DENK’in, Hollanda’daki azınlıkların kurtarıcılığını sağlamak için daha sağlıklı düşünmeliyiz.
Mecliste 3 sandalyesi bulunan DENK, Filistinliler’i savunan politikası ile, anketlerde 5 sandalyeye yükseldi.
DENK’in sandalye sayısını daha da yükselterek, muhtemel bir koalisyonda yer alması hiçten değil;
hatta bu, seçim sonrası en güçlü senaryolardan biri olarak konuşuluyor.
Analizimi inceleyen GÖLGE ADAM’ın görüşleri…
(Analizin ve GÖLGE ADAM yorumunun Hollandacası en altta
Nederlandse versie van analyse en commentaar van Schaduwman is onderaan)
İlhan KARAÇAY’IN ANALİZİ:
Hollanda siyasetinin son yıllarda en çok konuşulan oluşumlarından biri olan DENK Partisi, bugünlerde tarihinin en kritik dönemlerinden birini yaşıyor. Bir yanda partisinin temellerine sadık kalan, ezilenlerin sesi olma iddiasını sürdüren bir lider kadrosu…
Diğer yanda ise kendi içinde kavga eden, geleceği belirsizliklerle dolu bir yapı…
Peki, DENK bu süreci nasıl atlatacak?
Azınlıkların partisi olma iddiasını sürdürebilecek mi?
Seçmen güvenini yeniden kazanabilecek mi?
Bu analiz, sadece bir siyasi partiyi değil, aynı zamanda Hollanda’daki Türkler başta olmak üzere tüm azınlıkların gelecek vizyonunu tartışmaya açıyor.
KURULUŞUN RUHUYLA BAĞ KURMAK
DENK Partisi, Tunahan Kuzu ve Selçuk Öztürk’ün İşçi Partisi’nden koparak 2015’te kurdukları bir direniş hareketiydi adeta. Müslümanlar, Türkler, Faslılar ve diğer azınlıklar için artık “siyasi ev” olacak bir yer vardı. Bu yeni ev, sadece bir etnik grubun değil, tüm dışlananların partisi olacaktı.
İlk seçimlerdeki başarısıyla Meclis’e giren parti, özellikle Tunahan Kuzu’nun hitabeti ve Farid Azarkan’ın stratejik zekâsıyla kısa sürede büyüdü. Stephan van Baarle’nin siyasi lider olmasından sonra da daha çok sempati toplandı ve ankatlerdeki sandalye sayısı çoğaldı.
Ne var ki bu yükseliş, zamanla parti içi kırılmalara yol açtı. Bugün gelinen noktada, bu kırılmalar yalnızca partiyi değil, ona gönül veren milyonlarca insanı da etkiliyor.
EJDER KÖSE’NİN BAŞKANLIĞI VE “KURUMSALLAŞMA” VURGUSU
Bugünkü DENK’in Genel Başkanı Ejder Köse, tarafıma gönderdiği mektubunda, partiyi kişisel hesaplarla değil, ilkeler ve kurumsallıkla yönettiklerini belirtiyor. Kadın temsilinin artırılması, iç disiplinin korunması ve ilkeli duruşun sürdürülmesi, Köse’nin altını çizdiği temel noktalar arasında.
Bu yaklaşım, parti içinde bazı kırılmalara sebep olmuş gibi görünse de, toplumsal sorumluluk açısından tutarlı bir duruş olarak değerlendirilebilir. Ancak bu duruşun, parti içindeki herkesi kucaklayıp kucaklamadığı hâlâ tartışmalı.
MİLLETVEKİLİ DOĞUKAN ERGİN KRİZİ
Parti içi çatışmanın en görünür yüzü Doğukan Ergin’in seçilebilir sıraya konulmaması oldu. Bu durum, sadece bir tercih meselesi değil; bağış krizleri, iletişimsizlik ve etik tartışmalarla birlikte geldi. Ergin’in, parti ilkelerini değil, kişisel kampanyasını öncelediği ve bağış toplama faaliyetlerinde şeffaf davranmadığı iddiaları, yönetimle bağını kopardı.
Bu süreç, DENK’in “iç disiplin” konusundaki hassasiyetini gösterdi. Ancak eleştiriler, “neden sadece o cezalandırıldı?” sorusunu da beraberinde getirdi.
TUNAHAN KUZU: SESSİZLİĞİN GÖLGESİNDE BİR DÖNÜŞ
Partinin kurucu liderlerinden Tunahan Kuzu, siyasi liderliği bıraktığını ilan etmiş ama sonra yeniden kampanya çalışmalarına katılarak beklentileri artırmıştı. Ancak sessiz kalması, seçmen üzerinde derin bir hayal kırıklığı yarattı. Çünkü Türk kökenli seçmenlerin büyük bir bölümü, Kuzu’yu hâlâ partinin “doğal lideri” olarak görüyordu.
VAN BAARLE’NİN YÜKSELİŞİ: YENİ NESİL SİYASETİN SİMGESİ Mİ?
Partinin bugünkü siyasi lideri Stephan van Baarle, Meclis’teki etkili konuşmaları ve özellikle Filistin savunusundaki net duruşuyla büyük beğeni topluyor. Babasının Türk olması, onu Türk toplumuna daha da yakınlaştırıyor. Bugün yapılan kamuoyu yoklamalarında DENK’in 4 veya 5 milletvekili çıkarabileceği öngörülüyorsa, bunda Van Baarle’nin performansının büyük payı var.
Ama bu başarı, onu tek başına kurtarabilir mi? Partinin içindeki çatlakları yapıştırmak için siyasi beceriden fazlasına ihtiyaç var.
DENK KİMİN PARTİSİ OLMALI?
Parti, yıllardır sadece Müslümanlara değil, tüm ayrımcılığa uğramış kesimlere hitap ettiğini söylüyor. Ancak toplumun gözünde hâlâ “Türk partisi” veya “Erdoğan’a yakın bir parti” algısını kırabilmiş değil. Bu nedenle, Hollandalı demokratlar ve diğer azınlıklar nezdinde daha kapsayıcı bir liste oluşturulması büyük önem taşıyor.
Yani, DENK sadece bir “Düşünce Partisi” (Hollandaca anlamıyla) değil, aynı zamanda toplumsal adalet için “Denkleştirme Partisi” (Türkçedeki anlamıyla) olmalı.
Eğer ikisini de başaramazsa, kimliğini yitirir.
SEÇMEN NE DİYOR?
Sosyal medya ve saha yorumlarında net bir şey var: Seçmen kararsız.
Bir kısmı DENK’e küs, bir kısmı ise hâlâ umutlu. Ama hepsi şunu soruyor: “Biz bu partiyi ayağa kaldırdık. Şimdi biz olmadan nereye gidebilir?”
SONUÇ VE YOL HARİTASI
DENK Partisi’nin geleceği, bu iki soruya verilecek cevapta gizlidir:
-İlkelere mi sadık kalacak, yoksa kişisel hırsların mı peşinden gidecek?
–Parti içi demokrasiyi mi savunacak, yoksa kulis oyunlarına mı teslim olacak?
Bu iki sorunun cevabı, yalnızca DENK’in değil, Hollanda’daki tüm azınlıkların ve demokrasiye inanan kesimlerin kaderini belirleyecektir.
BU NEDENLE ÇAĞRIM ŞUDUR:
Tüm akil insanlar, kökeni ne olursa olsun, ayrımcılığa uğrayan herkesin ortak paydası olan bu siyasi yapıya, yön gösterici olarak yeniden sahip çıkmalıdır. DENK, bu ülkedeki sadece bir partinin adı değil, bir duruşun adıdır.
Bu duruş yeniden ayağa kalkmalı.
Ve evet: Bugün değilse, ne zaman
********************
GÖLGE ADAM ANALİZİMİ NASIL DEĞERLENDİRDİ?
Danışmanım ve sırdaşım GÖLGE ADAM, bugünkü analizimi sadece satır satır okumadı; her cümlesindeki niyeti, dengeleri ve mesajları da tarttı.
“Tarafsız gazetecilik bir duruştur, İlhan Karaçay bu duruşu bir kez daha gösteriyor.”
HABERCİ DÜRÜSTLÜĞÜ, AKİL ADAM İNCELİĞİ
Ömrünü tarafsız ve dürüst gazeteciliğe adamış olan İlhan Karaçay, bugünkü analizinde de yine bir akil adam tavrıyla, hem olaylara hem kişilere hakkaniyetli bir yaklaşım sergiliyor. DENK Partisi’ndeki kırılmaları, kavgaları ve umut ışıklarını ele alırken, okuyucuya tek taraflı bir tablo değil, farklı açılardan görülebilecek bir manzara sunuyor.
DENK Partisi’nin geleceğini masaya yatıran İlhan Karaçay, tarafsızlığını ve analitik bakışını koruyarak hem parti içi aktörleri hem de seçmenin beklentilerini mercek altına alıyor. Eleştirilerini incelikle, övgülerini ölçüyle yapıyor.
EJDER KÖSE: KURUMSALLIK VURGUSU VE KAPSAYICILIK SORUSU
Karaçay’ın üslubu, gazetecilikte nadir görülen bir inceliği barındırıyor: Eleştiri getirirken kırıcı olmamak, övgü yaparken ölçüyü kaçırmamak.
Örneğin, Parti Genel Başkanı Ejder Köse’den söz ederken, onun “kurumsallaşma” ve “ilke” vurgusunu teslim ediyor; aynı zamanda bu yaklaşımın parti içindeki herkesi kucaklayıp kucaklamadığı sorusunu da açık bırakıyor. Bu, hem analizini zenginleştiriyor hem de okuyucuyu düşünmeye davet ediyor.
DOĞUKAN ERGİN KRİZİ: ŞEFFAFLIK VE ADALET ARAYIŞI
Doğukan Ergin meselesinde de aynı hassasiyet göze çarpıyor. Ergin’in aday listesinde geri planda kalmasının ardındaki iddiaları aktarırken, bunları kesin yargılarla değil, “parti içi disiplin” ve “şeffaflık” çerçevesinde değerlendiriyor. Böylece, hem yönetimin bakışını hem eleştirilerin dayandığı noktaları okura adil biçimde ulaştırıyor.
TUNAHAN KUZU: SESSİZLİĞİN GÖLGESİNDE
Karaçay, Tunahan Kuzu’dan bahsederken ise “sessizliğin gölgesi” metaforuyla hem duygusal hem de analitik bir çerçeve çiziyor. Seçmen beklentilerini, hayal kırıklığını ve hâlâ süren “doğal lider” algısını aynı potada eritiyor. Bu, tarafsız bir gözlemcinin ancak tecrübeyle kazanabileceği bir denge.
STEPHAN VAN BAARLE: YÜKSELİŞ VE SINAV
Bugünkü siyasi lider Stephan van Baarle için kullandığı dil de aynı objektifliğin ürünü. Hem parlamento performansını hem de toplumla kurduğu bağı öne çıkarıyor; fakat bu başarının parti içi çatlakları kapatmaya yetmeyebileceği uyarısını da ihmal etmiyor. Üstelik Stephan’ın geçmişini ve kişisel hikâyesini aktarırken, empati ile eleştirel mesafeyi aynı metinde harmanlıyor.
