Hollanda Türk Turizmciler ve Seyahat Acenteleri Derneği’nden, “Turizmcilerin güvenli bir Birliği olmalıdır” açıklaması.
Dünya Kardeş Kentler Turizm Forumu Genel Sekreteri Hüseyin Baraner, Almanya’da TÜRSAB’ın muadili olan kuruluşları anlattı.
Turizmciler arasında ikilik yaratmanın, Türk turizmine balta vurmak olduğunu söyleyen, TÜRSAB Başdanışmanı ve Havayolu Bilet Satışı ve IATA İhtisas Başkanı Numan Olcar, “TÜRSAB’ın dağılması, turizmdeki kazanımlarımızı da yok eder” dedi.
Başkan Firuz Bağlıkaya, Başkan yardımcıları Hasan Eker, Davut Günaydın, Turizm eski Bakanı Bahattin Yücel ve diğerlerinin açıklamaları…
Endişe içinde olan Turizmciler bugün İstanbul’da toplanıyor
İlhan KARAÇAY araştırdı ve derledi:
Türk turizminin, sıfırdan zirveye ulaşmasında büyük rol oynamış olan Türkiye Seyahat Acentaları Birliği TURSAB’ın, bölünerek yok edilme isteğine tepkiler devam ederken, Hollanda ve Almanya’dan iki ses yükseldi.
Hollanda Türk Turizmciler ve Seyahat Acenteleri Derneği Başkanı Kamil Saygı, Genel Sekreter Osman Çelik ve Sayman Durmuş Doğan, Hollanda Genel Seyahat Şirketleri Birliği ANVR’i örnek göstererek, “Turizmcilerin güvenli bir Birliği olmalıdır” dedi.
Almanya’dan Dünya Kardeş Kentler Turizm Forumu Genel Sekreteri Hüseyin Baraner, TÜRSAB’ın Almanya’daki muadilllerini anlattı.
Bu açıklamalara yer vermeden önce, Türkiye’de TURSAB’ı yok etmek için yapılmakta olan çalışmalara ve planlara değineyim.
TÜRSAB Başdanışmanı ve Havayolu Bilet Satışı ve IATA İhtisas Başkanı Numan Olcar, “TÜRSAB’ın dağılması, turizmdeki kazanımlarımızı da yok eder” dedi.
İddialara göre, TURSAB’ı yok etme planı, Kültür ve Turizm Bakanı Mehmet Nuri Ersoy tarafından yürütülüyor. Bakan Ersoy’un, 1618 sayılı Türkiye Seyahat Acentaları Birliği Yasası’nı değiştirmek için uzun bir zamandır çalışmalar yaptığı biliniyor.
Kültür ve Turizm Bakanı Mehmet Nuri Ersoy ile, Utrecht Turizm Fuarı’nda karşılaştığım sırada, kendilerine, “ Türkiye-Hollanda Arasında 400 Yıllık Resmi İlişkiler ve Hollanda’ya Türk Göçünün 50’nci Yılı” başlıklı kitabımı hediye etmiştim.
Birkaç kez değiştirilmiş olan yasa taslağının son şeklini, Atatürk Kültür Merkezi’ndeki toplantıda, seyahat acentesi sahiplerine anlatan Ersoy’un planı gerçekleştiği anda, meydana gelecek olan olumsuzlukları daha iyi anlayabilmek için, bugün saat 13.30’da İstanbul’da yapılacak olan toplantı için TÜRSAB üyelerine gönderilen mektuba bir göz atalım:
Değerli Üyelerimiz,
Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın yürürlükten kaldırmayı planladığı 1618 Sayılı Kanun yerine getirilecek yeni yasa taslağı, elli yıllık köklü bir kurum olan TÜRSAB’ın, seyahat acentelerimizin ve Türk turizminin geleceğini tehlikeye atmaktadır. Meslek örgütümüzün parçalara bölünmesi ve merkezi yapıdan uzaklaşılması; siyasi, etik dışı ve diğer meslek dışı düşüncelere göre örgüt kurma modelini teşvik edecek ve bu durum seyahat acentelerinin bir bütün olarak temsil edilme gücünü ortadan kaldıracaktır.
Yeni Yasa ile Seyahat Acentalarının Mesleki Niteliği Yok Ediliyor
Yeni yasa taslağında seyahat acenteleri, mesleki ticari işletme niteliğinden uzaklaştırılarak salt ticari işletmeler olarak ele alınmaktadır. Bu durum, mesleki bilgi ve birikim yerine sermaye gücünün öne çıkmasına neden olacak, büyük sermaye sahibi olanlar, emek ve bilgi yoğun çalışan seyahat acentalarının pazar paylarını yok edecektir.
Mesleki faaliyet denetiminde meslek örgütü denetimi ortadan kaldırılarak haksız rekabetin önü açılacaktır. Küçük ve orta boyutlu işletmeler ya büyüklerin bayisi olacak ya da kapanma tehlikesiyle karşı karşıya kalacaktır.
Seyahat Acentalarının Sermaye Güçlerine Göre Farklı Meslek Örgütlerine Bölünmesi Tekelleşmeye Yol Açacaktır
Seyahat Acentelerini ciro ya da sermaye büyüklüklerine göre ayrı meslek örgütlerinde toplamak, sektörde büyük-küçük ayrımını örgütsel hale getirmek, kobi niteliğindeki seyahat acentelerini az sayıdaki büyük sermayeli seyahat acentelerinin karşısında zayıflatacak ve tekelleşme eğilimi büyüyecektir.
Seyahat acenteleri, ciro veya sermayelerine göre değil, mesleki yeterliliklerine göre sınıflandırılmalıdır. Yeni yasa, mesleki yeterlilikle ilgili herhangi bir hüküm içermeyerek, mesleki birikimi yok saymaktadır.
Sigorta ve Tüketici Haklarını Kanundan Çıkarmak Seyahat Acentelerine Güveni Azaltacaktır
Taslakta Mesleki Sorumluluk Sigortası konusunda düzenleme bulunmaması, seyahat acentelerinintüketici nezdindeki güvenini azaltacak ve reklam olanakları fazla olan, tekel olmak isteyenler karşısında zorluklar yaşamalarına neden olacaktır. Tüketici haklarıyla ilgili hususların yalnızca Ticaret Bakanlığı’nın yapacağı düzenlemelere bırakılması ise turizme özgü düzenlemeler yerine genel düzenlemelerin öne çıkmasına ve seyahat acentelerinin haklarının gözetilmemesine neden olacaktır.
Yılda 200 bin denetim yapan TÜRSAB’ı bölmek, pazarın denetimsiz hale gelmesine ve turizm faaliyetlerinin başıboş kalmasına yol açacaktır. Birliğin bölünmesi, mesleki temsilde yetki karmaşasının ortaya çıkmasına neden olacak, bunun sonucunda Türk turizmi zarar görecektir.
Seyahat Acentelerimizle Lütfi Kırdar’da Bir Araya Geliyoruz
TÜRSAB olarak, seyahat acentelerimizin ve sektörümüzün yara almasına neden olacak yeni yasa taslağı hakkında bilgilendirme yapmak ve istişarede bulunmak üzere, 31 Ocak Çarşamba günü saat 13:30’daLütfi Kırdar Kongre Merkezi’nde bir araya geliyoruz.
Birliğimizin, sizlerin ve sektörümüzün geleceği için sizleri de toplantımızda görmekten memnuniyet duyarız. Türkiye Seyahat Acenteleri Birliği
Turizmciler arasında ikilik yaratmanın, Türk turizmine balta vurmak olduğunu söyleyen, TÜRSAB Havayolu Bilet Satışı ve IATA İhtisas Başkanı Numan Olcar, kendisi ile yaptığım görüşmede, “TÜRSAB’ın dağılması, turizmdeki kazanımlarımızı da yok eder” dedi.
Kendisini, dünyanın dört bir yanındaki turizm fuarlarına katılımı ve bir zamanlar müdavimi olduğu Utrecht Turizm Fuarı’ndan çok iyi tanıdığım, TÜRSAB Havayolu Bilet Satışı ve IATA İhtisas Başkanı Numan Olcar, Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın yürürlükten kaldırmayı planladığı 1618 Sayılı Kanun yerine getirilecek yeni yasa taslağı hakkındaki görüşlerini şöyle açıkladı:
“Ben 37 yıllık turizmciyim. Bu süre içerisinde TÜRSAB’ın bir üyesi olarak, Birliğin çeşitli bölgesel, ulusal, yerel ya da uluslararası noktalarında görev aldım. TÜRSAB’ın üyesi olarak konuşmak istiyorum. Şu ana kadar gelmiş olduğumuz, Türkiye’nin elde ettiği rakamlar, Türkiye’nin turizmdeki itibarı, dünyanın 4-5 en önemli destinasyonlarından birine sahip olması Türkiye’nin turizmdeki lokomotifi sayesinde olmuştur. Bu lokomotif güç TÜRSAB’dır. 1972’de kurulmuş ve o günden bu yana faaliyet göstermektedir.
“TÜRSAB GİBİ BİR GÜCÜN AYRI BİR MACERAYA SÜRÜKLENMESİ ÇOK BÜYÜK BİR HATA”
Dolayısıyla bu gücün şu anda ayrı bir maceraya sürüklenmesini çok büyük bir hata olarak görüyorum. TÜRSAB’ın kesinlikle parçalanmaması, bölünmemesi ve güç kaybetmemesi gerekiyor. Ancak bunu konuşuyor olmak bile TÜRSAB’a çelme takmak, yürümesine engel olmaktan başka bir şey değil. TOBB’un açıkladığı rakama göre turizm, 56 sektörü tetiklemektedir. Bu sektörlerin tetiklenmesindeki en önemli kurumlardan birisi de kuşkusuz TÜRSAB’dır, meslektaşlarımızdır. Bir üye olarak da TÜRSAB’ın bölünmesine karşıyım, böyle bir şey söz konusu olamaz.
