Hollanda’nın eski Başbakanlarından Van Agt ve eşi Eugenie 93 yaşında ötanazi ile hayatlarına son verdiler.
Eşine yaşamı boyunca ‘Benim kız’ diyen Van Agt, siyasi dili çok güzel kullanan bir İsrail eleştirmeniydi.
Van Agt ve eşinin birlikte ölümleri, destansı bir yaşam öyküsünün kaynağı oldu.
Genç yaşında başbakanlığı devraldığı rakibi ile sarmaş dolaş olan Van Agt, Türkiye ile Hollanda arasındaki siyasi farklılığa bakmamı sağladı.
(Yazının Hollandacası en altta) ( Nederlandse versie van het artiekel is onderaan)
İlhan KARAÇAY yazdı:
Bu yazı, hem siyaset ve hem de aşk konularında ilham kaynağı olacak bir yazıdır.
Hollanda gazeteleri, geçen hafta pazartesi günü eski başbakan Dries van Agt ve eşinin el ele hayata veda ettiğini bildirdi. İkilinin sağlık durumu kırılgan ve hassastı ve birbirlerinden ayrı yaşamayı istemiyorlardı. Bu nedenle birlikte ölmeyi tercih ettiler.
Dries ve eşi Eugenie van Agt-Krekelberg, 70 yılı aşkın süredir birlikteydiler. Bu zaman boyunca eşine hep “benim kız” diye hitap eden Van Agt, iyi bir siyasi dil kullanan ve sıkı bir İsrail eleştirmeniydi..
Her insanın yaşamı, kendi benzersiz yolculuğunu ve deneyimlerini içerir. Ancak bazı hikayeler vardır ki, sıradanlığın ötesine geçer, derin duygularla dolu anlamlı bir iz bırakır. İşte o hikayelerden biri, Hollanda’nın eski Başbakanlarından Dries van Agt ve sevgili eşi arasındaki destansı aşkın ve bağlılığın hikayesidir.
Bu hikaye, sadece siyasetin dünyasına değil, aynı zamanda insan ruhunun en derin köşelerine de dokunur. Onların hikayesi, umutla başlayıp büyük bir aşkla devam eden, yaşamlarının sonuna kadar birbirlerine sarılarak yürüyen, kırılmaz bir bağlılık örneğidir.
Bu makalede, Van Agt çiftinin yaşamından aldığım ilhamla, Hollanda ve Türkiye’deki siyasetçilerin davranışlarını, tutumlarını ve ilişkilerini karşılaştırarak, siyasetin insan hayatındaki derin izlerini anlatacağım.
Van Agt çiftinin hikayesi, sadece siyasetin zirvelerinde değil, aynı zamanda insanın kalbindeki en derin duyguların ve bağlılığın da izlerini taşıyor. Birbirlerine verdikleri sevgi dolu sözler, sadece dünya üzerindeki geçici varlıklarını değil, aynı zamanda sonsuzluğa kadar sürecek olan ruhlarını da kucaklamış gibi görünüyor.
Onların yaşam öyküsü, umut ve sevginin gücünü hatırlatırken, aynı zamanda insanın en yüce duygularının ve değerlerinin ne kadar anlamlı olduğunu da vurguluyor.
Bu hikaye, sadece iki insanın yaşamının öyküsü değil, aynı zamanda insanlığın kalbine dokunan bir destan, bir aşk masalıdır.
Belki de bu nedenle, Van Agt çifti sadece Hollanda’nın değil, tüm dünyanın birer simgesi haline gelmiştir.
Aşk, insanı sınırların ötesine taşıyan, yaşamın anlamını yeniden tanımlayan, derin bir deneyimdir. Olağanüstü bir sevgi bağıyla birbirine bağlanmış olanlar arasındaki ilişki, zamanın ve zorlukların üstesinden gelmeyi başarabilir. Hollandalı eski başbakan Dries van Agt ve sevgili eşi, bu bağın ne kadar güçlü olduğunu kanıtlamışlardır. Onların hikayesi, sadece birbirlerine duydukları derin sevgiyi değil, aynı zamanda birlikte seçtikleri son yolculuğu da içerir.
Bu hikaye, insanın hayatta karşılaşabileceği en güçlü duygulardan birini, yani gerçek ve derin bir aşkı temsil eder. Van Agt çiftinin seçimi, yaşamlarının sonuna kadar sürmüş olan bu sevginin ve bağlılığın bir ifadesidir.
Van Agt çiftinin hayatındaki her an, birbirlerine olan derin bağlılıklarının bir yansımasıydı.
Birlikte yaşadıkları her güzellik, her zorluk ve her an, bu sevginin izlerini taşıyordu. İç içe geçmiş hayatlarını, sevinçleriyle ve kederleriyle paylaşarak inşa etmişlerdi. Onların hikayesi, sadece romantik bir ilişki değil, aynı zamanda birbirlerine olan sonsuz güvenin, saygının ve sadakatin bir portresidir. Bu nedenle, Van Agt çiftinin son yolculuğu, sadece hayatlarının sona ermesi değil, aynı zamanda yaşamları boyunca birlikte inşa ettikleri bu muhteşem aşkın da bir ifadesiydi.
Onların seçimi, sonsuz bir sevgi ve birliktelik örneği olarak kalacak, insanlığa ilham verecek bir miras bırakacaktır.
Dries van Agt, siyasi kariyeri boyunca sadece liderlik yetenekleriyle değil, aynı zamanda kişisel yaşamındaki sevgi dolu ilişkisiyle de tanındı. Özellikle, eşiyle olan derin bağı ve ona duyduğu sevgiyi her fırsatta dile getirmesiyle biliniyordu. Eşiyle olan ilişkisi, onun için hayatının en önemli ve değerli parçasıydı. Van Agt, eşi için “Benim kız” (Mijn meisje) diye hitap ettiği ve ona olan derin sevgisini her fırsatta ifade ettiği biliniyordu. Bu sevgi dolu ilişki, sadece özel hayatlarını değil, aynı zamanda kamuoyunun da dikkatini çekti ve insanlara gerçek bir aşkın varlığını hatırlattı. Van Agt’ın özel yaşamı, onun siyasi kimliğinin yanı sıra, içten ve derin duygularla dolu bir insan olduğunu da gösteriyordu.
Dries van Agt’ın sevgi dolu eşi, hayat arkadaşıyla olan derin bağıyla tanınıyordu. Bu bağ, sadece evliliklerinin değil, aynı zamanda ortak bir yaşamın da ifadesiydi. Eşiyle olan ilişkisi, Van Agt için hayatının merkezinde yer alıyordu. Eşiyle birlikte geçirdiği zamanlar, onun için en değerli anlardı.
MEDENİ SİYASET FARKLI DAVRANIŞ.
Günümüz siyasi arenası, farklı ülkelerdeki siyasetçilerin davranışlarını, politik süreçleri ve kurumları karşılaştırmak için verimli bir alan sunmaktadır. Bu bağlamda, Hollanda ve Türkiye gibi farklı kültürel ve tarihsel geçmişlere sahip olan ülkelerdeki siyasetçilerin tutumları ve davranışları arasında dikkate değer farklılıklar bulunmaktadır.
Bu makalede, Hollanda’daki siyasetçilerin medeni yaklaşımı ile Türkiye’deki siyasetçilerin daha ilkel davranışları arasındaki karşılaştırmaya odaklandım. Bu karşılaştırma, siyasi süreçlerin nasıl işlediğini ve siyasetin toplumsal ve kültürel bağlamda nasıl şekillendiğini anlamamıza yardımcı olacaktır.
Hiç unutmam, Van Agt’ın, güçlü rakibi olan sosyal demokrat yapılı Den Uyl, kaybettiği seçimden sonra başbakanlığı Van Agt’a devrederken, onu kolundan tutup makamına oturtmuş ve arkasına geçip omuzlarına vurarak, “Hadi bakalım, benden devraldığın bu görevi daha iyi yap” demişti.
Bu durumu “mentorluk” ve “liderlik örneği” kavramlarıyla değerlendirebilirim. Den Uyl’un, kaybettiği seçimden sonra hükümeti kuran Van Agt’a bu şekilde yaklaşması, onun liderlik niteliklerini ve potansiyelini gördüğünü ve ona olan güvenini açıkça ifade etmesi olarak yorumlanabilir. Den Uyl’un bu sözleri, Van Agt’a sadece bir görevi devretmekle kalmamış, aynı zamanda ona gelecekteki liderlik rolleri için de cesaret ve motivasyon vermiştir.
Bu tür bir destek ve teşvik, genç politikacılar için oldukça önemlidir çünkü onlara güven duygusu ve başarıya ulaşabileceklerine dair bir inanç aşılar. Den Uyl’un sözleri, Van Agt’ı önemli bir liderlik rolü için hazırlamış ve ona gerekli özgüveni vermiştir. Bu durum, politik arenada deneyimsiz olan birinin bile doğru koşullar altında potansiyelini gerçekleştirebileceğini ve büyük başarılara imza atabileceğini gösterir.
Ayrıca, Den Uyl’un bu tür bir davranışı, liderlikte rekabet yerine işbirliği ve saygı kültürünün önemini vurgular. Bu, politik arenada genç ve deneyimsiz politikacıların bile tecrübeli liderlerden mentorluk ve rehberlik alabileceğini gösterir. Bu tür olumlu ilişkiler, bir sonraki neslin yeteneklerini geliştirmeye ve politik süreçte daha olumlu bir ortam oluşturmaya yardımcı olabilir.
Geçmişte siyasi kariyeri boyunca dikkat çeken bir dil kullanan Van Agt, siyasi rakipleri tarafından farklı şekillerde tanımlandı. Bazıları onu “bir Cizvit sürüngeni” olarak nitelerken, diğerleri “neyin yönlendirdiğini bildiğiniz ama nereye yönlendirdiğini bilmediğiniz bir mistik” olarak tanımladı.
İSRAİL ELEŞTİRMENİ
Van Agt, siyasetten emekli olduktan sonra da aktif kaldı. Hollanda’nın farklı yerlerinde sesini duyurdu ve özellikle İsrail politikalarını eleştirdi. The Rights Forum adlı kuruluşu, Filistin/İsrail meselesinde adil ve sürdürülebilir bir politika izlemeyi hedefleyen bir girişimdi ve Van Agt bunun için çaba harcadı. (Bu konudaki gelişmeleri yazının sonunda bulacaksınız)
İLHAM ALINACAK ÖRNEKLER
Sevgiye, dürüstlüğe ve empatiye dayalı ilişkiler kurmak ve sürdürmek, her zaman en büyük başarıların ve en anlamlı mutlulukların kaynağı olabilir. Van Agt’ın yaşamı, bize her yaşta, her koşulda ve her zorlukla karşılaştığımızda, sevgi ve bağlılıkla dolu bir yaşam sürmeyi amaçlamamız gerektiğini hatırlatıyor.
Bu nedenle, Van Agt’ın hikayesi, size de bir yaşam örneği olsun. Sevgi dolu ilişkiler kurun, dürüstlüğü ve empatiyi hiçbir zaman kaybetmeyin ve her zaman insanlığa ve toplumunuza hizmet etmek için fırsatları değerlendirin. Belki de bir gün, sizin hikayeniz de başkalarına ilham verecek bir örnek olacak.
Van Agt’ın yaşam öyküsü, sevgi, sadakat ve liderlik dolu muazzam bir hikayedir. Onun yaşamından aldığımız dersler, sadece siyasi bir kariyerin değil, aynı zamanda insan ilişkilerinin, değerlerin ve insanlığa olan hizmetin önemini vurgular. Onun derin sevgi ve bağlılıkla dolu bir yaşam sürmesi, bizlere sevginin gücünü, sadakatin değerini ve empatinin önemini hatırlatır.
Bu hikaye, bizlere her zaman umut ve ilham kaynağı olacak. Van Agt’ın yaşamı, insanların hayatta ne kadar büyük bir etki yapabileceğini ve sevgiyle dolu bir yaşamın ne kadar anlamlı olduğunu gösteriyor. Belki de en önemlisi, bizlere, herkesin kendi yaşamında gerçek bir fark yaratabileceğini hatırlatıyor.
Bu nedenle, Van Agt’ın hikayesi bizlere yoldaşlık edecek, bize ışık tutacak ve bizi daima ileriye doğru yönlendirecek. Onun yaşamından aldığımız derslerle, daha anlayışlı, daha sevgi dolu ve daha cesur bir gelecek inşa etmek için ilerlemeye devam edeceğiz.
Van Agt’ın yaşamı bize her zaman umudu hatırlatacak ve sevgiyle dolu bir yaşamın ne kadar değerli olduğunu hissettirecek. Onun hikayesi, bizlere her daim yol gösterecek ve yüreğimizi ısıtacak. Başkalarına yardım etmek, sevgiyi yaymak ve dürüstlüğü korumak için hep birlikte ilerleyelim. Çünkü en büyük mirasımız, sevgiyle dokunduğumuz ve iyilikle şekillendirdiğimiz insanlıktır.
TÜRKİYE İLE KIYASLAMA
Bana göre, bu tür bir kıyaslama oldukça karmaşık bir konudur ve siyasi, kültürel ve tarihsel faktörleri içerir. Hollanda’daki siyasetçilerle Türk siyasetçilerini kıyaslamak için birkaç açıdan bakmak lâzım: Hollanda, uzun bir demokratik geleneğe sahip ve demokratik kurumları genellikle işler durumdadır. Türkiye ise demokrasi tarihinde çeşitli zorluklar yaşamış ve siyasi istikrarsızlık dönemleri geçirmiş bir ülkedir. Bu nedenle, Hollanda’daki siyasetçilerin demokratik süreçlere daha sıkı bağlı olmaları beklenirken, Türk siyasetçilerin bu konuda daha fazla zorlukla karşılaşabileceği düşünülür.
Van Agt ve rakibi Den Uyl, bir terasta sohbet edebilirlerken, aşağıdaki fotoğrafta görüldüğü gibi bizim parti liderlerimiz hep kin ve nefret dolular.
Hollanda’daki siyasetçiler genellikle diyalog ve işbirliği ruhuna sahiptirler. Farklı siyasi partiler arasında anlaşmazlıklar olsa da, genellikle yapıcı bir şekilde tartışırlar ve ortak noktalar bulmaya çalışırlar. Türkiye’de ise siyaset genellikle daha kutuplaştırıcı olabilir ve siyasi liderler arasında daha az diyalog ve işbirliği olabilir.
Hollanda’da siyaset, genellikle daha medeni bir şekilde yürütülür. Kişisel saldırılar, aşırı kaba dil veya ayrımcılık içeren söylemler nadirdir. Türkiye’de ise siyaset bazen daha sert ve kişisel olabilir, siyasi liderler birbirlerine karşı sert retorikler kullanabilirler. Hollanda, genellikle dünya genelinde yolsuzluk algısı bakımından daha düşük bir ülke olarak kabul edilir. Türkiye ise yolsuzluk ve etik sorunlarla daha fazla karşılaşabilir.
Bu açılardan bakıldığında, Hollanda’daki siyasetin genellikle daha medeni ve kurumsal olduğu söylenebilirken, Türkiye’deki siyasetin daha polarize olabileceği ve daha fazla tartışmalara neden olabileceği söylenebilir. Ancak, her iki ülkedeki siyasetçilerin de farklı koşullar altında çalıştıklarını ve farklı kültürel ve tarihsel geçmişlere sahip olduklarını unutmamak önemlidir.
Hollanda’da ‘İkili Ötanazi’de artış
Hollanda’da ‘İkili Ötanazi’ taleplerinde bir artış yaşanıyor. 2019’da 17 çiftin talebi kabul edilirken, bu sayı 2022’de 29’a yükseldi. Ötanazi talebi olan (evli) bir çiftin öncelikle ayrı ayrı başvurması gerekiyor. Süreçler farklı doktorlar tarafından değerlendiriliyor ve bir dizi bakım standardının karşılanması gerekiyor.
Dries van Agt, yıllar önce yakın arakadaşı Jonkman’a eşiyle birlikte yaşamı terk etmeyi düşündüğünü söylemişti. Bu düşünce, geçtiğimiz Pazartesi gerçeğe dönüştü. İkisinin de sağlık durumu kırılgan ve savunmasızdı. Özellikle eşinin sağlığı hızla kötüleşiyordu.
Jonkman’a göre, Van Agt siyasi kariyeri boyunca ailesinden uzakta kaldı ve son yıllarını çocukları ve torunlarıyla birlikte geçirmekten keyif aldı.
Sonunda, Van Agt ve eşi Nijmegen’de el ele vererek birlikte öldüler.
Dries van Agt ve eşi 93 yaşındaydılar.
FİLİSTİNLİLERE EZİYET EDEN İSRAİL’E KARŞI ‘THE RIGHTS FORUM’U KURDU VE ‘ADALET İÇİN BİR ÇIĞLIK, FİLİSTİN HALKININ TRAJEDİSİ’ ADLI KİTAP YAYINLADI.
Dries van Agt, siyasi ve diplomatik kariyerinin ardından, İsrail’e hacca gidene kadar Filistinlilere ne kadar kötü davranıldığını görmedi. O zamandan bu yana kendisini tüm kalbiyle Filistin davasına adamıştı.
Konuyla ilgili bir de ‘Adalet için bir çığlık, Filistin halkının trajedisi’ kitap yayınlayan Van Agt’ın bu meziyetini, bakınız Co Welgraven nasıl yorumlamış:
Dries van Agt’ı İsrail ve Filistinliler arasındaki çatışmada dengeyi gözden kaçırmakla suçlamayın, çünkü o zaman öfkeleniyor: “Kamuoyunda, iki kişinin savaştığı yerde, iki kişinin de hatalı ve eşit derecede hatalı olduğu fikri hakimdir. Aptalca bir söz olan bu fikir, kabinede alınan kararlar ve Temsilciler Meclisi’ndeki tartışmalar üzerinde hala en büyük etkiye sahip.”
“Kitabımda son Gazze savaşıyla ilgili olarak yayınlanan her türlü rapordan, önemli, yüksek otoriteli Birleşmiş Milletler araştırmacılarının, Uluslararası Af Örgütü’nün, uluslararası hukuk uzmanı Paul de Waart gibi üst düzey uzmanların raporlarından alıntı yapıyorum. İsrail’in davranışlarına dair hiçbir iz bırakmıyorlar.”
“Dünyanın en iyi üniversitelerinden biri olan ABD’deki Princeton’da kamu hukuku profesörü ve BM’nin işgal altındaki Filistin toprakları raportörü olan Richard Falk, Amerikalı bir Yahudi olarak İsrail’in soykırım uygulamalarından suçlu olduğunu kabul etmekten utanç duyduğunu söylüyor.”
“O zaman nasıl dengeli olabilirim? Filistinliler hiç soykırım uygulamalarından suçlu bulundular mı? Bana nerede ve ne zaman olduğunu söyleyin. İsrail’in Gazze’de uyguladığı şiddet orantısızdı. Daha da önemlisi, Falk Gazze’ye yapılan saldırının hukuka aykırı olduğunu söylüyor. Bu da Jan Peter Balkenende ve diğerlerinin İsrail’in Hamas’ın roket yağmuruna karşı kendini savunmaktan başka bir şey yapmadığı yönündeki söylemini tamamen ortadan kaldırıyor. İsrail saldırgandı.”
Eski başbakan ve CDA’nın ilk lideri Van Agt, bugün yayınlanan ‘Adalet için bir çığlık, Filistin halkının trajedisi’ adlı kitabında, Gazze saldırısına tepki olarak İsrail’in “son derece vicdansız bir dizi liderle” “haydut bir devlet” haline geldiğini yazan Oxford profesörü Avi Shlaim’den alıntı yapıyor.
Bu görüşü paylaşıp paylaşmadığı sorulan Van Agt, “Ben olsam bu kelimeleri kullanmazdım. Bu alıntıyı çok sayıda mantıklı, makul, insancıl ve sağduyulu İsrailli olduğunu göstermek için ekledim. Böyle bir değeri var.” diyor.
Van Agt, sayfalar boyunca İsrail’in Filistinlilere yönelik eylemlerini kınıyor; dahası, kendi partisi CDA’dan kişiler de dahil olmak üzere, bu ülkeyi kayıtsız şartsız destekleyen Hollandalı siyasetçileri hedef alıyor: “Partimin bu kadar eleştirel olmayan bir şekilde İsrail yanlısı olması beni özellikle üzüyor.” diyen Van Agt, partiden bir meslektaşı olan Dışişleri Bakanı Maxime Verhagen özellikle suçluyor ve “Maxime, benim sevgili dostum, oldukça seçici bir yaklaşım sergiliyor. Arap pisliklerine karşı önyargıları güçlendiren samsam kulüplerinden biraz daha fazlası olan özenle seçilmiş yerlere ve konferanslara gidiyor. Maxime Gazze’ye hiç gitmedi. Orada cehennemi görebilirdi, çünkü Gazze cehennemdir.” diyor.
Ancak Van Agt, 1970’lerde ve 1980’lerde başbakanken de İsrail’in hemen arkasındaydı ve Filistinlilerin ihtiyaçlarını pek dikkate almıyordu. “Orada neler olduğu hakkında hiçbir fikrim yoktu. Maxima’nın tarzıyla biraz aptalca diyebilirsiniz ama bu diskalifiyeyi o dönemdeki tüm kabinelere yayabilirsiniz, Den Uyl’dan Biesheuvel’e, adını siz koyun. Catshuis’de Orta Doğu tartışılmıyordu, insanlar bu konuda çok az şey biliyordu. Evet, petrol krizinin sonuçlarından, arabasız pazar günlerinden vs. bahsediyorduk ama nedenlerinden bahsetmiyorduk. İsrail’in BM kararlarına uymadığını ve işgal ettiği topraklardan çekilmeyi reddettiğini biliyorduk ve bunun da kitaba pek uygun olmadığını düşünüyorduk, ancak bu da anlaşılabilir bir durumdu, çünkü dar bir şeritten ibaret olan ülke, komşularının yoğun tehdidi altındaydı. Ve bir gün her şeyin yoluna gireceğini düşündük, saflığımızla.” diye devam ediyor Van Agt.
Yavaş yavaş, Van Agt’a İsrail’in davranışları hakkında eleştirilecek daha fazla şey olduğu, örneğin Filistin mülteci kampları Sabra ve Şatilla’da İsrail ordusu tarafından değil ama onun gözetimi altında yapılan katliamlar hakkında bilgiler gelmeye başladı. Van Agt, 1990’ların sonunda siyasi ve diplomatik hayatına son verdikten sonra eşi Eugenie ile birlikte İsrail’e hac ziyaretine gittiğinde gözlerindeki perde gerçekten kalktı.
“Bu, benim ülkeyle ilk tanışmamdı; daha önce oraya hiç gitmemiştim. İzlenimlerim beni çok etkiledi. Yaşlı Filistinlilerin bile askeri kontrol noktalarında omuzlarında büyük havlamalarıyla askerler tarafından nasıl korkunç muamelelere maruz kaldıklarını gördüm. Tabii bu arada, Avrupa’dan gelen Hıristiyanları taşıyan otobüsümüzün hızla geçmesine izin verildi, çünkü bu imaj için iyiydi. Ve işgal altında acı çeken Filistinli öğrencilerin hikayelerini dinledik, sonuç olarak korkunç olduğunu düşündüm. Bu gezi benim için psikolojik bir dönüm noktası oldu. İzlenimlerimi eve götürdüm, onlar hakkında okumaya başladım ve bugün hala okuyorum.” diyor Van Agt.
Van Agt, Filistinliler’e destek için üç nedeni olduğunu söylüyor ve ekliyor: “Hıristiyan olarak yetiştirildim ve kendimi hala Hıristiyan olarak görüyorum. Hıristiyan bir çocuk olarak Kutsal Topraklar’da o kadar ölçüsüz bir kıyamet görüyorum ki bununla yaşayamam. Bu gerekçe silahlanmak için yeterli olmalı. Ama bunun ötesinde, ben kalbimle, ruhumla ve varlığımın her zerresiyle bir hukukçuyum ve bu yüzden orada uluslararası hukukun zarar görmesi, aşağılanması, ihlal edilmesi benim için günlük bir azaptır – bundan daha azı değil – o kadar ağır ve o kadar sık ki görülmüyor.”
Emekli siyasetçi üçüncü neden üzerinde biraz daha durdu: “Ben Avrupalıyım, buna inancım tam. Tarih bize Filistin trajedisinin ortaya çıkmasında en büyük suçlunun Avrupa olduğunu söylüyor. Bu, Birinci Dünya Savaşı’nın sonunda İngiltere’nin Filistin’de bir Yahudi ulusal yurdu kurulmasına destek sözü veren Balfour Deklarasyonu ile başlar. Elbette herkes biliyordu: devlet olma niyeti taşıyan bir yuva. Bu deklarasyonun hazırlanmasında tek bir Filistinliye bile danışılmadı.”
İkinci Dünya Savaşı sona erdikten sonra, uluslararası toplum (Avrupa ve Amerika Birleşik Devletleri olarak okuyun) kısmen Holokost’un yarattığı suçluluk duygusuyla İsrail devletinin kurulmasını kabul etti. Van Agt: “Holokost’tan sadece Almanya sorumlu tutulamaz. Hollanda da dahil olmak üzere işgal altındaki bir dizi ülkenin, Yahudileri korumak için var olması gereken fırsatları ciddi şekilde değerlendiremediği ortaya çıkmıştır. Avrupa, İsrail devletinin kurulmasında belirleyici bir faktör olmuştur. Bu, topraklarından sürülen Filistinlilerin zararına, acımasızca yapılmıştır. Yüzlerce Filistin köyü yok edildi. Bundan kısmen biz sorumluyuz.” diyor.
Van Agt, röportajın ilerleyen bölümlerinde belki de endişelenmek için dördüncü bir neden daha olduğunu şöyle söylüyor: “İsrail her gün Avrupa ile birlikte olmaya çalışıyor, Avrupa Birliği’nin bir tür dış üyesi olmak istiyor. Biz Batı medeniyetinin üyeleriyiz, verdiği mesaj bu. Ancak bu Batı medeniyeti bu kadar kötü davrandığında, Kongoluların ya da Çinlilerin Tibet’e yaptıklarından daha fazla kızmak için nedenim var.”