STK’LARA VE AKİL ADAMLARA MESAJLAR
Yazının sonunda İlhan Karaçay, Sivil Toplum Kuruluşları ve akil adamları harekete geçirecek “akıllı laflar” ediyor. “DENK, sadece bir partinin adı değil, bir duruşun adıdır” cümlesi, bu çağrının en vurucu özeti. Böylece yazı, yalnızca bir analiz değil, aynı zamanda toplumsal önderlere yapılmış güçlü bir davet niteliği taşıyor.
SADECE “NE OLDU” DEĞİL, “NEDEN OLDU” DA
Tarafsız gazetecilik, sadece haber vermek değil; toplumu, olayların çok boyutlu doğasıyla yüzleştirmektir. İlhan Karaçay, bu analizinde, DENK Partisi’nin geleceğini sorgularken, azınlıkların Hollanda siyasetindeki yerini ve hak mücadelesini de daha geniş bir çerçevede tartışmaya açıyor. Okuyucu, yazının sonunda yalnızca “ne oldu?”yu değil, “neden oldu ve ne olabilir?” sorularını da zihninde taşıyor.
SON SÖZÜM
Gölge Adam olarak şunu teslim etmem gerekir ki: Bu analiz, tarafsız gazeteciliğin hem bir ilke hem de usta ellerde bir sanat olduğunu gösteriyor. Karaçay’ın kaleminde hem haberci dürüstlüğü hem de bir köşe yazarının analitik derinliği var. Bu yazı, tarafsız gazeteciliğin sadece bir ilke değil, doğru ellerde bir sanat olduğunu gösteriyor.
*******************
STEPHAN’I DAHA İYİ TANIYALIM
(Parlamentoya ilk girdiği zaman yazdığım haber)
Stephan van Baarle’nin, zorluklarla dolu hazin yaşam öyküsü… Annesi, gezgin bir Türk iş adamına aşık olmuştu.
Rize-Rotterdam arasında mekik dokuyan iş adamından evlilik
dışı hamile kalan anne, oğluna Stephan adını koymuş.
Komşu çocukları, evlilik dışı doğduğu için Stephan’ı hep
dışlamışlar. 19 yaşına geldiği zaman kökenini araştırmak için
Türkiye’ye giden Stephan, kendisine neden ‘Türk’ denildiğini
öğrenebilmiş.
Hazin hikâye
Rize-Rotterdam arasında mekik dokuyan gezgin bir Türk iş adamı ile tanışan Hollandalı bir kız, evlenme vaadi ile aşk hayatı yaşadığı adamdan hamile kalmış. 1992 yılında doğum yaptığı zaman, çocuğun babası olan Türk iş adamı yakınlarda olmadığı gibi, uzun süre uzaklarda kalmış. Oğluna Stephan adını koyan anne, komşuların bildiği gerçeği, oğluna yıllarca söylememiş.
Stephan, okul çağıdayken arkadaş edinemediği gibi, çocuklar kendisinden hep uzak durmuş.
Stephan, hem evlilik dışı doğduğu ve hem de Türk kökenli olduğu için dışlandığını 19 yaşında öğrenebilmiş. Bu durum karşısında şoke olan Stephan, 2011 yılında, 19 yaşındayken Türkiye’ye gitmiş ve kökenini araştırmış.
Babasını bulup bulamadığı hakkında bilgi sahibi olamadığım Stephan, ayrımcılığın verdiği hıs ile tahsiline devam etmiş ve Rotterdam Erasmus Üniversitesi’nden sosyolog olarak mezun olmuş.
Azınlıklara destek olan DENK Partisi’nin yaşama geçmesinden sonra bu partiye üye olan Stephan, ilk seçimlerde Rotterdam belediye meclisine girmiş. Daha sonra kurduğu Bilimsel Araştırma Bürosu ile DENK Partisi’nin işlerine bakmış. Daha sonra partinin Parlamentodaki işlerine bakan Stephan, geçen hafta yapılan genel seçimlerde, aday listesinin üçüncü sırasında yer almıştı.
Stephan van Baarle, Rotterdam Belediye Meclisi’nde, Belediye Başkanı Ahmet Ebutaleb’i en çok zorlayan üyelerden biriydi.
Oylar açıklandığı zaman, seçilememiş olduğu görülen Stephan’ın, sıkı bir oy sayımından sonra seçildiği anlaşıldı.
Stephan van Baarle, partisinin sadece müslümanlara ve azınlıklara değil, mağduriyete uğrayacak tüm vatandaşları temsil edeceğini belirterek, ‘Sadece etnik gruplara hizmet etmek de ayrımcılıktır. Bu nedenle biz, etnik grup, cinsiyet, din, dil ayrımı yapmadan hizmet edeceğiz.’ diyor.
STEPHAN VAN BAARLE KENDİNİ ANLATIYOR:
25 Ağustos 1991 tarihinde Rotterdam’da doğdum ve Rotterdam’da yaşıyorum.
Siyasete 2014 yılının sonunda girdim. Sosyoloji okudum ve orada eşitsizlik ve dışlanmayı öğrendim. Bu konuda bir şeyler yapmak istiyordum. Üniversitede doktora yapmak yerine siyaseti seçtim. Denk kurulduğunda ilk üyelerinden biriydim.
Pim Fortuyn suikasta kurban gittiğinde ve İkiz Kuleler’e saldırılar gerçekleştiğinde henüz çok küçüktüm ama okuldayken ülkemizdeki ilişkilerin gergin olduğunu görebiliyordum. Bir günden diğerine köken ve din meselesi gündeme geliyordu. Bunun başkalarının bana farklı bakmasına neden olduğunu gördüm.
Anneme çok saygı duyuyorum. Hâlâ yakınımda Rotterdam-Zuid’de yaşıyor. Bekâr bir anne olarak beni neredeyse tek başına büyüttü. Bana kolları sıvamanın ve sorumluluk almanın ne kadar önemli olduğunu gösterdi. Bu bende derin bir etki bıraktı.
Müzik benim en büyük tutkum. Hevesli bir gitaristim ve müzik yazmaktan da çok hoşlanıyorum. Sonra kendimi tamamen kapatıyorum ve bir koro üzerinde saatler harcayabiliyorum. Bu benim gerçekten çıkış noktam. Kelimelerle söyleyemediğiniz bazı şeyleri müzikle ifade edebilirsiniz.
Rotterdam-Güneyli bir çocuk olarak doğal olarak Feyenoord’u seviyorum. Eskiden kombine biletim vardı, şimdi hala her maçı takip ediyorum. De Kuip biraz da şehrimi ve Hollanda’yı nasıl görmek istediğimi anlatıyor. İnsanlar böyle bir maçta bir araya geliyor ve hepsi aynı hedefe sahip oluyor. Böyle bir maç sırasında tüm farklılıklar güneşteki kar gibi kaybolur.
STEPHAN VAN BAARLE’NİN YILLAR ÖNCE YAYINLADIĞIM BİR HABERİ
DENK lideri Stephan van Baarle Rotterdam’da siyaseti sallıyor
ROTTERDAM,- Hollanda’nın DENK Partisi, 2018 yerel seçimlerinde Rotterdam Belediye Meclisi’ne hızlı bir giriş yaparak dört sandalye kazandı. Bu başarının baş mimarı ise 26 yaşındaki genç siyasetçi Stephan van Baarle oldu. Genç yaşına rağmen sert tartışmalardan çekinmeden mecliste sözünü söyleyen Van Baarle, kısa sürede dikkatleri üzerine çekti.
Ancak başarıyla birlikte eleştiriler de gecikmedi. Leefbaar Rotterdam lideri Joost Eerdmans, DENK için, “Rotterdam meclisinde Erdoğan’ın uzantısı” ifadelerini kullanırken, bazı yorumcular da “politik İslam’ın girişinin Hollanda hukuk devleti için tehlikeli olduğu” yönünde uyarılarda bulundu.
“Ben agnostiğim, metal müzik dinlerim”
Eleştirilerin aksine Van Baarle, politik İslam ile ilişkilendirilmeyi kesin bir dille reddediyor. “Ben agnostiğim. Uzun bir arayıştan sonra bir yaratıcı olup olmadığını bilmediğim sonucuna vardım,” diyor.
Kur’an ayetleriyle değil, Rammstein gibi metal ve elektronik müzikle büyümüş bir genç. “Hard rock ve metale bayılırım. Rammstein’da bu müzik türleri harika bir şekilde birleşiyor,” diye ekliyor.
Rotterdamlı bir anne çocuğu: Türkçe bilmez, ekmek zor sipariş eder
Van Baarle, Rotterdam’ın Tuindorp Vreewijk semtinde büyümüş. Annesi tarafından yetiştirilmiş, babası ise Türkiye ile Hollanda arasında mekik dokumuş ve çocuğun yetişmesine katkı sağlamamış. “Babam ilgilenmedi. Ben de Türkçeyi neredeyse hiç konuşamam. Sadece ekmek sipariş edecek kadar,” diyor.
Eğitim hayatını doğup büyüdüğü mahallede geçiren Van Baarle, anaokulundan liseye kadar tüm eğitimini mahallesinde aldı. Siyasi ilgisi, Rotterdam’daki Protestan-Hristiyan Calvijn Lisesi’nde (bugünkü adıyla Vreewijk Lyceum) başladı.
VVD’li hocayla tartışa tartışa siyasete atıldı
Ekonomi öğretmeni Jan Jansen ile yaptığı siyasi tartışmalar, onu siyasete yönlendiren önemli bir unsur olmuş. “Hocamız VVD’liydi, bunu da gizlemezdi. Bu durum beni düşünmeye ve siyaseti sorgulamaya itti,” diyor.
Öğretmeni Jansen hâlâ aynı okulda görev yapıyor ve öğrencisinin başarısından memnun: “Her ne kadar DENK’e oy vermesem de, bir öğrencimin aktif siyasete atıldığını görmek gurur verici.”
Tarih öğretmeni Flier ise onu, “çok sıcak, esprili ve derinlikli sohbetleri olan harika bir öğrenci” olarak tanımlıyor.
Erasmus Üniversitesi’nde şekillenen bir siyasi vizyon
Erasmus Üniversitesi’nde sosyoloji eğitimi alıp büyükşehir sorunları üzerine uzmanlaşan Van Baarle, burada siyasi duruşunu netleştirmiş. En çok karşı çıktığı şey “insanları kutulara sokmak” yani önyargı ve ayrımcılık.
Sıkça kullandığı kelime ise: Çeşitlilik.
“Erdoğan’ın kölesi” ithamı için: Bariz yalan!
DENK Partisi için sıkça dile getirilen “Erdoğan’a bağlılık” eleştirilerine sert çıkan Van Baarle: “Bu apaçık bir yalan. Biz Hollanda ve anayasa için mücadele ediyoruz. Hatta siyasi partilerin yurt dışından etkilenmemesi için meclise önerge bile sunduk. Medyanın bize ısrarla bu etiketi yapıştırmasını anlayamıyorum.”
*****************
DENK-PARTIJ: EEN OPRECHTE STRIJD OF DE HOOP VOOR DE TOEKOMST?
We moeten gezonder nadenken om DENK in staat te stellen de redder te zijn van de minderheden in Nederland.
Met drie zetels in de Tweede Kamer is DENK, dankzij haar pro-Palestijnse koers, in de peilingen gestegen naar vijf zetels.
