor. Macar, Hun ve Türk şuuruna sahip olan halkların kaynaşmasını sağlıyoruz. Macar milletinin isteği ile hak iddiasından ortaya çıktığından dolayı Turan Kurultayı Macarların en büyük bayramı oldu” diye konuştu.
**************

İmparator Atilla’nın Avrupa seferleri ve Fransa’daki bilinmeyen otağı.

395-453 yılları arasında yaşamış olan, Avrupa Hun İmparatorluğu’nun hükümdarı Atilla, bütün Avrupa’ya dünyayı dar etmiş bir imparatordur. Hayatı boyunca, Batı ve Roma İmparatorluklarına karşı seferler düzenlemiş olan Atilla’ya, Avrupalılar tarafından ‘Tanrının Kırbacı’ denmiştir. Bu büyük imparatoru sizlere anlatabilmek için, Fransa’dan Macaristan’a kadar araştırmalar yaptık.
İşte, Büyük Hun İmparatoru Atilla’nın serüveni…

Afbeelding met verven, kunst, tekening, schets Door AI gegenereerde inhoud is mogelijk onjuist.

Avrupa’da Türk izlerini ararken dolaşırken, Fransa’da batıdan doğuya geçtik. Doğuda hem Turquestein, hem Turkheim ve hem de Büyük Türk İmparatoru Atilla’nın otağı vardı. Biz öncelikle, Atilla’nın otağına gitmeyi tercih ettik.

Fransa’da, Büyük Türk İmparatoru Atilla’nın, Avrupa’daki savaşları sırasında ordularını konaklattığı bu otağı bulduk. İlgiçtir ki, bu otağa giren ilk Türkler biz olduk. Zira, 10 yıl önce Fransız bir grup tarafından yaşama geçirilen ‘Atilla Vakfı’, buranın tanıtımı için çalışmalarını hızlandırmış. Buraya artık turistler akın etmeye başladı. Biz de, buraya gelen bir otobüs dolusu Alman turist ile röportaj yapma fırsatı bulduk ve Atilla’nın bilinmeyen yanlarını araştırdık.

Afbeelding met buitenshuis, hemel, boom, mensen Door AI gegenereerde inhoud is mogelijk onjuist.

Atilla Romalılarla ve Catalonlarla en kanlı savaşı Fransa’da yapmıştı. Tabii ki savaş öncesi araştırma yapan öncü kuvvetler, orduları en iyi ve güvenli barındrabilecekleri toprakları arayıp bulmuşlardı. İşte biz oraya gittik. 10 Yıl önce, Atilla’nın otağını dünyaya tanıtmak için bir vakıf kurmuş olan yöneticilerle görüştük. Vakfın Başkanı Sylvoin Duthoit, bizim kendilerini ziyaret eden ilk Türkler olduğumuzu belirtince çok şaşırdık. Zira tam o sırada bir otobüs dolusu Alman turist oraya gelmişti. Tabii ki ben Alman turistlerin arasına mikrofonla daldım ve Atilla hakkında neler bildiklerini sordum. Almanlar gerçekten Atilla’ya hayran olduklarını belirttiler.

Afbeelding met gras, kleding, persoon, boom Door AI gegenereerde inhoud is mogelijk onjuist.

Atilla’nın serüvenleri

Atilla’nın Fransalara kadar uzanan kuşatmalarını öğrenebilmek için, otağın bulunduğu bölgede yaşayan araştırmacı tarihçi İbrahim Meral’ı bulduk.

Araştırmacı tarihçi İbrahim Meral, aslında Türk olan Hun İmparatorluğu’nu ve Atilla’nın serüvenlerini şöyle anlattı :

Afbeelding met kleding, persoon, gras, buitenshuis Door AI gegenereerde inhoud is mogelijk onjuist.

IV. yüzyılın sonlarına doğru Balamir’in önderliğinde batıya doğru göç eden Hunlar, Kavimler Göçü’ne neden olmuşlardı. Hunların bir kısmı Doğu Anadolu’ya yönelirken, bir kısmı da Balamir’in ölümünden sonra, oğlu ya da torunu olduğu sanılan Ildız’ın liderliğinde Karpat dağlarını aşıp Macaristan’a girerek Avrupa Hun İmparatorluğu’nu kurdu.

Ildız Dönemi

Afbeelding met tekst, kaart, atlas, Lettertype Door AI gegenereerde inhoud is mogelijk onjuist.
Avrupa Hun İmparatorluğu’nun dış politikası Ildız zamanında belirlenmiştir. Bu politikaya göre; Bizans baskı altında tutulacak ve Cermen kavimlerine karşı Batı Roma İmparatorluğu ile işbirliği yapılacaktı. Hunların Tuna boylarında görülmesi Kavimler Göçü’nün ikinci büyük dalgasını başlattı. Bunun sonucunda Barbar Kavimleri Roma topraklarına girmeye başlayınca, Batı Roma Ildız’dan yardım istemiştir. Ildız, bir yandan Batı Roma’yı Germen (Barbar) kavimlerden kurtarmış, bir yandan da Vandal, Süev, Alan gibi Germen kavimlerini Ren Nehri ötesine, Galya’ya (Fransa) göçe zorlamıştır.

409 yılında Tuna’yı geçen ve Bizans’a gücünü göstermek isteyen Ildız, kendisiyle barış görüşmeleri yapmak için gönderilen Bizans elçisine “Güneşin battığı yere kadar her yeri zapt edebilirim” diyerek meydan okumuştur. Ildız zamanında Hunlar, Orta Avrupa’dan Hazar Denizi’nin doğusuna kadar uzanan geniş topraklara sahip olmuşlardır. Onun çalışmaları sonucunda Hunlar, V yüzyılda merkezi otoriteye sahip kuvvetli bir devlet olarak ortaya çıktılar. Ildız’ın 410 yılında ölümünden sonra yerine Karaton geçti. On yıl kadar hükümdarlık yapmış olan Karaton dönemi ile ilgili bilgiler son derece azdır.

Rua Dönemi

Karaton’dan sonra 422 yılında, Hun hükümdar ailesine mensup dört kardeşten biri olan Rua, ülaaai diğer kardeşleri Muncuk, Oktar ve Aybars ile birlikte yönetti. Rua, Bizans’ın Hun Ordusunu isyana kışkırtmak ve bağlı kavimleri Hunlardan ayırmak amacıyla, Hun topraklarına gönderdiği casusları bahane ederek Bizans üzerine bir sefer düzenledi (422). Hiç bir direniş gösteremeyen Bizans, ağır bir vergiye bağlandı. Bu sırada Batı Roma, iç karışıklıklar içinde bulunuyordu. Bu durumdan yararlanmak isteyen Bizans imparatoru II. Theodosius (408-450) İtalya üzerine ordu ve donanma gönderdi. Bu gelişmeler sonucunda Batı Roma Rua’dan yardım istedi. Hun hükümdarı Rua da, 60 bin kişilik bir kuvvetle İtalya üzerine yönelince, II. Theodosius savaşmayı göze alamadan çekilmek zorunda kaldı. Buna rağmen Bizans, fırsat buldukça Hun idaresinde yaşayan toplulukları kışkırtmaktan da geri durmuyordu. Bunun üzerine Rua, Bizanslı tüccarların Hun ülkesinde ticaret yapmalarını ve ücretli asker toplamalarını yasakladı. Bizans üzerine yapacağı yeni bir sefere hazırlanırken 434 yılında öldü. Yerine kardeşi Muncuk’un oğlu Atilla geçti.

Atilla Dönemi

Rua’dan sonra Hunların başına Atilla ve kardeşi Bleda birlikte geçtiler (434). Atilla, babasını küçük yaşta kaybettiğinden dolayı amcası Rua’nın yanında yetişmiş, birlikte savaşlara katılmış, devlet yönetimini ve Hun siyasetini öğrenme fırsatı bulmuştu. Her ne kadar büyük kardeşi Bleda ile tahtı paylaşmış ise de, tüm yetkiler Atilla’da olmuştur.

Atilla, Hun-Bizans ilişkilerini yeniden düzenlemek istiyordu. 434 yılında Atilla’nın, Rua’nın Bizans üzerine yapmayı düşündüğü ve yapamadığı sefer için hazırlıklara başladığını öğrenen Bizanslılar, ona barış elçileri gönderdiler. Hun hükümdarı Atilla da elçileri, Tuna ve Morova nehirlerinin birleştiği yerde bulunan Margos Kalesi önünde karşıladı. Atilla isteklerini, barış koşulları olarak yazdırdı. Böylece 434 yılında Bizans ile Margos Antlaşması imzalandı. Antlaşmaya göre;

– Bizans, Hunlara ödemekte olduğu vergiyi iki katına çıkaracak,
– Bizans, Hunlara bağlı kavimlerle görüşmeler ve antlaşmalar yapmayacak,
– Ticari ilişkiler sınır kasabalarında devam edecek,
– Bizans, elinde bulundurduğu Hun esirlerini iade edecekti.

Bleda’nın 445 yılında ölmesi üzerine Atilla tek başına Hun hükümdarı oldu. Atilla’nın amacı, Doğu ve Batı Roma imparatorluklarını egemenliği altına almaktı.

Atilla’nın Batı Roma’ya Yardımı

Afbeelding met illustratie, kunst Door AI gegenereerde inhoud is mogelijk onjuist.

Atilla, Margos Antlaşması’ndan sonra ülkenin doğu bölgesini denetimi altına aldı. Volga boylarındaki Ak-Oğurların ayaklanmalarını bastırarak itaat altına aldı (435). Bu sırada iç karışıklıklar içinde bulunan Batı Roma, Hunlardan yardım istedi. Romalı komutan Aetyus’a yardıma gelen Hun birlikleri isyanları bastırdı. Oktar komutasındaki bir Hun ordusu Burgondlara karşı büyük bir zafer kazandı (436). Bu savaş ile ilgili olarak zamanla efsaneler türemiş ve Almanlar’ın ünlü Nibelungen destanlarının konusunu Hun-Burgond mücadelesi oluşturmuştur.

Attila’nın Seferleri

I. Balkan Seferi (441–442)

Bizans’ın Margos Antlaşması’nın şartlarına uymaması, Bizanslı tüccarların ticari ilişkilerde sahtekârlık yaparak Hunları aldatmaları üzerine Attila, Bizans üzerine sefere çıktı. Doğu Trakya’ya kadar ilerleyen Hun ordusundan çekinen Bizans barış istedi (442). Yapılan bu antlaşmaya göre; Bizans ödemekte olduğu vergiyi artıracaktı. Ayrıca bazı sınır kaleleri ile Tuna boyundaki kaleleri ele geçiren Attila, böylece Balkanlar’ın yolunu Hun ordularına açtı.

II. Balkan Seferi (447)

Bizans’ın, Hun kaçaklarını geri vermekte ağır davranması, Hun yönetimindeki bazı Germen kavimlerini kışkırtması, yıllık vergisini ödemek istememesi gibi nedenlerden dolayı Attila, yeniden Bizans üzerine sefere çıktı (447). İkiye ayrılan Hun ordusunun bir kolu Yunanistan’a girip Teselya’ya kadar ilerledi. Attila’nın yönetimindeki diğer kol ise Sofya, Filibe ve Lüleburgaz şehirlerini ele geçirip Büyük Çekmece önlerine kadar sokuldu. Bizans İmparatoru II. Theodosius barış istemek zorunda kaldı.

Bizans elçisi Anatolyos ile Atilla arasında yapılan bu antlaşmaya Anatolyos Antlaşması denir. Buna göre;
– Bizans, ödediği yıllık vergiyi üç katına çıkaracak, Bizans, savaş tazminatı ödeyecek,
– Niş’de bir ortak pazar kurulacak,
– Tuna’nın güneyinde beş günlük mesafedeki yerler askerden arındırılacaktı.

Batı Roma (Galya) Seferi (451)

Bizans üzerinde kesin egemenlik kurduğuna inanan Attila, bu sefer de Batı Roma’ya yöneldi. Batı Roma üzerine yapacağı sefere bir bahane bulması gerekiyordu. Kendisine daha önce bir nişan yüzüğü gönderen İmparator II. Valantien’in kız kardeşi Honoria’nın (Honorya) teklifini kabul ettiğini bildirdi. Çeyiz olarak da imparatorluğun yarısını istedi. Bu isteğinin kabul edilmemesini savaş sebebi sayan Atilla Batı Roma seferine çıktı. İki ordu, Batı Roma’nın asker deposu sayılan Galya’nın Katalon Ovası’nda karşılaştı. Batı Roma ordusunun başında Aetyus (Aetius) adında bir komutan bulunuyordu. Yapılan savaş çok şiddetli geçti. Bir gün boyunca kıran kırana süren savaşın galibi belli değildir. Ancak bu savaştan sonra, Romalı General Aetyus’un gözden düşmüş olması ve bir yıl sonra Roma üzerine yürüyen Attila’nın karşısına askerî bir güç çıkaramamaları, Batı Roma İmparatorluğu’nun asker deposu durumunda olan Galya’yı saf dışı bıraktığının delilidir. Atilla’nın karşısına Roma ordusunun çıkmaması, Romalıların bu savaşta çok büyük kayıplar verdiklerinin bir kanıtıdır.