Van Agt, İsrail’i bu denli sert bir şekilde eleştiren Katolik inancına sahip tek önde gelen CDA üyesi değil. Eski AB komisyon üyeleri Frans Andriessen ve Hans van den Broek (aynı zamanda eski Dışişleri Bakanı) da düzenli olarak bu ülkeye ateş püskürüyor. Protestan çevrelerden gelen sesler ise çok daha ılımlı. Van Agt’ın bunun için bir açıklaması var: “Reformcu kardeşlerimiz için İncil, yetişme ve formasyon yıllarında çok daha önemliydi. İçine doğduğum kilisenin insanları, Kutsal Yazılar, özellikle de Eski Ahit hakkında yeterli bilgiye sahip olmadıkları için sık sık küçümsenir ve hor görülürlerdi. Eski Ahit’te, vaat edilen topraklar ve Tanrı ile halkı arasında diğer halkları dışlayan antlaşma kavramları o kadar baskındır ki, bu topraklarda, günümüzde burada yaşananların binlerce yıl önceki vaadin gerçekleşmesi olduğu düşüncesi pekala ortaya çıkabilir. Şimdi diyeceksiniz ki: Peki ya Maxime Verhagen, o da bir Roma Katoliği, değil mi? Bu bilmece, umarım bir gün ikimizin de bu gezegenden göçüp gitmesiyle çözülecektir, ama emin değilim.”
Asıl soru, Van Agt’ın sert üslubunun Filistin davasına sempati duyan ama İsrail karşıtı olmayan insanları yabancılaştırıp yabancılaştırmadığı. “Yaptığım suçlamaların hepsi gerçeklere dayanıyor ve kanıtlanmış durumda. Şimdi bana bu gerçekleri dile getirmenin akıllıca olup olmadığını soruyorsunuz. Aslında garip bir soru, değil mi? Ben kutuplaştırıcı değilim, Batı Şeria’yı parçalanmış bir alana dönüştüren ve bir Filistin devletini fiilen imkansız hale getiren o duvarı inşa etmiyorum. Eğer o duvarı görürseniz, haykırırsınız, değil mi?”
“Kitabı daha okumadan yırtıp atmayı gerekli gören, daha iyi okuyucular ve nurcular oldu bile. Bu neyi gösteriyor? Bu, getirdiğim mesajın -ki yalnız değilim- argümantasyon ve olgusal destek açısından o kadar reddedilemez olduğunun bir başka göstergesidir ki, teselli ancak elçiye iftira atmakta bulunabilir.
Önümüzdeki günlerde de yine her dilde Yahudi karşıtı olarak azarlanacağımdan eminim. Hayatım boyunca ruhumda pek çok nasır oluştu ama bu suçlama için değil. Bu beni üzüyor, bunu dehşet verici buluyorum. Sürekli geri geliyor ve şimdi daha da yoğunlaştı, beni de dahil edin. Ben antisemit değilim, İsrail devletine yönelik haklı ve gerekçeli eleştirilerim var.” diyerek sözlerini bitiriyor Van Agt.
**********************************************
DIT COMMENTAAR MOET GELEZEN WORDEN DOOR POLITICI EN MENSEN DIE WAARDE HECHTEN AAN DE LIEFDE.
EEN POLITIEK LEVEN DAT BEGINT MET HOOP, VERDER GAAT MET EEN GROTE LIEFDE EN HET VERHAAL VAN EEN KOPPEL DAT HAND IN HAND DE DOOD INGAAT…
Dries Van Agt, voormalig premier van Nederland, en zijn vrouw Eugenie hebben op 93-jarige leeftijd een einde aan hun leven gemaakt door middel van euthanasie.
Van Agt, die zijn vrouw zijn leven lang ‘mijn meisje’ noemde, was een criticus van Israël die politieke taal heel goed kon gebruiken.
De gezamenlijke dood van Van Agt en zijn vrouw was de bron van een episch levensverhaal.
Van Agt, die zijn rivaal omhelsde van wie hij op jonge leeftijd het premierschap overnam, deed me kijken naar de politieke verschillen tussen Turkije en Nederland.
İlhan KARAÇAY schreef:
Dit artikel is een bron van inspiratie voor zowel politiek als liefde.
Nederlandse kranten meldden afgelopen maandag dat oud-premier Dries van Agt en zijn vrouw hand in hand zijn overleden. De gezondheidstoestand van het duo was broos en delicaat en ze wilden niet apart van elkaar leven. Daarom gaven ze er de voorkeur aan om samen te sterven.
Dries en zijn vrouw Eugenie van Agt-Krekelberg waren meer dan 70 jaar samen. Van Agt, die zijn vrouw altijd “mijn meisje” noemde, was een fervent criticus van Israël en een goed politiek spreker.
Ieders leven bevat zijn of haar eigen unieke reis en ervaringen. Er zijn echter verhalen die het gewone overstijgen en een betekenisvolle indruk achterlaten vol diepe emoties. Een van die verhalen is het verhaal van de epische liefde en toewijding tussen Dries van Agt, voormalig minister-president van Nederland, en zijn geliefde vrouw.
Dit verhaal raakt niet alleen de wereld van de politiek, maar ook de diepste krochten van de menselijke ziel. Hun verhaal is een voorbeeld van een onbreekbare verbintenis die begint met hoop en doorgaat met grote liefde, waarbij ze elkaar tot het einde van hun leven vasthouden.
In dit artikel zal ik, geïnspireerd door het leven van het echtpaar Van Agt, het gedrag, de houding en de relaties van politici in Nederland en Turkije vergelijken en de diepe sporen van politiek in het menselijk leven uitleggen.
Het verhaal van het echtpaar Van Agt draagt niet alleen sporen van de hoogten van de politiek, maar ook van de diepste emoties en betrokkenheid in het menselijk hart. De liefdevolle beloften die ze elkaar deden lijken niet alleen hun tijdelijke bestaan op aarde te omvatten, maar ook hun zielen die eeuwig zullen duren.
Hun levensverhaal herinnert ons aan de kracht van hoop en liefde en benadrukt tegelijkertijd de betekenis van de hoogste menselijke emoties en waarden.
Dit verhaal is niet alleen het verhaal van het leven van twee mensen, maar ook een epos, een liefdesverhaal dat het hart van de mensheid raakt.
Misschien daarom is het echtpaar Van Agt niet alleen een symbool van Nederland geworden, maar van de hele wereld.
Liefde is een diepgaande ervaring die mensen over grenzen heen voert en de betekenis van het leven herdefinieert. De relatie tussen mensen die met elkaar verbonden zijn door een buitengewone band van liefde kan tijd en moeilijkheden overwinnen. De voormalige Nederlandse premier Dries van Agt en zijn geliefde vrouw hebben bewezen hoe sterk deze band is. Hun verhaal omvat niet alleen hun diepe liefde voor elkaar, maar ook de laatste reis die ze samen kozen.
Dit verhaal vertegenwoordigt een van de sterkste emoties die men in het leven kan ervaren: ware en diepe liefde. De keuze van het echtpaar Van Agt is een uitdrukking van deze liefde en toewijding die tot het einde van hun leven heeft geduurd.
Elk moment van het leven van het echtpaar Van Agt was een weerspiegeling van hun diepe toewijding aan elkaar.
Elke schoonheid, elke ontbering en elk moment dat ze samen beleefden droeg de sporen van deze liefde. Ze bouwden hun verstrengelde levens op door hun vreugde en verdriet te delen. Hun verhaal is niet alleen een portret van een romantische relatie, maar ook van eeuwig vertrouwen, respect en trouw aan elkaar. Daarom was de laatste reis van het echtpaar Van Agt niet alleen het einde van hun leven, maar ook een uitdrukking van de prachtige liefde die ze hun leven lang samen hadden opgebouwd.
Hun keuze zal een eeuwig voorbeeld van liefde en eenheid blijven en een nalatenschap achterlaten die de mensheid zal inspireren.
Gedurende zijn politieke carrière werd Dries van Agt niet alleen erkend om zijn leiderschapskwaliteiten, maar ook om zijn liefdevolle relatie in zijn persoonlijke leven. In het bijzonder stond hij bekend om zijn diepe band met zijn vrouw en om het feit dat hij bij elke gelegenheid zijn liefde voor haar uitte. Zijn relatie met zijn vrouw was het belangrijkste en meest waardevolle deel van zijn leven. Van Agt stond erom bekend dat hij naar zijn vrouw verwees als “Mijn meisje” en dat hij bij elke gelegenheid zijn diepe liefde voor haar uitte. Deze liefdevolle relatie kenmerkte niet alleen hun privéleven, maar trok ook de aandacht van het publiek en herinnerde mensen aan het bestaan van ware liefde. Het privéleven van Van Agt liet zien dat hij, naast zijn politieke identiteit, een oprecht en diep gevoeld mens was.
De liefhebbende vrouw van Dries van Agt stond bekend om haar diepe band met haar levenspartner. Deze band was niet alleen de uitdrukking van hun huwelijk, maar ook van een gedeeld leven. Voor Van Agt stond de relatie met zijn vrouw centraal in zijn leven. De tijd die hij met zijn vrouw doorbracht was voor hem het meest kostbaar.
BESCHAAFDE POLITIEK IS ANDER GEDRAG.
De huidige politieke arena biedt een vruchtbaar veld voor het vergelijken van het gedrag van politici, politieke processen en instellingen in verschillende landen. In deze context zijn er opmerkelijke verschillen tussen de houding en het gedrag van politici in landen met verschillende culturele en historische achtergronden, zoals Nederland en Turkije.
In dit artikel richt ik me op de vergelijking tussen de beschaafde benadering van politici in Nederland en het meer primitieve gedrag van politici in Turkije. Deze vergelijking zal ons helpen te begrijpen hoe politieke processen werken en hoe politiek wordt gevormd door sociale en culturele context.
Ik zal nooit vergeten dat toen Van Agt’s sterke rivaal Den Uyl, een sociaaldemocraat, het premierschap overdroeg aan Van Agt na de verkiezingen die hij had verloren, hij hem bij de arm nam, hem in zijn kantoor zette, achter hem ging staan en hem op de schouder tikte en zei: “Kom op, doe je werk beter dat je van mij hebt overgenomen”.
Ik kan deze situatie analyseren in termen van “mentoring” en “leiderschapsvoorbeeld”. Den Uyl’s benadering van Van Agt, die de regering vormde na de verkiezingen die hij verloor, kan worden geïnterpreteerd als een duidelijke uiting van zijn vertrouwen in hem en zijn erkenning van zijn leiderschapskwaliteiten en potentieel. De woorden van Den Uyl gaven Van Agt niet alleen een taak, maar gaven hem ook moed en motivatie voor toekomstige leiderschapsrollen.
Dit soort steun en aanmoediging is erg belangrijk voor jonge politici omdat het hen een gevoel van vertrouwen geeft en het geloof dat ze kunnen slagen. De woorden van Den Uyl bereidden Van Agt voor op een belangrijke leiderschapsrol en gaven hem het nodige zelfvertrouwen. Dit laat zien dat zelfs iemand met onervarenheid in de politieke arena zijn potentieel kan verwezenlijken en onder de juiste omstandigheden grote successen kan boeken.
Bovendien benadrukt het gedrag van Den Uyl het belang van een cultuur van samenwerking en respect in plaats van competitie in leiderschap. Het laat zien dat zelfs jonge en onervaren politici in de politieke arena mentorschap en begeleiding kunnen krijgen van ervaren leiders. Zulke positieve relaties kunnen de talenten van de volgende generatie helpen ontwikkelen en een gunstiger klimaat creëren in het politieke proces.
Van Agt, die in het verleden tijdens zijn politieke carrière opvallend taalgebruik heeft gebezigd, is door zijn politieke tegenstanders op verschillende manieren beschreven. Sommigen hebben hem getypeerd als “een jezuïetengriezel”, terwijl anderen hem hebben omschreven als “een mysticus, waarbij je weet wat er leidt, maar je weet niet waar het toe leidt”.
ISRAEL CRITIEK
Ook na zijn pensionering in de politiek bleef Van Agt actief. Hij liet zijn stem horen in verschillende delen van Nederland en bekritiseerde met name het Israëlische beleid. Zijn organisatie The Rights Forum was een poging om een rechtvaardig en duurzaam beleid ten aanzien van de Palestijns/Israëlische kwestie te bevorderen, en Van Agt zette zich hiervoor in. (Meer hierover vindt u aan het eind van dit artikel)
VOORBEELDEN TER INSPIRATIE
Het opbouwen en onderhouden van relaties gebaseerd op liefde, eerlijkheid en empathie kan altijd de bron zijn van de grootste prestaties en het meest betekenisvolle geluk. Het leven van Van Agt herinnert ons eraan dat we op elke leeftijd, in elke omstandigheid en tegenover elke uitdaging moeten streven naar een leven van liefde en toewijding.
Laat het verhaal van Van Agt daarom een levensvoorbeeld voor je zijn. Bouw liefdevolle relaties op, verlies nooit integriteit en empathie en grijp altijd kansen om de mensheid en je gemeenschap te dienen. Misschien zal jouw verhaal op een dag een voorbeeld zijn dat anderen inspireert.
Het levensverhaal van Van Agt is een geweldig verhaal van liefde, loyaliteit en leiderschap. De lessen uit zijn leven benadrukken het belang van niet alleen een politieke carrière, maar ook van menselijke relaties, waarden en dienstbaarheid aan de mensheid. Zijn leven van diepe liefde en toewijding herinnert ons aan de kracht van liefde, de waarde van loyaliteit en het belang van empathie.
Dit verhaal zal altijd een bron van hoop en inspiratie zijn. Het leven van Van Agt laat zien hoe groot de impact van mensen in het leven kan zijn en hoe betekenisvol een leven vol liefde kan zijn. Het belangrijkste is misschien wel dat het ons eraan herinnert dat iedereen een verschil kan maken in zijn eigen leven.
Daarom zal het verhaal van Van Agt een metgezel zijn, een baken van licht en zal het ons altijd vooruit leiden. Met de lessen die we uit zijn leven hebben geleerd, zullen we blijven bouwen aan een meer begripvolle, meer liefdevolle en meer moedige toekomst.
Van Agt’s leven zal ons altijd herinneren aan hoop en hoe kostbaar een leven vol liefde is. Zijn verhaal zal ons altijd leiden en onze harten verwarmen. Laten we allemaal samen verder gaan om anderen te helpen, liefde te verspreiden en eerlijkheid te beschermen. Want onze grootste nalatenschap is de mensheid die we met liefde aanraken en vormgeven met vriendelijkheid.
VERGELIJKING MET TURKIJE
Naar mijn mening is zo’n vergelijking een zeer complex onderwerp en zijn er politieke, culturele en historische factoren bij betrokken. Om politici in Nederland te vergelijken met Turkse politici moeten we naar verschillende aspecten kijken: Nederland heeft een lange democratische traditie en de democratische instellingen functioneren over het algemeen goed. Turkije daarentegen heeft in zijn democratische geschiedenis verschillende moeilijkheden en perioden van politieke instabiliteit gekend. Daarom wordt verwacht dat Nederlandse politici zich meer zullen inzetten voor democratische processen, terwijl Turkse politici in dit opzicht meer moeilijkheden kunnen ondervinden.
Van Agt en zijn rivaal Den Uyl kunnen een gesprek voeren op een terrasje, terwijl onze partijleiders altijd vol haat en wrok zitten, zoals te zien is op de foto hieronder.
Politici in Nederland hebben over het algemeen een geest van dialoog en samenwerking. Zelfs als er meningsverschillen zijn tussen verschillende politieke partijen, discussiëren ze meestal constructief en proberen ze een gemeenschappelijke basis te vinden. In Turkije daarentegen is de politiek vaak meer polariserend en is er minder dialoog en samenwerking tussen politieke leiders.
In Nederland wordt politiek over het algemeen op een meer beschaafde manier bedreven. Persoonlijke aanvallen, overdreven vulgair taalgebruik of discriminerend taalgebruik zijn zeldzaam. In Turkije daarentegen kan de politiek soms harder en persoonlijker zijn, waarbij politieke leiders harde retoriek tegen elkaar gebruiken. Nederland wordt algemeen erkend als een land met een lagere corruptieperceptie wereldwijd. Turkije daarentegen kan te maken hebben met meer corruptie en ethische problemen.
In dit opzicht kan gezegd worden dat de politiek in Nederland over het algemeen beschaafder en geïnstitutionaliseerd is, terwijl de politiek in Turkije meer gepolariseerd en controversiëler kan zijn. Het is echter belangrijk om te onthouden dat politici in beide landen onder verschillende omstandigheden werken en verschillende culturele en historische achtergronden hebben.
Toename ‘dubbele euthanasie’ in Nederland
Er is een toename van ‘Bilaterale Euthanasie’ verzoeken in Nederland. Waar in 2019 nog 17 verzoeken van echtparen werden gehonoreerd, is dit aantal in 2022 gestegen naar 29. Een (echt)paar dat om euthanasie vraagt, moet eerst apart een aanvraag indienen. De processen worden beoordeeld door verschillende artsen en er moet aan een aantal zorgstandaarden worden voldaan.
Jaren geleden vertelde Dries van Agt aan zijn goede vriend Jonkman dat hij en zijn vrouw erover dachten om samen het leven op te geven. Dit idee werd afgelopen maandag werkelijkheid. Beiden hadden een broze en kwetsbare gezondheid. De gezondheid van zijn vrouw ging snel achteruit.
Volgens Jonkman bleef Van Agt zijn hele politieke carrière weg van zijn gezin en bracht hij zijn laatste jaren graag door met zijn kinderen en kleinkinderen.
Uiteindelijk stierven Van Agt en zijn vrouw samen in Nijmegen, hand in hand.
Dries van Agt en zijn vrouw werden 93 jaar.
HIJ RICHTTE ‘HET RECHTENFORUM’ OP TEGEN ISRAEL’S VERVOLGING VAN DE FILISTIJNEN EN PUBLICEERDE HET BOEK ‘EEN SCHREEUW OM GERECHTIGHEID, DE TRAGEDIE VAN HET FILISTIJNSE VOLK’.
Na een politieke en diplomatieke carrière zag Dries van Agt pas hoe slecht de Palestijnen behandeld werden toen hij een pelgrimstocht naar Israël maakte. Sindsdien zet hij zich met hart en ziel in voor de Palestijnse zaak.
Van Agt publiceerde er ook een boek over, ‘Een schreeuw om gerechtigheid, de tragedie van het Palestijnse volk’: Bekijk hoe Co Welgraven deze deugd van Van Agt becommentarieerde:
De felle aanklacht van Dries van Agt
Als premier stond hij pal achter Israël. Pas toen Dries van Agt na zijn politieke en diplomatieke carrière op bedevaart ging naar Israël, zag hij hoe vreselijk de Palestijnen werden behandeld. Sindsdien zet hij zich vol overgave in voor de Palestijnse zaak.
Kom bij Dries van Agt niet aan met het verwijt dat hij in het conflict tussen Israël en de Palestijnen het evenwicht uit het oog verloren heeft, want dan wordt hij boos: „In de publieke opinie overheerst de gedachte dat waar er twee vechten, er twee schuld hebben, en ook evenveel schuld. Dat idee, een dom gezegde, heeft nog altijd de meeste invloed op besluiten in kabinet en debatten in de Tweede Kamer.”
„Tegen dat evenwicht moet ik te wapen. Daarvan moet de voosheid, de onwaarachtigheid worden aangetoond. Dat de Palestijnen rotdingen hebben gedaan, en nog steeds doen – en daaronder een aantal heel ernstige – dat weten we al lang, dat is al tientallen jaren belicht en overbelicht. Het is mijn plicht om, zonder die Palestijnse wandaden weg te poetsen, de schijnwerper te zetten op het Israëlische wangedrag.”
„Ik citeer in mijn boek allerlei rapporten die zijn uitgebracht over de recente Gaza-oorlog, rapporten van belangrijke, met grote autoriteit beklede onderzoekers van de Verenigde Naties, van Amnesty International, van toppers als volkenrechtdeskundige Paul de Waart. Zij laten van het gedrag van Israël geen spaan heel.”
„Richard Falk, die hoogleraar publiek recht geweest is aan een van de beste universiteiten ter wereld – Princeton in de VS – en VN-rapporteur voor de bezette Palestijnse gebieden, zegt dat hij zich als Amerikaanse Jood beschaamd voelt te moeten toegeven dat Israël zich schuldig maakt aan genocidale praktijken.”
„Hoe kan ik dan in godsnaam evenwichtig zijn? Hebben de Palestijnen zich ooit schuldig gemaakt aan genocidale praktijken? Vertel me waar en wanneer. Het geweld van Israël in de Gazastrook was disproportioneel. Belangrijker nog, Falk zegt dat de aanval op Gaza zelfs onrechtmatig was. Daarmee valt het hele verhaal van onder anderen Jan Peter Balkenende weg dat Israël niet meer heeft gedaan dan zich tegen de raketregen van Hamas verdedigen. Israël was de agressor.”
In zijn boek ’Een schreeuw om recht, de tragedie van het Palestijnse volk’ dat vandaag verschijnt, citeert Van Agt, oud-premier en eerste CDA-leider, Avi Shlaim, hoogleraar in Oxford, die naar aanleiding van de inval in Gaza schreef dat Israël ’een schurkenstaat’ is geworden ’met een uiterst gewetenloos stel leiders’.
Op de vraag of hij die mening deelt, zegt Van Agt: „Ik zou deze woorden zelf niet gebruiken. Ik heb het citaat opgenomen om aan te tonen dat er heel wat verstandige, redelijke, menslievende en oordeelkundige Israëliërs zijn. Die waarde heeft het.”
Bladzijde na bladzijde hekelt Van Agt het optreden van Israël jegens de Palestijnen; bovendien neemt hij Nederlandse politici op de korrel die dat land nog steeds onverkort steunen, ook mensen uit zijn eigen CDA: „Het verdriet mij bijzonder dat mijn partij zo kritiekloos pro-Israël is.” Vooral partijgenoot Maxime Verhagen, minister van buitenlandse zaken, moet het ontgelden. „Maxime, mijn cher ami, gaat nogal selectief te werk. Hij gaat naar zorgvuldig uitgekozen plaatsen en conferenties die niet veel meer zijn dan elkaar in het vooroordeel verstevigende clubjes van: samsam tegen het Arabische tuig. Maxime is nooit in Gaza geweest. Hij had er de hel kunnen zien, want Gaza, dat is de hel.’’
Maar toen Van Agt in de jaren zeventig en tachtig premier was, stond hij ook pal achter Israël en had hij amper oog voor de noden van de Palestijnen. „Ik had er geen notie van wat daar aan het gebeuren was, echt niet. Beetje dom, hè, kun je op z’n Maxima’s zeggen, maar ge kunt die diskwalificatie uitsmeren over alle kabinetten uit die tijd, van Den Uyl, Biesheuvel, noem maar op. In het Catshuis werd niet over het Midden-Oosten gesproken, men wist er weinig van. Ja, we hadden het over de gevolgen van de oliecrisissen, de autoloze zondagen en zo, maar niet over de oorzaken. We wisten wel dat Israël zich niet aan VN-resoluties hield en weigerde zich uit de bezette gebieden terug te trekken, en we vonden dat ook niet helemaal volgens het boekje, maar het was ook wel begrijpelijk, want het land, niet meer dan een smalle strook, werd hevig bedreigd, meenden wij, door zijn buren. En het zou ooit wel goed komen, dachten we in onze naïviteit.”
Langzamerhand druppelde bij Van Agt informatie binnen dat op de handelwijze van Israël wel meer viel aan te merken, bijvoorbeeld over de bloedbaden in de Palestijnse vluchtelingenkampen Sabra en Shatila, niet door het Israëlische leger gepleegd, maar wel onder de ogen van. De schellen vielen pas echt van de ogen toen de CDA’er na beëindiging van zijn politieke en diplomatieke leven eind jaren negentig met zijn vrouw Eugenie op bedevaart naar Israël ging.
„Het was m’n eerste kennismaking met het land, ik was er nog nooit geweest. De indrukken overdonderden me. Ik zag hoe ook oudere Palestijnen werden behandeld bij de checkpoints van het leger door vlegels van soldaten met hun grote blaffers op hun schouder, vreselijk. Terwijl onze bus met al die christenen uit Europa natuurlijk rap werd doorgelaten, want dat was goed voor het imago. En we hoorden verhalen van Palestijnse studenten die te lijden hadden onder de bezetting, ik vond het al met al verschrikkelijk. Die reis was voor mij een psychische doorbraak. Ik nam de indrukken mee naar huis, ging er over lezen, en doe dat tot de dag van vandaag.”
Van Agt zegt dat hij drie motieven heeft om zich voor de Palestijnen in te zetten: „Ik ben christelijk opgevoed en beschouw mijzelf nog steeds als christen. Als christenjongen zie ik zo mateloos veel onheil in het Heilige Land dat ik daarmee niet leven kan. Dit motief zou al voldoende moeten zijn om in het geweer te komen. Maar bovendien ben ik met hart en ziel en tot in al mijn vezels jurist en dus is het voor mij een dagelijkse kwelling – niet minder dan dat – dat daarginds het internationale recht wordt beschadigd, geschoffeerd, geschonden, zo ernstig en zo vaak dat het niet om aan te zien is.”
Bij het derde motief staat de politicus in ruste wat langer stil: „Ik ben Europeaan, in volle overtuiging. De geschiedenis houdt ons voor dat Europa in de opperst denkbare mate schuldig staat aan het ontstaan van de Palestijnse tragedie. Dat begint al bij de Balfour-verklaring van Groot-Brittannië aan het eind van de Eerste Wereldoorlog die steun toezegde voor de vestiging van een Joods nationaal tehuis in Palestina. Iedereen wist natuurlijk: een tehuis met de bedoeling te worden tot een staat. Bij het opstellen van die verklaring is niet één Palestijn geraadpleegd.”
