İrfan Ünver Nasrattınoğlu ve Oğuz Çetinoğlu’nun yayınları, milyonlara ulaşan haber portallarında yayınlandı.
Nasrattınoğlu biyografimi, Çetinoğlu da Lahey Adalet Divanı hakkında iki söyleşi yayınladı.
Biri çeşitli kuruluşlarda görev yapmış bir folklor araştırmacısı, diğeri de iş dünyasında, siyasi kuruluşlarda ve Ocak’larda yer almış bir yazar.
(Yazıların Hollandacası en altta) (Nederlandse tekst onderaan)
İlhan KARAÇAY yazdı:
Sevgili okurlarım,
Bir yazarın megalomanlaşıp kendini övmesi, görgüsüzlüğün ve bencilliğin daniskası olmalıdır.
Ne varki, naçizane şahsım, arada bir megomanlaşıp kendimi övmeye çalışırım.
Aslında bu, benim değil, başkalarının övgülerini yansıtma isteğidir. Öyle ya, başkalarının söylediklerini ve yazdıklarını her yerde göremezsiniz. Kaldı kı, Google amcada yıllar boyu kalacak ve ölümsüzleşecektir.
Her yazara tabii ki övücü ve yerici mesajlar gelir. Her yazar da haliyle, genellikle kendilerini övenlerin mesajlarına yer verir. Ben de çok defa bana gelen övücü mesajları yayınlamışımdır. “Elllerine sağlık, çok akıcı yazıyorsun,”, “Devlet sana ödül vermeli” ve “Benden pek çok yazar söz etti ama, bir de sizin akıcı kaleminizden okunmak isterim” gibi mesajları sizlere duyurmazsam, bir eksiklik yapmış olurum. Tıpkı bana, “Siz gazeteciliğin Van Gogh’usunuz” diyerek portreleyen bir hayran okurum gibi…
Bana gelen son iki mesajdan biri, çeşitli kuruluşlarda görev yapmış bir folklor araştırmacısı olan İrfan Ünver Nasrattınoğlu’dan, (soyad aynen böyle) diğeri de, iş dünyasında, siyasi kuruluşlarda ve Ocak’larda yer almış bir yazar olan Oğuz Çetinoğlu’dan geldi.
Yazıları, Ankara’da ANKHABER, Afyonkarahisar’da KOCATEPE, Silifke’de SESİMİZ, Diyarbakır’da MÜCADELE ve Mut’ta MUTTAN HABER’de yayınlanan Nasrattınoğlu şöyle başlamış mesajına: “Belleğimdeki İlhan Karaçay, müstesna bir insandır. Bu yüzden sizin hakkınızda kaleme alıp, yayımlamayı düşündüğüm bir yazı taslağını ekte size gönderiyorum. Ben artık 87. yaşımı idrak ediyorum. Resmi ya da özel hiç bir görevim yok,artık. Sadece yazıyor, yazıyor, yayımlıyorum.”
KOCAELİ AYDINLAR OCAĞI haber portalında yazan Oğuz Çetinoğlu ise, gönderdiği mesajında, İsrail’in Lahey Adalet Divanı’nda yargılanması ile Divan’a Türkiye tarafından hediye edilmiş olan halı hakkında birer röportaj yapmak istediğini belirtmişti.
İşte, ben de sizlere bu dostların yazmış olduklarını sunarak, megalomanlığıma perçin vuruyorum.
İRFAN ÜNVER NASRATTINOĞLU’NUN YAZISI:
Ankara Afyonkarahisar Diyarbakır Mut Silifke
Hollanda’da Popüler Bir Türk Gazeteci
İLHAN KARAÇAY
Türkiye’den Hollanda’ya işçi göçü, resmi olarak 19 Ağustos 1964 tarihinde yapılan ikili sözleşme ile başlamıştır. Bu Ülkeye giden pek çok Türk, işçi olarak geldikleri bu ülkede başarılı işlere imza atmışlar, yurttaşlarının sorunlarının çözümü için başrollerde oynamışlar ve toplumsal faaliyetleri ile lider duruma gelmişlerdir. Hollanda’da bu gibi faaliyetlerde öne çıkmış isimlerden biri de, İlhan Karaçay’dır. Onun adı Hollanda ile özdeşleşmiştir.
Ben bu Ülkeye ilk kez 1978 yılında gittim. Sonra iki kez 2000 yılında gittiğim bu Avrupa Ülkesine, 2014 yılının Mart ve Haziran aylarında üç kez daha giderek, o süreçte önemli bir etkinliğe de imza atmıştım. Bu son Hollanda seyahatimde tanıdığım ve onu tanımaktan büyük memnuniyet duyduğum Karaçay’la aralıksız dokuz yıldır, temas halindeyiz. Onun sık sık yayımlamakta olduğu haberlerden, bu ülkede olup biten her şey hakkında bilgiler ediniyorum. Yine onun yayınladığı haberlerden, Avrupa’nın çeşitli bölgelerinde var olan Türk izlerini öğreniyorum.
23 Aralık 1942 tarihinde Mersin’de dünyaya gelen Karaçay, gençlik yıllarında, CHP İçel İl Gençlik Kolu Başkanlığı görevini sürdürürken, bu partinin yayın organı sayılan Ulus Gazetesi’nde de haber ve yorum yazmağa başlar. Aynı zamanda, genç yaşına rağmen, Mersin’de ailece sahip oldukları ve Pompeipolis adını koydukları motel, plaj, gazino ve kampingten oluşan turistik tesislerin işletmeciliği de onun omuzlarındadır.
Yirmi beş yaşında, çalıştırdığı turistik tesislere gelen bir Yunan kaptanın, hayatının rotasını değiştireceğini söyleseler kendisi de inanmazdı. Bu kaptanın gemisi ile Çin’in Şanghay kentine gideceğini öğrenince, üç arkadaşıyla birlikte, gemiye işçi olarak girmeyi başarırlar. Çin’de Mao’nun Kültür İhtilali yaşandığı yıllardır. Gazetecilik mesleğine sevdalı Karaçay için bu kaçırılmaz bir fırsattır. 1967’nin haziran ayı başlarında başlayan yolculuğun gerçek amacı gazeteciliktir…
Çin yolculuğu, geminin Süveyş Kanalı’nı geçtikten hemen sonra bombalanışı sonucu bir maceraya dönüşür. Onlar Kanalı geçerler geçmesine, fakat 7 Haziran 1967 günü Cibuti’ye ulaştıklarında İsrail ile Arap ülkeleri arasındaki savaşın tüm şiddetiyle devam ettiğini ve Süveyş Kanalı’nın kapandığını öğrenirler. Singapur üzerinden Şanghay’a varıp karaya ayak basıldığında diğer gemicilerin neler yapacağı az çok bilinir ama Karaçay, soluğu postanede alır. Süveyş Kanalı’ndan ve yolculuk boyunca uğradıkları limanlardan çektikleri fotoğrafları ve birbirinden ilginç haberleri Akşam Gazetesi’ne postalar.
Karaçay Şanghay’da, Kültür İhtilali’nin en renkli günlerini yaşar. O zamanların dünyaya kapalı ve dünyanın en kalabalık ülkesi Çin’de sarılık hastalığına yakalanır. Hastaneye yatırılır. Fakat götürüldüğü hastaneden kaçar. Karaçay bu kaçış olayını şöyle anlatır: “Kaptanın verdiği garanti belgesi ile, beni hastaneye götürmek için gelen jandarmanın elinden kurtulmayı ve kaçmayı başardım. Çünkü Şanghay’dan sonraki yolculuk Kanada’nın Vancouver kentiydi. Yatacaksam modern dünyada hastaneye yatmalıydım. Gemi giderse ben bu bilinmezde ne ederdim?”
Karaçay, Şanghaay’da bir restoranda arkadaşları ile
Modern dünyaya ayak basar basmaz hastaneye yatar, tam tamına iki buçuk ay. Bu süre içinde kendini idare edecek kadar bildiği İngilizcesini geliştirir. Hastanenin bayan doktoru, çok kısa zamanda İngilizce öğrenen Karaçay’ı tebrik eder, daha da geliştirmesi için kütüphane müdürünü ona ders vermesi için görevlendirir. Karaçay hastalığından kurtulur, öğrendiği İngilizce ise yanına kâr kalır. Kısacası, hasta olarak girdiği hastaneden sağlam ve “Bir lisan bir insan demektir” sözünden hareketle iki insan olarak çıkar.
Londra üzerinden Türkiye’ye dönerken Hollanda’ya uğrayan Karaçay, Hollanda’daki yaşamı ve insanları çok beğenir ve burada kalmaya karar verir. Avrupa’da basımına başlanan Tercüman Gazetesi’ne muhabirlik yapmak için, daha önceden tanıdığı İstihbarat Şefi Kemal Özbayraç ile anlaşır. O zamanlar Hollanda’daki yaşamı oldukça renklidir. Pek çok kız arkadaşı olmuştur ama yine de yaşamının giderek monotonlaştığını düşünmektedir. Niyeti Amerika’ya gitmektir. Fakat en beğendiği ve giderek sevdiği Jeanne hanım, Karaçay’ın Hollanda’dan ayrılacak olmasına üzülür. Nitekim daha sonra ikili arasındaki aşk, evliliğe dönüşmüştür.
Bir gün postacı kapıyı çalar ve Karaçay’ın eline bir telgraf tutuşturur. Gönderen Tercüman Gazetesi spor müdürü Necmi Tanyolaç’tır. Türk spor basınının önemli simalarından Tanyolaç gönderdiği acil telgrafta; “İlhan, Fenerbahçe Ajax ile eşleşti. Ajax’ı takip et, yazı ve fotoğrafları acele gönder.” diyordu. 10 Kasım 1968 günü Amsterdam’ın Schiphol havalimanına inen Fenerbahçe’yi Jeanne Hanım ile karşılarlar. Oysa Jeanne’yi terk edip Amerika’ya gitmeyi planlarken, Ajax-Fenerbahçe maçı Karaçay’ı Jeanne ile nikah masasına kadar götürür. Bu konu ile ilgili Karaçay, “Beşiktaşlı olmama rağmen, Jeanne ile evlenmeme ve Hollanda’da kalmama vesile olan Fenerbahçe’ye her zaman şükran duymuşumdur.” demektedir.
1969 yılında Avrupa’da yayın hayatına başlayan Hürriyet gazetesi ile anlaşarak gazetecilikte profesyonelliğe adım atan Karaçay, 1975’te TRT Haber Dairesi Başkanı Tayyar Şafak’ın Amsterdam ziyareti sırasında yaptığı muhabirlik teklifini de kabul eder. Bununla birlikte aynı yıl Hollanda Yayın Kurumu NOS televizyonunda Türkler için ‘Pasaport’ adlı programı yönetmeye başlar. 1980 yılında, İKON Televizyonu’nun ünlü rejisörü Henk Barnard ile birlikte “Ceremeyi çeken çocuklar” adlı beş bölümlük bir dizi yapan Karaçay, iki bölümün çekimlerini Türkiye’de gerçekleştirdikten sonra, Kapıkule sınır kapısına geldiğinde sabah olmaktadır. Ortalıkta, tanklar, askerler belirir birden. Tarih 12 Eylül 1980’dir ve TSK, Türkiye’nin yönetimini ele almıştır.
Bir yandan TRT’nin, öte yandan Hürriyet gibi büyük bir gazetenin ve de Hollanda televizyonlarının başarılı bir elemanı olması, birçok kapının kolayca açılmasını sağlar, Karaçay’a.
O günleri anlatırken Karaçay, unutamadığı bir acı anıyı da anlatmadan geçemez; “Her şeyi hazırlanmış, evlilik töreni için Mersin’e gidiyorduk. Yolculuğumuzun büyük bölümü geride kalmış Aksaray’a varmak üzereyken büyük bir trafik kazası geçirdik, Jeanne ile birlikte. İkimiz de ağır yaralanmıştık. Ölümden döndük diyebilirim. Nihayet 23 Mayıs 1970’te Mersin’de dünya evine girdik.”
Çiçeği burnunda İlhan ve Jeanne çiftinin mutlulukları ikiye, üçe katlanır 23 Ocak 1971’de.
Ruşen ve Vahide adını verdikleri biri erkek, diğeri kız olmak üzere ikiz çocukları olur. Fakat bu mutlulukları uzun sürmez! Vahide, kalbindeki delik nedeniyle ancak beş hafta hayata tutunabilmiştir. Kızlarını unutamazlar. Bu yüzden 17 Nisan 1974 tarihinde doğan ikinci kızlarına, beş haftalık bebek iken ölen Vahide’nin adını verirler. İlk çocukları Ruşen’den Eva, Vahide’den de Esra isminde iki torunu ile geçirdiği güzel zamanlar için Karaçay: “Hayatımın en güzel anları torunlarımla geçirdiğim anlardır. Her fırsatta torunlarımla olmak benim için dünyanın en büyük mutluluğudur.”
İlhan Karaçay 1973 yılında gazeteciliğin yanı sıra turizm işine de el atar ve 1976 yılında Bakanlar Kurulu Kararı ile THY’nin Utrecht Bölgesi Genel Satış Acentalığını üstlenir.
Bürosunda gazeteciliğin ve seyahat acentalığının yanı sıra, ihtiyaç ve istek üzerine sigorta ve kredi işleriyle de uğraşır. Gece gündüz iş derken, 1981 yılında geçirdiği ağır ameliyatlar sonucu, önce turizm bürosunu daha sonra da Hürriyet Gazetesi temsilciliğini güvendiği kişilere devreder.
Karaçay çocuklarının Türkçe eğitim görmelerini istediği için Türkiye’ye dönerek, Mersin’e yerleşir. Tabii orada da boş duramaz ve yine turistik tesislerini işletmeye başlar. O arada bir kez daha siyasette şansını dener. 1984 yerel seçimlerinde DYP Mersin Belediye Başkan adayı olarak girdiği seçimi kaybeder. Mersin’deki sosyal yaşamdan rahatsız olmaya başlar, sıkılır ve 1986 yılının başında Hollanda’ya döner.
Hollanda’ya gelişi ile birlikte Günaydın gazetesinin muhabirliğini, Türkçe ve Hollandaca yayınlanan Haber Gazetesi’nin Genel Yayın Yönetmenliğini üstlenir. Aynı yılın sonunda Avrupa’ya açılan Sabah Gazetesi’nin Benelüx ctemsilciliğini de alır. Fakat Sabah’ın ilk Avrupa serüveni uzun sürmez ve kapanır. 1988’de Asil Nadir’in Günaydın Gazetesi’ni satın alması ile birlikte, bu kez bu gazetenin Benelux temsilcisi olur. Asil Nadir krizinin ardından gazetenin Bekir Kutmangil tarafından satın alınmasından sonra da aynı görevi sürdürür. Gazetecilik yaşamında, bu sektörün her branşında görev yapmış olan Karaçay, 1994 yılında Günaydın’ın Avrupa baskılarının sahibi olmuştur. Bu nedenle de Avrupa Türk Basınının merkezi olan Frankfurt’a yerleşir.
İlhan Karaçay Oğlum Salih’le aramızda
DEVAMI GELECEK Sayın Nasrattınoğlu, hikâyeme Frankfurt’ta son vermiş. Ne var ki, hikâye orada bitmeyecek.
Kıymetli yazar, Hollanda’daki yaşamımda, Türk toplumu için yaptığım önemli çalışmalardan örnekler sunacağı bir yazı daha hazırlayacağını belirtti.
NASRATTINOĞLU’NUN KISA ÖZGEÇMİŞİ
İRFAN ÜNVER NASRATTINOĞLU
Folklor araştırmacısı. 18 Aralık 1937, Afyonkarahisar doğumlu. Hava Astsubay Okulu (1955) mezunu. Yirmi yıl Hava Kuvvetlerinde çalıştıktan sonra kendi isteğiyle emekliye ayrıldı. 1976’dan itibaren çeşitli gazetelerde çalıştı. Sonraki yıllarında folklor araştırmalarında yoğunlaştı, bu alanda faaliyet gösteren kuruluşlarda çeşitli görevler üstlendi. 1981 yılından itibaren Folklor Araştırmaları Kurumunun başkanlığını yaptı.
İlk yazısı, 1954 yılında Türkeli gazetesinde (Afyonkarahisar) çıktı. Sonraki yıllarda makaleleri Türkeli, Afyon, Zafer, Mücadele (Diyarbakır), Anadolu, Güney, Orta Doğu gazeteleri ile Türk Folklor Araştırmaları, Sivas Folklor, Türk Folkloru, Erciyes, Hisar, Ilgaz, Gülpınar, Size, Güneyde Kültür, İçel Kültürü, Ses, Yeni Defne dergilerinde yayımlandı. Türkiye içinde ve dışında çok sayıda, ulusal ve uluslararası kongre, sempozyum ve seminerlere katılarak bildiriler sundu. Folklor araştırmalarına hizmetleri yurtiçi ve yurtdışından çok sayıda ödül aldı. Azerbaycan Mehmet Emin Resulzâde adına Devlet Üniversitesi tarafından ve Moldova-Komrat Devlet Üniversitesi tarafından İkiz fahri doktora beratı ve fahri profesör payesi (1999) verildi. Yine çeşitli ülkelerde akademi üyelikleri vardır. Hakkında üniversitelerde tezler hazırlandı. Türk Basın Konseyi, Azerbaycan Yazarlar Birliği, Afyonkarahisar Gazeteciler Cemiyeti, İLESAM, Moldova Yazarlar Birliği, Türkiye Gazeteciler Cemiyeti, Türkiye Yazarlar Birliği gibi birçok derneğin üyesidir.
“Folklor araştırmacısı, yazar İrfan Ünver Nasrattınoğlu faydalı hizmetler veriyor. Geçen yıl “Çağdaş Kuzey Azerbaycan Şiiri” antolojisini yayınlamıştı. Bu defa elimizde, İrfan Ünver’in derlediği “Çağdaş Uygur Şiiri Antolojisi” var. Türkiye dışındaki Türk edebiyatının Türkiye’de tanınması, yayılması, Türk edebiyatının, dışardaki kardeşlerimize tanıtılması yönünde yıllar yılı yazdık, ısrarla durduk. Görüşlerimiz zaman zaman hafife alındı. Bakışlar büyük yerlerdeydi.” (Tahir Kutsi Makal)
**************
OĞUZ ÇETİNOĞLU’NUN YAZILARI
Suçlu! (İsrail) Ayağa Kalk…
Hollanda’da Yaşayan Türk Gazeteci ve İş Adamı
İLHAN KARAÇAYile Milletlerarası
Adâlet Divanı’nda Görüşülmekte Olan İSRAİL’İN SOYKIRIM DÂVÂSI HAKKINDA KONUŞTUK.
Oğuz Çetinoğlu: İsrail’in, 7 Ekim 2023 târihinden bu yana Gazze’ye yönelik saldırılarının soykırım olduğunu ileri süren Güney Afrika Cumhuriyeti, 1948 yılında yürürlüğe giren Birleşmiş Milletler Soykırımın Önlenmesi ve Cezâlandırılması Sözleşmesi’ni ihlal ettiği gerekçesiyle, 29 Aralık 2023’te İsrail aleyhinde açtığı dâvâ, gazeteci ve iş adamı hüviyeti ile bulunduğunuz Hollanda’da, Lahey’deki Barış Sarayı’nda faaliyet gösteren Birleşmiş Milletler Teşkilâtı’nın temel hukuk organı Milletlerarası Adâlet Divanı’nda birkaç gün başladı. Dâvâyı tâkip ediyorsunuz. İlk intibalarınızı anlatır mısınız?
İlhan Karaçay: Barış Sarayı’ndaki oturum, Güney Afrika’nın sözlü açıklaması ile başladı. Güney Afrika Cumhuriyeti öncelikli olarak, İsrail’in Gazze’deki bütün askerî operasyonlarının derhal askıya alınmasını istedi. Yüksek Mahkeme öncelikli olarak bu talebi ele aldı.
Çetinoğlu: Güney Afrika’nın müracaatında size göre dikkat çeken hususlar nelerdir?
Karaçay: Güney Afrika’nın başvurusunda, ‘Filistin halkının, ihlal edilmeye devam edilen soykırım sözleşmesi kapsamında haklarının korunması gerektiği’ vurgulanıyor.
Duruşma devam ederken, Filistin ve İsrail yanlısı çok sayıda gösterici, Barış Sarayı’nın önünde toplandı. Göstericiler duruşmayı, dışarıya kurulan büyük ekranlar aracılığıyla tâkip etti.
Çetinoğlu: Güney Afrika’nın Milletlerarası Adâlet Divanı’na yaptığı 84 sayfalık yazılı müracaatında yer alan cümleler hakkında bilgi lütfeder misiniz?
Karaçay: Güney Afrika’nın İsrail hakkında şikâyetçi olduğu konular, soykırım târifine giriyor. Çünkü “hedef Filistin’in millî, ırkî ve etnik grubunun önemli bir bölümünü yok etmektir” deniliyor.
Çetinoğlu: Neticenin ne zaman belli olacağı tahmin ediliyor?
Karaçay: Lahey’e giden soykırımla ilgili dâvâların karara bağlanması çok uzun yıllar sürebiliyor. Güney Afrika, bu yüzden Milletlerarası Adâlet Divanı’nın süreç devam ederken, ‘İsraillilerin, Filistinlileri öldürmesini durduracak’ önlemler almasını istedi.
Güney Afrika ayrıca başvurusunda İsrail’in Filistinlileri bir grup olarak bilinçli şekilde ortadan kaldırılmasını hedefleyen saldırılara son vermesini ve Tel Aviv’e soykırım başlattığı için cezâ verilmesini talep etti.
Çetinoğlu: İsrail ne cevap verdi?
Karaçay: İsrail, yapılan başvurudaki iddiaların ‘bir dayanağı olmadığını’ ifâde etti ve İsrail’in, ‘kanla karalanmaya çalışıldığını’ söyledi.
Çetinoğlu: Dâvâ neden Milletlerarası Adâlet Divanı’nda açıldı?
Karaçay: BM’nin en üst yargı organı olan Milletlerarası Adâlet Divanı, Milletlerarası Cezâ Mahkemesi’nin aksine, şahsî suçlar yerine sâdece devletler arasındaki ihtilafları ele alıyor. Bu sebeple dâvâ Milletlerarası Adâlet Divanı’nda açıldı.
Çetinoğlu: Delillerle alâkalı bilgi var mı?
Karaçay: Adâlet Divanı’nda görülen duruşmada, Güney Afrika’yı temsil eden avukatlardan Adila Hassim, konuşması sırasında delil olarak Anadolu Ajansı’nın fotoğraflarını da gösterdi. Foto muhabiri Fadi Alwhidi’nin çektiği fotoğrafta, Gazze’de 23 Aralık’ta Filistin Sivil Savunma ekipleri tarafından Beyt Lahya şehrinde enkaz altından çıkarılan cesetlerin, Endonezya Hastanesi’nin yakınında hazırlanan toplu mezara defnedildiği görülüyor.
Foto muhabiri Mohammed Fayk tarafından çekilen fotoğrafta da aynı şekilde 30 Ekim 2023 târihinde Gazze’de bâzı mezarlıklarda boş yer kalmaması sebebiyle Fatayer âilesinin naaşlarının topluca bir bölgede defnedildiği kameraya yansımıştı.
Çetinoğlu: Güney Afrika Cumhuriyeti Heyeti’nin iddiaları arasında yer alan diğer hususlar nelerdir?
Karaçay: Güney Afrika, 84 sayfalık yazısında İsrail’in 7 Ekim saldırılarının ardından başlattığı operasyonda Gazze’deki Filistinlilere karşı öldürerek, ciddî zihnîve bedenî zarar vererek, yerleşim yerlerini yıkarak, kuşatma ile açlık ve susuzluğa mâruz bırakarak, fizikî yıkımlarına yol açacak şartları oluşturarak soykırım yaptığını dile getirdi.
Duruşmada, ‘Bu eylemler Güney Afrika’nın müracaatında ayrıntılı olarak belgelenmiş ve güvenilir, genellikle BM kaynakları tarafından teyit edilmiştir.’ diyen Güney Afrika’nın avukatı Adila Hassim, duruşma sırasında soykırım davranışının modelini göstermek için örnekler sıraladı.
Güney Afrika ayrıca, İsrail’in 1948 Birleşmiş Milletler Soykırım Sözleşmesi kapsamındaki diğer temel yükümlülüklerini de ihlal ettiği suçlamasında bulundu.
1948 sözleşmesi soykırımı, ‘millî, etnik, ırkî veya dînî bir grubu tamamen veya kısmen yok etmek maksadıyla işlenen fiiller’ olarak tanımlıyor.
Güney Afrika’da iktidar partisi olan Afrika Millî Kongresi, İsrail’in Gazze ve Batı Şeria’daki politikalarını ‘apartheid’ rejimi altındaki kendi târihiyle karşılaştırıyor.
Çetinoğlu: ‘Apartheid rejiminedir’ diye soracağım. Fakat önce konunun uzağında olanlar için Güney Afrika Cumhuriyeti hakkında kısa da olsa bilgi lütfeder misiniz?
Karaçay: Güney Afrika Cumhuriyeti, Afrika Kıtası’nın en güneyinde yer alır. Yüzölçümü 1.220.000 Km2, nüfusu 2017 yılı tahminlerine göre 57.000.000’dur. Nüfusun %78’i Afrika’nın yerlisi, %10 Avrupalı, %9 Melez, %3 Asyalıdır. %80 Hıristiyan, %2 Müslüman, %2 Hindu’dur. %16 Agnostiktir. (Allah’ın varlığının da yokluğunun da ispat edilemez olduğunu düşünen felsefî görüş)
Ülke altın, elmas ve değerli taşlar bakımından zengindir. Mısır, buğday, üzüm, şekerkamışı ve sebze yetiştirilir.
Ülkede Afrika yerlileri yaşamakta idi. 1488 yılında Portekizli Bartolomeo, Ümit Burnu’na ulaşınca Avrupalıların hücumuna uğradı. 1800 yılında İngiltere yönetime hâkim oldu. İngilizlerle yerli halk arasındaki savaşlar 100 yıl devam etti. 1931 yılında İngiltere yönetimden çekildi ise de ülkedeki beyazlar yönetime hâkim olup yerli halka soykırım uyguladı. Yerli halktan Nelson Mandela liderliğindeki yerliler, galip gelip Cumhuriyet rejimini seçtiler. Mandela cumhurbaşkanı oldu.
Ülkede gelir dağılımı bozuktur. Nüfusun %10’u ülke servetinin ve gelirinin %95’ine sâhiptir.
Osmanlı Devleti, din adamları ve âlimler gönderip ülke halkını İslâmiyet’e çekmeye çalıştı.
Dünyânın diğer Müslüman ülkeleri ilgisiz kalırken, Güney Afrika Cumhuriyeti’nin Filistin’e sâhip çıkmasının sebebini, Osmanlı’nın desteğiyle açıklamak mümkündür.
‘Apartheid, ayrım, ayrıştırma’ demektir. Güney Afrika Cumhuriyeti’nde Avrupalıların oluşturduğu Millî Parti hükümetinin, 1948-1994 yılları arasında beyaz olmayanların aleyhine uyguladığı ırka dayalı ayırımcılığı ifâde etmektedir.
Çetinoğlu: Teşekkür ederim İlhan Bey. Güney Afrika Devleti’nin Cumhurbaşkanının dikkat çeken beyanını sizden dinleyebilir miyiz?
Karaçay: Güney Afrika Cumhurbaşkanı Cyril Ramaphosa, mahkeme öncesinde yaptığı açıklamada ‘Bir zamanlar mülksüzleştirmenin, ayrımcılığın, ırkçılığın ve devlet destekli şiddetin acı meyvelerini tatmış bir millet olarak, târihin doğru tarafında duracağımız konusunda netiz.’ dedi.