İtalya Seferi (452)

Attila, zaman geçirmeksizin destekten mahrum kalan ve iyice gözden düşen İtalya’ya, 452 yılında yüzbin kişilik bir orduyla Alpleri aşarak girdi. İtalya, Attila’nın karşısına bir ordu çıkaramadı. Roma Senatosu büyük bir korku içine düştü ve hemen barış görüşmeleri için, Papa I. Leon başkanlığında bir heyeti Attila’ya gönderme kararı aldı.

Papa I. Leon, Atilla’dan tüm Hrıstiyanlık dünyası adına Roma’yı bağışlamasını istedi. Atilla eski bir uygarlık merkezi olan Roma’yı tahripten kaçınıp, Papa’nın ricasını kabul etti ve geri döndü. Attila, Bizans’ı ve Batı Roma’yı etkisiz hale getirdikten sonra, yönünü İran’daki Sasanî İmparatorluğu’na çevirdi. Bu devletinde egemenlik altına alınması ile Hunlar dünya egemenliğini gerçekleştirebileceklerdi. Ancak, Atilla İtalya seferi dönüşünde 453 yılında öldü ve bu seferini gerçekleştiremedi.

Attila öldüğünde, Hun sınırları batıda Danimarka ve Ren Nehri’ne, doğuda ise İtil (Volga) Nehri ötesine uzanıyordu. Atilla, tarihin yetiştirdiği büyük devlet adamlarından biridir. Onun adı günümüze kadar dillerden düşmemiş, onun adına operalar bestelenmiş, filmler çevrilmiş, resimleri ve heykelleri yapılmıştır. O, güçlü bir iradeye sahipti. Ciddi ve büyük işler yapmaya yetenekli, sadeliği seven ve mütevazı bir hükümdardı.

Avrupa Hun İmparatorluğu’nun Yıkılışı

Atilla öldüğü zaman arkasında İlek, Dengizik ve İrnek adlarında üç oğul barakmıştı. Yerine geçen oğulları, devlet idaresinde başarılı olamadılar. Taht için yapılan kavgalar Hunları zayıf düşürdü. İlk olarak Hunların başına geçen İlek, ayaklanan Germen kavimleriyle savaşırken öldü (454).Yerine geçen Dengizik ise zeki idi fakat siyasî yönden yeterli değildi. Doğu Roma ile yapılan bir mücadelede o da öldü (469). İrnek, Hunların Batı ve Orta Avrupa’da tutunmalarının mümkün olmadığını anlamıştı. Bu nedenle Hunların büyük bir kısmı ile Karadeniz’in kuzeyindeki geniş düzlüklere çekildi. Hunların bir kısmı buradan Orta Asya’ya geri döndü. Bir kısmı ise Avrupa’ya doğru ilerleyen Avarlara katıldı. İrnek idaresindeki bu Hun topluluğu daha sonraları Bulgarların ve Macarların devlet olarak ortaya çıkışında önemli rol oynadılar.

Atilla- Avrupa Hun İmparatorluğu Kuruluş Tarihi – 375
Yıkılış Tarihi – 454
Kurucusu – Balamir
Başkenti – Segedin
Dili – Hun Türkçesi
Devlet Başkanı – İmparator
Avrupa Hun İmparatorluğu Hükümdarları
1) Balamir (375 – 395)
2) Ildız (395 – 410)
3) Karaton (410 – 415)
4) Muncuk (415 – 425)
5) Oktar (425 – 430)
6) Rua (430 – 434)
7) Bleda (434 – 445)
8) Attila (445 – 453)
9) İlek (453 – 454)

Atilla’ya Neden Tanrının Kırbacı Denilmiştir?

Tanrının Kırbacı Atilla Nasıl Öldürüldü?

Bilindiği üzere Kavimler Göçü’yle birlikte Avrupa’ya akın akın gelen Hun Türkleri, M.S 395 yılında Macaristan merkezli Batı Hun İmparatorluğu‘nu kurmuş, Uldız ve Rua gibi bazı hükümdarların döneminde bir hayli güç kazanmışlardır. Avrupa Hunları’nın adeta yenilmezlik zırhına büründüğü dönem ise hiç şüphesiz Attila dönemidir.

Atilla, Hun tahtına geçer geçmez kısa zamanda etkisini tüm Avrupa’da hissettirmiş, hem Doğu Roma (Bizans) hem de Batı Roma’yla yaptığı savaşlarda büyük zaferler kazanarak adeta tüm Avrupa’yı dize getirmiştir. Tıpkı Büyük Hun Hakanı Mete Han gibi yenilmez bir mareşal olan Attila, Hıristiyan Avrupa Dünyası’na karşı öylesine amansız olmuştur ki, onunla baş edemeyen Romalılar onun için; “Bu Türk’ü bizi cezalandırmak için ancak Tanrı göndermiş olabilir. Atilla, olsa olsa Tanrı’nın Kırbacı’dır” demişler ve ondan saygıyla karışık bir korku duymuşlardır.

Tanrının Kırbacı Atilla Nasıl Öldürüldü?

Tanrının Kırbacı Atilla Nasıl Öldürüldü?

Romalıların kendisine Tanrının Kırbacı dediği büyükTürk Hükümdarı Atilla’nın ölümü üzerine çok konuşulmuş, çok şey söylenmiştir. Hayatı kadar ölümüyle de tarihçilerin ilgisini çeken Başbuğ Atilla, eceliyle mi ölmüş, yoksa sinsi bir cinayete mi kurban gitmiştir?

Yaygın bilinen bir inanışa göre, Romalılar Atilla’yla baş edemeyince dönemin Papa’sından yardım istemişler ve Papa’yı arabulucu yapmışlardır. Papa ile Atilla arasında geçen bu görüşmede Atilla’yı Hıristiyan yapıp kontrolü altına almak isteyen Papa, teslis inancından bahsedince Attila’dan şu ibretlik cevabı almıştır; “Siz şaşırmışsınız. Tanrı’nın oğlu mu olurmuş? O, tektir.”

Rivayetler konusunda bazı ihtilaflar olsa da yaygın inanış şöyledir; Atilla’nın Papa’yla görüşmesinden kısa bir süre evvel çok sevdiği bir eşi vefat etmiştir. Bu durumu bilen Papa ise, bu görüşmeye, Atilla’nın ölen eşine ikizi kadar benzeyen bir nedime getirmiştir ki, Atilla’nın bu kızı görür görmez Papa’dan istediği ve hatta Papa’nın Roma adına bazı taleplerini de Attila’ya kabul ettirdiği rivayet edilir.

Tanrının Kırbacı Atilla Nasıl Öldürüldü?

Yüzü çok benzese de ruhu hiç de Atilla’nın hanımına benzemeyen bir kadın Attila’yla evlenmiş ve Atilla düğün gecesinin sabahında kanlar içinde ölü bulunmuştur. Bazıları onun zehirlendiğini, bazıları hançerlendiğini, bazıları ise uyurken dehşetli bir burun kanamasına yakalanıp, kendi kanında boğulduğunu dile getirmiştir.

Sebep bunlardan hangisidir tam olarak bilinmez ama Türk Yurdu yenilmez bir cihangirini işte böyle basit bir olay ile kaybetmiştir.

Atilla Kapısı – Bugac

Atilla’nın ölümünden sonra Karpat Havzası’nın çeşitli bölgelerini, daha önce Hunlar’a hizmet eden Germen halkları yönetimleri altına aldılar. Bu halkları Bayan Kağan önderliğinde güçlü bir orduya sahip olan İç Asya kökenli ve atlı göçebe bir millet olan Avarlar 568 yılında yenilgiye uğratmışlar. O zaman Doğu Avrupa’daki en güçlü devlet olan Avar Kağanlığını kurmuşlardır ve sonlara doğru zayıflasalar da, Macarların “yurt tutma” zamanına kadar ayakta kalmışlardır.

Atilla’nın ölümüyle Hun kavimlerinin büyük bir kısmı Doğu’ya yöneldi, Karadeniz’in kuzey kıyılarındaki steplere ve Kafkasya’nın kuzey kısmına. Daha sonra Macarlar buradan Macar  kavimler birliği adıyla Batı’ya giderler ve Karpat Havza’sına kalıcı olarak yerleşirler. Burada Avrupa Macar Prensliği’ni oluştururlar. Bu devlet iyi düzenlenmiş ve olağanüstü güçlü bir orduya sahiptir. Zamanın, Orta ve Doğu Avrupa’daki en güçlü devleti haline gelirler. Macarlar Avrupa’da devasa bölgelerden vergi alır, orduları ise bugünkü İspanya sınırına kadar ulaşır.

Atilla’nın torunları Sekelleri duydunuz mu?

Afbeelding met kaart, tekst, atlas, diagram Door AI gegenereerde inhoud is mogelijk onjuist.

Moldova’ya bağlı Gagauzyeri Özerk Cumhuriyeti’nde faaliyet gösteren Umut Derneği ve Dünya Türk Gençler Birliği (DTGB) tarafından düzenlenen Uluslararası 1. Türk Halkları Kongresi’nin davetlileri arasında yer alan Levente G. Borbely en çarpıcı isimlerden biri olarak göze çarpıyordu. Zira Borbely, kendisinin bir Türk boyu olan Sekeller’den olduğunu belirtiyor. Ve halkının durumunu dünyanın çeşitli bölgelerinde yaşayan Türk delegasyonuna anlatıyordu. Levente G. Borbely’nin anlattıkları hemen herkesi şaşırtacak… Çünkü büyük çoğunluğumuz belki de ilk kez anlatılanlardan haberdar olacak. Levente, “Sekeller, Atilla’nın 453’te ölümü ve devamında gelen Hun İmparatorluğu’nun çöküşü sonrasında Karpat Havzası’nda muhkem bîr yere çekilen 3000 Hun savaşçısının torunlarıdırlar.” diyor. Sekeller’in bir Türk boyu olduğunu vurgulayan Borbely, “Sekellerin 6 boyu ve her boyun 4 kolu vardır. Ve birçoğunun adı Türkçe’dir” şeklinde konuşuyor.

Afbeelding met Menselijk gezicht, persoon, pak, Voorhoofd Door AI gegenereerde inhoud is mogelijk onjuist. Afbeelding met tekst, Lettertype, schermopname, grafische vormgeving Door AI gegenereerde inhoud is mogelijk onjuist.

Önemli bilgiler içeren çarpıcı söyleşi şöyle devam ediyor:

Soru: Ben Sekelistan ve Sekeller hakkında fazlaca bilgi sahibi değilim. Tarih derslerinde işittiğimi düşünüyorum ama emin de değilim… Sekelistan neresi?

Cevap: Haklısınız…Sekelistan,masallardaki gibi neredeyse hiç bilinmeyen bir ülke. “Bu bölgeyi adeta efsanelerin ve yanlış bilgilerin ardına kalmış bir kara parçasının sonunda bulabilirsiniz” diyebiliriz.Ancak Sekelistan; Karpat Dağlarının doğusunda (Romanya) Transilvanya’nın batısında yer almaktadır. Yüzölçümü yaklaşık 13,500 km2 (Lübnan’dan biraz daha büyük), nüfusu ise 700,000 civarındadır.(İzlanda nüfusunun iki katından daha fazla)

Soru: Sekeller hakkında bilgi verir misiniz?

Cevap: Sekeller, Macar lehçelerinden birinin farklı ağızlarını konuşurlar; fakat Macarlardan farklı bir topluluktur.Sekeller’in inanışlarına gore; Atilla’nın 453’te ölümü ve devamında gelen Hun İmparatorluğu’nun çöküşü sonrasında Karpat Havzası’nda muhkem bîr yere çekilen 3000 Hun savaşçısının torunlarıdırlar. 895’te Macarlar gelene dek burada varlıklarını devam ettirdiler. Orta Çağın Macar vakayinameleri de Sekellerin Atilla’nın torunları olduklarını ve Macarlar geldiklerinde orada bulunduklarını kaydetmektedir.

Soru: Sekellerin Türk asıllı olduğunu sohbetimizde söylemiştiniz?

Cevap: Evet, kültürünün eski unsurları ile eski sosyal ve siyasi teşkilatlanmaları göstermektedir kî; Sekellerin kesinlikle bir Türk boyu ile bağları vardır.

Soru: Bunu neye dayandırıyorsunuz?

Cevap: Sekeller, eski Göktürk Alfabesi’ne çok benzer bir alfabe olan kendi alfabelerine sahiptirler. Milli renkleri mavidir ve üzerinde altın şansı bir güneşle gümüş rengi bir hilal olan bayrakları da gök mavisidir. Sekellerin 6 boyu ve her boyun 4 kolu vardır. Ve birçoğunun adı Türkçedir. Aynca, Sekeller Macar Ağzıyla konuşmalarına rağmen, dillerinde Macarca’dakinden daha katı bir ünlü uyumu söz konusudur. Yine bu özellik de dillerinin Türkçe ile olan ilgisini göstermektedir.

Soru: Sekeller tarihte bir devlet kurdu mu?