Na afloop van de Tweede Wereldoorlog ging de internationale gemeenschap (lees: Europa en de Verenigde Staten) akkoord met de stichting van de staat Israël, deels uit schuldgevoel over de Holocaust. Van Agt: „De Holocaust mag niet alleen Duitsland worden verweten. Van een aantal bezette landen is het duidelijk geworden, ook Nederland, dat ze ernstig tekort geschoten zijn in het benutten van de mogelijkheden die er moeten zijn geweest ter bescherming van de Joden. Europa is een beslissende factor geweest in het ontstaan van de staat Israël. Dat is op een brute wijze gebeurd, ten koste van de Palestijnen, die zijn van hun land verjaagd. Honderden Palestijnse dorpen zijn vernietigd. Wij zijn daarvoor medeverantwoordelijk.”
Misschien is er nog wel een vierde motief om zich druk te maken, zegt Van Agt even later in het interview: „Israël doet dagelijks zijn best om bij Europa te zijn, het wil een soort buitenlid van de Europese Unie worden. Wij zijn lid van de westerse beschaving, dat is de boodschap die het land uitzendt. Maar als die westerse beschaving zich vervolgens zo gruwelijk misdraagt, dan heb ik meer reden om boos te worden dan wanneer de Congolezen dat doen, of de Chinezen jegens Tibet.”
Van Agt is niet de enige prominente CDA’er van katholieke huize die zulke scherpe kritiek heeft op Israël. Ook de oud-EU-commissarissen Frans Andriessen en Hans van den Broek (tevens gewezen minister van buitenlandse zaken) wassen het land regelmatig de oren. Uit protestantse hoek is de toon veel milder. Zelf heeft Van Agt daar wel een verklaring voor: „Voor onze reformatorische broeders en zusters is de Bijbel veel meer in tel geweest in de jaren van hun opvoeding en vorming. De mensen van de kerk waarin ik ben geboren zijn vaak gehoond en gesmaad, en niet zonder reden, wegens onvoldoende kennis van de Heilige Schrift, vooral van het Oude Testament. In dat Oude Testament zijn de noties van het beloofde land en het verbond tussen God en zíjn volk, met uitsluiting van andere volken, zo preponderant dat op die bodem allicht de gedachte kan ontstaan dat wat we hier zien gebeuren in onze dagen de verwezenlijking is van de belofte van duizenden jaren her. Nou zult u zeggen: en Maxime Verhagen dan, die is toch ook rooms-katholiek? Dat raadsel, hoop ik maar, zal ooit bij ons beider verscheiden van deze planeet worden opgelost, maar ik ben er niet zeker van.”
De vraag is of Van Agt met zijn felle toon niet de mensen van zich vervreemdt die de Palestijnse zaak een goed hart toedragen, maar die niet anti-Israël zijn. „De verwijten die ik maak zijn stuk voor stuk feitelijk onderbouwd en bewezen. U vraagt mij nu of het verstandig is die feiten te noemen. Eigenlijk een rare vraag, niet? Ík polariseer niet, ík bouw die muur niet die van de Westbank een verbrokkeld gebied maakt waardoor een Palestijnse staat feitelijk onmogelijk is geworden. Als je die muur ziet, dan schreeuw je het toch uit?”
„Er zijn al beterweters en nurksen geweest die het nodig hebben gevonden het boek af te kraken nog voordat zij het gelezen hadden. Wat duidt dit aan? Het is het zoveelste blijk van het verschijnsel dat de boodschap die ik breng, en ik niet alleen, in zijn argumentatie en feitelijke ondersteuning zo onweerlegbaar is dat alleen maar soelaas kan worden gevonden in het besmeuren van de boodschapper.
Ook de komende dagen zal ik wel weer in alle talen worden uitgekreten als een antisemiet. In mijn leven heb ik veel eelt op zijn ziel gekregen, maar voor deze beschuldiging niet. Het grieft mij, ik vind het ontzettend. Het komt telkens terug, en nu in verhevigde mate, reken maar. Ik ben geen antisemiet, ik heb gerechtvaardigde en beargumenteerde kritiek op de staat Israël.”
Zeki Gül, İbrahim Görmez, Veyis Güngör, Halit Köse, İsmet Biçer, Şerif Taştan ve Osman Bahadır ile katıldığımız Barbeque (Mangal) partisinde sorunlar muallâkta kaldı.
En büyük meşâkkatı çeken birinci nesil Hollanda Türklerinin, şimdiki dördüncü neslinin, aidiyet duygusundan uzak kalmalarına üzülen çınarlar, her iki devlete çağrıda bulundular.
Entegrasyon ile asimilasyon çelişkisinin de tartışılması gerektiğini belirten çınarlar, Hollanda Diyanet Vakfı’nın da emin ellerde olması için fikir teatisinde bulundular.
(Haberin Hollandacası en altta)
(Nederlandse tekst van het bericht is onderaan)
İlhan KARAÇAY yazdı:
Hollanda’ya Türk işçi göçünün 60’ıncı yılı anıları ve kutlamaları gündemdeyken, Hollanda’daki Türk varlığının temelini atmış olan yüzlerce yurttaşımızdan 8’i, alışılmışın dışında bir toplantıda, sorunları tartışmak için bir araya geldiler. ‘Çınar ağacı’ olarak niteleyebileceğimiz bu 8’liyi bir araya getirme fikri, Zeki Gül ile İbrahim Gözmez’den çıktı.
Zeki Gül’ün oğulları Sait, Sadık ve Akif’in ev sahipliğinde hazırlanan Mangal Partisi, Amsterdam’ın banliyösü Oostzaan’da gerçekleşti.
Zeki Gül ve İbrahim Görmez, “Beşinci neslimizi beklediğimiz Hollanda’da, sorunlarımız hâlâ çözülemedi. Bir yığın devlet kuruluşu ve Sivil Toplum Kuruluşları çareler arıyorlar ama bulamıyorlar. Birinci nesilden birkaç dost ile bir araya gelelim ve sorunlarımızı tartışalım” diyerek, naçizane şahsım da dahil 8 çınarı bir araya getirdiler.
Yazdığım gibi, alışılmamış bir toplantı düzenleyen Gül ve Görmez ikilisi, katılımcı sayısını özellikle kısıtlı tuttuklarını belirterek, sağlıklı bir tartışmanın gerçekleşmesini sağladılar.
Mangaldan çıkan kızarmış et parçaları, beraberinde salata, plaki ve biber ezmesi olduğu halde midelerimize indikten sonra, tartışmanın fitilini ateşlemek bana düştü.
Benim şu anda çok önemli bulduğum Hollanda Diyanet Vakfı konusu zaten gündeme geleceği için, şu soruyu ortaya attım:
‘Hollanda’daki Türk toplumunun cefakârlık ve vefakârlıklarıyla kurulan Hollanda Diyanet Vakfı’nın bugünkü durumu nedir. 150 camisi ve Cenaze Fonu ile milyarlık servete sahip olan bu vakıfın hukuki durumu nedir? Herhangi bir anlaşmazlık ve finans krizi yaşandığı zaman bu mallara nasıl sahip çıkabileceğiz. Vakıfın tüzükteki konumu nedir? Türkiye Diyanet’ine bağlılığı ve bağımlılığı var mıdır? Kurucuların bazıları vefat etti ve yerlerine başkaları girdi.
Hollanda’daki Türklerin malı sayılan, Hollanda Diyanet Vakfı’nın mallarına nasıl sahip çıkacağız?’
Zeki Gül (Hollanda’ya ilk gelen cami imamı), İbrahim Görmez (Hollanda Türk İslam Kültür Dernekleri Federasyonu ve İslam Yayın Kurumu İOS’in eski başkanı. Şimdiki Transvaal informatie Sociaal Culturele Centrum Başkanı), Veyis Güngör (Hollanda Türkevi Araştırmalar Merkezi Başkanı), Halit Köse ( Deneyimli yönetici) , İsmet Biçer ( Amsterdam Türk Kültür Merkezi eski yöneticisi), Şerif Taştan (Zwolle Ulu Cami Yöneticisi), Osman Bahadır (Türkler İçin danışma Kurulu eski Başkanı) ve naçizane şahsım hatıra fotoğrafını bu pozu verdik.
Yukarıda Hollanda Diyanet Vakfı hakkındaki soruya ilk cevap veren, vakıfın kuruluşu sırasında faal olan İbrahim Görmez oldu
Görmez sözlerine şöyle başladı: “Hollanda Diyanet Vakfı (HDV), Hollandaca ismiyle Islamitische Stichting Nederland (ISN), 10 Aralık 1982 yılında, Tayyar Altıkulaç, Sami Uslu, Lütfi Şentürk, Abdulbaki Keskin, Ahmet Uzunoğlu, Mehmet Kervancı, Hayrettin Şallı, Mahmut Sezgin, Remzi Yavuz ve Erdinç Türkçan tarafından kurulmuştur.
Aramızdan ayrılanlara Allah rahmet eylesin, vefat edenlerin yerleri sonradan doldurulmuştur.
Göz bebeğimiz olan bu kuruluşun geleceği bizleri düşünmeye ve ne yapılması gerektiğine odaklanmamızı gerektirmektedir. 42 yıl önce kurulan bu kuruluş, şu anda devasa bir kuruma dönüşmüş vaziyettedir. Onlarca lojmanı, 150 adet cami binası, 120 bin cenaze fonu üyesi, morg ve cenaze yıkama uniteleri ile, tüm mal varlığı milyar euroya yakın olan bu kuruluşu, artık imamlar ve part time gönüllü yöneticiler değil, profesyonellerin yönetme vakti gelmiştir. Buradaki mal varlığımızın, yüz yıllar boyu gelecek olan nesillerimizin hizmetlerine devredilmesi için, vakfın yeniden yapılanmaya ihtiyacı olduğu kanısındayız. Hepimizin bildiği gibi, 500 yıl önce Portekiz ve İspanya’dan kovulan yahudi cemaati, tüm kuruluşları ile ayakta kalabilmişlerdir. Bu da sadece dini kuruluşlara bağlı olan hahamlar ile değil, bu dini kuruluslara destek olan sivil toplum kurumları ile ayakta kalabilmeyi sağlamışlardır. Hollanda Diyanet Vakfını, Hollanda Türk İslam Kültür Dernekleri Federasyonu tarafindan kurulduğunu kimse inkâr edemez. Böyle olduğu halde, son yıllarda bir sivil toplum kuruluşu olan Hollanda Türk İslam Kültür Dernekleri Federasyonu’nun, gerek federasyon yöneticilerinin acizliği, gerekse vakıf tarafından dışlanması neticesi, maalesef işlevsiz bir duruma düşürülmüştür. En kısa bir zamanda Hollanda Türk İslam Kültür Dernekleri Federasyonu, seçeceği yeni yöneticiler ile, Hollanda Diyanet Vakfı ile en üst derecede birlikte çalışma zorunluluğu vardır. Bu zorunluluk, gelecek olan nesillerimiz için olmazsa olmazıdır. Aksi takdirde, politik olarak asırı sağ ve İslam karşıtı olan hükümetlerin politikaları neticesinde bu kuruluşumuzun büyük bir tehlike altında olacağı kesindir. Her gün daha fazla gelişen islamofobik hareketler cümlemizin malumudur. Bütün bunları bertaraf etmenin yolu, kuvvetli bir Sivil Toplum Kuruluşu olan Federasyonumuz ile birlikte hareket edilmesi gereklidir. Tüm endişelerimiz bundandır. Hiç bir kişiye şahsi bir husumetimiz yoktur, olamaz da…
Amacımız, buradaki varlığımızın teminatı olan Hollanda Diyanet Vakfı’nın, yüz yıllar boyu hizmet vermesinin garanti altına alınmasıdır.
Bunun için de, yüksek düzeyde bir araştırma yapılması kaçınılmazdır.”
Bakalım İbrahim Görmez’in bu çağrısı, gerek devlet kurtuluşlarında ve gerekse Hollanda’daki Türk Sivil Toplum Kuruluşları’nda nasıl yankılanacak?
Şimdi sıra, 8 Çınar’ın en genci olan, Türkevi Araştırmalar Merkezi Başkanı Veyis Güngör’de.
Veyis Güngör, gerek Diyanet Vakfı konusunda ve gerekse üzerinde durulması gereken diğer sorunlar hakkında bakınız neler diyor:
“Bu kadar değerli, tecrübeli ve Hollanda Türk toplumuna hizmetleri geçmiş, Türklerin rahat etmesi için yüzlerce dernek, vakıf, cami kurmuş, yani Hollanda’da Türk kültürünün kurumsallaşmasına öncülük etmiş büyüklerimin yanında bize elbette söz düşmez. Öncelikle insanımıza öncülük etmiş ve ahirete göçmüş olanlara Allah’tan rahmet diler, burada bulunan ve Hollanda’da sayıları azalmış birinci nesil öncülerimizin ellerinden öpmek isterim.
Naçizane ben de 40 yıldır Hollanda Türk göç tarihinin canlı bir şahidi ve bir sosyal bilimci olarak, biraz önce gündeme gelen bir iki konu hakkında görüşlerimi ifade etmek isterim.
Hollanda Diyanet Vakfı ile ilgili İbrahim abi görüşlerini söyledi. Bunlara ilaveten şu görüşümü paylaşmak isterim: Hollanda Diyanet Vakfı, bir milyonu aşan bir nüfusla Hollanda’da yaşayan Müslümanların, bu ülkede kurumlaşmasının en somut ve önemli temel taşlarından birisidir. Hatırlanacağı gibi, Hollanda Diyanet Vakfı, bir zamanlar Hollanda hükümeti tarafından hemen hemen her konuda görüşü alınan, sorulan ve tabiri caizse karar vericilerle konuşma partneri olarak görülen bir kurumumuzdu. O yıllarda, Hollanda hükümeti Türkiye’den imamların gelmesine sıcak bakıyor, teşvik ediyor hatta imamlar için Bergen Halk Okulu’nda hafta sonları kursları açıyor ve eğitim programları uygulamalarını teşvik ediyordu. Ancak, bugün ne yazık ki, Hollanda hükümeti Türkiye’den imamların gelmesine sıcak bakmadığı gibi, bu yolu kapatmak istiyor. Hollanda Diyanet Vakfı, bu gelişme karşısında Hollandalı muhataplarıyla sürdürülebilir bir yol bulmalı, bir politika geliştirmelidir. Hollanda karar vericileri ile daha detaylı bir şekilde iletişim içinde olunmalıdır. Vakıf, Hollanda siyasetçilerine, gazetecilerine, araştırmacılarına ve kamuoyuna üçüncü kişi ve kurumlar tarafından değil, bizzat Vakfın yöneticilerince anlatılmalıdır.
Hollanda Diyanet Vakfı ve Vakfa ait cami ve dernekleriyle ilgili bir başka can alıcı konu ise, bu kurumların yarın ve obirgün yönetici bulamama gibi sorunla karşılaşmamaları için, gelecek plan ve programların ve bu yönde politikaların geliştirilmesidir. Günümüzde daha çok, ikinci ve az sayıda da olsa üçüncü nesil cami yöneticileri, yarınlarda görevlerini Hollanda’da doğan, büyüyen ve bu meseleye sahip çıkmak isteyen nesillere bırakmalılar. Böyle bir çalışma yapılırken, camilerin Hollanda toplumundaki emansipatorik fonksiyonları mutlaka göz önünde bulundurulmalıdır.
Her iki konuda da, Vakfı’n kardeş kuruluşu olan Hollanda Türk İslam Kültür Dernekleri Federasyonu (HTIKF) ile, geçmişte olduğu gibi, ortak çalışılmalıdır. Yer yer oluşan güç yarışına gerek yoktur. Hollanda birlikte çalışma kültürünün en gelişmiş toplumudur. Örnek önümüzdedir…”
Veyis Güngör’e bu açıklamasına teşekkür ettikten sonra şu soruyu yönelttim: Bu yıl Hollanda’ya yapılan Türk iş gücü göçünün 60’ıncı yılı olduğu ve bazı kutlamalar yapılacağı biliniyor. Ama bir de pek fazla bilinmeyen bir başka ‘Dostluk Anlaşması’nın da 100’üncü yıl dönümünden söz ediliyor. Nedir bu bir başka anlaşma?
Evet, bu yıl iki yıl dönümü yaşayacağız. Ama bu iki anlaşmalara girmeden önce, bir iki cümleyle, Türkiye Hollanda ilişkilerini hatırlayalım.
2012 yılında kutladığımız ‘Türkiye-Hollanda Arasında 400 Yıllık Resmi İlişkiler’ anlaşması, 1612 yılında Cornelis Haga’nın İstanbul’a, Hollanda Elçisi olarak atanmasının yıl dönümüdür.
O yıl, Sultan I. Ahmet Hollandalılar’a “ahidname-i hümayun” vermiştir.
1989 yılında da Yahya Karaca Paşa, Osmanlı İmparatorluğunun Lahey Elçisi olarak atanmıştır.
Bir de sizin sorduğunuz Türkiye ile Hollanda arasında yapılan bir başka Dostluk Anlaşması’nın 100’üncü yıl dönümü bu yıl. İlk kez 30 Kasım 2023 tarihinde Amsterdam’da yapılan DTİK Hollanda Buluşması’nda, Ticaret Bakanı Ömer Bolat ve sonraki aylarda da Lahey Büyükelçimiz Selçuk Ünal tarafından ifade edilen, Türkiye ile Hollanda arasındaki Dostluk Anlaşması’nın 100’üncü yıl dönümü bu yıl. Öyle ki, genç Cumhuriyetimizin ilanından hemen sonra, 1924 yılında imzalanan “Türkiye Cumhuriyeti ile Felemenk Kraliyeti Arasında Muhadenet Muahedenamesi”dir (Dostluk Anlaşması) var. İşte bu yıl bu anlaşmanın da 100’üncü yılı.
Hollanda Türk toplumu, bu yıl bir taraftan Hollanda’ya yapılan Türk iş gücü göçünün 60’ıncı yıl dönümünü, diğer taraftan da 1924 yılında yapılan Türkiye Hollanda Dostluk Anlaşması’nın 100’üncü yıl dönümünü kutlayacak.”
Mangal partisi toplantısının mimarı olan Zeki Gül, Hollanda’ya Türk devleti tarafından gönderilen ilk cami imamıdır. Daha sonra, ihtiyaç üzerine bir seyahat bürosu açan Gül, seyahat bürosunu çocuklarına devretti ve şimdi emekliliği yaşıyor.
Zeki Gül’ü en çok düşündüren, yeni nesil Türkler’in, aidiyet hislerinin sönmekte oluşudur.
Şöyle diyor Zeki Gül:
“Aslında bu sorun, göçmenlik tarihinin en büyük sorunlarından biridir. Kanada’ya, Avustralya’ya ve Yeni Zelanda’ya daha önce göç etmiş olan Hollandalılar da aynı sorunu yaşıyor. Gurbetteki yeni nesiller, aradan geçen yıllar sonrasında, atalarının geldikleri ülkeleri unutuyorlar ve aidiyet hissini de kaybediyorlar. Çok şükür biz buralarda gerek camilerimiz ile ve gerekse derneklerimiz ile, bu sorunu biraz geciktiriyoruz. Çocuklarımızın, ülkemize bağımlılıklarını isterken, onların asimile edilmelerine karşı olduğumuzu belirtiyorum. Tabii ki entegrasyon da çok önemlidir. Ama çok şükür, çocuklarımız tahsillerini sürdürerek Hollanda toplumuna entegre oluyorlar.
Mangal partisinin konuklarından İsmet Biçer, Amsterdam Türk Kültür Merkezi’nin ilk yöneticilerindendir. Biçer için en önemli sorunlarımızdan biri, buradaki gençlerimizin askerlik sorunudur. Şöyle diyor Biçer:
“Burada yetişmekte olan gençlerimiz, çok şükür ki, tahsil konusunda çok başarılılar. Diplomaları ile çok iyi portlara yerleşen gençlerimiz arasında iş dünyasına atılanlar da var. Yüksek düzeyde post kapmış olan ve iş dünyasına el atmış olan bu gençlerimizin önünde bir askerlik sorunu vardır.
Sağolsun devletimiz, ‘Bedelli askerlik’ sistemi ile gençlerimizin önünü açmıştır. Ama bu açış çok pahalıya mal olmaktadır. Hollandalılar, askerlikten muaf tuttukları gençlerinden para almamaktadır. Bence bizim devletimiz de gençlerimizden bir bedel almamalı.”
Mangal Partisinin tanınmış isimlerinden biri olan Osman Bahadır, gerek Türk İslam Kültür Dernekleri Federasyonunda ve gerekse Türkler İçin Danışma Kurulu IOT’de başkanlık yapmış bir isim. Bir ara Türkler için kurulan İslam Yayın Kurumu’nun başkanlığını İbrahim Görmez’den devralan Bahadır için önemli sorun, Türkler için yeniden bir İslam Yayın Kurumu oluşturmakdır.
Şöyle diyor Osman Bahadır:
“Birilerinin hataları nedeniyle elimizden alınan İslam Yayın Kurumu, şimdilerde bir başka oluşum içinde, diğer müslüman ülkelerden gelenlerin elinde. Ama kısıtlı bir yayın hakları var. Biz şimdi yeniden harekete geçmeliyiz ve elimizden alınan İslam Yayın Kurmu’nu yeniden hayata geçirmeliyiz.”
Zwolle kentinde yaşayan Türklerin her türlü sosyal ve kültürel sorunlarının çözümünde faydalı çalışmalar yapan Şerif Taşdan için en önemli sorunlardan biri, çocuklarımızın Türkçe eğitim alamamasıdır.
Şöyle diyor Taşdan:
“Eskiden çocuklarımız için özel Türkçe dersleri veriliyordu. Hollanda hükümeti bütçe sıkıntısı olduğunu belirterek, bu masrafın Türkiye tarafından karşılanmasını istedi ve derslere verilen ödeneği kesti. Yıllardır bu sorun ile uğraşıyoruz. Ama nafile. Çocuklarımız Türkçe’yi sadece evlerinde birkaç saat konuşuyor. Dışarıda ve okulda Türkçe konuşamadıkları için, dil bilgisi eksikliği yaşıyorlar. Bence bu konu her iki ülkenin katkılarıyla çözümlenmelidir.”
Mangal Partisinin bir diğer konuğu Halit Köse için sorunlardan biri de, Türkiye’ye otomobil sokma sorunudur. İki yıllık triptik süresinin dört yıla çıkarıldığı haberlerinin aldatıcı olduğunu söyleyen Halit Köse şöyle diyor:
“Eskiden iki yıllık süre herkes için geçerliydi. Ama şimdiki dört yıllık sürenin, sadace emekliler için geçerli olduğu söyleniyor. Bu büyük bir haksızlıktır. Benim gibi emekli olanlar bu haktan yararlanabilmek için, büyük uğraş vermek mecburiyetinde. Emeklilik belgesi tercüme edilecek ve noterlikte tasdik ettirilecek. Bunlar angarya işlerdir. Suriyeliler’e bırakın dört yıllık triptiği, çok ucuz bir şekilde plaka veriliyor. Bizim Suriyeli’den eksiğimiz ne? Devletimizi ve ülkemize kazandırdığımız dövizlerin karşılığı bu olmamalıdır.”
Mangal partisinin sekizinci konuğu, naçizane şahsım, son olarak şunları söyler:
Nereden bakarsanız bakın, göçmenlik gerçekten çok meşakkatli bir oluşumdur.
Ben bu meşakkatli gelişmeleri, aşağı yukarı hergün yazıyor ve yayınlıyorum.
Tıpkı şimdi yaptığım gibi…
Bu nedenle benim bu son toplantı için söyleyecek bir lafım kalmadı.
Bundan sonraki günlerde, ‘Devamı yarın’ sloganı ile yazılarda bulacaksınız beni.
kalın sağlıcakla.
8 PLATANEN VAN NEDERLAND KWAMEN SAMEN EN
BRACHTEN ONOPGELOSTE PROBLEMEN TER SPRAKE…
Op het Barbeque feest dat we bijwoonden met Zeki Gül, İbrahim Görmez, Veyis Güngör, Halit Köse, İsmet Biçer, Şerif Taştan en Osman Bahadır, bleven de problemen in het ongewisse.
De eerste generatie Nederlandse Turken, die de grootste ontberingen hebben geleden, betreurden het dat de huidige vierde generatie ver verwijderd was van het gevoel erbij te horen en deden een beroep op beide staten.
Ze stelden dat de tegenstelling tussen integratie en assimilatie ook besproken moet worden en wisselden ideeën uit om de Nederlandse Religieuze Stichting in veilige handen is.
İlhan KARAÇAY schreef:
Terwijl de herinneringen en vieringen van de 60ste verjaardag van de Turkse arbeidsmigratie naar Nederland op de agenda stonden, kwamen 8 van onze honderden landgenoten die de basis hebben gelegd van de Turkse aanwezigheid in Nederland samen om de problemen te bespreken in een ongebruikelijke bijeenkomst.
Het idee om deze 8 bij elkaar te brengen, die we kunnen karakteriseren als ‘platanen’, kwam van Zeki Gül en İbrahim Gözmez.
Het barbecuefeest dat werd georganiseerd door Zeki Gül’s zonen Sait, Sadık en Akif vond plaats in Oostzaan, een buitenwijk van Amsterdam.
Zeki Gül en İbrahim Görmez zeiden: “In Nederland, waar we wachten op onze vijfde generatie, zijn onze problemen nog steeds niet opgelost. Veel overheidsinstellingen en niet-gouvernementele organisaties zijn op zoek naar oplossingen, maar ze kunnen ze niet vinden. Laten we samenkomen met een paar vrienden van de eerste generatie en onze problemen bespreken”, brachten ze 8 platanen samen, waaronder ikzelf.
Zoals ik heb geschreven, zorgden Gül en Görmez, die een ongebruikelijke bijeenkomst organiseerden, ervoor dat er een gezonde discussie plaatsvond door het aantal deelnemers bijzonder beperkt te houden.
Nadat de stukken gebakken vlees van de barbecue, vergezeld van salade, plaki en chilipasta, in onze magen zaten, was het aan mij om de lont van de discussie aan te steken.