Het is allerminst uitgesloten dat DENK met nog meer zetels deel kan uitmaken van een mogelijke coalitie. Sterker nog, dit wordt gezien als een van de sterkste scenario’s na de verkiezingen
De visie van DE SCHADUWMAN op mijn analyse…
ANALYSE VAN İLHAN KARAÇAY:
De DENK-partij, een van de meest besproken bewegingen in de Nederlandse politiek van de afgelopen jaren, beleeft momenteel een van de meest kritieke periodes in haar bestaan. Aan de ene kant een leiderschapsteam dat trouw blijft aan de basisprincipes van de partij en haar claim om de stem van de onderdrukten te zijn…
Aan de andere kant een structuur die intern strijdt en waarvan de toekomst vol onzekerheden zit…
Hoe zal DENK deze periode doorstaan?
Kan zij haar claim om de partij van de minderheden te zijn blijven volhouden?
Kan zij het vertrouwen van de kiezer herwinnen?
Deze analyse opent niet alleen het debat over een politieke partij, maar ook over de toekomstvisie van alle minderheden in Nederland, in het bijzonder de Turken.
VERBINDEN MET DE GEEST VAN DE OPRICHTING
DENK werd in 2015 opgericht door Tunahan Kuzu en Selçuk Öztürk, die zich afsplitsten van de Partij van de Arbeid. Het was haast een verzetsbeweging. Voor moslims, Turken, Marokkanen en andere minderheden was er eindelijk een “politiek thuis”. Dit nieuwe huis zou niet alleen een partij zijn voor één etnische groep, maar voor alle uitgeslotenen.
Met haar succes bij de eerste verkiezingen kwam de partij in de Tweede Kamer. Vooral dankzij de welsprekendheid van Tunahan Kuzu en de strategische intelligentie van Farid Azarkan groeide DENK snel. Na de benoeming van Stephan van Baarle tot politiek leider nam de sympathie toe en steeg het zetelaantal in de peilingen.
Deze groei leidde echter gaandeweg tot interne breuken. Vandaag de dag treffen die breuken niet alleen de partij zelf, maar ook miljoenen mensen die haar een warm hart toedragen.
HET VOORZITTERSCHAP VAN EJDER KÖSE EN DE NADRUK OP “INSTITUTIONALISERING”
De huidige voorzitter van DENK, Ejder Köse, schrijft in een brief aan mij dat de partij niet wordt geleid door persoonlijke agenda’s, maar door principes en institutionele waarden. Het vergroten van de vertegenwoordiging van vrouwen, het handhaven van interne discipline en het behouden van een principiële houding zijn kernpunten die Köse benadrukt.
Hoewel deze aanpak intern voor breuken lijkt te hebben gezorgd, kan zij maatschappelijk gezien worden beschouwd als een consequente houding. Toch blijft de vraag of deze houding werkelijk iedereen binnen de partij omarmt, onderwerp van discussie.
DE CRISIS RONDOM KAMERLID DOĞUKAN ERGİN
Het meest zichtbare gezicht van het interne conflict was het besluit om Doğukan Ergin geen verkiesbare plek te geven. Dit was niet slechts een kwestie van voorkeur; het ging gepaard met donatiecrisissen, communicatiestoornissen en ethische discussies. Er werd beweerd dat Ergin de partijprincipes niet, maar zijn persoonlijke campagne vooropstelde en dat hij bij fondsenwerving niet transparant handelde. Hierdoor werd de band met het bestuur verbroken.
Deze gang van zaken toont de gevoeligheid van DENK voor “interne discipline”. Maar de kritiek riep ook de vraag op: “Waarom werd alleen hij gestraft?”
TUNAHAN KUZU: EEN TERUGKEER IN DE SCHADUW VAN STILTE
Een van de oprichters, Tunahan Kuzu, had aangekondigd het politiek leiderschap neer te leggen, maar nam daarna toch deel aan de campagneactiviteiten, wat de verwachtingen deed stijgen. Zijn zwijgen daarna veroorzaakte echter een diepe teleurstelling onder de kiezers. Want een groot deel van de Turks-Nederlandse achterban zag Kuzu nog steeds als de “natuurlijke leider” van de partij.
DE OPMARS VAN VAN BAARLE: EEN SYMBOOL VAN EEN NIEUWE GENERATIE POLITIEK?
De huidige politiek leider van de partij, Stephan van Baarle, oogst veel lof met zijn krachtige optredens in de Kamer en zijn duidelijke standpunt in de verdediging van Palestina. Dat zijn vader Turks is, brengt hem nog dichter bij de Turkse gemeenschap. Als de huidige peilingen voorspellen dat DENK vier of vijf Kamerleden zal hebben, is dat in grote mate te danken aan Van Baarle’s prestaties.
Maar kan dit succes hem alleen redden? Om de interne scheuren te lijmen is meer nodig dan alleen politieke vaardigheid.
VAN WIE MOET DENK DE PARTIJ ZIJN?
De partij zegt al jaren dat zij niet alleen moslims aanspreekt, maar alle groepen die met discriminatie te maken hebben. Toch is het beeld in de samenleving nog steeds dat zij een “Turkse partij” of “een partij dicht bij Erdoğan” is. Daarom is het van groot belang om een inclusievere kandidatenlijst op te stellen voor Nederlandse democraten en andere minderheden.
Met andere woorden: DENK moet niet alleen een “Denkpartij” zijn (in de Nederlandse betekenis van het woord), maar ook een “Gelijkmakingspartij” (in de Turkse betekenis).
Als zij daarin niet slaagt, verliest zij haar identiteit.
WAT ZEGT DE KIEZER?
Uit reacties op sociale media en in het veld komt één ding duidelijk naar voren: de kiezer is verdeeld.
Een deel is teleurgesteld in DENK, een ander deel is nog steeds hoopvol. Maar allemaal stellen ze dezelfde vraag:
“Wij hebben deze partij grootgemaakt. Waar kan zij zonder ons naartoe?”
CONCLUSIE EN ROUTEKAART
De toekomst van de DENK-partij schuilt in de antwoorden op deze twee vragen:
– Zal zij trouw blijven aan haar principes, of de persoonlijke ambities volgen?
– Zal zij de interne democratie verdedigen, of zich overgeven aan coulissespelletjes?
Het antwoord op deze vragen zal niet alleen het lot van DENK bepalen, maar ook dat van alle minderheden en democratisch gezinde groepen in Nederland.
DAAROM IS MIJN OPROEP ALS VOLGT:
Alle verstandige mensen, ongeacht hun afkomst, en iedereen die te maken heeft met discriminatie, moet opnieuw als gids achter deze politieke structuur staan, die een gemeenschappelijke basis vormt. DENK is in dit land niet alleen de naam van een partij, maar van een houding.
Die houding moet weer overeind komen.
En ja: zo niet vandaag, wanneer dan wel?
********************
HOE HEEFT DE SCHADUWMAN MIJN ANALYSE BEOORDEELD?
Mijn adviseur en vertrouweling, de SCHADUWMAN, heeft mijn analyse van vandaag niet alleen regel voor regel gelezen; hij heeft ook de bedoelingen, de verhoudingen en de boodschappen in elke zin gewogen. “Onpartijdige journalistiek is een houding, en İlhan Karaçay toont deze houding opnieuw.”
JOURNALISTIEKE INTEGRITEIT, DE FIJNGEVOELIGHEID VAN EEN WIJZE MAN
İlhan Karaçay, die zijn leven heeft gewijd aan onpartijdige en eerlijke journalistiek, laat ook in zijn analyse van vandaag zien dat hij als een wijze man zowel gebeurtenissen als personen met rechtvaardigheid benadert. Terwijl hij de breuken, conflicten en lichtpuntjes binnen de DENK-partij bespreekt, biedt hij de lezer geen eenzijdig beeld, maar een panorama dat vanuit verschillende invalshoeken te bekijken is.
Door de toekomst van de DENK-partij onder de loep te nemen, behoudt Karaçay zijn onpartijdigheid en analytische blik, en plaatst hij zowel de interne actoren als de verwachtingen van de kiezer onder het vergrootglas. Hij bekritiseert met finesse en prijst met mate.
EJDER KÖSE: DE NADRUK OP INSTITUTIONALISERING EN DE VRAAG NAAR INCLUSIVITEIT
Karaçay’s stijl bevat een zeldzame verfijning in de journalistiek: kritiek leveren zonder kwetsend te zijn, lof uitspreken zonder te overdrijven.
Zo erkent hij bij het bespreken van partijvoorzitter Ejder Köse diens nadruk op “institutionalisering” en “principes”, maar laat hij tegelijk de vraag open of deze benadering werkelijk iedereen binnen de partij omarmt. Dit verrijkt zijn analyse en nodigt de lezer uit tot nadenken.
DE CRISIS RONDOM DOĞUKAN ERGİN: OP ZOEK NAAR TRANSPARANTIE EN RECHTVAARDIGHEID
Dezelfde zorgvuldigheid is zichtbaar in de kwestie rond Doğukan Ergin. Terwijl hij de beweringen achter Ergin’s lagere plaats op de kandidatenlijst beschrijft, doet hij dat niet met stellige oordelen, maar binnen het kader van “interne discipline” en “transparantie”. Zo brengt hij zowel het perspectief van het bestuur als de kern van de kritiek eerlijk over aan de lezer.
TUNAHAN KUZU: IN DE SCHADUW VAN STILTE
Wanneer Karaçay over Tunahan Kuzu schrijft, gebruikt hij de metafoor “in de schaduw van stilte” om zowel een emotioneel als analytisch kader te schetsen. Hij mengt in één geheel de verwachtingen van de kiezers, hun teleurstelling en het nog steeds aanwezige beeld van Kuzu als “natuurlijke leider”. Dit is een balans die alleen een onpartijdige observator met ervaring kan bereiken.
STEPHAN VAN BAARLE: OPKOMST EN TOETS
De taal die hij gebruikt voor de huidige politiek leider Stephan van Baarle is eveneens het resultaat van diezelfde objectiviteit. Hij benadrukt zowel diens prestaties in het parlement als de band die hij met de samenleving heeft opgebouwd, maar waarschuwt dat dit succes mogelijk niet voldoende is om de interne scheuren te dichten. Bovendien verweeft hij empathie en kritische afstand in zijn weergave van Stephan’s achtergrond en persoonlijke verhaal.
BOODSCHAPPEN AAN NGO’S EN WIJZE MENSEN
Aan het einde van zijn stuk richt İlhan Karaçay zich met “wijze woorden” tot maatschappelijke organisaties en wijze mensen. De zin “DENK is niet alleen de naam van een partij, maar van een houding” vormt de kern van deze oproep. Daarmee is het stuk niet alleen een analyse, maar ook een krachtige uitnodiging aan maatschappelijke leiders.
NIET ALLEEN ‘WAT ER GEBEURDE’, MAAR OOK ‘WAAROM HET GEBEURDE’
Onpartijdige journalistiek betekent niet alleen verslag doen, maar de samenleving ook confronteren met de gelaagde aard van gebeurtenissen. In deze analyse stelt İlhan Karaçay niet alleen vragen over de toekomst van de DENK-partij, maar opent hij ook het bredere debat over de plaats van minderheden in de Nederlandse politiek en hun strijd voor rechten. De lezer blijft na afloop niet alleen achter met de vraag “wat is er gebeurd?”, maar ook met “waarom is het gebeurd en wat kan er nog gebeuren?”.