Numan Olcar (solda) dünyanın dört bir yanında açılan Turizm Fuarları’na Türkiye’yi temsilen katılmakta rekor kırmış turizmcidir. Kendisi ile Utrecht Turizm Fuarı’nda sık sık buluşmuşluğum oldu. Mersin eski milletvekili Serdal Kuyucuoğlu (sağda) ile birlikteyiz.
“TÜRSAB HAVAYOLU TAŞIMACILIĞI KONUSUNDA IATA’NIN CİDDİ BİR İŞ ORTAĞI”
İhtisas ile ilgili noktaya gelirsek, çok ciddi sıkıntılar var. Havacılık konusunda akreditasyon veren, hem ülkemizde hem dünyada kabul edilen Uluslararası Hava Taşımacılığı Birliği’nin kriterleri vardır. IATA’nın Türkiye’de ofislerinin olmaması nedeniyle bu iletişimi TÜRSAB yürütmektedir. TÜRSAB garantör statüsündedir, çok ciddi bir iş ortağıdır. Bu çerçevede de tüm ilişkilerimiz çok rahat bir şekilde ilerlemektedir. Bunu üyelerimiz de bilirler.
Özellikle 2019’da Türkiye’deki teminat mektuplarının düşünülmesi, diğer farklı kollarda çıkarılan sorunların giderilmesi bu iletişim ve diyaloglarla olmuştur. TÜRSAB’ı dünyadaki diğer birliklerden ayıran şey yasayla kurulmuş olmasıdır. Bu ayrım IATA gibi uluslararası kurumlarda karşılık buluyor. Birliğin dağılması durumunda muhatap sorunu yaşanacak.
“BİRLİĞİN DAĞILMASI HALİNDE CİDDİ BİR YETKİ KARMAŞASI ORTAYA ÇIKAR”
Sektörde şimdiye kadar konuyla ilgili sorunların çözülebilmesinin nedeni tamamen IATA’nın karşısında muhatap olarak yasayla otorize edilmiş köklü bir kurum bulması. Dolayısıyla birliğin dağılması halinde ciddi bir yetki karmaşası olacaktır. Oysa şu anda IATA ile yaptığımız ön protokol çerçevesinde, IATA’ya müracaat edecek olan üyeler, başvurularını TÜRSAB üzerinden yapabiliyor. Bu protokol şu anda devreye girerek bütün üyelere ve sektöre girecek olan genç meslektaşlarımıza fayda sağlayacakken bunun da ortadan kaldırılması gibi sakıncalar ortaya çıkacaktır.
“TÜRSAB’I DAĞITMAK TURİZM KAZANIMLARININ DA KAYBOLMASINA YOL AÇAR”
Havayolları ile olan iletişimler ve toplantılar neticesinde IATA’nın, havayollarının, yabancı havayollarının ve Türkiye’deki temsilcilerinin de böyle bir dağılmaya ve parçalanmaya çok temkinli baktıklarını, sonuçlarının iyi olmayacağını düşündüklerini söyleyebilirim. Ben de sektörü temsil eden bir kişi olarak böyle bir parçalanmanın, birlik iken dernekleştirmenin güç kaybı olacağını ve kazanımların kaybolması olarak yorumluyorum. Kararı alan kişinin teknik altyapısı yok ama bununla ilgili olarak bir karar alabiliyor. Bunun ilerideki sonuçları görülmüyor. “Biz yine bunu ihtisas olarak yapacağız. Havayolu Bilet Birliği kurulacak, aynı şeyi orada yapacaklar” diyorlar. Aynı şey değil. İhtisasların gücü, ancak üslerinde Birlik gibi bir gücün olmasıyla işlev kazanır.
15 bin seyahat acentamız var. 8 bin üyemiz direkt ya da bir şekilde geçimini havayolu biletleriyle sağlıyor. Havayolları bilet faaliyeti içerisinde. 780 tane IATA üyesi acentamız var. Biz bunları yüksek rakamlara çekmeye çalışıyoruz. Bu da IATA’nın üst birliği ile yapılacak çalışmalarla sağlanabilecek bir şey.
Seyahat acentaları, havayollarının komisyoncusu değildir, satış kanallarıdır. Biz havayollarının büyümesinde en önemli gerek olan yolcu sağlanmasında satış kanalları içerisinde kılcal damarlarız. Her şey online değil. Acentanın bu noktada işlevselliğini, bunu sağlayabilecek olan pazarlık güçlerini ellerinden alıp da birtakım alt birliklere düşürürseniz iyi olmaz.
“AKLI BAŞINDA HİÇBİR ÜYE BAŞKA BİRLİK ALTINDA BİR ARAYA GELMEZ”
Aklı başında hiçbir üye TÜRSAB’ı bırakıp bir başka birliğin altında buluşmaz. Güç burada, burada bulunulması gerekiyor. Bu tamamen yanlış bir uygulama. Özellikle seyahat acentalarının 8 bin tane aktif satış kanalı olmasıyla, havayollarının bugüne gelmesinde seyahat acentalarının sesi olarak TÜRSAB’ın çalışmaları asla göz ardı edilemez. Diğer ülkelerdeki oranlar da elimizde var. Ancak hiçbir yerde TÜRSAB gibi bir organizasyon yok. Bu organizasyonun olması sayesinde bugün Türkiye, Dünya Turizm Örgütü’nin destinasyon sıralamasında ilk sıralarda yer alıyor. Hava taşımacılığımızdan dolayı çok güçlü. Neden yeni bir macera arayalım?
“SEKTÖRÜN SESİ OLAN TÜRSAB’I BÖLMENİN KİMSEYE BİR FAYDASI OLMAZ”
Bir de bu durumun tüketici tarafı var. TÜRSAB, turizm sektörünün geliştirilmesi ve sürdürülebilir bir şekilde büyümesi için önemli bir rol oynamasının yanı sıra seyahat acentalarının etik kurallara uygun hareket etmelerini sağlamak ve tüketicilerin haklarını korumak amacıyla da önlemler alıyor. Bu noktada seyahat acentalarının güvenilir ve sorumlu bir şekilde hizmet vermesini de desteklemiş oluyor.
Cumhuriyetimizin 100. yılında sektörün sesi olan, sektörü düzenleyen bu gücü kuvvetlendirmek ve desteklemek yerine bölmek ve parçalamanın kimseye faydası olmaz. Ben Cumhurbaşkanımızın ve aklı selim siyasetçilerimizin konuyu yeniden değerlendirmesini ümitle bekliyorum.”
HOLLANDA’DAN YÜKSELEN SES
Hollanda Türk Turizmciler ve Seyahat Acenteleri Derneği Başkanı Kamil Saygı (sağda), Genel Sekreter Osman Çelik (ortada) ve Sayman Durmuş Doğan (solda)
Numan Olcar’ın yukarıdaki açıklamasından sonra, yurt dışındaki Türk seyahatçilerden de tepkiler yükseldi. Hollanda Türk Turizmciler ve Seyahat Acenteleri Derneği Başkanı Kamil Saygı, Genel Sekreter Osman Çelik ve Sayman Durmuş Doğan, “Turizmcilerin güvenli bir Birliği olmalıdır” diyerek şu açıklamayı yaptılar:
“Medeni ülkelerde, tüketicilerin haklarını korumak için, devlet desteği ile kuruluşlar oluşturulur.
Hollanda’da, seyahata çıkacak olanların haklarını korumak için en tepede De Algemene Nederlandse Vereniging van Reisondernemingen ANVR (Genel Hollanda Seyahat Şirketleri Birliği) vardır. ANVR’e bağlı olarak bir de Stichting Garantiefonds Reisgelden SGR (Seyahat Garanti Fonu Vakfı) da çok önemlidir.
ANVR, Hollanda’daki seyahat şirketleri için bir ticaret birliğidir. Dernek, üyelerinin çıkarlarını destekler ve seyahat endüstrisinde kalite ve profesyonellik için çaba gösterir.
ANVR’nin ana hedefleri ve görevleri şunlardır:
ANVR, üyelerinin çıkarlarını hükümetler, sektör dernekleri ve diğer ilgili organlar da dahil olmak üzere çeşitli düzeylerde temsil eder. Bu, örneğin seyahat endüstrisini etkileyen mevzuat ve düzenlemeleri içerebilir.
ANVR, seyahat endüstrisinde yüksek kalite standartları için çaba gösterir. Üyelerin uyması gereken çeşitli yönergeler ve davranış kuralları geliştirir ve uygular. Bu, üye seyahat şirketlerine yönelik tüketici güvenine katkıda bulunur.
ANVR, üyelerini seyahat endüstrisindeki ilgili gelişmeler hakkında bilgilendirir ve onlara hizmetlerini geliştirmelerine yardımcı olacak bilgi ve araçlar sağlar.
ANVR, seyahat şirketleri ve seyahat endüstrisindeki diğer taraflar arasında işbirliğini teşvik eder. Bu, sektörün sağlıklı ve sürdürülebilir gelişimine katkıda bulunabilir.
Açıkçası, seyahat edenler ANVR logosu olan reklamları, olmayanlara göre daha güvenilir buluyorlar ANVR, tüketiciler tarafından bir ayırt edici özellik olarak görülüyor. Örneğin, her 5 gezginden 3’ü yalnızca ANVR logosu olan bir yerden rezervasyon yaptığını söylüyor. Tüketiciler ANVR logolu bir seyahat ürünü için daha fazla ödeme yapmaya bile hazır.
ANVR, geleceğin seyahat profesyonellerinin eğitimi konusunda karar vermeye yardımcı oluyor ve iyi eğitimli stajyerler üzerinde çalışıyor. Bu şekilde, gelecekte de yeterli sayıda iyi eğitimli çalışan yaratıyor. ANVR, sendikalarla seyahat endüstrisi için toplu iş sözleşmesi de imzalıyor.