Çetinoğlu: Gönülden, yürekten alkışlanacak, asıl sorumluları utandıracak bir ifâde. Peki Efendim, Türkiye’nin bakış açısı ile alâkalı olarak ne söylemek istersiniz?
Karaçay: Lahey’deki duruşmayı tâkip etmek üzere gelen Türk heyetini, Lahey Büyükelçimiz Selçuk Ünal ağırladı.
TBMM Adâlet Komisyonu Başkanı Cüneyt Yüksel, Divan’daki duruşmaları tâkip etmek ve temaslarda bulunmak üzere, Avrupa Birliği (AB) Karma Parlamento Komisyonu Başkanı ve AK Parti İstanbul Milletvekili İsmail Emrah Karayel ve Anayasa Komisyon Üyesi ve Denizli Milletvekili Cahit Özkan ile Lahey’e geldi.
‘Güney Afrika’nın İsrail aleyhine yaptığı başvuruyu memnuniyetle karşılıyoruz’ diyen Cüneyt Yüksel, İsrail’in 7 Ekim’den bu yana Filistin topraklarındaki milletlerarası hukuk ihlallerinin artarak devam ettiğini belirtti. Yüksel, Güney Afrika’nın İsrail aleyhinde dâvâ açarak ihlallerin durdurulmasına yönelik attığı adımın önemli olduğunu dile getirdi.
Cüneyt Yüksel, Milletlerarası Adâlet Divanındaki dâvâ sonucunun, Milletlerarası toplumun vicdanının ferah bulması beklentisi taşıdıklarını dile getirerek, şunları söyledi:
‘Biz Türkiye olarak gerek makamlarımız gerek sivil toplumumuz, bu zulme asla ortak olmayacaktır. Türkiye olarak, İsrail’in sivilleri hedef alan barbarca saldırılarının bir an önce sona ermesini talep ediyoruz ve hesap vermesi gerektiğini düşünüyoruz.
Milletlerarası Adâlet Divanı’na Güney Afrika Cumhuriyeti tarafından yapılan başvuruyu memnuniyetle karşıladık. Başlayan bu sürece olan desteğimizi Türk halkı adına bir defa daha beyan ediyoruz. Bu sürecin mümkün olan en kısa sürede tamamlanmasını ve Adâletin tecelli etmesini istiyoruz.’
Divan’ın hükmedeceği ihtiyâtî tedbirlerin her konudan önce ateşkesi garanti altına almasını gerektiğini vurgulayan Yüksel, bunun, Gazze’de çok ihtiyaç duyulan şartsız, engelsiz ve düzenli insânî yardımı mümkün kılmasını arzu ettiklerini kaydetti.
Yüksel, şöyle devam etti: ‘Filistin meselesi âdil bir siyâsî çözüme kavuşturulmadan, bölgemizde kalıcı barış ve istikrarın tesisinin mümkün olamayacağı, bir kere daha görülmüştür. Dolayısıyla, Milletlerarası toplumun, barışı tesis etmeye yönelik âcil ve somut adımlar atması temel beklentimizdir. Türkiye, varılacak bir çözüme giden yolda bütün çabalara aktif katkı sağlayacağı gibi, varılacak bir nihâi anlaşmanın uygulanması aşamasında garantör olarak sorumluluk almaya da hazırdır.’
Yüksel, Güney Afrika’nın ihtiyâti tedbir taleplerine ilişkin dâvâyı, tâkip edecek hükümet yetkilileri, diplomatlar, insan hakları kurumlarından temsilciler ve hukukçularla da temaslarda bulunduklarını söyledi.
Anayasa Komisyon Üyesi ve Denizli Milletvekili Cahit Özkan, duruşma sırasındaki beyanların çok etkili olduğunu dile getirerek, Güney Afrika tarafının sunduğu deliller arasında Anadolu Ajansı’nın çektiği fotoğrafların da yer aldığını söyledi.
Anadolu Ajansı’nın Gazze’deki soykırımın delillendirilmesinde ve bu dâvâ sürecinde çok etkili ve önemli bir rol oynadığının altını çizen Özkan, bu delillerle birlikte Güney Afrika’nın iddialarını fotoğraf ve belge şeklinde çok zengin malzemelerle duruşmada yansıttığını kaydetti.
Özkan, Gazze’deki soykırımın, Gazze halkının cep telefonlarıyla canlı aktardığı, bir şeyler yapabileceği umuduyla kendi yıkımlarını gerçek zamanlı olarak yayımladıkları târihteki ilk soykırım olduğuna dikkati çekti.
Avrupa Birliği (AB) Karma Parlamento Komisyonu Başkanı ve İstanbul Milletvekili İsmail Emrah Karayel, Türkiye’nin, Milletlerarası hukukun uygulanması ve Milletlerarası mahkemelerin uyuşmazlıkları çözmesi noktasında destekleyici olduğunun altını çizerek, Türkiye’nin tavrının, uyuşmazlıkların Milletlerarası hukuk kurallarına uygun olarak çözülmesi gerektiği şeklinde olduğunu belirtti.
İsrail’in işlediği suçların soruşturulmaması ve cezâsız kalmasının kabul edilemez bir durum olduğunu kaydeden Karayel, Türkiye’nin bu tür dâvâlarda her zaman Adâletin sağlanması, suçluların cezâlandırılması ve sorumlular hakkında gereğinin yapılması için sürecin tâkipçisi olacağını aktardı.
Öte yandan, Gazze’de yaşanan dramın azalması için Divan’ın tedbir kararı vermesi gerektiğine işâret eden Karayel, bu tedbir kararlarının da nasıl uygulanacağını tâkip edeceklerini dile getirdi.
Duruşmanın ilk günü, Güney Afrika’nın Amsterdam Büyükelçisi Vusimuzi Madonsela’nın ülkesinin Divan’dan, İsrail aleyhine talep ettiği 9 ihtiyâtî tedbiri okumasının ardından sona erdi.
Çetinoğlu: Konu ile ilgilenenler tarafından merak edilen üç husus var:
1-Ateş kes kararı verilir mi? 2-Netanyahu’ya; Sırp kasabı Mladiç’e verildiği gibi cezâ verilir mi? 3-İsrail’e müeyyide uygulanır mı? Bu konulardaki (temennilerinizi değil) kanaatlerinizi okuyucularımız için açıklar mısınız?
Karaçay: 1-Adalet Divanı’nın sadece haklıyı ve haksızı saptayacağını sanıyorum. Bir uygulama kararı beklemiyorum. Zira Dıvan, yaptırım yetkisine sahip değildir.
2- Adalet Divanı, Netanyahu davasına karışmaz. Bu Divan milletlerarası davalara bakar. Netanyahu’yu Lahey’de yargılayabilecek mercinin adı: “Milletlerarası Ceza Mahkemeleri Rezidüel Mekanizması (IRMCT) 3- Yukarıda belirttiğim gibi, Adalet Divanı, bağlayıcı bir karar vermez. Sadece haklıyı ve haksızı saptar. Bundan sonraki durum, Birleşmiş Milletler, devletler ve kamuoyu tarafından değerlendirilebilir.
Çetinoğlu: Çok teşekkür ederim İlhan Bey.
Karaçay: Rica ederim, ben teşekkür ederim.
********************
ÇETİNOĞLU’NUN ADALET DİVANI’NDAKİ TÜRK HALISI İLE İLGİLİ RÖPORTAJI
Hollanda’da Yaşayan Türk Gazeteci ve İş Adamı
İLHAN KARAÇAYile Milletlerarası Adâlet Divanı’ndaki TÜRK HALISI Hakkında Konuştuk.
Oğuz Çetinoğlu: Sizin Lahey Yüksek Adâlet Divanı’ndaki halı ilgili haberiniz, İstanbul gazetelerinde yer almıştı. Konu hakkında neler söylemek istersiniz?
İlhan Karaçay: Bizim, ‘Lahey Yüksek Adâlet Divanı’ olarak söz ettiğimiz ‘Barış Sarayı’na, Hollandalılar ‘VredesPleis’ diyor. Bu yeri ilk gördüğüm an, 50 yıl kadar öncesine dayanıyor.
O yıl, Türkiye ile Yunanistan arasındaki deniz sahanlığı ihtilafı, ‘Yüksek Adâlet Divanı’na taşınmıştı.
Güvenlik Konseyi, uyuşmazlığa taraf olan Türkiye ve Yunanistan arasında bir tercih yapmaktan kaçınmış, bir yandan tarafların uyuşmazlığı doğrudan görüşmeler yoluyla çözmeleri önerilirken, diğer taraftan da, uyuşmazlığın giderilebilmesinde, Milletlerarası Adâlet Divanı’nın olası katkılarını dikkate almaya dâvet etmişti.
O zamanlar bütün dünyâda sitayişle söz edilen ‘Barış Sarayı’nda, görenlerin gözlerini kamaştıran kocaman bir halı dikkat çekiyordu. İşte orada, bu halının Osmanlılar tarafından hediye edilmiş olduğunu öğrenmiştim. Türk-Yunan dâvâsının önemi yanında, böylesi dünyâca ünlü bir yerdeki Türk halısının mevcudiyeti benim için çok önemliydi.
Malûmdur, o zamanlar ‘Haber atlatma’ yarışı revaçtaydı. O halının fotoğrafını çektikten sonra Hollanda’nın ANP Ajansına gitmiş ve fotoğrafımın Hürriyet gazetesine telefoto ile gönderilmesini sağlamıştım. Ertesi günkü Hürriyet’in manşet başlığı ‘Türk-Yunan’ dâvâsı değil, Barış Sarayı’ndaki Türk halısı idi.
Çetinoğlu: Günümüzdeki durum nedir?
Karaçay: İşte o halının hikâyesi, bu defa 50 yıl sonra yeniden gündeme geldi.
Halının hikâyesi aslında daha eskiye, yâni 113 yıl öncesine dayanıyor.
Çetinoğlu: Anlatır mısınız?
Karaçay: 113 yıl öncenin yılı 1911 idi.
Lahey’deki Barış Sarayı inşa edilirken, 1907 yılında devletlere yapılan katkı çağrısı üzerine, 1911’de Osmanlı Devleti tarafından, kocaman bir Hereke halısı hediye edilmişti.
Şimdi, tâmirat ve tâdilât için Türkiye’ye gönderilen halı hakkında, Lahey Büyükelçimiz Selçuk Ünal şunları söyledi: ‘Hollanda Krallığı’na armağan edilen ve 113 yıldır Barış Sarayı’nı süsleyen Hereke Halısı, restorasyon amacıyla geçici bir süre için ülkemize gidiyor. Barış Sarayı’nın yönetimini deruhte eden Carnegie Vakfı ile Kültür ve Turizm Bakanlığımız arasında imzalanan Protokol uyarınca, Türkiye dışındaki en büyük olduğu düşünülen, 160 m2 boyutunda ve 700 kg ağırlığındaki Hereke halısı, restorasyon işlemlerine başlanması için Barış Sarayı’ndan çıkarıldı.’
Halının, Barış Sarayı’nda sayısız müzâkerelerin devam ettiği Japon Odası’ndan çıkarılması töreninde, Büyükelçi Selçuk Ünal, Hollanda Dışişleri Bakanlığı’nın Türkiye’den de sorumlu Avrupa Direktörü Erik Weststrate ve Carnegie Vakfı Direktörü J.P.H. Donner de hazır bulundu.
Büyükelçi Selçuk Ünal, Hereke halısının Barış Sarayı’ndan çıkarılarak kamyona yüklenmesi sırasında düzenlenen film çekimine de, Hollanda Dışişleri Bakanlığı Avrupa Direktörü Erik Weststrate ve Carnegie Vakfı Direktörü J.P.H. Donner ile katıldı.
Çetinoğlu: İlgi çekici… Demek tören yapıldı. Neler konuşuldu?
Karaçay: Büyükelçi Selçuk Ünal şöyle devam etti: ‘Ecdadımızın 1907’deki dâvete icabetle 1911’de armağan ettiği târihî Hereke halısı 113 yıldır, sayısız önemli barış antlaşması, müzâkere ve görüşmeye şâhitlik etti. Aslında, tek başına, yalnız ve hüzünlü, 113 yıl târihe şâhit oldu. Ecdadımızın Milletlerarası barışa desteğini o târihte uzun vadeli bir öngörüyle ve bu şekilde göstermiş olması, bugün hepimiz için önemli bir mesajdır. Hereke halısı, bir cihan devletinden Avrupa’nın saygın bir devletine hediye edilirken düşünüldüğü gibi, bugün de yarın da Türk-Hollanda dostluğunun ölümsüz nişanelerinden birini teşkil edecektir. İnsanlar yaşadıkça ve insanlık yaşadıkça, buradan sonsuzluğa kadar Milletlerarası dostluk ve barış mesajını verecektir.’ İşte, hepimize gurur veren ve bundan sonraki gelişmeler ile âlicenaplığımızı dünyâya ilân edecek olan ‘Hereke Halısı’nın hikâyesi böyle.
Çetinoğlu: ‘Hereke halısı’ deyip geçebilir miyiz?
Karaçay: Aslâ. Târihî olaydır. Yeni nesiller tarafından da bilinmesi gerekir.
Çetinoğlu: Sizden öğrenebilir miyiz?
Karaçay: İntihal (aşırma) yapmayacağım ama Google Amca’da yaptığım araştırmada bakınız bu konuda ne buldum.
Çetinoğlu. Ne buldunuz?
Karaçay: Hollanda’nın Lahey şehrindeki Milletlerarası Adâlet Divanı olarak hizmet veren Barış Sarayı’na, Sultan İkinci Abdülhâmid Han’ın fermanı üzerine 1905’te hediye edilen, yaklaşık 162 metrekarelik Hereke halısı Aksaray’ın Sultanhanı ilçesinde restore ediliyor.
Kültür ve Turizm Bakan Yardımcısı Nadir Alpaslan, Aksaray’daki halı tâmir atölyesinde düzenlenen basın toplantısında, Türkiye târihi için önemli yeri olan Sultanhanı Kervansarayı’nda olmaktan mutluluk duyduğunu söyledi.
Nadir Alpaslan, Barış Sarayı yapıldığı dönemde 40’tan fazla ülkenin yardımda bulunduğunu hatırlatarak, şöyle devam etti: ‘Osmanlı Devleti Sultan İkinci Abdülhâmid Han döneminde Barış Sarayı’na, biraz sonra restorasyonuna başlanacak, Hereke halısını hediye etmiş. Bu halı ülkemizin kültürel ögeleriyle bezenmiş, ilmek ilmek dokunmuş çok özel bir halı. Halı restorasyon sürecinde yapıldığı dönemin teknik özelliklerine göre her bir ilmeği yenilenerek tekrar evine gönderilecek. Hereke halısı 100 yılı aşkın süredir Barış Sarayı’nda Japon Salonu’nda târihe tanıklık etmektedir. Halımız, 1 yıl sonra bu çalışma bitip evine döndüğünde târihe şâhitlik etmeye devam edecek.’
Alpaslan, bu eşsiz halının Türkiye’nin kültürel zenginliğini yansıtan önemli örneklerden biri olduğunu aktardı. Restorasyonun Türkiye’de yapılmasının önemli olduğuna dikkati çeken Alpaslan, ‘Halı, 400 yılı aşan Hollanda ve Türkiye ilişkilerinin de somut bir göstergesidir. Halımızın restorasyonu uzman ekip ve geleneğe dayalı teknikler kullanılarak gerçekleştirilecek, her aşamada halının orijinal dokusu ve estetiğinin korunması için büyük hassasiyet gösterilecektir. Bu proje, halının restorasyonundan öte kültürel bir mirasın korunmasını da temsil etmektedir.’ diye konuştu.
Alpaslan, halının restorasyonuyla dünyâ kültürel mirasına da katkı sunulduğunu vurguladı.
İçinde yaşanılan dünyâda, barışa ve Adâlete ihtiyaç olduğunu anlatan Alpaslan, bütün dünyâya barış ve Adâlet gelmesi temennisinde bulundu.
Çetinoğlu: Bilenler elbette biliyor da… İnsanlarımızın çoğunluğu makine halısı kullanıyor. Onlara Hereke halısını nasıl tanıtırsınız?
Karaçay: Hereke halısı, dünyânın en kaliteli ve en iyi halısıdır. Restorasyondan sonra dokunduğu dönemdeki kıymetine kavuşacaktır.
Çetinoğlu: Hollanda’dan restorasyon için gönderilirken tören yapıldı. Türkiye’de karşılamak maksadıyla da tören yapıldı mı?
Karaçay: Evet: Hollanda’nın Ankara Büyükelçisi Joep Wijnands ise bir asırdan sonra halının Hollanda’dan tekrar Türkiye’ye restorasyon için geldiğini söyledi.
Halının hikâyesinin Türkiye ile Hollanda arasındaki güçlü bağların sembolü olduğunu belirten Wijnands, sözlerini şöyle devam etti: ‘Hereke halısı, dünyânın en kaliteli ve en iyi halısıdır. Uzun süreli olması ve târihî öneme sahip olması da ayrı bir güzel yanı. İki ülke arasındaki ilişkiler ve aramızdaki dostluk halıdaki ilmekler kadar sağlam ve güçlüdür. İki ülke arasındaki dostluk çok uzun yıllar öncesine dayanıyor. Seneye dostluk anlaşmasının 100. yılının kutlamasını yapacağız. Diplomatik ilişkiler de 400 yıl kadar geriye gidiyor. İki ülke arasında bu halıdan daha da fazla güzellikler var. Hollanda’nın Milletlerarası sembolü olan lâleyi, Türklerin getirdiği bilinir.’ Wijnands, 500 yıl önce Hollanda’nın bağımsızlığı için Türkiye’nin yardım ettiğini de vurguladı.
Konuşmaların ardından Bakan Yardımcısı Alpaslan ve beraberindekiler, halıyı inceledi.
Çetinoğlu: Konu açılmışken, biraz da Hereke Halı Fabrikası’ndan bahseder misiniz?
Karaçay: Kocaeli’de 1843 yılında kurulan Osmanlı emâneti olan ‘Hereke Fabrika-i Hümayunu’ dokuma fabrikası, 181 yıldır adından söz ettiriyor. Özel olarak millî saraylar için dokunan ipek halılar, metrekaresindeki 1.000.000 düğümü ve Osmanlı dönemindeki desenleriyle göz kamaştırıyor. El emeği göz nuru halıları dokuyan kadınlar, bir halıyı en az bir yılda bitiriyor.
Körfez ilçesine bağlı Hereke bölgesinde, 1843 yılında iki kardeş tarafından geniş bir atölye olarak kurulan fabrika, 1845 yılında Osmanlı Devleti‘nin sanayi atılımları ile saraya bağlandı. 1845 yılından sonra, ‘Hereke Fabrika-i Hümayunu’ ismiyle faaliyetini devam ettiren fabrikada, ilk olarak sarayların perdelik ile döşemelik talebi karşılanırken, daha sonra halı da dokunmaya başlandı.
Osmanlı’nın değerli kurumları arasında yer alan ve imparatorluk hayatını renklendiren Hereke Fabrika-i Hümayunu, 19. yüzyılın sonlarına doğru Avrupa’da bir markaya dönüştü. Prestijli bir marka hâline gelen fabrikanın ürünleri, çeşitli ülkelerde de armağanlara lâyık görüldü.
Çetinoğlu: Bu konuda hayli bilgi sâhibisiniz. Herekede üretilen halıları nerelerde görmek mümkün?
Karaçay: Hereke Fabrika-i Hümayun da birçok halı dokundu. Bunlardan en devasa olan Sultan İkinci Abdülhâmid döneminde Alman İmparatoru Kaiser İkinci Wilhelm’in ziyâreti vesilesiyle 1897 yılında Yıldız Şale Köşkü Muayede (Bayramlaşma) Salonu için yaptırılan 468 metrekare boyutunda, 3 ton ağırlığındaki halıydı. Ayrıca Beylerbeyi Sarayı Mavi Salonu, Dolmabahçe Sarayı Muayede Salonu, Lahey Yüksek Adâlet Divanı ve Beyaz Saray’ında bulunan halılarda Hereke Fabrika-i Hümayun’da dokundu. 181 yıldır faaliyetini devam ettiren, şu anki ismiyle Hereke İpekli Dokuma ve Halı Fabrikası’nda hâlâ millî saraylara halı dokumaya devam ediyor.
Çetinoğlu. Hereke halısının özelliklerinden de söz eder misiniz?
Karaçay: Hereke halısının özelliği: ilmeği, çift düğüm olması, iplik özelliği ve sağlamlığıdır.
Türk halı sanatının Osmanlı dönemi, Altaylardan Anadolu’ya uzanan târihî süreci ve kültürel birikimi yansıtır. Bu bağlamda devletin ilk dört yüz yıl boyunca devam eden yükselişine paralel olarak, hah sanatı gelişme göstermiş ve çeşitliliği artmıştır. Ancak Batı dünyâsında bilim ve tekniğe dayalı olarak gelişen yeni medeniyet, her alanda olduğu gibi Osmanlı sanatlarını da zor durumda bıraktı. Bilhassa sanayi devrimi ile dokumacılık sektörü yeni bir sürece girdiği için, Osmanlı halıcılığı derinden etkilendi. Bu sebeple, 19. yüzyılda devam ettirilen modernleşme çabalarına dokumacılık da dâhil edildi. 1843’de Hereke’de açılan fabrika ile dokuma ve halı sanayi teşekkül ettiği gibi, zamanla sektör açısından bir eğitim merkezi hâline geldi. Gayretli çalışmalar neticesinde taşrada birçok halıcılık merkezi ortaya çıktı. Verimliliğini yitiren bazı eski merkezler ihya edildi. Kız Sanayi Mektepleri ile Kız Rüştiyelerinde yapılan halıcılık eğitimi desteklendi. Ayrıca halıcılık sanatında başarılı ve üstün hizmetleri olan kimselere, hükümet tarafından Sanayi Madalyası verildi. Böylece Hereke Fabrika-i Hümayunu merkeze alınarak, öğrencilere, erişkinlere, özel teşebbüs personeline halıcılık eğitimi veren, kaliteyi artıran ve istihdam imkânı yaratan bir model oluştu.
Çetinoğlu: Çok teşekkür ederim İlhan Bey.
Karaçay: Rica ederim, ben teşekkür ederim.
ÇETİNOĞLU’NUN KISACA ÖZGEÇMİŞİ
28 Kasım 1938 târihinde Bafra’da doğdu. İlk ve Orta Okulu doğduğu şehirde bitirdikten sonra Ankara Ticaret Lisesi ve Ankara İktisâdî ve Ticârî İlimler Akademisi’nde okudu.
İş hayatına Ankara’da muhasebeci olarak başladı. Ankara ve Karabük’te; muhasebeci, mâlî müşâvir ve profesyonel yönetici olarak devam etti. İstanbul’da, demir ticareti ile meşgul oldu.
SSCB’nin dağılmasından Türk Cumhuriyetleri’nde sanayi yatırımları gerçekleştirmek üzere çok ortaklı şirket kurdu. Şirketin murahhas âzâsı olarak Azerbaycan’da ve Kırım’da; tesis kurup çalıştırdı. 2000 yılında işlerini tasfiye etti.
İş hayatı ile birlikte yazı hayatı da devam etti. İlk yazısı 1954 yılında Bafra’da yayımlanmakta olan Bafra Haber Gazetesi’nde başmakale olarak yer aldı. Sonraki yıllarda İlhan Egemen Darendelioğlu’nun Toprak Dergisi’nde, Son Havadis ve Tercüman gazetelerinde yazıları yayımlandı.
Türk Ocakları Genel Merkezinin yayımladığı Türk Yurdu, dergisinde yazdı. İslam, Kadın ve Aile, Yörünge, Ufuk, Emelimiz Kırım, Papatya, Tarih ve Düşünce, Yeni Düşünce, Yeni Hafta, Sağduyu, Orkun, Kalgay, Bahçesaray, Türk Dünyası Tarih ve Kültür, Antalya’da yayımlanan Nevzuhur, Kayseri’de yayımlanan Erciyes ve Yeniden Diriliş, Tokat’ta yayımlanan Kümbet dergilerinde, Dünya ve Kırım’da yayımlanan Kırım Sadâsı gibi gazetelerde de imzasına rastlanmaktadır. Akra FM radyosunda haftanın olayları üzerine yorumları oldu.
10 yıl boyunca (haftada bir gün) Zaman Gazetesi’nde köşe yazıları yazdı. Hâlen; Önce Vatan ve İstanbul gazetelerinde, Dil ve Edebiyat ile Yesevi ve Adana’da yayınlanan Töre dergilerinde yazmaktadır.
Üstlendiği sosyal görevler:
*Ankara Ticaret Lisesi Kültür ve Edebiyat Kolu Başkanlığı *Ankara Meslek Okulları Öğrenci Kültür Birliği Kültür Kolu Başkanlığı
*Ankara İktisadî ve Ticarî İlimler Akademisi Talebe Cemiyeti Başkanlığı
*Millî Türk Talebe Birliği’nde; Mayıs 1961’den Şubat 1963’e kadar Yönetim Kurulu üyeliği
*Millî Türk Talebe Birliği Ankara Şubesi Kültürel Hizmetler Grup Başkanlığı *Türk Ocakları Ankara Şubesi İkinci Başkanlığı *Karabük İşadamları Derneği Kurucu Başkanlığı *Karabük Serbest Meslek Mensupları Yapı Kooperatifi Kurucu Başkanlığı
*Türk Ocakları İstanbul Şubesi Kurucu Üyeliği *Anavatan Partisi Sarıyer İlçe Başkanlığı
*Türkiye Millî Kültür Vakfı Kurucular Kurulu Üyeliği
*Aydınlar Ocağı Genel Merkezi ve İlim İstişare Kurulu Üyeliği
*Türk 2000’ler Vakfı Yönetim Kurulu Üyeliği
*AVRASYA-BİR / Avrupa Asya Birliği Türk Ekonomik, Sosyal ve Kültürel Araştırmalar Vakfı Yönetim Kurulu Üyeliği
Oğuz Çetinoğlu; ESKADER / Edebiyat, Sanat ve Kültür Araştırmacıları Derneği, İLESAM / Türkiye İlim ve Edebiyat Eseri Sahipleri Meslek Birliği, Aydınlar Ocağı İstanbul Merkezi ve Türk Ocakları İstanbul Şubesi Üyesidir.
************************
EERVOLLE PUBLICATIES VAN TWEE BEROEMDE SCHRIJVERS OVER MIJ…
De publicaties van İrfan Ünver Nasrattınoğlu en Oğuz Çetinoğlu zijn gepubliceerd op nieuwsportalen die miljoenen mensen bereiken.
Nasrattınoğlu publiceerde mijn biografie en Çetinoğlu publiceerde twee interviews over het Gerechtshof in Den Haag.
Een van hen is een folkloreonderzoeker die in verschillende organisaties heeft gewerkt en de ander is een schrijver die betrokken is geweest bij het bedrijfsleven, politieke organisaties en verenigingen.
İlhan KARAÇAY schreef:
Beste lezers,
Het moet het toppunt van vulgariteit en egoïsme zijn voor een schrijver om een megalomaan te worden en zichzelf te prijzen.
Echter, naar mijn bescheiden mening, probeer ik zo nu en dan een megalomaan te zijn en mezelf te prijzen.
In feite is dit niet mijn eigen lof, maar het verlangen om de lof van anderen te weerspiegelen. Je kunt dus niet overal zien wat anderen zeggen en schrijven. Bovendien blijft het jarenlang op Uncle Google staan en wordt het vereeuwigd.
Natuurlijk ontvangt elke schrijver berichten van lof en kritiek. Natuurlijk neemt elke schrijver meestal de berichten op van degenen die hem prijzen. Ook ik heb vaak lovende berichten gepubliceerd.