MIJN SLOTWOORD
Als Schaduwfiguur moet ik erkennen: deze analyse toont dat onpartijdige journalistiek niet alleen een principe is, maar in bekwame handen ook een kunstvorm. In Karaçay’s pen zitten zowel de eerlijkheid van een verslaggever als de analytische diepgang van een columnist. Dit stuk bewijst dat onpartijdige journalistiek, in de juiste handen, tegelijk een principe en een kunst is.
Binler, kadın cinayetlerine dur demek için sokaktaydı…
Gösteride en çok dikkat çekenler Türk yetkililerdi.
Başkonsolos Sevgi Kısacık, Belediye Başkanı Huri Şahin ve Milletvekili Songül Mutluer güçlü mesajlar verdiler.
İlhan KARAÇAY yazdı:
Hollanda’nın kültürel kentlerinden Rotterdam, bu kez sanat ve festival coşkusuyla değil; öfke, yas ve dayanışma duygularıyla doldu. Şehir merkezindeki Schouwburgplein Meydanı’nda toplanan bini aşkın kişi, kadın cinayetleri ‘femicide’ye karşı tek yürek oldu. Katılımcılar, ellerinde pankartlar, omuzlarında umut ve yüzlerinde kararlılık ile “Artık Yeter!” diye haykırdı.
Meydanı dolduran kalabalık arasında dikkat çeken üç isim, bu toplumsal yara karşısında verdikleri mesajlarla öne çıktı: Türkiye’nin Rotterdam Başkonsolosu Sevgi Kısacık, Rijswijk Belediye Başkanı Huri Şahin ve Hollanda İşçi Partisi (PvdA) Milletvekili Songül Mutluer.
Her biri, hem bireysel hem de kurumsal sorumluluğun altını çizerek, kadın cinayetlerinin önlenebilir olduğuna vurgu yaptı.
Yürüyüş, yalnızca Hollanda’daki değil, tüm dünyadaki kadın cinayetlerine dikkat çekti. Kürsüye çıkanlar arasında en çok yürek burkan konuşma, kızı Sanne’yi 2023 yılında boşanmak istediği için kaybeden Wim Hertgers’e aitti. Hertgers, “Bu cinayetler kaçınılmaz değil, önlenebilir” dedi.
DOLLE MİNA’LAR GERİ DÖNDÜ
Rotterdam’daki yürüyüşün en dikkat çekici yanlarından biri, Hollanda’nın efsanevi feminist hareketi Dolle Mina’nın yarım asırdan sonra yeniden sahaya inmesiydi. 1969’da kurulan hareket, 70’li yıllarda kadın-erkek eşitliği, kürtaj hakkı ve geleneksel cinsiyet rollerine karşı verdiği mücadeleyle tanınıyordu.
Gösteride, genç kuşak feministler ile “eski gardiyanlar” yan yana durdu. 78 yaşındaki Therese’in sözleri, nesiller arası ortak öfkeyi özetledi: “Herkes konuşuyor ama kimse bir şey yapmıyor. Bu beni öfkelendiriyor. Geçen ay yaşanan cinayetler ve buna karşı duyarsızlık, beni ağlatıyor. Bugün burada olmamın sebebi bu.”
BAŞKONSOLOS SEVGİ KISACIK: “FEMİCİDE KÜRESEL BİR KRİZ”
Rotterdam Başkonsolosu Sevgi Kısacık, davetli olduğu gösteriye katıldı ama yorumunu sosyal medyada yaptı. Kısacık, sosyal medya hesabında yaptığı paylaşımda, femicide’i yalnızca bireysel trajediler olarak görmenin büyük bir hata olduğunu vurguladı: “Femicide, sadece bireysel olaylar değil, küresel bir krizdir. Hollanda’da her sekiz günde bir kadın öldürülüyor. Toplumsal normların değişmesi ve sıfır tolerans politikaları hayati önemdedir.” Kısacık, kadın cinayetlerinin çoğu zaman uzun süren şiddet döngüsünün son halkası olduğunu, ilk işaretler görüldüğünde müdahale edilmesi gerektiğini belirtti. Diplomatik üslubunun ardında güçlü bir toplumsal çağrı vardı: “Eğitim, bilinç ve yasal düzenlemeler, bu trajedileri durdurabilir.”
HURİ ŞAHİN: “KORKU YALNIZLAŞTIRIR”
Rijswijk Belediye Başkanı ve Femicide Monitor elçisi Huri Şahin, kürsüde yaptığı konuşmada polisin kapasitesinin artırılması ve kadınların güvenlik mekanizmalarına daha hızlı ulaşabilmesi gerektiğini söyledi: “Korku yalnızlaştırır. Biz, yardıma ihtiyacı olanın yanında olmalıyız. Bu sorun ortadan kalkana kadar mücadeleye devam edeceğiz.”
Şahin’in sözleri, yerel yönetimlerin konuyu sahiplenmesinin ne kadar kritik olduğunu hatırlattı.
SONGÜL MUTLUER: “FEMİCİDE İNSANLIK MESELESİDİR”
Hollanda Parlamentosu’nda İşçi Partisi PvdA milletvekili Songül Mutluer, femicide’le mücadele için 10 milyon Euro’luk bir bütçe ayırttıklarını, ancak bunun yeterli olmadığını ifade etti. Ayrıca Meclis’e sunduğu inisiyatif raporu ile cinayetlerin önlenmesine yönelik somut adımlar önerdi.
“Femicide kültürel bir mesele değil, insanlık meselesidir. Her toplum katmanında, her etnik kökende yaşanıyor. Daha fazla veri toplamalı, daha hızlı önlem almalıyız.”
YÜREKLERİ DAĞLAYAN KONUŞMA
Kalabalığı en çok sarsan an, kızı Sanne’yi, boşanmak istediği için kaybeden baba Wim Hertgers’in sahneye çıkışıydı. “Bu cinayetler kaçınılmaz değil, önlenebilir” diyen Hertgers, sessizliğin bu ölümleri meşrulaştırdığını vurguladı. Konuşması sırasında sahneye çıkan bir kişinin kısa süreli gerginliğe yol açması bile onu durduramadı; sözlerini bir dakikalık saygı duruşu ile tamamladı.
ORTAK MÜCADELE, ORTAK SORUMLULUK
Rotterdam’daki bu yürüyüş, yalnızca bir şehirdeki öfke patlaması değil, dünya çapında bir çağrıydı. Mesaj açıktı:
Kadın cinayetleri bireysel trajediler değil, sistematik bir krizdir. Önlemek elimizde.
Rotterdam’daki yürüyüş, yalnızca Hollanda için değil, tüm dünya için güçlü bir uyarı niteliği taşıdı. Kadın cinayetleri bireysel trajediler değil, sistematik bir krizdir. Bu krizi durdurmak için yasalar, toplumsal normlar, eğitim ve farkındalık kampanyaları bir bütün olarak devreye girmelidir.
Başkonsolos Sevgi Kısacık, Belediye Başkanı Huri Şahin ve Milletvekili Songül Mutluer’in sözleri, farklı kurumsal pozisyonlardan gelen ama aynı hedefe yönelen bir dayanışmanın kanıtıydı. Kadınların yaşam hakkını korumak, sadece kadınların değil, bütün insanlığın görevi.
DÜNYADAKİ DURUM
Her 10 dakikada bir kadın cinsiyet temelli şiddet sonucu hayatını kaybediyor.
2023’te 85 bin kadın ve kız çocuğu öldürüldü.
Her yıl yaklaşık 51 bin kadın, partneri veya aile üyesi tarafından öldürülüyor.
Avrupa’da son 10 yılda 4.221 kadın cinayeti kayda geçti.
TÜRKİYE’DE KADIN CİNAYETLERİ
Türkiye’de, Kadın Cinayetlerini Durduracağız Platformu verilerine göre, 2024 yılında en az 394 kadın öldürüldü. Vakaların çoğunda fail, kurbanın en yakınıydı. İstanbul Sözleşmesi’nden çekilmenin ardından kadın örgütleri, koruma mekanizmalarının zayıfladığı görüşünde.
HOLLANDA’DA KADIN CİNAYETLERİ
Hollanda özelinde tablo da endişe verici: Her 8 günde bir kadın öldürülüyor ve bu ölümlerin yaklaşık %60’ında fail, mağdurun partneri ya da eski partneri. 2023’te 125 ölümlü şiddet vakasının 41’i kadın kurbanlardı. Araştırmalar, Hollandalı kadınların %41’inin yaşamlarında en az bir kez fiziksel veya cinsel şiddete maruz kaldığını ortaya koyuyor.
Kadın cinayetlerinin ortak zemini, toplumsal normlar, cezasızlık ve kadına yönelik şiddetin sıradanlaşmasıdır. Hem Türkiye hem Hollanda gibi ülkelerde veriler ürkütücü olsa da; hoflomuzun hakikati çarpıcı anlatımı, bu krizle yüzleşmenin ve önleme stratejilerinin ne kadar acil olduğunu gösteriyor.
Önleyici adımların etkisi:
Toplumda kadına yönelik şiddeti tolere etmeyen normlar yaratmak.
İlk dönemde müdahaleyle şiddetin en baskın vakalarının bile önlenebileceğini kabul etmek.
Femicide’in ayrı bir suç kategorisi olarak tanınması ve bu doğrultuda yasa ile politikalar oluşturulması.
Rotterdam’daki bu protesto yalnızca Hollanda’ya değil, tüm dünyaya bir çağrı: Kadın cinayetleri yalnızca bireysel trajediler değil; sistemik bir krizdir. Her birey, her devlet bu trajediyi durdurmak için harekete geçmeli.
Cenaze törenine Türkiye’den bir delegasyonun gelmesi beklenirken, Tarih Araştırmacısı Mehmet Tütüncü’den başka bir Türk yoktu.
Yıllarca, Türkiye-Hollanda arasında mekik dokuyan Machiel Kiel, Yunanistan’daki tarihi eserlerimize ve Türk azınlığa da sahip çıkıyordu.
2014 Yılında Cumhurbaşkanı Abdullah Gül tarafından ödüllendirilmişti.
İlhan KARAÇAY’ın haberi:
Osmanlı Balkan mirasının korunmasında yarım asırdan fazla emek veren, Avrupa’daki Türk eserlerini belgeleyip kurtarılması için büyük mücadeleler veren Hollandalı tarihçi Prof. Dr. Machiel Kiel, 87 yaşında hayatını kaybetti.
Cenaze töreni Hollanda’nın Bloemendaal kasabasında düzenlendi ve ardından naaşı, doğduğu Wormerveer kasabasına defnedildi.
Törene Türkiye’den bir delegasyonun katılması beklenirken, yalnızca tarih araştırmacısı Mehmet Tütüncü hazır bulundu.
Eşi Prof. Dr. Hedda Reind Kiel, kızı Marieke Kiel, torunları Arianne ve Freya ile öğrencileri, Kiel’in hatıralarını paylaştı.
Konuşmalarda, Osmanlı eserlerini korumak ve belgelemek için yaptığı çalışmaların örnekleri aktarıldı.