Aangezien de kwestie van de Nederlandse Religieuze Stichting, die ik op dit moment erg belangrijk vind, al op de agenda zal staan, stelde ik de volgende vraag:
‘Wat is de huidige situatie van de Nederlandse Religieuze Stichting, die is opgericht met de offers en loyaliteit van de Turkse gemeenschap in Nederland. Wat is de juridische status van deze stichting met haar 150 moskeeën en Begrafenisfonds, die over een miljardenvermogen beschikt? Hoe kunnen we aanspraak maken op deze eigendommen in geval van een geschil en financiële crisis? Wat is de positie van de stichting in het statuut? Is het gelieerd aan en afhankelijk van de Turkse Diyanet? Sommige oprichters zijn overleden en anderen hebben hun plaats ingenomen.
Hoe gaan we aanspraak maken op de bezittingen van de Nederlandse Religieuze Stichting, die worden beschouwd als de bezittingen van de Turken in Nederland?
Zeki Gül (imam van de eerste moskee in Nederland), İbrahim Görmez (voormalig voorzitter van de Federatie van Turks Islamitische Culturele Verenigingen in Nederland en de Islamitische Omroeporganisatie IOS. Nu voorzitter van Transvaal Informatie Sociaal Cultureel Centrum), Veyis Güngör (Voorzitter van het Nederlands Turkevi Onderzoekscentrum), Halit Köse (Ervaren manager), İsmet Biçer (Voormalig Directeur van het Turks Cultureel Centrum Amsterdam), Şerif Taştan (Directeur van de Grote Moskee in Zwolle), Osman Bahadır (Voormalig Voorzitter van de Adviesraad voor Turken) en ikzelf poseerden nederig voor deze herinneringsfoto.
İbrahim Görmez, die actief was tijdens de oprichting van de stichting, beantwoordde als eerste de vraag over de Nederlandse Religieuze Stichting.
Görmez begon zijn toespraak als volgt: “De Nederlandse Stichting Religieuzen (HDV), met de Nederlandse naam Islamitische Stichting Nederland (ISN), werd op 10 december 1982 opgericht door Tayyar Altıkulaç, Sami Uslu, Lütfi Şentürk, Abdulbaki Keskin, Ahmet Uzunoğlu, Mehmet Kervancı, Hayrettin Şallı, Mahmut Sezgin, Remzi Yavuz en Erdinç Türkçan.
Moge God genadig zijn met hen die overleden zijn, de plaatsen van hen die overleden zijn werden later opgevuld.
De toekomst van deze organisatie, die onze oogappel is, vereist dat we nadenken en ons richten op wat er moet gebeuren. Deze organisatie werd 42 jaar geleden opgericht en is nu uitgegroeid tot een enorm instituut. Met tientallen verblijven, 150 moskeegebouwen, 120.000 leden van het begrafenisfonds, mortuaria en begrafeniswassers, bedragen de activa van deze organisatie bijna een miljard euro en het is tijd dat professionals deze organisatie gaan leiden, niet imams en parttime vrijwillige managers. Wij geloven dat de stichting geherstructureerd moet worden om onze activa over te dragen aan de diensten van onze generaties die nog eeuwen zullen komen. Zoals we allemaal weten, heeft de Joodse gemeenschap, die 500 jaar geleden uit Portugal en Spanje werd verdreven, met al haar instellingen overleefd. Dit geldt niet alleen voor de rabbijnen die verbonden zijn aan religieuze organisaties, maar ook voor de niet-gouvernementele organisaties die deze religieuze organisaties ondersteunen. Niemand kan ontkennen dat de Nederlandse Stichting Religieuzen is opgericht door de Federatie van Turks Islamitische Culturele Verenigingen in Nederland. Toch is de Federatie van Nederlandse Turks Islamitische Culturele Verenigingen, een niet-gouvernementele organisatie, in de afgelopen jaren helaas gedegradeerd tot een disfunctionele staat als gevolg van het onvermogen van de federatiebestuurders en de uitsluiting van de stichting. De Federatie van Turks Islamitische Culturele Verenigingen Nederland, met de nieuwe bestuurders die zij zal kiezen, heeft de verplichting om zo snel mogelijk op het hoogste niveau samen te werken met de Stichting Religieuzen Nederland. Deze verplichting is een must voor onze toekomstige generaties. Anders is het zeker dat deze organisatie groot gevaar loopt als gevolg van het beleid van politiek extreem rechtse en anti-islamitische regeringen. Islamofobe bewegingen, die zich elke dag meer en meer ontwikkelen, zijn ons allen bekend. De manier om dit alles uit te bannen is door samen te werken met onze Federatie, die een sterke niet-gouvernementele organisatie is. Dit is de reden van al onze zorgen. We hebben geen persoonlijke vijandschap met wie dan ook, en dat kunnen we ook niet…
Ons doel is om te garanderen dat de Nederlandse Religieuze Stichting, die de garantie is van onze aanwezigheid hier, eeuwenlang dienst zal doen.
Daarvoor is een onderzoek op hoog niveau onvermijdelijk.”
Laten we eens kijken hoe deze oproep van İbrahim Görmez weerklank zal vinden bij zowel de staatsreddingen als bij de Turkse NGO’s in Nederland.
Nu is het de beurt aan Veyis Güngör, de jongste van de 8 Çınar, voorzitter van het Turkevi Research Centre.
Veyis Güngör heeft het volgende te zeggen over zowel de Diyanet Stichting als andere problemen die moeten worden aangepakt.
“Het is natuurlijk niet aan ons om te spreken in het bijzijn van mijn oudsten die zo waardevol en ervaren zijn en de Nederlandse Turkse gemeenschap hebben gediend, die honderden verenigingen, stichtingen en moskeeën hebben opgericht voor het comfort van Turken, dat wil zeggen, die een pioniersrol hebben gespeeld bij de institutionalisering van de Turkse cultuur in Nederland. Allereerst wil ik Allah’s barmhartigheid toewensen aan hen die ons volk hebben gepionierd en zijn heengegaan, en ik wil de handen kussen van onze eerste generatie pioniers die hier zijn en wier aantal in Nederland is afgenomen.
Als levende getuige van de geschiedenis van de Turkse immigratie naar Nederland gedurende 40 jaar en als sociaal wetenschapper, wil ik graag mijn mening geven over een paar kwesties die zojuist aan de orde zijn gekomen.
Broeder Ibrahim heeft zijn mening gegeven over de Nederlandse Religieuze Stichting. In aanvulling hierop wil ik graag de volgende mening delen: De Nederlandse Stichting Religieuzen is een van de meest concrete en belangrijke hoekstenen van de institutionalisering van moslims die in Nederland wonen met een bevolking van meer dan een miljoen. Zoals men zich zal herinneren, was de Nederlandse Stichting Religieuzen ooit een instelling waarvan de mening werd gevraagd en gevraagd door de Nederlandse regering over bijna elke kwestie en die als het ware werd gezien als een gesprekspartner met besluitvormers. In die jaren verwelkomde en stimuleerde de Nederlandse overheid de komst van imams uit Turkije, door zelfs in het weekend cursussen voor imams te openen op de Openbare School in Bergen en door hen aan te moedigen trainingsprogramma’s uit te voeren. Maar vandaag de dag is de Nederlandse regering helaas niet alleen geen voorstander van de komst van imams uit Turkije, maar wil ze deze weg ook afsluiten. In het licht van deze ontwikkeling moet de Nederlandse Stichting voor Religieuze Zaken een duurzame manier vinden en een beleid ontwikkelen met haar Nederlandse tegenhangers. Zij zou meer in dialoog moeten treden met de Nederlandse beleidsmakers. De Stichting moet niet door derden en organisaties, maar door de managers van de Stichting zelf worden uitgelegd aan Nederlandse politici, journalisten, onderzoekers en het publiek.
Een andere cruciale kwestie met betrekking tot de Nederlandse Religieuze Stichting en de moskeeën en verenigingen die lid zijn van de Stichting is de ontwikkeling van toekomstige plannen en programma’s en beleid in deze richting, zodat deze instellingen niet voor problemen komen te staan zoals het niet kunnen vinden van managers morgen en ooit. Vandaag de dag moeten vooral de tweede en in mindere mate de derde generatie moskeebestuurders hun taken overlaten aan de generaties die in Nederland geboren en getogen zijn en die zich over deze kwestie willen ontfermen. Daarbij moet rekening worden gehouden met de emancipatoire functie van moskeeën in de Nederlandse samenleving.
Met de zusterorganisatie van de Stichting, de Federatie van Turks Islamitische Culturele Verenigingen in Nederland (HTIKF), moet net als in het verleden op beide terreinen worden samengewerkt. Machtsconcurrentie is niet nodig. Nederland is de meest ontwikkelde samenleving met een cultuur van samenwerken. Het voorbeeld ligt voor ons…”
Na Veyis Güngör bedankt te hebben voor deze uitspraak, stelde ik de volgende vraag: Het is bekend dat het dit jaar 60 jaar geleden is dat de Turkse arbeidsmigratie naar Nederland kwam en dat er een aantal festiviteiten zullen zijn. Maar er wordt ook gesproken over de 100ste verjaardag van een ander ‘Vriendschapsverdrag’ dat niet algemeen bekend is. Wat is dat andere verdrag?
Ja, we hebben dit jaar twee verjaardagen. Maar laten we, voordat we ingaan op deze twee overeenkomsten, in een paar zinnen terugdenken aan de betrekkingen tussen Turkije en Nederland.
De ‘400 jaar officiële betrekkingen tussen Turkije en Nederland’, die we in 2012 vieren, is de verjaardag van de benoeming van Cornelis Haga als Nederlandse ambassadeur in Istanbul in 1612.
In dat jaar gaf sultan Ahmet I de “ahidname-i hümayun” aan de Nederlanders.
In 1989 werd Yahya Karaca Pasha benoemd tot ambassadeur van het Ottomaanse Rijk in Den Haag.
Dit jaar is het ook de 100ste verjaardag van een andere vriendschapsovereenkomst tussen Turkije en Nederland. Dit jaar markeert de 100ste verjaardag van de vriendschapsovereenkomst tussen Turkije en Nederland, die voor het eerst werd uitgedrukt door de minister van Handel Ömer Bolat op de DTİK Nederland bijeenkomst gehouden in Amsterdam op 30 november 2023, en door onze ambassadeur in Den Haag Selçuk Ünal in de daaropvolgende maanden. In feite is er het “Vriendschapsverdrag tussen de Republiek Turkije en het Koninkrijk der Nederlanden” (Vriendschapsverdrag) ondertekend in 1924, direct na de proclamatie van onze jonge Republiek. Dit jaar is het 100 jaar geleden dat dit verdrag werd ondertekend.
De Nederlandse Turkse gemeenschap viert dit jaar enerzijds de 60e verjaardag van de Turkse arbeidsmigratie naar Nederland en anderzijds de 100e verjaardag van het in 1924 ondertekende Turkije-Nederland Vriendschapsverdrag.”
Zeki Gül, de architect van de barbecuefeestbijeenkomst, was de eerste moskee-imam die door de Turkse staat naar Nederland werd gestuurd. Daarna opende hij uit noodzaak een reisbureau, gaf het over aan zijn kinderen en leeft nu met pensioen.
Wat Zeki Gül de meeste zorgen baart, is dat de nieuwe generatie Turken hun gevoel van verbondenheid verliest.
Zeki Gül verwoordt het als volgt:
“In feite is dit een van de grootste problemen in de geschiedenis van immigratie. Nederlanders die al geëmigreerd zijn naar Canada, Australië en Nieuw-Zeeland hebben hetzelfde probleem. Nieuwe generaties in de geëmigreerde landen vergeten de landen waar hun voorouders vandaan kwamen en verliezen het gevoel erbij te horen. Gelukkig vertragen we dit probleem met onze moskeeën en verenigingen. Hoewel we willen dat onze kinderen gehecht zijn aan ons land, verklaar ik dat we tegen hun assimilatie zijn. Natuurlijk is integratie ook heel belangrijk. Maar godzijdank gaan onze kinderen door met hun opleiding en integreren ze in de Nederlandse samenleving.
İsmet Biçer, een van de gasten van het barbecuefeest, is een van de eerste directeuren van het Turks Cultureel Centrum Amsterdam. Een van de belangrijkste problemen voor Biçer is het dienstplichtprobleem van onze jongeren hier. Biçer zegt het volgende:
“Onze jongeren die hier opgroeien zijn godzijdank zeer succesvol in hun opleiding. Onder onze jongeren, die met hun diploma’s op zeer goede posities terechtkomen, zijn er ook die het bedrijfsleven ingaan. Voor deze jongeren, die een hoge functie hebben en het bedrijfsleven zijn ingegaan, is er een probleem met de militaire dienstplicht.
Dankzij onze regering hebben onze jongeren de weg vrijgemaakt met het systeem van ‘Betaalde militaire dienst’. Maar deze opening is erg duur. De Nederlanders nemen geen geld aan van hun jongeren die zijn vrijgesteld van militaire dienst. Ik vind dat onze staat ook geen prijs moet vragen van onze jongeren.”
Osman Bahadır, een van de bekende figuren van de Mangal Partij, is voorzitter geweest van zowel de Federatie van Turkse Islamitische Culturele Verenigingen als de Adviesraad voor Turken (IOT). Voor Bahadır, die het voorzitterschap van de Islamitische Omroeporganisatie voor Turken heeft overgenomen van İbrahim Görmez, is het belangrijke probleem om opnieuw een Islamitische Omroeporganisatie voor Turken op te richten.
Osman Bahadır zegt het volgende:
“De Islamitische Omroep, die van ons werd afgenomen door de fouten van sommige mensen, is nu in handen van mensen uit andere moslimlanden in een andere organisatie. Maar zij hebben beperkte uitzendrechten. We moeten nu opnieuw actie ondernemen en de Islamitische Omroeporganisatie, die ons werd afgenomen, nieuw leven inblazen.”
Een van de belangrijkste problemen voor Şerif Taşdan, die zich inzet voor de oplossing van allerlei sociale en culturele problemen van de Turken die in Zwolle wonen, is het gebrek aan Turks onderwijs voor onze kinderen.
Taşdan zegt het volgende:
“In het verleden werden er speciale Turkse lessen gegeven voor onze kinderen. De Nederlandse regering, die stelde dat er een begrotingstekort was, eiste dat deze kosten door Turkije zouden worden gedekt en schrapte het geld voor de lessen. We zijn al jaren met dit probleem bezig. Maar tevergeefs. Onze kinderen spreken alleen thuis een paar uur Turks. Omdat ze buiten en op school geen Turks kunnen spreken, missen ze grammatica. Ik denk dat dit probleem moet worden opgelost met de bijdragen van beide landen.”
Een ander probleem voor Halit Köse, een andere gast van het barbecuefeest, is het probleem van het binnenbrengen van auto’s in Turkije. Halit Köse zegt dat het nieuws dat de tweejarige drieluikperiode is verlengd naar vier jaar misleidend is:
“In het verleden gold de periode van twee jaar voor iedereen. Maar nu wordt er gezegd dat de periode van vier jaar alleen geldig is voor gepensioneerden. Dit is een grote onrechtvaardigheid. Gepensioneerden zoals ik moeten veel moeite doen om van dit recht te kunnen profiteren. Het pensioencertificaat moet vertaald en notarieel bekrachtigd worden. Dat is zwaar werk. Syriërs krijgen heel goedkoop kentekenplaten, laat staan een vierjarig drieluik. Wat missen we van de Syriër? Dit mag niet de tegenprestatie zijn voor de buitenlandse valuta die we naar onze staat en ons land brengen.”
De achtste gast van het barbecuefeest, mijn nederige ik, zegt uiteindelijk het volgende:
Hoe je het ook bekijkt, migrant zijn is echt heel moeilijk.
Ik schrijf en publiceer min of meer elke dag over deze moeilijke ontwikkelingen.
Net zoals ik nu doe…
Daarom heb ik niets meer te zeggen over deze laatste bijeenkomst.
De komende dagen zul je me tegenkomen in artikelen met de slogan ‘Lees morgen verder’.
*Çocukluğumun yakışıklı Valantino’su, meğer bir rahipmiş.
*Sevgililer Günü’nü mübah saymayanlara, Hollandalı Aşk Profesörü’nden destek: Aziz Valentine, eşcinsel olduğu için kafası
kesilmiş.
*Başlığa bakıp, iddiaya katıldığımı sanmayınız. Yorumumu sonuna kadar okuyunuz.
(Hollandaca metin en altta)
(Nederlandse tekst onderaan)
İlhan KARAÇAY’ın yorumu:
Sizleri bilmem ama, benim çocukluğum döneminde, ‘Sevgililer Günü’ dendiği zaman, çok yakışıklı bir İtalyan Valantino ile güzel bir genç kızın aşk hikâyesi aklıma gelirdi.
Kaldı ki, benim hayalimdeki Valantino ile, hikâyenin gerçek kahramanı arasında hem görsel olarak ve hem de içtimai olarak büyük bir fark varmış.
Anlatayım o zaman:
14 Şubat 496 yılından bu yana, yani tam 1523 yıldır tüm dünyada kutlanmakta olan ‘Sevgililer Günü’, bir iddiaya göre, romantik bir aşkın acı sonundan kaynaklanmamış.
Sevgililer Günü’nün kahramanı Valentine adında bir rahptir.
Hz. İsa’nın doğumundan sonra üçüncü yüzyılda Roma’da yaşamış olan Aziz Valentine, o zamanlar halkı içinde korku estiren Kral Claudius’un evlenmeyi yasaklaması nedeniyle ortaya çıkmış bir kahramandı.
‘Sevgililer Günü’ dendiği zaman, çok yakışıklı bir İtalyan Valantino ile güzel bir genç kızın aşk hikâyesi aklıma gelirdi. (Üstteki fotoğrafın solundaki gibi)
Kaldı ki, benim hayalimdeki Valantino ile, hikâyenin gerçek kahramanı arasında hem görsel olarak ve hem de içtimai olarak büyük bir fark varmış.(Üstteki fotoğrafın sağındaki gibi)
Claudius, savaşa göndereceği askerlerin, aile, eş ve çocuk gibi ilişkilerden etkilenmemeleri için bu yola başvurmuştu. Bu emre uymayanların kafası kesiliyordu. Bırakın evlenmeyi, el ele tutuşan erkek ile kızların da kafası kesiliyordu.
Aziz Valentine ise, seçmiş olduğu Hıristiyanlık dininin böyle bir uygulamayı kabul etmeyecek kutsal bir din olduğunu öne sürerek bu duruma isyan ediyordu.
İşte o zaman genç kız ve erkekler Aziz Valentine’ye başvuruyorlar ve kilise kurallarına göre gizlice evleniyorlardı.
Bu durumu öğrenen Kral Claudius, emirlerini hiçe sayan Aziz Valentine’nin kafasını kestirmişti.
Aziz Valentine’nin katledilişi halkın büyük bir kesimini çok üzmüştü ama, Kral korkusuyla hiç kimse sesini çıkaramamıştı.
Sevgilileri birleştirmek suçu nedeniyle 269 yılında öldürülen Aziz Valentine, ölümünden 227 yıl sonra 496 tarihinde, ruhu şadolacak bir şekilde ödüllendirilmişti.
Zamanın Papa’sı Gelasius, 14 Şubat 496’da, her 14 şubatı ‘Sevgililer Günü’ olarak ilan etti.
İşte o tarihten bu yana her yıl tüm dünyada 14 şubat günü ‘Sevgililer Günü’ olarak kutlanıyor.
Sevgililer Günü, 1800’lü yıllardan sonra Amerika’da Esther Howland’ın ilk Sevgililer Günü kartını yollamasından bu yana, günümüzde daha çok sayıda insanın kutladığı toplumsal bir olay haline geldi. Bunun doğal sonucu olarak olayın ticari yönü çok gelişti. Neredeyse herkes her yıl 14 Şubat’ta sevgililerine veya eşlerine bu günün ruhu ile bütünleşen, karşı tarafa sevgilerini anlatan hediyeler veriyor. Bu hediyelerin başında ise sade ama bir o kadar anlamlı çiçekler geliyor. Sevginizi, alacağanız çikolata veya yollayacağınız bir kart ile de anlatmanız mümkün. Kısacası bu özel günde yanınızda gerçekten sevdiğiniz birisinin olması ve sevginizin karşılığının olduğunu bilmesi, her halde hepsinden çok ama çok daha önemli.
Hıristiyan alemindeki bu gelişme, Müslümanlar’ın tutucu kesimi tarafından dışlanıyor.
Hollanda’da ‘Aşk Profesörü’ olarak tanınan Renzo Verwer, De Telegraaf gazetesinde yayınlanan bir röportajında, Aziz Valentine’yi ‘eşcinsel’ olarak tanımladı ve bu yüzden kafasının kesildiğini iddia etti.
Tutucu Müslümanları memnun edecek olan bu idianın doğru olup olmadığı tartışmaları bakalım ne getirecek.
Tüm dünyada, evlenmeleri yasak olan rahipler hakkında eşcinsellik dedikoduları sürüp giderken, Aziz Valentine’nin de eşcinsel olduğu iddiası pek önem taşımıyor.
Ama, Aziz Valentine’nin, eşcinsel olduğu için öldürüldüğü iddiası üzerinde durmak lazım.
O zamanın Kralı Claudius, eşcinsel oldukları iddia edilen diğer rahipleri cezasız bırakırken, Aziz Valentine’yi neden öldürtsün ki?
Sağlıklı ve mantıklı düşünceye göre, Aziz Valnetine, Kral’ın emrine karşı çıkarak sevgilileri evlendirdiği için öldürmüştür.
Hollandalı ‘Aşk Profesörü‘nün bu son iddiası, her zaman olduğu gibi, eşcinselliği öne çıkaran basit bir reklam girişimidir.
Eşcinsellik konusu, Hollanda’da zaten her daim ön planda reklamı yapılan bir illet olmaya devam edecektir.
Cinsel tercihi ne olursa olsun, evlenmeleri yasaklanan gençleri birleştirdiği için kafası kesilen Aziz Valentine’yi, her 14 şubatta, sevgililerimize birer çiçek vererek anmaya devam edelim.
HINCAL ULUÇ’UN HİKAYESİ
Sevgililer Günü olarak kutladığımız bu günün nasıl doğduğu hakkında çeşitli rivayetler var.
Değerli dostum rahmetli Hıncal Uluç her yıl bu günü yazar. Sevgililer Günü’nü Türkiye’ye 1980 yılında kendisinin kazandırdığını da anlatır. Bir de sık sık tekrarladığı bir hikayesi vardır Hıncal’ın.
Okuyunuz:
Bir delikanlı ile bir genç kız birbirlerine deli gibi âşık olurlar. Birbirlerini o kadar çok severler ki, nişanlanmaya karar verirler. Genellikle nişanlılar birbirlerine hediyeler sunarlar. Ancak delikanlı yoksuldur ve hediye alacak parası yoktur. Sahip olduğu tek zenginlik, ona dedesinden kalan saattir.
Genç kızın zenginliği de saçlarıdır. Delikanlı, sevgilisinin güzel saçlarını düşünerek ona gümüş bir tarak almak ister. Bunun için de dedesinden kalan kol saatini satmaya karar verir. Aynı şekilde genç kızın da sevdiği erkeğe nişanlılık hediyesi alacak parası yoktur. O da yaşadığı yerin en büyük tüccarına giderek, kestirdiği saçlarını satar. Eline geçen parayla da sevdiği adamın saatine altın bir köstek satın alır ve nişanlanacakları gün buluştuklarında genç kız nişanlısına, onun sattığı saat için bir köstek; delikanhysa genç kıza, kızın kestirdiği saçlarını taraması için gümüş bir tarak hediye eder.
Hediyelerin kullanılacağı alan kalmamış olsa da niyet ve fedakârlık unutulmayacak kadar büyük ve önemli boyuttadır.Türk kültüründe hediye alışverişi, verildiği zamanlara göre çeşitlilik göstermektedir.
BU DA BİR BAŞKA RİVAYET
Sevgililer Günü’nün başlangıç tarihi eski Roma İmparatorluğu zamanına uzanıyor. Eski Roma’da 14 Şubat günü bütün Roma halkı için önemli bir gündü. Çünkü bu günde Roma tanrı ve tanrıçalarının kraliçesi olan Juno’ya duyulan saygıdan ötürü tatil yapılırdı. Juno ayrıca Roma halkı tarafından kadınlık ve evlilik tanrıçası olarak da biliniyordu. Bu günü takip eden 15 Şubat gününde ise Lupercalia Bayramı başlıyordu. Bu bayram halkın genç nüfusu için büyük önem taşıyordu. Bunun nedeni ise yaşantıları kesin kurallar ile sınırlandırılmış, bunun doğal sonucu olarak bir birliktelik yaşama şansı olmayan bu gençler sadece bu bayram süresince bile olsa birbirlerinin partneri oluyorlardı. Hangi genç bayanın hangi genç erkek ile bir çift oluşturacağı eski bir gelenek olan ve Lupercalia Bayramı’nın arife günü yapılan bir çekiliş ile belli oluyordu. Romalı genç kızlar isimlerini küçük kağıt parçalarının üzerine yazıp bir kavanoza koyuyorlardı. Genç Romalı erkkeler ise kavanozdan bu kağıtları çekerek üzerinde hangi kızın ismi yazıyorsa o kızla bayram eğlenceleri boyunca beraber oluyorlardı. Bu birliktelikler birbirine aşık olan çiftler için bayram süresinin dışına taşıp genellikle evlilikle sonlanıyordu. İmparator 2. Claudius, Roma’yı kendi katı kuralları ile zalimce yöneten bir hükümdardı. Onun için en büyük problem ordusunda savaşacak asker bulamamaktı. Ona göre bu durumun tek sebebi Romalı erkeklerin aşklarını ve ailelerini bırakmak istememeleriydi. İşte bu yüzden Roma’daki tüm nişan ve evlilikleri kaldırdı. Aziz Valentine de Claudius’un hükümdarlığı zamanında Roma’da yaşayan bir papazdı. Kendisi gibi papaz olan Aziz Marius ile birlikte Claudius’un yasağına rağmen gizlice çiftleri evlendirmeye devam etti. Ancak imparator bu durumu bir süre sonra öğrendi. Aziz Valentine insanları evlendirmeye devam ettiği için tutuklandı ve yaptıklarının cezası olarak sopa ile dövülerek öldürüldü. Milattan sonra 270 yılının 14 Şubatı Hristiyan şehitliğine gömüldü. Aynı zamanlarda Roma’daki putperestler, şubat ayı içinde kutlanan Lupercalia Bayramı’nı kendi putperest tanrıları için kutluyorlardı. Bayram öncesi yapılan geleneksel çekilişi ise seromoniye bağlı kalarak kendileri için uygulamaya başladılar. Hıristiyan Kilisesi’nin ilk kurulduğu yıllarda hizmet veren papazlar bu törenlerin, özellikle de evlenmemiş gençlerin putperestler ile birlikte anılmasından rahatsız oldukları için bir çözüm buldular. Bu gençlerin isimlerinin azizlerle birlikte anılmasını istedikleri için Lupercalia Bayramı’nın başladığı günü Aziz Valentine Günü olarak kutlamaya başladılar. O gün bugündür her yılın 14 Şubat’ı Sevgililer Günü olarak kutlanmaya devam ediyor ve yeryüzünde kadın ve erkek beraber olduğu sürece de kutlanmaya devam edecek gibi.