Ik zou nalatig zijn als ik geen berichten zou publiceren als “Gezondheid, je schrijft erg vloeiend”, “De staat zou je een prijs moeten geven” en “Veel schrijvers hebben mij genoemd, maar ik zou graag door jouw vloeiende pen gelezen willen worden”. Net als een van mijn bewonderende lezers die mij afschilderde als “U bent de Van Gogh van de journalistiek”…
Een van de laatste twee berichten die ik ontving was van İrfan Ünver Nasrattınoğlu, een folklore onderzoeker die in verschillende organisaties heeft gewerkt, en de andere was van Oğuz Çetinoğlu, een schrijver die betrokken is geweest bij het bedrijfsleven, politieke organisaties en januari.
Nasrattınoğlu, wiens artikelen zijn gepubliceerd in ANKHABER in Ankara, KOCATEPE in Afyonkarahisar, SESİMİZ in Silifke, MÜCADELE in Diyarbaır en MUTTAN HABER in Mut, begon zijn bericht als volgt: “İlhan Karaçay is in mijn herinnering een uitzonderlijk persoon. Om deze reden voeg ik een ontwerp bij van een artikel dat ik van plan ben te schrijven en te publiceren over jou. Ik ben nu in mijn 87e jaar en heb geen officiële of privé functie meer. Ik schrijf, schrijf en publiceer alleen nog maar.”
Oğuz Çetinoğlu, die schrijft voor het nieuwsportaal KOCAELİ OCAĞI VAN DE LICHTEN, in zijn bericht.
Hij had de wens geuit om geïnterviewd te worden over het proces tegen Israël bij het Gerechtshof in Den Haag en het tapijt dat Turkije aan het Hof heeft gepresenteerd.
ARTIKEL DOOR IRFAN ÜNVER NASRATTINOĞLU:
Ankara Afyonkarahisar Diyarbakır Mut Silifke
Een populaire Turkse journalist in Nederland
İLHAN KARAÇAY
De arbeidsmigratie van Turkije naar Nederland begon officieel met de bilaterale overeenkomst die op 19 augustus 1964 werd ondertekend. Veel Turken die naar dit land gingen, waar ze als arbeiders kwamen, hebben succesvol werk verricht in dit land, speelden een leidende rol bij het oplossen van de problemen van hun landgenoten en werden leiders met hun sociale activiteiten. Een van de prominente namen in dergelijke activiteiten in Nederland is İlhan Karaçay. Zijn naam wordt geïdentificeerd met Nederland.
Ik reisde voor de eerste keer naar dit land in 1978. Daarna bezocht ik dit Europese land twee keer in 2000, en daarna nog drie keer in maart en juni 2014, waarin ik ook een belangrijke gebeurtenis heb uitgevoerd. Ik heb al negen jaar op rij contact met Karaçay, die ik tijdens mijn laatste reis naar Nederland heb ontmoet en die ik met veel plezier ken. Uit het nieuws dat hij regelmatig publiceert, haal ik informatie over alles wat er in dit land gebeurt en uit het nieuws dat hij publiceert, leer ik weer over de Turkse sporen die in verschillende delen van Europa bestaan.
Geboren op 23 december 1942 in Mersin, begon Karaçay met het schrijven van nieuws en commentaren voor de Ulus krant, die werd beschouwd als het orgaan van deze partij, terwijl hij tijdens zijn jeugd voorzitter was van de CHP İçel Provinciale Jeugdafdeling. Op hetzelfde moment, ondanks zijn jonge leeftijd, was hij ook verantwoordelijk voor het beheer van de toeristische faciliteiten in Mersin, die eigendom waren van zijn familie en Pompeipolis genaamd, bestaande uit een motel, strand, casino en camping.
Als ze hem hadden verteld dat een Griekse kapitein die op vijfentwintigjarige leeftijd naar de toeristische faciliteiten kwam die hij beheerde, de loop van zijn leven zou veranderen, zou hij het ook niet hebben geloofd. Toen hij hoorde dat deze kapitein met zijn schip naar Shanghai, China zou gaan, slaagden hij en zijn drie vrienden erin om als arbeiders aan boord van het schip te komen. Dit waren de jaren van Mao’s Culturele Revolutie in China. Dit was een niet te missen kans voor Karaçay, die hield van het vak van journalist. Het echte doel van de reis, die begin juni 1967 begon, is journalistiek…
De reis naar China verandert in een avontuur wanneer het schip net na het oversteken van het Suezkanaal wordt gebombardeerd. Ze staken het kanaal over, maar toen ze Djibouti bereikten op 7 juni 1967, hoorden ze dat de oorlog tussen Israël en de Arabische landen in volle gang was en dat het Suezkanaal gesloten was. Het is min of meer bekend wat de andere matrozen gaan doen als ze via Singapore Shanghai bereiken en voet aan land zetten, maar Karaçay belandt op het postkantoor. Hij mailt de foto’s en interessante nieuwtjes die ze van het Suezkanaal hebben meegenomen en de havens die ze tijdens de reis hebben aangedaan naar de krant Akşam.
Karaçay beleeft de kleurrijkste dagen van de Culturele Revolutie in Shanghai. In China, het dichtstbevolkte land ter wereld en op dat moment gesloten voor de wereld, krijgt hij geelzucht. Hij wordt opgenomen in het ziekenhuis. Maar hij ontsnapt uit het ziekenhuis. Karaçay beschrijft dit ontsnappingsincident als volgt: “Met het garantiedocument dat de kapitein me gaf, kon ik ontsnappen uit de handen van de gendarmerie die me naar het ziekenhuis kwam brengen en ontsnappen. Want de volgende reis na Shanghai was naar Vancouver, Canada. Als ik in het ziekenhuis zou worden opgenomen, moest dat in de moderne wereld gebeuren. Wat zou ik in deze onbekende wereld doen als het schip zou vertrekken?”
Zodra hij voet zette in de moderne wereld, werd hij voor precies tweeënhalve maand opgenomen in het ziekenhuis. Gedurende deze tijd verbetert hij zijn Engels, dat hij voldoende beheerst om zichzelf te redden. De vrouwelijke arts van het ziekenhuis feliciteert Karaçay met het feit dat hij in zo’n korte tijd Engels heeft geleerd en geeft de directeur van de bibliotheek opdracht hem lessen te geven om zijn Engels verder te verbeteren. Karaçay herstelt van zijn ziekte en komt weg met het Engels dat hij heeft geleerd. Kortom, hij komt het ziekenhuis binnen als een patiënt en vertrekt als een gezond persoon en als twee mensen, zoals het gezegde luidt: “Eén taal betekent één persoon”.
Op de terugweg via Londen naar Turkije stopt Karaçay in Nederland, bewondert het leven en de mensen in Nederland en besluit hier te blijven. Om als correspondent te gaan werken voor de krant Tercüman, die in Europa begon te verschijnen, sluit hij een overeenkomst met Kemal Özbayraç, het hoofd van de inlichtingendienst, die hij al eerder had gekend. In die tijd was zijn leven in Nederland behoorlijk kleurrijk. Hij had veel vriendinnen, maar toch vond hij dat zijn leven eentonig werd. Hij is van plan om naar Amerika te gaan. Jeanne, zijn favoriet en groeiende favoriet, is echter verdrietig dat Karaçay Nederland zal verlaten. De liefde tussen de twee mondt later uit in een huwelijk.
Op een dag klopt de postbode op de deur en overhandigt Karaçay een telegram. De afzender was Necmi Tanyolaç, de sportmanager van de krant Tercüman. Tanyolaç, een van de belangrijkste figuren van de Turkse sportpers, stuurde een dringend telegram: “İlhan, Fenerbahçe is gekoppeld aan Ajax. Volg Ajax en stuur de artikelen en foto’s in een haast.” Op 10 november 1968, landde Fenerbahçe op Amsterdam’s Schiphol luchthaven en werd begroet door mevrouw Jeanne. Terwijl hij van plan was om Jeanne te verlaten en naar Amerika te gaan, bracht de wedstrijd Ajax-Fenerbahçe Karaçay naar de trouwtafel met Jeanne. Karaçay zegt, “Hoewel ik een Beşiktaş fan ben, ben ik altijd dankbaar geweest naar Fenerbahçe, die instrumentaal was in mijn huwelijk met Jeanne en mijn verblijf in Nederland.”
In 1969 werd Karaçay professioneel journalist door een overeenkomst te tekenen met de krant Hürriyet, die in Europa begon te publiceren, en in 1975 accepteerde hij het aanbod om verslaggever te worden van Tayyar Şafak, het hoofd van de TRT Nieuwsafdeling, tijdens zijn bezoek aan Amsterdam. In hetzelfde jaar begon hij het programma ‘Paspoort’ voor Turken op de NOS televisie te regisseren. In 1980 filmde Karaçay, die samen met Henk Barnard, de beroemde regisseur van IKON Televisie, een vijfdelige serie met de titel “De kinderen die lijden” maakte, twee afleveringen in Turkije en kwam ‘s ochtends aan bij de grenspoort van Kapıkule. Tanks en soldaten verschenen plotseling in het centrum. Het was 12 september 1980 en de Turkse strijdkrachten hadden de regering van Turkije overgenomen.
Een succesvolle medewerker van TRT aan de ene kant, van een grote krant als Hürriyet aan de andere kant en van de Nederlandse televisie aan de andere kant, opende veel deuren voor Karaçay.
Terwijl hij over die tijd sprak, kon Karaçay het niet laten om een pijnlijke herinnering te vertellen die hij niet kon vergeten: “We hadden alles voorbereid en waren op weg naar Mersin voor de huwelijksceremonie. Toen we op het punt stonden om in Aksaray aan te komen met het grootste deel van onze reis achter de rug, waren Jeanne en ik betrokken bij een zwaar verkeersongeval. We raakten allebei ernstig gewond, ik kan wel zeggen dat we terugkwamen uit de dood. Uiteindelijk trouwden we op 23 mei 1970 in Mersin.”
Het geluk van het opbloeiende koppel İlhan en Jeanne verdubbelde en verdrievoudigde op 23 januari 1971.
Ze kregen een tweeling, een jongen en een meisje, die ze Ruşen en Vahide noemden. Maar hun geluk duurde niet lang! Vahide kon maar vijf weken overleven door een gat in haar hart. Ze kunnen hun dochter niet vergeten. Daarom noemden ze hun tweede dochter, geboren op 17 april 1974, naar Vahide, die stierf toen ze nog maar vijf weken oud was. Karaçay zei over de goede momenten die hij doorbracht met zijn twee kleinkinderen, Eva van hun eerste kind Ruşen en Esra van Vahide: “De mooiste momenten van mijn leven zijn de momenten die ik doorbreng met mijn kleinkinderen. Bij elke gelegenheid bij mijn kleinkinderen zijn is voor mij het grootste geluk ter wereld.”
In 1973 ging İlhan Karaçay zich naast de journalistiek ook bezighouden met toerisme en in 1976, met het besluit van de Raad van Ministers, nam hij het algemene verkoopagentschap van de THY in de regio Utrecht op zich.
Naast journalistiek en reisbureau in zijn kantoor, houdt hij zich ook bezig met verzekeringen en kredietzaken op verzoek en op behoefte. Na zware operaties in 1981 gaf hij eerst zijn bureau voor toerisme en daarna de vertegenwoordiging van Hürriyet Newspaper over aan mensen die hij vertrouwde.
Karaçay wilde dat zijn kinderen Turks onderwijs zouden krijgen, dus keerde hij terug naar Turkije en vestigde zich in Mersin. Natuurlijk kon hij ook daar niet stil blijven zitten en begon hij weer met het exploiteren van toeristische faciliteiten. Ondertussen probeerde hij zijn geluk opnieuw in de politiek. Bij de lokale verkiezingen van 1984 stelde hij zich kandidaat als DYP voor het burgemeesterschap van Mersin en verloor de verkiezing. Hij begint zich ongemakkelijk te voelen bij het sociale leven in Mersin, verveelt zich en keert begin 1986 terug naar Nederland.
Na zijn aankomst in Nederland werkt hij als correspondent voor de krant Günaydın en als hoofdredacteur van de krant Haber, die in het Turks en Nederlands wordt uitgegeven. Aan het eind van datzelfde jaar nam hij ook de Benelux-vertegenwoordiging van Sabah Newspaper over, dat zich op Europa richtte. Het eerste Europese avontuur van Sabah duurde echter niet lang en het werd gesloten. In 1988, toen Asil Nadir de Günaydın krant kocht, werd hij de Benelux vertegenwoordiger van deze krant. Na de crisis van Asil Nadir en de aankoop van de krant door Bekir Kutmangil, bleef hij in dezelfde functie. Karaçay, die in zijn journalistieke leven in elke tak van deze sector heeft gewerkt, werd in 1994 eigenaar van de Europese edities van Günaydın. Daarom vestigde hij zich in Frankfurt, het centrum van de Europese Turkse pers.
İlhan Karaçay met mijn zoon Salih
MEER KOMT NOG Meneer Nasrattınoğlu eindigde mijn verhaal in Frankfurt. Het verhaal zal hier echter niet eindigen.
De gewaardeerde auteur verklaarde dat hij nog een artikel zal voorbereiden waarin hij voorbeelden zal geven van het belangrijke werk dat ik heb gedaan voor de Turkse gemeenschap tijdens mijn leven in Nederland.
KORTE BIOGRAFIE VAN NASRATTINOĞLU
İRFAN ÜNVER NASRATTINOĞLU
Folklore onderzoeker. Geboren op 18 december 1937 in Afyonkarahisar. Afgestudeerd aan de Air Non-Commissioned Officer School (1955). Na twintig jaar bij de luchtmacht te hebben gewerkt, ging hij vrijwillig met pensioen. Vanaf 1976 werkte hij voor verschillende kranten. In zijn latere jaren legde hij zich toe op folkloreonderzoek en bekleedde hij verschillende functies in organisaties die op dit gebied actief zijn. Sinds 1981 was hij voorzitter van het Folklore Onderzoeksinstituut.
Zijn eerste artikel verscheen in de krant Türkeli (Afyonkarahisar) in 1954. In de jaren daarna werden zijn artikelen gepubliceerd in Türkeli, Afyon, Zafer, Mücadele (Diyarbakır), Anadolu, Güney, Orta Doğu kranten en Turkish Folklore Research, Sivas Folklore, Turkish Folklore, Erciyes, Hisar, Ilgaz, Gülpınar, Size, Güneyde Kültür, İçel Kültürü, Ses, Yeni Defne tijdschriften. Hij nam deel aan vele nationale en internationale congressen, symposia en seminars in en buiten Turkije en presenteerde papers. Zijn diensten aan het folkloreonderzoek werden vele malen bekroond in binnen- en buitenland. Twee eredoctoraten en ereprofessoraten (1999) werden uitgereikt door de Staatsuniversiteit van Azerbeidzjan namens Mehmet Emin Resulzâde en door de Staatsuniversiteit van Moldavië-Komrat. Hij heeft ook academielidmaatschappen in verschillende landen. Er zijn scripties over hem geschreven aan universiteiten. Hij is lid van vele verenigingen zoals de Turkse Persraad, Azerbeidzjaanse Schrijversbond, Afyonkarahisar Journalistenbond, İLESAM, Moldavië Schrijversbond, Turkije Journalistenbond, Turkije Schrijversbond.
“Folklore onderzoeker, schrijver İrfan Ünver Nasrattınoğlu levert nuttige diensten. Vorig jaar publiceerde hij de anthologie “Hedendaagse Noord-Azerbeidzjaanse Poëzie”. Deze keer hebben we de “Bloemlezing van hedendaagse Oeigoerse poëzie” samengesteld door Irfan Ünver. Jarenlang hebben we geschreven en aangedrongen op de erkenning en verspreiding van Turkse literatuur buiten Turkije in Turkije, en de introductie van Turkse literatuur aan onze broeders en zusters in het buitenland. Onze standpunten werden soms onderschat. De blik was op grote plaatsen” (Tahir Kutsi Makal).
ARTIEKEL VAN OĞUZ ÇETİNOĞLU
Schuldig (Israël) Sta op…
We spraken over ISRAEL’S GENOCIDE CASE, met de Turkse Journalist woonachtig in Nederland ILHAN KARAÇAY
Oğuz Çetinoğlu: De Republiek Zuid-Afrika, die beweert dat de aanvallen van Israël op Gaza sinds 7 oktober 2023 genocide waren, heeft op 29 december 2023 een rechtszaak tegen Israël aangespannen wegens schending van het Verdrag van de Verenigde Naties inzake de voorkoming en bestraffing van genocide, dat in 1948 in werking is getreden. De rechtszaak is een paar dagen geleden begonnen bij het Internationaal Gerechtshof, het belangrijkste juridische orgaan van de Organisatie van de Verenigde Naties, dat opereert in het Vredespaleis in Den Haag in Nederland, waar u zich als journalist en zakenman bevindt. U volgt de zaak. Kunt u ons vertellen over uw eerste indrukken?
İlhan Karaçay: De sessie in het Vredespaleis begon met de mondelinge verklaring van Zuid-Afrika. De Republiek Zuid-Afrika eiste eerst de onmiddellijke opschorting van alle Israëlische militaire operaties in Gaza. Het Hooggerechtshof ging eerst in op dit verzoek.
Cetinoglu: Wat zijn volgens u de saillante punten in het verzoek van Zuid-Afrika?
Karaçay: Zuid-Afrika’s aanvraag benadrukt dat ‘de rechten van het Palestijnse volk onder het genocideverdrag, die nog steeds geschonden worden, beschermd moeten worden’.
Terwijl de hoorzitting voortduurde, verzamelde een groot aantal pro-Palestijnse en pro-Israëlische demonstranten zich buiten het Vredespaleis. De demonstranten volgden de hoorzitting op grote schermen die buiten waren opgesteld.
Cetinoglu: Kunt u ons informatie geven over de vonnissen in de 84 pagina’s tellende schriftelijke aanvraag van Zuid-Afrika bij het Internationaal Gerechtshof?
Karaçay: De zaken waarover Zuid-Afrika klaagt over Israël vallen onder de definitie van genocide. Want er staat dat “het doel is om een aanzienlijk deel van de nationale, raciale en etnische groep van Palestina te vernietigen”.
Cetinoglu: Wanneer wordt de uitkomst verwacht?
Karaçay: Genocidezaken die naar Den Haag gaan kunnen vele jaren duren voordat er een uitspraak is. Zuid-Afrika heeft daarom verzocht dat het Internationaal Gerechtshof maatregelen neemt om “Israëli’s te stoppen met het doden van Palestijnen” terwijl het proces nog loopt.
Zuid-Afrika eiste in zijn verzoek ook dat Israël de aanvallen zou staken die gericht zijn op de opzettelijke eliminatie van de Palestijnen als groep en dat Tel Aviv zou worden gestraft voor het plegen van genocide.
Çetinoğlu: Hoe reageerde Israël?
Karaçay: Israël verklaarde dat de beschuldigingen in de aanvraag “geen basis hebben” en dat Israël “probeert Israël met bloed te belasteren”.
Cetinoglu: Waarom werd de zaak voor het Internationaal Gerechtshof gebracht?
Karaçay: In tegenstelling tot het Internationaal Strafhof behandelt het Internationaal Gerechtshof, het hoogste gerechtelijke orgaan van de VN, alleen geschillen tussen staten in plaats van persoonlijke misdaden. Daarom werd de zaak bij het Internationaal Gerechtshof aanhangig gemaakt.
Cetinoglu: Heeft u informatie over het bewijs?
Karaçay: Tijdens de hoorzitting bij het Hof van Justitie liet Adila Hassim, een van de advocaten die Zuid-Afrika vertegenwoordigde, tijdens haar toespraak de foto’s van Anadolu Agency zien als bewijsmateriaal. De foto’s, genomen door fotojournalist Fadi Alwhidi, tonen de lichamen die op 23 december door Palestijnse civiele verdedigingsteams van onder het puin in Beit Lahya in Gaza zijn gehaald en begraven in een massagraf dat vlakbij het Indonesische ziekenhuis is aangelegd.
Op de foto, genomen door fotojournalist Mohammed Fayk, was op de camera te zien dat de lichamen van de familie Fatayer op 30 oktober 2023 werden begraven in een massagraf in Gaza vanwege ruimtegebrek op sommige begraafplaatsen in Gaza.
Cetinoglu: Wat zijn de andere punten onder de beweringen van de delegatie van de Republiek Zuid-Afrika?
Karaçay: In haar 84 pagina’s tellende verklaring stelt Zuid-Afrika dat Israël genocide heeft gepleegd op de Palestijnen in Gaza door hen te doden, ernstig geestelijk en lichamelijk letsel toe te brengen, nederzettingen te vernietigen, te belegeren, uit te hongeren en uit te drogen, en omstandigheden te creëren die zouden leiden tot hun fysieke vernietiging in de operatie die werd gestart na de aanvallen van 7 oktober.
Deze daden zijn gedetailleerd gedocumenteerd in de aanvraag van Zuid-Afrika en bevestigd door betrouwbare, vaak VN-bronnen,’ zei Zuid-Afrika’s advocaat Adila Hassim tijdens de hoorzitting, waarbij ze voorbeelden noemde om het patroon van genocidaal gedrag te illustreren.
Zuid-Afrika beschuldigde Israël ook van het schenden van andere fundamentele verplichtingen onder de Genocide Conventie van de Verenigde Naties uit 1948.
De conventie van 1948 definieert genocide als ‘daden gepleegd met de bedoeling een nationale, etnische, raciale of religieuze groep geheel of gedeeltelijk te vernietigen’.
Het African National Congress, de regerende partij in Zuid-Afrika, vergelijkt het beleid van Israël in Gaza en de Westelijke Jordaanoever met haar eigen geschiedenis onder het apartheidsregime.
Çetinoğlu: Ik zal vragen ‘wat is het apartheidsregime’. Maar eerst, voor degenen die niet bekend zijn met het onderwerp, kunt u ons een korte informatie geven over de Republiek Zuid-Afrika?
Karaçay: De Republiek Zuid-Afrika ligt in het zuidelijkste deel van het Afrikaanse continent. De oppervlakte bedraagt 1.220.000 Km2 en de bevolking 57.000.000 volgens schattingen uit 2017. 78% van de bevolking is inheems in Afrika, 10% Europees, 9% van gemengd ras, 3% Aziatisch. 80% christen, 2% moslim, 2% hindoe. 16% is agnostisch (filosofische opvatting dat het bestaan of niet bestaan van God niet bewezen kan worden).
Het land is rijk aan goud, diamanten en edelstenen. Er wordt maïs, tarwe, druiven, suikerriet en groenten verbouwd.
Er woonden Afrikaanse inboorlingen in het land. In 1488 werd de Portugees Bartolomeo aangevallen door Europeanen toen hij Kaap de Goede Hoop bereikte. In 1800 domineerde Engeland het bestuur. De oorlogen tussen de Britten en de inboorlingen duurden 100 jaar. In 1931 trokken de Britten zich terug uit het bestuur, maar de blanken in het land domineerden het bestuur en pleegden genocide op de inheemse bevolking. De inheemse bevolking, geleid door Nelson Mandela, zegevierde en koos het Republikeinse regime. Mandela werd president.
De inkomensverdeling in het land is verstoord. Tien procent van de bevolking bezit 95 procent van de rijkdom en het inkomen van het land.
Het Ottomaanse Rijk probeerde de mensen van het land tot de Islam te bewegen door geestelijken en geleerden te sturen.
Terwijl andere moslimlanden in de wereld onverschillig bleven, is het mogelijk om de reden te verklaren waarom de Republiek Zuid-Afrika Palestina in eigen handen nam met de steun van het Ottomaanse Rijk.
Apartheid betekent ‘scheiding, afzondering’. Het verwijst naar de rassendiscriminatie die de door Europeanen gevormde regering van de Nationale Partij in de Republiek Zuid-Afrika tussen 1948 en 1994 toepaste tegen niet-blanken.
Cetinoglu: Dank u mijnheer İlhan. Kunnen we luisteren naar de opmerkelijke verklaring van de president van Zuid-Afrika?
Karaçay: De Zuid-Afrikaanse president Cyril Ramaphosa zei in een verklaring voor het proces: “Als een natie die ooit de bittere vruchten heeft geproefd van onteigening, discriminatie, racisme en door de staat gesponsord geweld, zijn we er duidelijk over dat we aan de goede kant van de geschiedenis zullen staan.
Cetinoglu Een verklaring die van harte moet worden toegejuicht en om de verantwoordelijken te schande te maken. Welnu, meneer, wat wilt u zeggen over het standpunt van Turkije?
Karaçay: De Turkse delegatie die het proces in Den Haag kwam volgen werd ontvangen door Selçuk Ünal, onze ambassadeur in Den Haag.
Cüneyt Yüksel, voorzitter van de Justitiecommissie van de Grote Nationale Assemblee van Turkije, reisde naar Den Haag met İsmail Emrah Karayel, voorzitter van de Gemengde Parlementaire Commissie van de Europese Unie (EU) en AK-partijparlementslid voor Istanboel, en Cahit Özkan, lid van de Constitutionele Commissie en parlementslid voor Denizli, om de hoorzittingen bij het Hof te volgen en contacten te leggen.
Cüneyt Yüksel zei: “We verwelkomen het verzoek van Zuid-Afrika tegen Israël” en verklaarde dat de schendingen van het internationaal recht door Israël in de Palestijnse gebieden sinds 7 oktober zijn toegenomen. Yüksel verklaarde dat de stap van Zuid-Afrika om de schendingen te stoppen door een rechtszaak tegen Israël aan te spannen belangrijk is.
Cüneyt Yüksel sprak de verwachting uit dat de uitkomst van de zaak voor het Internationaal Gerechtshof een opluchting zou zijn voor het geweten van de internationale gemeenschap en zei:
‘Als Turkije zullen zowel onze autoriteiten als ons maatschappelijk middenveld nooit een partner zijn van deze vervolging. Als Turkije eisen we dat er onmiddellijk een einde komt aan de barbaarse aanvallen van Israël op burgers en we vinden dat Israël ter verantwoording moet worden geroepen.
Wij hebben de aanvraag van de Republiek Zuid-Afrika bij het Internationaal Gerechtshof verwelkomd. Namens het Turkse volk spreken wij nogmaals onze steun uit voor dit proces. Wij willen dat dit proces zo snel mogelijk wordt afgerond en dat het recht zegeviert.
Yüksel benadrukte dat de discretionaire maatregelen waarover het Hof zal oordelen in de eerste plaats een staakt-het-vuren moeten garanderen en zei dat ze graag zouden zien dat dit de broodnodige onvoorwaardelijke, ongehinderde en regelmatige humanitaire hulp in Gaza mogelijk maakt.
Yüksel vervolgde als volgt: “Het is opnieuw duidelijk geworden dat zonder een rechtvaardige politieke oplossing voor de Palestijnse kwestie, de vestiging van duurzame vrede en stabiliteit in onze regio niet mogelijk zal zijn. Daarom verwachten wij vooral dat de internationale gemeenschap dringende en concrete stappen zet om vrede tot stand te brengen. Turkije zal actief bijdragen aan alle inspanningen om tot een oplossing te komen en is bereid de verantwoordelijkheid op zich te nemen als garant in de implementatiefase van een te bereiken definitieve overeenkomst.
Yüksel zei dat ze ook contact hadden gehad met regeringsambtenaren, diplomaten, vertegenwoordigers van mensenrechtenorganisaties en advocaten die de zaak zouden volgen in verband met het Zuid-Afrikaanse verzoek om een gerechtelijk bevel.