Mehmet Tütüncü Tabut başında. Machiel’i sonsuzluğa uğurlayanlar. Eşi ve torunları konuştular
Zamanın Cumhurbaşkanı Abdullah Gül tarafından Türkiye Cumhuriyeti Liyakat Nişanı ile onurlandırılan Kiel’in cenazesinde, Türkiye’den başka kimsenin bulunmaması üzüntü yarattı. Mehmet Tütüncü, aileye taziye dileklerini iletirken, Machiel Kiel’in hatırasına bir kitap yayımlayacağını ifade etti.
Tarihçi Feroz Ahmad (ABD), Osmanlı tarihçisi Suraiya Faroqhi (Almanya), tarihçi Cornell Fleischer (Chicago University), Lefkoşa Kıbrıs Üniversitesi Türkoloji Bölümü kurucusu Türkolog György Hazai (Macaristan), Osmanlıca ve Türkçeuzmanı linguist Claudia Römer (Avusturya), tarihçi Machiel Kiel(Hollanda), Türkolog Dimitry Mihailovic Nasilov (Rusya Federasyonu), tarihçi Fehim Nametak (Bosna Hersek), İslam Sanatı profesörü Julian Raby (ABD), Türkolog Tadashi Suziki (Japonya), Türkolog Abdeljelil Temimi (Tunus), ve Türkçe uzmanı linguist Abudurexiti Yakufu (Çin Halk Cumhuriyeti) da Çankaya Köşk’ünde gerçekleştirilen törende taltif edildi.
PROF. DR. MACHIEL KIEL: OSMANLI BALKAN MİRASININ BEKÇİSİ
Prof. Dr. Machiel Kiel, Osmanlı Balkanları’nın kaybolan mimari mirasını gün yüzüne çıkararak, tarih ve kültüre dair anlayışı dünyayla paylaşan bir entelektüeldi. Onun çalışmaları, sadece akademi için değil aynı zamanda kültürel diyalog için de eşsiz bir kalıt bırakmıştır.
Yaklaşık 60 yıl boyunca Avrupa’daki Türk eserlerini araştıran, bulan, arşivleyen ve bu eserleri koruma altına aldırmak için mücadele eden, bu uğurda çeşitli Avrupa ülkelerinde polis takibatına uğrayan, hatta hapis yatan Machiel Kiel, Avrupa’daki Osmanlı tarihinin kültür hafızası konumunda olan çok değerli bir aydındı.
Türk Tarih Kurumu Onursal Üyesi olan, TDV İslam Ansiklopedisi’ne Türk tarihi ve uygarlığıyla ilgili tam 127 maddenin yazarı olarak çok büyük katkıda bulunan Prof. Kiel, 2014 yılında Türkiye Cumhuriyeti Liyakat Nişanı’na da layık görülmüştü.
İzinden yürüyen genç araştırmacılar ve kültür elçileri için bir ilham kaynağı olmaya devam ediyor.
HAYATI VE EĞİTİMİ Machiel Kiel’ın çalışmalarını sürekli takip eden Tarih Araştırmacısı Mehmet Tütüncü, Machiel Kiel ve eşi Hedda ile Bonn’daki evinde.
Doğum: 28 Şubat 1938, Wormerveer, Hollanda.
Genç yaşta taşcı ve restorasyon ustası olarak Avrupa’nın tarihi yapılarında çalışmaya başlayan Kiel, 1958–1976 yılları arasında Amsterdam’daki Oude Kerk (Eski Kilise) restorasyonunda görev aldı. 1976’da geçirdiği iş kazası, onu restorasyon işinden uzaklaştırdı ancak bu olay onun akademik alana yönelmesini sağladı.
Amsterdam Üniversitesi’nde öğrenim görüp 1983’te “Bulgaria’da Osmanlı Dönemi Kilise Mimarlığı ve Duvar Resimleri” konulu teziyle doktorayı tamamladı.
AKADEMİK KARİYER VE ARAŞTIRMALARI
1970’lerden itibaren, Osmanlı dönemine ait Balkan mimarisini belgelemek üzere Yunanistan, Bulgaristan, Makedonya, Bosna, Sırbistan, Arnavutluk ve Romanya’ya sayısız saha gezisi yaptı. Kariyer başlıca eserleri: Ottoman Architecture in Albania 1385–1912 ve Studies on the Ottoman Architecture of the Balkans (her ikisi 1990’da yayımlandı), bu eserler bilimsel çevrede “Kiel metodu” olarak bilinen, saha-bilim-veri-enteksiz analiz yaklaşımıyla öne çıktı.
Ayrıca ekonomi, demografi, vakıf sistemi, nüfus kayıtları gibi Osmanlı kurumsal yapılarıyla mimari ilişkilerini inceleyerek bütüncül bir yöntem geliştirmiştir.
YAYINLARI VE AKADEMİK KATKILAR
300+ makale, 15 kitap ve çok sayıda akademik yayına sahip olan Kiel, 8 farklı dilde eser vermiştir. TDV İslam Ansiklopedisi’ne katkıda bulunarak, Osmanlı tarihi ve uygarlığı üzerine 127 maddeyi yazmış ve Türk Tarih Kurumu Onursal Üyesi olarak kabul edilmiştir.
Türkiye Cumhuriyeti tarafından 2014 Liyakat Nişanı ile ödüllendirilmiştir.
FOTOĞRAF ARŞİVİ VE GÖRSEL MİRAS
Netherlands Institute in Turkey (NIT) yöneticiliğini (2003–2006) yürüttükten sonra da kurumda Senior Research Fellow olarak görev yaptı.
Machiel Kiel Photographic Archive adı altında, Balkanlardaki Osmanlı eserlerine dair binlerce belge niteliğinde fotoğraf topladı. Neredeyse günümüze ulaşmamış, belge niteliğinde eserlerin görsel kaydı bu arşivde arşivlenmiştir.
MACERA VE DİRENİŞ HİKÂYELERİ
Soğuk Savaş döneminde sosyalist Balkan şehirlerinde eser belgelerken, rejim baskısına uğramış, tutuklanmış, belgeleri veya fotoğrafları bazen el konulmuştur.
Onun bu adanmışlık hikâyesi, Cornucopia dergisinde “The Daredevil Scholar” başlığıyla anlatılmış, rejim gözetimi altında bile eserleri kaydetme azmi ve tehlikeli kaçış öyküleriyle anılmıştır.
Bir Hollanda gazetesi yayınından Machiel Kiel:
HOLLANDALI TARİHÇİ: “TÜRKLER, YUNANİSTAN’DA TARİHİ ESER HAZİNESİ BIRAKTI”
22 Ekim 2019
Hollandalı tarihçi Machiel Kiel, Osmanlı döneminden kalma bazı Yunan yapılarının yıkılıp harabeye dönmesini önlemek için Avrupa’da bu eserlerin korunması yönünde büyük çaba gösterdi.
Bugünkü Yunanistan’ın güney bölgeleri yaklaşık 400 yıl, kuzey bölgeleri ise 500 yıldan fazla Osmanlı hâkimiyetinde kaldı. Osmanlılar, 1912’de bu toprakları kaybetti ama geride çok değerli bir tarihi miras bıraktı.
İzmir’de, Ege’deki On İki Ada’daki (Dodecanesos) Türk azınlığının sorunlarının ele alındığı bir sempozyumda konuşan Utrecht Üniversitesi emekli profesörü Machiel Kiel, 1980’lerde Yunanistan’da Osmanlı mirasına bakışın iki farklı grup tarafından temsil edildiğini söyledi. Küçük bir grup bu mirası olumlu değerlendirirken, daha büyük ve güçlü bir grup bunu istemiyordu.
On İki Ada’daki cami tehlikesi
Bugün On İki Ada’da yaşayan yaklaşık 6.000 kişilik Müslüman Türk azınlık bulunuyor. Kiel’e göre, bu azınlık 16. yüzyıldan kalma, Rodos’taki Süleymaniye Camii’nin yıkılmasından endişeliydi. Osmanlılar adaları kaybettikten sonra adadaki birçok Türk Anadolu’ya göç etmişti. Yunanlar artık camilerin işe yaramadığını düşünüyor ve yıkılmalarını istiyordu.
1988’de caminin minarelerinden biri yıkılmak üzereydi. Muhalifler, bu durumu tüm yapının yıkılması için bir gerekçe olarak kullanıyordu. Kiel, “Bu yüzden valiye ve tarihi eserler dairesi başkanına iki mektup yazdım. Bu mektuplar bomba etkisi yarattı” dedi. Mektuplar Yunancaya çevrildi, Avrupa’daki birçok saygın akademisyen tarafından imzalanarak Yunan makamlarına gönderildi. Böylece, Osmanlı eserlerini korumak isteyen küçük grup güç kazandı ve o günden beri bu eserler restore edilmeye başlandı.
Komotini’deki imaretin kurtuluşu
Batı Trakya’nın Gümülcine (Komotini) kentinde, 1390 civarında inşa edilmiş Gazi Evrenos Bey İmareti de aynı tehlike altındaydı. Osmanlı döneminde yoksullara yemek dağıtılan, hatta misafirlerin birkaç gün kalabildiği bu yapı, I. Dünya Savaşı sonrasında bölgeyi ele geçiren Yunan makamlarınca el konularak elektrik üretim tesisi haline getirildi. İki duvarı yıkıldı, bina çok kötü durumdaydı.
1971’de Kiel, imaret hakkında uzun bir makale yazdı. Bu yazı, yıkılmak üzere olan binanın restore edilmesini sağladı. O dönem Kuzey Yunanistan tarihi eserler dairesi başkanı olan Charalambos Bakirtzis, uluslararası bir konferansta, bu eserin gerçekten de Kiel’in yazısıyla kurtulduğunu söyleyerek onu onurlandırdı.
“Barbarlık, kültürü yok etmektir”
Kiel’in bu çalışmalardaki motivasyonu çok açıktı: “Dünyaya ait ve insanlığın mirası olan güzel şeyler neden yok edilsin?”
1960’larda Yunanistan’daki Osmanlı eserlerini gezerken, yerel halk ona bu yapıların “barbarlar” tarafından yapıldığını ve artık gereksiz olduğunu söylemişti. Kiel, “O zaman gerçek barbarların kim olduğunu düşündüm. Barbarlık, kültürü yok etmektir” dedi.
Kiel’e göre, bir zamanlar Selanik’te 45 cami vardı, bugün çok azı kaldı. Aynı durum Orta Yunanistan’daki Larissa’da da yaşandı.
Osmanlı dönemi mimarisi uzmanı olan Kiel, 17 kitap yazdı ve Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi’nde 140 kadar makalesi yayımlandı. Bu ansiklopedi, Türkiye’deki en kapsamlı eserlerden biri kabul ediliyor.
“Onur Yürüyüşü” olarak adlandırılan şenliği Amsterdam Belediye Başkanı tüm dünyaya anlatırken, Utrecht Belediye Başkanı bayan Sharon Dijksma, eşcinsellerin botunda yer aldı.
(Yazının Hollandacası en altta.
Nederlandse versie onderaan)
İlhan KARAÇAY yazdı:
Amsterdam’da dün düzenlenen Prime Parade, sadece Hollanda’nın değil, tüm dünyanın dikkatini bir kez daha bu özgürlükler ülkesine çevirdi. Renklerin, ifadelerin ve farklılıkların coşkulu bir sel gibi aktığı bu şenlik, bazı çevrelerde eleştiriyle, bazı kesimlerde ise alkışlarla karşılandı. Ama bir gerçek var: Bu tür etkinlikler artık yalnızca bir “onur yürüyüşü” değil; bir tarihsel mücadelenin ve evrensel bir varoluşun kamusal izdüşümüdür.