Cevap: 11. yy.’ın başından itibaren Sekeller önce güney sonra da batı sınırlarını korumak amacıyla çoğunlukla Transilvanya’da toplandılar. Burada teşkilatlanarak Latince olarak (zamanın resmi dili) Regnum Siculorum (Sekel Krallığı) dedikleri ülkelerini oluşturdular. 1526’da Macar Devleti’nin çökmesinden sonra Osmanlı Sultanları da Sekel Muhtariyeti’ni tanımıştır.Fakat Transilvanya’nın Macar yöneticileri daha sonra Muhtar Sekel Devleti’ni ortadan kaldırmak istediler.Bu müdahale bir takım savaşlar ve haklarını savunan Sekellerin isyanlarıyla karşılık gördü. Sekellerin bu özerk durumu Avusturya İmparatorluğu’nun 18. yy.’da Transilvanya’yı işgal etmesinden sonra daha büyük bir darbe aldı. 1848’de Avrupa’yı silip süpüren ihtilaller dalgası Transilvanya’ya ve Sekelistan’a da ulaştı.Sekeller kendi hükümetlerini kurmak istediler fakat Macarlar buna karşı çıktılar ve Sekel ileri gelenlerini Macar İhtilali’ne katılıp siyaset işlerini Macarlar’a bırakmaya ikna ettiler. Sekeller bunu kabul ettiler ve askeri güçleri ile birlikte Macarlar’a katıldılar.

Soru: Daha sonra ne gibi gelişmeler oldu, peki?

Cevap: Yeni Macar hükümetinin 1867’den sonra ilk yaptığı işlerden biri Sekelistan’ı ve diğer Sekel kurumlarını tasfiye etmek, yani resmi olarak Sekel milletinin varlığını sona erdirmek olmuştur. Bu, Macarların 1848’de onlara yardım eden Sekellere bir teşekkürleriydi. Macar siyasetçileri, “Siz Sekeller Macarca konuşuyorsunuz, öyleyse Macar olmalısınız” tezini savunuyorlardı. Sekelistan’ın parçalara ayrılmasından sonra, bölge ihmal edildi ve iktisadi olarak çöktü. Sonuç olarak birçok insan yurtdışına göç etti.

Soru: Kimliklerini koruyorlar ,yok oldular mı?

Cevap: Hayır Sekeller yok olmadılar ve kim olduklarını da unutmadılar.1877’de Türk-Rus Savaşı esnasında Sekeller, Türk ordusuna yardımcı olmak amacıyla Sekel Lejyonu adıyla bir birlik kurdular.Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nun çökmesi ve Macarların ülkeyi koruyamadıklarının açıkça görülmesi üzerine Sekeller, Sekeller Cumhuriyeti’ni kurmayı denediler. Finliler, Estonyalılar, Letonyahlar, Litvanyalılar, Tatarlar gibi diğer küçük halkların yaptıkları gibi milletlerin kendi geleceklerini tayin edebilme (self determinasyon) hakkından faydalanmak istediler. Fakat, hem çöken Macaristan’ın siyasetçileri hem de Fransızlardan yardım alan işgalci Romanyalılar tarafından engellendiler. Sonuç olarak Sekelistan, Transilvanya ile beraber, Fransa ve İngiltere tarafından, onlara destek olan Romanya’ya bir ödül olarak verildi. Batılı güçler yerel halkın fikrini asla sormadılar. Batı demokrasisi Sekeller için böyle işlemiştir!

Soru: Neden?

Cevap: Muzaffer Batılı güçlerin liderleri, Avrupa’da eskisinden daha adil olacak ve milletlerin kendi geleceklerini tayin etme hakkına saygılı olacak yeni bir statüko kuracaklannı iddia ettiler. Ancak, Fransa ve Britanya’nın liderleri başta olmak üzere, Birinci Dünya Savaşı’nı başlatanlara değil Hint-Avrupalı olmayan halklara karşı yönetilmiş kinci ve ırkçı insiyaklarla hareket etmekte idiler. Britanya’nın Versay delegasyonu sekreteri Harold Nicolson’ın “Peacemaking 1919” adlı kitabındaki sözleri, yalnızca ona has olmayan bu yaklaşımı açık bir şekilde ortaya koymaktadır: “Macaristan’a karşı olan histerim daha başka idi. Bu Turanlı kabileye karşı geçmişte ve halen kuvvetli bir nefret duyduğumu itiraf ediyorum. Kuzenleri Türkler gibi bir çok şeyi yok edip hiçbir şey ortaya koymadılar”
Yani Macarlar gibi milletler, onlar için sadece Asyalı ilkel kabilelerdi. Macaristan’ı Macar nüfusunun üçte birini yabancı boyunduruk altına soktular. Sekeller de bu arada kendilerini Romenlere sunulmuş bir hediye olarak buldular.

Soru: Romanya’da yaşadıkları bilinen Sekeller şu anda ne durumdalar?

Cevap: Sekelistan hâlâ Romanya’nın baskı altındadır. Halkı, insan haklan ihlallerine, ayrımcılığa, işkencelere maruz kalmakta ve kendi toprak ve milli kaynaklarından mahrum edilmektedir. Halihazırda, Sekellerin yalnızca bir grup olarak hakları gaspedilip kendi geleceklerini tayin etme haklarını kullanmaları engellenmekte, adları da resmi olarak tanınmamaktadır. Kendi, alfabelerini kullanmaları da engellenmektedir. Dahası, Sekellerin bu vahim durumu uluslararası camia tarafından bilinmemekte ve duyulmamaktadır.

Soru: Yaşanan bu olumsuzluklara karşı bir şeyler yapılıyor mu?

Cevap: Bütün olumsuzluklara karşın Sekellerin milli uyanışı devam etmektedir ve artık durdurulamayacak bir noktaya ulaşmıştır.Bu uyanış, 1990 yılında Genç Sekeller Forumu adı altında kurulan küçük ama dirayetli bir teşkilatın Macarların haddini bilmez ve faydasız yönlendirmelerine kulak asmamaları ile başlamıştır. Toplantılarda milli Macar sembolleri yerine Sekellerin sembollerini ilk kez kullanmaya başlayanlar bunlardır. Genç Sekeller, Göktürk Alfabesi ile bağlantı olan eski Sekel alfabesini yeniden canlandırdılar. Yerleşim yerlerinin girişlerine bu alfabe ile yazılmış resmi yazılar asarak Sekellerin hâlâ var olduklarını, farklı olduklarını ve köklerini bildiklerini ortaya koydular. Bu kuruluş artık faaliyet göstermese de 1990 yılında başlatmış oldukları girişim, 2003 yılında kurulan Milli Sekel Konseyi adlı başka bir kuruluş tarafından devam ettirilmektedir.

Soru:Sekellerin talebi nedir?

Cevap: Bugün Sekelistan’da bölgesel özerklik almayı hedefleyen güçlü bir hareket var. Sekeller artık kendi geleceğini tayin etme hakkının kullanılmasının dünyanın başka yerlerinde belli bir dereceye kadar kabul edilebilir olduğunu her geçen gün daha fazla farkına varmaktadırlar.

Avrupa Hun İmparatorluğu’nun Yıkılışı

Atilla öldüğü zaman arkasında İlek, Dengizik ve İrnek adlarında üç oğul barakmıştı. Yerine geçen oğulları, devlet idaresinde başarılı olamadılar. Taht için yapılan kavgalar Hunları zayıf düşürdü. İlk olarak Hunların başına geçen İlek, ayaklanan Germen kavimleriyle savaşırken öldü (454).Yerine geçen Dengizik ise zeki idi fakat siyasî yönden yeterli değildi. Doğu Roma ile yapılan bir mücadelede o da öldü (469). İrnek, Hunların Batı ve Orta Avrupa’da tutunmalarının mümkün olmadığını anlamıştı. Bu nedenle Hunların büyük bir kısmı ile Karadeniz’in kuzeyindeki geniş düzlüklere çekildi. Hunların bir kısmı buradan Orta Asya’ya geri döndü. Bir kısmı ise Avrupa’ya doğru ilerleyen Avarlara katıldı. İrnek idaresindeki bu Hun topluluğu daha sonraları Bulgarların ve Macarların devlet olarak ortaya çıkışında önemli rol oynadılar.

                                                      **************

Yer yüzündeki ikinci Türkiye:Macaristan
YARISI TÜRK, YARISI DA MACAR OLANLARIN YAŞADIĞI MUHTEŞEM KENT: BUDAPEŞTE

Afbeelding met buitenshuis, water, hemel, brug Door AI gegenereerde inhoud is mogelijk onjuist.

Daha önceki görsel ve yazılı röportajlarımda okumuş ve görmüş olduğunuz gibi, Uzun bir süre Hun İmparatorluğu’nun boyundurluğunda kalan Macaristan’ın, uluslararası resmi adı Hungarya’dır. Yani Hun ülkesi.
Daha sonra Osmanlılar bu ülkede tam 130 yıl hükümranlık sürdü. İşte o dönemde ülke halkının yarısı, kendilerini Türk olarak hissetmeye başladılar. Şimdilerde de kendilerini Türk gibi hisedenlerin oranı yine % 50’dir.

Bu ülkenin en güzel şehri Budapeşte’dir.
Yani Buda ve Peşte.
Hun işgali ve daha sonra Osmanlı işgali sırasında, Tuna nehrinin batı yakasındaki iskân alanının adı, büyük imparator Atilla’nın kardeşi Buda’ya atfen ‘Buda’ idi. Tuna’nın doğu yakası da ‘Peşte’ olarak anılıyordu.
1526’da Kanuni Sultan Süleyman tarafından fethedilen Macaristan,1699 yılına kadar Osmanlılar’ın hakimiyetinde kaldı.

Daha sonra Almanlar’ın boyundurluğuna geçen Macaristan’ın Buda ve Peşte’si, 1849 yılında zincirli bir köprüyle birleştirildi. Böylece, Tuna nehrinin iki yakasındaki Buda ve Peşte, 17 Kasım 1873’teki birleşme ile ‘Budapeşte’ olarak tanımlandı.

Afbeelding met persoon, kleding, buitenshuis, hemel Door AI gegenereerde inhoud is mogelijk onjuist.TUNA NEHRİ VE KÖPRÜ: Macaristan’ın Buda ve Peşte’si, 1849 yılında zincirli bir köprüyle birleştirildi. Böylece, Tuna nehrinin iki yakasındaki Buda ve Peşte, 17 Kasım 1873’teki birleşme ile ‘Budapeşte’ olarak tanımlandı.

Şimdilerde, Avrupa’nın en güzel şehirlerinden biri olarak gözlemlenen Budapeşte’nin her köşesinde Osmanlı izlerine rastlamak mümkündür.

Tabii ki Osmanlı mutfağı da bu ülkeye zenginlik katmıştır. Öyle ki, Macarlar’ın dünyaca ünlü ve millî yemeği gulaş, aslında kul-aşı olarak Yeniçeriler’in bir yadigârıdır.

GÜL BABA

Avrupa’da, Türkler’e en çok saygı duyulan ülke Macaristandır.

Macaristan’da en çok sevilen isimlerden biri de Gül Baba’dır. Macaristan’a fetihle gelen Osmanlı dervişlerinden Gül Baba’nın türbesi, Macarlar’ın kıymet verip en çok ziyaret ettiği yerlerden biridir. Gül Baba’yı Macaristan’a gönderen Kanuni Sultan Süleyman, cenaze törenine geldi ve çok sevdiği Dervişi omuzlarında taşıdı.

Şimdi gelin, Gül Baba’yı tanıyalım.

Afbeelding met Luchtfotografie, buitenshuis, gebouw, huis Door AI gegenereerde inhoud is mogelijk onjuist. Gül Baba’yı bize, Türk İşadamları Derneği başkanlığının yanında, Macaristan’ın Kayseri fahri Konsolosu olan Osman Şahbaz anlattı:

Asıl adı Cafer olan, Amasya Merzifon doğumlu Gül Baba, elinde tahta kılıcı, sarığında gülü eksik olmayan ve Kanuni Sultan Süleyman döneminde Avrupa seferlerine katılan önemli bir Bektaşi dervişidir. Gül Baba, Kanuni Sultan Süleyman’ın daveti üzerine 1526 yılında Budin seferine de katılmış ve Budin alındıktan sonra 1531 yılında Budin’e yerleşerek orada 10 yıl yaşamıştır. Evliya Çelebi’nin anlattığına göre, 1 Eylül 1541 yılında vefat eden Gül Baba’nın cenaze namazına Kanuni Sultan Süleyman dâhil 200.000 kişi katılmıştır.

Gül Baba, sadece Türkler değil, Macarlar tarafından da çok sevilen, Budapeşte’de bulunan Türbesi ile hâlâ ismi yaşatılan önemli bir şahsiyettir. Bu sebeple Gül Baba Türbesi ve çevresinin restorasyonu, hem Türkiye hem de Macaristan tarafından önemli bir işbirliği olarak kabul ediliyor.

Afbeelding met gebouw, hemel, buitenshuis, boom Door AI gegenereerde inhoud is mogelijk onjuist. Afbeelding met gebouw, buitenshuis, hemel, begrafenis Door AI gegenereerde inhoud is mogelijk onjuist.