Cahit Özkan, lid van de constitutionele commissie en parlementslid uit Denizli, zei dat de verklaringen die tijdens de hoorzitting werden afgelegd zeer doeltreffend waren en dat de foto’s die door het Anadolu Agency werden genomen deel uitmaakten van het bewijsmateriaal dat door Zuid-Afrika werd gepresenteerd.
Özkan benadrukte dat het Anadolu Agency een zeer effectieve en belangrijke rol heeft gespeeld in het proces en in het bewijzen van de genocide in Gaza, en merkte op dat Zuid-Afrika met dit bewijs zijn beweringen in het proces heeft weergegeven met zeer rijk materiaal in de vorm van foto’s en documenten.
Özkan wees erop dat de genocide in Gaza de eerste genocide in de geschiedenis was die de inwoners van Gaza live uitzonden op hun mobiele telefoons, waarbij ze hun eigen vernietiging in realtime uitzonden in de hoop dat er iets zou kunnen worden gedaan.
İsmail Emrah Karayel, parlementslid uit Istanbul en voorzitter van de Gemengde Parlementaire Commissie van de Europese Unie (EU), benadrukte dat Turkije voorstander is van de toepassing van het internationaal recht en de beslechting van geschillen door internationale rechtbanken en verklaarde dat Turkije van mening is dat geschillen moeten worden opgelost in overeenstemming met de regels van het internationaal recht.
Karayel merkte op dat het onaanvaardbaar is dat de door Israël gepleegde misdaden niet worden onderzocht en onbestraft blijven, en verklaarde dat Turkije in dergelijke gevallen altijd het proces zal volgen om gerechtigheid te garanderen, de misdadigers te straffen en te doen wat nodig is voor de verantwoordelijken.
Aan de andere kant wees Karayel erop dat het Hof een gerechtelijk bevel moet uitvaardigen om de tragedie in Gaza te verminderen en zei dat ze zullen volgen hoe deze bevelen zullen worden uitgevoerd.
De eerste dag van de hoorzitting eindigde nadat Vusimuzi Madonsela, ambassadeur van Zuid-Afrika in Amsterdam, de 9 voorlopige maatregelen voorlas die zijn land had gevraagd aan het Hof tegen Israël.
Cetinoglu: Er zijn drie kwesties die van belang zijn voor degenen die geïnteresseerd zijn in het onderwerp:
1-Zal er een staakt-het-vuren worden uitgevaardigd?
2-Wordt Netanyahu gestraft zoals de Servische slager Mladic?
3-Worden er sancties opgelegd aan Israël?
Kunt u uw mening (niet uw wensen) over deze kwesties uitleggen voor onze lezers?
Karaçay:
1-Ik denk dat het Hof van Justitie alleen zal bepalen wat goed en fout is. Ik verwacht geen dwangbesluit, omdat het Hof niet de bevoegdheid heeft om sancties op te leggen.
2- Het Hof van Justitie zal zich niet mengen in de zaak Netanyahu. Dit Hof behandelt internationale zaken. De naam van de instantie die Netanyahu in Den Haag kan berechten is: “International Residual Mechanism of Criminal Tribunals (IRMCT)”.
3- Zoals ik hierboven al zei, geeft het Hof van Justitie geen bindende uitspraak. Het stelt alleen vast wie gelijk heeft en wie niet. Daarna kan de situatie worden beoordeeld door de Verenigde Naties, staten en de publieke opinie.
Cetinoglu: Dank u zeer mijnheer İlhan.
Karaçay: Graag gedaan, dank u.
****************************
Wij spraken met Turks journalist İLHAN KARAÇAY,
over Turkse tapijt bij Internationaal Gerechtshof
Oğuz Çetinoğlu: Uw nieuws over het tapijt bij het Haagse Hooggerechtshof werd gepubliceerd in Istanbul kranten. Wat wilt u over dit onderwerp zeggen?
İlhan Karaçay: Het ‘Vredespaleis’, dat wij het ‘Haagse Hooggerechtshof’ noemen, wordt door de Nederlanders ‘VredesPleis’ genoemd. De eerste keer dat ik deze plek zag was ongeveer 50 jaar geleden.
Dat jaar werd het geschil over het zeeschiereiland tussen Turkije en Griekenland aan het ‘Hooggerechtshof’ voorgelegd.
De Veiligheidsraad maakte geen keuze tussen Turkije en Griekenland, de partijen in het geschil, en stelde de partijen enerzijds voor om het geschil op te lossen door middel van rechtstreekse onderhandelingen, en nodigde hen anderzijds uit om de mogelijke bijdrage van het Internationaal Gerechtshof aan de beslechting van het geschil in overweging te nemen.
Op dat moment verblindde een enorm tapijt de ogen van degenen die het zagen in het ‘Vredespaleis’, dat over de hele wereld werd geprezen. Daar hoorde ik dat dit tapijt een geschenk was van de Ottomanen. Naast het belang van de Turks-Griekse vete, was de aanwezigheid van een Turks tapijt op zo’n wereldberoemde plaats heel belangrijk voor mij.
Zoals je weet, was in die tijd de ‘nieuwsontwijkingsrace’ in zwang. Nadat ik een foto van dat tapijt had gemaakt, ben ik naar het ANP in Nederland gegaan en heb mijn foto per telefoto naar de krant Hürriyet laten sturen. De kop van de Hürriyet van de volgende dag was niet de ‘Turks-Griekse’ zaak, maar het Turkse tapijt in het Vredespaleis.
Çetinoğlu: Hoe is de situatie vandaag?
Karaçay: Het verhaal van dat tapijt is opnieuw op de agenda gekomen, dit keer 50 jaar later.
Het verhaal van het tapijt gaat eigenlijk veel verder terug, 113 jaar geleden.
Çetinoğlu: Kunt u het ons vertellen?
Karaçay: 113 jaar geleden, het jaar was 1911.
Tijdens de bouw van het Vredespaleis in Den Haag werd in 1911 een enorm Hereke tapijt als geschenk aangeboden door het Ottomaanse Rijk, in antwoord op de oproep tot bijdragen aan de staten in 1907.
Over het tapijt dat voor reparatie en renovatie naar Turkije is gestuurd, zei onze ambassadeur in Den Haag, Selçuk Ünal, het volgende:
‘Het Hereke Tapijt, dat geschonken werd aan het Koninkrijk der Nederlanden en 113 jaar lang het Vredespaleis heeft gesierd, gaat tijdelijk naar ons land voor restauratiedoeleinden. In overeenstemming met het protocol dat is ondertekend door de Carnegie-stichting, die het Vredespaleis beheert, en het ministerie van Cultuur en Toerisme, is het Hereke-tapijt, waarvan wordt aangenomen dat het het grootste buiten Turkije is, 160 m2 meet en 700 kg weegt, uit het Vredespaleis verwijderd om het restauratieproces te starten.
Ambassadeur Selçuk Ünal, Erik Weststrate, Europees Directeur van het Nederlandse Ministerie van Buitenlandse Zaken, die ook verantwoordelijk is voor Turkije, en J.P.H. Donner, directeur van de Carnegie-Stichting, waren ook aanwezig bij de ceremonie van de verwijdering van het tapijt uit de Japanse Kamer in het Vredespaleis, waar tal van onderhandelingen gaande waren.
Ambassadeur Selçuk Ünal nam ook deel aan de filmopname die werd georganiseerd tijdens het laden van het Hereke tapijt uit het Vredespaleis in de vrachtwagen met Erik Weststrate, directeur Europa van het Nederlandse ministerie van Buitenlandse Zaken, en J.P.H. Donner, directeur van de Carnegie-Stichting.
Çetinoğlu: Interessant… Dus er was een ceremonie. Wat is er besproken?
Karaçay: Ambassadeur Selçuk Ünal vervolgde: ‘Het historische Hereke tapijt, dat onze voorouders in 1911 presenteerden als antwoord op een uitnodiging in 1907, is gedurende 113 jaar getuige geweest van talloze belangrijke vredesverdragen, onderhandelingen en bijeenkomsten. In feite is het, alleen, eenzaam en verdrietig, al 113 jaar getuige van de geschiedenis. Het feit dat onze voorouders destijds met een langetermijnvisie en op deze manier hun steun aan de internationale vrede toonden, is een belangrijke boodschap voor ons allemaal vandaag. Het Hereke tapijt zal vandaag en morgen een van de onsterfelijke tekens van de Turks-Nederlandse vriendschap zijn, net zoals het werd gedacht toen het werd gepresenteerd als een geschenk van een staat van de wereld aan een gerespecteerde staat van Europa. Zolang mensen leven en de mensheid leeft, zal het van hier tot in de eeuwigheid de boodschap van internationale vriendschap en vrede uitdragen.
Dit is het verhaal van het ‘Hereke Tapijt’, dat ons allemaal trots maakt en onze vriendelijkheid aan de wereld zal aankondigen met verdere ontwikkelingen.
Çetinoğlu: Kunnen we gewoon ‘Hereke tapijt’ zeggen?
Karaçay: Nooit. Het is een historische gebeurtenis. Het moet bekend zijn bij nieuwe generaties.
Çetinoğlu: Kunnen we van jou leren?
Karaçay: Ik zal geen plagiaat plegen, maar kijk eens wat ik vond in mijn zoektocht op Uncle Google.
Çetinoğlu. Wat heb je gevonden?
Karaçay: Het ongeveer 162 vierkante meter grote Hereke tapijt, dat in 1905 werd geschonken aan het Vredespaleis, dat dienst doet als Internationaal Gerechtshof in Den Haag, Nederland, op besluit van sultan Abdülhâmid II, wordt gerestaureerd in de wijk Sultanhanı in Aksaray.
Vice-minister van Cultuur en Toerisme Nadir Alpaslan zei op de persconferentie die werd georganiseerd bij de tapijtrestauratie workshop in Aksaray dat hij blij was om in Sultanhanı Caravanserai te zijn, die een belangrijke plaats inneemt in de geschiedenis van Turkije.
Nadir Alpaslan herinnerde eraan dat meer dan 40 landen hulp verleenden toen het Vredespaleis werd gebouwd en vervolgde als volgt:
‘Het Ottomaanse Rijk schonk een Hereke tapijt aan het Vredespaleis tijdens het bewind van sultan Abdülhâmid II, waarvan de restauratie binnenkort wordt gestart. Dit tapijt is een heel bijzonder tapijt versierd met de culturele elementen van ons land en geweven in lussen. Tijdens de restauratie van het tapijt wordt elke lus vernieuwd volgens de technische specificaties van de periode waarin het werd gemaakt, en wordt het weer naar huis gestuurd. Het Hereke tapijt getuigt al meer dan 100 jaar van de geschiedenis in de Japanse zaal van het Vredespaleis. Ons tapijt zal na 1 jaar, wanneer dit werk voltooid is en het naar huis terugkeert, van de geschiedenis blijven getuigen.
Alpaslan verklaarde dat dit unieke tapijt een van de belangrijke voorbeelden is van de culturele rijkdom van Turkije. Alpaslan wees erop dat het belangrijk is dat de restauratie in Turkije wordt uitgevoerd en zei: “Het tapijt is een concrete indicator van de betrekkingen tussen Nederland en Turkije gedurende meer dan 400 jaar. De restauratie van ons tapijt zal worden uitgevoerd met behulp van een deskundig team en technieken die gebaseerd zijn op traditie, en er zal grote gevoeligheid aan de dag worden gelegd om de oorspronkelijke textuur en esthetiek van het tapijt in elke fase te behouden. Dit project staat voor de bescherming van een cultureel erfgoed dat verder gaat dan de restauratie van het tapijt.
Alpaslan benadrukte dat de restauratie van het tapijt ook bijdraagt aan het cultureel werelderfgoed.
Alpaslan legde uit dat vrede en gerechtigheid nodig zijn in de wereld waarin we leven en wenste vrede en gerechtigheid voor de hele wereld.
Çetinoğlu: Degenen die het weten, weten natuurlijk… De meerderheid van onze mensen gebruikt machinaal vervaardigde tapijten. Hoe zou jij Hereke tapijt aan hen voorstellen?
Karaçay: Hereke tapijt is het beste en beste tapijt ter wereld. Na restauratie krijgt het de waarde terug die het had toen het werd geweven.
Çetinoğlu: Er werd een ceremonie gehouden toen het vanuit Nederland werd opgestuurd voor restauratie. Was er ook een ceremonie om het in Turkije te verwelkomen?
Karaçay: Ja: Joep Wijnands, de ambassadeur van Nederland in Ankara, zei dat het tapijt na een eeuw uit Nederland was teruggekomen naar Turkije voor restauratie.
Hij zei dat het verhaal van het tapijt een symbool is van de sterke banden tussen Turkije en Nederland en vervolgde zijn woorden als volgt:
‘Hereke tapijt is de beste kwaliteit en het beste tapijt ter wereld. Het feit dat het lang meegaat en een historische betekenis heeft is een ander mooi aspect. De relaties tussen de twee landen en de vriendschap tussen ons zijn net zo sterk en hecht als de lussen in het tapijt. De vriendschap tussen de twee landen gaat vele jaren terug. Volgend jaar vieren we de 100e verjaardag van het vriendschapsverdrag. Ook de diplomatieke betrekkingen gaan 400 jaar terug. Er is nog meer moois tussen de twee landen dan dit tapijt. Het is bekend dat de Turken de tulp meebrachten, het internationale symbool van Nederland.
Wijnands benadrukte ook dat Turkije Nederland 500 jaar geleden heeft geholpen onafhankelijk te worden.
Na de toespraken bekeken staatssecretaris Alpaslan en zijn gevolg het tapijt.
Çetinoğlu: Nu we het er toch over hebben, kunt u ons iets vertellen over de Hereke Tapijtfabriek?
Karaçay: De ‘Hereke Factory-i Hümayunu’ weeffabriek, een Ottomaans relikwie dat in 1843 in Kocaeli werd opgericht, maakt al 181 jaar naam. Zijden tapijten die speciaal voor nationale paleizen zijn geweven, schitteren met hun 1.000.000 knopen per vierkante meter en patronen uit de Ottomaanse tijd. De vrouwen die de handgemaakte tapijten weven doen er minstens een jaar over om een tapijt te voltooien.
De fabriek, die in 1843 door twee broers werd opgericht als een grote werkplaats in de Hereke regio van het Körfez district, werd in 1845 verbonden met het paleis met de industriële doorbraken van het Ottomaanse Rijk. Na 1845 voldeed de fabriek, die haar activiteiten voortzette onder de naam ‘Hereke Fabrika-i Hümayunu’, eerst aan de vraag naar gordijnen en stoffering van de paleizen en begon daarna tapijten te weven.
Hereke Fabrika-i Hümayunu, dat tot de waardevolle instellingen van het Ottomaanse Rijk behoorde en het keizerlijke leven kleur gaf, werd tegen het einde van de 19e eeuw een merk in Europa. De producten van de fabriek, die een prestigieus merk werden, werden in verschillende landen geëerd met geschenken.
Çetinoğlu: Je hebt veel informatie over dit onderwerp. Waar kun je de in Hereke geproduceerde tapijten zien?
Karaçay: In Hereke Fabrika-i Hümayun werden veel tapijten geweven. De meest gigantische was een tapijt van 468 vierkante meter met een gewicht van 3 ton, dat in 1897 werd gemaakt tijdens het bewind van sultan Abdülhâmid II ter gelegenheid van het bezoek van de Duitse keizer keizer Wilhelm II aan Yıldız Şale Mansion. Daarnaast werden de tapijten in de Blauwe Zaal van het Beylerbeyi Paleis, de Onderzoekszaal van het Dolmabahçe Paleis, het Hoge Gerechtshof in Den Haag en het Witte Huis geweven in Hereke Fabrika-i Hümayun. Al 181 jaar weeft de Hereke Zijdeweverij en Tapijtfabriek, met haar huidige naam, tapijten voor nationale paleizen.
Çetinoğlu. Kunt u ons ook iets vertellen over de kenmerken van het Hereke-tapijt?
Karaçay: Hereke tapijten worden gekenmerkt door hun lussen, dubbele knopen, gareneigenschappen en duurzaamheid.
De Ottomaanse periode van de Turkse tapijtkunst weerspiegelt het historische proces en de culturele accumulatie die zich uitstrekt van Altai tot Anatolië. In deze context, parallel met de opkomst van de staat tijdens de eerste vierhonderd jaar, ontwikkelde de tapijtkunst zich en nam haar diversiteit toe. De nieuwe beschaving die zich in de Westerse wereld ontwikkelde, gebaseerd op wetenschap en techniek, bracht de Ottomaanse kunst echter in een moeilijke situatie, zoals op elk gebied. Vooral toen de weefsector een nieuw proces inging met de industriële revolutie, werd de Ottomaanse tapijtweverij diep getroffen. Daarom werd de weverij opgenomen in de moderniseringsinspanningen van de 19e eeuw. Met de opening van de fabriek in Hereke in 1843 werd de weef- en tapijtindustrie opgericht en na verloop van tijd werd het een opleidingscentrum voor de sector. Dankzij de ijverige inspanningen ontstonden er veel tapijtweverijen in de provincies. Sommige oude centra die hun efficiëntie verloren hadden, werden nieuw leven ingeblazen. Onderwijs in tapijten maken op industriële meisjesscholen en middelbare meisjesscholen werd ondersteund. Bovendien reikte de regering de Medaille van de Industrie uit aan diegenen die succesvol waren en uitstekende diensten leverden in de tapijtproductiekunst. Op deze manier werd een model gecreëerd dat zich concentreerde op de Hereke Fabriek en tapijtmaakopleidingen bood aan studenten, volwassenen en personeel van privébedrijven, waardoor de kwaliteit werd verhoogd en werkgelegenheid werd gecreëerd.
Çetinoğlu: Hartelijk dank, mijnheer İlhan.
Karaçay: Graag gedaan, dank u.
KORTE BIOGRAFIE VAN ÇETİNOĞLU
OĞUZ ÇETİNOĞLU
Hij werd geboren op 28 november 1938 in Bafra. Na de lagere en middelbare school in zijn geboortestad, studeerde hij aan de Ankara Trade High School en Ankara Academy of Economic and Commercial Sciences.
Hij begon zijn zakelijke leven als accountant in Ankara. Hij ging verder als accountant, financieel adviseur en professioneel manager in Ankara en Karabük. In Istanbul hield hij zich bezig met ijzerhandel.
Na het uiteenvallen van de USSR richtte hij een bedrijf op met meerdere partners om industriële investeringen in de Turkse republieken te realiseren. Als directeur van het bedrijf vestigde en exploiteerde hij faciliteiten in Azerbeidzjan en de Krim. In 2000 liquideerde hij zijn bedrijf.
Zijn schrijversleven ging verder naast zijn zakenleven. Zijn eerste artikel werd gepubliceerd als een hoofdartikel in de Bafra News krant die in 1954 in Bafra werd gepubliceerd. In de daaropvolgende jaren werden de artikelen van İlhan Egemen Darendelioğlu gepubliceerd in Toprak Magazine, Son Havadis en Tercüman kranten.
Hij schreef in Türk Yurdu, een tijdschrift dat werd uitgegeven door het Algemeen Centrum van Turkse Horen. Zijn handtekening is ook te vinden in de tijdschriften Islam, Kadın ve Aile, Yörünge, Ufuk, Emelimiz Krim, Papatya, Tarih ve Düşünce, Yeni Düşünce, Yeni Hafta, Sağduyu, Orkun, Kalgay, Bahçesaray, Türk Dünyası Tarih ve Kültür, Nevzuhur gepubliceerd in Antalya, Erciyes en Yeniden Diriliş gepubliceerd in Kayseri, Kümbet gepubliceerd in Tokat, en kranten zoals Dünya en Kırım Sadâsı gepubliceerd in de Krim. Hij becommentarieerde de gebeurtenissen van de week op Akra FM radio.
Gedurende 10 jaar (één dag per week) schreef hij columns in de Zaman krant. Hij schrijft nog steeds in Önce Vatan en Istanbul kranten, Taal en Literatuur, Yesevi en Töre tijdschriften gepubliceerd in Adana.
Maatschappelijke taken die hij op zich nam:
*Voorzitterschap van de afdeling Cultuur en Literatuur van de Handelshogeschool in Ankara *Voorzitterschap van de afdeling Cultuur van de Studentencultuurbond van de Beroepsscholen in Ankara
*Voorzitter van de studentenvereniging van de Academie voor Economische en Handelswetenschappen in Ankara
*Lid van de raad van bestuur van de nationale unie van Turkse studenten van mei 1961 tot februari 1963
*Voorzitterschap van de culturele dienstengroep van de Millî Türk Talebe Birliği Ankara-afdeling *Turkish Hearths Ankara-afdeling Tweede voorzitterschap *Oprichtingsvoorzitterschap van de Vereniging van Zakenlieden van Karabük *Oprichtingsvoorzitterschap van de Coöperatieve Bouwcoöperatie van Vrije Beroepsbeoefenaren van Karabük
*Oprichtend lid van de afdeling Istanbul van Turkish Hearths *Anavatan Partij Sarıyer Districtsvoorzitterschap
*Lid van de oprichtingsraad van de Nationale Culturele Stichting van Turkije
*Lid van het Algemeen Centrum en de Wetenschappelijke Adviesraad van de Hearth of Intellectuals
*Bestuurslid van de Stichting Turkse jaren 2000
*Bestuurslid van de Stichting Turks Economisch, Sociaal en Cultureel Onderzoek van de Europese Aziatische Unie.
Oğuz Çetinoğlu is lid van ESKADER / Vereniging van Literatuur-, Kunst- en Cultuuronderzoekers, İLESAM / Turkse Beroepsvereniging van Eigenaren van Wetenschappelijke en Literaire Werken, Istanbul Centrum van de Hearth of Intellectuals en Istanbul Branch of Turkish Hearths.
MERSİN’İN TOROS DAĞLARINDA SERİNLİK VE GÜVENLİK ARZEDEN İSTİRAHATGÂH..
Mersin, Akdeniz’in doğusunda, Türkiye’nin en uygar şehirlerinden biridir.
Yazın sıcağından kaçmak isteyenler, Toroslar’daki yaylalarda mesken kurarlar.
Yaylaların en gözdesi Gözne yaylasıdır. Trafiği yoğun olan Gözne yolu, çağımıza uygun bir hale getirilmiştir.
Gözne’ye varmadan önce, Kepirli sapağı görülür. Bu yola girenler, Yeni keşfedilen Keprli yaylasına gelirler.
Mersin’e gelen bir Hollandalı çift, sıcaktan kurtulmak için, tavsiye üzerine Kepirli’ye gelir.
İnek ve koyunların otladığı kocaman bir ağacın altındaki serinliğe rastlayan Hollandalı çift, bu arsayı hemen satıl alır ve bir mesken yapılması için Durak Yapı ile anlaşır.
Hollandalı çiftin tahayyüllerinde kurdukları meskeni projelendiren Durak Yapı, arazi üzerindeki düzenlemelerden sonra inşaata başlar.
Hollandalı çift, Durak Yapı’ya verdikleri genel vekaletname sayesinde, tek bir merciye bile gitmeden, inşaatın gelişmesini izler…
Yer düzenlemesinden sonra inşaatın çatısı yavaş yavaş görülür.
İnşaat, artık kendini göstermeye başlamıştır
Mersin’in sıcağından kurtulmaya az bir zaman kalmıştır.
…Ve villanın yapımı tamamlanmıştır.
Toroslar’ın muhteşem görüntüsünden başka, Mersin de uzaklardan görülmektedir.
Hikâyenin sonu:
Hollandalı çift, evlerini son model eşyalar ile düzenledikten sonra, bu evde hiç ikamet edemeden, ailevi bir meseleden ötürü, memleketlerine göç etmek mecburiyetinde kalır ve burayı satışa çıkarır.
Yaşanan depremler, pek çok kişiyi tek katlı yer evlerini tercih etmeye zorlamıştır.
Asrın sıcakları da insanları yaylalara yönlendirmiştir.
İşte bu insanlar için doğan bir fırsat.
Hollandalı bir çiftin büyük umutlarla inşa ettiği vilanın hikâyesini alttaki klipte izleyiniz.
HET VERHAAL VAN DE VILLA VAN EEN NEDERLANDS ECHTPAAR GEBOUWD IN DE TAURUS MET HOGE VERWACHTINGEN
EEN VILLA IN DE HOEK VAN HET PARADIJS WACHT OP ZIJN GELUKKIGE…
EEN KOELE EN VEILIGE RUSTPLAATS IN HET TAURUSGEBERGTE VAN MERSİN
Mersin, ten oosten van de Middellandse Zee, is een van de meest beschaafde steden van Turkije.
Degenen die de hitte van de zomer willen ontvluchten, vestigen zich op de plateaus in het Taurusgebergte.
De meest favoriete hoogvlakte is de hoogvlakte van Gözne. De weg naar Gözne, die druk bereden is, is geschikt gemaakt voor onze tijd.
Voordat je Gözne bereikt, zie je de afslag Kepirli. Wie deze weg neemt, komt op het pas ontdekte Keprliplateau.
Een Nederlands stel dat naar Mersin reisde, kwam naar Kepirli op aanraden om van de hitte af te komen.
Het Nederlandse stel, dat de koelte aantrof onder een enorme boom waar koeien en schapen grazen, kocht meteen dit stuk land en kwam met Durak Yapı overeen om er een woning te bouwen.
Durak Yapı, die de woning ontwierp die het Nederlandse echtpaar zich in hun verbeelding voorstelde, begon met de bouw nadat de afspraken op het land waren gemaakt.
Dankzij de algemene volmacht die ze aan Durak Yapı gaven, volgt het Nederlandse echtpaar de voortgang van de bouw zonder naar één enkele instantie te gaan…
Na de organisatie van de bouwplaats wordt het dak van het gebouw geleidelijk zichtbaar.
De constructie begint nu zichtbaar te worden
Er is nog maar weinig tijd om de hitte van Mersin kwijt te raken.
…En de bouw van de villa is voltooid.
Naast het prachtige uitzicht op het Taurusgebergte is Mersin in de verte te zien.
Het einde van het verhaal:
Het Nederlandse echtpaar, nadat ze hun huis hebben ingericht met de nieuwste modellen meubels, zijn gedwongen te emigreren naar hun vaderland vanwege een familiekwestie en zetten het te koop.
De aardbevingen hebben veel mensen gedwongen om de voorkeur te geven aan grondgebonden huizen met één verdieping.
De hitte van de eeuw heeft mensen ook naar de hooglanden gedreven.
Hier ligt een kans voor deze mensen.
Bekijk het verhaal van de villa die een Nederlands stel met veel hoop heeft gebouwd in de clip hieronder.
İnsanın bu dünyadaki ömrü, ahiretteki ömür ile kıyaslandığı zaman çok kısadır.Aslında ‘Çok kısa’ demek de yanlıştır.
Zira, inanışlara göre, ahiretteki yaşam sonsuzdur. ‘Kısa yaşam’ sürdürdüğümüz bu dünyada, doğuyoruz, büyüyoruz, yaşlanıyoruz ve ölüyoruz.
Bu dünyada herşey değişkendir.
Yine inanışlara göre, dünyamızda Allah’tan başka kalıcı ve ölümsüz varlık yoktur. ‘Ecel’ denilen yaşamın sona ermesi ile, ‘Kıyamet’ denilen dünyanın yok olması sonrasında, ‘Mahşer’de toplanılacak, hesaplar görülecek ve ondan sonra da ‘Ahiret’ başlayacaktır. ‘Ahiret’ te yaşam sonsuza kadar sürecektir.
Hepimizin çok sevdiği canlılar vardır ki, Allah’ın, yukarıda belirtilen kuralları doğrultusunda bu dünyaya gelmişler ve sonra da gitmişlerdir.
Bunu, ‘Ahiret’e göç etti’ diye değerlendiriyoruz.
Benim de, annem, babam, kardeşlerim ve dostlarım Ahiret’e göç etmişlerdir.