Milattan sonra ilk yüzyıllardan beri her yıl şubat ayının ondördünde kutlanan Sevgililer Günü’nün başlangıcı ile ilgili o günden günümüze kadar gelmiş çeşitli efsane ve hikayeler var. Bazı kaynaklara göre bu özel günün kutlanma sebebi Hristiyanlığı seçtiği ve bu inancından vazgeçmediği için öldürülen Romalı Aziz Valentine. 14 Şubat 270 yılında ölen Valentine’nin ölüm günü o günden sonra Sevgililer Günü olarak kutlanmaya başlanmış. Efsanenin başka bir yönü ise Aziz Valentine’nin İmparator Claudius hükümdarlığı ile aynı dönemde bir tapınakta papaz olarak hizmet vermesi ile ilgili. Claudius Valentine’i emirlerine uymadığı ve kendisine başkaldırdığı için tutuklatıp öldürdü. Bu olaydan 226 yıl sonra 496’da Papa Gelasius Aziz Valentine’i onurlandırmak için Şubat 14’ü Aziz Valentine Günü olarak belirlemiştir. Yıllar geçtikçe yavaş yavaş Şubat 14 sevgililerin, aşıkların birbirlerine aşk mesajları yolladığı bir gün haline geldi. Bununla pararel olarak Aziz Valentine de bütün sevenlerin koruyucu azizi haline gelip böyle anılmaya başlandı.
VIER VALENTIJNSDAG VOOR DEGENEN VAN WIE JE HOUDT, NIET VOOR RELIGIEUZE OVERTUIGINGEN!
*De knappe Valantino uit mijn jeugd was een priester.
*De Nederlandse professor in de liefde steunt degenen die Valentijnsdag niet als een heilige dag beschouwen: St Valentijn werd onthoofd omdat hij homo was.
*Kijk niet naar de titel en denk dat ik het eens ben met de bewering. Lees mijn commentaar tot het einde.
Commentaar van İlhan KARAÇAY:
Ik weet niet hoe het met jou zit, maar als ‘Valentijnsdag’ werd genoemd tijdens mijn jeugd, dacht ik altijd aan het liefdesverhaal van een zeer knappe Italiaanse Valantino en een mooi jong meisje. Bovendien was er een groot verschil tussen de Valantino van mijn verbeelding en de echte held van het verhaal, zowel visueel als sociaal.
Ik zal het je vertellen:
‘Valentijnsdag’, die sinds 14 februari 496, dus al 1523 jaar, over de hele wereld wordt gevierd, is naar verluidt niet ontstaan uit het bittere einde van een romantische liefde.
De held van Valentijnsdag is een priester met de naam Valentijn.
Sint Valentijn, die in de derde eeuw na de geboorte van Jezus Christus in Rome leefde, was een held die tevoorschijn kwam door het huwelijksverbod van koning Claudius, die zijn volk in die tijd terroriseerde. Als ‘Valentijnsdag’ ter sprake kwam, dacht ik altijd aan het liefdesverhaal van een knappe Italiaanse Valantino en een mooi jong meisje (zoals links op de foto hierboven).
Bovendien was er een groot verschil tussen de Valantino van mijn verbeelding en de echte held van het verhaal, zowel visueel als sociaal (zoals die rechts op de foto hierboven).
Claudius had zijn toevlucht genomen tot deze methode om ervoor te zorgen dat de soldaten die hij naar de oorlog zou sturen niet beïnvloed zouden worden door relaties zoals familie, echtgenoot en kinderen. Degenen die dit bevel niet opvolgden werden onthoofd. Jongens en meisjes die elkaars hand vasthielden, laat staan trouwden, werden ook onthoofd.
Sint Valentijn daarentegen kwam in opstand tegen deze situatie en beweerde dat de christelijke religie die hij had gekozen een heilige religie was die dergelijke praktijken niet zou accepteren.
In die tijd wendden jonge meisjes en jongens zich tot Valentijn en trouwden in het geheim volgens de regels van de kerk.
Koning Claudius, die van deze situatie hoorde, onthoofdde Valentijn omdat hij zijn bevelen negeerde.
De moord op Valentijn verontrustte een groot deel van de bevolking, maar niemand kon zich uitspreken uit angst voor de koning.
Valentijn, die in 269 was vermoord voor de misdaad van het verenigen van geliefden, werd in 496 geëerd, 227 jaar na zijn dood.
Op 14 februari 496 riep de toenmalige paus Gelasius elke 14 februari uit tot ‘Valentijnsdag’.
Sindsdien wordt 14 februari elk jaar over de hele wereld gevierd als ‘Valentijnsdag’.
Sinds Esther Howland in de jaren 1800 de eerste Valentijnskaart in de Verenigde Staten verstuurde, is Valentijnsdag een sociale gebeurtenis geworden die door steeds meer mensen wordt gevierd. Als logisch gevolg daarvan heeft het commerciële aspect van het evenement zich sterk ontwikkeld. Bijna iedereen geeft elk jaar op 14 februari cadeaus aan hun geliefden of echtgenoten, die in de geest van deze dag zijn en hun liefde voor de andere partij uitdrukken. Aan het begin van deze geschenken staan eenvoudige maar betekenisvolle bloemen. Het is ook mogelijk om je liefde te uiten met een chocolaatje of een kaart die je verstuurt. Kortom, iemand van wie je echt houdt bij je hebben op deze speciale dag en weten dat je liefde wordt beantwoord is veel, veel belangrijker dan al het andere.
Deze ontwikkeling in het christendom wordt door conservatieve moslims verstoten.
In een interview in De Telegraaf beschreef Renzo Verwer, in Nederland bekend als ‘Professor van de Liefde’, Valentijn als ‘homoseksueel’ en beweerde hij dat hij om die reden onthoofd was.
Of deze bewering, die conservatieve moslims zal bevallen, waar is of niet, valt nog te bezien.
Terwijl geruchten over homoseksualiteit van priesters, die niet mogen trouwen, over de hele wereld de ronde doen, is de bewering dat Sint Valentijn homoseksueel zou zijn van weinig belang.
Maar de bewering dat Valentijn werd gedood omdat hij homoseksueel was moet wel worden benadrukt.
Waarom zou de toenmalige koning Claudius Valentijn vermoorden als hij andere priesters die homoseksueel zouden zijn ongestraft liet?
Volgens gezond en logisch denken werd Valentijn gedood omdat hij minnaars trouwde in weerwil van het bevel van de koning.
Deze nieuwste bewering van de Nederlandse ‘professor van de liefde’ is, zoals gewoonlijk, een simpele reclamepoging om homoseksualiteit te promoten.
De kwestie van homoseksualiteit zal een kwaal blijven die in Nederland altijd op de voorgrond wordt geplaatst.
Laten we Valentijn blijven herdenken, die werd onthoofd omdat hij jonge mensen die niet mochten trouwen verenigde, ongeacht hun seksuele voorkeur, door elke 14 februari bloemen te geven aan onze geliefden.
HET VERHAAL VAN HINCAL ULUÇ
Er doen verschillende geruchten de ronde over hoe deze dag, die wij vieren als Valentijnsdag, is ontstaan.
Mijn goede vriend, wijlen Hıncal Uluç, schrijft elk jaar over deze dag. Hij vertelt ons ook dat hij Valentijnsdag in 1980 in Turkije introduceerde. Er is ook een verhaal dat Hıncal vaak herhaalt.
Lees het:
Een jonge man en een jong meisje worden smoorverliefd op elkaar. Ze houden zoveel van elkaar dat ze besluiten zich te verloven. Gewoonlijk geven de verloofden elkaar cadeaus. Maar de jongeman is arm en heeft geen geld om cadeaus te kopen. De enige rijkdom die hij heeft is het horloge dat hij van zijn grootvader heeft geërfd.
De rijkdom van het jonge meisje is haar haar. Denkend aan het mooie haar van zijn geliefde, wil de jongeman een zilveren kam voor haar kopen. Hiervoor besluit hij het polshorloge te verkopen dat hij van zijn grootvader heeft geërfd. Op dezelfde manier heeft het jonge meisje geen geld om een verlovingscadeau te kopen voor de man van wie ze houdt. Ze gaat naar de grootste koopman van de plaats waar ze woont en verkoopt haar geknipte haar. Met het geld dat ze krijgt, koopt ze een gouden armband voor het horloge van de man van wie ze houdt, en wanneer ze elkaar ontmoeten op de dag van hun verloving, geeft het jonge meisje haar verloofde een armband voor het horloge dat hij haar verkocht heeft, en de jonge man geeft het jonge meisje een zilveren kam om haar geknipte haar te kammen.
Ook al is de plek waar de geschenken gebruikt zullen worden niet meer over, de intentie en opoffering zijn te groot en belangrijk om vergeten te worden.De uitwisseling van geschenken in de Turkse cultuur varieert afhankelijk van de tijd waarin ze gegeven worden.
Türkiye Gazeteciler Cemiyetinin önceki başkanlarından Demirkent, Babıali’nin son anıt insanıydı.
Sadece gazeteci olarak değil, insan yönüyle, organizasyon yeteneğiyle, yönetici niteliğiyle de Demirkent, bağımsız gazeteciliğin sembolüydü.
İlhan KARAÇAY
Benim için süper bir baba, ağabey, arkadaş ve öğretmen olan rahmetli Nezih Demirkent, vefatından bu yana 23 yıl geçmesine rağmen, Türk medyasında hiç unutulmayan bir isimdir.
Dün O’nu mezarı başında analar arasında bulunan eski müdürüm ve sevgili dostum Ertuğ Karakullukçu, yapmış olduğu konuşmada O’nu ‘Babıali’nin son anıt insanı’ olarak nitelemişti.
Karakullukçu’nun konuşmasının da içinde yer alacağı haberi ŞEHRİ-İ HATAY’dan okuyalım:
Türkiye Gazeteciler Cemiyeti (TGC) önceki başkanlarından Nezih Demirkent ölümünün 23. yılında 11 Şubat 2024 Pazar günü Aşiyan Mezarlığı’nda kabri başında anıldı.
Törene TGC Genel Sekreteri Sibel Güneş, TGC Genel Saymanı ve Ekonomi Gazetesi Yönetim Kurulu Başkanı Hakan Güldağ, TGC Onursal Üyesi Rüştü Bozkurt, TGC kıdemli üyeleri Ertuğ Karakullukçu, Şekip Gümüşkanat, Ekonomi Gazetesi Haber Koordinatörü Mustafa Kemal Çolak ve çok sayıda gazeteci katıldı.
Anma töreninde konuşma yapan TGC Genel Sekreteri Sibel Güneş 1982 yılında başkanlık görevine başlayan Nezih Demirkent’in gazetelerin dayanışmasında, yerel ve yaygın medya arasındaki bağların güçlenmesine sağladığı büyük katkıya dikkat çekerek şöyle konuştu:
“Nezih Demirkent meslek yaşamını çalışan gazetecileri korumaya, meslek örgütlerine destek olmaya adamış bir gazeteciydi. TGC’nin kurumsallaşmasına büyük katkı sağladı. Onun başkanlık döneminde basının hafızası olan TGC Basın Müzesi ve TGC Huzurevi hizmete açıldı. İşsiz gazetecilere yayın organlarında yer açtı. Nezih Demirkent’i ve mesleki dayanışmada simge bir isimdi. İşsiz gazetecilere kapısını hep açık tuttu. Mesleğimize mıza sağladığı katkıyı hiç unutmuyoruz. 23. ölüm yıldönümünde sevgi ve saygıyla anıyoruz.“
RÜŞTÜ BOZKURT: NEZİH DEMİRKENT DEĞER ÜRETMEK İSTERDİ
TGC Onursal Üyesi, Ekonomi Gazetesi Başdanımanı Nezih Demirkent’in yakın çalışma arkadaşı Rüştü Bozkurt ise duygularını şöyle dile getirdi:
“Geçmişte topluma değer katmış insanları anmayı beceren insanlar toplumsal hafıza oluşturup sağlıklı bir gelecek yaratıyorlar. Geçmişte bir şeyler yapmış insanları görmezden gelenler de birbirini yemekten kurtulamıyorlar. Nezih bey değer üretmek isterdi, değer üretmeyi kamu görevi olarak ele almıştı. Değer verdiği kişileri siyasi görüşlerini hiç dikkate almadan koruyup kollamaya çalışırdı. Değer üretmenin sivil toplum örgütlerinden geçtiğini çok iyi bilirdi. Benim kendisiyle 20 yıl çok yakın çalıştım. Nezih Demirkent tüm eleştirilere açıktı. Bugün de Nezih Demirkent yaşasaydı umutlarımın kırıldığı noktada bana yol gösterirdi diye düşünürdüm. Yerinde rahat uyusun. Hepimiz onun gibi geleceğe pozitif izler bırakabilsek keşke.”
ERTUĞ KARAKULLUKÇU: BABIALİNİN SON ANIT İNSANIYDI
Nezih Demirkent’in yakın çalışma arkadaşlarından gazeteci Ertuğ Karakullukçu ise “Babıalinin son anıt insanıydı” diye başladığı sözlerini şöyle sürdürdü:
“Nezih Demirkent sadece gazeteci olarak değil, insan yönüyle, organizasyon yeteneğiyle, yönetici niteliğiyle de değerlendirilmelidir. Bağımsız gazetecilik sembolüydü. Haber doğruysa, kime dokunur, hiç düşünmezdi. Haber doğruysa yazardınız ve arkanızda kapı gibi Nezih Demirkent’in olduğunu bilirdiniz. Türkiye’de yerel gazeteciliği başlattı. Gazetenin Anadolu eklerini başlattı. Dünya Gazetesi’nde de Anadolu açılımlarıyla bunu destekledi. Onun öğrencileri olarak bağımsız gazetecilik ekolünü desteklemeyi sürdürmeye çalışıyoruz.”
TÜRK MEDYASININ BAŞ ÖĞRETMENİ OLAN NEZİH DEMİRKENT İLE YAŞADIĞIM NOSTALJİK ANILAR
11 Şubat 2001 Pazar. Bu tatil gününün yatak keyfini çıkarmak için TRT’deki Pazar Panorama’yı izliyorum. Bu nedenle de hiç kaçırmadığım NTV haberini kaçırıyorum. Saat 10.20’de telefon çaldı. Arkadaşım Erdinç Örgüt aramıştı. Aniden “Başın sağolsun” dediğini duyunca aklıma ilk gelen Nezih Demir-kent oldu. Zira, arkadaşım Erdinç, ailemden haber alamazdı. Bir devlet büyüğü ölseydi TRT yayını keser ve yayınlardı, Birkaç saniye içinde beynimde Demirkent yaşadı.
Ve Erdinç’in ‘Nezih Ağabeyi kaybettik’ deyişi ile çöktüm. Hemen istanbul’a uçma hazırlığına başladım.
Günboyu mobil telefonum susmadı. Allah hepsinden razı olsun. Demir-Halk Bank’ın Genel Müdürü Merdan Araz, İstanbul Havayollarının eski Müdürü Berk Güden, Avrupa Türk Telecom’un sahibi Ali Yavuz, gazeteci arkadaşlarım Ünal Öztürk ve Ali Okşak, turizmci dostlanm Refik Selahiye, Cemal Kapıkıran ve Nebil Zeytunlu bana ilk teselli verenler oldu. Daha sonra pek çok tanıdık ve okur taziyelerini bildirdi.
Meslek hayatımda benim babam, ağabeyim ve arkadaşımdı Demirkent.
1969 yılında Hürriyet’e girdiğim zaman Nezih Ağabey Hürriyet’in yan kuruluşu Yeni Gazete’de idi. 1971 yılında Hürriyet’in başına geçtiği zaman, Garbis Keşişoğlu yönetimindeki Avrupa nüshaların basımı için Frankfurt’ta matbaa kurma çalışmalarını tamamladı. O zamanki en büyük rakibimiz Tercüman idi. Tercüman’ın tirajına ulaşmak bir hayal gibiydi. Ama Avrupa’da oluşturduğumuz ekip, her geçen gün tirajımızın yükselmesine yetmişti. Nezih Ağabey, bir süre sonra Ertuğ Karakullukçu’yu Avrupa baskılarının başına getirdi. İşte bu atamadan sonra Hürriyet’in Avrupa baskılannın tirajı Tercüman’ın tirajını geçmeye başladı.
Hollanda ve Belçika benim sorumluluğumda idi. O yıllarda ulaştığımız tiraj rekor olmuştu. Bugün bile o günkü tiraja ulaşılamıyor. Nezih Demirkent, gazeteciliğin en ince yönlerini keşfetmiş bir yönetici olarak, tirajına ulaşılması bile hayal kabul edilen o zamanki Tercüman’ı geride bırakmayı başarmıştı. Bunun için hepimiz Hürriyet’i sırtımızda taşıdık diyebilirim.
Çok güçlüydü
Çok severdi Nezih bey Hollanda ve Belçika’yı. Hollanda’ya geldiği zaman Van Gogh ve Milli Müze’yi gezmeden gitmezdi. Onunla Hollanda’dan Belçika’ya otomobil ile bir seyahatimiz olmuştu. Başbakan Demirel Brüksel’e geliyordu. O günkü yayınlar nedeniyle Demirel, Hürriyet’e soğuktu. Demirel’in kalacağı otele geldiğimiz zaman lobinin en uzak köşesinde oturmuştuk. Başbakan Demirel otele geldiği zaman etrafında, sıkı bir koruma vardı. Hiç kimse yanaştırılmıyordu.
Hiç unutamıyorum. Demirel’in otel salonuna girişi ve asansöre binişinden sonra biri kulağına birşeyler fısıldadı. Demirel ellerini iki yana açtı ve asansörün hareketini önledi. Asansörden çıktı ve bizim oturduğumuz köşeye doğru yürümeye başladı. İşte o sırada Demirkent ayağa kalktı ve kendisine doğru gelen Demirel’e el uzattı. Tüm basın mensupları Demirel’in yanına yanaşamazken, aynı Demirel’in asansörden özel olarak çıkarak bizim oturduğumuz yere kadar yürümesi, Demirel’in Hürriyet’e ve Demirkent’e verdiği değeri ortaya koyuyordu.
Sağlamcıydı
Demirkent, muhabirlerine çok güvenirdi. Ama bir hata yapmamaları için de kontrol mekanizmasını çalıştırırdı. 1972 yılında Rotterdam’da Türkler’e saldırılar yapılıyordu. Günlerce süren bu saldınlarda Türk evleri yakılıyordu. Verdiğimiz haberler Türkiye’de de manşetlerde idi. İnanılması çok zor olan olayları aktarıyorduk. Nezih Ağabey, Delft’te ikamet eden yeğenine çaktırmadan görev vermiş bizi kontrol ettirmişti.
1976 yılında Beyaz Kelebekler’in “Sen gidince bak neler oldu” adlı şarkısı burada hit olmuştu. Radyo ve televizyonlar gün boyu bu parçayı yayınlıyordu. Geçen yıl hit olan Tarkan’ın “Şımarık” adlı parçası “Sen gidince” kadar ünlenmemişti. Nezih bey ile ‘Sen Gidince’yi çarşıda pazarda da her an duyuyorduk. Beyaz Kelebekler’i tam üç kez duyduğu zaman bana anlamlı bir bakış savurdu. Otelden çıkıp Zwolle’deki bir matbaayı ziyarete giderken radyoda bir kez daha Sen Gidince’yi duyan Nezih Ağabey espriyi patlattı “Ulan ben gelmeden önce radyolara talimat mı verdin?”
AJDA PEKKAN’IN GİZLİ AŞKI
Türkiye’de medyanın yayınlayamadığı haberler vardı. Bazı kişilerin aleyhine yazmak zordu. Bunlardan biri de, o zaman Ajda Pekkan ile gizli aşk yaşayan ünlü bir işadamıydı. Bu işadamının Ajda Pekkan ile ilişkisi olduğunu hiçbir yayın organı yayınlayamamıştı. Ajda Pekkan’ın Eurovizyon Şarkı Yarışma-sı’na “Petrol” adlı şarkı ile Lahey’de katıldığı haftaydı. Nezih Ağabey İstanbul’dan aradı ve aynen şunları söyledi:
“İlhan, Ajda’nın sevgilisi işadamı Erdoğan Demirören bugün Amsterdam’a geliyor. Onu havaalanından al, oteline götür ve ilgilen. Ama daha sonra da ne yapıp yap, Ajda ile birlikte fotoğraflarını çek ve bizzat bana gönder. Bunu yapamazsan ceketini al ve git.”
Emir büyük yerden ve de şaka yollu tehditli gelmişti. Ünlü işadamını havaalanında uçak kapısından aldım. Ajda’nın kaldığı otele giderken kendisine, “Bak, Nezih Ağabey’den emir geldi. Senin Ajda ile resimlerini çekeceğim ve göndereceğim” uyarısını yaptım. Ünlü işadamı eliyle işaret edip “Geç” dedi. Ben de kendisine, “Bak ben senin resmini çeker ve gönderirim. Benden göndermek, senden de yayınlatmamak” dedim.
Ajda ve ünlü işadamı ile bir hafta birlikte oldum. Bu bir hafta boyunca resim çekmeye hiç yanaşmadım. Taa ki Ajda’nın Petrol şarkısı ile fiyasko yaşanana kadar. Yarışma sonrasında otelin bodrum katındaki barına gittik. Yanımda eşim de vardı. Ajda ile ünlü işadamı kederden bol bol alkol alıyorlardı. Gazetemizin ünlü sosyete fotoğrafçısı Zozo Toledo da oradaydı. İşadamına, “Şimdi fotoğraf çekilme zamanı. Şöyle dörtlü bir hatıra fotoğrafı çekilelim” deyince hiç itiraz gelmedi. İşadamı, “Çekin anasını satayım” dedi. Zozo’yu çağırdım ve fotoğrafımızı çekmesini istedim. Zozo “Çekmem abi” dedi. Ben de kendisine bunun bizim için bir hatıra fotoğrafı olduğunu, işadamının da onay verdiğini söylediğim Zozo, fotoğraf çekmemekte ısrar etti. İşadamı bu kez “Çek ulan Zozo” dedi.
Bunun üzerine Zozo, “Abi şimdi sarhoşsun, yarın ayılınca anamı bellersin” deyiverdi.
Daha sonra Zozo fotoğrafımızı çekti ve film makarasını da bana verdi.
Otelden ayrıldıktan sonra zarf içine koyduğum filmi göndermek için Schiphol Havaalanı’na gittim ve kargo ile gönderdim. Ertesi sabah otel odasında buluştuğum Ajda ile işadamı neler olduğundan habersiz idiler. İşadamına filmin gittiğinf söyledim. Gazete dağıtımında çok etkili olan bu işadamı hemen İstanbul’daki sağ kolunu aradı: “Gazeteleri dolaş, akşam fotoğraflar çekilmiş. Git hepsini topla” emrini verdi.
Filmi alan Nezih Ağabey, Hafta Sonu Gazetesi’nin birinci sayfasının tamamını bizim fotoğraflarımız ile doldurup, “İşte işadamı Erdoğan Demirören ile Ajda’nın büyük aşkı” başlıklı bir haber koymuş. Bir hafta sonra İstanbul Hilton Oteli’nde karşılaştığım Zozo, bunun sonrasını bana şöyle anlattı: “Abi sorma yahu. Nezih Baba haberi tam sayfa koymuş. İşadamı önce Erol Bey’i aramış ve baskının durdurulmasını istemiş. Erol Bey baskıyı durdurmuş. İşadamı yola çıkan gazete yüklü kamyonları da durdurmuş.”
Türk medyasını karıştıran Özhan Hakantürk macerasını sizlere Yavuz Nufel kardeşimin kalemi ile aktarayım:
Yıl 1980. Aylardan Haziran. İlhan Karaçay, Avrupa Futbol Şampiyonası için İtalya’ya gider. Çalıştığı gazetenin o zamanki patronu Erol Simavi, ünlü şarkıcı Nükhet Duru ile birlikte Roma’dadır.
Karaçay, Frankfurt’tan aldığı bir haftalık Hürriyet gazetelerini patronuna götürmüş o günlerde şöhretinin zirvesinde olan Nükhet Duru ile birlikte otelin lobisinde çaylarını içitikten sonra mesleğini icra etmek için kolları sıvar.
Teçhizatını kuşanır ( Fotoğraf Makineleri) başlar spor haberleri için koşturmaya…
Türkiye’den gelen meslektaşları ile birlikte Avrupa Futbol Şampiyonası’nı takip eden İlhan Karaçay, bir meslektaşından duydukları karşısında hayretler içinde kalır; Meslektaşı; “Biz büyük bir grupla Hollanda’ya geleceğiz. Özhan Hakantürk adında biri Türkiye’den 50 gazeteci-yazar ile sözleşme yaptı. Hepimiz Hollanda’ya yerleşeceğiz ve çeşitli yayın organları çıkaracağız” diyordu.
Duyduklarından kısa bir süre sonra , Karaçay’ı Hollanda’daki bürosunda çalışan Yasemin Öztürk ile Necati Çavuşoğlu ararlar ve “Abi burada bir bey var, sizinle görüşmek istiyor” dedikten sonra ahizeyi yeni patron adayı Özhan Hakantürk’e verirler.