Gülbaba’nın sekizgen formundaki türbesi, 1543-1548 yılları arasında Budin Beylerbeyi olan Mehmet Paşa tarafından yaptırıldı. Osmanlı’nın elinden çıkan topraklar arasına katıldıktan sonra bir süre şapel (küçük kilise) olarak kullanılan türbe, Sultan Abdülaziz’in 1867 yılındaki Avrupa ziyaretinden sonra tekrar eski formuna kavuşarak 1885’te mimar Lajos Grill tarafından onarılarak türbeye dönüştürüldü.

Afbeelding met muur, kleding, overdekt, persoon Door AI gegenereerde inhoud is mogelijk onjuist.
2. Dünya Savaşı sırasında ağır hasara uğrayan türbe, 1963’te Macar hükümeti tarafından eski durumuna getirildi. Bugün Türkler kadar Macarlar tarafından da ziyaret edilen türbe, Orta Avrupa’da fonksiyonunu yitirmeden kalan önemli bir eser olma niteliği taşıyor. Türbe, 2005 de Türk- Macar hükümetlerinin işbirliğiyle Güzel Sanatlar Genel Müdürlüğü’nce restore edilerek ilk yapıldığı hale dönüştürüldü.

ŞEHİTLİK

Budapeşte’de bir de Türk şehitliği var. Her gün binlerce kişi tarafından ziyaret edilen bu şehitliğe bizi Osman Şahbaz götürdü. Osman Şahbaz ile TRT ekibi olarak gittiğimiz şehitlikte, şehitlerin ruhuna fatiha okuduktan sonra, mezarlara çiçekler bıraktık.

Afbeelding met kleding, persoon, person, buitenshuis Door AI gegenereerde inhoud is mogelijk onjuist.

İşte Şahbaz’ın anlatımıyla Türk şehitliği.

1’inci Dünya Savaşı sırasında Galiçya cephesinde 1916-1917 yıllarında, Alman Güney Ordusu’na bağlı olarak görev yapan 15’inci Türk Kolordusu çok sayıda şehit vermiştir. Galiçya cephesinin yanı sıra, Macaristan’ın çeşitli bölgelerinde şehit düşen askerlerimizden bazılarının naaşları, 1926 yılında kurulan Budapeşte Türk Şehitliği’ne nakledildi.

Budapeşte Türk Şehitliği’nde 11’i meçhul asker olmak üzere, 480 şehidimiz bulunmaktadır. Şehitliğin toplam alanı 4598 m2 olup, şehit mezarlarının bulunduğu bölüm 1718 m2’lik bir alanı kapsamaktadır.

Afbeelding met atletiekwedstrijd, buitenshuis, sport, hemel Door AI gegenereerde inhoud is mogelijk onjuist.

Budapeşte Kent Mezarlığı içinde duvarla çevrili ayrı bir bölüm olan ve ortasında ay-yıldızlı ‘Galiçya Şehitleri Anıtı’ tabelası yer alan Şehitliğimizin girişinde, bir plaket yer almakta ve göndere Türk Bayrağı çekilmektedir.

Her yıl, ‘18 Mart Şehitler Günü’nde Türkler tarafından, 1 Kasım ‘Ölüler Günü’nde ise Macarlar tarafından anma törenleri düzenlenmektedir.

Mustafa oğlu Osman… Resul oğlu Mehmed… Kadri oğlu Musa… Süleyman oğlu Ali gibi isimler Galiçya Şehitliği’nden birkaçıdır. Kimi 19 yaşında şehit düşmüş, kimi 20 yaşında.
Afbeelding met graf, begraafplaats, begrafenis, gras Door AI gegenereerde inhoud is mogelijk onjuist.

ŞEHİTLERİN MEZARLARINA ÇİÇEKLER BIRAKTIK

Gördüğünüz gibi çok bakımlı ve temiz olan şehitlikte, Koca oğlu Yusuf… Karakaş oğlu Cafer… Muhsin oğlu Halil… Ahmed oğlu İbrahim… gibi isimler de ayyıldızlı bayrağın gölgesinde uyuyorlar.
Bir mezarda yatanın ise adı belli değil…
Beyaz mermerin üzerinde isim olarak iki kelime var: “Meçhul asker.”

DİKKAT ÇEKİCİ KONULAR

Macaristan’da Türkler açısından dikkat çekecek pek çok konu vardır.
Pek çok Macar’ın kendilerini Türk olarak kabul ettiklerini, yayınlamış olduğum TV programlarında izlemişsinizdir. Atilla’dan önce başlayan Hun egemenliği ve Atilla’nın bıraktığı izler, Macaristan’a ayrı bir renk katmıştır.
Afbeelding met persoon, kleding, buitenshuis, hemel Door AI gegenereerde inhoud is mogelijk onjuist.
ESTERGON KALESİ: Macaristan’a renk katan yapıtlardan biri de Estergon Kalesi’dir Osmanlı Devleti’nin, 1543-1595 ve 1605-1683 yılları arasında toplam 130 yıl hüküm sürdüğü, bir dönem Macar Krallığı’nın idari ve dini merkezi olan Estergon Kalesi, tüm ihtişamıyla ayakta durmaya devam ediyor. Macarlar için ilk başkent ve kutsal bir dini merkez, Türkler için ise türkülere ve marşlara konu olan önemli bir kale olan Estergon Kalesi, Başkent Budapeşte’den yaklaşık 60 kilometre uzaklıkta, Tuna Nehri kıyısında yer alıyor.

Macaristan’ı anlatan pek çok meslektaşımız olmuştur. Bu meslektaşların araştırmalarına baktığımız zaman, şaşkınlıktan dilimizi yutacak gibi oluruz..

İşte bazı örnekler:

Macaristan, 1526‐1699 arası 173 sene Osmanlı hâkimiyetinde yaşadı. Daha sonra Almanların eline geçti. 1918’de müstakil oldu. 1945’te Kızıl Ordu işgaline uğradı. Hürriyetine düşkün Macarlar 1956’da ayaklandı ise de, Macar İhtilâli kanlı bir şekilde bastırıldı. Başbakan dâhil binlerce kişi öldürüldü. Macarlar, Mohaç’ta bile bu kadar kayıp vermemişti. Ruslar, Macaristan’da ancak 35 sene kalabildi. Avrupa’da hiçbir yerde Macaristan kadar Türklere sempati ile bakılan bir yer yoktur. Osmanlı eserleri de hiçbir yerde burası kadar bakımlı değildir…

Afbeelding met Menselijk gezicht, persoon, person, portret Door AI gegenereerde inhoud is mogelijk onjuist. Afbeelding met gebouw, hemel, buitenshuis, toren Door AI gegenereerde inhoud is mogelijk onjuist.
TONY CURTİS VE RESTORE ETTİRDİĞİ HAVRA

Avrupa’nın en büyük havrası Budapeşte’dedir. Bir Macar Yahudisi olan Amerikalı aktör Tony Curtis tarafından yenilenmiştir. Budapeşte, vaktiyle Yahudilerin en çok yaşadığı şehirlerdendi. Soykırıma dair havrada müze ve Tuna kenarında âbide vardır.

Macar millî yemeği gulaş (kul‐aşı) da yeniçerilerden yadigârdır.
Avrupa’da hiçbir yerde Macaristan kadar Türklere sempati ile bakılan bir yer yoktur

Budin Kalesi’ndeki Ulucâmi’nin yerinde şimdi Mathias Katedrali var. Budin Paşası’nın konağının yerinde kraliyet sarayı yükseliyor. Şimdi müze ve sanat galerisi. Budin’i Almanlara karşı müdafaa ederken şehid düşen son Osmanlı vâlisi Abdurrahman Abdi Paşa’nın kabrini Macarlar yaptırmış; başına da Türkçe bir kitâbe koyarak “Kahraman düşmandı. Rahat uyusun” yazmıştır. Kaledeki reisicumhur sarayı ise gayet mütevazı.

Osmanlı Dönemi

Kanuni Sultan Süleyman tarafından ilk olarak 1526’da fethedilen Budin ve Peşte, bir buçuk asırlık bir Türk hakimiyetinden sonra 1686’da elden çıkmıştı. Türk idaresi sırasında, Karadeniz üzerinden Tuna yoluyla İstanbul’dan nispeten kolay ulaşılan bir beylerbeyilik merkezi olduğundan kolayca Türkleşmişti. Ticaret yollarının birleştiği bir yerde bulunan Budin ve Peşte, bir taraftan zengin bir ticaret şehri görünümü alırken, burada kurulan çeşitli vakıflar bu Orta Avrupa şehrine bir Osmanlı yerleşim merkezi manzarası vermişti. 1662

yılında burayı ziyaret eden Evliya Çelebi’nin Seyahatnamesi’nde Budin ve Peşte’nin etraflı bir tasviri bulunmaktadır.

Hallart’ın 1686’da Budin’i gösteren bir gravürü (József Molnár, Macaristan’daki Türk Anıtları, Ankara 1973, lv. 1) Afbeelding met schets, tekening, huis, gebouw Door AI gegenereerde inhoud is mogelijk onjuist.
Hallart’ın 1686’da Budin’i gösteren bir gravürü.  Macaristan’daki Türk Anıtlar ve cami.

Evliya Çelebi, Buda’da 25 cami, 47 mescit, 12 medrese, 16 mektep, 2 hamam, 8 kaplıca, 9 han, 1 saat kulesi ve 1 bedesten bulunduğunu bildirmektedir. Bunların çoğu bugün ayakta değildir.Sokullu Mustafa Paşanın yaptırdığı Mustafa Paşa Camii ve Türbesinin Mîmar Sinan’ın eseri olduğu bilinmektedir.

19. Yüzyıl

19. yüzyılda Macaristan’ın bağımsızlık mücadelesi ve modernleşmesi dönemin karakterini oluşturmuştur. 1848’de Habsburglara karşı başkentte ayaklanma başlamış ve bir yıl sonra bastırılmıştır. Budapeşte 1867 Avusturya-Macaristan Antlaşması ile doğan Avusturya- Macaristan İmparatorluğu’nun iki başkentinden birisi oldu. Bu uzlaşma Budapeşte’nin 1. Dünya Savaşı’na kadar sürecek olan ikinci büyük kalkınma dönemini başlattı. Budin ve Peşte’yi birbirine bağlayan ilk kalıcı köprü olan Zincirli Köprü de 1849’da açıldı. Peşte ülkenin idari, siyasi, ekonomik, ticari ve kültürel merkezi haline gelmeye başladı. Şehrin gelişmesine bağlı olarak Macaristan’ın kırsal kesimlerinden artan göç Macarların şehirde çoğunluğa sahip olan etnik grup olmasını sağladı. 1851’de Macarlar Budapeşte nüfusunun %35.6’sını oluştururken bu oran 1910 itibariyle %85.9’a çıkmıştır. Buna bağlı olarak Budapeşte’de en çok kullanılan dil artık Almanca değil Macarca oldu. Diğer yandan 1900’de şehrin nüfusunun %23.6’sı Yahudiydi. Budapeşte’deki büyük Yahudi topluluğundan dolayı 20. yüzyılın başında Budapeşte sıkça “Yahudilerin Mekkesi” ya da “Yudapeşte” şeklinde anılır olmuştu.

20. Yüzyıl

1. Dünya Savaşı’nın sonunda Avusturya-Macaristan İmparatorluğu yıkıldı ve Macaristan Cumhuriyeti ilan edildi. 1920’de imzalanan Triyanon Antlaşması ise ülkenin bölünmesine ve Macaristan’ın nüfusunun ve topraklarının üçte ikisini kaybetmesine yol açmıştır. 1949 yılında, Macaristan Komünist Halk Cumhuriyeti ilan edildi. Yeni komunist devlet Budin Kalesi’ni eski rejimin sembolü olarak görmüş ve 1950’lerde kale ciddi şekilde tahrip edilmiştir. 23 Ekim 1956’da Budapeşte’de demokratik değişiklikler talep eden barışçıl gösteriler başladı. Göstericiler Budapeşte radyo istasyonuna giderek taleplerinin yayınlanmasını istediler. Yönetimse göstericilerin vurulması emrini verdi. Macar askerlerse silahlarını göstericilere vererek binanın ele geçirilmesini sağladılar. Böylece Macar Devrimi başlamış oldu. Göstericiler Imre Nagy’nin başbakan olmasını talep ettiler ve aynı günün akşamında Macaristan İşçi Partisi Merkez Komitesi bu talebi kabul etti.  Kalkışmanın en önemli karakteristiği ise Sovyet karşıtı olmasıdır. Nagy başbakan olduktan sonra Varşova Paktı’ndan ayrılacaklarını ve tarafsız olacaklarını ilan ettikten sonra Sovyet tankları isyanı bastırmak için Budapeşte’ye girdi. Çatışmalar 3000’den fazla ölü bırakarak, Kasım ayının başına kadar devam etti. 2006’da devrimin 50. yılına istinaden Şehir Parkı’na yapılan anıt açıldı.

Afbeelding met gebouw, hemel, buitenshuis, fontein Door AI gegenereerde inhoud is mogelijk onjuist.