ANVR, sektördeki ilgili gelişmelere ilişkin vizyonunu günlük olarak ortaya koymaktadır. Toplantılar ve konferanslar düzenliyor, güncel gelişmeler, pratik oturumlar, yasa ve yönetmelik uygulamaları ve ‘TravelTomorrow’ projesi hakkında sizleri bilgilendiriyor.
www.anvr.nl, sitesinde sosyal medya, üye ve basın bültenleri aracılığıyla bilgilendirme yapıyor.
ANVR, Sorumlu bir şekilde seyahat etmek ve şimdi ve gelecekte ‘Daha iyi tatiller’ yaşamak için, ulaşım, konaklama ve eğlence konularında somut önlemler almak üzere, seyahat kuruluşlarıyla birlikte adımlar atıyor. ANVR bunun için bir politika geliştirmiştir ve dünya çapında öncülük etmektedir.
Stichting Garantiefonds Reisgelden (SGR), bir seyahat operatörünün mali iflası durumunda tüketicileri mali kayıplardan korumayı amaçlayan bir kuruluştur. SGR, gezginler için bir garanti fonu görevi görür. SGR’nin önemli yönlerini şöyle izah edebiliriz:
SGR, üye bir seyahat operatörü ile paket tatil rezervasyonu yapmış olan tüketiciler için bir güvenlik ağı sağlar. Tur operatörünün iflas etmesi veya mali açıdan acze düşmesi halinde SGR, yolcuların paralarını geri almalarını veya seyahatlerini tamamlayabilmelerini garanti eder.
SGR’nin varlığı, tüketicilerin paket tatil rezervasyonu yaparken kendilerini daha güvende hissetmelerini sağlar çünkü tur operatörüyle sorun yaşamaları durumunda korunacaklarını bilirler.
Hollanda’da paket tatil sunan tur operatörleri yasal olarak SGR’ye katılmakla yükümlüdür. Bu, tüketicinin korunmasına katkıda bulunur ve seyahat endüstrisinde adil uygulamaları teşvik eder.
SGR, üye seyahat operatörlerinin mali açıdan sağlam olduklarından emin olmak için düzenli mali denetimler gerçekleştirir. Bu, seyahat endüstrisine olan güvenin korunmasına ve tüketicinin korunmasına yardımcı olur.
Kısacası, Seyahat Garanti Fonu Vakfı, paket tatil rezervasyonu yaparken tüketicileri finansal risklerden koruduğu ve seyahat endüstrisine güveni teşvik ettiği için çok önemlidir.
İZNİNİZLE ARAYA BİR HABER
Bugünkü derlememde geniş açıklamalarda bulunan, Hollanda Türk Turizmciler ve Seyahat Acenteleri Derneği HTTD’nin önceki akşam yaptığı toplantıya değinmek istiyorum.
Lahey Turizm Müşavirimiz Pınar Bilgen Ermis’in de katılımıyla Amsterdam’da gerçekleşen Hollanda Türk Turizmciler ve Seyahat Acenteleri Derneği toplantısında, sektördeki güncel gelişmeler ve acentelerin karşılaştığı sorunlar ele alındı.
Moderatörlüğünü HTTD Saymanı Durmuş Doğan’ın yaptığı ve dernek başkanı Kamil Saygı’nın açılış konuşması ve dernek tanıtımı ile başlayan toplantıda, Kültür ve Turizm Müşaviri Pınar Bilgen Ermiş, katılımcılara sektördeki güncel çalışmalar hakkında bilgilendirmelerde bulundu ve Türkiye’deki turizm alanındaki son gelişmeleri paylaştı.
Acentelerin karşılaştığı sorunlar ve çözüm önerileri de toplantının ana gündem maddelerinden biriydi. Acentelerin yaşadığı zorluklar ve bu zorlukların çözümü için önerilen adımlar, katılımcılar tarafından detaylı bir şekilde ele alındı. Özellikle, acentelerin ortak bir çatı altında birlik olmaları ve sektörde daha güçlü bir konumda bulunmaları üzerinde duruldu.
Toplantı, sektördeki işbirliğini ve dayanışmayı artırmak, acentelerin sorunlarına çözüm bulmak ve seyahat sektörünün daha sağlıklı bir şekilde ilerlemesi için önemli bir platform sağladı. HTTD’nin bu tür etkinliklerle sektördeki paydaşları bir araya getirerek işbirliğini güçlendirmeye devam etmesi bekleniyor.
DÜNYA KARDEŞ KENTLER TURİZM FORUMU GENEL SEKRETERİ HÜSEYİN BARANER, TÜRSAB’IN ALMANYA MUADİLİNİ ANLATTI.
Fotoğrafta gördüğünüz Hüseyin Baraner’i, dünyanın neresinde bir turizm etkinliği varsa, orada mutlaka görürsünüz. Baraner ile ben de şahsen, Utrecht, Brüksel, Berlin Turizm Fuarları ile, Türkiye’deki pek çok etkinlikte karşılaşmışımdır.
Almanya’da 40 yıldır turizm işi ile uğraşan, Avrupa ve Türkiye’de çeşitli turizm kuruluşlarında görev yapan ve kendisinden ‘Turizm duayeni’ diye söz ettiren, Dünya Kardeş Kentler Turizm Forumu Genel Sekreteri Hüseyin Baraner, konuyla ilgili görüşlerini sorduğum zaman şunları anlattı:
“100 milyar Euro’nun üzerinde yıllık seyahat ve tatil cirosu gerçekleşen dünyadaki en büyük turizm ekonomisine sahip olan Almanya’daki hükümetler, eşit olarak muhatap aldığı ayrıca yıllık mali destek verdiği Turizm Birlikleri arasındaki rekabeti, sektörün gelişmesi için önemsiyor ve turizmcilerin istediği birliğe üye olmasını serbest bırakıyor .
Ben şahsen hepsi ile yıllardır iç içeyim ve çok daha fazla netice alıyorum. Hepsini aynı konularda sektöre çok farklı katkıları var. Tabii ki bu kuruluşlar birbirlerinin kuyusunu kazma şansına sahip değiller. Devletin sıkı kontrolu olumsuz gelişmeleri önlüyor tabii…
Bu kuruluşları sizlere tanıtayım isterseniz:
Allianz Selbständiger Reiseunternehmen Bundesverband (ASR), turizm sektöründeki orta ölçekli şirketlerin temsilcisi olarak, üye şirketlerin ve mesleğin ticaret politikasını, mesleki, ekonomik ve yasal çıkarlarını desteklediğini ve temsil ettiğini belirtmektedir.
ASR’in görevleri arasında, diğer hususların yanı sıra, orta ölçekli seyahat şirketlerinin mesleki ve ticari faaliyetlerinden doğrudan veya dolaylı olarak etkilenen tüm şirket ve kurumların çıkarlarını temsil etmek, savunmak ve uygulamak yer almaktadır.
Alman Turizm Endüstrisi Federal Birliği (BTW), kendisini genel ekonomi ve turizm politikası, Avrupa ve hukuk politikası, rekabet ve KOBİ politikası, vergi ve harç politikası, ulaşım ve iletişim politikası ve çevre politikası alanlarında bir lobi kuruluşu olarak görmektedir.
Alman Seyahat Birliği (DRV), Alman seyahat endüstrisinin, özellikle de seyahat acenteleri, tur operatörleri ve turizm hizmet sağlayıcılarının çıkarlarını Federal Meclis, federal hükümet ve genel kamuoyu nezdinde temsil etmektedir.
Verband Unabhängiger Selbständiger Reisebüros Bundesverband e.V. (VUSR), Almanya’da sabit ve mobil seyahat satışları için güçlü bir lobi kuruluşudur.
Kayıtlı bir meslek birliği olarak VUSR, doğrudan veya işbirlikleri aracılığıyla sabit veya mobil seyahat satış sektöründen (seyahat acenteleri) yaklaşık 7.000 üyesinin çıkarlarını gözetmektedir.
Birlik, seyahat acentelerini ticari, siyasi, ekonomik, mesleki ve hukuki konularda desteklemektedir. Yol gösterici ilke şudur: “Duruma seyahat acentelerinin gözünden bakmak, seyahat acentelerinin endişelerine odaklanmak ve ortakları gözden kaçırmamak.”
Dernek bu hedeflerini öncelikle aşağıdaki faaliyetler aracılığıyla gerçekleştirmektedir:
-Halkla ilişkiler, siyasi çalışmalar ve KOBİ sektörünün siyaset ve iş dünyasında temsili
-Mesleki ve ticari konularda tanıtım ve danışmanlık
-Üyelerin sektöre özgü değişiklikler hakkında bilgilendirilmesi
-Diğer tüm yararlı ve olası faaliyetler
-Yayınların gerçekleştirilmesi
-Konferanslar, çalışma grupları, seminerler ve sosyal etkinlikler, uzman komisyonu
-Yurtiçi ve yurtdışında benzer amaçlara sahip derneklerle işbirliği
-Dernek, turizm alanındaki mevcut derneklerle rekabet etmeye çalışmaz. Amacının engellemediği -ölçüde, bu tür derneklerle yapıcı ve olumlu bir işbirliği çerçevesinde işbirliği yapmaya çalışır.
Verband Internet Reisevertrieb e.V. (VIR), Alman dijital seyahat endüstrisindeki acente ve TO’ları temsil eder:
VIR, turizm sektöründeki şirket ve uzmanlardan oluşan bir dernektir. Bir dernek olarak VIR, üyelerinin çıkarlarını medyada, siyasette ve tüketiciler nezdinde temsil etmeye ve dijital turizm sektöründeki çeşitli oyuncular arasında işbirliğini teşvik etmeye çalışmaktadır. VIR, dijital çağın zorlukları ve fırsatlarıyla ortaklaşa mücadele etmek amacıyla bilgi, deneyim ve en iyi uygulamaların paylaşılması için bir platform sağlamaktadır. Sektöre yenilik getirmek amacıyla start-up’ların teşvik edilmesi bizim için özellikle önemlidir. Turizmde sürdürülebilir kalkınmayı destekliyor ve bu nedenle sektör girişimlerini teşvik den VIR Sürdürülebilir turizmi sağlamak için hem VIR bünyesinde hem de üyeleriyle birlikte önlemler almaktadır VIR ayrıca üyeleri ile müşteri taleplerini takip ederek üyelerin gereksinimlerini güncel tutmak ve onlara dijital çağda başarılı olacak araçları sağlamak için web seminerleri ve etkinlikler düzenliyor.