Bir de, aynı akibete uğrayan, hepimizin tanıdığı ünlüler vardır.
Üzüntü verici ama, bu ünlüler arasında benim pek çok dostum olmuştur.
Bu dostlardan bazılarını ele alacağım ve ilgi çekecek anılar anlatacağım.
Aslında bunu kitaplaştıracaktım.
Ama içimden bir ses, “Bu yazdıkların okunmalı acele et” der gibi oldu.
Ben de kitap işinden vazgeçtim ve bu yazıları sizlere web sayfamda armağan etmeyi yeğledim.
Çok yakın bir süre içinde yayınlayacağım.
Çok uzun bir yazı olacak ama, bu ünlüleri sıra ile ele almak zorunluluğu olduğu için, uzun yazıma katlanacaksınız artık…
İster art arda okuyun, ister peyderpey…
(Medyadaki dostlarım her gün birkaç anı yayınlamak ile yetinebilirler)
Meydanın yeri: Hollanda’nın Almelo kenti
Meydanın kahramanı: Görme engelli Ömer Kadan
Göçmen olarak yaşadığı Hollanda’da, sazı ile Türkçe ve Hollandaca şarkılar söyleyen Ozan Ömer Kadan, gönüllerde taht kurmuştu.
Geçen yıl ölümünden sonra, Almelo Belediyesini harekete geçiren kızı Ayşe, babasının adını bir meydana verdirdi.
Hollanda medyası ozanımızdan, “Türkler ile Hollandalılar arasında sevgi köprüsü kurdu” şeklinde söz ediyorlar.
(Yazının Hollandacası en altta)
(De Nederlandse versie van het artikel staat onderaan)
İlhan KARAÇAY derledi:
Derlemiş olduğum aşağıdaki yazının kahramanı hakkındaki haberleri sosyal medyada görmüşsünüzdür. Ama, haberin kahramanı için yapılan inceliğin, dünyada belki de ilk defa yaşandığını da bilmiyorsunuzdur.
Öyle ya, ekmek parası kazanmak için vatanının terkedip, gurbetlere çıkan milyonlarca göçmen arasından birine, yaşadığı şehrin belediyesi görülmemiş bir armağan sunuyor.
Bu armağanın verilişinin ardında birileri (kızı) var ama, olsun, sonuçta bilinmeyenleri bilinir hale getirmek de şart olmaktadır.
Hollanda’da, pek çok Türk’e Kraliyet nişanı verilmiştir. Nişan veriliş kriterlerinin dünyadaki işleyişi hep aynıdır. Birileri, gerekli bir makama, “Çok hayırseverdir, çok başarılıdır, çok faydalıdır” mesajını iletirler. O makam da yapılan veya yapılmayan araştırmalar sonunda o kişiyi nişana lâyık görür.
Samimiyetim ile yazıyorum. Geçmişte ikamet ettiğim tüm belediyelerde, bana söylenen “Adını belediyeye bildireyim sana Kraliyet nişanı versibler” teklifine he pret cevabı vermişimdir. Zira ben, Kraliyet yönetimine karşı olan koyu bir cumhuriyetçiyim. Hiç haberim olmadan böyle bir teklifin gelmesi halinde, bunu hâlâ ret etmekte israrcıyımdır.
Şimdi gelelim bizim Ozan’ımıza…
Ozan Ömer Kadan’ın adını 2018 yılında görmüştüm.
Anadolu Ajansı muhabiri olan dostum şu haberi yazmıştı:
Anadolu bestelerini Hollandacaya uyarlayarak gönülleri fetheden Ozan Ömer Kadan, yaşadığı olumsuzluklara rağmen 32 yıldır hayata tutunuyor
ALMELO,-Hollandaca bestelediği türkülerle gönülleri fetheden görme engelli Ozan Ömer Kadan, dört yaşında annesini ve ardından görme yetisini kaybetmesine rağmen 32 yıldır sazıyla hayata tutunuyor.
Kadan, Anadolu türkülerini kendi bestesiyle Hollandacaya uyarlayarak Türklerin yanı sıra, Hollandalıların da gönlünü kazandı.
Farklı etkinliklerde sahne alarak ünlenen ve Ozan lakabını kazanan Kadan, yaptığı açıklamada, gözlerini kaybettikten sonra faydalı şeyler yapmak istediğini, bunu hisseden babasının kendisine bir saz aldığını söyledi.
Gösterdiği büyük bir azimle ders almadan saz çalmayı öğrenen Kadan, “Elektriklerim kesildi, ortalık karardı. Gözlerimi kaybettim ama bunun yanında bazı şeyleri kazandım. Bir gece saat üçte ‘Gelin Ayşe’ türküsünü çalmaya başladım ve büyük bir heyecanla, ‘baba bak Gelin Ayşe’yi çalıyorum’ diye bağırdım. Uykudan uyanmanın verdiği şaşkınlık ve biraz da korku ile neye uğradığını şaşıran babam, bana öfkelenerek uyumamı istedi.” dedi.
Azmini yitirmeyerek sazını elinden bırakmayan Kadan, “İnsanları mutlu edebilmek beni de mutlu ediyor. Sahne aldığım etkinliklere toplu taşıma aracı ile kendi başıma gidiyorum. İki çocuğum var ama ben kendimi dört çocuk babası olarak görüyorum. Çünkü yayınladığım ‘İki Kültür Arasında’ ve ‘Türkiye’mi Özlüyorum’ albümlerim de benim çocuklarım gibi.” diye konuştu.
CORONA ÖLDÜRMEDİ
Ömer Kadan’ın adını daha sonra Platform Dergisinde Mustafa Toga imzasıyla görmüştüm.
Haber şöyleydi:
ALMELO,- Hollanda Türk Toplumunun Yakından Tanıdığı Görme Engelli Ozan Ömer Kadan Corona Virüsüne Yakalandı. Hollandaca bestelediği türkülerle gönülleri fetheden görme engelli Ozan Ömer Kadan, dört yaşında annesini ve ardından görme yetisini kaybetmesine rağmen uzun yıllar sazıyla hayata tutunuyordu.
Kadan, Anadolu türkülerini kendi bestesiyle Hollandacaya uyarlayarak Türklerin yanı sıra Hollandalıların da gönlünü kazandı.
Farklı etkinliklerde sahne alarak ünlenen ve Ozan ismini alan Kadan, gözlerini kaybettikten sonra faydalı şeyler yapmak istediğini Platform’da daha önce yayınlanan röportajında bahsetmişti Ozan Ömer Kadan, bunu hisseden babasının kendisine bir saz aldığını söyledi.
Gösterdiği büyük bir azimle ders almadan saz çalmayı öğrenen Kadan, “Elektriklerim kesildi, ortalık karardı. Gözlerimi kaybettim ama bunun yanında bazı şeyleri kazandım. Bir gece saat üçte “Gelin Ayşe” türküsünü çalmaya başladım ve büyük bir heyecanla, baba bak “Gelin Ayşe’yi” çalıyorum diye bağırdım. Uykudan uyanmanın verdiği şaşkınlık ve birazda korku ile neye uğradığını şaşıran babam, bana öfkelenerek uyumamı istedi.” dedi.
Azmini yitirmeyerek sazını elinden bırakmayan Kadan, “İnsanları mutlu edebilmek beni de mutlu ediyor. Sahne aldığım etkinliklere toplu taşıma aracı ile kendi başıma gidiyorum. İki çocuğum var ama ben kendimi dört çocuk babası olarak görüyorum. Çünkü yayınladığım “İki Kültür Arasında” ve Türkiye’mi Özlüyorum” albümlerim de benim çocuklarım gibi.” diye konuşmuştu.
Ozan’ın kızı Ayşe Kadan tarafından sosyal medyada paylaşılan habere göre Doktorların Ozan Ömer Kadan’ı zor bir dönemin beklediğini söyledikleri belirtildi. Sevenlerinden dua isteyen Ayşe Kadan ”Allah’tan ümit kesilmez, imtihandayız, Ozanımızın bol bol duaya ihtiyacı var dualarınızı bekliyoruz” ifadelerini kullandı.
TALİHSİZ ÖLÜM Ömrü badirelerle geçen Ozan Ömer’in ölümünü, Hans Brok’un 27 Ocak 2023 günü yazdığı Hollandaca haberi tercüme ederek aktarıyorum:
Almelo’lu sevilen Türk ozan Ömer Kadan vefat etti
ALMELO – Türkücü, ozan ve şakacı Ömer Kadan, pek çok rahatsızlığına rağmen yıkılmaz görünüyordu. Ölüm onu birkaç kez yakalamak üzereydi ama her seferinde mucizevi bir şekilde kurtulmayı başardı. Bu kez başarılı olamadı. Çarşamba’yı perşembe’ye bağlayan gece hayatını kaybetti. 59 yaşındaydı.
Kör şarkıcı ölümle son kez birkaç yıl önce yüz yüze gelmişti. Koronaya yakalanmıştı ve birkaç hafta boyunca sonsuzluğun kenarında dengede durdu. Daha sonra bu konuda “Doktorlar, Tanrı ve ailem beni kurtardı” diyecekti. O dokuz canlı bir kedi gibiydi sanki….
Kadan 1978 yılında ailesiyle birlikte Almelo’ya geldi. Babası o zamana kadar 18 yıldır Ten Cate’de çalışıyordu. Kadan 1985 yılında nadir görülen bir göz hastalığına yakalandı ve kısa sürede kör oldu. Rehabilitasyon için sağırlar için bir yatılı okula gitti. Orada sadece iyi bir Hollandaca değil, aynı zamanda uzun saplı bir ud türü olan saz çalmayı da öğrendi.
Belirgin bir yeteneği vardı, şarkılar yazdı ve insanları eğlendirmek için sahne almaya başladı. Doğuştan bir şovmen olduğunu kanıtladı ve hatta ulusal çapta dikkatleri üzerine çekti. Diğerlerinin yanı sıra Herman Finkers ve Willeke Alberti ile birlikte sahne aldı. 2008 yılında Man Bijt Hond’dan bir film ekibi tarafından ziyaret edildi. Filmde Wilders’in kışkırtıcı diline karşı ‘uzlaşma’ hakkında konuştu.
“Yapabiliyorsanız birbirinize yardım edin, çünkü birlikte gayet iyi yaşayabilirsiniz”
Ömer’i Almelo’nun Türk tekstil işçileri tarihine yerleştirme çağrısı her halükarda güçleniyor. Özellikle de ölümüne verilen tepkiler göz önüne alındığında. Herman Finkers sesini duyurdu ve Ömer’in ailesine bir şiir gönderdi. Kadan, Hollanda’nın yanı sıra birkaç kez yurtdışında da sahne aldı. Avusturya’dan ve başka yerlerden gelen tepkilere göre onu orada da unutmamışlar.
Bir misafir işçinin oğlu olarak özel bir yaşamı vardı. Babası 1960 yılında Ten Cate için çalışmak üzere Hollanda’ya gitti. Ömer ve ailenin geri kalanı da 1978’de onu takip etti. O zamanlar, ancak yedi yıl sonra bir göz hastalığı nedeniyle kör olacağını hayal bile edemezdi.
Bunun sonucunda hayatı radikal bir değişim geçirdi. Gooi bölgesinde sağır ve körler için bir yatılı okulda sadece iyi Hollandaca değil, aynı zamanda bir Türk lavtası olan saz çalmayı da öğrendi.
Yaptığı şarkılarda Hollanda’daki birçok Türk’ün yaşadıklarını anlattı. Bu onu sadece öne çıkarmakla kalmadı, aynı zamanda Willeke Alberti ve Herman Finkers gibi isimlerle de tanışmasını sağladı. Sazıyla şaka yapan Türk ozan, medyada iyi bir yer edindi. Kızına göre, hayatının son anına kadar bile şaka yapmaya devam etti.
Doktor, doktor
Kadan kendi mahallesinde de sahne aldı. 1990’larda Bellavista Caddesi’nde bir muayenehane açıldığında, toplanan izleyicilere Doktor, Doktor, Ben Yarı Ölüyüm şarkısını söyledi. Bazı hastaların ağrı ve sızılarını dile getirme biçimleriyle alay etti.
Kültürler arasında köprü kurmak istedi. Ve her şeyden önce barış içinde bir arada yaşamak istiyordu. Bunu şu sözlerle ifade etti: “Hollandalı ve Türk, ortalığı karıştırmayın. Yapabiliyorsanız birbirinize yardım edin, çünkü birlikte iyi yaşayabilirsiniz”. Şarkıyı geleneksel Türk kıyafetleriyle ama ayağında Hollanda takunyalarıyla söyledi.
Tipik Kadan, kültürleri birleştirmeye çalışan Hollandalı bir Türk. Esprili bir dille Hollandalıların görüşleriyle dalga geçmekten de geri durmadı. Ha-san trek je jas an’da olduğu gibi.
Sıra dışı bir adam bu Ömer Kadan. Çok kültürlü ve uzlaşmacı bir Almelolu. Akıllı, müzik yeteneği olan ve hem dostlarının hem de düşmanlarının sevdiği birisi.
Bir sokakta ya da caddede anılıp anılmayacağını zaman gösterecek.
Ömer Kadan, ailesiyle birlikte doğduğu Türk köyünde toprağa verildi.
ÖLÜMÜNDEN SONRA KIZININ ÇABALARI SEMERESİNİ VERDİ
Ozan Ömer Kadan’ın bir sokağa, bir caddeye veya bir meydana isminin verilmesini isteyen Kızı Ayşe belediyeye başvurdu.
Bakınız bundan sonrasını Almelo gazetesi nasıl yayınlamıştı:
Merhum Türk ozan Ömer Kadan Almelo’da bir sokak ismi alacak mı?
Bir caddeye onun adı verilmeli mi? Ya da bir anıt mı yapılmalı? Mezenstraat’lı Türk halk sanatçısı Ömer Kadan 26 Ocak’ta 59 yaşında hayatını kaybetti. Bu özel Almelolu’nun kalıcı olarak onurlandırılması için giderek daha fazla ses yükseliyor. Mahalleli bunun iyi bir fikir olduğunu düşünüyor. Belediye de bunu düşünüyor.
YouTube’a adını yazdığınızda Türk ozan Ömer Kadan şarkılarıyla ekranı dolduruyor. Kör şakacı ve türkücü öldüğünde ardında bir eser bıraktı. Yurtiçinde ve yurtdışında tanındı, televizyona çıktı ve ünlülerle sahne aldı. Hemşehrisi Herman Finkers ile olduğu gibi.
Bu olağanüstü adam 36 yıldan fazla bir süre Mezenstraat’ta yaşadı. Düzenli konserleri vardı, ancak hastalandıkça Kadan unutulmaya yüz tuttu. Son birkaç haftasını evinde ailesiyle birlikte geçirdi. Ölümü şok etkisi yarattı. Yüzünde bir gülümsemeyle uykusunda ölmüş olsa da geride bıraktığı boşluk çok büyük.
Ozan Ömer Kadan için düşünülenlerden biri de, adının bir meydana verilmesiydi. Yukarıdaki sembolik görüntü gerçek oldu ve meydan (Plein) adı armağan edildi.
Ömer Kadan Sokağı?
Ölümüne gösterilen tepkiler nedeniyle Kadan’ın kalıcı olarak onurlandırılması planlanıyor. Bu, ikinci kuşak misafir işçilerin duygularının dile getirilmesine yaptığı katkı nedeniyle uygun olacaktır. Kızı Ayşe birkaç hafta önce belediyeyle temasa geçti. Mezenstraat tabelasının altına bir sokak ismi tabelası asmanın mümkün olup olmayacağını merak ediyordu. Örneğin Ömer Kadanstraat.
Belediye’den cevap
Belediye Başkan Yardımcısı Jan Martin van Rees, Ayşe’ye gönderdiği e-postada bu konuyu inceleyeceğini yazdı ve beklentilerini de yumuşattı. Bir başka fikir de, Kadan’ın evinin karşısına küçük bir anıt yerleştirmek. Ya da onun renkli, müzikal varlığına başka bir atıfta bulunmak. Bu konuda da çok az şey biliniyor.
…ve karar Ayşe Kadan’ın isteği gerçekleşmek üzereydi. Ozanımız için bir şeyler yapılacaktı ama bu ne olacaktı? Sonunda bir meydana Ozan Ömer Kadan Meydanı tabelasının asılmasına karar verildi. Bunun için de 26 Ocak günü saptandı.
“Aslen Kayserili olan Ömer Kadan’ın kızı Ayşe Kadan, sosyal medya hesabından şu sözleri paylaştı: ‘Aysem, bir gün benim adıma birşey yapılacak ama benim ömrüm bunu görmeye yetmeyecek.’ demiştin baba. Adın hep yaşayacak, unutulmayacaksın!
26 Ocak babamın ölüm yıldönümünde Babamıza layık bir şekilde açılışımızı yapacağız inşallah!”
İşte, 26 Ocak günü yapılan törenin haberini de, Ufuk Media’dan Murat Yakar ve Ümit Uysal’ın kaleminden okuyalım:
Hollanda’da ünlü Türk ozanı Ömer Kadan’ın ismi bir parka verildi
Hollanda’da 26 Ocak 2023’de hayata veda eden Türk toplumunun yakından tanıdığı, etkinliklerin vazgeçilmez ismi Türk ozanı Ömer Kadan’ın ismi Almelo şehrinde bir parka verildi.
Parkta düzenlenen programa T.C Deventer Başkonsolosluğu yetkilileri, Hollanda Türk Federasyon Genel Başkanı Murat Gedik, AVEDAN temsilcisi Annemarie Pleyhuis ve dernek başkanları ile vatandaşlar katıldılar.
Parkta topluma günün önemine dair açılış konuşması yapıldı. O konuşmayı AVEDAN temsilcisi Annemarie Pleyhuis yaparken; ardından merhum Kadan’ın kızı Ayşe Kadan babsını anlatan kısa bir konuşma yapıp bir şiir ile konuşmasını sonlandırdı.
Parkın açılışından sonra Hollanda Türk Federasyon Genel Başkanı Murat Gedik Ufuk Media’ya programla alakalı bir değerlendirmede bulunarak şunları söyledi, “Bugün, Almelo şehrinde ikamet etmiş olup, Hakk’ın rahmetine kavuşan Ozan Ömer Kadan için burada bulunmaktayız. Evinin karşısında bulunan bir parka onun adının verilmesi bizleri mutlu etmiştir. Kendisi yaşamı boyunca Türklüğe sazı ve sözleriyle hizmette bulunmuş olup, kültürel hizmetinden hiç geride kalmamıştır. Hollanda Türk Federasyon’un kültür sanat ekibinde bulunup, gelecek nesillerimize nasihatlar edip, yeri doldurulamayacak bir hizmet sunmuştur. Çocuklarının girişimi ile Almelo Belediyesi’nden izin alınıp adı Almelo kentinde ölümsüzleştirilmiştir. Elbette bizlerin de gönlünde yeri hep kalıcıdır. Onu rahmet ile anarak, vermiş olduğu hizmetlerle hep anacağız.”
Açılış programı bu konuşma sonrası ikram edilen çay ve kahveden sonra sona erdi. Ayrıca, Hollanda Türk Federasyon’a bağlı, Almelo Türk Kültür Merkezi’nde Ozan Ömer Kadan için anma programı tertiplenerek, din görevlilerinin katkılarıyla ardından dualar edildi.
********************************
EEN ONGEKEND MIGRANTENSIGNAAL IN DE GESCHIEDENIS VAN DE WERELDMIGRATIE: OZAN ÖMER KADAN PLEIN
Locatie van het plein: Almelo, Nederland De held van het plein Slechtziende Ömer Kadan
In Nederland, waar hij als immigrant woonde, had de minstreel Ömer Kadan, die met zijn instrument Turkse en Nederlandse liederen zong, een troon in de harten gevestigd.
Na zijn dood vorig jaar liet zijn dochter Ayşe, die de gemeente Almelo mobiliseerde, een plein naar haar vader vernoemen.
De Nederlandse media spreken over onze minstreel als “Hij bouwde een brug van liefde tussen Turken en Nederlanders”.
Turkse tukker Ömer Kadan heeft eigen plein: “Hij sloeg een brug tussen Turken en Nederlanders”
Samengesteld door İlhan KARAÇAY:
Je hebt misschien het nieuws over de held van het volgende artikel dat ik heb samengesteld op sociale media gezien. Maar misschien weet je niet dat de vriendelijkheid die voor de held van het nieuws is gedaan, misschien de eerste keer in de wereld is.
Van de miljoenen migranten die hun thuisland verlaten om de kost te verdienen, geeft de gemeente van de stad waar ze wonen bijvoorbeeld een ongekend cadeau aan een van hen.
Er zit iemand (zijn dochter) achter het geven van dit cadeau, maar uiteindelijk is het nodig om het onbekende bekend te maken.
In Nederland zijn veel Turken onderscheiden met de Koninklijke Orde. De criteria voor het toekennen van orden zijn altijd hetzelfde in de wereld. Iemand brengt de boodschap “Hij is zeer filantropisch, zeer succesvol, zeer nuttig” over aan een noodzakelijke autoriteit. Die autoriteit oordeelt op zijn beurt dat die persoon de eer waardig is aan het einde van de uitgevoerde onderzoeken of niet.
Ik schrijf met oprechtheid. In alle gemeenten waar ik in het verleden heb gewoond, heb ik een schijnantwoord gegeven op het aanbod “Laat mij uw naam melden bij de gemeente en zij zullen u de Koninklijke Orde geven”. Omdat ik een overtuigd republikein ben die tegen koninklijk bestuur is. Als ik zo’n aanbod krijg zonder dat ik het weet, sta ik er nog steeds op om het te weigeren.
Laten we het nu over onze troubadour hebben…
In 2018 kwam ik de naam Ozan Ömer Kadan tegen.
Mijn vriend, een correspondent voor Anadolu Agency, schreef het volgende nieuws:
Visueel gehandicapte Ozan veroverde de harten met de volksliedjes die hij in het Nederlands componeerde
Troubadour Ömer Kadan, die de harten veroverde door Anatolische composities in het Nederlands aan te passen, houdt al 32 jaar vast aan het leven ondanks de negativiteiten die hij heeft meegemaakt.
ALMELO,-De visueel gehandicapte minstreel Ömer Kadan, die harten veroverde met de volksliedjes die hij in het Nederlands componeerde, houdt al 32 jaar stand met zijn instrument ondanks het verlies van zijn moeder op vierjarige leeftijd en daarna zijn gezichtsvermogen.
Kadan bewerkte Anatolische volksliedjes in het Nederlands met zijn eigen compositie en veroverde de harten van zowel de Nederlanders als de Turken.
Kadan, die beroemd werd door op te treden bij verschillende evenementen en de bijnaam Ozan kreeg, zei in een verklaring dat hij nuttige dingen wilde doen nadat hij zijn gezichtsvermogen verloor en zijn vader, die dit aanvoelde, kocht een saz voor hem.
Kadan, die met veel doorzettingsvermogen de saz leerde spelen zonder les te nemen, zei: “Mijn elektriciteit viel uit, het werd donker. Op een nacht om drie uur begon ik het volkslied ‘Gelin Ayşe’ te spelen en met grote opwinding riep ik: ‘Pap, kijk, ik speel Gelin Ayşe’. Mijn vader, die verrast was door de verrassing en een beetje bang was om wakker te worden uit zijn slaap, was boos op me en vroeg me om te gaan slapen.”
Kadan, die zijn vastberadenheid niet verloor en zijn saz niet losliet, zei: “Mensen gelukkig kunnen maken maakt mij ook gelukkig. Ik ga in mijn eentje met het openbaar vervoer naar de evenementen waar ik optreed. Ik heb twee kinderen, maar ik zie mezelf als de vader van vier kinderen. Want mijn albums ‘Between Two Cultures’ en ‘Turkey’mi Özlüyorum’ zijn als mijn kinderen.”
CORONA DOODDE NIET
Ik zag de naam van Ömer Kadan later in Platform Magazine onder de handtekening van Mustafa Toga.
Het nieuws was als volgt:
ALMELO,- Ömer Kadan, een visueel gehandicapte troubadour die zeer bekend is bij de Turkse gemeenschap in Nederland, is besmet met het Corona Virus. De visueel gehandicapte minstreel Ömer Kadan, die de harten veroverde met de volksliedjes die hij in het Nederlands componeerde, hield jarenlang stand met zijn instrument ondanks het verlies van zijn moeder op vierjarige leeftijd en daarna zijn gezichtsvermogen.
Kadan bewerkte Anatolische volksliedjes in het Nederlands met zijn eigen compositie en veroverde de harten van zowel de Nederlanders als de Turken.
Kadan, die beroemd werd door op te treden in verschillende evenementen en de naam Ozan aannam, vertelde in zijn interview dat eerder op het Platform is gepubliceerd dat hij nuttige dingen wilde doen nadat hij zijn ogen verloor Ozan Ömer Kadan zei dat zijn vader, die dit voelde, een saz voor hem kocht.
Kadan, die met veel doorzettingsvermogen de saz leerde spelen zonder les te nemen, zei: “Mijn elektriciteit viel uit, het werd donker. Op een nacht om drie uur begon ik het volksliedje “Gelin Ayşe” te spelen en met grote opwinding riep ik: “Pap, kijk, ik speel “Gelin Ayşe”. Mijn vader, die verrast was door de verrassing en een beetje bang was om wakker te worden uit zijn slaap, was boos op me en vroeg me om te gaan slapen.
Kadan, die zijn vastberadenheid niet verloor en zijn saz niet losliet, zei: “Mensen gelukkig kunnen maken maakt mij ook gelukkig. Ik ga in mijn eentje met het openbaar vervoer naar de evenementen waar ik optreed. Ik heb twee kinderen, maar ik zie mezelf als de vader van vier kinderen, want mijn albums “Between Two Cultures” en “Turkey’mi Özlüyorum” zijn als mijn kinderen.
Volgens het nieuws dat Ozan’s dochter Ayşe Kadan op sociale media deelde, stond er dat artsen zeiden dat Ozan Ömer Kadan een moeilijke periode te wachten staat. Ayşe Kadan, die vroeg om gebeden van haar fans, zei: “Er is geen hoop van Allah, we zitten in een test, onze Ozan heeft veel gebeden nodig, we wachten op jullie gebeden.
ONGELUKKIGE DOOD
Hans Brok schreef over de dood van troubadour Ömer op 27 januari 2023.
Geliefde Turkse troubadour Ömer Kadan uit Almelo overleden
ALMELO – Ondanks zijn vele kwalen leek liedjeszanger, troubadour en grappenmaker Ömer Kadan, onverwoestbaar. De dood had hem een paar keer bijna te pakken, maar steeds wist hij op wonderbaarlijke manier te ontsnappen. Deze keer lukte dat niet. Hij overleed in de nacht van woensdag op donderdag. Hij werd 59 jaar.
De laatste keer dat de blinde zanger de dood in de ogen keek, was enkele jaren terug. Hij kreeg corona en balanceerde enkele weken op de rand van de oneindigheid. „De dokters, God en mijn familie hebben me gered”, zou hij er later over zeggen. Hij was een kat met negen levens.
Kadan kwam in 1978 met zijn gezin naar Almelo. Zijn vader werkte daar toen al 18 jaar bij Ten Cate. Kadan kreeg in 1985 een zeldzame oogziekte waardoor hij in korte tijd blind werd. Hij ging voor revalidatie naar een internaat voor doven. Daar leerde hij niet alleen goed Nederlands maar ook spelen op de saz, een soort luit met een lange hals.
Finkers en Alberti
Hij had overduidelijk talent, schreef liedjes en begon op te treden om de mensen te vermaken. Hij toonde zich een geboren entertainer en trok zelfs landelijke belangstelling. Hij trad onder andere op met Herman Finkers en Willeke Alberti. In 2008 kreeg hij een filmploeg van Man Bijt Hond op bezoek. Hij sprak daarin over ‘verzoening’, om zo tegengas te geven aan de opruiende taal van Wilders.