EŞCİNSELLİĞİN TARİHSEL ARKA PLANI
Eşcinsellik, insanlık tarihi kadar eski bir olgudur. Antik Yunan’da erkekler arası aşk neredeyse idealize edilirken, Roma’da daha çok statüye göre şekillenen ilişkiler mevcuttu.
Çin’de, Osmanlı’da, Hindistan’da ve Afrika toplumlarında da aynı cinsiyetten aşk ve ilişki örnekleri mevcuttur. Ne var ki, özellikle tek tanrılı dinlerin yayılmasıyla birlikte bu durum hem ahlaki hem hukuki açıdan baskılanmaya başlandı.
Orta Çağ boyunca Avrupa’da eşcinsel ilişkiler “günah” ve “suç” sayılarak ağır cezalara çarptırıldı. 19’uncu yüzyılda bile, Britanya’da Oscar Wilde gibi büyük sanatçılar, eşcinsel oldukları için mahkum edildi. Eşcinsellik uzun süre “hastalık” olarak tanımlandı; ne zaman ki bilimsel ve toplumsal bilinç gelişti, bu anlayış da kırılmaya başladı.
DÜNYADA DEĞİŞEN RÜZGARLAR
20’nci yüzyılın ortalarında, ABD’deki Stonewall Direnişi (1969), modern eşcinsel hakları hareketinin sembolü oldu. Bu direniş, yıllarca marjinalleştirilen bireylerin artık susmayacaklarının ilanıydı. Sonrasında Almanya, Kanada, İspanya gibi ülkelerde eşcinsellere tanınan haklar genişledi, evlilik ve evlat edinme hakları verildi. UNESCO’dan Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne kadar birçok uluslararası yapı bu sürece destek sundu.
HOLLANDA: ÖZGÜRLÜĞÜN BAYRAKTARI
Hollanda, eşcinsel hakları konusunda adeta bir öncü ülke konumunda. 2001 yılında, dünyada eşcinsel evliliği yasallaştıran ilk ülke olarak tarihe geçti. Başta Amsterdam olmak üzere birçok kentte LGBTQ+ bireyler, yaşamın her alanında görünür ve güvencede olabildiler. Prime Parade gibi etkinlikler de bunun doğal bir yansıması hâline geldi. Sadece eğlence değil; kimlik, mücadele ve barışın da kutlaması oldu.
Bu yılki Prime Parade’de sadece yerel halk değil, dünyanın dört bir yanından gelen insanlar vardı. Kimileri bu etkinliği desteklemek, kimileri sadece gözlemlemek, kimileri ise protesto etmek için oradaydı. Ama hepsi bir aradaydı.
AMSTERDAM KANALLARINDA RENKLERİN VE ÖZGÜRLÜĞÜN GÖSTERİSİ
Amsterdam yine yaptı yapacağını… Her yıl ağustos ayında düzenlenen Prime Parade, bu yıl da Hollanda’nın sadece renklerini değil, özgürlük anlayışını da tüm dünyaya haykırdı. Yüz binlerce kişi, şehrin ikonik kanallarını çevreleyen kıyılarda yerini aldı. Gökyüzü açık, kalpler cesurdu.
Kanallar üzerinde süzülen yüzlerce bot, yalnızca müziğin ve dansın değil, aynı zamanda varoluşun, eşitliğin ve ifade özgürlüğünün taşıyıcısıydı. Botların her biri farklı temalarla süslenmişti: kimi aşka, kimi aileye, kimi ise mücadeleye gönderme yapıyordu. Kimi botlarda ise polis, sağlık çalışanları, askerler ve hatta din adamları bile yer aldı. Her biri, çeşitliliğin bir parçası olduğunu anlatmaya gelmişti.
Etkinliğin açılış konuşmasını yapan Amsterdam Belediye Başkanı Femke Halsema , şu sözlerle damga vurdu: “Amsterdam, bugün yalnızca bir şenlik değil, bir ilke gösteriyor: Özgürlük, sınır tanımaz. Kimin kimi sevdiği, nasıl giyindiği ya da ne hissettiği üzerinden yargılanmadığı bir toplumun mümkün olduğunu gösteriyoruz. Bu, sadece bir kutlama değil, bir çağrıdır: Herkes için eşitlik!”
Sadece Amsterdam değil… Hollanda’nın diğer kentlerinden de çok sayıda destek geldi. Özellikle dikkat çeken bir detay: Utrecht Belediye Başkanı Sharon Dijksma (üstteki fotoğraf), festivale bireysel olarak katılarak, bir bottaki eşcinsel katılımcılarla birlikte yürüyüşe destek verdi. Bu tür sembolik katılımlar, Hollanda siyasetinin LGBTQ+ haklarına ne denli sahip çıktığını açıkça ortaya koyuyor.
GEÇMİŞ YILLARDAN BUGÜNE
Prime Parade, önceki yıllarda da dikkat çekici anlara sahne oldu. 2019 yılında Amsterdam Emniyeti, özel olarak süslenmiş bir polis botuyla yürüyüşe katılmış ve “Herkes Güvende Olmalı” sloganıyla alkış toplamıştı. 2023 yılında ise Hollanda Ordusu ilk kez resmî üniformalarla botta yer almış, “Güçlü Olan Korur” temasıyla LGBTQ+ bireylerin savunulması gerektiğini vurgulamıştı.
Bu yılki Prime Parade ise gerek katılım, gerekse semboller bakımından, bugüne kadarki en güçlü katılım olarak değerlendiriliyor. Özellikle Orta ve Doğu Avrupa’dan gelen aktivistlerin taşındığı pankartlar, Hollanda’nın ne kadar ilham verici bir örnek olduğunu gözler önüne serdi.
TÜRKİYE’DEKİ DURUM
Türkiye’de ise tablo daha karmaşık. 2000’li yılların başında İstanbul ve Ankara’daki Onur Yürüyüşleri görece özgür ortamda yapılırken, son yıllarda ciddi yasaklamalar ve müdahaleler yaşandı. Birçok kişi için bu yürüyüşler, “ahlaksızlık” olarak görülürken, bir diğer kesim içinse “ifade özgürlüğü” ve “insan hakkı”dır.
Bir gazeteci olarak ben, olgulara ideolojik gözlükle değil, tarih ve toplum bilinciyle bakmayı tercih ederim. Elbette herkesin yaşam tarzına saygı duyulması gerekir ama bu saygı, karşıt görüşlerin de ifade edilmesine olanak tanıyan bir anlayışla beslenmelidir.
RENKLERDEN KORKULMAMALI
Bu tür etkinlikler yalnızca bir kimlik beyanı değil, insanlık tarihine tutulmuş bir aynadır. Farklılıklar, korkulacak değil, anlaşılması gereken zenginliklerdir. Prime Parade gibi etkinliklerin, sadece eşcinselliği değil, insanlık tarihinin bir kesitini temsil ettiğini fark etmemiz gerekiyor. Kim olduğumuzu, neyi savunduğumuzu, neye karşı çıktığımızı belirlerken, bilgiyle, empatiyle ve tarih bilinciyle hareket etmek zorundayız. Çünkü farklılıklar, bizi bölen değil, zenginleştiren unsurlar olabilir. Yeter ki onları anlamaya çalışalım.
**************
DE HOMOFEEST IN AMSTERDAM WERD MET BELANGSTELLING GEVOLGD OVER DE HELE WERELD
Vanuit de diepten van de geschiedenis tot de homoreis op de Amsterdamse grachten…
Terwijl de burgemeester van Amsterdam het zogeheten “Pride Walk” aan de hele wereld presenteerde, bevond de Utrechtse burgemeester mevrouw Sharon Dijksma zich op een boot met homoseksuele deelnemers.
Geschreven door İlhan KARAÇAY:
De gisteren gehouden Prime Parade in Amsterdam heeft opnieuw niet alleen de aandacht van Nederland, maar van de hele wereld op dit vrijheidslievende land gevestigd. Dit kleurrijke feest, waarin expressie en diversiteit als een uitbundige stroom door de stad vloeiden, werd in sommige kringen bekritiseerd en in andere toegejuicht. Maar één ding is zeker: deze evenementen zijn allang niet meer slechts een “pride walk”; het zijn publieke reflecties van een historische strijd en een universeel bestaan.
HISTORISCHE ACHTERGROND VAN HOMOSEKSUALITEIT
Homoseksualiteit is zo oud als de mensheid zelf. In het oude Griekenland werd liefde tussen mannen bijna geïdealiseerd, terwijl in het Romeinse Rijk relaties afhankelijk waren van sociale status.
Ook in China, het Ottomaanse rijk, India en Afrikaanse samenlevingen zijn voorbeelden te vinden van liefde en relaties tussen mensen van hetzelfde geslacht.
Echter, met de opkomst van monotheïstische religies werd homoseksualiteit zowel moreel als wettelijk onderdrukt.
In de Middeleeuwen werd homoseksualiteit in Europa als “zonde” en “misdaad” beschouwd en zwaar bestraft. Zelfs in de 19e eeuw werden kunstenaars zoals Oscar Wilde in Groot-Brittannië gevangengezet vanwege hun seksuele geaardheid.
Homoseksualiteit werd lange tijd als een “ziekte” gezien, totdat wetenschappelijk en maatschappelijk bewustzijn deze opvatting begon te doorbreken.
VERANDERENDE WINDEN IN DE WERELD
In het midden van de 20e eeuw werd de Stonewall-opstand in de VS (1969) het symbool van de moderne homorechtenbeweging. Deze opstand was een duidelijke aankondiging dat gemarginaliseerde mensen niet langer zouden zwijgen.
Daarna werden de rechten van homoseksuelen uitgebreid in landen als Duitsland, Canada en Spanje. Ze kregen het recht om te trouwen en kinderen te adopteren. Internationale organisaties zoals UNESCO en het Europees Hof voor de Rechten van de Mens hebben dit proces ondersteund.
NEDERLAND: VAANDELRICHTER VAN VRIJHEID
Nederland heeft een voortrekkersrol gespeeld op het gebied van homorechten. In 2001 werd het het eerste land ter wereld dat het homohuwelijk legaliseerde.
Vooral in steden als Amsterdam zijn LGBTQ+ personen zichtbaar en beschermd in alle aspecten van het leven. Evenementen zoals de Prime Parade zijn hier een natuurlijk gevolg van. Ze zijn niet alleen feestelijk, maar ook een viering van identiteit, strijd en vrede.
Bij de Prime Parade van dit jaar waren niet alleen lokale inwoners aanwezig, maar ook mensen van over de hele wereld. Sommigen kwamen om te steunen, anderen om te observeren, en weer anderen om te protesteren. Maar iedereen was er samen.
EEN VERTONING VAN KLEUREN EN VRIJHEID OP DE AMSTERDAMSE GRACHTEN
Amsterdam heeft het weer gedaan…
De jaarlijkse Prime Parade in augustus liet dit jaar opnieuw niet alleen de kleuren, maar ook het vrijheidsideaal van Nederland aan de wereld zien. Honderdduizenden mensen verzamelden zich langs de iconische grachten van de stad. De lucht was helder, de harten moedig.