Hakantürk telefonda, “Size Genel Yayın Yönetmenliği teklifinde bulunacağım” sözleri üzerine İlhan Karaçay’ın cevabı kısa ve net olur, “Hollanda’ya gelince görüşürüz”
Karaçay’a yapılan bu teklif ; İstanbul’da Cağloğlu, Frankfurt’ta da Neu Izenburg’da dilden dile dolaşmaktakta basın camiasından günlerce
“Gündem”den düşmeyen konu olur.
Söylentiler ve Karaçay’a yapılan bu teklif üzrine o dönemde Hürriyet’in Frankfurt Genel Müdürü Garbis Keşişoğlu Karaçay’ı arar, “İlhan, nedir bu konuşulanların aslı. Sen de Hürriyet’i brakıp Genel Yayın Yönetmeni olacakmışsın” diye sorar. Karaçay yine kısa ve net konuşur ”Hollanda’ya dönünce bilgi vereceğim” der.
1980 Avrupa Futbol Şampiyonası’nın ardından Hollanda’ya dönen Karaçay, çıkacak gazete(ler) için Genel Yayın Yönetmenliği teklifinde bulunan Özhan Hakantürk ile görüşür ve Cağaloğlu ile Neu Izenburg’u ayağa kaldıran söylentilerin gerçekliliğini araştırmaya başlar. Başlar başlamasına ama Hakantürk, Karaçay’ın araştırmasına fırsat bile vermeden Genel Yönetmenlik teklifini yapmıştır bile.
Karaçay bu teklife anında “hayır” der. O sırada büroda bulunan ve Karaçay’ın “Hayır” cevabını duyan Yasemin Öztürk ile Necati Çavuşoğlu biribirlerinin suratlarına bakarlar; Hakantürk’e dönerek zafer kazanmış kumandan edası ile “Yaaa, biz İlhan abi kabul etmez demedik mi?” derler.
Çünkü Karaçay’ın Genel Yayın Yönetmenliği teklifinine verceği cevabın “Hayır “ olacağını söylemişler bu konuda patron adayı Hakantürk ile iddiaya girmişlerdir. O yüzden Karaçay’ın “Hayır” cevabını duyar duymaz ilk tepkileri “Yaaa!” olur.
Yasemin Öztürk ile Necati Çavuşoğlu’na karşı iddiayı kaybeden Hakantürk Avrupa’da çıkarmayı düşündüğü gazeteler için Türkiye’nin en ünlü yazar ve çizerleri ile sözleşme yapmıştır, İlhan Karaçay gibi Avrupa ve Hollanda’yı çok iyi bilen deneyimli bir gazeteciyi de bu yeni işin başına getirmeye kararlıdır.
Hakantürk, Karaçay’a aylık meblağı boş olan bir mukavele uzatır ve “Hadi kalk notere gidiyoruz” demesiyle İlhan Karaçay, Yasemin ile Necati’nin yüzlerine bakarak, “Ben bu maceranın sonunu merak ediyorum” şeklinde tepki veriken bir yandan da mukaveleye “Aylık 20 bin D Mark net ve artı masraflar” diye yazar!
Notere gidilir ve sözleşme İngilizce, Hollandaca ve Türkçe olarak üç dilde yapılır ve imzalanır.
Bir yandan ne olup bittiğini, bir yandan da bu maceranın sonunu merak eden Karaçay, ilk iş olarak Türkiye’deki meslektaşları ile görüşmek için İstanbul’da Hilton’a yerleşir ve Hollanda’da çalışmaya aday meslektaşlar ile teker teker görüşür.
Günlerce süren görüşmelere bugünün çok ünlü yazar- çizer takımından olanlar bile Karaçay ile görüşmek için sıraya girmiş günlerce sıra beklemek zorunda kalmışlardır.
Karaçay; “Çünkü o yıllarda gazeteciler öyle ahım şahım paralar almazlar kıt kanaat geçinirlerdi.” diyor. ‘Ağabey sizinle görüşmeye gelen, sıraya giren, bekleyen ve bugün burunlarından kıl aldırmayan isimlerden bir kaç isim verseniz’ şeklindeki ricam üzerine, otoriter bir baba edasıyla, ”Asla, meslek etiğine yakışmaz” diyor Karaçay.
‘Tamam abi yazılmamak kaydıyla bir iki isim’ diyorum ısrarla; “ Yavuz!… ,Yavuz,!…” diyor ses tonunu azcık yükselterek. Şayet Karaçay karşındaki kişinin adını iki kez art arda söylüyorsa kuracağı cümlenin başında : “Bu konuda daha fazla soru sorma, tamam” demektir.
Neyse, konumuza dönecek olursak İlhan Karaçay, Cağaloğlu’nu çalkalayan bu yeni gelişmeler hakkında konuşmak , bilgi vermek bilgi almak için Hürriyet’in başında bulunan merhum Nezih Demirkent ile görüşmeye gider.
Nezih beye durumu anlatan Karaçay, Demirkent’ten, “Bu tehlikeli bir maceradır. Hem sen ve hem de buradaki meslektaşlarımız zor duruma düşebilir. Sen bu işe girme.” tepkisiyle karşılaşır. Ama Karaçay, başladığı işin sonunun nereye varacağını bilmek ister. Bunun üzerine Nezih Demirkent, şaka yollu da olsa, “Hürriyet’te, ‘İlhan Karaçay ile hiçbir ilgimiz kalmamıştır’diye yarım sayfa ilan atarım’ tehdidini savurur. Karaçay da bunun üzerine, “Ben size ne kötülük yaptım ki ağabey” deyince, abartısız bir şekilde şu yanıtı alır Demirkent’ten.
“Bak İlhan, senin ismin, özellikle Avrupa’da Hürriyet’ten büyük. Bak, Günaydın gazetesi 1 milyon, biz ise 500 bin satıyoruz değil mi? Peki, bir milyon satan Günaydın’da, Londra muhabiri Bora Paran mı, yoksa 500 bin satan Hürriyet’teki İlhan Karaçay mı daha ünlü? Senin adını herkes ezberlemiş. Bunu tabii ki önce senin becerine sonra da Hürriyet’e borçlusun. Bu nedenle ben seni bırakmam.”
1970’li yıllarda, İlhan Karaçay ismi sadece Avrupa’da değil, Türkiye’de de çok ünlenmişti. Bir zamanların Hikmet Ferudun Es’i gibi ünlenmişti Karaçay.
Zira, Karaçay’ın dünyanın dört bir yanından gönderdiği haberler, Hürriyet’ten başka Haftasonu, Kelebek, TV’de 7 Gün ve Gonk gibi dergilerde manşetlerde yer almaktadır.
Meraklısı açar arşivleri bakar!
Dünya ve Avrupa Futbol Şampiyonaları demek İlhan Karaçay imzası demektir. O günlerde Hürriyet’de 9 sütun ( 8 sütün değil) İlhan Karaçay imzasıyla yayınlanmaktadır, o dönemin en önemli dış dünya haberleri, spor haberleri…
Rahmetli Demirkent ile görüşmenin sonunda, İlhan Karaçay saygıyı ve nezakati elden bırakmadan şöyle der: “Ağabey, bu bir kariyer meselesidir. Şu 50 isme bakar mısın? Ben bu 50 ünlünün Genel Yönetmeni olacağım. Burada paradan da önemli bir konu var.”
Bunun üzerine Demirkent, öz bir ağabey tavrı ile “İstersen Hürriyet’i bırakma. Hem bize hem de Hakantürk’e çalış” der; Karaçay’ın bu teklife cevabı çabucak “Evet” olur.
Karaçay, İstanbul’daki görüşmelerden sonra Hollanda’ya döner ve yeni patronu Hakantürk ile detaylı bir görüşme yapar. Bilgi ve fikir teatisinde bulunurlar. Karaçay bu görüşmeden tatmin olmaz. Fakat işler planlanandan daha hızlı ilerlemektedir. Türkiye’den 3 meslektaş gelmiştir ve işe başlamıştır bile.
Bunun için büyük bir büro kiralanmıştır. Türkiye’nin en ünlü yazar ve çizerlerin yer aldığı bir ekip tarafından İstanbul’da hazırlanan BOŞVER adlı bir mizah dergisinin kalıpları Hollanda’ya gelmiştir çoktan…
Tüm bu gelişmeler karşısında Karaçay mutlu değildir. İçine sinmeyen bir durumla karşı karşıya olduğunu hisseder. İçini kemiren soruyu sormak için bir gün Hakantürk’ü karşısına alır ve aynen şöyle der: “Söyle bakalım Hakan bey, bu değirmenin suyu nereden akacak? Sen CIA’ya mı, KGB’ye mi, Mossad’a mı, Ermenilere veya ayrılıkçılara mı hizmet edeceksin? Söyle bakalım, sen 50 ünlü gazeteciyi nasıl besleyeceksin?”
Hakantürk’ün yanıtı açıktır: “Sen bu yayıların Genel Yönetmeni değil misin? İstediğin gibi yayın yap.” Yayınların siyasi boyutu hakkındaki yanıtın olumlu olması bir yana para kaynağı hakkında açık bir cevap alamayan Karaçay kararlı bir şekilde; “Bak Özhan, bana parayı ve kaynağını göstermezsen ben bu işte yokum.” der.
Tabii ki para ve kaynağı gösterilemez.
Bunun üzerine Karaçay, Hakantürk’ü daha dikkatle takip etmeye başlar. Karaçay’ın bürosuna Hakantürk için gelen gidenler çoğalır. Utrceht’ten bir Tük Hakantürk’ün altına bir Mercedes otomobil çekmiştir. Bir yığın adam, “Özhan bey bizi gazeteci yapacak ve ikamet izni alacak” diye ortalıklarda dolaşmaya konuşmaya başlamıştır.
Karaçay’ın yüreğine şüphe düşmüştür artık.
Karaçay derhal İstanbul’a giderek Gazeteciler Cemiyeti’nde topladığı Hollanda’da çalışmak için daha önce Hiltonda görüştüğü meslektaşlarına “Ben bu işte yokum. Hollanda’ya kim gelirse beni yok bilsin. Sorumluluk bende değil, gelendedir.” diye açıkça konuşur, tavrını ortaya koyar. Buna rağmen ilk etapta üç meslektaş gelmiş ve o arada maketi İstanbul’da hazırlanmış olan BOŞVER isimli dergi Hollanda’da basılmış ve Avrupa’ya dağıtılmıştır çoktan!.
İlhan Karaçay, Özhan Hakantürk’ün gerçekleri konuşmayan bir maceraperest olduğuna kanaat getirdiğinde bomba patlar. Hakantürk’ün evine baskın yapan Utrecht polisi 5 sahte pasaport bulmuş ve Hakantürk’ü hemen ertesi gün sınırdışı etmiştir!
İlhan Karaçay, “Sorumluluğu almam” dediği halde, Hollanda’ya gelen ve açıkta kalan üç meslektaşına sahip çıkar ve onları selametle İstanbul’a gönderir. (Bu üç gazeteci Naci Yalınkılıç, Zakir Barutçu ve Ergin Sanver’dir)
Gerek Hollanda’ya gelen üç meslektaş ve gerekse çok ünlü olan 50 yazar çizerin isimlerini tüm ısrarlarıma rağmen öğrenemedim, O 50 kişilik isim listesi İlhan Karaçay’da saklıdır.
Hollanda’daki 50 yıllık Türk tarihinde, Cağaloğlu- Franfurt uzantılı günlük yayın organlarının yanı sıra yerel Türk medyası ile sayıları otuzu bulan, eline fotoğraf makinesi geçirenin “Gazeteciyim” pozlarında dolaştığı günümüzde, böyle bir anıyı yazmamak eksiklik olurdu. Hollanda Türk Medya tarihince yaşanan ilginç bir anı, bir macerayı da yine / ancak İlhan Karaçay gibi bir duayen yaşayabilir ve anlatabilirdi…
DEMİRKENT’İN, MUHABİRLERE ‘ÇÖPE ATILAN HABERLER’ KONUSUNDA VERDİĞİ İKİ ÖRNEK: MEHMET TÜRKER VE İLHAN KARAÇAY.
Mehmet Türker ile birlikte, muhabir haklarının iki ‘Yılmaz Savaşçısı olarak gösterilmiştik.
Son yılların, demokrasi savaşında önde gidenler sınıfına girmiş olan sevgili dostum Mehmet Türker’i kaybettiğimizi öğrendiğim zaman, Hürriyet gazetesindeki günlerimiz aklıma geldi.
O zaman Mehmet Türker Türkiye’de haberler üretiyor, ben de Hollanda’dan haber üretip Yazı İşleri Müdürlüğü’ne aktarıyorduk.
Şimdi hangi konu olduğunu bilemiyorum ama, Yazı İşleri Müdürlüğü’ne haber değeri olan bir konuyu fotoğraflı aktarmıştım.
Haber yayınlanmamıştı. Serviste çalışan arkadaşlara sorduğum zaman, ‘Yazı İşleri Müdürü kullandırtmadı’ dediler.
Bunun üzerine Yazı İşleri Müdürü’müzü aradım. Haberin neden kullanılmadığını sorduğum zaman, ‘Bunun kararını ben veririm İlhan’ diye kesip atmaya çalıştı. Ben ise, haberin çok ses getirecek bir nitelikte olduğunu, özellikle Avrupa ülkelerinde ses vereceğini anlattım. Ama O yayınlamamakta direndi. Ben de hakimiyetimi biraz kaybederek üzerine gittim. ‘Sen buradaki havayı koklayamazsın, buradaki havayı ben daha iyi koklarım’ dedim.
O hâlâ yayınlamamakta direnince, ‘Bak, sen de bu gazete için faydalı olmaya çalışıyorsun, ben de. Bu haber gazeteye çok şey kazandırır’ deyince, bana karşı yine direndi ve sertleşti. Bunun üzerine ben de sertleştim. ‘Bak ben konuyu patrona kadar götürürüm’ dediysem de olmadı. Öyle ya, kilometrelerce yol katederek saatlerce çalıştığım halde, haber değeri taşıyan yazım kullanılmamıştı. Sonunda çok sinirlendim ve çok kaba sayılacak kelimeler kullanarak telefonu kapadım.
Nasıl olduysa haber ertesi gün yayınlandı.
Şaşırmıştım ama, birşey anlamamıştım.
Aylar sonra, Hürriyet’in o zamanki hem Genel Müdürü ve hem de Genel Yayın Müdürü olan rahmetli Nezih Demirkent, dünyadaki tüm Hürriyet muhabirlerini Frankfurt’a çağırmıştı.
Toplantıların birinde, muhabir arkadaşların çoğu, gönderdikleri haberlerin çöp kutusuna atılmasından şikayet ettiler. Rahmetli Demirkent şikayetleri dinledikten sonra şöyle konuşmuştu: ”Şu, en arkada oturan İlhan Karaçay var ya, ona sorun, o size ne yapacağınızı iyi anlatır. Ben haberlerinin peşini bırakmayan iki adam tanıyorum. Biri Mehmet Türker, diğeri de İlhan Karaçay.”
Rahmetli Demirkent’in bu sözleri beni düşündürmüştü. Sonra birden aklıma gelmişti. Demek ki, benim münakaşa ettiğim Yazı İşleri Müdürü, yaptığımız sert tartışmadan sonra beni şikayete gitmiş. Demirkent de, habere bakınca, ‘Sen bu haberi kullan, ben Karaçay’a ağzının payını verir ve cezalandırırım” demiş olacak.
Rahmetli Mehmet Türker ile şahsımı, haberlerinin yayınlanması için savaş yapan iki muhabir olarak örnekleyen Demirkent’i ve Mehmet Türker’i rahmetle anıyorum…
KISACA NEZİH DEMİRKENT
Nezih Demirkent 1930 yılında İstanbul’da doğdu. F.Sabiha ve A.Nurettin Demirkent’in oğluydu. Haydarpaşa Lisesi’ni ve İÜ Hukuk Fakültesi bitirdi. Mesleğe 1950 yılında Son Saat Gazetesinde başladı. Yeni Sabah, Yeni Gazete ve Hürriyet’te, mesleğin çeşitli dallarında çalıştı. Hürriyet Gazetesinde Genel Yayın Müdürlüğü yaptı. Daha sonra Dünya Gazetesi’nin sahipliğini üstlendi. Fransızca biliyordu. “Sayfa Sayfa Gazetecilik”, “Medya Medya” ve “Salı Yazıları” isimli kitapları yayınlandı. Türkiye Gazeteciler Cemiyeti’nin önceki başkanlarından Nezih Demirkent, 50 yıl gazetecilik mesleğinin içinde bulundu. Uzun bir dönem TGC‘nin Başkan Yardımcılığı görevinde hizmet verdikten sonra 18 Kasım 1982 günü Başkanlığa seçildi. 10 yıl sürdürdüğü bu hizmetten, seçimde adaylığını koymayarak çekildi. TGC Hikmet Memduh Kızılağaç Huzurevi ile TGC Basın Müzesi projelerini gerçekleştirdi. TSYD’nin kurucu üyesiydi. Türkiye Gazete Sahipleri Sendikası’nın bir dönem başkanlığını yaptı. Basın Şeref Kartı taşıyordu. 11 Şubat 2001’de vefat etti. Tarih Profesörü Işın Demirkent ile evliydi. TGC üyesi, Demirkent Eğitim ve Araştırma Vakfı Başkanı Didem Demirkent’in babasıydı.
Türkevi Araştırmalar Merkezi, yardım raporunu kitap olarak yayınladı.
Hollanda yardım kuruluşları, yapılan harcamaları rapor halinde sundu.
Hollanda’daki Türk kuruluşlarının yardımları da yerini buluyor…
Hollanda’da toplanan 128 milyon euronun 40 milyonu harcandı.
Yardım kuruluşları şubat 2025’e kadar proje kabul edecek.
Haberin Hollandacası ve daha önce yayınlamış olduğum Türkiye-Hollanda arasındaki felaket yardımlarına ait haberler en altta.
İlhan KARAÇAY araştırdı:
Acıların konu edildiği olayları yazarken, duygu sömürüsü yapmak, yazarlığın en çirkin tarafı olmalıdır. Hele hele, aynı olayı maddi ve siyasi çıkar için kullanmak, lanet edilecek bir tutumdur.
Bir yıl önce 6 Şubat sabahı, tesadüfen uyanık olduğum ve TV izlediğim bir sırada meydana gelen Kahramanmaraş merkezli ve 11 ili kapsayan deprem haberlerini gözyaşları ile izlemiştim.
Daha sonra Hollanda’da yaşanan yardım kampanyalarını titizlikle takip etmiş ve gelişmeleri detaylı olarak yayınlamıştım.
Geçtiğimiz aralık ayında da, Hollanda Türk İşadamları Derneği HOTİAD’ın bağışladığı 102 adet konteyner konutun teslimat törenine katılmak için Hatay’a da gitmiştim.
Hollanda’dan verdiğim yardım haberleri genellikle olumlu haberlerdi.
Hollanda’da yetişen müzisyen kızımız Karsu’nun ve Hollanda Kurtarma Timi USAR ile Hava Ambülans Hizmeti MEDEVAC’ın çalışmaları, haberlerimin ana kaynağı oluyordu.
USAR’ın Başkanı Job Kramer MEDEVAC’IN Başkanı Moris Schonk ile…
Karsu’nun fedakârca çalışmaları ve yarattığı olumlu atmosfer tüm çevrelerin takdiri ile ödüllendirilmiş sayılır. USAR ve MEDEVAC’ın fedakârca çalışmalarını da, tüm ekiptekilere bir öğle yemeği, madalya ve teşekkürler ile ödüllendirmeye çalışmıştık.
Yıkarıda da zikrettiğim gibi, demrem yardımları konusunda en iyi ve en kontrollu ülke, Hollanda oluyordu.
İşte bu Hollanda’da var olan çeşitli Türk Sivil Toplum Kuruluşu ile resmi teşekküllerimizi de tebrik etmek ve ödüllendirmek şart olmuştur.
Türkevi Araştırmalar Merkezi, yukarıda sözü edilen kuruluşlardan biridir.
Türkiye’deki depremzedeler için yapılan yardım faaliyetlerini araştırma kararı alan Türkevi, akademisyenlerden oluşan bir ekibi devreye sokmuştur.
Araştırmada, Hollanda’da faaliyet gösteren Türk sivil toplum kuruluşlarının Türkiye’ye yönelik yardımları başta olmak üzere, Hollanda yardım kuruluşlarının, belediyelerinin ve arama kurtarma ekiplerinin faaliyetlerinin incelediği araştırmada, yardım faaliyetlerinde yer alan, Hollanda Diyanet Vakfı (HDV), Hollanda İnsani Yardım Vakfı (İHH), Türk Girişimciler Derneği (Tover), Hollanda İşadamları Derneği (HOTİAD), Kümbet Vakfı, Hollanda Uluslararası Demokratlar Birliği (UID), BM Live Vakfı ve Azerbaycan Türk Kültür Derneği gibi bazı sivil toplum kuruluşları ile mülakatlar yapıldı ve elde edilen veriler, tematik yaklaşım metodu ile analiz edildi.
Haftalarca süren bu araştırmanın sonunda tamamlanan rapor, “6 Şubat 2023 Depremi Sürecinde Hollanda-Türkiye Dayanışması” başlığı ile kitap olarak yayınlandı.
Türkevi Araştırmalar Merkezi’nin Başkanı Veyis Güngör, önceki gün bu kitabın tanıtımını, araştırmaya katılan kuruluşların temsilcileri önünde yaptı.
Gazeteci olarak naçizane şahsım ve Anadolu Ajansı muhabiri Selman Aksünger’in yanında, Hollanda Sivaslılar Platformu Başkanı İbrahim Çitil, Hollanda Türk İslam Kültür Dernekleri Federasyonu Başkanı Ömer Erdem, İHHNL Başkanı Ayhan Arslantaş, Türkevi’nden Mustafa Zeki Ören, Hollanda Samsunlular Derneği Başkan Yardımcısı İsmail Asma, HOLSAMDER Başkanı Mümin Özsoy, Nogay Vakfı Başkanı Orhan Demirci, toplantıya ev sahipliği yapan İHH Koordinatörü Hüseyin Gündüz, Hollanda Türk Turizmciler Seyahay Acenteleri Derneği Başkanı Kamil Saygı, TİCF Başkanı Ömer Altay, Hollanda Gelişim Vakfı Başkanı Selahattin Köse, Kümbet Vakfı Başkanı Bekir Baş ve gözlemciler Selim Şimşek ile Recep Can’ın katıldığı kitap tanıtım toplantısında, Veyis Güngör’ün yaptığı açıklamalar ilgiyle dinlendi.
Veyis Güngör şunları söyledi:
“Çalışmada, özellikle Hollanda Türkiye ikili ilişkilerinin önemine dikkat çekilerek, kendileriyle mülakat yapılan STK temsilcilileri, deprem sürecinde Hollanda’nın oldukça sıcak ve samimi davranış sergilediğini belirtmişlerdir.
Buradan hareketle, mevcut ilişkilerin öneminin korunması, gelecekteki ikili işbirliği fırsatlarının değerlendirilmesi ve bu iş birliğinin Hollanda ve Türkiye arasında pek çok alanda olumlu etkiler yaratabileceği potansiyelinin göz önünde bulundurulması, gelecek kuşakların yeni ilişkiler kurması açısından önem arz ettiğine dikkat çekilmiştir.”
Veyis Güngör, Hollanda’da deprem sürecinde ortaya çıkan yardım ve eylem çeşitliliğinin, kitapta yer alışını şöyle anlattı: “Arama, kurtarma ekipleri ve eğitimli köpekleri enkaz çalışmaları için Türkiye’ye gönderildi,
Bazı kiliselerde çanlarla İstiklal Marşı çalındı,
Bayraklar yarıya indirildi,
Köprüler, binalar kırmızı renkle ışıklandırıldı,
Temsilciler Meclisi’nde saygı duruşunda bulunuldu,
Hollanda Kralı, Başbakanı ve Maliye Bakanı yardım toplama merkezlerini ziyaret ettiler,
Belediyeler kişi başı 1 Euro bağışladılar,
15 Şubat akşamı Ulusal Yardım kampanyası başlatıldı,
Dostluk adına futbol maçı yapıp geliri Türkiye’ye gönderildi,
Hollandalılar hem maddi olarak hem de ihtiyaç malzemeleri getirerek yardım ettiler.”
Kitapta yer alanların, mümkün mertebe okutulması gerektiğini arzulayan Veyis Güngör şöyle devam etti:
“Deprem sürecinde, organize edilen başta Ulusal Yardım Kampanyası olmak üzere, diğer kampanyaların başarılı olmasında, Hollanda medyasının rolü öne çıkmıştır. Depremi birinci haber olarak vermeleri, günlerce gündemde tutmaları, toplanan yardım miktarının artmasını sağlamıştır.
Türkiye’de meydana gelen şiddetli deprem, Hollanda’da yaşayan Türklerin bir bütün olarak hareket etme çabası içerisinde olduklarını göstermiştir. Depremde yaşanan acı ve trajedinin yanı sıra, dayanışma, birlik ve insani duygularının perçinlendiği bu vesile ile ortaya çıkmıştır. Bu acı gelişme sonrasında bir kez daha görülmüştür ki, Türkiye, Türkiye’den büyüktür.”
Veyis Güngör, depremzedeler için Hollanda cephesinde neler yapıldığını da şöyle anlattı:
“Deprem ve devamındaki artçılar sonrası, Birlikte Çalışan Hollanda Yardım Kuruluşları, -Giro 555 üye kuruluşları-, 15 Şubat 2023 günü Ulusal Yardım Kampanyası düzenlemiştir. Kuruluşlar bölgeye acil yardım malzemeleri göndermiştir. İlk gönderilen yardımlar arasında geçici barınaklar, su ve sanitasyon, tıbbi bakım, yiyecek ve içeceklerden oluşan malzemeler bulunmaktadır. Bunun yanı sıra, hijyen kitleri, kışlık kıyafet ve battaniye gibi yardım malzemeleri de dağıtılmıştır. Hayatta kalanlara, ihtiyaçlarını gidermek için nakit para ve kuponlar verilmekle birlikte, psiko sosyal yardım ve travma rehberliği sağlandı ve çocukların rahat edebilecekleri güvenli alanlar oluşturuldu.