De boodschap van de geliefde liedjeszanger was steeds dezelfde: „Ik wil met mijn liedjes de positieve dingen naar voren halen. Er is al genoeg rotzooi in de wereld. In dit prachtige kikkerlandje moeten we tevreden zijn met wat we hebben. Ik ben echt gelukkig in Nederland.”
Help elkander als dat kan, want samen kun je prima leven
Gastarbeiders
De roep om Ömer te verankeren in de Almelose geschiedenis van Turkse textielarbeiders wordt hoe dan ook sterker. Zeker gezien de vele reacties die er op zijn dood kwamen. Herman Finkers liet van zich horen en stuurde Ömers familie een gedicht. Kadan trad behalve in Nederland ook meerdere keren op in het buitenland. En daar waren ze hem niet vergeten, zo bleek uit reacties uit onder meer Oostenrijk.
Bijzondere levensloop
Als zoon van een gastarbeider had hij een bijzondere levensloop. Zijn vader vertrok in 1960 naar Nederland waar hij bij Ten Cate ging werken. Ömer en de rest van de familie volgde in 1978. Hij kon toen niet bevroeden dat hij amper zeven jaar later door een oogziekte blind werd.
Zijn leven nam daardoor een radicale wending. Op een doven- en blindeninternaat in het Gooi leerde hij niet alleen goed Nederlands, maar ook spelen op de saz, een Turkse luit.
In de liedjes die hij maakte verhaalde hij over wat veel Turken in Nederland meemaakten. Hij viel er niet alleen mee op, maar het bracht hem ook in contact met bijvoorbeeld Willeke Alberti en Herman Finkers. De grappen makende Turkse troubadour, spelend op zijn saz, deed het goed in de media. Volgens zijn dochter bleef hij ook tot het allerlaatste moment van zijn leven grappen maken.
Dokter, dokter
Kadan trad ook op in zijn eigen wijk. Toen in de jaren 90 een huisartsenpraktijk werd geopend in de Bellavistastraat zong hij voor het verzamelde publiek het nummer Dokter, dokter, ik ben halfdood. Hij dreef de spot met hoe sommige patiënten hun pijntjes presenteren.
Hij wilde culturen overbruggen. En toch vooral vreedzaam samenleven. Hij vertolkte dat met de woorden: ‘Hollander en Turkse man, maak er toch geen rotzooi van. Help elkander als dat kan, want samen kun je prima leven.’ Hij zong het lied in traditioneel Turkse kledij, maar wel met Hollandse klompen aan zijn voeten.
Typisch Kadan, een Nederlandse Turk die de culturen probeerde te verenigen. Met een kwinkslag, waarbij hij niet schuwde de Nederlandse opvattingen op de hak te nemen. Zoals in Ha-san trek je jas an.
Een bijzonder man, deze Ömer Kadan. Een multiculturele en verzoenende Almeloër. Schalks, muzikaal en geliefd bij vriend en vijand. Of hij een vermelding krijgt in een straat of steeg, de tijd zal het leren.
Ömer Kadan werd begraven in zijn Turkse geboortedorp, bij zijn familie.
NA ZIJN DOOD WIERPEN DE INSPANNINGEN VAN ZIJN DOCHTER VRUCHTEN AF
Zijn dochter Ayşe diende een verzoek in bij de gemeente om een straat, laan of plein naar de troubadour Ömer Kadan te laten vernoemen.
Bekijk hoe de Almelose krant verslag deed van wat er daarna gebeurde:
Krijgt de overleden Turkse troubadour Ömer Kadan een straatnaam in Almelo? Velen willen dat
Moet er een straat naar hem worden vernoemd? Of moet er een herdenkingsmonument komen? Ömer Kadan, de Turkse volkszanger uit de Mezenstraat, overleed 26 januari op 59-jarige leeftijd. Er gaan steeds meer stemmen op om deze bijzondere Almeloër blijvend te eren. De buurt vindt het een goed idee. De gemeente denkt erover na.
Tik zijn naam in op YouTube en de Turkse troubadour Ömer Kadan vult een scherm met zijn liedjes. De blinde grappenmaker en liedjeszanger liet bij zijn overlijden een oeuvre na. Hij was bekend in binnen- en buitenland, was op televisie te zien en trad op met bekende personen. Zoals met stadgenoot Herman Finkers.
Meer dan 36 jaar woonde deze bijzondere man in de Mezenstraat. Hij had regelmatig optredens, maar naarmate hij zieker werd, raakte Kadan in de vergetelheid. De laatste weken bracht hij thuis door bij zijn familie. Zijn overlijden kwam als een schok. Hoewel hij in zijn slaap is overleden, met een glimlach op zijn gezicht, is de leegte die hij achterlaat groot.
Ömer Kadanstraat?
Vanwege de vele reacties op zijn overlijden zijn er nu plannen om Kadan blijvend te eren. Dat zou passend zijn vanwege zijn bijdrage aan het vertolken van de gevoelens van de tweede generatie gastarbeiders. Zijn dochter Ayse nam een aantal weken terug contact op met de gemeente. Ze was benieuwd of het mogelijk is een straatnaambordje te hangen onder het bord van de Mezenstraat. De Ömer Kadanstraat, bijvoorbeeld.
Antwoord van de gemeente
Locoburgemeester Jan Martin van Rees schreef in een e-mail aan Ayşe dat hij de zaak zou bekijken en temperde zijn verwachtingen. Een ander idee is om een klein monument te plaatsen tegenover het huis van Kadan. Of een andere verwijzing naar zijn kleurrijke, muzikale aanwezigheid. Ook hierover is weinig bekend.
…en de beslissing
De wens van Ayşe Kadan ging in vervulling. Er moest iets gedaan worden voor onze troubadaour, maar wat? Uiteindelijk werd besloten om het uithangbord van Ozan Ömer Kadan op een plein te hangen. Hiervoor werd 26 januari vastgesteld.
“Ayşe Kadan, de dochter van Ömer Kadan, die oorspronkelijk uit Kayseri komt, deelde de volgende woorden op haar social media account: ‘Aysem, op een dag zal er iets in mijn naam worden gedaan, maar mijn leven zal niet genoeg zijn om het te zien. Jouw naam zal altijd voortleven, je zult niet vergeten worden!
Op 26 januari, op de sterfdag van mijn vader, hoop ik dat we zullen openen op een manier die onze vader waardig is!”
Lees hier het nieuws over de ceremonie van 26 januari uit de pen van Murat Yakar en Ümit Uysal van Ufuk Media:
In Nederland is de naam van de beroemde Turkse minstreel Ömer Kadan gegeven aan een park
De naam van de op 26 januari 2023 overleden Turkse minstreel Ömer Kadan, die niet meer weg te denken is uit de Turkse gemeenschap in Nederland, is gegeven aan een park in de stad Almelo.
Het programma in het park werd bijgewoond door ambtenaren van het Consulaat-Generaal van de Republiek Turkije in Deventer, Murat Gedik, voorzitter van de Nederlandse Turkse Federatie, AVEDAN-vertegenwoordiger Annemarie Pleyhuis, verenigingshoofden en burgers.
In het park werd een openingstoespraak gehouden voor de gemeenschap over het belang van de dag. AVEDAN-vertegenwoordiger Annemarie Pleyhuis hield die toespraak; daarna hield de dochter van de overleden Kadan, Ayşe Kadan, een korte toespraak over haar vader en sloot haar toespraak af met een gedicht.
Na de opening van het park gaf Murat Gedik, voorzitter van de Nederlandse Turkse Federatie, een evaluatie van het programma aan Ufuk Media en zei: “Vandaag zijn we hier voor de troubadour Ömer Kadan, die in de stad Almelo woonde en is overleden. We zijn blij dat een park tegenover zijn huis naar hem is vernoemd. Zijn leven lang heeft hij de Turkse identiteit gediend met zijn instrument en woorden, en hij heeft nooit stilgezeten in zijn culturele dienstbaarheid. Hij was lid van het cultuur- en kunstteam van de Nederlandse Turkse Federatie, adviseerde onze toekomstige generaties en verleende een onvervangbare dienst. Op initiatief van zijn kinderen is toestemming verkregen van de gemeente Almelo en is zijn naam vereeuwigd in Almelo. Natuurlijk is zijn plaats in ons hart altijd blijvend. We zullen altijd met barmhartigheid aan hem terugdenken en aan de diensten die hij verleende.”
Het openingsprogramma eindigde na de thee en koffie die na deze toespraak werd geserveerd. Daarnaast werd in het Almelose Turks Cultureel Centrum, aangesloten bij de Nederlandse Turkse Federatie, een herdenkingsprogramma georganiseerd voor Ozan Ömer Kadan en werd er na afloop gebeden met bijdragen van religieuze functionarissen.
Hollanda Türk Turizmciler ve Seyahat Acenteleri Derneği’nden, “Turizmcilerin güvenli bir Birliği olmalıdır” açıklaması.
Dünya Kardeş Kentler Turizm Forumu Genel Sekreteri Hüseyin Baraner, Almanya’da TÜRSAB’ın muadili olan kuruluşları anlattı.
Turizmciler arasında ikilik yaratmanın, Türk turizmine balta vurmak olduğunu söyleyen, TÜRSAB Başdanışmanı ve Havayolu Bilet Satışı ve IATA İhtisas Başkanı Numan Olcar, “TÜRSAB’ın dağılması, turizmdeki kazanımlarımızı da yok eder” dedi.
Başkan Firuz Bağlıkaya, Başkan yardımcıları Hasan Eker, Davut Günaydın, Turizm eski Bakanı Bahattin Yücel ve diğerlerinin açıklamaları…
Endişe içinde olan Turizmciler bugün İstanbul’da toplanıyor
İlhan KARAÇAY araştırdı ve derledi:
Türk turizminin, sıfırdan zirveye ulaşmasında büyük rol oynamış olan Türkiye Seyahat Acentaları Birliği TURSAB’ın, bölünerek yok edilme isteğine tepkiler devam ederken, Hollanda ve Almanya’dan iki ses yükseldi.
Hollanda Türk Turizmciler ve Seyahat Acenteleri Derneği Başkanı Kamil Saygı, Genel Sekreter Osman Çelik ve Sayman Durmuş Doğan, Hollanda Genel Seyahat Şirketleri Birliği ANVR’i örnek göstererek, “Turizmcilerin güvenli bir Birliği olmalıdır” dedi.
Almanya’dan Dünya Kardeş Kentler Turizm Forumu Genel Sekreteri Hüseyin Baraner, TÜRSAB’ın Almanya’daki muadilllerini anlattı.
Bu açıklamalara yer vermeden önce, Türkiye’de TURSAB’ı yok etmek için yapılmakta olan çalışmalara ve planlara değineyim.
TÜRSAB Başdanışmanı ve Havayolu Bilet Satışı ve IATA İhtisas Başkanı Numan Olcar, “TÜRSAB’ın dağılması, turizmdeki kazanımlarımızı da yok eder” dedi.
İddialara göre, TURSAB’ı yok etme planı, Kültür ve Turizm Bakanı Mehmet Nuri Ersoy tarafından yürütülüyor. Bakan Ersoy’un, 1618 sayılı Türkiye Seyahat Acentaları Birliği Yasası’nı değiştirmek için uzun bir zamandır çalışmalar yaptığı biliniyor.
Kültür ve Turizm Bakanı Mehmet Nuri Ersoy ile, Utrecht Turizm Fuarı’nda karşılaştığım sırada, kendilerine, “ Türkiye-Hollanda Arasında 400 Yıllık Resmi İlişkiler ve Hollanda’ya Türk Göçünün 50’nci Yılı” başlıklı kitabımı hediye etmiştim.
Birkaç kez değiştirilmiş olan yasa taslağının son şeklini, Atatürk Kültür Merkezi’ndeki toplantıda, seyahat acentesi sahiplerine anlatan Ersoy’un planı gerçekleştiği anda, meydana gelecek olan olumsuzlukları daha iyi anlayabilmek için, bugün saat 13.30’da İstanbul’da yapılacak olan toplantı için TÜRSAB üyelerine gönderilen mektuba bir göz atalım:
Değerli Üyelerimiz,
Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın yürürlükten kaldırmayı planladığı 1618 Sayılı Kanun yerine getirilecek yeni yasa taslağı, elli yıllık köklü bir kurum olan TÜRSAB’ın, seyahat acentelerimizin ve Türk turizminin geleceğini tehlikeye atmaktadır. Meslek örgütümüzün parçalara bölünmesi ve merkezi yapıdan uzaklaşılması; siyasi, etik dışı ve diğer meslek dışı düşüncelere göre örgüt kurma modelini teşvik edecek ve bu durum seyahat acentelerinin bir bütün olarak temsil edilme gücünü ortadan kaldıracaktır.
Yeni Yasa ile Seyahat Acentalarının Mesleki Niteliği Yok Ediliyor
Yeni yasa taslağında seyahat acenteleri, mesleki ticari işletme niteliğinden uzaklaştırılarak salt ticari işletmeler olarak ele alınmaktadır. Bu durum, mesleki bilgi ve birikim yerine sermaye gücünün öne çıkmasına neden olacak, büyük sermaye sahibi olanlar, emek ve bilgi yoğun çalışan seyahat acentalarının pazar paylarını yok edecektir.
Mesleki faaliyet denetiminde meslek örgütü denetimi ortadan kaldırılarak haksız rekabetin önü açılacaktır. Küçük ve orta boyutlu işletmeler ya büyüklerin bayisi olacak ya da kapanma tehlikesiyle karşı karşıya kalacaktır.
Seyahat Acentalarının Sermaye Güçlerine Göre Farklı Meslek Örgütlerine Bölünmesi Tekelleşmeye Yol Açacaktır
Seyahat Acentelerini ciro ya da sermaye büyüklüklerine göre ayrı meslek örgütlerinde toplamak, sektörde büyük-küçük ayrımını örgütsel hale getirmek, kobi niteliğindeki seyahat acentelerini az sayıdaki büyük sermayeli seyahat acentelerinin karşısında zayıflatacak ve tekelleşme eğilimi büyüyecektir.
Seyahat acenteleri, ciro veya sermayelerine göre değil, mesleki yeterliliklerine göre sınıflandırılmalıdır. Yeni yasa, mesleki yeterlilikle ilgili herhangi bir hüküm içermeyerek, mesleki birikimi yok saymaktadır.
Sigorta ve Tüketici Haklarını Kanundan Çıkarmak Seyahat Acentelerine Güveni Azaltacaktır
Taslakta Mesleki Sorumluluk Sigortası konusunda düzenleme bulunmaması, seyahat acentelerinintüketici nezdindeki güvenini azaltacak ve reklam olanakları fazla olan, tekel olmak isteyenler karşısında zorluklar yaşamalarına neden olacaktır. Tüketici haklarıyla ilgili hususların yalnızca Ticaret Bakanlığı’nın yapacağı düzenlemelere bırakılması ise turizme özgü düzenlemeler yerine genel düzenlemelerin öne çıkmasına ve seyahat acentelerinin haklarının gözetilmemesine neden olacaktır.
Yılda 200 bin denetim yapan TÜRSAB’ı bölmek, pazarın denetimsiz hale gelmesine ve turizm faaliyetlerinin başıboş kalmasına yol açacaktır. Birliğin bölünmesi, mesleki temsilde yetki karmaşasının ortaya çıkmasına neden olacak, bunun sonucunda Türk turizmi zarar görecektir.
Seyahat Acentelerimizle Lütfi Kırdar’da Bir Araya Geliyoruz
TÜRSAB olarak, seyahat acentelerimizin ve sektörümüzün yara almasına neden olacak yeni yasa taslağı hakkında bilgilendirme yapmak ve istişarede bulunmak üzere, 31 Ocak Çarşamba günü saat 13:30’daLütfi Kırdar Kongre Merkezi’nde bir araya geliyoruz.
Birliğimizin, sizlerin ve sektörümüzün geleceği için sizleri de toplantımızda görmekten memnuniyet duyarız. Türkiye Seyahat Acenteleri Birliği
Turizmciler arasında ikilik yaratmanın, Türk turizmine balta vurmak olduğunu söyleyen, TÜRSAB Havayolu Bilet Satışı ve IATA İhtisas Başkanı Numan Olcar, kendisi ile yaptığım görüşmede, “TÜRSAB’ın dağılması, turizmdeki kazanımlarımızı da yok eder” dedi.
Kendisini, dünyanın dört bir yanındaki turizm fuarlarına katılımı ve bir zamanlar müdavimi olduğu Utrecht Turizm Fuarı’ndan çok iyi tanıdığım, TÜRSAB Havayolu Bilet Satışı ve IATA İhtisas Başkanı Numan Olcar, Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın yürürlükten kaldırmayı planladığı 1618 Sayılı Kanun yerine getirilecek yeni yasa taslağı hakkındaki görüşlerini şöyle açıkladı:
“Ben 37 yıllık turizmciyim. Bu süre içerisinde TÜRSAB’ın bir üyesi olarak, Birliğin çeşitli bölgesel, ulusal, yerel ya da uluslararası noktalarında görev aldım. TÜRSAB’ın üyesi olarak konuşmak istiyorum. Şu ana kadar gelmiş olduğumuz, Türkiye’nin elde ettiği rakamlar, Türkiye’nin turizmdeki itibarı, dünyanın 4-5 en önemli destinasyonlarından birine sahip olması Türkiye’nin turizmdeki lokomotifi sayesinde olmuştur. Bu lokomotif güç TÜRSAB’dır. 1972’de kurulmuş ve o günden bu yana faaliyet göstermektedir.
“TÜRSAB GİBİ BİR GÜCÜN AYRI BİR MACERAYA SÜRÜKLENMESİ ÇOK BÜYÜK BİR HATA”
Dolayısıyla bu gücün şu anda ayrı bir maceraya sürüklenmesini çok büyük bir hata olarak görüyorum. TÜRSAB’ın kesinlikle parçalanmaması, bölünmemesi ve güç kaybetmemesi gerekiyor. Ancak bunu konuşuyor olmak bile TÜRSAB’a çelme takmak, yürümesine engel olmaktan başka bir şey değil. TOBB’un açıkladığı rakama göre turizm, 56 sektörü tetiklemektedir. Bu sektörlerin tetiklenmesindeki en önemli kurumlardan birisi de kuşkusuz TÜRSAB’dır, meslektaşlarımızdır. Bir üye olarak da TÜRSAB’ın bölünmesine karşıyım, böyle bir şey söz konusu olamaz.
Numan Olcar (solda) dünyanın dört bir yanında açılan Turizm Fuarları’na Türkiye’yi temsilen katılmakta rekor kırmış turizmcidir. Kendisi ile Utrecht Turizm Fuarı’nda sık sık buluşmuşluğum oldu. Mersin eski milletvekili Serdal Kuyucuoğlu (sağda) ile birlikteyiz.
“TÜRSAB HAVAYOLU TAŞIMACILIĞI KONUSUNDA IATA’NIN CİDDİ BİR İŞ ORTAĞI”
İhtisas ile ilgili noktaya gelirsek, çok ciddi sıkıntılar var. Havacılık konusunda akreditasyon veren, hem ülkemizde hem dünyada kabul edilen Uluslararası Hava Taşımacılığı Birliği’nin kriterleri vardır. IATA’nın Türkiye’de ofislerinin olmaması nedeniyle bu iletişimi TÜRSAB yürütmektedir. TÜRSAB garantör statüsündedir, çok ciddi bir iş ortağıdır. Bu çerçevede de tüm ilişkilerimiz çok rahat bir şekilde ilerlemektedir. Bunu üyelerimiz de bilirler.
Özellikle 2019’da Türkiye’deki teminat mektuplarının düşünülmesi, diğer farklı kollarda çıkarılan sorunların giderilmesi bu iletişim ve diyaloglarla olmuştur. TÜRSAB’ı dünyadaki diğer birliklerden ayıran şey yasayla kurulmuş olmasıdır. Bu ayrım IATA gibi uluslararası kurumlarda karşılık buluyor. Birliğin dağılması durumunda muhatap sorunu yaşanacak.
“BİRLİĞİN DAĞILMASI HALİNDE CİDDİ BİR YETKİ KARMAŞASI ORTAYA ÇIKAR”
Sektörde şimdiye kadar konuyla ilgili sorunların çözülebilmesinin nedeni tamamen IATA’nın karşısında muhatap olarak yasayla otorize edilmiş köklü bir kurum bulması. Dolayısıyla birliğin dağılması halinde ciddi bir yetki karmaşası olacaktır. Oysa şu anda IATA ile yaptığımız ön protokol çerçevesinde, IATA’ya müracaat edecek olan üyeler, başvurularını TÜRSAB üzerinden yapabiliyor. Bu protokol şu anda devreye girerek bütün üyelere ve sektöre girecek olan genç meslektaşlarımıza fayda sağlayacakken bunun da ortadan kaldırılması gibi sakıncalar ortaya çıkacaktır.
“TÜRSAB’I DAĞITMAK TURİZM KAZANIMLARININ DA KAYBOLMASINA YOL AÇAR”
Havayolları ile olan iletişimler ve toplantılar neticesinde IATA’nın, havayollarının, yabancı havayollarının ve Türkiye’deki temsilcilerinin de böyle bir dağılmaya ve parçalanmaya çok temkinli baktıklarını, sonuçlarının iyi olmayacağını düşündüklerini söyleyebilirim. Ben de sektörü temsil eden bir kişi olarak böyle bir parçalanmanın, birlik iken dernekleştirmenin güç kaybı olacağını ve kazanımların kaybolması olarak yorumluyorum. Kararı alan kişinin teknik altyapısı yok ama bununla ilgili olarak bir karar alabiliyor. Bunun ilerideki sonuçları görülmüyor. “Biz yine bunu ihtisas olarak yapacağız. Havayolu Bilet Birliği kurulacak, aynı şeyi orada yapacaklar” diyorlar. Aynı şey değil. İhtisasların gücü, ancak üslerinde Birlik gibi bir gücün olmasıyla işlev kazanır.
15 bin seyahat acentamız var. 8 bin üyemiz direkt ya da bir şekilde geçimini havayolu biletleriyle sağlıyor. Havayolları bilet faaliyeti içerisinde. 780 tane IATA üyesi acentamız var. Biz bunları yüksek rakamlara çekmeye çalışıyoruz. Bu da IATA’nın üst birliği ile yapılacak çalışmalarla sağlanabilecek bir şey.
Seyahat acentaları, havayollarının komisyoncusu değildir, satış kanallarıdır. Biz havayollarının büyümesinde en önemli gerek olan yolcu sağlanmasında satış kanalları içerisinde kılcal damarlarız. Her şey online değil. Acentanın bu noktada işlevselliğini, bunu sağlayabilecek olan pazarlık güçlerini ellerinden alıp da birtakım alt birliklere düşürürseniz iyi olmaz.
“AKLI BAŞINDA HİÇBİR ÜYE BAŞKA BİRLİK ALTINDA BİR ARAYA GELMEZ”
Aklı başında hiçbir üye TÜRSAB’ı bırakıp bir başka birliğin altında buluşmaz. Güç burada, burada bulunulması gerekiyor. Bu tamamen yanlış bir uygulama. Özellikle seyahat acentalarının 8 bin tane aktif satış kanalı olmasıyla, havayollarının bugüne gelmesinde seyahat acentalarının sesi olarak TÜRSAB’ın çalışmaları asla göz ardı edilemez. Diğer ülkelerdeki oranlar da elimizde var. Ancak hiçbir yerde TÜRSAB gibi bir organizasyon yok. Bu organizasyonun olması sayesinde bugün Türkiye, Dünya Turizm Örgütü’nin destinasyon sıralamasında ilk sıralarda yer alıyor. Hava taşımacılığımızdan dolayı çok güçlü. Neden yeni bir macera arayalım?
“SEKTÖRÜN SESİ OLAN TÜRSAB’I BÖLMENİN KİMSEYE BİR FAYDASI OLMAZ”
Bir de bu durumun tüketici tarafı var. TÜRSAB, turizm sektörünün geliştirilmesi ve sürdürülebilir bir şekilde büyümesi için önemli bir rol oynamasının yanı sıra seyahat acentalarının etik kurallara uygun hareket etmelerini sağlamak ve tüketicilerin haklarını korumak amacıyla da önlemler alıyor. Bu noktada seyahat acentalarının güvenilir ve sorumlu bir şekilde hizmet vermesini de desteklemiş oluyor.
Cumhuriyetimizin 100. yılında sektörün sesi olan, sektörü düzenleyen bu gücü kuvvetlendirmek ve desteklemek yerine bölmek ve parçalamanın kimseye faydası olmaz. Ben Cumhurbaşkanımızın ve aklı selim siyasetçilerimizin konuyu yeniden değerlendirmesini ümitle bekliyorum.”
HOLLANDA’DAN YÜKSELEN SES
Hollanda Türk Turizmciler ve Seyahat Acenteleri Derneği Başkanı Kamil Saygı (sağda), Genel Sekreter Osman Çelik (ortada) ve Sayman Durmuş Doğan (solda)
Numan Olcar’ın yukarıdaki açıklamasından sonra, yurt dışındaki Türk seyahatçilerden de tepkiler yükseldi. Hollanda Türk Turizmciler ve Seyahat Acenteleri Derneği Başkanı Kamil Saygı, Genel Sekreter Osman Çelik ve Sayman Durmuş Doğan, “Turizmcilerin güvenli bir Birliği olmalıdır” diyerek şu açıklamayı yaptılar:
“Medeni ülkelerde, tüketicilerin haklarını korumak için, devlet desteği ile kuruluşlar oluşturulur.
Hollanda’da, seyahata çıkacak olanların haklarını korumak için en tepede De Algemene Nederlandse Vereniging van Reisondernemingen ANVR (Genel Hollanda Seyahat Şirketleri Birliği) vardır. ANVR’e bağlı olarak bir de Stichting Garantiefonds Reisgelden SGR (Seyahat Garanti Fonu Vakfı) da çok önemlidir.
ANVR, Hollanda’daki seyahat şirketleri için bir ticaret birliğidir. Dernek, üyelerinin çıkarlarını destekler ve seyahat endüstrisinde kalite ve profesyonellik için çaba gösterir.
ANVR’nin ana hedefleri ve görevleri şunlardır:
ANVR, üyelerinin çıkarlarını hükümetler, sektör dernekleri ve diğer ilgili organlar da dahil olmak üzere çeşitli düzeylerde temsil eder. Bu, örneğin seyahat endüstrisini etkileyen mevzuat ve düzenlemeleri içerebilir.
ANVR, seyahat endüstrisinde yüksek kalite standartları için çaba gösterir. Üyelerin uyması gereken çeşitli yönergeler ve davranış kuralları geliştirir ve uygular. Bu, üye seyahat şirketlerine yönelik tüketici güvenine katkıda bulunur.
ANVR, üyelerini seyahat endüstrisindeki ilgili gelişmeler hakkında bilgilendirir ve onlara hizmetlerini geliştirmelerine yardımcı olacak bilgi ve araçlar sağlar.
ANVR, seyahat şirketleri ve seyahat endüstrisindeki diğer taraflar arasında işbirliğini teşvik eder. Bu, sektörün sağlıklı ve sürdürülebilir gelişimine katkıda bulunabilir.
Açıkçası, seyahat edenler ANVR logosu olan reklamları, olmayanlara göre daha güvenilir buluyorlar ANVR, tüketiciler tarafından bir ayırt edici özellik olarak görülüyor. Örneğin, her 5 gezginden 3’ü yalnızca ANVR logosu olan bir yerden rezervasyon yaptığını söylüyor. Tüketiciler ANVR logolu bir seyahat ürünü için daha fazla ödeme yapmaya bile hazır.