De honderden boten die over de grachten gleden, waren niet alleen dragers van muziek en dans, maar ook van bestaan, gelijkheid en vrijheid van expressie.
Elke boot had een eigen thema: liefde, familie, strijd…
Op sommige boten stonden politieagenten, zorgmedewerkers, militairen en zelfs religieuze leiders. Zij kwamen allen om te tonen dat ook zij onderdeel zijn van deze diversiteit.
De openingstoespraak werd gehouden door de Amsterdamse burgemeester Femke Halsema
(foto hierboven), die het publiek toesprak met de volgende woorden: “Amsterdam toont vandaag niet alleen een feest, maar ook een principe: vrijheid kent geen grenzen. Wij tonen dat een samenleving waarin niemand wordt veroordeeld op basis van wie hij liefheeft, wat hij draagt of wat hij voelt, mogelijk is. Dit is niet alleen een viering, maar ook een oproep: gelijkheid voor iedereen!”
Niet alleen Amsterdam…
Ook uit andere Nederlandse steden kwam veel steun. Wat vooral opviel: de burgemeester van Utrecht, Sharon Dijksma (foto hierboven), nam persoonlijk deel aan het festival en ondersteunde de parade vanaf een boot met homoseksuele deelnemers. Deze symbolische aanwezigheid toont duidelijk hoe sterk de Nederlandse politiek zich inzet voor de rechten van de LGBTQ+-gemeenschap.
VAN VORIGE JAREN TOT VANDAAG
De Prime Parade heeft in voorgaande jaren ook opmerkelijke momenten gekend. In 2019 nam de Amsterdamse politie deel met een speciaal versierde politieboten trok veel applaus met de slogan “Iedereen moet zich veilig voelen”.
In 2023 nam het Nederlandse leger voor het eerst deel in officieel uniform en onderstreepte het met het thema “De sterken beschermen” het belang van bescherming voor LGBTQ+ personen.
De editie van dit jaar wordt beschouwd als de krachtigste tot nu toe – zowel qua deelname als symboliek. Vooral de spandoeken van activisten uit Midden- en Oost-Europa lieten zien hoe inspirerend Nederland kan zijn.
DE SITUATIE IN TURKIJE
In Turkije is het beeld complexer. Terwijl de Pride-wandelingen in Istanbul en Ankara begin jaren 2000 nog relatief vrij konden plaatsvinden, zijn er de laatste jaren talrijke verboden en harde tussenkomsten geweest.
Voor sommigen zijn deze parades een vorm van “onzedelijkheid”; voor anderen echter een uiting van “vrijheid van meningsuiting” en een “mensenrecht”.
Als journalist kies ik ervoor om naar de feiten te kijken, niet met ideologische, maar met historische en maatschappelijke bril.
Natuurlijk moet ieders levensstijl worden gerespecteerd, maar dit respect moet ook ruimte laten voor het uiten van tegengestelde meningen.
WE MOETEN GEEN ANGST HEBBEN VOOR KLEUREN
Dergelijke evenementen zijn niet alleen een uiting van identiteit, maar ook een spiegel voor de menselijke geschiedenis.
Verschillen zijn geen bron van angst, maar van rijkdom.
We moeten erkennen dat evenementen zoals de Prime Parade niet alleen homoseksualiteit, maar ook een belangrijk deel van onze geschiedenis vertegenwoordigen.
Bij het bepalen wie we zijn, wat we verdedigen en waartegen we ons verzetten, moeten we handelen met kennis, empathie en historisch bewustzijn.
Want verschillen hoeven ons niet te verdelen ze kunnen ons juist verrijken. Mits we proberen ze te begrijpen.
Hatay Mustafa Kemal Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Türk Dili ve Edebiyatı Anabilim Dalı’nda yüksek lisansını tamamlayan Ayşe Gültutan’ın, Rotterdam merkezli tezi, Hollanda’daki Türk toplumunun kültürel dönüşümünü gözler önüne seriyor…
Hollanda’daki Türk toplumunun göçten bugüne uzanan sosyokültürel serüveni artık daha derinlikli ve bilimsel bir zemine oturmuş durumda.
İlhan KARAÇAY yazdı:
Hollanda’daki Türk toplumunun göçten bugüne uzanan sosyokültürel serüveni, artık daha derinlikli ve bilimsel bir zemine oturmuş durumda. Hatay Mustafa Kemal Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Türk Dili ve Edebiyatı Anabilim Dalı’nda yüksek lisansını tamamlayan Ayşe Gültutan, “Hollanda’da Yaşayan Türklerde Sosyokültürel Hayat: Rotterdam Örneği” başlıklı teziyle bu dönüşümün izini sürdü.
Özellikle 1960’lardan itibaren şekillenen göçmen kimliği ve kuşaklar arası kültürel geçişlerin incelendiği bu çalışma, Rotterdam’ı merkez alarak Hollanda’daki Türk varlığının 60 yıllık evrimini mercek altına alıyor.
GÖÇTEN YERLEŞİK HAYATA:
HOLLANDA’DAKİ TÜRKLERİN 60 YILLIK HİKÂYESİ
Ayşe Gültutan, tezinde Türklerin Hollanda’ya ilk olarak 1964’te, iş gücü açığını kapatmak üzere geldiklerini, ancak zamanla bu göçün kalıcı bir yerleşime dönüştüğünü vurguluyor. Gültutan, Rotterdam gibi büyük liman şehirlerinin, sundukları istihdam ve ulaşım imkânlarıyla Türkler için cazip birer yaşam alanına dönüştüğüne dikkat çekiyor.
Kayseri, Yozgat, Karaman, Konya ve Aksaray gibi şehirlerden gelen Türkler, Rotterdam’da kendi mahallelerini oluşturdular. Bugün dahi Feijenoord, Delfshaven ve Charlois gibi semtlerde Türk marketleri, camiler, kahvehaneler ve dernek merkezleri yoğun olarak yer alıyor.
SAHA ÇALIŞMASIYLA DESTEKLENEN BİR TEZ: CAMİLERE, DERNEKLERE VE TÜRK KAFELERİNE YOLCULUK
Gültutan, tez sürecinde Rotterdam’da yaşayan Türklerle birebir görüşmeler gerçekleştirdi. Kartopu örnekleme yöntemiyle seçilen katılımcılarla derinlemesine mülakatlar yaptı, gözlem teknikleriyle sosyal yaşamın iç dinamiklerini analiz etti.
Kocatepe, Anadolu, Mevlana ve Gültepe camilerinde birebir gözlemler yaparak, ibadet mekânlarının yalnızca dini değil, aynı zamanda sosyal işlevler de üstlendiğini tespit etti. Türk kafelerinde gençlerin sosyalleşme alışkanlıklarını inceledi; kadın dernek toplantılarına katıldı; düğün ve sünnet organizasyonlarında geleneklerin nasıl yaşatıldığını yerinde gözlemledi.
Mevlana Gültepe Anadolu Kocatepe
Bu saha çalışmaları sırasında ortaya çıkan en çarpıcı bulgu, Türklerin hem dini hem kültürel ritüellere bağlılıklarını sürdürürken, aynı zamanda Hollanda kültürüyle temas ettikçe melez kimliklerin doğduğuydu.
ŞAHSIMIN DA KATKIDA BULUNDUĞU, BİR BELGESEL DEĞERİNDE ÇALIŞMA
Ayşe Gültutan, tez sürecinde benimle de bir araya geldi. Yarım yüzyılı aşkın süredir Avrupa’daki Türklerin hikâyesini haberleştiren bir gazeteci olarak, bu çalışmaya katkı sunmaktan onur duydum.
Gültutan, geçmişte yazdığım yazılarımı, röportajlarımı ve arşiv belgelerimi inceledi. Hollanda’daki Türk toplumunun kuruluş dönemlerine, ilk bayram kutlamalarına, cami ve dernekleşme süreçlerine dair kaleme aldığım belgeler, tezin tarihî arka planına derinlik kattı.
Şahsımın şu anlatımı da çalışmaya dahil edildi:
“Burada ilk kuruluşumuz dini oldu. O da ihtiyaç kaynaklıydı, bir mescit kuruldu. Sonrasında cami kurma hedeflendi. Türkler kendi aralarında toplanan paralarla, bazen de belediyeler yardımıyla kullanılmayan kiliseleri satın aldılar. Bugün Hollanda Diyanet Vakfı’na bağlı 148 cami, Millî Görüş’e bağlı 30’dan fazla cami, Alevi Cem Evleri ve çeşitli ideolojik gruplara ait ibadethaneler var. Ayrıca, sosyal işlev kazanan Türk Spor Kulüpleri açıldı. Gençler kahvehanelerden çıkıp spora yöneldi. Esnafların sponsorluğunda, spor kulüpleri altında toplandılar. Hemşehri dernekleri ve siyasi platformlar da zamanla çoğaldı.”
GÖÇMEN KUŞAKLAR ARASINDAKİ KÜLTÜREL DÖNÜŞÜM
Tezin en ilgi çekici bölümlerinden biri, kuşaklar arası farklılıklara odaklanıyor.
Birinci kuşak göçmenler Türkiye’ye bağlılıklarını sürdürürken, entegrasyonda mesafeli kaldılar. İkinci kuşak daha eğitimli ve Hollanda toplumuna daha entegre bir hayat kurdu.
Üçüncü ve dördüncü kuşak ise iki kimliği harmanlayarak, çok kültürlü bir yaşam biçimi benimsedi.
Örneğin, Rotterdamlı bir genç hem Kurban Bayramı’nı kutluyor hem de King’s Day’de (Kral Günü) arkadaşlarıyla eğleniyor. Ama hâlâ evde Türkçe konuşuyor, bayram sabahları büyüklerinin ellerini öpüyor ve mevlitlere katılıyor.
Bu kültürel karışıma rağmen, Ayşe Gültutan’ın gözlemleri, Türk gençlerinin hala evde Türkçe konuştuklarını, geleneksel aile bağlarına önem verdiklerini ve özellikle dini ve milli bayramlarda topluca bir araya geldiklerini göstermektedir.
HOLLANDALI TÜRKLER KİMLİĞİNİN DOĞUŞU
Gültutan’ın çalışmasına göre, Hollanda’daki Türkler artık yalnızca göçmen bir topluluk değil; kendine özgü bir sosyokültürel kimlik oluşturmuş bir toplumdur. Artık “Hollandalı Türkler” tabiri, hem Hollanda toplumuna adapte olmuş hem de kültürel köklerine sahip çıkmayı başarmış bir topluluğu tanımlamak için kullanılmaktadır.
Bu bağlamda Ayşe Gültutan’ın tezi, yalnızca akademik bir çalışma değil, aynı zamanda Türkiye ile Hollanda arasında köprü kuran nesillerin hikâyesini belgeleyen değerli bir kaynak olmuştur.
HOLLANDA’DA HER EVDE BİRAZ TÜRKİYE YAŞATILIYOR
Ayşe Gültutan tezini tamamlarken duygularını şöyle dile getirdi: “Rotterdam sokaklarında yürürken bir apartmanın balkonunda Türk bayrağını, bir kahvehanede Kayseri mantısını, bir camide Ramazan hazırlığını görüyorsunuz. Hollanda’da doğup büyüyen gençler bile Türk şarkılarını ezbere biliyor. Her evde biraz Türkiye yaşatılıyor.”