Almanya devleti bu konuda o kadar bonkör ki, Corona salgını zamanı, birliklerin hepsi farklı görüşler ile hükümete o kadar baskı yaptılar ve küçücük Seyahat acenteleri bile 200 bin avroya ulaşan destek kredileri aldılar .
BAŞKAN FİRUZ BAĞLIKAYA’NIN TURİZM AKTÜEL’DE YAYINLANAN RÖPORTAJI
TÜRSAB Başkanı Firuz Bağlıkaya:
Bu Bir İntikam Yasasıdır
TÜRSAB Yönetim Kurulu Başkanı Firuz Bağlıkaya, TÜRSAB TV’de turizm gündemini değerlendirdi. Gazeteci Mehmet Güneli’nin moderatörlüğünde gerçekleştirilen “Firuz Bağlıkaya ile TÜRSAB Gündemi” programında Bağlıkaya, Kültür ve Turizm Bakanlığının 1618 sayılı yasayla ilgili çalışmalarını değerlendirdi. Bağlıkaya, yeni yasanın ‘intikam yasası’ olduğunu söyledi.
1618 sayılı kanunla ilgili geçtiğimiz yıllarda Kültür ve Turizm Bakanlığıyla birlikte yaptıkları değişiklik çalışması yaptıklarını belirten Bağlıkaya, Bakanlık tarafından bu yasa çalışmasının herhangi bir yerle paylaşılmamasının istendiğini söyledi. Bakanlığın hassasiyetini dikkate alarak yasa çalışmasını kimseyle paylaşmadıklarını belirten Bağlıkaya, “Ancak biz paylaşmamamıza rağmen Sayın Bakan çokça dernekle, kurumla, kişiyle görüşme yapıp yasayla ilgili görüşlerini almış.
Böylelikle aniden birlikte çalıştığımız metin ortadan kalktı ve uzunca bir sessizlik sonrası Sayın Bakan ikinci kez atandıktan sonra 1618 sayılı yasayla ilgili yeni bir metin üzerinde çalışıldığını başka yerlerden öğrendik. Bakan beyi ziyaretimiz sırasında bu yeni çalışmayla ilgili bize bilgi verip veremeyeceğini sorduk. ‘Metin hazır olunca görüşünüzü alacağız’ dedi. Hazırlanan metne ulaşmamız diğer Bakanlıkların kaynaklarından oldu. Komisyonlara metnin gönderildiğini öğrendik. Metinde bir kaç kez değişiklik yapılmış. Şu anda elde gezen metnin 4. versiyonu.” dedi.
Bakan’ın fotoğraf çektirdiği, ‘Sektör’ dediği kişiler buysa vay halimize!
Bakan Ersoy’un daha önceki açıklamalarında ‘Yasa çalışmasında sektörün tüm taleplerini dikkate alacağız’ şeklindeki sözleriyle ilgili değerlendirmelerde bulunan Bağlıkaya şöyle konuştu: ” Bakan’ın sektör tanımıyla bizim sektör tanımımız çok farklı. Biz sektör denilince Sektör örgütünü anlıyoruz. Sektörde yasal olarak kurulmuş bir örgüt TÜRSAB var ve TÜRSAB’ın çok yakın bir zamanda Genel Kurulu yapıldı. Bu Genel Kurul’da ezici çoğunlukla bir yönetim seçildi. Şimdi siz bu yönetimi muhatap almazsanız sektör diye sizi ziyaret eden TÜRSAB yönetimine muhalif kişileri sektör olarak gösterirseniz başka bir yere doğru gidersiniz çünkü burada kasıt aranır. Siz gerçekten sektörün görüşünü almak niyetinde değilsiniz.
TÜRSAB seçimlerinde aldıkları hezimet sonrası ağlama duvarı gibi sürekli Bakan’ın kapısında olmaları Bakan beyin de bunları sektör diye adlandırması. Bunların sayısı 300-400’ü geçmez. Biz bakanın kimlerle fotoğraf çektirdiğini görüyoruz. Eğer sektör buysa vay halimize. Bakan’ın sektör dediği, bu yasayı çalışırken görüş almış olabileceği kimler var. Bir tanesi TÜRSAB’da ahbap kontenjanı olmadığı için Bakan danışmanlığı yapıyor. Bir tanesi ETS bayisi. Bir tanesi yabancı uyruklu vatandaşın 5 yıllık şirketinin 3 yıllık maaşlı personeli. Eğer sektöre bunlar derseniz veya gerçekten bize muhalif olduğu tescilli olmuş bir takım dernekler var. Bunların üye sayısı hepsini alt alta koyun bölün çarpın 500’ü geçmez. Burası 15 bin üyesi olan ciddi bir kurum. Burayla tartışmadığınız hiçbir şeyi sektör adına söyleyemezsiniz.”
TÜRSAB’a metin gönderdiniz de mi görüş soruyorsunuz?
Bakanlığın yeni yasa çalışmasıyla ilgili ‘Dostlar alışverişte görsün’ mantığıyla ‘Yasa çalışıyoruz, bize görüş gönderin’ diyerek hiç bir taslak göndermeden TÜRSAB’dan görüş istediğini belirten Bağlıkaya, ” Metin gönderdiniz de mi görüş soruyorsunuz? Neyin görüşünü soruyorsunuz. Bize muhalif olan portalların, derneklerin elinde olan yasayı bize göndermiyorsunuz. Biz oralardan duyuyoruz.” dedi.
Bakanlığın TÜRSAB’a karşı davranış biçimi devlet adabına yakışmıyor
Bakanlığın son zamanlardaki davranış biçiminin hiçbir şekilde devlet adabına yakışır bir şekilde gelişmediğini belirten Bağlıkaya, ” Bakanlık TÜRSAB’a resmi bir yazı gönderiyor. Biz bu resmi yazıyı bize gelmeden muhalif arkadaşların portallarında yazılarında görüyoruz. Daha bize yazı gelmemiş. Bakanlığın TÜRSAB’a yazdığı resmi yazıları sızdıran ahlaksızlar var Bakanlığın içinde. Sayın Bakan’ın bu ahlaksızlığı yapanları bulması lazım. Bu bir kurum adabı.” dedi.
Bakan’ın yasayla niyeti: TÜRSAB’ın ortadan kalkmasını istiyor
Bakanlığın TÜRSAB’la paylaşmadığı yeni yasa çalışmasını farklı kaynaklardan ulaştıklarını belirten Bağlıkaya sözlerine şöyle devam etti: ” Bu yasa çalışmasının maddeleri bizim elimizde. Buradaki amaç nedir. Buradan anlaşılıyor ki güçlü bir TÜRSAB istenmiyor. Zaten bu son 5 yıl içinde Bakan’ın tavırlarından belli. Kamu oyunda bizimle ilgili konuştuklarında, bize davetlerinde, yasal meslek örgütünü itip kalkıp itibarsızlaşmaya çalışmasında başkalarını ön plana çıkarmaya çalışmasında 5 yıldır bunu aralıksız olarak sürdürüyor. Bakan güçlü bir TÜRSAB istemiyor bunu biliyoruz.
‘Fuarlara katılsın, üyelerine faydası olsun’ bu da istenmiyor. Turizm Bakanlığı’nın yayınladığı verilere itiraz eden bir kurum olmasını istemiyor sayın bakan. 100 milyonlarca doların üzerinde tanıtım pazarlama yapan TGA’dan çok daha fazla etkin olan bir kurum olan TÜRSAB’ın ortadan kalkmasını istiyor. Böyle bir rekabeti görmek istemiyor. Çünkü biz onların elli de bir bütçeyle çok daha iyi işler yapıyoruz.
Aradaki muhalif çatlakları da kullanarak, birilerine ‘Burada başkanlıklar var. Yeni yeni şeyler kuracağız. Sende başkan olacaksın, sende başkan olacaksın’ diye vaatler veriliyor. Nereye geldi iş. Kongreyi iki kere kaybettiler. Birde son kongremizi sabote ettiler, kürsüyü bastılar. Kayyum atatmaya çalıştılar buraya. İş nereye geldi kamu gücünü kullanmaya. Sektör bunu istiyor diyerek TÜRSAB’ı tasfiye edecek yasa çıkarılmaya çalışılıyor’
Yasa TÜRSAB’ın birlik yapısını bozmayı amaçlıyor
Bağlıkaya Bakan Ersoy’un hazırlattığı yeni yasa çalışmasıyla ilgili şu tespitleri yaptı: TÜRSAB’ın birlik yapısı bozularak, bölünmüş çoklu bir örgüt yapısı esas alınmak isteniyor. “Hac-umreyi ayıralım, sağlık turizmini ayıralım, tur operatörlerini ve uçak bilet satıcılarını ayıralım. Bunlar bağımsız örgüt olsun” denmiş hazırlanan yasa çalışmasında.
Yasa çalışmasında tur operatörlüğünün tanımı komik!
“Bunlardan bazıları ihtisas alanı ama birde yasa taslağında tur operatörleri tanımı var. Tur operatörlerinin tanımına da sadece rakam koymuşlar. Cirosu 250 milyon liranın üzerinde olan. Adeta ” Zengin olanları belli bir sermaye yapısının üzerinde olanları göreyim. “Gerisi bizi çok fazla ilgilendirmiyor.” diyor.