ANVR, geleceğin seyahat profesyonellerinin eğitimi konusunda karar vermeye yardımcı oluyor ve iyi eğitimli stajyerler üzerinde çalışıyor. Bu şekilde, gelecekte de yeterli sayıda iyi eğitimli çalışan yaratıyor. ANVR, sendikalarla seyahat endüstrisi için toplu iş sözleşmesi de imzalıyor.
ANVR, sektördeki ilgili gelişmelere ilişkin vizyonunu günlük olarak ortaya koymaktadır. Toplantılar ve konferanslar düzenliyor, güncel gelişmeler, pratik oturumlar, yasa ve yönetmelik uygulamaları ve ‘TravelTomorrow’ projesi hakkında sizleri bilgilendiriyor.
www.anvr.nl, sitesinde sosyal medya, üye ve basın bültenleri aracılığıyla bilgilendirme yapıyor.
ANVR, Sorumlu bir şekilde seyahat etmek ve şimdi ve gelecekte ‘Daha iyi tatiller’ yaşamak için, ulaşım, konaklama ve eğlence konularında somut önlemler almak üzere, seyahat kuruluşlarıyla birlikte adımlar atıyor. ANVR bunun için bir politika geliştirmiştir ve dünya çapında öncülük etmektedir.
Stichting Garantiefonds Reisgelden (SGR), bir seyahat operatörünün mali iflası durumunda tüketicileri mali kayıplardan korumayı amaçlayan bir kuruluştur. SGR, gezginler için bir garanti fonu görevi görür. SGR’nin önemli yönlerini şöyle izah edebiliriz:
SGR, üye bir seyahat operatörü ile paket tatil rezervasyonu yapmış olan tüketiciler için bir güvenlik ağı sağlar. Tur operatörünün iflas etmesi veya mali açıdan acze düşmesi halinde SGR, yolcuların paralarını geri almalarını veya seyahatlerini tamamlayabilmelerini garanti eder.
SGR’nin varlığı, tüketicilerin paket tatil rezervasyonu yaparken kendilerini daha güvende hissetmelerini sağlar çünkü tur operatörüyle sorun yaşamaları durumunda korunacaklarını bilirler.
Hollanda’da paket tatil sunan tur operatörleri yasal olarak SGR’ye katılmakla yükümlüdür. Bu, tüketicinin korunmasına katkıda bulunur ve seyahat endüstrisinde adil uygulamaları teşvik eder.
SGR, üye seyahat operatörlerinin mali açıdan sağlam olduklarından emin olmak için düzenli mali denetimler gerçekleştirir. Bu, seyahat endüstrisine olan güvenin korunmasına ve tüketicinin korunmasına yardımcı olur.
Kısacası, Seyahat Garanti Fonu Vakfı, paket tatil rezervasyonu yaparken tüketicileri finansal risklerden koruduğu ve seyahat endüstrisine güveni teşvik ettiği için çok önemlidir.
İZNİNİZLE ARAYA BİR HABER
Bugünkü derlememde geniş açıklamalarda bulunan, Hollanda Türk Turizmciler ve Seyahat Acenteleri Derneği HTTD’nin önceki akşam yaptığı toplantıya değinmek istiyorum.
Lahey Turizm Müşavirimiz Pınar Bilgen Ermis’in de katılımıyla Amsterdam’da gerçekleşen Hollanda Türk Turizmciler ve Seyahat Acenteleri Derneği toplantısında, sektördeki güncel gelişmeler ve acentelerin karşılaştığı sorunlar ele alındı.
Moderatörlüğünü HTTD Saymanı Durmuş Doğan’ın yaptığı ve dernek başkanı Kamil Saygı’nın açılış konuşması ve dernek tanıtımı ile başlayan toplantıda, Kültür ve Turizm Müşaviri Pınar Bilgen Ermiş, katılımcılara sektördeki güncel çalışmalar hakkında bilgilendirmelerde bulundu ve Türkiye’deki turizm alanındaki son gelişmeleri paylaştı.
Acentelerin karşılaştığı sorunlar ve çözüm önerileri de toplantının ana gündem maddelerinden biriydi. Acentelerin yaşadığı zorluklar ve bu zorlukların çözümü için önerilen adımlar, katılımcılar tarafından detaylı bir şekilde ele alındı. Özellikle, acentelerin ortak bir çatı altında birlik olmaları ve sektörde daha güçlü bir konumda bulunmaları üzerinde duruldu.
Toplantı, sektördeki işbirliğini ve dayanışmayı artırmak, acentelerin sorunlarına çözüm bulmak ve seyahat sektörünün daha sağlıklı bir şekilde ilerlemesi için önemli bir platform sağladı. HTTD’nin bu tür etkinliklerle sektördeki paydaşları bir araya getirerek işbirliğini güçlendirmeye devam etmesi bekleniyor.
DÜNYA KARDEŞ KENTLER TURİZM FORUMU GENEL SEKRETERİ HÜSEYİN BARANER, TÜRSAB’IN ALMANYA MUADİLİNİ ANLATTI.
Fotoğrafta gördüğünüz Hüseyin Baraner’i, dünyanın neresinde bir turizm etkinliği varsa, orada mutlaka görürsünüz. Baraner ile ben de şahsen, Utrecht, Brüksel, Berlin Turizm Fuarları ile, Türkiye’deki pek çok etkinlikte karşılaşmışımdır.
Almanya’da 40 yıldır turizm işi ile uğraşan, Avrupa ve Türkiye’de çeşitli turizm kuruluşlarında görev yapan ve kendisinden ‘Turizm duayeni’ diye söz ettiren, Dünya Kardeş Kentler Turizm Forumu Genel Sekreteri Hüseyin Baraner, konuyla ilgili görüşlerini sorduğum zaman şunları anlattı:
“100 milyar Euro’nun üzerinde yıllık seyahat ve tatil cirosu gerçekleşen dünyadaki en büyük turizm ekonomisine sahip olan Almanya’daki hükümetler, eşit olarak muhatap aldığı ayrıca yıllık mali destek verdiği Turizm Birlikleri arasındaki rekabeti, sektörün gelişmesi için önemsiyor ve turizmcilerin istediği birliğe üye olmasını serbest bırakıyor .
Ben şahsen hepsi ile yıllardır iç içeyim ve çok daha fazla netice alıyorum. Hepsini aynı konularda sektöre çok farklı katkıları var. Tabii ki bu kuruluşlar birbirlerinin kuyusunu kazma şansına sahip değiller. Devletin sıkı kontrolu olumsuz gelişmeleri önlüyor tabii…
Bu kuruluşları sizlere tanıtayım isterseniz:
Allianz Selbständiger Reiseunternehmen Bundesverband (ASR), turizm sektöründeki orta ölçekli şirketlerin temsilcisi olarak, üye şirketlerin ve mesleğin ticaret politikasını, mesleki, ekonomik ve yasal çıkarlarını desteklediğini ve temsil ettiğini belirtmektedir.
ASR’in görevleri arasında, diğer hususların yanı sıra, orta ölçekli seyahat şirketlerinin mesleki ve ticari faaliyetlerinden doğrudan veya dolaylı olarak etkilenen tüm şirket ve kurumların çıkarlarını temsil etmek, savunmak ve uygulamak yer almaktadır.
Alman Turizm Endüstrisi Federal Birliği (BTW), kendisini genel ekonomi ve turizm politikası, Avrupa ve hukuk politikası, rekabet ve KOBİ politikası, vergi ve harç politikası, ulaşım ve iletişim politikası ve çevre politikası alanlarında bir lobi kuruluşu olarak görmektedir.
Alman Seyahat Birliği (DRV), Alman seyahat endüstrisinin, özellikle de seyahat acenteleri, tur operatörleri ve turizm hizmet sağlayıcılarının çıkarlarını Federal Meclis, federal hükümet ve genel kamuoyu nezdinde temsil etmektedir.
Verband Unabhängiger Selbständiger Reisebüros Bundesverband e.V. (VUSR), Almanya’da sabit ve mobil seyahat satışları için güçlü bir lobi kuruluşudur.
Kayıtlı bir meslek birliği olarak VUSR, doğrudan veya işbirlikleri aracılığıyla sabit veya mobil seyahat satış sektöründen (seyahat acenteleri) yaklaşık 7.000 üyesinin çıkarlarını gözetmektedir.
Birlik, seyahat acentelerini ticari, siyasi, ekonomik, mesleki ve hukuki konularda desteklemektedir. Yol gösterici ilke şudur: “Duruma seyahat acentelerinin gözünden bakmak, seyahat acentelerinin endişelerine odaklanmak ve ortakları gözden kaçırmamak.”
Dernek bu hedeflerini öncelikle aşağıdaki faaliyetler aracılığıyla gerçekleştirmektedir:
-Halkla ilişkiler, siyasi çalışmalar ve KOBİ sektörünün siyaset ve iş dünyasında temsili
-Mesleki ve ticari konularda tanıtım ve danışmanlık
-Üyelerin sektöre özgü değişiklikler hakkında bilgilendirilmesi
-Diğer tüm yararlı ve olası faaliyetler
-Yayınların gerçekleştirilmesi
-Konferanslar, çalışma grupları, seminerler ve sosyal etkinlikler, uzman komisyonu
-Yurtiçi ve yurtdışında benzer amaçlara sahip derneklerle işbirliği
-Dernek, turizm alanındaki mevcut derneklerle rekabet etmeye çalışmaz. Amacının engellemediği -ölçüde, bu tür derneklerle yapıcı ve olumlu bir işbirliği çerçevesinde işbirliği yapmaya çalışır.
Verband Internet Reisevertrieb e.V. (VIR), Alman dijital seyahat endüstrisindeki acente ve TO’ları temsil eder:
VIR, turizm sektöründeki şirket ve uzmanlardan oluşan bir dernektir. Bir dernek olarak VIR, üyelerinin çıkarlarını medyada, siyasette ve tüketiciler nezdinde temsil etmeye ve dijital turizm sektöründeki çeşitli oyuncular arasında işbirliğini teşvik etmeye çalışmaktadır. VIR, dijital çağın zorlukları ve fırsatlarıyla ortaklaşa mücadele etmek amacıyla bilgi, deneyim ve en iyi uygulamaların paylaşılması için bir platform sağlamaktadır. Sektöre yenilik getirmek amacıyla start-up’ların teşvik edilmesi bizim için özellikle önemlidir. Turizmde sürdürülebilir kalkınmayı destekliyor ve bu nedenle sektör girişimlerini teşvik den VIR Sürdürülebilir turizmi sağlamak için hem VIR bünyesinde hem de üyeleriyle birlikte önlemler almaktadır VIR ayrıca üyeleri ile müşteri taleplerini takip ederek üyelerin gereksinimlerini güncel tutmak ve onlara dijital çağda başarılı olacak araçları sağlamak için web seminerleri ve etkinlikler düzenliyor.
Almanya devleti bu konuda o kadar bonkör ki, Corona salgını zamanı, birliklerin hepsi farklı görüşler ile hükümete o kadar baskı yaptılar ve küçücük Seyahat acenteleri bile 200 bin avroya ulaşan destek kredileri aldılar .
BAŞKAN FİRUZ BAĞLIKAYA’NIN TURİZM AKTÜEL’DE YAYINLANAN RÖPORTAJI
TÜRSAB Başkanı Firuz Bağlıkaya:
Bu Bir İntikam Yasasıdır
TÜRSAB Yönetim Kurulu Başkanı Firuz Bağlıkaya, TÜRSAB TV’de turizm gündemini değerlendirdi. Gazeteci Mehmet Güneli’nin moderatörlüğünde gerçekleştirilen “Firuz Bağlıkaya ile TÜRSAB Gündemi” programında Bağlıkaya, Kültür ve Turizm Bakanlığının 1618 sayılı yasayla ilgili çalışmalarını değerlendirdi. Bağlıkaya, yeni yasanın ‘intikam yasası’ olduğunu söyledi.
1618 sayılı kanunla ilgili geçtiğimiz yıllarda Kültür ve Turizm Bakanlığıyla birlikte yaptıkları değişiklik çalışması yaptıklarını belirten Bağlıkaya, Bakanlık tarafından bu yasa çalışmasının herhangi bir yerle paylaşılmamasının istendiğini söyledi. Bakanlığın hassasiyetini dikkate alarak yasa çalışmasını kimseyle paylaşmadıklarını belirten Bağlıkaya, “Ancak biz paylaşmamamıza rağmen Sayın Bakan çokça dernekle, kurumla, kişiyle görüşme yapıp yasayla ilgili görüşlerini almış.
Böylelikle aniden birlikte çalıştığımız metin ortadan kalktı ve uzunca bir sessizlik sonrası Sayın Bakan ikinci kez atandıktan sonra 1618 sayılı yasayla ilgili yeni bir metin üzerinde çalışıldığını başka yerlerden öğrendik. Bakan beyi ziyaretimiz sırasında bu yeni çalışmayla ilgili bize bilgi verip veremeyeceğini sorduk. ‘Metin hazır olunca görüşünüzü alacağız’ dedi. Hazırlanan metne ulaşmamız diğer Bakanlıkların kaynaklarından oldu. Komisyonlara metnin gönderildiğini öğrendik. Metinde bir kaç kez değişiklik yapılmış. Şu anda elde gezen metnin 4. versiyonu.” dedi.
Bakan’ın fotoğraf çektirdiği, ‘Sektör’ dediği kişiler buysa vay halimize!
Bakan Ersoy’un daha önceki açıklamalarında ‘Yasa çalışmasında sektörün tüm taleplerini dikkate alacağız’ şeklindeki sözleriyle ilgili değerlendirmelerde bulunan Bağlıkaya şöyle konuştu: ” Bakan’ın sektör tanımıyla bizim sektör tanımımız çok farklı. Biz sektör denilince Sektör örgütünü anlıyoruz. Sektörde yasal olarak kurulmuş bir örgüt TÜRSAB var ve TÜRSAB’ın çok yakın bir zamanda Genel Kurulu yapıldı. Bu Genel Kurul’da ezici çoğunlukla bir yönetim seçildi. Şimdi siz bu yönetimi muhatap almazsanız sektör diye sizi ziyaret eden TÜRSAB yönetimine muhalif kişileri sektör olarak gösterirseniz başka bir yere doğru gidersiniz çünkü burada kasıt aranır. Siz gerçekten sektörün görüşünü almak niyetinde değilsiniz.
TÜRSAB seçimlerinde aldıkları hezimet sonrası ağlama duvarı gibi sürekli Bakan’ın kapısında olmaları Bakan beyin de bunları sektör diye adlandırması. Bunların sayısı 300-400’ü geçmez. Biz bakanın kimlerle fotoğraf çektirdiğini görüyoruz. Eğer sektör buysa vay halimize. Bakan’ın sektör dediği, bu yasayı çalışırken görüş almış olabileceği kimler var. Bir tanesi TÜRSAB’da ahbap kontenjanı olmadığı için Bakan danışmanlığı yapıyor. Bir tanesi ETS bayisi. Bir tanesi yabancı uyruklu vatandaşın 5 yıllık şirketinin 3 yıllık maaşlı personeli. Eğer sektöre bunlar derseniz veya gerçekten bize muhalif olduğu tescilli olmuş bir takım dernekler var. Bunların üye sayısı hepsini alt alta koyun bölün çarpın 500’ü geçmez. Burası 15 bin üyesi olan ciddi bir kurum. Burayla tartışmadığınız hiçbir şeyi sektör adına söyleyemezsiniz.”
TÜRSAB’a metin gönderdiniz de mi görüş soruyorsunuz?
Bakanlığın yeni yasa çalışmasıyla ilgili ‘Dostlar alışverişte görsün’ mantığıyla ‘Yasa çalışıyoruz, bize görüş gönderin’ diyerek hiç bir taslak göndermeden TÜRSAB’dan görüş istediğini belirten Bağlıkaya, ” Metin gönderdiniz de mi görüş soruyorsunuz? Neyin görüşünü soruyorsunuz. Bize muhalif olan portalların, derneklerin elinde olan yasayı bize göndermiyorsunuz. Biz oralardan duyuyoruz.” dedi.
Bakanlığın TÜRSAB’a karşı davranış biçimi devlet adabına yakışmıyor
Bakanlığın son zamanlardaki davranış biçiminin hiçbir şekilde devlet adabına yakışır bir şekilde gelişmediğini belirten Bağlıkaya, ” Bakanlık TÜRSAB’a resmi bir yazı gönderiyor. Biz bu resmi yazıyı bize gelmeden muhalif arkadaşların portallarında yazılarında görüyoruz. Daha bize yazı gelmemiş. Bakanlığın TÜRSAB’a yazdığı resmi yazıları sızdıran ahlaksızlar var Bakanlığın içinde. Sayın Bakan’ın bu ahlaksızlığı yapanları bulması lazım. Bu bir kurum adabı.” dedi.
Bakan’ın yasayla niyeti: TÜRSAB’ın ortadan kalkmasını istiyor
Bakanlığın TÜRSAB’la paylaşmadığı yeni yasa çalışmasını farklı kaynaklardan ulaştıklarını belirten Bağlıkaya sözlerine şöyle devam etti: ” Bu yasa çalışmasının maddeleri bizim elimizde. Buradaki amaç nedir. Buradan anlaşılıyor ki güçlü bir TÜRSAB istenmiyor. Zaten bu son 5 yıl içinde Bakan’ın tavırlarından belli. Kamu oyunda bizimle ilgili konuştuklarında, bize davetlerinde, yasal meslek örgütünü itip kalkıp itibarsızlaşmaya çalışmasında başkalarını ön plana çıkarmaya çalışmasında 5 yıldır bunu aralıksız olarak sürdürüyor. Bakan güçlü bir TÜRSAB istemiyor bunu biliyoruz.
‘Fuarlara katılsın, üyelerine faydası olsun’ bu da istenmiyor. Turizm Bakanlığı’nın yayınladığı verilere itiraz eden bir kurum olmasını istemiyor sayın bakan. 100 milyonlarca doların üzerinde tanıtım pazarlama yapan TGA’dan çok daha fazla etkin olan bir kurum olan TÜRSAB’ın ortadan kalkmasını istiyor. Böyle bir rekabeti görmek istemiyor. Çünkü biz onların elli de bir bütçeyle çok daha iyi işler yapıyoruz.
Aradaki muhalif çatlakları da kullanarak, birilerine ‘Burada başkanlıklar var. Yeni yeni şeyler kuracağız. Sende başkan olacaksın, sende başkan olacaksın’ diye vaatler veriliyor. Nereye geldi iş. Kongreyi iki kere kaybettiler. Birde son kongremizi sabote ettiler, kürsüyü bastılar. Kayyum atatmaya çalıştılar buraya. İş nereye geldi kamu gücünü kullanmaya. Sektör bunu istiyor diyerek TÜRSAB’ı tasfiye edecek yasa çıkarılmaya çalışılıyor’
Yasa TÜRSAB’ın birlik yapısını bozmayı amaçlıyor
Bağlıkaya Bakan Ersoy’un hazırlattığı yeni yasa çalışmasıyla ilgili şu tespitleri yaptı: TÜRSAB’ın birlik yapısı bozularak, bölünmüş çoklu bir örgüt yapısı esas alınmak isteniyor. “Hac-umreyi ayıralım, sağlık turizmini ayıralım, tur operatörlerini ve uçak bilet satıcılarını ayıralım. Bunlar bağımsız örgüt olsun” denmiş hazırlanan yasa çalışmasında.
Yasa çalışmasında tur operatörlüğünün tanımı komik!
“Bunlardan bazıları ihtisas alanı ama birde yasa taslağında tur operatörleri tanımı var. Tur operatörlerinin tanımına da sadece rakam koymuşlar. Cirosu 250 milyon liranın üzerinde olan. Adeta ” Zengin olanları belli bir sermaye yapısının üzerinde olanları göreyim. “Gerisi bizi çok fazla ilgilendirmiyor.” diyor.
Zaten başından beri mesleği meslek olarak değil ticari bir faaliyet olarak gördüğü için herhangi bir formasyon, özellik aranmaksızın bunları herkes yapabilsin mantığında. Tur operatörlerinin tanımına da sadece cirosu ‘250 milyon lira olan’ diyor. Adam biletçiyse, sağlık turizmi yapıyorsa cirosu 250 milyon liranın üzerindeyse ne olacak. Buradaki amaç belli. Bu amaca yönelik Bakan beyin talimatlarını yerine getiren Bakanlık bürokratları ne denildiyse yazmışlar. Çorba gibi bir metin”
TÜRSAB’ın denetim yetkisi elinden alınıyor
” Bakan’ın hazırlattığı yasa çalışmasıyla TÜRSAB’ın bir meslek örgütü olarak mesleki işletme denetim yetkisini ortadan kaldırıyorlar. Kuruluş denetimleriyle ilgili yetki ortadan kaldırılıyor. Birlik genel kurul seçimleri tarih olarak ayrılmış seçim işlemleri alakasız bir kanunla kurulmuş TGA’ya bağlanmış. Bizim söylediğimize geliyorlar. Seyahat acentaları birliği tektir bunlar hepsine birlik diyor. Türkiye Seyahat Acentaları Birliği ifadesindeki ‘Türkiye’ kısmı da gidiyor.
Muhaliflere çağrı: Siz aklınızı peynir ekmekle mi yediniz, bu çalışmaya nasıl destek verirsiniz
Bütün seyahat acentalarına çok net söylüyorum. Buradaki Firuz Bağlıkaya’ya olan muhalefetinizle bunu ayırın. Bu başka bir şey. Bu sizin uğruna savaştığınız, mesai harcadığınız mesleği ortadan kaldırıyor bu yasa kardeşim. Siz aklınızı peynir ekmekle mi yediniz. Nasıl destek açıklıyorsunuz böyle bir şeye. Bu girişim sizin aday olduğunuz yeri ortadan kaldırıyor. Ya o gün aday olduğunuzda samimi değilsiniz ya da şimdi değilsiniz”
Bu yasanın adı intikam yasasıdır
Bu yasanın adı tam anlamıyla intikam yasasıdır. Her şeyiyle intikam yasasıdır. Bütçesi bizden çok daha fazla olmasına rağmen çok daha iyi işleri TÜRSAB yapıyor. Bakanlığın dediği herhangi bir şeyi analiz etmeden incelemeden biz bakmıyoruz. Üyemizin hakkını koruduğumuz için Bakanlıkla ters düştüğümüz yerler oluyor.
Ama Sayın Bakan ‘Kanun benim ben ne dersem o olur’ diyor. Biz buna karşı hukuki mücadelemizi veriyoruz. Üyemizi koruyacak işler yapıyoruz. Bunları istemiyorlar. Ayaklarının altında bir şey dolaşsın istemiyorlar. Turizmle ilgili özellikle gelir verilerinin tamamı palavra. Şimdi biz bunları söylediğimiz için tabi ki hedefe geliyoruz.
Amaçları TÜRSAB’ı parçalayarak TGA’ya bağlamak
Amaçları TÜRSAB’ı birlikler halinde bölüp parçalayarak TGA’ya bağlamak. Bir sürü birlik TGA’nın altında bodrum katı olsun istiyorlar. Zaten TGA’nın bütçesini bakan onaylıyor. Bakan yardımcısı da var. ‘Bunları kontrol altına alalım’ diyorlar. Muhalifleri çağırıp ‘Seni de başkan yaparız’ diyerek milleti kaşıyorlar.
Onlar da kalkıp biz şöyle, böyle istiyoruz diyerek demeç veriyorlar. Üniter bir yapımız var. Bakan burayı federatif bir yapı haline getirmeye çalışıyor. Biz bu federatif yapıya karşıyız. Biz güçlü TÜRSAB olmak istiyoruz. Buranın gücü sektörün gücü. Biz son derece itibarlı kurumuz. Büyükelçiler, başkonsoloslar sürekli ziyaretçimiz. Dünyanın en büyük turizm örgütüyüz.
Yeni yasada acentaların transfer hakkı ellerinden alınıyor
Yasayla seyahat acentalarının münhasır faaliyetlerini kısıtlıyorlar. Transfer bir turizm ürünüdür. Bu yasada böyle tanımlanıyor. Yeni yasada bu transfer ürünü ortadan kaldırmışlar. Deniyor ki ‘Bu bir tur programının içindeyse bunu yapabilirsin’. Sadece transfer yapan bir sürü üyemiz var. Onlara da sesleniyorum.
Kabul edebiliyor musunuz böyle bir şeyi? Bu madde taksicileri memnun etmek için konulmuş bir madde. Daha önceden denediler oteller transfer yapsın diye. Şiddetli karşı çıkmamıza karşılık bunu bir kenara yazdılar. İşte intikamdan birisi de bu. O gün çıkaramadılar şimdi bugün buraya sıkıştırmışlar.
Ne yaparlarsa yapsınlar sektör taş gibi!
Ama şunu söylemeden geçemeyeceğim: Ne yaparlarsa yapsınlar sektör taş gibi taş. Bize muhalif olan 5 kişi 7 kişi rica üzerine demeç veriyorlar. Bunlardan başka destek çıkmaz onlara. Üyelerimiz sonuna kadar bizim arkamızda. Çünkü biz mesleğimizin itibarını korumak için çalışıyoruz. Anayasal bir kurumuz ve üyelerimizin hakkı için sonuna kadar mücadele edeceğiz
Bakanla Antalya’da görüştük ama tavrı aynıydı
Antalya’da geçtiğimiz aylarda düzenlenen Resort Kongresi’nde Bakan Ersoy’la görüşme yaptık. Baş başa görüşmek istedim ama her zamanki gibi yanında ekibinden 3-4 kişiyle geldi görüşmeye. Ben yalnızdım. Görüşmede şimdiye kadar söylediği şeyleri tekrar etti çok da itiraz etmememiz gerektiğine karar verdiklerini söyledi. Ben ‘Yeni bir dönem açalım’ diye gittim ama görüşmede söyledikleri konular bana daha önce sözlü olarak söylediği şeylerdi. Yanında ekibi olduğu zaman insanların davranış biçimleri farklı olabiliyor.
TÜRSAB BAŞKAN YARDIMCISI HASAN EKER’İN AÇIKLAMASI
“TÜRSAB’IN BİRLİK YAPISININ BOZULMASININ KİMSEYE BİR FAYDASI OLMAZ”
“TÜRSAB olarak biz 50 yıllık bir birliğiz ve bu döneme 50 yıllık tecrübelerle geldik. TÜRSAB 1969’da 3 tane derneğin bir araya gelmesiyle ve 3-4 yıllık bir mücadele ile 1972’de yasa haline geldi. Dolayısıyla TÜRSAB’ın birlik yapısının bozulmasının kimseye bir faydası yok. Birlik yapısı bozulursa gerek tüketici, gerek kamunun sektörü yönetmesi, gerekse diğer sektör paydaşları, üyelerimizle ilişkiler ve yurt dışı paydaşları ile iletişim bazında çok büyük sıkıntılara yol açacaktır. Dolayısıyla biz bu birlik yapısının bozulmasına karşıyız.
Birliğin yapısının bozulmasıyla birlikte iletişim sorunlarının ve yasal sorunların ortaya çıkması, çatışmaların, çakışmaların baş gösterecek olması nedeniyle tüm taraflar zarar görür. Bizim önerimiz, birlik yapısının ihtisaslarda alt birlikler olarak kurgulanması. Birlik isteyenlerin sorunlarını ihtisas başkanlıkları ile çözmeyi öneriyoruz. Bunların bütçeleri olabilir, seçimleri kendi içlerinden olabilir. Kendi başkanlarını seçebilirler ve bakanlıklarla direkt görüşme yetkisi verebiliriz. Bireysel olarak bakanlıklara önerge verebilirler. Ayrı birlikler halindeki yapılanma, ihtisas başkanlıkları nezdinde yasal olarak kurgulanabilir. Alt birlik yapılanmalarının ihtisas başkanlıkları altında toplanarak yapılmasını öneriyoruz.”