Macaristan’ın ilk anayasasını Kütahya’dayken kaleme alan Kossuth Lajos, Macar Halk Kurtuluş Kahramanı Rakoczy Frençh, Macar Milli Kahramanı Tökeli İmre ve Araştırmacı Müzisyen Bela Bardok hakkında ülkemizde müzeler kurulmuş ve onların aziz hatıraları Anadolu’nun değerleri olarak milletimiz tarafından saygıyla korunmaktadır.

Cem Sultan’ın hazin hikayesi

Fransa’da 5 yıl barındığı şatoyu bulduk.

Afbeelding met tulband, Menselijk gezicht, kleding, verven Door AI gegenereerde inhoud is mogelijk onjuist.
Fatih Sultan Mehmet                     Bayezid                             Cem Sultan

Fransa’da Osmanlı-Türk izlerini takip ederken güneye doğru gittik. Cem Sultan’ın buralarda bir yerde, gözetim altında yaşadığını biliyorduk. İşte o yeri aramaya başladık. Sonunda kendimizi Bourganeuf kasabasında bulduk. Cem Sultan’ın tam 5 yıl gözetim altında yaşadığı Zizim Şatosu’nu bulduk.

Fatih Sultan Mehmet’in oğullarından Beyazid, kardeşi Cem Sultan’ı en büyük tehdit olarak algılamıştı. Bu nedenle de Cem Sultan hep sürgünde yaşadı. Cem Sultan, önce Rodos’ta yarı esir ve yarı şaşaalı bir yaşam sürdürdü. Zira Rodos Şövalyeleri Cem Sultan’ın tutulması ve bakımı için Beyazıt’tan çok büyük meblağlar alıyorlardı. Ama Cem Sultan, annesinin kardeşi olan, yani dayısı olan Macaristan Kralı’nın yanına gitmek istiyordu. Orada hazırlanıp kardeşinin üzerine hücum etmeyi planlıyordu. Bayezid ise, Cem Sultan’ın Rodos’ta kalmasını istiyordu. Zira bir gün Rodos’u işgal edip Cem Sultan’ı da ele geçirmeyi planlıyordu.

Rodoslular, bu varsayımdan çok korkmuşlar ve Cem Sultan’ı Roma’daki Papa’ya, Papa da daha sonra Fransız Kralı’na satmışlardı. Şimdi para kazanma sırası Fransızlardaydı. Cem Sultan pek çok yerde barındırıldı. Ama en çok barındırıldığı yer, Bourganeuf’teki şato oldu. Fransa Kralı, Cem Sultan için muhteşem bir şato inşa ettirmişti. Bu şatoya da Zizim adı verilmişti.

Afbeelding met gebouw, hemel, buitenshuis, kasteel Door AI gegenereerde inhoud is mogelijk onjuist.CEM SULTAN’IN TUTUKLU KALDIĞI ZİZİM ŞATOSU : Fatih Sultan Mehmet’in oğulları Bayezid ile Cem Sultan arasındaki husumet sonunda Cem Sultan Zizim adlı bu şatoda tam 5 yıl tutuklu kaldı. İlhan Karaçay Zizim Şatosu’nu buldu ve hüzün verici hikayeyi bilenlerden dinledi.

İşte biz o şatoyu bulduk. Cem Sultan’ın hazin hikayesini ve öldürülüşünü araştırmacılar kanalıyla dile getirdik. Tam 30 yıldır Zizim Şatosu’nun karşısında ikamet eden Kadir Akar, işçilik yaptığı Borganeuf kasabasında yıllarca arşivleri karıştırmış. Kadir Akar, Zizim Şatosu’nun gölgesinde bize tarihi şöyle açıkladı:

Cem Sultan (1459 – 1495), Fatih Sultan Mehmet’in en küçük oğludur, 23 Ocak 1459 tarihinde Edirne Sarayı’nda dünyaya geldi. Doğum haberi Fatih’e, Yunanistan seferine giderken ulaştı. Cem, dört yaşına geldiğinde çeşitli hocalardan dersler almaya başladı. Bu eğitim on yaşına kadar sarayda devam etti. Rumca dâhil pek çok dili mükemmel öğrendi. Önce Kastamonu Sancakbeyliği’ne daha sonra da Konya Valiliği’ne tayin edildi. Dönemin ilim ve kültür merkezi olan Konya’da üç yıl kaldı.

3 Mayıs 1481’de Fatih Sultan Mehmet’in ölümü üzerine, Amasya’da bulunan Şehzade Bayezid ve Konya’da bulunan 22 yaşındaki Cem Sultan’a haberciler gönderildi. Veziriazam Nişancı Karamanî Mehmet Paşa, Sultan’ın vefatını bir süreliğine gizlemeye çalışmışsa da bunu başaramamıştı. Duruma kızan Yeniçeriler ayaklanıp sadrazam Karamanlı Mehmed Paşa’yı öldürdüler ve Şehzade Bayezid’in, İstanbul’da bulunan oğlu Korkut’u saltanat naibi ilan ederek onu tahta çıkardılar.Ancak Cem Sultan’a gönderilen haberci, yolda Şehzade Bayezid’in kayınbabası ve Anadolu Beylerbeyi olan Sinan Paşa tarafından yakalandı ve öldürulmesi neticesinde Cem Sultan haberi aldığında iş işten geçmiş, en büyük destekçisi sadrazam Karamanlı Mehmed Paşa da yeniçerilerin isyanıyla öldürülmüştü.. Cem Sultan, babasının vefatını dört gün sonra öğrenebildi. Şehzade Bayezid, İstanbul’a varır varmaz devlet idaresini eline aldı.

C:\Users\ILHAN\Desktop\TEMMUZ BULTENINE GIRECEKLER\Fransa-Cem Sultan'i Kadir Akar, ilhan karacay'a anlatiyor (2).JPG
CEM SULTAN HİKAYESİNİ DİNLEYENLERİ AĞLATAN KADİR AKAR : Cem Sultan’ın Zizim Şatosu’nda 5 yıl tutuklu kalışının hazin öyküsünü en iyi bilenlerden biri olan Kadir Akar, bu şatonun hemen altında yıllardır yaşıyor. Kadir Akar yıllarca çalışmış olduğu dersini İlhan karaçay’a uzun uzun anlattı.

Bütün bunlardan sonra Cem Sultan, babasının meşhur Kanunnâme’sine koydurttuğu “Her kimesneye evlâdımdan saltanat müyesser ola karındaşlarını nizâm-ı âlem için katletmek münasiptir. Ekser ulemâ dahi bunu tecviz etmişlerdir…” hükmü gereği öldürüleceğinden emin olduğundan, Konya civarında topladığı bir miktar askerle Bursa’ya doğru ilerledi. Cem Sultan 4000 kadar askeriyle birlikte 27 Mayıs 1481’de İnegöl önlerine geldi. Sultan İkinci Bayezid, Ayas Paşa idaresindeki bir orduyu Cem Sultan’ın üzerine gönderdi. 28 Mayıs’ta yapılan savaşı kazanan Cem Sultan Bursa’da padişahlığını ilan etti. Kendi adına hutbe okutarak para bastırdı ve çeşitli fermanlar yayımladı. Cem Sultan’ın bu saltanatı ancak yirmi gün sürmüştür.

Sultan II. Bayezid’e gönderdiği arabulucularla, kendisinin Anadolu’da, Sultan Bayezid’in de Rumeli’de padişah olmasını ve Osmanlı topraklarını eşit olarak paylaşmalarını, kan dökülmemesini talep eden Cem Sultan’a, Bayezid “Hükümdarlar arasında akrabalık yoktur.” şeklindeki Arap atasözüyle karşılık vermişti.

Bundan sonra taraflar daha üstün ve avantajlı duruma sahip olabilmek için gayret göstermişler. Sultan II. Bayezid, ordusuyla birlikte Cem Sultan’ın üzerine yürüdü. Yenişehir Ovası’nda 20 Haziran 1481 tarihinde yapılan savaşı kaybeden Cem Sultan, Konya’ya geldi. Ancak Gedik Ahmet Paşa komutasındaki kuvvetlerin takibi sürünce, Cem Sultan yanına ailesini de alarak ve Osmanlı topraklarını terk ederek, Adana, Halep, Kahire’ye, ve oradan da Hac mevsiminde Hicaz’a gitti

Cem Sultan, hacca giden tek ‘Osmanoğlu’dur. Başka hiçbir padişah veya şehzade hacca gitmemiştir. Orada yazdığı şiirlerinde saltanat kavgasından tamamen vazgeçtiği, hac farizasını yerine getirmenin verdiği iç huzuru, taç ve tahta için değişmek istemediğini belirtti. Hac’dan sonra tekrar Kahire’ye gelen Cem Sultan, çeşitli telkin ve tahriklerle yeniden talihini denemek istedi. 27 Mayıs 1482’de Konya’yı kuşatan Cem Sultan, Sultan İkinci Bayezid’in yaklaşması üzerine kuşatmayı kaldırarak Ankara’ya gitti. Oradan da tekrar Mısır’a gidecekti, ancak yollar tutulmuştu. 2. Bayezid bu defa Cem Sultan’a bütün masraflarının karşılanması şartıyla Kudüs’te ikamet etmesini teklif etti; ancak bu teklif reddedildi. Başta Karamanoğlu Kasım Bey olmak üzere etrafındaki bazı kimseler saltanat mücadelesine Rumeli’de devam etmesi tavsiyesinde bulundular. Rumeli’ye geçmek için de Rodos şövalyelerinin gemileri kullanılacaktı.Cem Sultan, ağabeyi Sultan II. Bayezid’den bir mektup aldı. Bu mektupta, padişahlıktan vazgeçtiği takdirde kendisine bir milyon akçe ödeneceği belirtiliyordu.

Bu sırada Rodos şövalyelerinden Pierre d’Aubusson onu Rodos’a davet etti. Rodos’a gelindiğinde (30 Temmuz 1482) Saint Jean şövalyelerinin reisi d’Aubusson ile varılan anlaşmaya göre, şövalyeler Cem Sultan’a yardım edecekler, karşılığında Rodos’tan alınan adalar geri verilecek, daimî bir sulh olacak ve masraflarına karşılık 150 bin altın alacaklardı. d’Aubusson bu anlaşmayı yaparken Avrupa kralları ve Papa’ya da mektuplar göndererek Cem’in Rodos’da olduğunu, durumdan istifade ile bir haçlı ordusu meydana getirilmesini ve Türklerin Avrupa’dan çıkarılmasını teklif etmekteydi. Bu kıymetli rehinenin muhafaza edilmesi için de Fransa’nın uygun olduğunu müzakere etmekteydiler. Sultan Bayezid ise şövalyelere her yıl 45 bin düka altını vermek üzere bir anlaşma yaptı. Cem Sultan’ın Fransa’ya gönderilme kararı alınmasına rağmen hâlâ o, Rumeli’ye geçme plânları yapmaktaydı. Rodos’tan Sicilya’ya oradan Nis Limanı’na gelindi ve bir süre kalındı. Cem Sultan’ın Fransa’dan başka bir ülkenin eline geçmesini, Osmanlı Devleti açısından sakıncalı gören Sultan II. Bayezid, Fransa’ya bir elçi gönderek Cem Sultan’ın Fransa’da tutulmasını istedi.

Dük ile dostluğu şövalyeleri rahatsız ettiğinden, önce Lyon daha sonra da Pouêt adlı kaleye getirildi. Burada Sultan Bayezid’in elçisi Cem Sultan’la görüşmek istedi ise de, bu mümkün olmadı. Yeniden yapılan bir anlaşma ile Cem Sultan’ın Papaya [[VIII. Innocentius] teslim edilmesine karar verilince, şehzade yeniden yollara düştü. Böylelikle Cem Sultan’ın Fransa macerası 6,5 yıl sürmüş oldu.

Marsilya yolu ile Tolon’a oradan da 14 Mart 1489 günü Roma’ya gelerek Papa ile görüştü. Cem Sultan’ı kullanmak isteyenlerden birisi de Papa VIII. Innocentius idi. Papa, Cem Sultan’ı bahane ederek Osmanlılar’a karşı bir haçlı seferi düzenlenmesini istiyordu. Ancak bunda başarılı olamayınca, Cem Sultan’a Hıristiyan olma teklifinde bulundu. Ancak Cem Sultan bunu kesinlikle reddetti.Cem Sultan’ın tek arzusu Mısır’da bıraktığı annesi ve çocuklarına kavuşmaktı. Ancak Papa’nın başka plânları vardı. Çeşitli tekliflerde bulundular. Cem Sultan bunları “Din-i mübin-i İslâma ihanet edemeyeceği ve dinini cihan saltanatına değişmeyeceği” cevabıyla geri çevirdi.

Roma’da 5 yıl 11 aydan fazla kalındı. Başta Macaristan Kralı olmak üzere Memlûklu Sultanı ve diğerlerinin Cem Sultan’la ilgili talepleri Papa’yı çok zor durumda bıraktı. Bu sırada hem Cem Sultan’a hem de Papa’ya suikast teşebbüsleri olmaktaydı.