Zaten başından beri mesleği meslek olarak değil ticari bir faaliyet olarak gördüğü için herhangi bir formasyon, özellik aranmaksızın bunları herkes yapabilsin mantığında. Tur operatörlerinin tanımına da sadece cirosu ‘250 milyon lira olan’ diyor. Adam biletçiyse, sağlık turizmi yapıyorsa cirosu 250 milyon liranın üzerindeyse ne olacak. Buradaki amaç belli. Bu amaca yönelik Bakan beyin talimatlarını yerine getiren Bakanlık bürokratları ne denildiyse yazmışlar. Çorba gibi bir metin”
TÜRSAB’ın denetim yetkisi elinden alınıyor
” Bakan’ın hazırlattığı yasa çalışmasıyla TÜRSAB’ın bir meslek örgütü olarak mesleki işletme denetim yetkisini ortadan kaldırıyorlar. Kuruluş denetimleriyle ilgili yetki ortadan kaldırılıyor. Birlik genel kurul seçimleri tarih olarak ayrılmış seçim işlemleri alakasız bir kanunla kurulmuş TGA’ya bağlanmış. Bizim söylediğimize geliyorlar. Seyahat acentaları birliği tektir bunlar hepsine birlik diyor. Türkiye Seyahat Acentaları Birliği ifadesindeki ‘Türkiye’ kısmı da gidiyor.
Muhaliflere çağrı: Siz aklınızı peynir ekmekle mi yediniz, bu çalışmaya nasıl destek verirsiniz
Bütün seyahat acentalarına çok net söylüyorum. Buradaki Firuz Bağlıkaya’ya olan muhalefetinizle bunu ayırın. Bu başka bir şey. Bu sizin uğruna savaştığınız, mesai harcadığınız mesleği ortadan kaldırıyor bu yasa kardeşim. Siz aklınızı peynir ekmekle mi yediniz. Nasıl destek açıklıyorsunuz böyle bir şeye. Bu girişim sizin aday olduğunuz yeri ortadan kaldırıyor. Ya o gün aday olduğunuzda samimi değilsiniz ya da şimdi değilsiniz”
Bu yasanın adı intikam yasasıdır
Bu yasanın adı tam anlamıyla intikam yasasıdır. Her şeyiyle intikam yasasıdır. Bütçesi bizden çok daha fazla olmasına rağmen çok daha iyi işleri TÜRSAB yapıyor. Bakanlığın dediği herhangi bir şeyi analiz etmeden incelemeden biz bakmıyoruz. Üyemizin hakkını koruduğumuz için Bakanlıkla ters düştüğümüz yerler oluyor.
Ama Sayın Bakan ‘Kanun benim ben ne dersem o olur’ diyor. Biz buna karşı hukuki mücadelemizi veriyoruz. Üyemizi koruyacak işler yapıyoruz. Bunları istemiyorlar. Ayaklarının altında bir şey dolaşsın istemiyorlar. Turizmle ilgili özellikle gelir verilerinin tamamı palavra. Şimdi biz bunları söylediğimiz için tabi ki hedefe geliyoruz.
Amaçları TÜRSAB’ı parçalayarak TGA’ya bağlamak
Amaçları TÜRSAB’ı birlikler halinde bölüp parçalayarak TGA’ya bağlamak. Bir sürü birlik TGA’nın altında bodrum katı olsun istiyorlar. Zaten TGA’nın bütçesini bakan onaylıyor. Bakan yardımcısı da var. ‘Bunları kontrol altına alalım’ diyorlar. Muhalifleri çağırıp ‘Seni de başkan yaparız’ diyerek milleti kaşıyorlar.
Onlar da kalkıp biz şöyle, böyle istiyoruz diyerek demeç veriyorlar. Üniter bir yapımız var. Bakan burayı federatif bir yapı haline getirmeye çalışıyor. Biz bu federatif yapıya karşıyız. Biz güçlü TÜRSAB olmak istiyoruz. Buranın gücü sektörün gücü. Biz son derece itibarlı kurumuz. Büyükelçiler, başkonsoloslar sürekli ziyaretçimiz. Dünyanın en büyük turizm örgütüyüz.
Yeni yasada acentaların transfer hakkı ellerinden alınıyor
Yasayla seyahat acentalarının münhasır faaliyetlerini kısıtlıyorlar. Transfer bir turizm ürünüdür. Bu yasada böyle tanımlanıyor. Yeni yasada bu transfer ürünü ortadan kaldırmışlar. Deniyor ki ‘Bu bir tur programının içindeyse bunu yapabilirsin’. Sadece transfer yapan bir sürü üyemiz var. Onlara da sesleniyorum.
Kabul edebiliyor musunuz böyle bir şeyi? Bu madde taksicileri memnun etmek için konulmuş bir madde. Daha önceden denediler oteller transfer yapsın diye. Şiddetli karşı çıkmamıza karşılık bunu bir kenara yazdılar. İşte intikamdan birisi de bu. O gün çıkaramadılar şimdi bugün buraya sıkıştırmışlar.
Ne yaparlarsa yapsınlar sektör taş gibi!
Ama şunu söylemeden geçemeyeceğim: Ne yaparlarsa yapsınlar sektör taş gibi taş. Bize muhalif olan 5 kişi 7 kişi rica üzerine demeç veriyorlar. Bunlardan başka destek çıkmaz onlara. Üyelerimiz sonuna kadar bizim arkamızda. Çünkü biz mesleğimizin itibarını korumak için çalışıyoruz. Anayasal bir kurumuz ve üyelerimizin hakkı için sonuna kadar mücadele edeceğiz
Bakanla Antalya’da görüştük ama tavrı aynıydı
Antalya’da geçtiğimiz aylarda düzenlenen Resort Kongresi’nde Bakan Ersoy’la görüşme yaptık. Baş başa görüşmek istedim ama her zamanki gibi yanında ekibinden 3-4 kişiyle geldi görüşmeye. Ben yalnızdım. Görüşmede şimdiye kadar söylediği şeyleri tekrar etti çok da itiraz etmememiz gerektiğine karar verdiklerini söyledi. Ben ‘Yeni bir dönem açalım’ diye gittim ama görüşmede söyledikleri konular bana daha önce sözlü olarak söylediği şeylerdi. Yanında ekibi olduğu zaman insanların davranış biçimleri farklı olabiliyor.
TÜRSAB BAŞKAN YARDIMCISI HASAN EKER’İN AÇIKLAMASI
“TÜRSAB’IN BİRLİK YAPISININ BOZULMASININ KİMSEYE BİR FAYDASI OLMAZ”
“TÜRSAB olarak biz 50 yıllık bir birliğiz ve bu döneme 50 yıllık tecrübelerle geldik. TÜRSAB 1969’da 3 tane derneğin bir araya gelmesiyle ve 3-4 yıllık bir mücadele ile 1972’de yasa haline geldi. Dolayısıyla TÜRSAB’ın birlik yapısının bozulmasının kimseye bir faydası yok. Birlik yapısı bozulursa gerek tüketici, gerek kamunun sektörü yönetmesi, gerekse diğer sektör paydaşları, üyelerimizle ilişkiler ve yurt dışı paydaşları ile iletişim bazında çok büyük sıkıntılara yol açacaktır. Dolayısıyla biz bu birlik yapısının bozulmasına karşıyız.
Birliğin yapısının bozulmasıyla birlikte iletişim sorunlarının ve yasal sorunların ortaya çıkması, çatışmaların, çakışmaların baş gösterecek olması nedeniyle tüm taraflar zarar görür. Bizim önerimiz, birlik yapısının ihtisaslarda alt birlikler olarak kurgulanması. Birlik isteyenlerin sorunlarını ihtisas başkanlıkları ile çözmeyi öneriyoruz. Bunların bütçeleri olabilir, seçimleri kendi içlerinden olabilir. Kendi başkanlarını seçebilirler ve bakanlıklarla direkt görüşme yetkisi verebiliriz. Bireysel olarak bakanlıklara önerge verebilirler. Ayrı birlikler halindeki yapılanma, ihtisas başkanlıkları nezdinde yasal olarak kurgulanabilir. Alt birlik yapılanmalarının ihtisas başkanlıkları altında toplanarak yapılmasını öneriyoruz.”
TÜRSAB’ın birlik yapısının bozulması kamuyu da zorlar. Kamu bir sorun olduğunda kimden bilgi alacak? Herhangi bir birlik kamuya bir bilgi ilettiğinde, bu bilginin doğruluğunun diğer birliklerden de teyit edilmesi gerekir. Yani bir konuda iki birlik ayrı görüş belirttiğinde, kamu da o konuda bir gelişim ve yol alma sağlayamayacaktır. Dolayısıyla bu da kamunun sektörle iletişimini önemli ölçüde etkileyecektir.
“TÜRSAB’IN BÖLÜNMESİ TELAFİ EDİLEMEZ SONUÇLAR ORTAYA ÇIKARABİLİR”
Sektör olarak 7-8 tane sorunumuz var şu an ancak bu yasa aceleye gelmemeli. Bizim sorunlarımız bir yönetmelikle çözülebilecek şeyler. Elli yıllık bir birlik yapısını, TÜRSAB’ın da mevcut yönetimiyle mutabık kalmadan değiştirmek, telafi edilemez geri dönülemez sonuçlar ortaya çıkarabilir. Bunu biraz zamana bırakalım, iyice olgunlaştıralım, turizm bakanlığı ile TÜRSAB arasında daha sağlam bir iletişim kurarak bunu zaman içerisinde çözelim. Çok aceleye getirilmiş bir yasa.
Yasanın diğer maddeleriyle ilgili bakanlıkla birçok konuda hemfikiriz. Biz de aidatların düşmesini istiyoruz. Aidatların düşmesi ve diğer birçok konuda Bakanlıkla aynı fikirdeyiz. Ancak TÜRSAB’ın bölünmesi, bu üniter yapının bölünmesi konusuna karşıyız. En önemlisi de bu.