Hollanda Kurtarma Timi USAR, 65 kişilik ekip ve 8 arama köpeği ile 25 Şubat tarihine kadar deprem bölgesinde çalışmalar yapmıştır. Enkaz altından yüzlerce yaralıyı çeşitli şehirlerdeki hastanelere taşımıştır. Uluslararası “Hava Ambulans Hizmeti”(MEDEVAC) kuruluşu, depremin ilk günü havacılardan oluşan 45 kişilik bir sağlık grubuyla deprem bölgesine ulaşmıştır. Ekibi bölgeye ulaştıran C-130 Hercules uçağı, 25 şubat gününe kadar orada kalıp, yüzlerce yaralıyı çeşitli şehirlerdeki hastanelere taşımıştır. Kurumsal yardım kampanyaları yanı sıra, Hollanda’nın hemen hemen her köşesinde bireysel yardım kampanyalarının yapıldığı da gözlemlenmiştir.”
Araştırmayı yapan akademisyenlerin, Sivil Toplum Kuruluşları ile yaptıkları mülakatlar sonrasında şu konu başlıkları ön plana çıkmıştır.
“Yardımların toplanması ve Türkiye’ye sevki noktasında, Sivil Toplum Kuruluşları arasındaki işbirliğinin geliştirilmesi gerekmektedir.
Giro 555’in, toplanan yardım paralarının yerine doğru bir şekilde ulaşıp ulaşmadığı hususunda mülakat yapılanlar arasında ciddi tereddütler bulunmaktadır.
Deprem yardım çalışmalarında her STK’nın harekete geçtiğine dikkat çekilirken, profesyonel bir koordinasyonun olmamasından şikayet edilirken, daha planlı ve koordineli bir yardım kampanyasının yapılabileceği, çeşitli STK temsilcileri tarafından dile getirilmiştir.
Araştırmaya katılanlar, Türkiye’deki sivil toplum kuruluşları ile işbirliği yapmayı düşündüklerini belirtirken, Hollanda’daki STK’larla koordineli bir şekilde bir afet yardım organizasyonunun hayata geçirilmesini önemsemektedirler. Bazı katılımcılar, organizasyonun Büyükelçilik öncülüğünde yapılmasını salık vermekteler.”
Veyis Güngör, konuşmasını teşekkür cümleleri ile şöyle sonlandırdı:
“Deprem yardımları sürecinde vuku bulan hadiselerin yönetimi ve koordinasyonu noktasında, başta T.C. Lahey Büyükelçiliği olmak üzere, T.C. Amsterdam, Deventer ve Rotterdam Başkonsolosluklarının, hem sahada hem de diplomatik alanda etkin rol oynadığı görülmüştür. Bu kapsamda hem Dışişleri Bakanlığımızı misyonlarına, hem de görüşme gerçekleştirilen Sivil Toplum Kuruluşlarımıza, Türkevi Araştırmalar Merkezi olarak şükranlarımızı iletiyoruz.”
Veyis Güngör’ün konuşmasından sonra, söz alan katılımcılar, kendi görüşlerini anlattıktan sonra, anlaşılmayan konular hakkında bilgi istediler.
Konuşmaların odak noktası ise, Giro 555’te bulunan 80 milyon euro kadar paranın iyi değerlendirilmesi için proje üretimi yapılmasının teşvik edilmesi oldu.
HOLLANDA CEPHESİNDEN DE AÇIKLAMA VAR
11 Yardım Kuruluşundan oluşan Giro 555’ten gelen son açıklama, yüreklerimize su serpti adeta…
İletişim Koordinatörü Gün Özkara imzasıyla gelen açıklamada aynen şunlar yazılıydı:
Giro555 gelirleriyle Türkiye ve Suriye’de 5,5 milyondan fazla insana yardım edildi
Nihai geliri 128 milyon avroyu bulan yardım çalışmaları, bir yılın ardından hâlâ acil yardım, psikososyal destek ve geçim kaynaklarının yeniden tesisi alanlarında tüm hızıyla devam ediyor.
Amsterdam, 5 Şubat 2024:
Yaklaşık bir yıl önce Hollanda, Türkiye ve Suriye’deki depremzedeler için kitlesel olarak seferber oldu.
Sayaç, 31 Aralık 2023’de 128 milyon avroyu gösteriyordu ve böylece bu kampanya, Giro555’in şimdiye kadarki en büyük üçüncü kampanyası oldu. Giro555’in arkasındaki kuruluşlar, kampanyanın ilk bölümünün tamamlanmasıyla birlikte ilk dokuz ayda en az 5,5 milyon kişiye ulaşmış oldu. Giro555 tarafından bugün yayınlanan 9 aylık raporda da aynı şey söyleniyor. Bu dönemde, yardım çabalarının odak noktası, özellikle insanların enkaz altından çıkarılması, gıda paketleri, temiz içme suyuna erişim, tıbbi yardım ve geçici barınma gibi akut ve hayat kurtarmaya yönelik ihtiyaçlar oldu. Özellikle Suriye’de ve Türkiye’nin bazı bölgelerinde bunlar gerekli olmaya devam etse de, odak noktası yavaş yavaş yerel ekonomilerin ve geçim kaynaklarının yeniden tesis edilmesine kayıyor. Yardım kuruluşları, başka şeylerin yanı sıra çocuklara yönelik psikososyal destek de sunuyor.
Elde edilen gelirlerle Ekim 2023 sonuna kadar 5,5 milyondan fazla insana ulaşıldı ve diğer şeylerin yanı sıra 500.000’den fazla gıda paketi dağıtıldı. En büyük miktar, akut acil yardım, geçici barınma ve su ve sanitasyon sağlamaya gitti. Özellikle Türkiye’de çok sayıda geçici çadır ve konteyner kampları kuruldu, ev ve binalarda güvenlik denetimleri ve onarımlar gerçekleştirildi. Suriye’de ise temiz içme suyu ve hijyen tesislerinin yetersizliği nedeniyle yardımların çoğu su ve sanitasyona gitti. Türkiye’de yardımların %21’i barınmaya, %19’u yerel girişimcilerin mali olarak desteklenmesi gibi geçim kaynaklarına, %16’sı ise su ve sanitasyona harcandı. Suriye’de yardımların çoğu (%26) su ve sanitasyona, %18’i insanların geçimlerini sağlayabilmeleri için CASH projelerine ve %9’u geçim kaynaklarına aktarıldı.
Türkiye ve Suriye’de harcanan miktar neredeyse birbirine eşit olup, önümüzdeki aylarda da eşit dağıtılacak. Yardım operasyonunun boyutu etkilenen bölgelerin büyüklüğü nedeniyle çok büyük ve her bir bölgenin kendine ait zorlukları bulunuyor. Yardım kuruluşları kampanyanın devamında, Mart 2025’e kadar yardım sağlamaya devam edecek.
Giro555, Eylem Başkanı Michiel Servaes, “Her bir yardım kuruluşunun Giro555 adına sunduğu uzmanlık, her iki ülkede de farklı ihtiyaçlara cevap verebilmemizi sağlıyor. Depremden önce Suriye’de pek çok insan için yeteri kadar gıdaya ulaşmak zaten zordu. Depremden sonra durum, başka şeylerin yanı sıra, hızla artan enflasyon nedeniyle daha da kötüye gitti. Yardım kuruluşları, yemek, gıda paketleri ve çeşitli nakit projeleri şeklinde gıda dağıtımı için geniş çaplı çalışmalar yaptı. Türkiye’de, başka sorunların yanı sıra, büyük bir su sorunu ortaya çıkmıştı. O zamandan bu yana, bölgedeki binlerce insana yeniden temiz su sağlayacak bir su arıtma tesisini onarmayı başardık. Her iki ülkede de faaliyetlerimizi sürdürüyoruz. Aşırı kış koşulları nedeniyle, ne yazık ki halen çadır kamplarında kalmakta olan insanlara, daha fazla battaniye ve sıcak tutan kıyafetler gibi ilave yardımlar gönderdik.” diyor.
Giro555 adına faaliyet gösteren 13 yardım kuruluşu, insanların yeniden geçimlerini sağlayabilecek duruma gelmeleri için önümüzdeki yıl da ailelere ve girişimcilere barınma, psikososyal destek ve mali desteğin artırılması da dahil, acil yardım sağlamaya devam edecek.
Felaketin hem yetişkinler hem de çocuklar açısından büyük psikolojik ve sosyal sonuçları oldu. Bu konuya özel önem veren kuruluşlardan biri de UNICEF’tir. Acil Yardım Koordinatörü Wietske Nijman, özellikle çocuklara yardım etmenin önemli olduğunu söylüyor ve, “Onların normal rutinleri bir anda alt üst oldu ve arkadaşları genellikle başka yerlere göçtü. Pek çok çocuk ebeveynlerini, ailesini ya da evini kaybetti. Tüm bunlar kaygı, sosyal izolasyon, depresyon ve strese bağlı diğer sorunlara yol açabilir. Eğitimin de verileceği çocuk dostu özel alanların yaratılması çocukların ruh sağlığı için büyük önem taşıyor. UNICEF, Giro555’in yardımıyla, halihazırda 36 çocuk dostu alanı destekleyebildi ve bu yıl 45 alan daha desteklenecek.” diyor.
www.giro555.nl <https://www.giro555.nl/> adresinde ülke bazında, hangi acil yardımın hangi kuruluş tarafından sağlandığı görülebilir. Kampanya miktarının tamamının harcanmasına ilişkin nihai rapor Haziran ayında yayınlanacak.
Giro555, toplanan paranın nasıl harcandığı konusunda şeffaf olan 11 yardım kuruluşundan oluşan bir iş birliği platformudur. Giro555 kampanyasından elde edilen gelir, 11 katılımcı yardım kuruluşu ve akredite misafir katılımcılar arasında dağıtılıyor. Bu sayede her bir kuruluş doğrudan acil yardım sağlayabiliyor olup, yardım çabalarının sonuçları hakkında Giro555’e belirli aralıklarla rapor verir.
Giro555’in Türkiye ve Suriye’deki deprem için iş birliği yaptığı yardım kuruluşları şunlardır: CARE Netherlands, Cordaid, Kerk in Actie, Netherlands Red Cross, Oxfam Novib, Save the Children, Stichting Vluchteling, UNICEF Netherlands ve World Vision. Dokters van de Wereld, VNG, War Child ve Habitat ise halihazirdaki ek konuk katılımcılardır.
Giro 555’in konuyla ilgili olarak hazırlamış olduğu görüntüleri izlemek için, aşağıdaki linke tıklayınız.
KAHRAMANCA ÇALIŞAN USAR VE MEDAVAC İÇİN DAHA ÖNCE YAYINLADIKLARIM
Kuruluşunun 20’nci yılı kutlanan USAR hakkında daha önce de yayın yapmıştım.
Hollanda ile Türkiye arasındaki yardımlaşma konusunu da haber yapmıştım.
Sizlere o iki haberi yeniden sunuyorum:
LAHEY BÜYÜKELÇİLİĞİMİZ VE YUNUS EMRE ENSTİTÜSÜ’NDEN HOLLANDALI DEPREM KAHRAMANLARINA BÜYÜK JEST…
Enkaz altından 12 insanımızı ve bir de köpeği canlı çıkaran Hollanda yardım ekibine, ‘Teşekkür ve Minnet Borcu Yemeği’ verildi.
45 Kişilik sağlık ekibi MEDEVAC ve 65 kişilik kurtarma ekibi USAR’ın kaptanları Maurice Schonk ve Job Kramer, “ İlk kez böyle bir jest ile karşılaştık” dediler.
USAR’ın, 1999 Marmara depreminden sonra kurulmuş olduğuna dikkat çeken Kramer, “Bu gerçek, bizi daha da kamçıladı” dedi.
İlhan KARAÇAY’ın haberi:
56 Yıllık gazetecilik yaşamımda ve binlerce yıllık tabii afet tarihinde hiç rastlamadığım, Kahramanmaraş merkezli deprem felaketi, bıraktığı acı izlerin yanında, insan sevgisinin de ne kadar gerçekçi olduğunu ortaya koydu.
İzleyenleri bir acı girdabına sokan Anadolu’daki son felaket, yüreğinde insan sevgisi olan herkesi harekete geçirdi. Dünyanın çeşitli ülkelerinden kurtarma ve sağlık ekipleri, depremzedeler için harekete geçti.
Sadece Avrupa Birliği’nden 21ülkeden 1.150 kişi ve 70 arama köpeği deprem bölgesine aktı.
Deprem bölgesine akan yardımseverler arasında tabii ki Hollandalılar da vardı.
MEDEVAC
Depremin birinci günü. Havacılardan oluşan 45 kişilik sağlık grubunu taşıyan C-130 Hercules uçağı, 25 şubat gününe kadar orada kaldı ve yüzlerce yaralıyı çeşitli şehirlerdeki hastanelere taşıdı.
45 kişilik ekip, deprem bölgesinde kurdukları sağlık çadırlarında da yüzlerce yaralıyı tedavi etti.
USAR
65 kişi ve 8 arama köpeği ile deprem bölgesine giden ve 12 insanımız ile bir köpeği enkaz altından canlı çıkaran USAR ekibi, günlük yaşamlarında itfaiyeci, hastabakıcı, doktor, polis ve inşaatçılardan oluşuyor.
GERİ DÖNÜŞLER
Hollanda yardım ekiplerinin geri dönüşleri de hararetli oldu. Ekiplerin Hollanda’ya geri dönüşlerinde Lahey Büyükelçimiz Selçuk Ünal, Adalet Bakanı Dilan Yeşilgöz, Rotterdam Belediye Başkanı Ahmed Ebutaleb ve kalabalık Türk grupları çiçeklerle hazır bulundular.
…VE TEŞEKKÜR YEMEĞİ
Hollanda Yardım Kuruluşlarının, deprem sonrasında ortaklaşa başlattıkları bağiş kampanyası sonunda toplanan 110 milyon euro, Hollanda için rekor bir meblağdı. Hollanda kurtarma gruplarının, deprem bölgesinde yaptıkları fedakârlıklar, gönüllerde taht kuracak cinstendi.
Bunlara karşın, bizim devletimiz ve yurttaşlarımız gerekli şükranlıkları gösterdiler ama, birilerine göre bu yetmezdi.
İşte, bu birilerinden biri de, Amsterdam Yunus Emre Enstitüsü’nün müdürü Adil Akaltun’du.
Adil Akaltun, Lahey Büyükelçimiz Selçuk Ünal’a başvurarak durumu arzetti. Büyükelçimiz Ünal, “Ben de Hollandalıların bu fedakârca girişimlerine özel bir teşekkür düşünüyordum” dedi.
Akaltun hemen önerdi: ”Biz Yunus Emre’de bir öğle yemeği verelim, siz de bize katılın.”
Büyükelçinin onayından sonra, Hollanda’dan deprem bölgesine giden iki ekibin tamamına davetiye gönderildi.
Bu davet o kadar memnuniyet vericiydi ki, iki gruptan pek çoğu bu yemeğe katıldı.
Amsterdam Başkonsolosumuz Mahmut Burak Ersoy’un da katıldığı yemek öncesinde yapılan konuşmalarda, büyükelçimiz Ünal Ünal teşekkürlerini sunarken, iki grubun başkanları da hissiyatlarını anlattılar.
Hediye dağıtımından sonra, kadınlarımızın hazırladıkları leziz yemeklerimiz açık büfe olarak sunuldu. Aslında bir Güney ve Güneydoğu yemeği olan içli köfte çok beğenildi ve kapışıldı. Ama sonradan öğrendiğime göre, içli köfteyi yapan Güneydoğulu deği, Konyalı bir bayandı.
Yemek sonrasında konuştuğum MEDEVAC’ın Başkanı Moris Schonk, Türkiye’de yaşadıkları facia sonrasının, bu güne kadar görülmüş faciaların en büyüğü olduğunu ve Türk halkının kendilerine gösterdikleri yakınlığı hiç unutamayacaklarını belirtirken, “Ama bize yapılan bus on yemek jestini hiç mi hiç unutmayacağız. Sonsuz teşekkürler” dedi.
USAR’ın Başkanı Job Kramer ise şunları anlattı: “Büyükelçiliğinizin, Yunus Emre Enstitüsü ile ortaklaşa düzenledikleri bu jest bizi çok mutlu etti. Türkiye’deki çalışmalarımız sırasında çok zor anlar yaşadık. Ama biz enkaz altından canlı çıkardığımız zaman, gösterilen sevinç ve alkışları hiç unutmayacağız. Şunu mutlulukla söyleyebilirim ki, bizim grubumuz, yinebir Türkiye felaketi sonrasında kurulmuştu. 1999 Yılında yaşanan deprem felaketi sonrası devlet bize bu imkânı tanıdı. Bu nedenle de Türkiye’nin bizde bambaşka bir yeri var. “
KÖPEK MİKA DA VARDI…
Deprem bçlgesine götürülen 8 köpekten biri de Mika’ydı. Teşekkür yemeğine getirilen Mika da menudeki yemeklerden nasibini aldı. Çok kişinin canlı olarak kurtarılmasında rol oynayan Mika, Lahey Büyükelçimiz Selçuk Ünal’ın da dikkatini çekti. Büyükelçi Ünal, Mika’yı okşayarak teşekkürlerini sunmuş oldu.
**********************
1916 SEL FELAKETİNDE 2.387.90 FLORİN, 1953 SEL FELAKETİNDE BATTANİYE GÖNDERDİĞİMİZ HOLLANDA, TÜRKİYE DEPREMZEDELERİ İÇİN 90 MİLYON EURO TOPLADI.
Medyada tam 10 gündür, duygulu anlar yaşatan görüntülerin etkilediği Hollandalılar, 100 milyonu aşması beklenen, tarihin en büyük yardım meblağını yakaladılar.
Türkiye’de televizyonlar ortak yayın yaparken, Hollanda’da da televizyonlar, ünlülerin katılımı ile yardım çağrısında bulundular ve rekor meblağı buldular.
Sanatçımız Karsu’nun aynı yayında icra ettiği ‘Gönlüm hep seni arıyor neredesin Sen’ şarkısı, altyazı tercümeli olunca, daha çok duygulanan Hollandalılar gönüllerindekileri boşalttılar.
İlhan KARAÇAY yazdı:
Meydana gelen felaketler, insanları olduğu gibi, devletleri de duygulandırınca, medeniyet ve minnettarlık devreye giriyor ve dostluk ilişkileri alevleniyor.
Bunun son örneğini, ülkemizde onbir ilde meydana gelen deprem sırasında yaşadık.
Örneğin, düşmanca ilişkilerimiz olan Ermenistan, Yunanistan ve İsrail gibi ülkelerin yardım isteklerini geri çevirmedik. Haliyle de bu ülkelerden gelen insanlarla kucaklaştık.
Gönül ister ki, insanlık uğruna kucaklaşabildiğimiz bu ülke ve insanlarıyla, bundan sonra da sıcak ilişkilerimiz devam eder.
Şimdi sizlere düşman bir ülkeden değil, kuruluşları sırasında ilk bizim tanıdığımız, 80 yıllık İspanya savaşında destek verişimiz ile savaşı kazanmalarına yardım ettiğimiz ve lalemiz ile zengin ettiğimiz bir ülkeden, yani Hollanda’dan söz edeceğim.
Arada bir, siyasi tartışmalar yaşadığımız ve şahsen benim de ‘Irkçılık yapıyorlar’ diye fırçaladığım Hollandalılar ile gerçekten de dostmuşuz…
Hollandalılar ile dost olduğumuzun ispatı için, geçmişten pek çok örnek verebileceğim gibi, son yaşanan örneği, ‘perçin’ olarak kabul edebiliriz.
Hollandalılar, tıpkı 1999 Marmara depremi sonrasında olduğu gibi, şimdi yaşadığımız felaket sırasında ve sonrasında duyarlılıklarını yeniden ortaya serdiler.
1999 depremi sonrasında, birbirimize kenetlenerek yaptığımız bir kampanya sonrasında 67 milyon Gulden yardım toplanmıştı. O zaman da Prensesler, Bakanlar ve ünlüler camilerimize koşmuş ve sonra da yine ortak bir TV yayını ile o zamanki rekor meblağı toplamışlardı.
Hollandalılar şimdi de, deprem bölgesine kalabalık bir yardım ekibi göndererek ve 12 canımızı kurtararak dostluklarını ortaya koydular. Depremi takip eden günlerde, Başbakan ve Bakanlar ve hatta Kral Willem Alexander, Türkler ile buluştular ve kucaklaştılar. Belediyeler bayraklarını yarıya indirdiler, geceleri kırmızı ışıklarla ile Türk bayrağını simgelediler ve her yurttaş için bir euro hesabıyla, toplamda 17 milyon euro bağış yaptılar.
Kral Willem Alexander, ziyaret ettiği Türkler ile.
Hollandalılar’ın en büyük ve duyarlı yardım kampanyası, dün yapılan ortak TV yayınında gerçekleşti.
Türkiye’de, ünlülerin katıldığı ‘Türkiye Tek Yürek’ başlıklı ortak TV yayını sırasında 120 milyarı aşan rekor bir meblağ toplanırken, Hollanda televizyonlarının ortak yayınında da 90 milyar euroyu bulan ve 100 milyonu aşması gerek rekor bir meblağ toplandı.
Başbakan Rutte, ziyaret ettiği Türkler ile.
TV yayınının en duygulu anı, burada yaşayan şarkıcı kızımız Karsu’nun konuşması ve şarkı söylemesi sırasında yaşandı. Karsu, Hataylı bir ailenin kızı. Anne ve babası ona köylerinin adını vermişlerdi. Bu ara harabe haline gelmiş o köy görüntülenirken, Karsu da enkaz altında kalan 16 aile ferdinin acısını anlatıyordu. Karsu daha sonra piyanoya geçip ‘Gönlüm hep seni arıyor neredesin sen’ şarkısını söyledi. Şarkının sözleri altyazı ile tercüme edilince, göz yaşları pınar olup aktı.
İşte Karsu’nun seslendirdiği, depremzedeler için
‘biçilmiş kaftan’ gibi şarkının sözleri ve tercümesi:
Şu garip halimden bilen, işveli nazlı,
Gönlüm hep seni arıyor, neredesin sen? Mijn liefste, jij weet hoe verloren ik me voel;
mijn hart zoekt steeds jou, waar ben je nu?
Tatlı dillim, güler yüzlüm, ey ceylan gözlüm,
Gönlüm hep seni arıyor, neredesin sen, neredesin sen? Je zoete woorden, je lieve lach, je mooien ogen;
Mijn hart zoekt steeds jou, waar ben je nu?
Ben ağlarsam ağlayıp, gülersem gülen,
Bütün dertlerim’ anlayıp, gönlümü bilen Jij die huilt als ik huil, lach als ik lach;
Jij die al mijn pijn en verlangens begrijpt,
Sanki kalbimi bilerek, yüzüme gülen,
Gönlüm hep seni arıyor, neredesin sen, neredesin sen? Jij die glimlachend recht in mijn hart kijkt;
Mijn hart zoekt steeds jou, waar ben je nu?
HOLLANDA ACİL YARDIM EKİBİ USAR’IN 20’NCİ YILI KUTLAMASINA KATILAN BÜYÜKELÇİMİZ VE HOLLANDA DIŞİŞLERİ BAKANI DOSTLUĞUMUZU PEKİŞTİRDİLER
Lahey Büyükelçimiz Selçuk Ünal: “USAR’ın 1999’da Türkiye’yi vuran trajik depremlerden ilham alınarak kurulmuş olması sevindiricidir.”
Hollanda Dışişleri Bakanı Wopke Hoekstra: “USAR Ekibi Türkiye’de etkileyici bir profesyonellikle büyük çaba gösterdi.”
Büyükelçimiz Ünal, 1916 ve 1953’te Hollanda’da yaşanan sel felaketlerinden sonra, Türkiye’nin yaptığı yardımları anlattı.
İlhan KARAÇAY yazdı:
Hollanda’nın, dillere destan kurtarma ekibi USAR’ın 20’nci kuruluş yıldönümü, Lahey Büyükelçimiz Selçuk Ünal’ın çok özel katılımıyla kutlandı. Hollada Dışişleri Bakanı Wopke Hoekstra’nın da konuşmacı olarak katıldığı etkinlikte, büyükelçimiz Ünal tek yabancı davetliydi.
6 Şubat deprem felaketinden hemen sonra, 65 kişi ve 8 arama köpeği ile deprem bölgesine giden ve 12 insanımız ile bir köpeği enkaz altından canlı çıkaran USAR ekibi, günlük yaşamlarında itfaiyeci, hastabakıcı, doktor, polis ve inşaatçılardan oluşuyor.
Dünyanın çeşitli ülkelerinde meydana gelen felaketler sonrasında, olay yerlerine en hızlı bir şekilde gitmesi ve başarılı çalışmalar yapması ile ünlenen USAR ekibi, 1999 yılında meydana gelen Marmara depreminden sonra kurulmuştu. Marmara depreminin kendilerine ilham vermesi sonrasında kurulan USAR’ın 20’nci kuruluş yılında etkinliğinde konuşan büyükelçimiz Selçuk Ünal, geçmişte yaşanan Hollanda’daki felaketlere, Türkiye’nin yaptığı yardımları dile getirdi.
Büyükelçi Selçuk Ünal’ın yaptığı konuşmanın tam metni şöyle:
“Sayın Dışişleri Bakanı Hoekstra, USAR’ın Değerli ve Cesur Üyeleri, USAR’ın Destekleyici Aileleri ve İnsani Yardım Dünyasının Dostları,
USAR.NL’nin 20 yıllık olağanüstü yolculuğunu kutlayan bu anlamlı olayda bugün burada olmak benim için bir onur.
Bizleri bu önemli kutlamaya davet ettiğiniz için teşekkür ederiz. Bana, Hollanda’nın USAR.NL’yi 1999’da Türkiye’yi vuran trajik depremlerden sonra kurmaya karar verdiği söylendi. O yüzden davetiniz çok anlamlı.