Fransa Kralı 8. Charles’in ısrarlı talepleri üzerine, Cem’in ona teslim edilmesi şartıyla Napoli’ye doğru yola çıkıldı. Ancak yolda fenalaştı. Muhtemelen teslimden önce Papa tarafından zehirlenmişti. Uygulanan bütün tedavi yöntemleri netice vermeyince şehzade, “Ailesinin Mısır’dan İstanbul’a getirilip gözetilmesi, kendisine hizmet edenlerin memnun edilmesi ve ölüsünün mutlaka Osmanlı ülkesine getirilmesi” şeklindeki vasiyetini yazdırdı. Sultan Cem`in Roma halkının fakirlerine para vermesi henüz insan sevgisinin tam oturmadığı Avrupa`da, Cem Sultan’ın bu hareketi taraftar toplama olarak karşılandı.

Sant’Angelo Şatosu (Castel Sant’Angelo)

C:\Users\ILHAN\Desktop\TEMMUZ BULTENINE GIRECEKLER\Cem Sultan bu kalde kaldi.jpg

Avrupa Hıristiyanlığının elinde siyasal bir koz olarak kullanılmak istenen Cem Sultan’ın, yaşadığı esir hayatının son dönemlerinde bir süre, Tiber nehrinin kıyısındaki Castel Sant’Angelo’da konakladığı bilinmektedir.

Cem Sultan Roma’ya getirildikten sonra bu kez Napoli’ye gönderildi. Bu kez, Cem Sultan’ın Napoli’de kaldığı yeri bulduk.

C:\Users\ILHAN\Desktop\TEMMUZ BULTENINE GIRECEKLER\Cem Sultan'ın öldürüldüğü sarayın önü..JPG

Cem Sultan burada, etkisini geç gösteren bir madde ile zehirlenmişti. Zehirli maddeyi aldıktan 3 gün sonra burada atına binerken düşen Cem Sultan hayata veda etmişti.
Böylece de Cem Sultan’ın çok hazin yaşam öyküsü burada sona ermişti.

Cem Sultan ve kardeşi Mustafa’nın Bursa’daki Türbeleri

Cem Sultan vakası Osmanlı tarihinde Yıldırım Bayezid’in Timur’un elinde esir düşüp, demir kafese hapsedilmesinden sonra ikinci büyük hadisedir. Rumeli’den tekrar Osmanlı topraklarına gelmek isteyen Cem Sultan, 14 yıl esir hayatı yaşadı. En son Papa’nın elinden Fransız Kralı tarafından kurtarılmış, ancak büyük bir ihtimalle zehirlendiği için bir hafta içinde yolda vefat etmiştir.

Cem Sultan’ın bakım masrafları için Papa, Sultan İkinci Bayezid’den yılda 40.000 altından fazla para kopartmayı başarmış, Cem Sultan’ı serbest bırakma tehditleriyle de Osmanlı fetihlerini durdurmuştu. Bu olay ileride Şehzade katli için de önemli bir mesnet teşkil etmiştir.

Cem Sultan'ın turbesi

Cem Sultan, 25 Şubat 1495’de vefat etti. Ağabeyi Sultan II. Bayezid bu olaya çok üzüldü ve ölüm haberi duyulunca bütün Osmanlı ülkesinde gıyâbi cenaze namazları kılındı, üç gün matem tutuldu. Öldüğünde 36 yaşında olan şehzadenin ölüsünden de istifade etmek isteyen Avrupalılar cenazesini teslim etmeyip bundan da paralar kazanmanın yolunu buldular. 2. Bayezid’in şiddetli tehdidiyle Napoli Kralı nihayet cenazeyi vermeyi kabul etti. Ölümünün üzerinden dört yıl geçmişti. Şehzade Cem’in naaşı Bursa’da büyükbabası Sultan Murad’ın yaptırdığı caminin bahçesine kardeşi Mustafa’nın yanına gömülmüştür. Böylelikle Cem Sultan’ın Mısır’dan başlayan macerası 14 yıl sürmüş ve hüzünlü bir şekilde neticelenmiştir.

Vefatından 4 yıl sonra 1499 yılının Ocak ayında Cem Sultan’ın cenazesi Osmanlı topraklarına getirilerek Bursa’da kardeşi Şehzade Mustafa’nın yanına gömüldü.

Atilla’nın Fransa’daki Otağını ve Macaristan’daki Kurultay Şenliği’ni izlemek için alttaki fotoğrafa tıklayınız.

Macaristan’daki Şehitlik ve Gül Baba’yı izlemek için aşağıdaki fotoğrafa tıklayınız.

BABASINDAN ALDIĞI HUKUK MİRASI İLE TÜRKİYE VE HOLLANDA’DAKİ SORUNLARI ÇÖZÜMLÜYOR.

BABASINDAN ALDIĞI HUKUK MİRASI İLE TÜRKİYE VE HOLLANDA’DAKİ SORUNLARI ÇÖZÜMLÜYOR.

Baba Henk Sepers, pansiyon işleten ve Türkler arasında ‘Mama’ olarak anılan bir annenin oğlu olarak, Türkler ile kaynaş bir çocukluk geçirmişti.

Esmeralda Sepers, Mert Himmetoğlu ile birlikte, Hollanda ile Türkiye arasında mekik dokuyor.

Hollanda ve Türkiye’deki ofislerinde hizmet veren Esmeralda ve Mert, yurttaşlarımızın sık sık yaşadığı sorunlar hakkındaki sorularımı cevapladılar.

(Haberin Hollandacası en altta.
Nederlandse versie van het nieuws is onderaan)

Afbeelding met tekst, Menselijk gezicht, person, persoon Door AI gegenereerde inhoud is mogelijk onjuist.
Röportaj: İlhan KARAÇAY

Hollanda’daki Türk toplumunun yakından tanıdığı merhum avukat Henk Sepers’in bıraktığı hukuk mirası, bugün kızı Esmeralda Sepers ve meslektaşı Mert Himmetoğlu tarafından aynı titizlikle sürdürülüyor.

Afbeelding met persoon, kleding, person, pak Door AI gegenereerde inhoud is mogelijk onjuist.
Henk Sepers, o yıllarda İstanbul’a gidişi sırasında, aile ve dostlarıyla

Henk Sepers, sadece hukuki alandaki bilgisiyle değil, Türk toplumuna gösterdiği yakınlık ve güven duygusu ile de hatırlanıyor. Onun hayat arkadaşı, Darja, Esmeralda’nın annesi de yıllarca bu mücadelenin sessiz ama güçlü destekçisi olmuştu.

Afbeelding met Menselijk gezicht, persoon, kleding, glimlach Door AI gegenereerde inhoud is mogelijk onjuist.Böylece, ailece üstlenilen bu hukuk misyonu bugün bir emanet gibi Esmeralda’nın ellerinde sürdürülüyor.

Afbeelding met Menselijk gezicht, persoon, glimlach, zonnebril Door AI gegenereerde inhoud is mogelijk onjuist.

Hem Hollanda’da hem de Türkiye’de ofisleri bulunan ikili; miras, boşanma, vergilendirme, kısa dönem turistik kiralama ve şirket kurma gibi iki ülkeyi bağlayan kritik başlıklarda sorularımızı yanıtladı.

HENK’İN ANNESİ TÜRKLERİN ‘MAMA’SI

Afbeelding met kleding, Menselijk gezicht, hemel, persoon Door AI gegenereerde inhoud is mogelijk onjuist.
Türkler’in ‘Mama’ olarak çağıdıkları Sepers’in annesi ve pansiyonları…

Bu röportaj vesilesiyle, Hollanda’daki Türk toplumunun gönlünde özel bir yere sahip olan merhum Henk Sepers’i rahmetle anıyorum. Onun yıllarca süren özverili hizmetleri ve Türk toplumuna verdiği güven, bugün kızı Esmeralda’nın ve meslektaşı Mert Himmetoğlu’nun çalışmalarıyla yaşatılmaktadır. Aynı zamanda Henk Sepers’in eşi ve Esmeralda’nın annesi de bu yolculuğun en güçlü destekçilerinden biriydi. Bu köprü görevi bir nesil daha geriye uzanmaktadır; zira Henk küçük yaşlardayken annesi Nieuwenhoorn (Hellevoetsluis) ve Brielle’de pansiyon işletirken, Türkler onu ‘Mama’ları olarak bilirdi.
Bu ailevi miras, hem Türkiye’de hem Hollanda’da insanlara yol göstermeye devam ediyor.

Şimdi gelelim Esmeralda ve Mert ile söyleşimimize:

BİR HOLLANDA VATANDAŞI OLARAK TÜRK EŞTEN BOŞANMA

Boşanma Davası: Türleri ve Sebepleri - Kandemir Hukuk

Soru: Her iki eş de Hollanda ve Türkiye dışında yaşıyorsa boşanma davası nerede açılır?
Cevap: İkamet edilen ülkede. O ülkenin hukukuna göre boşanılır. Daha sonra Türkiye’de tanınması ayrı bir süreçtir ve milletlerarası özel hukuk kapsamına girer.

Soru: Yurt dışında alınan boşanma kararı Türkiye’de otomatik olarak tanınır mı?
Cevap: Hayır. Herhangi bir işlem yapılmadığı takdirde kişi Türkiye’de resmî olarak evli kalmaya devam eder. Hollanda’da ikamet edenler, boşanma kararını eski eşin onay vermesi hâlinde Türk konsolosluğu aracılığıyla kaydettirebilirler. Ancak diğer bölgelerde (örneğin Orta Doğu’da) çoğunlukla Türkiye’de ayrıca dava açmak gerekmektedir; bu dava bir tanıma/tenfiz davası veya yeni bir boşanma davası olabilir.

Soru: Mal rejimi ve mal paylaşımı nasıl olur?
Cevap: 2002’den sonra evlenmişseniz, Türk hukukuna göre edinilmiş mallara katılma rejimi geçerlidir: evlilik süresince edinilen mallar paylaşılır. Miraslar bu paylaşımın dışında kalır; kişiye sıkı sıkıya bağlıdır (“verknocht”). Tapu senedi, banka dökümleri ve sözleşmeler gibi belgeler, hukukî durumunuzu güçlendirir.

Soru: Çocukların velayeti nasıl belirlenir?
Cevap: Çoğu zaman, özellikle fiilî bakım esasen annedeyse, velayet anneye verilir. Ancak her dava bireysel olarak değerlendirilir; babaya verilmesi de mümkündür.

Soru: Expats için pratik tavsiyeleriniz neler?
Cevap: Her iki hukuk sistemi için zamanında danışmanlık almak, güçlü bir dosya oluşturmak (delillerle), Türkiye’de tanıma için strateji belirlemek (konsolosluk veya mahkeme üzerinden). Böylece kayıtlarda “çifte evlilik” sorunu yaşamazsınız.

TÜRKİYE’DE KISA SÜRELİ KİRALAMA

Afbeelding met tekst, gebouw, hemel, schermopname Door AI gegenereerde inhoud is mogelijk onjuist.

Soru: 100 günden kısa kiralamalarda izin zorunlu mu?
Cevap: Evet. 1 Kasım 2023’ten itibaren 100 günden kısa süreli kiralamalar için turistik kiralama lisansı zorunludur. İzin olmadan yüksek para cezaları uygulanır.

Soru: İzin olmadan yapılan kiralamalarda hangi cezalar uygulanır?
Cevap: İlk ihlalde 100.000 TL ceza ve 15 günlük süre tanınır. Devam edilirse 500.000 TL ceza ve yeniden 15 gün süre verilir. İhlal sürerse 1.000.000 TL ceza uygulanır. İzin olmadan aracılık yapanlara da ceza kesilir. Birden fazla 100 günü aşan sözleşme yapılması da ihlal sayılır ve 1.000.000 TL ceza doğurabilir.

Soru: İzin başvurusu nasıl yapılır, bu süreçte kiralama yapılabilir mi?
Cevap: Başvuru, Kültür ve Turizm Bakanlığı veya valilik üzerinden yapılır. En fazla üç ay süren inceleme süresince kiralama yapılamaz. İzin verildikten sonra binanın girişine tabela asılır. Harçlar Bakanlıkça belirlenir. Ek bir şart olarak, aktif bir Türkiye Cumhuriyeti kimlik numarasına sahip olmanız gerekmektedir. Yalnızca yabancı uyruklu olan yatırımcılar bu nedenle yatırımdan caydırılmaktadır.

Soru: Apartman dairesi için ek bir şart var mı?
Cevap: Evet. İzin verilmeden önce binadaki tüm daire sahiplerinin oybirliğiyle yazılı onayı gerekir. Bu yazılı onayın ayrıca noter huzurunda verilmiş olması gerekir; bu da uygulamada yasal olarak kiralama yapmayı neredeyse imkânsız hâle getirmektedir. Gerçekten üzücü.

TÜRKİYE’DE MİRAS VE VASİYET

Afbeelding met tekst, kaart, grafische vormgeving, Kleurrijkheid Door AI gegenereerde inhoud is mogelijk onjuist.