Transfer işi, seyahat acentalarının iş tanımındaki ana unsurlardan bir tanesi. İçinde transfer ve konaklama hizmeti olan bir hizmet, seyahat acentacılığı hizmeti olarak tanımlanıyor. Bu nedenle transferle ilgili bir kısıtlama getirilmesi işin temeline aykırı olur. Bu konunun da tekrar değerlendirilmesi gerekiyor. Bu konular bir şekilde yönetmelikle kolayca çözülebilir. Konuyla ilgili sıkıntı varsa ele alıp tüm ilgilileri memnun edecek şekilde çözebiliriz.
“TÜRSAB’IN BÖLÜNMESİ DÜŞÜNÜLEMEZ”
Bu konular tekrar gözden geçirilmeli ancak bizim ana konumuz TÜRSAB’ın üniter yapısının, birlik yapısının değişmemesi. Biz bir çatı yasayla otellerin, rehberlerin ve acentaların tek bir koordinasyon yasaya ihtiyaç olduğunu söylerken, seyahat acentaları birliğinin beş parçaya bölünmesi düşünülemez. Aynı işi beş parçaya bölmek 5 tane TOBB yapmak gibi olur. İşin temeli bölünme konusu. Üniter yapı değişirse geri dönüşü mümkün olmaz.
“CUMHURBAŞKANIMIZIN BİRLİKTEN YANA OLDUĞUNU DÜŞÜNÜYORUM”
Ben Cumhurbaşkanımızın bu konuda bölünmeden çok birlik olmanın ve kaynakların dağılmasından çok birleştirilmesi görüşünde olduğuna inanıyorum. Cumhurbaşkanımızın da bu bölünmeye sağlıklı bakacağını sanmıyorum. Çünkü Cumhurbaşkanımız birlikten ve kaynakların verimli kullanılmasından yana. Bu kamuda da masraflar çıkartır. Denetimin Valilikler ve Kültür Müdürlükleri tarafından yapılacağı söyleniyor. Devlet neden buna para ödesin? Biz denetimleri yıllardır üyelerimizin ödediği aidatlarla yapıyoruz. Sektör de bundan memnun. Bu durum kamuya ek yük getirecektir. Bu noktada da cumhurbaşkanımızın uygun görmeyeceğini düşünüyorum. Gelişmiş toplumlarda STK’lara daha fazla yetki verildiği göz önünde bulundurulursa, Cumhurbaşkanımızın bu yönde destek olacağına yürekten inanıyorum. Bölüne bölüne yok oluruz, bölüşe bölüşe tok oluruz”
TÜRSAB BAŞKAN YARDIMCISI DAVUT GÜNAYDIN’IN AÇIKLAMASI
“TÜRSAB DÜNYANIN EN BÜYÜK TURİZM ÖRGÜTÜDÜR”
“Türkiye Seyahat Acentaları Birliği’nden birçok yerde ‘dünyanın en büyük turizm örgütlerinden biridir’ şeklinde bahsedilmesine rağmen ısrarla şunu söylüyorum, Türkiye Seyahat Acentaları Birliği (TÜRSAB), dünyanın en büyük turizm örgütüdür. Yaklaşık 51 yıl önce kurulan TÜRSAB, 51 yıldan bu yana Türk turizmindeki bu güzel rakamların mimarıdır. TÜRSAB’daki meslektaşlarım yorulmadan, usanmadan ve hemen hemen kendi çabalarıyla, Avusturalya’dan tutun da Meksika’da Küba’da Arjantin’de ve dünyanın pek çok yerinde pazarlama faaliyetlerini yaptı.
“SEYAHAT ACENTALARI OLMADAN TURİSTİK FAALİYETLER OLMAZ”
Turizmin bir serüveni var, bunu herkese anlatmamız gerekiyor. Ben Türk turizmini yalnızca yurt dışından turist getirmek olarak görmüyorum. Ülkenin içerisindeki tüm turistik faaliyetleri bu statüde değerlendiriyorum. İş dinamiklerinin harekete geçmesinden, yurt dışından turist getirilmesine kadar bu işin tüm sorumluluğu TÜRSAB’da. Bunu küçük örneklerle izah edelim. Yurt dışında ya da yurt içinde bir tur organizasyonu yapıyorsak uçağın, otelin, restorantın ve rehberin sorumluluğunu seyahat acentaları alıyor, paralarını ödüyor. Bütün bu sorumluluk seyahat acentalarının sırtında, herkesin bunu görmesi gerekiyor. Seyahat acentaları olmadan turistik faaliyetler olamaz.
“TURİZM KELİMESİNİN GEÇTİĞİ HER YERDE TÜRSAB OLMALI”
Evet teknoloji gelişiyor, online satışlar yapılıyor ancak burada da seyahat acentası olmadan başarı elde edilemez. Dünyadaki bütün turizm otoritelerinin raporlarına bakıyoruz, Turizm faaliyetlerinin artacağı yeni ülkeleri yakından takip ediyoruz, iç turizmde yeni trendleri takip ediyoruz, turizmin tüm çeşitlerini takip ediyoruz ve nasıl geliştirebiliriz diye çalışıyoruz. Turizm kelimesinin geçtiği her yerde mutlaka TÜRSAB olmalı.
Online satışa gelince, araştırma yapıyoruz, acentaları dolaşıyoruz, müşterilerimiz gidip online bilet alıyor fakat değişiklik işlemleri için yine acentalarımıza geliyorlar.
“TÜRSAB TEKTİR, BÖLÜNEMEZ”
Yeni bir yasa çalışması var daha doğrusu yasa taslağı enflasyonu var. Turizmle uğraşan, uğraşmayan herkes bu taslaktan bahsediyor. Üyelerimiz içerisinde TÜRSAB’ın başarısızlığı için adeta dua eden insanlar var. Ben bunu anlayamıyorum. 1618 sayılı Kanun revize edilmeli, günün koşullarına göre uyarlanmalı, eksikleri giderilmeli, hepsine katılıyorum. Katılmadığım bir şey var TÜRSAB tektir, bölünemez.
“BÖYLE BİR AYRIŞMAYA GİRMEK TÜRK TURİZMİNE İHANETTİR”
Bazı kişiler üye aidatları düşüyor diye çok mutlu. Biz üye aidatlarının düşmesi için sürekli yazılar yazdık, hukuki olarak bunu düşürsek ve üyelerimizi memnun etsek diye. Belge fiyatlarının çok ucuz olduğunu söylüyorlar. TÜRSAB her kanun hazırlığında belge fiyatının en az 2 milyon olması gerektiğini söylemiştir, bunun da arkasındayız. Acentaların sorunları belli, rehberlik sorunumuz var bunun çözülmesi gerekiyor. Bunların konuşulma yeri TÜRSAB’dır. Buyurun gelin burası sizin yeriniz, burada neden tartışmıyorsunuz?
Her zamankinden daha fazla birlik ve beraberliğe ihtiyacımız olan bu dönemde böyle bir ayrışmaya girmek Türk turizmine en büyük haksızlık ve ihanettir. Hele bu ihanetin üyelerimiz tarafından yapılması da hiç hoş değildir.
“TÜRK TURİZMİNİN KAOS VE BAŞI BOŞLUĞA TAHAMMÜLÜ YOKTUR”
Yeni taslakta bölünüyoruz, kaça bölündüğümüz belli değil. Bu bölünmenin Türk turizmine çok büyük zararları olacaktır. Bu zararlarla ilgili gerekli açıklamaları yaptık, yapmaya devam edeceğiz. Turizmle alakası olmayan bazı kişilerin otorite gibi davranıp, birtakım kararların alınmasında hızlandırıcı rol üstlenmeleri bizi üzüyor. Kaos ve başı boşluğa Türk turizminin tahammülü yoktur. Turizmi 12 aya nasıl yayacağımızı, kişi başı geliri nasıl yükselteceğimizi konuşacağımıza, TÜRSAB’ı nasıl böleriz diye konuşuyoruz. Meslektaşlarımız ellerinde çantalarıyla ülke ülke dolaşıp bu ülkeye turist getirmeye çalışırken, iç turizmde tur operatörlerimiz bütün riskleri alıp Türk turizminin iç dinamiklerini harekete geçirmeye çalışırken bu bölünmeyi konuşmamız bana göre hoş bir durum değildir.
“SEYAHAT ACENTALARI OLARAK DEVLETİMİZDEN CİDDİ DESTEK BEKLİYORUZ”
Merak ettiğim çok önemli bir husus var. Biz TÜRSAB olarak bu yasa taslağının üzerinde 2011’den beri çalışıyoruz. Sayın Bakanımızın da defalarca katıldığı ve en kısa zamanda çıkacak dediği yasa birden rafa kaldırılıp neden böyle bir bilgi kirliliğiyle karşımıza çıktı bunu da gerçekten çok merak ediyorum. Sağduyulu olarak düşünmek lazım, birlik ve beraberlik içinde hareket etmek lazım. Devletimizden iç ve dış turizmi geliştirebilmek için seyahat acentaları olarak çok ciddi destekler bekliyoruz. Sayın Bakanımızın da sektörün menfaatini göz ardı edeceğine ben inanmıyorum. En kısa sürede TÜRSAB’ın ve gerçek sektör temsilcilerinin olduğu insanlarla güzel bir yasa hazırlanacağı inancı içerisindeyim. Yüzüncü yılda güzel rakamlar çıktı. Sayın Cumhurbaşkanımızın belirttiği hedefler de yüksek. Bu hedeflere ulaşmak için bölücü olmaktan çok birleştirici olmak gerekiyor.
“YASA TASLAĞINDA BELİRSİZ OLAN BİRÇOK NOKTA VAR”
Yasa taslağında muğlak olan birçok nokta bulunuyor ve bunlardan birisi de denetimle ilgili. Zaten biz bu denetimi T. C. Kültür ve Turizm Bakanlığı İl temsilcileriyle birlikte yapıyoruz. Son yıllarda çok ciddi başarılar elde edildi. Özellikle kaçak faaliyetlerin sona ermesi için eskisinden daha çok birlikte çalışmamız gerekiyor. Çok ciddi yaptırımlar koymamız, bunun için de yasaya madde eklememiz gerekiyor.