TÜRSAB’ın birlik yapısının bozulması kamuyu da zorlar. Kamu bir sorun olduğunda kimden bilgi alacak? Herhangi bir birlik kamuya bir bilgi ilettiğinde, bu bilginin doğruluğunun diğer birliklerden de teyit edilmesi gerekir. Yani bir konuda iki birlik ayrı görüş belirttiğinde, kamu da o konuda bir gelişim ve yol alma sağlayamayacaktır. Dolayısıyla bu da kamunun sektörle iletişimini önemli ölçüde etkileyecektir.
“TÜRSAB’IN BÖLÜNMESİ TELAFİ EDİLEMEZ SONUÇLAR ORTAYA ÇIKARABİLİR”
Sektör olarak 7-8 tane sorunumuz var şu an ancak bu yasa aceleye gelmemeli. Bizim sorunlarımız bir yönetmelikle çözülebilecek şeyler. Elli yıllık bir birlik yapısını, TÜRSAB’ın da mevcut yönetimiyle mutabık kalmadan değiştirmek, telafi edilemez geri dönülemez sonuçlar ortaya çıkarabilir. Bunu biraz zamana bırakalım, iyice olgunlaştıralım, turizm bakanlığı ile TÜRSAB arasında daha sağlam bir iletişim kurarak bunu zaman içerisinde çözelim. Çok aceleye getirilmiş bir yasa.
Yasanın diğer maddeleriyle ilgili bakanlıkla birçok konuda hemfikiriz. Biz de aidatların düşmesini istiyoruz. Aidatların düşmesi ve diğer birçok konuda Bakanlıkla aynı fikirdeyiz. Ancak TÜRSAB’ın bölünmesi, bu üniter yapının bölünmesi konusuna karşıyız. En önemlisi de bu.
Transfer işi, seyahat acentalarının iş tanımındaki ana unsurlardan bir tanesi. İçinde transfer ve konaklama hizmeti olan bir hizmet, seyahat acentacılığı hizmeti olarak tanımlanıyor. Bu nedenle transferle ilgili bir kısıtlama getirilmesi işin temeline aykırı olur. Bu konunun da tekrar değerlendirilmesi gerekiyor. Bu konular bir şekilde yönetmelikle kolayca çözülebilir. Konuyla ilgili sıkıntı varsa ele alıp tüm ilgilileri memnun edecek şekilde çözebiliriz.
“TÜRSAB’IN BÖLÜNMESİ DÜŞÜNÜLEMEZ”
Bu konular tekrar gözden geçirilmeli ancak bizim ana konumuz TÜRSAB’ın üniter yapısının, birlik yapısının değişmemesi. Biz bir çatı yasayla otellerin, rehberlerin ve acentaların tek bir koordinasyon yasaya ihtiyaç olduğunu söylerken, seyahat acentaları birliğinin beş parçaya bölünmesi düşünülemez. Aynı işi beş parçaya bölmek 5 tane TOBB yapmak gibi olur. İşin temeli bölünme konusu. Üniter yapı değişirse geri dönüşü mümkün olmaz.
“CUMHURBAŞKANIMIZIN BİRLİKTEN YANA OLDUĞUNU DÜŞÜNÜYORUM”
Ben Cumhurbaşkanımızın bu konuda bölünmeden çok birlik olmanın ve kaynakların dağılmasından çok birleştirilmesi görüşünde olduğuna inanıyorum. Cumhurbaşkanımızın da bu bölünmeye sağlıklı bakacağını sanmıyorum. Çünkü Cumhurbaşkanımız birlikten ve kaynakların verimli kullanılmasından yana. Bu kamuda da masraflar çıkartır. Denetimin Valilikler ve Kültür Müdürlükleri tarafından yapılacağı söyleniyor. Devlet neden buna para ödesin? Biz denetimleri yıllardır üyelerimizin ödediği aidatlarla yapıyoruz. Sektör de bundan memnun. Bu durum kamuya ek yük getirecektir. Bu noktada da cumhurbaşkanımızın uygun görmeyeceğini düşünüyorum. Gelişmiş toplumlarda STK’lara daha fazla yetki verildiği göz önünde bulundurulursa, Cumhurbaşkanımızın bu yönde destek olacağına yürekten inanıyorum. Bölüne bölüne yok oluruz, bölüşe bölüşe tok oluruz”
TÜRSAB BAŞKAN YARDIMCISI DAVUT GÜNAYDIN’IN AÇIKLAMASI
“TÜRSAB DÜNYANIN EN BÜYÜK TURİZM ÖRGÜTÜDÜR”
“Türkiye Seyahat Acentaları Birliği’nden birçok yerde ‘dünyanın en büyük turizm örgütlerinden biridir’ şeklinde bahsedilmesine rağmen ısrarla şunu söylüyorum, Türkiye Seyahat Acentaları Birliği (TÜRSAB), dünyanın en büyük turizm örgütüdür. Yaklaşık 51 yıl önce kurulan TÜRSAB, 51 yıldan bu yana Türk turizmindeki bu güzel rakamların mimarıdır. TÜRSAB’daki meslektaşlarım yorulmadan, usanmadan ve hemen hemen kendi çabalarıyla, Avusturalya’dan tutun da Meksika’da Küba’da Arjantin’de ve dünyanın pek çok yerinde pazarlama faaliyetlerini yaptı.
“SEYAHAT ACENTALARI OLMADAN TURİSTİK FAALİYETLER OLMAZ”
Turizmin bir serüveni var, bunu herkese anlatmamız gerekiyor. Ben Türk turizmini yalnızca yurt dışından turist getirmek olarak görmüyorum. Ülkenin içerisindeki tüm turistik faaliyetleri bu statüde değerlendiriyorum. İş dinamiklerinin harekete geçmesinden, yurt dışından turist getirilmesine kadar bu işin tüm sorumluluğu TÜRSAB’da. Bunu küçük örneklerle izah edelim. Yurt dışında ya da yurt içinde bir tur organizasyonu yapıyorsak uçağın, otelin, restorantın ve rehberin sorumluluğunu seyahat acentaları alıyor, paralarını ödüyor. Bütün bu sorumluluk seyahat acentalarının sırtında, herkesin bunu görmesi gerekiyor. Seyahat acentaları olmadan turistik faaliyetler olamaz.
“TURİZM KELİMESİNİN GEÇTİĞİ HER YERDE TÜRSAB OLMALI”
Evet teknoloji gelişiyor, online satışlar yapılıyor ancak burada da seyahat acentası olmadan başarı elde edilemez. Dünyadaki bütün turizm otoritelerinin raporlarına bakıyoruz, Turizm faaliyetlerinin artacağı yeni ülkeleri yakından takip ediyoruz, iç turizmde yeni trendleri takip ediyoruz, turizmin tüm çeşitlerini takip ediyoruz ve nasıl geliştirebiliriz diye çalışıyoruz. Turizm kelimesinin geçtiği her yerde mutlaka TÜRSAB olmalı.
Online satışa gelince, araştırma yapıyoruz, acentaları dolaşıyoruz, müşterilerimiz gidip online bilet alıyor fakat değişiklik işlemleri için yine acentalarımıza geliyorlar.
“TÜRSAB TEKTİR, BÖLÜNEMEZ”
Yeni bir yasa çalışması var daha doğrusu yasa taslağı enflasyonu var. Turizmle uğraşan, uğraşmayan herkes bu taslaktan bahsediyor. Üyelerimiz içerisinde TÜRSAB’ın başarısızlığı için adeta dua eden insanlar var. Ben bunu anlayamıyorum. 1618 sayılı Kanun revize edilmeli, günün koşullarına göre uyarlanmalı, eksikleri giderilmeli, hepsine katılıyorum. Katılmadığım bir şey var TÜRSAB tektir, bölünemez.
“BÖYLE BİR AYRIŞMAYA GİRMEK TÜRK TURİZMİNE İHANETTİR”
Bazı kişiler üye aidatları düşüyor diye çok mutlu. Biz üye aidatlarının düşmesi için sürekli yazılar yazdık, hukuki olarak bunu düşürsek ve üyelerimizi memnun etsek diye. Belge fiyatlarının çok ucuz olduğunu söylüyorlar. TÜRSAB her kanun hazırlığında belge fiyatının en az 2 milyon olması gerektiğini söylemiştir, bunun da arkasındayız. Acentaların sorunları belli, rehberlik sorunumuz var bunun çözülmesi gerekiyor. Bunların konuşulma yeri TÜRSAB’dır. Buyurun gelin burası sizin yeriniz, burada neden tartışmıyorsunuz?
Her zamankinden daha fazla birlik ve beraberliğe ihtiyacımız olan bu dönemde böyle bir ayrışmaya girmek Türk turizmine en büyük haksızlık ve ihanettir. Hele bu ihanetin üyelerimiz tarafından yapılması da hiç hoş değildir.
“TÜRK TURİZMİNİN KAOS VE BAŞI BOŞLUĞA TAHAMMÜLÜ YOKTUR”
Yeni taslakta bölünüyoruz, kaça bölündüğümüz belli değil. Bu bölünmenin Türk turizmine çok büyük zararları olacaktır. Bu zararlarla ilgili gerekli açıklamaları yaptık, yapmaya devam edeceğiz. Turizmle alakası olmayan bazı kişilerin otorite gibi davranıp, birtakım kararların alınmasında hızlandırıcı rol üstlenmeleri bizi üzüyor. Kaos ve başı boşluğa Türk turizminin tahammülü yoktur. Turizmi 12 aya nasıl yayacağımızı, kişi başı geliri nasıl yükselteceğimizi konuşacağımıza, TÜRSAB’ı nasıl böleriz diye konuşuyoruz. Meslektaşlarımız ellerinde çantalarıyla ülke ülke dolaşıp bu ülkeye turist getirmeye çalışırken, iç turizmde tur operatörlerimiz bütün riskleri alıp Türk turizminin iç dinamiklerini harekete geçirmeye çalışırken bu bölünmeyi konuşmamız bana göre hoş bir durum değildir.
“SEYAHAT ACENTALARI OLARAK DEVLETİMİZDEN CİDDİ DESTEK BEKLİYORUZ”
Merak ettiğim çok önemli bir husus var. Biz TÜRSAB olarak bu yasa taslağının üzerinde 2011’den beri çalışıyoruz. Sayın Bakanımızın da defalarca katıldığı ve en kısa zamanda çıkacak dediği yasa birden rafa kaldırılıp neden böyle bir bilgi kirliliğiyle karşımıza çıktı bunu da gerçekten çok merak ediyorum. Sağduyulu olarak düşünmek lazım, birlik ve beraberlik içinde hareket etmek lazım. Devletimizden iç ve dış turizmi geliştirebilmek için seyahat acentaları olarak çok ciddi destekler bekliyoruz. Sayın Bakanımızın da sektörün menfaatini göz ardı edeceğine ben inanmıyorum. En kısa sürede TÜRSAB’ın ve gerçek sektör temsilcilerinin olduğu insanlarla güzel bir yasa hazırlanacağı inancı içerisindeyim. Yüzüncü yılda güzel rakamlar çıktı. Sayın Cumhurbaşkanımızın belirttiği hedefler de yüksek. Bu hedeflere ulaşmak için bölücü olmaktan çok birleştirici olmak gerekiyor.
“YASA TASLAĞINDA BELİRSİZ OLAN BİRÇOK NOKTA VAR”
Yasa taslağında muğlak olan birçok nokta bulunuyor ve bunlardan birisi de denetimle ilgili. Zaten biz bu denetimi T. C. Kültür ve Turizm Bakanlığı İl temsilcileriyle birlikte yapıyoruz. Son yıllarda çok ciddi başarılar elde edildi. Özellikle kaçak faaliyetlerin sona ermesi için eskisinden daha çok birlikte çalışmamız gerekiyor. Çok ciddi yaptırımlar koymamız, bunun için de yasaya madde eklememiz gerekiyor.
“SEYAHAT ACENTALARININ TRANSFER YETKİSİNİN ELİNDEN ALINMASI YANLIŞ BİR UYGULAMA OLUR”
Seyahat acentalarının münhasır hizmetleri vardır, bunlardan bir tanesi de tansferdir. Oteller transfer yapabilir diye konuşuluyor. Tüm fikirlere saygı duyuyorum. Ancak eğer bugün ülkemiz turizmde ilk 11’de yer alıyorsa, dünyanın ileri gelen turizm destinasyonları ülkemizde bulunuyorsa ve Türkiye, turizm otoritelerinden biriyse birtakım kuralları da koyması gerekiyor. Ülkemizde şu andaki altyapı bana göre otellerin transfer yapmasına uygun değil. Zaten seyahat acentaları bu açığı fazlasıyla kapattılar. Elimizde çok ciddi araç filoları var. Çok lüks, kaliteli ve turistin hem seyahat hem transfer konusundaki tüm isteklerini yerine getirebilecek bir araç ağımız var. Bunu birden iptal edip, yetkiyi başka yere vermenin yanlış olduğunu düşünüyorum. Taşımacılık işinden binlerce insan da ekmek yiyor.
“HERKES AYRI BİR OLUŞUM İÇİNE GİRERSE KAOS OLUŞUR, HAKSIZ REKABET ORTAYA ÇIKAR”
Herkes ayrı bir oluşum içine girerse bunun adı birlik olmaz. Her önüne gelen bin tane acentayla birlik kurmaya çalışırsa burada birlik olmaz, kaos olur. Bu kaosun da acentalara haksız rekabeti getirir. Birliğin amacı ise herkesi kontrol edip bunun olmasının önüne geçmektir. Yeni yasa ile böyle bir durum oluşursa bölgecilik de ortaya çıkar. Belki bin tane acentanın olduğu bölgede işlem yapmak istiyorsanız buradaki acentalarla işlem yapacaksınız diyebilirler. Bu durum hem ülkemiz hem turizmimiz açısından hoş olmayan soru işaretlerini yanında getiriyor.
“BÖYLE BİR YASANIN ÇIKACAĞINA İNANMIYORUM”
Bu yasa henüz taslak. Sayın Bakanımızın da engin turizm tecrübesini bildiğim için konuşuyorum. Bütün taraflarla konuşup herkesi memnun edecek, daha doğrusu Türk turizminin önünü açacak birtakım değişiklikleri çıkaracağına inanıyorum. Sayın Cumhurbaşkanımızın da vizyonu geniş, turizme çok önem veriyor. Dış ödemeler dengesini sıfırlamanın en önemli enstrümanlardan birisi turizmdir. O nedenle böyle bir yasanın çıkacağına inanmıyorum.”
TÜRSAB’A ÇOK YAKIN OLAN TURİZM ESKİ BAKANI BAHATTİN YÜCEL YAZDI:TÜRSAB BÖLÜNMEMELİ
Cumhuriyetin 100.Yıldönümünü kutlarken, TBMM’de oylanarak kabul edildiği 29 Ekim 1923 gününden kısa süre sonra kurulan ,TURİNG ve ardından on üç yıl sonra gelen ikincisi, sürekli belleğimdedir;TMGT. İlgimin kaynağı ;aktif turizmcilik yaptığım yıllarda, bu iki kurumun yöneticileri ile yollarımızın kesişmesi ve uzun süren dostluklarımız olmalı. TURİNG ve TMGT’ nin Türkiye’nin turizm geçmişinde özel -eskilerin deyimiyle müstesna- yerleri vardır.
Cumhuriyet’in ilanının üzerinden 9 gün geçer -7 Kasım 1923- Mustafa Kemal Atatürk’ün isteğiyle; Manastır’da Askeri Rüştiyeden hocası Reşit Saffet Atabinen’in kurduğu, o günkü adıyla “Seyyahin Cemiyeti” daha sonra -1930- Türkiye Turing ve Otomobil Kurumu (TTOK) Türk TURİNG adını alır.
TURİNG’ten 13 yıl sonra -1951 de- çalışmalarına başlayan, Türk Milli Gençlik Teşkilatı’nın (TMGT) bünyesindeki, “Turizm Masası” da turizme önemli katkılarda bulunmuştur.
Cumhuriyetin ilk 50 yılında kurulan önemli bir kurum daha var. Bütün engellemelere, birkaç dönem görevde bulunan bazı yöneticilerin, çıkar amaçlı zorlamalarına karşın, turizme damgasını vuran, çok etkili bir kurum; TÜRSAB. Geçtiğimiz yıl 50.Yaşını kutlayan Türkiye Seyahat Acenteleri Birliği. Cumhuriyet hayatımızın yarısı kadarlık sürede, meslektaşlarına ve sektöre hizmet vermeyi sürdürüyor.
Türkiye’de özel yasayla kurulan sektörün ilk meslek örgütü, ani gelişen büyük bir tehlike ile karşı karşıya. Ve geçmişte yukarıda örneklerini vermeye çalıştıklarımıza çok benzer yöntemlerle etkisizleştirilmeye çalışılıyor. Bu koşullarda Birliğe uzun yıllar hizmet etmiş -aralarında benim de bulunduğum-yönetimde görev almış arkadaşlar için TÜRSAB’ı ve mesleği savunmak kaçınılmaz bir görev haline geldi.
Kuşkusuz bu gelişme bir anda ortaya çıkmadı. Kısaca özetleyelim.
Gelişen sayısal teknoloji; -özellikle- pazarlama ve rezervasyon alanlarında, turizme yüz elli yıllık geçmişini hayli aşan katkılar yaptı. Yirmi yılı geçen süreçte; hizmeti üretenler ile talep edenlerin, bir araya kolaylıkla geldikleri yeni bir aşamaya geçildi.
Acımasız rekabet koşullarının etkisiyle, turizmin hemen her alanında verimlilik ilk sıraya yerleşti.
Pazarı yönlendiren tur operatörlerinin yerini, kısa sürede online rezervasyon siteleri aldı. -Örnek booking.com-
Pandemi sırasında hijyene özen gösteren istekleri, tüketiciyi kendi denetleyebileceği ölçekte, günlük ihtiyaçlarını doğrudan sağlayacağı yeni bir konaklama türüne yöneltti.-AirBnB-
Benzer gelişme; özel otomobil sahiplerinin kullanmadıkları zamanlarda, araçlarını ihtiyaç sahipleriyle paylaşabildikleri yeni bir ekonomi modeli hayat geçirildi.-Uber-
Türkiye’de kamu yönetimi turizm endüstrisini dünyadaki gelişmelere göre konumlandırmaya öncülük etmedi. “Yeni Nesil Pazardan” pay alınmasını desteklemek bir yana, uluslararası borsalarda piyasa değeri yaklaşık 100 milyar dolara ulaşan, yukarıdaki üç önemli kuruluşun çalışmalarını Türkiye’de yasakladı. Bir turizm profesyoneli ve yatırımcısının yönettiği Kültür ve Turizm Bakanlığı; “dijital kapitülasyon” olarak niteleyerek, “booking.com” a Türkiye’den erişim engeli getirdi. İçişleri Bakanlığı İstanbul’da plaka kısıtlamalarının yarattığı kıtlık rantından nemalanan, taksici esnafının isteğiyle “Uber’i de yasakladı.
Son olarak ziyaretçi sayıları ile geliş amaçlarını doğru tahmin edemediği için döviz geliri hesapları tutmayınca, bir yasak daha getirildi. Bu kez “kısa süreli kiralık evler “hedefteydi. Hızla bir yasa çıkarıldı.
Eskilerin deyimiyle “turpun büyüğünün heybede gizlendiği” kısa sürede ortaya çıktı.
Getirilmek istenen son düzenleme ile 50 Yılı aşkın sürede Türkiye’de turizmin gelişmesinde eşsiz katkıları olan TÜRSAB’ın bölünerek parçalanması hedefleniyor.
İlk adımda; Kültür ve Turizm Bakanlığı “Bakanlıklar arası Hac Komisyonunda” 1618 sayılı yasa gereği bulundurulan TÜRSAB Temsilcisinin seçimini, bir kararname ile başka bir kuruluşa devrine sessiz kaldı. İkinci adımda; belirli sayıdaki seyahat acentelerinin bir araya gelerek, “Birlikler” oluşturabilmelerine olanak sağlanarak, TÜRSAB bölünmek isteniyor.
12 Eylül askeri yönetimi de bu meslek kuruluşunu yıllar önce etkisizleştirmek istemişti. Kamu kurumu niteliğinde meslek kuruluşu olduğu gerçeği inkâr edilmeye çalışıldı. Denetçiler gönderilerek göz dağı verilmek istendi. Bütün üyeleri dayanışma içinde meslek onuru adına, her platformda TÜRSAB’ı korudular. Yasal düzenleme ve teşviklerde mesleğin geleceği adına konulan tavır, askeri yönetimin uzantılarına geri adım attırdı.
Sayın Atila Koç’un Bakanlık döneminde-2005- işbaşında bulunan Yönetim; akçalı konularda rahat davranabilmek amacıyla, 1972 yılında çıkarılan kuruluş yasasının değiştirilmesine öncülük etmişti. Ancak bu değişiklikler de TÜRSAB’ın işlevini engellemeye yetmedi.
Son tehlikeli gelişme karşısında, TÜRSAB’ın görevdeki Yönetiminin de üyelerinden alacağı güçle bu girişimin yanlışlığını her platformda dile getireceğine hiç kuşku yok. Kaldı ki, gençlik yıllarımı gece, gündüz demeden harcadığım meslek kuruluşumuzun bölünmesine, değerli meslektaşımız Sayın Kültür ve Turizm Bakanın da karşı çıkacağını inanıyor ve bekliyorum.
TÜRSAB’ın Yönetim Kurulu eski üyesi Hamit Kuk bakınız neler diyor:
Yasa taslağının 4’üncü versiyonunu okudum. Bu belge daha sonra değişikliğe uğradı mı bilmem. Dolayısıyla yapacağım değerlendirme ancak okuduğum o belge üzerinden olacak.
Benim okuduğum versiyona göre; TÜRSAB’ın birlik adı altında beşe bölünmesinin yolu açılıyor. Tur Operatörleri, Sağlık Turizmi, Hac ve Umre, Uçak Bileti Satanlar, Aynı veya farklı alanlarda faaliyet gösteren ve en az bin üye olanlar ve mevcut TÜRSAB olmak üzere en az beş parçaya bölünebilecek birliklerden bahsediyoruz.
Hac ve Umre acentaları 2018’den bu yana TÜRSAB’dan ayrılma yönünde çaba gösteriyor. Hatta sırf bu iş için bir dernek bile kurdular. Diğer branşlarda ise bugüne kadar hiçbir ayrılma arzusuna rastlamadım.
Hac ve Umre acentalarının ayrılma arzularını doğru bulmamakla birlikte anlayışla karşılayabilirim. Zira hac ve umre turizminin hassasiyetleri farklı, kontenjanları kısıtlı, Diyanet İşleri Bakanlığı ve Suudi Arabistan Hac Bakanlığı gibi yurt içinde ve yurt dışında farklı otoriteler tarafından belirlenen kural ve kaideler de dahil olmak üzere, diğer turizm çeşitleri ile örtüşmeyen tarafları var. Ancak Sağlık turizmi de dahil olmak üzere diğer branşların ayrılmasını gerektirecek hiçbir gerekçe yoktur.
Bazıları Sağlık turizmi için de aynı gerekçeleri öne sürebilirler. Ancak Sağlık Bakanlığı tarafından sertifikalandırılmış bu seyahat acentalarının çalışma usul ve esasları bellidir. En nihayetinde Türkiye Cumhuriyeti kanunları çerçevesinde çalışmalarını yürütmektedir.
Diğer taraftan bu bölünmeler bir tür branşlaşma olarak değerlendirilse bile uygulama aşamasında bunu göremeyeceğiz. Mesela sağlık turizmi acentaları TÜRSAB’dan ayrılıp farklı bir birlik kursa bile diğer seyahat acentalarının yaptığı işleri yapmaya devam edecekler. Yani kültür turu organize edebilecekler, uçak bileti vs. satabilecekler. Bu diğer birlikler için de geçerli olacak. Dolayısıyla burada bir branşlaşmadan söz edemeyiz. Öyleyse ayrılıp yeni bir birlik kurmanın gereği nedir?
1972 yılında kurulan 15 bin üyeli birliğin parçalanıp en az beş parçaya bölünerek küçücük birliklere dönüşmesinin hiçbir mantıklı gerekçesinin olmadığı kanaatindeyim. Olsa olsa böl parçala yönet mantığı olur. Zira küçük ve zayıf kurumların iç işlerine karışmak, istediği gibi yönlendirmek ve kontrol etmek daha kolay olur. Bu tür şeyler bütün muktedirlerin sevdiği şeylerdir.
Benim garipsediğim şeyse bazı meslektaşlarımızın kendilerine gösterilen havuçlara kanıp böyle tuzaklara düşmeleridir.
TÜRSAB’I TANIYALIM:
Türkiye Seyahat Acenteları Birliği, kısa adıyla TÜRSAB, 28 Eylül 1972 tarihinde yürürlüğe giren 1618 sayılı kanun ile kurulmuş, seyahat acentelarının kuruluş işlemlerinden itibaren tüm işlemlerinde yetkili kurumdur.
TÜRSAB’ın amacı, seyahat acentelığı mesleğinin ve faaliyet alanının temeli olan Türk Turizm sektörünün gelişimine katkıda bulunmaktır.
Seyahat acenteları konusunda şikayeti olan tüketiciler TÜRSAB’a başvurarak çok kısa sürede sonuç alabilmektedir. TÜRSAB, hem yönetim hem de denetim görevi üstlenerek seyahat acentelarının belli bir hizmet kalitesinde hizmet vermesini sağlamaktadır. Ayrıca turizm konusunda kurduğu meslek lisesi ile eğitimli yetişmiş turizmci konusunda da katkı sağlamaktadır. TÜRSAB, bölgesel yürütme kurulları ile ülkenin önemli turizm merkezlerinde çeşitli projelerle faaliyet göstermektedir.
Görevleri
*Seyahat Acentecılığı Meslek disiplininin sağlanması
*Seyahat Acentecılığı Mesleğinin gelişimine ilişkin faaliyetler
*Seyahat acentelarının karşılaştıkları sorunların çözümü yönünde yapılan çalışmalar
*Turizm sektörümüzde yaşanan gelişmeler ve karşılaşılan sorunlara ilişkin tüm konularla ilgili
kamuoyunu bilgilendirmek ve ilgili mercilerin dikkatine sunmak
Yönetim kurulu
Yönetim kurulu 8000’den fazla üye kuruluş tarafından iki yılda bir yapılan genel kurul ile seçilir.
*Başkan, II. Başkan, Genel Sekreter, Sayman ve 5 Üye olmak üzere toplam 9 kişiden oluşur.
*1999 yılından 2018 yılına kadar TÜRSAB Yönetim Kurulu Başkanlığı görevini Başaran
Ulusoy sürdürmüştür.
*2018’in mart ayından bu yana Firuz Bağlıkaya TÜRSAB Yönetim Kurulu Başkanlığı görevini sürdürmektedir.
Üye Olduğu Kuruluşlar
*Dünya Turizm Örgütü (UNWTO), Birleşmiş Milletler
*Uluslararası Seyahat Acenteları Birlikleri Federasyonu (UFTAA)
*Seyahat Acenteları ve Tur Operatörleri Birlikleri Grubu, (ECTAA) Avrupa Birliği
TÜRSAB nedir amacı işlevi nedir?
TÜRSAB, hem yönetim hem de denetim görevi üstlenerek seyahat acentelarinin belli bir hizmet kalitesinde hizmet vermesini sağlamaktadır. Ayrıca turizm konusunda kurduğu meslek lisesi ile eğitimli yetişmiş turizmci konusunda da katkı sağlamaktadır.