Soru: Türk hukukunda hangi vasiyet türleri vardır?
Cevap: Üç tür vasiyet vardır: Noter huzurunda (iki tanıkla, en sağlam olan), el yazılı (tamamen elde yazılmış, tarih atılmış ve imzalanmış), sözlü (yalnızca acil durumda, sonradan yazılı hale getirilir).

Soru: Geçerlilik koşulları ve süre nasıldır?
Cevap: Vasiyeti yapan kişi en az 15 yaşında olmalı ve ayırt etme gücüne sahip olmalıdır. Şekil şartlarına uyulmalıdır. Vasiyet, iptal edilmediği sürece sınırsız geçerlidir. Sözlü vasiyet, bir yıl içinde yerine getirilmezse geçersiz olur.

Soru: Hayır kurumuna mal bırakılabilir mi, saklı pay nasıl işler?
Cevap: Evet, serbestçe tasarruf edilebilen kısım üzerinden bırakılabilir. Ancak çocukların, anne-babanın ve eşin saklı payı kanunla korunur; bu pay üzerinde serbestçe tasarruf edilemez. Yasal pay, Türkiye’de yapılacak ek bir vasiyetname ile yarıya indirilebilir. Türkiye’deki malvarlığı için bu tür ek vasiyetnamelerin hazırlanması konusunda sıkça danışmanlık yapıyoruz.

Soru: Türkiye’de mirasın intikali ve mirasçılık belgesi nasıl alınır?
Cevap: Mirasçılar belirlenir ve ardından bir mirasçılık belgesi (veraset ilamı) düzenlenir. Bu işlem, tüm mirasçıların hemfikir olması ve herkesin Türkiye’de ikamet etmesi hâlinde noter aracılığıyla yapılabilir; aksi durumda sulh hukuk mahkemesi yetkilidir. Mirasçılardan birinin yabancı uyruklu olması hâlinde ise yalnızca sulh hukuk mahkemesi yetkilidir.

Soru: Borçlu bir miras nasıl reddedilir?
Cevap: Ölümden haberdar olunduktan sonra üç ay içinde reddedilebilir. Türkiye’de bu daima bir dava yoluyla ve yerel avukat aracılığıyla yapılır. Hollanda’da süreç daha kolaydır.

Soru: Vasiyet iptal edilebilir mi?
Cevap: Evet. Şekil eksiklikleri veya başka nedenlerle vasiyetin (tamamen veya kısmen) iptali talep edilebilir. Bu durumda kişiye özel danışmanlık almak önemlidir.

Biliyor muydunuz…
Evlilik sırasında alınan bir miras, Türk hukukuna göre ortaklığa dahil edilmez. Ancak Hollanda hukukunda bu durum farklı olabilir. Türkiye’de bulunan taşınmaz mallar üzerinde Türk hukuku uygulanır.

TÜRKİYE’DE ŞİRKET KURMA

Afbeelding met tekst, krant, brief, persoon Door AI gegenereerde inhoud is mogelijk onjuist.

Soru: Hangi şirket türleri yaygındır?
Cevap: En çok Limited Şirket (Hollanda’daki B.V.’ye benzer), bazen Anonim Şirket veya şahıs işletmesi tercih edilir. Seçim, faaliyet alanına, ortaklara, sermayeye ve yönetim yapısına bağlıdır.

Soru: Türk ortak zorunlu mudur?
Cevap: Hayır, zorunlu değildir. Ancak ortak girişimler (joint venture) faydalı olabilir. Bunun için önceden net ve Türk hukukuna uygun yazılı anlaşmalar yapılmalıdır.

Soru: Yer seçimi ve serbest bölgeler konusunda ne söylenebilir?
Cevap: Faaliyet alanına göre değişir. Serbest bölgeler bazen özel avantajlar sunar. Biz sektör bazında seçenekleri ve artı–eksilerini gösteriyoruz.

Soru: Fikri mülkiyet ve taklit riskleri nasıl önlenir?
Cevap: Marka ve modellerinizi uluslararası standartlara göre tescil ettirerek kopyalanmasını önleyebilirsiniz. Ağımızdan sağlanacak uzmanlık gerektiren fikri mülkiyet (FM/IE) danışmanlığından yararlanmanız tavsiye edilir.

Soru: Devlet desteği ve teşvikler var mı?
Cevap: Evet, özellikle yenilenebilir enerji alanında KDV muafiyeti ve işveren prim desteği gibi çeşitli teşvikler vardır. Güncel destekler için projelerinizi kontrol ettirmeniz önerilir. Projeleriniz , Türk hükümeti tarafından sağlanan güncel teşvikler açısından incelenmesi tavsiye edilir. Hollanda’dan ise, yabancı pazarlardaki fırsatların araştırılmasına yönelik sübvansiyonlar bulunmaktadır; biz girişimcileri bu imkânlar hakkında bilgilendirmekten memnuniyet duyarız.

Soru: İş hukuku ve çalışma izinleri nasıl işler?
Cevap: İşçi haklarının korunması giderek artmaktadır. Sözleşmeleri yazılı yapmak gerekir. Yabancı çalışanlar için çalışma izni zorunludur. Yabancı ortaklı bir şirket yüksek bir başlangıç sermayesi yatırdığında, çalışma izinleri konusunda kolaylıklar sağlanmaktadır.

Soru: Türk muhasebecinin rolü nedir?
Cevap: Hollanda’dakinden çok daha büyüktür. Türkiye’de KDV beyanları muhasebeci aracılığıyla zorunlu yapılır. Devlet, muhasebeci ücretleri için taban fiyat belirlemiştir. Hatalar doğrudan işverenin hem mali hem hukuki sorumluluğuna yansır. Bu nedenle proaktif çalışan ofisleri tercih etmek çok önemlidir. Hatalar sizin için hem hukukî hem de mali açıdan olumsuz sonuçlar doğurabilir; bu nedenle proaktif çalışan büroları tercih etmeniz akıllıca olacaktır. Neyse ki birçok şehirde güvenilir bürolarla iyi tecrübelerimiz olmuştur ve bu büroları müvekkillerimize tavsiye edebiliyoruz.

HOLLANDA’DA VERGİLENDİRME VE HOLDİNG YAPILANMASI

Afbeelding met tekst, schermopname, badkamer, ontwerp Door AI gegenereerde inhoud is mogelijk onjuist.

Soru: Neden bir holding yapılanması girişimciler için stratejik açıdan önemlidir?
Cevap: Bir holding yapılanması, değerli varlıkları operasyonel risklerden ayırır. Holding, mal varlığının sahibi konumundadır, işletme şirketi ise günlük (ve riskli) faaliyetleri yürütür. Bu, risk yönetimini ve vergi verimliliğini artırır.

Soru: Hollanda’da böyle bir yapı içinde kâr dağıtımı (temettü) nasıl işler?
Cevap: Hollanda’daki holding, %5’ten fazla paya sahip olduğu ve aktif faaliyet gösteren bir iştirakten temettü aldığında, genellikle iştirak muafiyeti uygulanır ve bu seviyede vergi doğmaz. Ancak holding, kârı gerçek kişiye dağıttığında %15 oranında temettü vergisi devreye girer.

Soru: Yabancı iştirakler ve çifte vergilendirme anlaşmalarıyla durum nasıl olur?
Cevap: Hollanda’nın yüzü aşkın ülkeyle çifte vergilendirmeyi önleme anlaşması vardır. Yabancı iştirak, şartları (%5 hisse ve aktif faaliyet) sağlıyorsa, holdingin Hollanda’daki temettü geliri muaf tutulur. Ancak iştirak pasif bir yatırım portföyü ise yaklaşık %25 kurumlar vergisi gündeme gelir.

Soru: Peki hiç anlaşma olmayan durumlarda, mesela Dubai’de?
Cevap: Böyle bir durumda da, eğer iştirak %5’ten fazla paya sahipse ve gerçek faaliyet gösteriyorsa (yani pasif bir portföy değilse), Hollanda’daki iştirak muafiyeti uygulanabilir. Aksi halde Hollanda’da kurumlar vergisi doğar. Bu nedenle kişisel danışmanlık almak çok önemlidir.

Soru: Hukuki çalışmanın yanı sıra başka ne tür uzmanlık sağlıyorsunuz?
Cevap: Hukukî danışmanlık veriyoruz; ancak ağımız aracılığıyla müvekkillerimize uluslararası vergi meseleleri ve yapılanma konularında da destek sağlıyoruz. Danışmanlığı koordine ediyor, raporluyor ve gerektiğinde uzmanları devreye sokuyoruz.

Tüketicilere yönelik ürünlerde doğru etiketlerin hazırlanmasından, Türkiye’de gayrimenkul alımlarında danışmanlığa kadar uzanan hizmetlerimiz, yalnızca Türkiye ile sınırlı olmakla birlikte oldukça geniş bir yelpazeye sahiptir. Ayrıca Esmeralda Sepers’in, Hollanda’daki her Second Home fuarına Türkiye üzerine seminerler vermek üzere davet edilmesi, önemli ölçüde tanınırlık sağlamaktadır.

Son yıllarda, gerek izinler gerek ofis alanı gerekse potansiyel pazarla ilgili tüm sorular dâhil olmak üzere, Hollanda’ya yatırım yapan Türk şirketlerinde kayda değer bir artış görmekteyiz. Sepers c.s.’nin Dutch Business Association Turkey yönetimindeki aktif rolü sayesinde, hem Türkiye’den gelen hem de Hollanda’dan yöneltilen sorular, kendi ofislerimiz aracılığıyla yerinde yanıtlanabilmektedir.

BONUS: İlhan Karacay’ın bu röportajını okuyanlar, önümüzdeki hafta sonu Den Bosch’taki Second Home Fuarı’na davetlidir. Esmeralda Sepers, 7-527 numaralı standda hazır bulunacak olup, sorularınızı yanıtlamaktan ve kişisel tanışmadan memnuniyet duyacaktır. Ücretsiz giriş biletinizi almak için buraya tıklayın: https://www.secondhome.nl/tickets/?invitationcode=ZQZYLZHSJL

                          *****************

MET HET JURIDISCH ERFGOED VAN HAAR VADER LOST ZIJ PROBLEMEN OP IN TURKIJE EN NEDERLAND

Vader Henk Sepers, zoon van pensionhoudster Wilhelmina Lokerse die onder de Turken bekend stond als ‘Mama’, groeide op in nauwe verbondenheid met de Turkse gemeenschap.

Samen met Mert Himmetoğlu pendelt Esmeralda Sepers tegenwoordig tussen Nederland en Turkije.

Vanuit hun kantoren in zowel Nederland als Turkije beantwoorden Esmeralda en Mert mijn vragen over de kwesties waar onze landgenoten vaak mee te maken krijgen.

Afbeelding met tekst, Menselijk gezicht, person, persoon Door AI gegenereerde inhoud is mogelijk onjuist.
Interview: İlhan KARAÇAY

De in de Turkse gemeenschap van Nederland goed bekende, inmiddels overleden advocaat Henk Sepers liet een juridisch erfgoed na dat vandaag de dag met dezelfde toewijding wordt voortgezet door zijn dochter Esmeralda Sepers en haar zakenpartner Mert Himmetoğlu.

Afbeelding met persoon, kleding, person, pak Door AI gegenereerde inhoud is mogelijk onjuist. Henk Sepers, tijdens zijn reizen naar Istanbul in die jaren, samen met zijn familie en vrienden …

Henk Sepers wordt niet alleen herinnerd om zijn juridische kennis, maar ook om de nabijheid en het vertrouwen dat hij de Turkse gemeenschap schonk. Zijn levenspartner Darja, moeder van Esmeralda, was jarenlang de stille maar sterke steunpilaar in deze inzet.

Afbeelding met Menselijk gezicht, persoon, kleding, glimlach Door AI gegenereerde inhoud is mogelijk onjuist.

Zo is deze juridische missie, die het hele gezin droeg, nu als een erfenis in Esmeralda’s handen voortgezet.

Afbeelding met Menselijk gezicht, persoon, glimlach, zonnebril Door AI gegenereerde inhoud is mogelijk onjuist.

Met kantoren in zowel Nederland als Turkije beantwoorden Esmeralda en Mert onze vragen over cruciale onderwerpen die beide landen verbinden, zoals erfrecht, echtscheiding, fiscaliteit, kortetermijnverhuur en het oprichten van bedrijven.

HENK’S MOEDER WAS DE ‘MAMA’ VAN DE TURKEN

Afbeelding met kleding, Menselijk gezicht, hemel, persoon Door AI gegenereerde inhoud is mogelijk onjuist. De moeder van Sepers, die door de Turken ‘Mama’ werd genoemd, en haar pensions…

Naar aanleiding van dit interview herdenk ik met respect wijlen Henk Sepers, die een speciale plaats in het hart van de Turkse gemeenschap in Nederland innam. Zijn jarenlange inzet en het vertrouwen dat hij de Turken gaf, worden vandaag levend gehouden door zijn dochter Esmeralda en haar collega Mert Himmetoğlu. Ook Henk’s echtgenote en Esmeralda’s moeder behoorde tot de sterkste steunpilaren van deze weg. Deze brugfunctie gaat nog een generatie terug, want toen Henk nog jong was en zijn moeder, Wilhelmina Lokerse, pensions runde in Nieuwenhoorn (Hellevoetsluis) en Brielle, stond zijn moeder bij de Turken bekend als hun ‘Mama’.