“SEYAHAT ACENTALARININ TRANSFER YETKİSİNİN ELİNDEN ALINMASI YANLIŞ BİR UYGULAMA OLUR”
Seyahat acentalarının münhasır hizmetleri vardır, bunlardan bir tanesi de tansferdir. Oteller transfer yapabilir diye konuşuluyor. Tüm fikirlere saygı duyuyorum. Ancak eğer bugün ülkemiz turizmde ilk 11’de yer alıyorsa, dünyanın ileri gelen turizm destinasyonları ülkemizde bulunuyorsa ve Türkiye, turizm otoritelerinden biriyse birtakım kuralları da koyması gerekiyor. Ülkemizde şu andaki altyapı bana göre otellerin transfer yapmasına uygun değil. Zaten seyahat acentaları bu açığı fazlasıyla kapattılar. Elimizde çok ciddi araç filoları var. Çok lüks, kaliteli ve turistin hem seyahat hem transfer konusundaki tüm isteklerini yerine getirebilecek bir araç ağımız var. Bunu birden iptal edip, yetkiyi başka yere vermenin yanlış olduğunu düşünüyorum. Taşımacılık işinden binlerce insan da ekmek yiyor.
“HERKES AYRI BİR OLUŞUM İÇİNE GİRERSE KAOS OLUŞUR, HAKSIZ REKABET ORTAYA ÇIKAR”
Herkes ayrı bir oluşum içine girerse bunun adı birlik olmaz. Her önüne gelen bin tane acentayla birlik kurmaya çalışırsa burada birlik olmaz, kaos olur. Bu kaosun da acentalara haksız rekabeti getirir. Birliğin amacı ise herkesi kontrol edip bunun olmasının önüne geçmektir. Yeni yasa ile böyle bir durum oluşursa bölgecilik de ortaya çıkar. Belki bin tane acentanın olduğu bölgede işlem yapmak istiyorsanız buradaki acentalarla işlem yapacaksınız diyebilirler. Bu durum hem ülkemiz hem turizmimiz açısından hoş olmayan soru işaretlerini yanında getiriyor.
“BÖYLE BİR YASANIN ÇIKACAĞINA İNANMIYORUM”
Bu yasa henüz taslak. Sayın Bakanımızın da engin turizm tecrübesini bildiğim için konuşuyorum. Bütün taraflarla konuşup herkesi memnun edecek, daha doğrusu Türk turizminin önünü açacak birtakım değişiklikleri çıkaracağına inanıyorum. Sayın Cumhurbaşkanımızın da vizyonu geniş, turizme çok önem veriyor. Dış ödemeler dengesini sıfırlamanın en önemli enstrümanlardan birisi turizmdir. O nedenle böyle bir yasanın çıkacağına inanmıyorum.”
TÜRSAB’A ÇOK YAKIN OLAN TURİZM ESKİ BAKANI BAHATTİN YÜCEL YAZDI:TÜRSAB BÖLÜNMEMELİ
Cumhuriyetin 100.Yıldönümünü kutlarken, TBMM’de oylanarak kabul edildiği 29 Ekim 1923 gününden kısa süre sonra kurulan ,TURİNG ve ardından on üç yıl sonra gelen ikincisi, sürekli belleğimdedir;TMGT. İlgimin kaynağı ;aktif turizmcilik yaptığım yıllarda, bu iki kurumun yöneticileri ile yollarımızın kesişmesi ve uzun süren dostluklarımız olmalı. TURİNG ve TMGT’ nin Türkiye’nin turizm geçmişinde özel -eskilerin deyimiyle müstesna- yerleri vardır.
Cumhuriyet’in ilanının üzerinden 9 gün geçer -7 Kasım 1923- Mustafa Kemal Atatürk’ün isteğiyle; Manastır’da Askeri Rüştiyeden hocası Reşit Saffet Atabinen’in kurduğu, o günkü adıyla “Seyyahin Cemiyeti” daha sonra -1930- Türkiye Turing ve Otomobil Kurumu (TTOK) Türk TURİNG adını alır.
TURİNG’ten 13 yıl sonra -1951 de- çalışmalarına başlayan, Türk Milli Gençlik Teşkilatı’nın (TMGT) bünyesindeki, “Turizm Masası” da turizme önemli katkılarda bulunmuştur.
Cumhuriyetin ilk 50 yılında kurulan önemli bir kurum daha var. Bütün engellemelere, birkaç dönem görevde bulunan bazı yöneticilerin, çıkar amaçlı zorlamalarına karşın, turizme damgasını vuran, çok etkili bir kurum; TÜRSAB. Geçtiğimiz yıl 50.Yaşını kutlayan Türkiye Seyahat Acenteleri Birliği. Cumhuriyet hayatımızın yarısı kadarlık sürede, meslektaşlarına ve sektöre hizmet vermeyi sürdürüyor.
Türkiye’de özel yasayla kurulan sektörün ilk meslek örgütü, ani gelişen büyük bir tehlike ile karşı karşıya. Ve geçmişte yukarıda örneklerini vermeye çalıştıklarımıza çok benzer yöntemlerle etkisizleştirilmeye çalışılıyor. Bu koşullarda Birliğe uzun yıllar hizmet etmiş -aralarında benim de bulunduğum-yönetimde görev almış arkadaşlar için TÜRSAB’ı ve mesleği savunmak kaçınılmaz bir görev haline geldi.
Kuşkusuz bu gelişme bir anda ortaya çıkmadı. Kısaca özetleyelim.
Gelişen sayısal teknoloji; -özellikle- pazarlama ve rezervasyon alanlarında, turizme yüz elli yıllık geçmişini hayli aşan katkılar yaptı. Yirmi yılı geçen süreçte; hizmeti üretenler ile talep edenlerin, bir araya kolaylıkla geldikleri yeni bir aşamaya geçildi.
Acımasız rekabet koşullarının etkisiyle, turizmin hemen her alanında verimlilik ilk sıraya yerleşti.
Pazarı yönlendiren tur operatörlerinin yerini, kısa sürede online rezervasyon siteleri aldı. -Örnek booking.com-
Pandemi sırasında hijyene özen gösteren istekleri, tüketiciyi kendi denetleyebileceği ölçekte, günlük ihtiyaçlarını doğrudan sağlayacağı yeni bir konaklama türüne yöneltti.-AirBnB-
Benzer gelişme; özel otomobil sahiplerinin kullanmadıkları zamanlarda, araçlarını ihtiyaç sahipleriyle paylaşabildikleri yeni bir ekonomi modeli hayat geçirildi.-Uber-
Türkiye’de kamu yönetimi turizm endüstrisini dünyadaki gelişmelere göre konumlandırmaya öncülük etmedi. “Yeni Nesil Pazardan” pay alınmasını desteklemek bir yana, uluslararası borsalarda piyasa değeri yaklaşık 100 milyar dolara ulaşan, yukarıdaki üç önemli kuruluşun çalışmalarını Türkiye’de yasakladı. Bir turizm profesyoneli ve yatırımcısının yönettiği Kültür ve Turizm Bakanlığı; “dijital kapitülasyon” olarak niteleyerek, “booking.com” a Türkiye’den erişim engeli getirdi. İçişleri Bakanlığı İstanbul’da plaka kısıtlamalarının yarattığı kıtlık rantından nemalanan, taksici esnafının isteğiyle “Uber’i de yasakladı.
Son olarak ziyaretçi sayıları ile geliş amaçlarını doğru tahmin edemediği için döviz geliri hesapları tutmayınca, bir yasak daha getirildi. Bu kez “kısa süreli kiralık evler “hedefteydi. Hızla bir yasa çıkarıldı.
Eskilerin deyimiyle “turpun büyüğünün heybede gizlendiği” kısa sürede ortaya çıktı.
Getirilmek istenen son düzenleme ile 50 Yılı aşkın sürede Türkiye’de turizmin gelişmesinde eşsiz katkıları olan TÜRSAB’ın bölünerek parçalanması hedefleniyor.
İlk adımda; Kültür ve Turizm Bakanlığı “Bakanlıklar arası Hac Komisyonunda” 1618 sayılı yasa gereği bulundurulan TÜRSAB Temsilcisinin seçimini, bir kararname ile başka bir kuruluşa devrine sessiz kaldı. İkinci adımda; belirli sayıdaki seyahat acentelerinin bir araya gelerek, “Birlikler” oluşturabilmelerine olanak sağlanarak, TÜRSAB bölünmek isteniyor.
12 Eylül askeri yönetimi de bu meslek kuruluşunu yıllar önce etkisizleştirmek istemişti. Kamu kurumu niteliğinde meslek kuruluşu olduğu gerçeği inkâr edilmeye çalışıldı. Denetçiler gönderilerek göz dağı verilmek istendi. Bütün üyeleri dayanışma içinde meslek onuru adına, her platformda TÜRSAB’ı korudular. Yasal düzenleme ve teşviklerde mesleğin geleceği adına konulan tavır, askeri yönetimin uzantılarına geri adım attırdı.
Sayın Atila Koç’un Bakanlık döneminde-2005- işbaşında bulunan Yönetim; akçalı konularda rahat davranabilmek amacıyla, 1972 yılında çıkarılan kuruluş yasasının değiştirilmesine öncülük etmişti. Ancak bu değişiklikler de TÜRSAB’ın işlevini engellemeye yetmedi.
Son tehlikeli gelişme karşısında, TÜRSAB’ın görevdeki Yönetiminin de üyelerinden alacağı güçle bu girişimin yanlışlığını her platformda dile getireceğine hiç kuşku yok. Kaldı ki, gençlik yıllarımı gece, gündüz demeden harcadığım meslek kuruluşumuzun bölünmesine, değerli meslektaşımız Sayın Kültür ve Turizm Bakanın da karşı çıkacağını inanıyor ve bekliyorum.
TÜRSAB’ın Yönetim Kurulu eski üyesi Hamit Kuk bakınız neler diyor:
Yasa taslağının 4’üncü versiyonunu okudum. Bu belge daha sonra değişikliğe uğradı mı bilmem. Dolayısıyla yapacağım değerlendirme ancak okuduğum o belge üzerinden olacak.