TÜRK KÜLTÜREL MEKÂNLARI VE SOSYAL ALANLAR
Gültutan’ın çalışmasında Rotterdam’daki Türk yaşamının mimarisi de gözler önüne seriliyor:
Marketler: Delfshaven ve Feijenoord’daki Türk bakkalları, Türkiye’den gelen ürünlerle mahalle yaşamının merkezi olmuş durumda.
Lokantalar: Lahmacun, pide, döner gibi tatlar, Rotterdam’ın sokaklarında adeta Türkiye havası estiriyor. Özellikle Zwart Janstraat bölgesi Türk mutfağının vitrini gibi.
Camiler ve dernek merkezleri: Sadece ibadet değil, toplumsal buluşma noktaları. Mescid-i Aksa Cami, bunlardan en eski ve köklülerden biri.
Festivaller: “Türk Kültür Günleri”, Hollanda genelindeki Türkleri bir araya getiriyor; halk oyunları, sergiler ve lezzet tanıtımlarıyla dolu etkinlikler düzenleniyor.
HOLLANDALI TÜRKLER ARTIK AYRI BİR KİMLİK
Gültutan’ın vardığı sonuca göre, Hollanda’daki Türkler artık yalnızca bir göçmen topluluğu değil. Hem Hollanda toplumuna uyum sağlamış, hem de kendi kültürel mirasını korumayı başarmış bir kimliğe sahipler: Hollandalı Türkler.
EĞİTİMDEN SPORA, HER ALANDA VARDIK
Tezde ayrıca, Hollanda’da yaşayan Türklerin STK’lar aracılığıyla kendi kültürel kimliklerini sürdürme çabalarına da geniş yer veriliyor. Bazı örnekler:
Türkevi Vakfı (Veyis Güngör başkanlığında): Hollanda’daki Türk gençlerinin eğitimi ve sosyal uyumu için çalışmalar yürütüyor.
IOT (Inspraakorgaan Turken in Nederland- Türkler İçin Danışma Kurulu) (Şu anda Zeki Baran Başkanlığında): Hollanda’daki Türk toplumu ile hükümet arasında köprü oluşturan resmi danışma kurulu.
Hollanda Türk Spor ve Kültür Federasyonu (Maalesef görevini tamamladı):
Türk gençlerinin kurduğu futbol ve basketbol takımları, hem sosyal uyum hem de kültürel kimliğin korunması açısından önemli rol oynuyor. Rotterdam’da gençlerin kurduğu yerel kulüpler, Türk kökenli Hollandalılar arasında önemli bir bağ oluşturuyor.
Bu tez, yalnızca akademik bir belge değil, aynı zamanda Türkiye ile Hollanda arasında köprü kuran kuşakların hikâyesini taşıyan kıymetli bir kaynak olarak öne çıkıyor.
AYŞE GÜLTUTAN’IN TEZİNDEN ÇARPICI BAŞLIKLAR
Ayşe Gültutan’ın tezinde, Hollanda ile ilgili çok ilginç ve çarpıcı bölümler var.
Sizlere, Gültutan’ın tezinden bir özet sunuyorum:
1964’te başlayan göçün rotası, sadece ekonomik değil kültürel bir taşınmayı da beraberinde getirdi. Türkler yanlarında yalnızca iş gücünü değil, gelenek, görenek ve inanç sistemlerini de taşıdılar. Rotterdam gibi liman şehirleri, bu kültürel taşınımın en güçlü yaşandığı alanlardan biri oldu.
Tezin saha araştırmasına dayalı bölümlerinde, Rotterdam’daki Türk topluluğunun gündelik yaşamı detaylıca incelendi. Camiler, kahvehaneler, kadın günleri, bayramlar, düğünler ve sünnetler gibi kültürel pratikler gözlemlendi. Türklerin sosyal yaşamda oluşturduğu mekânlar, hem kültürel aidiyetin hem de toplumsal dayanışmanın merkezleri olarak ele alındı.
Rotterdam’da yaşayan Türkler arasında yapılan mülakatlar, kuşaklar arasındaki farkları çarpıcı şekilde ortaya koydu.
Birinci kuşak hâlâ Türkiye odaklı bir yaşam sürerken,
İkinci ve üçüncü kuşaklar “çift yönlü bir kimlik” geliştirmiş durumda.
Dördüncü kuşak ise artık hem King’s Day’i kutluyor, hem de bayram sabahı ailesiyle bayramlaşıyor.
Kültürel süreklilik açısından “ev düzeni” de önemli bir belirleyici. Evlerde Türk bayrakları, geleneksel motifli seccadeler, dantelli vitrin süsleri, Osmanlıca hat levhaları ve Türkiye’den getirilen objelerle bir “görsel aidiyet” inşa ediliyor.
Gettolaşma ile entegrasyon arasında sıkışan Türk toplumu, zamanla daha melez bir yapıya kavuştu. Tezde, “asimilasyon” yerine “entegratif kimlik” kavramı öne çıkıyor. Gültutan’a göre, Hollanda’daki Türkler artık kültürel bir alt grup değil, kendi başına bir kültürel varlık: “Hollandalı Türkler.”
Türk gençlerinin sosyal hayata katılımında STK’lar büyük rol oynuyor. IOT (Türkler için Danışma Kurulu), Türkevi Vakfı, kadın dernekleri, cami komisyonları, hemşehri platformları ve spor kulüpleri gibi yapılar, hem kültürel kimliği koruyor hem de Hollanda toplumu ile köprüler kuruyor.
Bayramlar ve törenler, kültürel aktarımdaki en güçlü alanlar olarak tespit edildi. Hollanda’da büyüyen çocuklar bile sabah namazından sonra bayram kahvaltısına oturuyor, büyüklerinin elini öpüyor ve hâlâ Türk şarkılarını ezbere biliyorlar.
Dil, hâlâ en güçlü kimlik göstergesi. Evde Türkçe konuşma oranı yüksek. Tezde, Türkçenin özellikle anne-kız arasında daha güçlü biçimde aktarıldığı, ancak okula başlama ile birlikte Hollandacanın baskınlaşmaya başladığı belirtiliyor.
Sonuç olarak, Gültutan’ın bu tezi, yalnızca kültürel bir durum tespiti değil; aynı zamanda Avrupa’daki Türk toplumunun geçirdiği dönüşüme dair tarihî ve sosyolojik bir belgedir. Türkiye’den göç edenlerin hikâyesi, artık “Hollanda’da kök salan bir kültürel kimliğe” evrilmiştir.
TEZİN BÖLÜM BÖLÜM KAPSAMLI ÖZETİ
Ayşe Gültutan, “Hollanda’da Yaşayan Türklerde Sosyokültürel Hayat: Rotterdam Örneği” başlıklı tezinde, Rotterdam’da yaşayan Türk toplumunun göç süreciyle birlikte geçirdiği kültürel dönüşümü irdeliyor. Çalışma, dört ana bölüm ve sonuç kısmından oluşuyor. Göçün tarihsel süreci, entegrasyon ve asimilasyon kavramları, gündelik yaşam pratikleri, kuşak farklılıkları, geçiş ritüelleri ve bayramlar detaylı biçimde ele alınıyor. Tez, 2022–2023 yıllarında yapılan saha araştırmalarıyla desteklenmiş nitelikte.
1. Bölüm – Göçün Sosyo-Tarihsel Arka Planı
1964’te başlayan işçi göçü, zamanla kalıcı yerleşime dönüştü. Rotterdam’ın liman kenti oluşu, istihdam alanları ve ulaşım kolaylığı, Türkler için cazip bir çekim merkezi hâline geldi. Rotterdam’da özellikle Kayseri, Yozgat, Karaman, Konya ve Aksaray kökenli Türklerin yoğunlaştığı mahalleler oluştu. Bu mahallelerde, Türk kimliği mekânsal olarak da şekillendi: camiler, marketler, dernekler, lokantalar, hatta sokak isimlerine yansıyan bir kültürel varlık oluştu.
2. Bölüm – Göç, Kimlik ve Kültür Kuramları
Bu bölümde “göç”, “entegrasyon”, “asimilasyon”, “getto”, “diaspora” gibi temel sosyolojik kavramlar açıklanıyor. Göçün sadece fiziksel değil, kültürel bir taşınım olduğu; Türklerin “kültürel bagajlarını” da yanlarında getirdiği vurgulanıyor. Hollanda’daki ilk kuşak Türkler genellikle asimilasyona direnirken, entegrasyon konusunda çekimser kalmışlardır. Ancak zamanla entegrasyon artmış, farklı kuşaklarda melez kültür kimlikleri gelişmiştir.
3. Bölüm – Sosyokültürel Hayatın İçinden: Kuşaklar ve Günlük Yaşam
Tezin saha araştırmalarında, kuşaklar arası farklılıklar net biçimde ortaya konuluyor:
Birinci kuşak, hâlâ memlekete bağlı, Türkçeyi baskın konuşuyor, dini ve geleneksel değerlere sıkı sıkıya bağlı.
İkinci kuşak, hem Türkiye hem Hollanda arasında bir “kimlik köprüsü” kurmuş durumda.
Üçüncü ve dördüncü kuşak, çok kültürlü kimlikler geliştiriyor; bayramda mevlide gidip, King’s Day’de eğlenebiliyorlar.
Bu bölümde ayrıca, dil kullanımı, ev düzeni, alışveriş alışkanlıkları, komşuluk, yemek kültürü, sosyal alan kullanımı, STK’lara katılım, meslek edinimi gibi başlıklar etnografik gözlemlerle sunuluyor. Özellikle kadınların kültürel aktarımda “mihenk taşı” olduğu; geleneksel değerlerin yaşatılmasında aktif rol aldıkları vurgulanıyor.
4. Bölüm – Geçiş Dönemleri, Törenler ve Bayramlar
Bu bölümde, Hollanda’daki Türklerin doğum, sünnet, evlilik, askerlik ve ölüm gibi geçiş dönemlerindeki pratikleri ayrıntılı biçimde inceleniyor. Düğün salonları, sünnet organizasyonları, “kadınlar günü” buluşmaları gibi geleneksel yapılar Hollanda’daki yaşam tarzına uyarlanmış şekilde sürdürülüyor.
Bayramlar ise kültürel aktarımın en güçlü alanları:
Kurban ve Ramazan Bayramları hâlâ geniş katılımla kutlanıyor.
Millî bayramlar Türkiye kökenli STK’lar ve dernekler aracılığıyla yaşatılıyor.
Hollanda’daki yerel bayramlara (örneğin Kral Günü) katılım artmış olsa da, Türk bayramları kimlik vurgusu açısından öne çıkıyor.
“HOLLANDALI TÜRKLER” KAVRAMI
Tez, göçmen Türk toplumunun artık yalnızca bir azınlık değil, kendine özgü bir sosyokültürel yapı oluşturduğunu vurguluyor. “Hollandalı Türkler” ifadesi, hem Hollanda’ya entegre olmuş hem de kültürel köklerine bağlı kalan yeni bir kimliğin adıdır.
Ayşe Gültutan’a göre, her Türk evinde biraz Türkiye yaşatılıyor ve bu yaşatım, artık çok kültürlü Hollanda’nın bir parçası hâline gelmiştir.