Dit familie-erfgoed blijft mensen zowel in Turkije als in Nederland de weg wijzen.

En nu komen we bij mijn gesprek met Esmeralda en Mert:

SCHEIDING VAN EEN TURKSE PARTNER ALS NEDERLANDSE EXPAT

Boşanma Davası: Türleri ve Sebepleri - Kandemir Hukuk

Vraag: Waar start je de echtscheidingsprocedure als beide partners buiten Nederland en Turkije wonen?
Antwoord: In het woonland. Je scheidt dan volgens het recht van dat land. Later is erkenning in Turkije een apart traject en valt het onder internationaal privaatrecht.

Vraag: Wordt een buitenlandse echtscheiding automatisch in Turkije erkend?
Antwoord: Nee. Zonder verdere actie blijf je in Turkije formeel getrouwd. In Nederland wonenden kunnen via het Turkse consulaat de scheiding laten inschrijven als de ex-partner zijn of haar medewerker wil verlenen.. In andere regio’s, bijvoorbeeld in het Midden-Oosten, is vaak sowieso een procedure in Turkije zelf nodig, zoals een erkenning of een nieuwe rechtszaak.

Vraag: Hoe zit het met gemeenschap van goederen en de verdeling van vermogen?
Antwoord: Bent u na 2002 getrouwd, dan geldt naar Turks recht gemeenschap van goederen: het tijdens het huwelijk opgebouwde vermogen wordt gedeeld. Erfenissen vallen daarbuiten; deze zijn persoonlijk gebonden “verknocht”. Bewijs bestaande uit documenten, zoals eigendomsbewijzen (tapu senedi), bankafschriften en contracten, versterken uw positie.

Vraag: En hoe zit het met gezag over de kinderen?
Antwoord: Vaak wordt het gezag aan de moeder toegewezen, zeker als de feitelijke zorg voornamelijk bij haar lag. Echter: elke zaak wordt individueel beoordeeld en ook toewijzing aan de vader komt voor.

Vraag: Wat raden jullie expats praktisch aan?
Antwoord: Tijdig advies inwinnen over beide rechtsstelsels, dossieropbouw met de juiste bewijzen, en een strategie opstellen voor erkenning in Turkije (via consulaat of rechtbank). Zo voorkom je dat je in de registers “dubbel getrouwd” blijft.

KORTE TERMIJN VERHUUR IN TURKIJE

Afbeelding met tekst, gebouw, hemel, schermopname Door AI gegenereerde inhoud is mogelijk onjuist.

Vraag: Is een vergunning verplicht bij verhuur korter dan 100 dagen?
Antwoord: Ja. Sinds 1 november 2023 is voor verhuur korter dan 100 dagen een toeristische verhuurlicentie verplicht. Zonder vergunning volgen hoge boetes.

Vraag: Welke boetes gelden er zonder vergunning?
Antwoord: Eerst een boete van 100.000 TL met een hersteltermijn van 15 dagen. Bij voortzetting volgt een boete van 500.000 TL met opnieuw 15 dagen herstel. Bij aanhoudende overtreding wordt een boete van 1.000.000 TL opgelegd. Ook bemiddelaars zonder vergunning riskeren boetes. Meerdere contracten van telkens meer dan 100 dagen worden eveneens als overtreding gezien en kunnen leiden tot 1.000.000 TL boete.

Vraag: Hoe vraag je de vergunning aan, en mag je intussen verhuren?
Antwoord: De aanvraag loopt via het Ministerie van Cultuur en Toerisme of de valilik (provinciebestuur). Tijdens de maximaal drie maanden durende beoordeling mag er niet verhuurd worden. Na toekenning komt er een gevelbord bij de entree. De leges worden door het ministerie vastgesteld. Bijkomende eis is dat je beschikt over een actief Turkse ID nummer. Investeerders die uitsluitend een buitenlandse nationaliteit hebben, worden hierdoor ontmoedigd om te investeren.

Vraag: Geldt er een extra eis bij een appartement in een complex?
Antwoord: Ja. Unanieme schriftelijke toestemming van alle appartementseigenaars in het gebouw is vereist voordat de vergunning kan worden verleend. Die schriftelijke toestemming moet ook nog eens bij de notaris zijn gedaan, zodat het in de praktijk vrijwel onmogelijk is om legaal te verhuren. Erg jammer.

ERFRECHT & TESTAMENT IN TURKIJE

Afbeelding met tekst, kaart, grafische vormgeving, Kleurrijkheid Door AI gegenereerde inhoud is mogelijk onjuist.

Vraag: Welke vormen van testament kent het Turkse recht?
Antwoord: Er zijn drie vormen: notarieel (met twee getuigen, het meest waterdicht), eigenhandig (volledig met de hand geschreven, gedateerd en ondertekend), en mondeling (alleen in noodgeval, later schriftelijk vastleggen).

Vraag: Wat zijn de voorwaarden voor geldigheid en de duur?
Antwoord: De testateur moet minimaal 15 jaar oud zijn en wils- en handelingsbekwaam. De strikte vormvereisten moeten worden nageleefd. Een testament geldt onbeperkt, tenzij het wordt herroepen of vervangen. Het mondelinge testament vervalt als het niet binnen één jaar wordt uitgevoerd.

Vraag: Kun je nalaten aan een goed doel, en hoe zit het met de legitieme portie?
Antwoord: Ja, dat kan binnen de vrije nalatenschap. De wet beschermt de legitieme porties van onder andere kinderen, ouders en de echtgenoot; daarover kun je niet vrij beschikken. Het wettelijke deel, kan door een aanvullend testament in Turkije worden gehalveerd. Wij begeleiden vaak bij het opstellen van een dergelijk aanvullend testament voor het vermogen in Turkije.

Vraag: Hoe verloopt de afwikkeling en de verklaring van erfrecht in Turkije?
Antwoord: De erfgeanamen worden vastgesteld en volgt een verklaring van erfrecht. Dit kan via de notaris (als alle erfgenamen het eens zijn en iedereen in Turkije woont) of via de kantonrechter . Wanneer een erfgenaam een buitenlandse nationaliteit heeft, is alleen de kantonrechter bevoegd.

Vraag: Hoe kan een erfenis worden verworpen bij schulden?
Antwoord: Binnen drie maanden na kennis van overlijden kan een erfenis worden verworpen. In Turkije moet dat altijd via een gerechtelijke procedure met een lokale advocaat. In Nederland is dit eenvoudiger.

Vraag: Kan een testament worden aangevochten?
Antwoord: Ja. Bij vormfouten of andere gronden kan (gedeeltelijke) nietigheid worden gevorderd. Maatwerkadvies is dan aan te raden.

Wist u dat…
Een erfenis die u tijdens het huwelijk ontvangt, valt naar Turks recht niet in de gemeenschap. Naar Nederlands recht kan dat wel het geval zijn. Op onroerend goed gelegen in Turkije is Turks recht van toepassing.

EEN BEDRIJF STARTEN IN TURKIJE

Afbeelding met tekst, krant, brief, persoon Door AI gegenereerde inhoud is mogelijk onjuist.

Vraag: Welke rechtsvormen zijn gebruikelijk?
Antwoord: Meestal een Limited Şirketi (vergelijkbaar met de Nederlandse B.V.), soms een Anonim Şirketi of eenmanszaak. De keuze hangt af van de activiteit, de partners, het kapitaal en de gewenste governance.

Vraag: Heb je een Turkse partner nodig?
Antwoord: Dat is niet verplicht. Een joint venture kan nuttig zijn, mits afspraken vooraf duidelijk en schriftelijk conform Turks recht worden vastgelegd.

Vraag: Hoe zit het met locatiekeuze en vrijhandelszones?
Antwoord: Dat is brancheafhankelijk. Vrijhandelszones bieden soms unieke faciliteiten. Wij wijzen per sector op de mogelijkheden en de voor- en nadelen.

Vraag: Hoe bescherm je intellectuele eigendom tegen namaak?
Antwoord: Registreer merken en modellen conform internationale normen om kopiëren te voorkomen. Specialistische IE-begeleiding uit ons netwerk is aan te raden.

Vraag: Welke overheidssteun en subsidies bestaan er?
Antwoord: Er zijn diverse regelingen, onder andere voor duurzame energie, zoals btw-vrijstelling en steun bij loonlasten. Het is raadzaam plannen te laten toetsen op actuele incentives door de Turkse overheid. Vanuit Nederland zijn er subsidies om de kansen op een buitenlandse markt te laten onderzoeken: wij brengen ondernemers graag op de hoogte over deze mogelijkheden.

Vraag: Hoe zit het met arbeidsrecht en werkvergunningen?
Antwoord: De bescherming van werknemers neemt toe. Leg afspraken vast in contracten. Voor buitenlandse werknemers is een werkvergunning verplicht. Als een bedrijf met buitenlandse aandeelhouders een hoog startkapitaal volstort, zijn er versoepelingen met betrekking tot werkvergunningen.

Vraag: Wat is de rol van de Turkse accountant?
Antwoord: Veel groter dan in Nederland. Btw-aangiften zijn verplicht via een Turkse accountant. Minimumtarieven zijn door de staat vastgelegd. Fouten kunnen civiel en fiscaal negatieve gevolgen voor u hebben, daarom is het verstandig om proactieve kantoren te kiezen. Gelukkig hebben wij in veel steden goede ervaringen opgedaan met betrouwbare kantoren die wij kunnen aanbevelen bij ons cliënten.

BELASTING & HOLDINGSTRUCTUUR IN NEDERLAND

Afbeelding met tekst, schermopname, badkamer, ontwerp Door AI gegenereerde inhoud is mogelijk onjuist.

Vraag: Waarom is een holdingstructuur strategisch zinvol voor ondernemers?
Antwoord: Een holdingstructuur scheidt waardevolle activa van de operationele risico’s. De holding fungeert als eigenaar, terwijl de werkmaatschappij de dagelijkse (en risicovolle) activiteiten uitvoert. Dit verhoogt de risicobeheersing en de fiscale efficiëntie.

Vraag: Hoe werkt winstuitkering (dividend) binnen zo’n structuur in Nederland?
Antwoord: Ontvangt de Nederlandse holding dividend van een deelneming waarvan zij meer dan 5% bezit en die een actieve onderneming drijft, dan geldt doorgaans de deelnemingsvrijstelling en is er geen belasting verschuldigd op dat niveau. Pas bij uitkering door de holding aan de natuurlijke aandeelhouder speelt de dividendbelasting van 15%.

Vraag: En hoe zit het met buitenlandse dochters en dubbele belastingverdragen?
Antwoord: Nederland heeft met meer dan honderd landen verdragen om dubbele belasting te voorkomen. Valt de buitenlandse deelneming onder de voorwaarden (meer dan 5% belang en een actieve onderneming), dan blijft het dividend bij de holding in Nederland in principe vrijgesteld. Is het daarentegen een passieve beleggingsportefeuille, dan kan er ongeveer 25% vennootschapsbelasting verschuldigd zijn.

Vraag: Wat gebeurt er als er géén verdrag is, bijvoorbeeld met Dubai?
Antwoord: Ook dan kan, mits er sprake is van meer dan 5% belang en het gaat om een onderneming met reële activiteiten (dus géén passieve portefeuille), de Nederlandse deelnemingsvrijstelling worden toegepast. Zo niet, dan is in Nederland vennootschapsbelasting verschuldigd. Persoonlijk advies is daarbij essentieel.

Vraag: Welke expertise leveren jullie extra naast het juridische werk?
Antwoord: Wij geven juridisch advies, maar via ons netwerk helpen wij cliënten ook met internationale fiscale vraagstukken en structurering. Wij coördineren advies, rapporteren en schakelen gespecialiseerde experts in wanneer dat nodig is. Van het formuleren van de correcte labels op producten voor consumenten, tot en met aankoopbegeleiding bij onroerend goed in Turkije: onze kennis is beperkt tot Turkije, maar bijzonder breed. Ook het feit dat Esmeralda Sepers elke Second Home beurs in Nederland wordt uitgenodigd voor het geven van seminars over Turkije zorgt ook voor veel naamsbekendheid.

Bovendien zien wij de laatste jaren ook een toenemende groei van Turkse bedrijven die zich in Nederland vestigen, inclusief alle vragen rondom vergunningen, kantoorruimte en potentiële afzetmarkt. De actieve rol van Sepers c.s. binnen het bestuur van de Dutch Business Association Turkey (https://www.dbaturkey.org/our-board-team/) zorgt ervoor dat zowel de vragen uit Turkije als vanuit Nederland op locatie kunnen worden beantwoord vanuit onze eigen kantoren.

BONUS: u bent van harte welkom komend weekend op de beurs Second Home. Esmeralda Sepers is aanwezig op stand 7-527 om vrijblijvend vragen te beantwoorden en een persoonlijke kennismaking. Klik hier voor uw gratis toegangsbewijs. (https://www.secondhome.nl/tickets/?invitationcode=ZQZYLZHSJL)