Türkler ve Hollandalılar arasındaki ilişkiler 1612’de resmi olarak diplomatik ilişkilerin kurulmasına kadar gitmektedir. Ancak gerçekte ilişkiler 1571’de başlamıştır. İlk temasın 1566’da başladığı belgelenmiştir.
Türk Hükümeti ve halkı adına, Türkiye’de son zamanlarda meydana gelen yıkıcı depremlerin ardından verdiği paha biçilmez destek için USAR.NL’ye yürekten şükranlarımı sunuyorum. Sayın Dışişleri Bakanı ve ekibine, İçişleri ve Adalet Bakanlığı’na, Savunma Bakanlığı’na, Giro 555’a, Hollandalı dostlarımıza ve Türk-Hollanda camiasına büyük katkıları için teşekkür ederiz.
USAR ekibi 12 kişi, 1 köpek ve bir kanaryayı kurtardı. İnsanlığın tüm inançlarında bir canı kurtarmak, insanlığı kurtarmaktır. Yani sizler sadece gelecekteki aileleri değil, insanlığı da kurtardınız.
Kriz zamanlarında dayanışma ve merhamet kendini gösterir. İhtiyaç anında Hollanda’nın yaptığı yardımı unutamayız.
Hollanda hükümeti ve Hollanda halkı, kurtarma ve yardım operasyonlarına yardımcı olmak için yardım ellerini uzatarak, kaynaklarını sağlayarak ve uzmanlıklarını sunarak ön saflarda yer aldı.
Dahası, aramızdaki bağın sadece karşılıklılığın ötesine geçtiğini kabul etmek önemlidir. Uluslarımız, felaket zamanlarında, sınırları aşarak ve gerçek dostluk ruhunu göstererek yan yana durdular.
Hollanda yıkıcı sellerle karşı karşıya kaldığında, Türkiye de her zaman hızlı destek ve dayanışma sunarak ikili ilişkilerimizin derinliğini gösterdi.
Osmanlı Devleti, 1916 selinin yaşandığı çok zor günlerde Hollanda Krallığı’na yardım göndermişti.
1953 yılında Hollanda’da yaşanan sel felaketinin ardından Türkiye yeniden yardımda bulunmuştur.
Felaketin 50. yıldönümü vesilesiyle dönemin Başbakanı Jan Peter Balkenende 18 Eylül 2003 tarihli mektubuyla ülkemizin yardımları karşısında Hollanda ulusu adına ülkemize resmi teşekkürlerini içeren mektubu, bu tarihi dayanışmanın simgelerinden biridir.
Aynı şekilde, Türk dernekleri ve Türk-Hollanda topluluğu, Temmuz 2021’de Limburg’da selden etkilenen 216 aileye yardım etmekte gecikmedi.
USAR.NL’nin son çalışmasında örneklenen ülkelerimiz arasındaki işbirliği, kriz zamanlarında uluslararası ortaklıkların gücünün bir kanıtıdır.
Hayat kurtarmak, acıları hafifletmek ve toplulukları yeniden inşa etmek için kaynaklarımızı, uzmanlığımızı ve sarsılmaz bağlılığımızı bu işbirlikleri aracılığıyla bir araya getirebiliriz.
USAR.NL’nin son yirmi yıldaki olağanüstü başarılarını kutlarken, ortaklığımızın daha geniş önemi üzerinde de düşünelim.
Ortak çabalarımızın etkisi, bireysel felaketleri aşar ve dünyanın dört bir yanındaki insanlarda yankı uyandıran bir birlik, dayanıklılık ve umut duygusunu besler.
USAR.NL’ye olağanüstü adanmışlığı ve insani yardım çabalarına olan sarsılmaz bağlılığı için derin takdirlerimizi ifade etmek isterim.
Türkiye ve Hollanda, birlikte, dayanışmanın, gerçek anlamda dostluk ve işbirliğinin örneğini ortaya koydular.
Gelecekteki zorluklarla sarsılmaz bir kararlılıkla yüzleşirken, bu ortaklığın gelişmeye ve başkalarına ilham kaynağı olmaya devam etmesini dilerim.
Türk-Hollanda toplumunun bir önerisini yineleyerek sözlerimi bitirmek istiyorum. STK’ların birçoğu bir Hollanda-Türk arama ve kurtarma ekibi kurulmasını tavsiye etti. Umarım 30. yıl dönümünüzde burada duran ve bu fikrin gerçekleşmesini takdir eden farklı bir Türk Büyükelçisi olur.
Teşekkür ederim.”
WOPKE HOEKSTRA
Büyükelçimizin konuşmasından sonra söz alan Hollanda Dışişleri Bakanı Wopke Hoekstra şunları söyledi:
Değerli USAR Ekip Üyeleri ve Aileleri, Sayın büyükelçiler, Bayanlar ve Baylar,
” Hem Yahudi, hem de İslami geleneklerde bir söz vardır. ‘Bir hayatı kurtaran, tüm dünyayı kurtarmış olur.’ USAR olarak yirmi yıldır bu prensibi uyguluyorsunuz. Hollanda’da ve tüm dünyada büyük bir özveri, cesaret ve yorulmak bilmez bir çabayla… .
En zor koşullarda, felaket kurbanlarına yardım etmek için büyük çaba harcıyorsunuz. Bununla bir ekip olarak siz – kadınlar, erkekler ve köpekler – her seferinde olağanüstü bir şey yaratırsınız. Ama turuncu miğferlerinizle bana göre daha büyük bir şeyi de temsil ediyorsunuz.
Bunu sadece son bir yılda, Sudan’dan Hollanda vatandaşlarının tahliyesinde ve Ukrayna’ya verdiğimiz desteklerde gördüm. Türkiye ve Suriye’deki şiddetli depremden sonra yaptıklarınız da cabası…
Depremde en çok hasar gören Hatay’da çok kısa bir zaman içinde ulaştınız ve orada zor koşullar altında, mümkün olduğu kadar çok insanı kurtarmak için etkileyici bir profesyonellikle büyük çaba sarf ettiniz.
Tüm Hollanda, bu fedakârlığınızı ‘Türkiye’de Turuncu Miğferler’ belgeselinde görebildi .
Hollanda’nın tamamı, ekibinizin bağlılığını, profesyonelliğini, cesaretini ve insanlığını gördü. Bu etkileyici çalışma için tüm övgüyü hak ediyorsunuz.
Bayanlar ve Baylar,
Bu taahhütle Hollanda’nın en iyi yüzünü dünyaya gösteriyorsunuz. Yararlı, profesyonel ve hayat kurtarıcı…
Bunu yaparak Hollanda diplomasisine de büyük bir katkı sağlamış oluyorsunuz. Sorumluluk alan ve başkalarına yardım etmeye hazır bir ülkeyiz. Bu, doğal afet mağduru, savaş ve şiddetten etkilenen veya bundan kaçan insanlara verilen desteği içerir.
Bunu esas olarak BM kuruluşlarının, Kızıl Haç’ın ve STK’ların çalışmalarını finansal olarak mümkün kılarak yapıyoruz. Dolayısıyla, USAR’ın konuşlandırılması gerçekten benzersizdir.
Hükümet adına, USAR üyeleri olarak sizinle gurur duyduğumuzu söylemek isterim. .
Teşekkürler ve her şeyden önce: tebrikler!”
GEÇMİŞTE YARDIMLAŞMA
Hollanda, 16 Şubat (yani bugün) 1916’da, Amsterdam’ın kuzeyinde bulunan bölgede bir su felaketi yaşamıştı.
Pek çok ev sular altında kalırken 51 kişi hayatını kaybetmişti.
O zaman, harp içinde olan ve maddi durumu hiç iyi olmayan Osmanlı, 2.387.90 Florin tutan bir TL meblağını yardım olarak göndermişti. Bu meblağın, şimdiki değeri ile 20 bin euro olduğu tahmin ediliyor.
Zamanın Dış İşleri Bakanı, Kraliçe adına gönderdiği mektup ile teşekkür etmişti. Yukarıdaki fotoğrafta, Kraliçe adına gönderilen teşekkür mektubu, sular altında kalan evler ve bölge harıtası görülüyor.
Türkiye’nin Hollanda’ya ikinci yardımı da anlamlıydı. 1836 kişinin can verdiği 31 Ocak 1953 sel felaketinden sonra, özellikle battaniye isteyen Hollanda’ya, miktarını bulamadığım kadar battaniye gönderen Türkiye’ye şükran borçluydu Hollanda. Üstteki fotoğrafta, Türkiye’den giden battaniyelere sarılan selzedeler, sular altında kalan evler ve Zeeland bölgesi haritası görülüyor.
İşte böyle değerli okurlarım. Düşman ile barışmak için ille de bir felaket olmasını beklemek nasıl doğru değil ise, insanlar ile her zaman iyi ilişki içinde olmak ve dost olmak en doğrusudur.
DE BESTE AARDBEVINGSHULP VOOR TURKIJE HET MEEST GECONTROLEERDE LAND: NEDERLAND
Turkevi Research Centre publiceerde het hulprapport als boek.
Nederlandse hulporganisaties presenteerden de gedane uitgaven als rapport.
De hulp van Turkse organisaties in Nederland vindt ook zijn plaats…
Van de 128 miljoen euro die in Nederland is ingezameld, is 40 miljoen besteed.
Hulporganisaties accepteren projecten tot februari 2025.
İlhan KARAÇAY onderzocht:
Bij het schrijven over pijnlijke gebeurtenissen zou het uitbuiten van emoties het lelijkste aspect van het schrijven moeten zijn. Vooral het gebruiken van dezelfde gebeurtenis voor financieel en politiek gewin is een verdoemelijk gedrag.
Een jaar geleden, op de ochtend van 6 februari, toen ik toevallig wakker was en tv keek, zag ik met tranen in mijn ogen het nieuws over de aardbeving die zich concentreerde in Kahramanmaraş en 11 provincies bestreek.
Daarna heb ik de hulpacties in Nederland nauwgezet gevolgd en de ontwikkelingen in detail gepubliceerd.
Afgelopen december reisde ik naar Hatay om de opleveringsceremonie bij te wonen van 102 containerwoningen die door de Nederlandse Vereniging van Turkse Zakenlieden HOTIAD waren geschonken.
Het nieuws dat ik vanuit Nederland over de hulp gaf was over het algemeen positief.
Het werk van Karsu, onze in Nederland opgegroeide muzikantendochter, en het werk van de Nederlandse Reddingsbrigade USAR en de Luchtambulancedienst MEDEVAC waren de belangrijkste bronnen van mijn nieuws.
Karsu’s zelfopofferende werk en de positieve sfeer die hij creëerde werden door alle kringen erkend. We hebben ook geprobeerd de opofferingen van USAR en MEDEVAC te belonen met een lunch, medailles en dankbetuigingen aan alle teamleden.
Zoals ik hierboven al zei, was Nederland het beste en meest gecontroleerde land op het gebied van hulp aan de democratie.
Het was noodzakelijk om de verschillende Turkse NGO’s en officiële organisaties in Nederland te feliciteren en te belonen.
Turkevi Research Centre is een van de bovengenoemde organisaties.
Türkevi, dat besloot onderzoek te doen naar de hulpactiviteiten voor de slachtoffers van de aardbeving in Turkije, zette een team van academici in.
In het onderzoek zijn de activiteiten van Nederlandse hulporganisaties, gemeenten en zoek- en reddingsteams onderzocht, in het bijzonder de hulp aan Turkije door Turkse niet-gouvernementele organisaties die in Nederland actief zijn, en de activiteiten van de Nederlandse Stichting Religieuzen (HDV), de Nederlandse Stichting Humanitaire Hulpverlening (IHH), Er zijn interviews gehouden met enkele niet-gouvernementele organisaties zoals de Turkse Ondernemersvereniging (Tover), de Nederlandse Vereniging van Ondernemers (HOTIAD), de Stichting Kümbet, de Nederlandse Unie van Internationale Democraten (UID), de Stichting UN Live en de Turkse Culturele Vereniging Azerbeidzjan, en de verkregen gegevens zijn geanalyseerd met behulp van de thematische aanpak.
Het rapport, dat aan het eind van dit wekenlange onderzoek werd afgerond, is als boek gepubliceerd onder de titel “Nederland-Turkije Solidariteit in het proces van de aardbeving van 6 februari 2023”.
Veyis Güngör, voorzitter van het Turkevi Research Centre, lanceerde dit boek de dag ervoor in het bijzijn van de vertegenwoordigers van de organisaties die deelnamen aan het onderzoek.
Naast mijzelf nederig als journalist en Anadolu Agency correspondent Selman Aksünger, İbrahim Çitil van Nederland Sivaslılar Platform, Ömer Erdem, voorzitter van Nederland Turks Islamitische Culturele Verenigingen, Arslantaş van İHHNL, Mustafa Zeki Ören van Türkevi,
İsmail Asma van de Nederlandse Sivaslılar Vereniging, Mümin Özsoy van HOLSAMDER, Orhan Demirci van Nogay Foundation, Hüseyin Gündüz van IHH die de bijeenkomst organiseerde,
Kamil Saygı, voorzitter van de Vereniging van Turkse Toerisme en Reisbureaus in Nederland, Ömer Altay van TİCF, Selahattin Köse, voorzitter van de Nederlandse Ontwikkelings Stichting, Bekir Baş van de Kümbet Foundation en waarnemer Selim Şimşek woonden de boeklanceringsbijeenkomst bij, Veyis Güngör’s uitspraken werden met belangstelling beluisterd.
Veyis Güngör zei het volgende:
“In het onderzoek werd vooral gewezen op het belang van de bilaterale betrekkingen tussen Nederland en Turkije en de vertegenwoordigers van de geïnterviewde NGO’s verklaarden dat Nederland een zeer warm en oprecht gedrag vertoonde tijdens het aardbevingsproces.
Vanuit dit oogpunt werd erop gewezen dat het belangrijk is om het belang van bestaande relaties te beschermen, om toekomstige bilaterale samenwerkingsmogelijkheden te evalueren en om rekening te houden met het potentieel dat deze samenwerking op veel gebieden positieve effecten kan creëren tussen Nederland en Turkije, en om nieuwe relaties voor toekomstige generaties aan te gaan.”
Veyis Güngör legde uit hoe de diversiteit aan hulp en actie die tijdens de aardbeving in Nederland naar voren kwam als volgt in het boek is opgenomen:
“Zoek- en reddingsteams en getrainde honden werden naar Turkije gestuurd voor wrakwerkzaamheden,
In sommige kerken werd het volkslied met klokken gespeeld,
Vlaggen hangen halfstok,
Bruggen en gebouwen werden rood verlicht,
In het Huis van Afgevaardigden werd een moment stilte in acht genomen,
De koning, de minister-president en de minister van Financiën van Nederland bezochten de inzamelingscentra,
De gemeenten doneerden 1 euro per persoon,
Op de avond van 15 februari werd de Nationale Hulpactie gelanceerd,
Er werd een voetbalwedstrijd voor vriendschap gespeeld en de opbrengst ging naar Turkije,
De Nederlanders hielpen zowel financieel als door voorraden te brengen.”
Veyis Güngör, die wil dat de inhoud van het boek zoveel mogelijk gelezen wordt, vervolgde als volgt:
“Tijdens het aardbevingsproces was de rol van de Nederlandse media prominent in het succes van de Nationale Hulpactie en andere georganiseerde campagnes. Het feit dat zij de aardbeving als eerste nieuws meldden en dagenlang op de agenda hielden, vergrootte de hoeveelheid ingezamelde hulp.
De zware aardbeving in Turkije heeft laten zien dat Turken die in Nederland wonen zich inspannen om als geheel in actie te komen. Naast de pijn en tragedie die de aardbeving met zich meebracht, zijn bij deze gelegenheid solidariteit, eenheid en humanitaire gevoelens naar voren gekomen. Na deze pijnlijke ontwikkeling is opnieuw gebleken dat Turkije groter is dan Turkije.”
Veyis Güngör legde ook uit wat er aan het Nederlandse front is gedaan voor de slachtoffers van de aardbeving:
“Na de aardbeving en de daaropvolgende naschokken organiseerden de Nederlandse Samenwerkende Goede Doelen -Giro 555 aangesloten organisaties- op 15 februari 2023 een Nationale Hulpactie. De organisaties stuurden noodhulpgoederen naar de regio. Onder de eerste hulpgoederen die werden gestuurd waren tijdelijke onderkomens, water en sanitaire voorzieningen, medische zorg, voedsel en drank. Daarnaast werden hygiënekits, winterkleding en dekens uitgedeeld. Overlevenden kregen geld en tegoedbonnen om in hun behoeften te voorzien, evenals psychosociale hulp en traumabegeleiding, en veilige ruimten voor kinderen.
Het Nederlandse Rescue Team USAR, met een team van 65 mensen en 8 speurhonden, werkte tot 25 februari in het aardbevingsgebied. Honderden gewonden werden van onder het puin naar ziekenhuizen in verschillende steden vervoerd. De internationale organisatie “Air Ambulance Service” (MEDEVAC) bereikte het aardbevingsgebied op de eerste dag van de aardbeving met een medische groep van 45 vliegeniers. Het C-130 Hercules-vliegtuig dat het team naar de regio bracht, bleef daar tot 25 februari en vervoerde honderden gewonden naar ziekenhuizen in verschillende steden. Naast institutionele hulpacties werd ook geconstateerd dat in bijna elke uithoek van Nederland individuele hulpacties werden georganiseerd.”
De volgende onderwerpen kwamen naar voren na de interviews van de academici die het onderzoek met NGO’s uitvoerden.
“Op het punt van het inzamelen van de hulp en het overbrengen ervan naar Turkije moet de samenwerking tussen niet-gouvernementele organisaties worden verbeterd.
Er zijn ernstige twijfels onder de ondervraagden of het hulpgeld dat door Giro 555 wordt ingezameld op de juiste manier op de plaats van bestemming aankomt.
Terwijl erop werd gewezen dat elke NGO zich inzette voor de hulpverlening tijdens de aardbeving en klaagde over het gebrek aan professionele coördinatie, gaven verschillende vertegenwoordigers van NGO’s aan dat de hulpcampagne beter gepland en gecoördineerd zou kunnen worden.
Hoewel de deelnemers aan het onderzoek verklaarden dat zij overwegen om samen te werken met maatschappelijke organisaties in Turkije, hechten zij belang aan de realisatie van een rampenbestrijdingsorganisatie in coördinatie met de NGO’s in Nederland. Sommige deelnemers suggereren dat de organisatie geleid zou moeten worden door de ambassade.”
Veyis Güngör sloot zijn toespraak af met het volgende dankwoord
“Er is geconstateerd dat de Ambassade van de Republiek Turkije in Den Haag en de Consulaten-Generaal van de Republiek Turkije in Amsterdam, Deventer en Rotterdam zowel in het veld als op diplomatiek gebied een effectieve rol hebben gespeeld in het management en de coördinatie van de gebeurtenissen die plaatsvonden tijdens het hulpverleningsproces door de aardbeving. In deze context willen wij als Turkevi Research Centre onze dank uitspreken aan zowel de missies van het ministerie van Buitenlandse Zaken als de niet-gouvernementele organisaties die werden geïnterviewd.”
Na de toespraak van Veyis Güngör namen de deelnemers het woord en vroegen, nadat ze hun mening hadden gegeven, om informatie over de onderwerpen die niet werden begrepen.
Het centrale punt van de toespraken was het stimuleren van de productie van projecten om goed gebruik te maken van de 80 miljoen euro in Giro 555.
OOK EEN VERKLARING VAN HET NEDERLANDSE FRONT
De laatste verklaring van Giro 555, bestaande uit 11 hulporganisaties, heeft ons water in de mond gedaan…
In de verklaring, ondertekend door communicatiecoördinator Gün Özkara, staat het volgende:
De opbrengst van Giro555 heeft meer dan 5,5 miljoen mensen in Turkije en Syrië geholpen.
Na een jaar is de hulpverlening nog steeds in volle gang op het gebied van noodhulp, psychosociale ondersteuning en herstel van bestaansmiddelen, met een uiteindelijke opbrengst van €128 miljoen.
Amsterdam, 5 februari 2024:
Bijna een jaar geleden kwam Nederland massaal in actie voor slachtoffers van aardbevingen in Turkije en Syrië.
Op 31 december 2023 stond er 128 miljoen euro op de teller, waarmee het de op twee na grootste Giro555-actie ooit was. Met de afronding van het eerste deel van de campagne hebben de organisaties achter Giro555 in de eerste negen maanden minstens 5,5 miljoen mensen bereikt. Dat staat ook in het 9-maandenrapport dat Giro555 vandaag heeft uitgebracht. In deze periode lag de focus van de hulpverlening op acute en levensreddende behoeften, met name op het gebied van het redden van mensen uit puin, voedselpakketten, toegang tot schoon drinkwater, medische hulp en tijdelijk onderdak. Hoewel dit essentieel blijft, vooral in Syrië en delen van Turkije, verschuift de focus geleidelijk naar de wederopbouw van lokale economieën en bestaansmiddelen. De hulporganisaties bieden onder andere psychosociale hulp aan kinderen.
Met de opbrengst werden eind oktober 2023 meer dan 5,5 miljoen mensen bereikt en werden onder andere meer dan 500.000 voedselpakketten uitgedeeld. Het grootste bedrag ging naar het bieden van acute noodhulp, tijdelijk onderdak en water en sanitaire voorzieningen. Met name in Turkije werden talrijke tijdelijke tenten- en containerkampen opgezet, veiligheidsinspecties uitgevoerd en reparaties uitgevoerd aan huizen en gebouwen. In Syrië ging het grootste deel van de hulp naar water en sanitaire voorzieningen vanwege het gebrek aan schoon drinkwater en hygiënische voorzieningen. In Turkije werd 21 procent van de hulp besteed aan onderdak, 19 procent aan levensonderhoud, zoals het financieel ondersteunen van lokale ondernemers, en 16 procent aan water en sanitaire voorzieningen. In Syrië ging het grootste deel van de hulp (26 procent) naar water en sanitatie, 18 procent naar CASH-projecten om mensen te helpen in hun levensonderhoud te voorzien en 9 procent naar levensonderhoud.
Het bedrag dat in Turkije en Syrië is uitgegeven, is bijna gelijk en zal de komende maanden gelijk worden verdeeld. De omvang van de hulpoperatie is enorm door de grootte van de getroffen gebieden en elke regio heeft zijn eigen uitdagingen. Hulporganisaties zullen hulp blijven bieden gedurende de rest van de campagne, tot maart 2025.
Michiel Servaes, hoofd actie bij Giro555: “De expertise die elke hulporganisatie namens Giro555 aanbiedt, stelt ons in staat om in te spelen op verschillende behoeften in beide landen. Voor de aardbeving was het voor veel mensen in Syrië al moeilijk om aan voldoende voedsel te komen. Na de aardbeving verslechterde de situatie, onder andere door de torenhoge inflatie. Hulporganisaties hebben op grote schaal voedsel uitgedeeld in de vorm van maaltijden, voedselpakketten en verschillende geldprojecten. In Turkije was, naast andere problemen, een groot waterprobleem ontstaan. Inmiddels hebben we een waterzuiveringsinstallatie kunnen repareren, waardoor duizenden mensen in de regio weer schoon water zullen krijgen. We blijven actief in beide landen. Vanwege de extreme winterse omstandigheden hebben we extra hulp gestuurd, zoals meer dekens en warme kleding voor de mensen die helaas nog steeds in tentenkampen verblijven.”
De 13 hulporganisaties die namens Giro555 actief zijn, zullen het komende jaar noodhulp blijven bieden aan gezinnen en ondernemers, waaronder onderdak, psychosociale ondersteuning en meer financiële steun om mensen te helpen hun levensonderhoud te hervinden.
De ramp heeft grote psychologische en sociale gevolgen gehad voor zowel volwassenen als kinderen. UNICEF is een van de organisaties die hier speciale aandacht aan besteedt. Wietske Nijman, coördinator noodhulp, zegt dat het vooral belangrijk is om kinderen te helpen: “Hun normale routines zijn overhoop gehaald en hun vriendjes zijn vaak verhuisd. Veel kinderen zijn hun ouders, familie of huis kwijtgeraakt. Dit alles kan leiden tot angst, sociaal isolement, depressie en andere stressgerelateerde problemen. Het creëren van kindvriendelijke gespecialiseerde ruimtes waar ook onderwijs wordt gegeven is cruciaal voor de geestelijke gezondheid van kinderen. Met de hulp van Giro555 heeft UNICEF al 36 kindvriendelijke ruimtes kunnen ondersteunen en dit jaar zullen er nog eens 45 worden ondersteund.”
Op www.giro555.nl <https://www.giro555.nl/> is per land te zien welke noodhulp door welke organisatie is verstrekt. Het eindrapport over de besteding van het hele campagnebedrag wordt in juni gepubliceerd.
Noot voor de redactie:
Voor verdere vragen of een interview met Michiel Servaes (Oxfam Novib) of Wietske Nijman (Unicef) kunt u contact opnemen met Denise Cremers via 06-24704411 of denise.cremers@oxfamnovib.nl <mailto:denise.cremers@oxfamnovib.nl>.
Giro555 is een samenwerkingsplatform van 11 goede doelen die transparant zijn over de besteding van het ingezamelde geld. De opbrengst van de Giro555-campagne wordt verdeeld onder de 11 deelnemende hulporganisaties en geaccrediteerde gastdonateurs. Op deze manier is elke organisatie in staat om directe noodhulp te bieden en periodiek verslag uit te brengen aan Giro555 over de resultaten van haar hulpinspanningen.
De hulporganisaties waarmee Giro555 samenwerkt voor de aardbeving in Turkije en Syrië zijn: CARE Nederland, Cordaid, Kerk in Actie, Nederlandse Rode Kruis, Oxfam Novib, Save the Children, Stichting Vluchteling, UNICEF Nederland en World Vision. Andere gastdeelnemers zijn op dit moment Dokters van de Wereld, VNG, War Child en Habitat.
Klik op onderstaande link om de beelden te bekijken die Giro 555 over dit onderwerp heeft gemaakt.