Benim okuduğum versiyona göre; TÜRSAB’ın birlik adı altında beşe bölünmesinin yolu açılıyor. Tur Operatörleri, Sağlık Turizmi, Hac ve Umre, Uçak Bileti Satanlar, Aynı veya farklı alanlarda faaliyet gösteren ve en az bin üye olanlar ve mevcut TÜRSAB olmak üzere en az beş parçaya bölünebilecek birliklerden bahsediyoruz.
Hac ve Umre acentaları 2018’den bu yana TÜRSAB’dan ayrılma yönünde çaba gösteriyor. Hatta sırf bu iş için bir dernek bile kurdular. Diğer branşlarda ise bugüne kadar hiçbir ayrılma arzusuna rastlamadım.
Hac ve Umre acentalarının ayrılma arzularını doğru bulmamakla birlikte anlayışla karşılayabilirim. Zira hac ve umre turizminin hassasiyetleri farklı, kontenjanları kısıtlı, Diyanet İşleri Bakanlığı ve Suudi Arabistan Hac Bakanlığı gibi yurt içinde ve yurt dışında farklı otoriteler tarafından belirlenen kural ve kaideler de dahil olmak üzere, diğer turizm çeşitleri ile örtüşmeyen tarafları var. Ancak Sağlık turizmi de dahil olmak üzere diğer branşların ayrılmasını gerektirecek hiçbir gerekçe yoktur.
Bazıları Sağlık turizmi için de aynı gerekçeleri öne sürebilirler. Ancak Sağlık Bakanlığı tarafından sertifikalandırılmış bu seyahat acentalarının çalışma usul ve esasları bellidir. En nihayetinde Türkiye Cumhuriyeti kanunları çerçevesinde çalışmalarını yürütmektedir.
Diğer taraftan bu bölünmeler bir tür branşlaşma olarak değerlendirilse bile uygulama aşamasında bunu göremeyeceğiz. Mesela sağlık turizmi acentaları TÜRSAB’dan ayrılıp farklı bir birlik kursa bile diğer seyahat acentalarının yaptığı işleri yapmaya devam edecekler. Yani kültür turu organize edebilecekler, uçak bileti vs. satabilecekler. Bu diğer birlikler için de geçerli olacak. Dolayısıyla burada bir branşlaşmadan söz edemeyiz. Öyleyse ayrılıp yeni bir birlik kurmanın gereği nedir?
1972 yılında kurulan 15 bin üyeli birliğin parçalanıp en az beş parçaya bölünerek küçücük birliklere dönüşmesinin hiçbir mantıklı gerekçesinin olmadığı kanaatindeyim. Olsa olsa böl parçala yönet mantığı olur. Zira küçük ve zayıf kurumların iç işlerine karışmak, istediği gibi yönlendirmek ve kontrol etmek daha kolay olur. Bu tür şeyler bütün muktedirlerin sevdiği şeylerdir.
Benim garipsediğim şeyse bazı meslektaşlarımızın kendilerine gösterilen havuçlara kanıp böyle tuzaklara düşmeleridir.
TÜRSAB’I TANIYALIM:
Türkiye Seyahat Acenteları Birliği, kısa adıyla TÜRSAB, 28 Eylül 1972 tarihinde yürürlüğe giren 1618 sayılı kanun ile kurulmuş, seyahat acentelarının kuruluş işlemlerinden itibaren tüm işlemlerinde yetkili kurumdur.
TÜRSAB’ın amacı, seyahat acentelığı mesleğinin ve faaliyet alanının temeli olan Türk Turizm sektörünün gelişimine katkıda bulunmaktır.
Seyahat acenteları konusunda şikayeti olan tüketiciler TÜRSAB’a başvurarak çok kısa sürede sonuç alabilmektedir. TÜRSAB, hem yönetim hem de denetim görevi üstlenerek seyahat acentelarının belli bir hizmet kalitesinde hizmet vermesini sağlamaktadır. Ayrıca turizm konusunda kurduğu meslek lisesi ile eğitimli yetişmiş turizmci konusunda da katkı sağlamaktadır. TÜRSAB, bölgesel yürütme kurulları ile ülkenin önemli turizm merkezlerinde çeşitli projelerle faaliyet göstermektedir.
Görevleri
*Seyahat Acentecılığı Meslek disiplininin sağlanması
*Seyahat Acentecılığı Mesleğinin gelişimine ilişkin faaliyetler
*Seyahat acentelarının karşılaştıkları sorunların çözümü yönünde yapılan çalışmalar
*Turizm sektörümüzde yaşanan gelişmeler ve karşılaşılan sorunlara ilişkin tüm konularla ilgili
kamuoyunu bilgilendirmek ve ilgili mercilerin dikkatine sunmak
Yönetim kurulu
Yönetim kurulu 8000’den fazla üye kuruluş tarafından iki yılda bir yapılan genel kurul ile seçilir.
*Başkan, II. Başkan, Genel Sekreter, Sayman ve 5 Üye olmak üzere toplam 9 kişiden oluşur.
*1999 yılından 2018 yılına kadar TÜRSAB Yönetim Kurulu Başkanlığı görevini Başaran
Ulusoy sürdürmüştür.
*2018’in mart ayından bu yana Firuz Bağlıkaya TÜRSAB Yönetim Kurulu Başkanlığı görevini sürdürmektedir.
Üye Olduğu Kuruluşlar
*Dünya Turizm Örgütü (UNWTO), Birleşmiş Milletler
*Uluslararası Seyahat Acenteları Birlikleri Federasyonu (UFTAA)
*Seyahat Acenteları ve Tur Operatörleri Birlikleri Grubu, (ECTAA) Avrupa Birliği
TÜRSAB nedir amacı işlevi nedir?
TÜRSAB, hem yönetim hem de denetim görevi üstlenerek seyahat acentelarinin belli bir hizmet kalitesinde hizmet vermesini sağlamaktadır. Ayrıca turizm konusunda kurduğu meslek lisesi ile eğitimli yetişmiş turizmci konusunda da katkı sağlamaktadır.
15 Yıl önce, birbirlerine ‘komünist-faşist’ yakıştırması yapan gruplar arasında yaşanan ilginç bir olayın hikâyesi.
Dün yayınladığım, ‘Nazım Hikmet için Moskova’ya’ başlıklı yazımdan sonraki çalkalanma ile, Nazım Hikmet adeta uyandı.
Yıllar önceki, ‘komünist-faşist’ kavgasının ana aktörlerinden Veyis Güngör ve Mustafa Ayrancı, bugün ılımlı yaklaşımları ile nostaljinin kaynağı oldular.
Dün düşmanca kızgınlık yaşayanlar, bugün dostça gülüyorlar.
İlhan KARAÇAY yazdı:
Değerli okuyucularım, dün “NAZIM HİKMET İÇİN MOSKOVA’YA…” başlığıyla yayınladığım haber-yorum, gerek Hollanda ve gerekse Türkiye’de olumlu bir şekilde yankılandı. Şahsıma gelen telefon, email, whatsapp ve meseenger mesajlarında,
geçmişte ‘vatan haini’ ilan edilmiş Nazım Hikmet’in, şimdi nasıl bir dostluk simgesi olduğu anlatılıyordu.
Gelen mesajlar beni, arşivimi araştırmaya zorladı. Arşivimde, sağcı-solcu kavgalarının arasında, Nazım Hikmet’e ait dosyalar da vardı. İşte o dosyalardan biri, bugün hepimize olumlu ve güldürücü bir ders verecek nitelikteydi.
On beş yıl önce Hollanda’da yaşanan, Nazım Hikmet’i sahiplenme kavgasına ait haber ve yazışmalara aitti dosyalar…
Kurumsal hafızamızda yer alan ve dün yayınlanan Nazım Hikmet yazısından sonra bazı dostlarımızın kafasında canlanan olay, 2010 yılında Amsterdam’da yaşanmıştı. Kısa adı UETD olan, Avrupalı Türk Demokratlar Birliği Hollanda teşkilatı, Amsterdam’da “Nazım Hikmet; Kerem Gibi” adlı bir program düzenlemişti. UETD için sıra dışı bir etkinlik olan bu programa, Azerbaycan Yazarlar Birliği başkanı ünlü yazar ANAR konuşmacı olarak katılmıştı. Program’da ANAR’ın, Nazım Hikmet’in Sovyetlerde bulunduğu yıllara ait anılarını, yaşantısını ve hikayesini anlatan “Kerem Gibi” kitabı tanıtılmıştı.
Programa, UETD Hollanda’nın bütün etkinliklerinde olduğu gibi, Hollanda Türk toplumunun her kesimi davet edilmişti. Davet edildikleri halde, 12 Eylül ihtilali öncesi Türkiye siyasi jargonuna göre kendilerine solcu, sosyal demokrat ve sosyalist denilen gruplar programa katılmadılar.
Nazım Hikmet’i sevdikleri bilinen bu kitleden hiç kimsenin programa katılmaması üzerine, o günkü UETD Hollanda Başkanı Veyis Güngör olaya dikkat çekmek için “Komünistler gelmese ne yazar” başlıklı bir yazı yayınlamıştı.
Tabii ki itham edilen grup, boş durmadı, hemen cevap verdi. HTIB (Hollanda Türkiyeli İşçiler Birliği) olarak ağır bir bildiri yayınladı. Bildirinin başlığı “KİRLİ ELLERİNİZİ NAZIM HİKMET’İN ÜZERİNDEN ÇEKİN!” şeklindeydi.
Hollanda Türk sivil toplum tarihi, buna benzer onlarca yaşanmış renkli ve bir o kadar da o yılların düşünce şeklini gösteren hatıralarla dolu. Göçün 60’ıncı yılının kutlanmakta olduğu 2024 yılında, zamanın ruhunu hatırlatan ve artık bir nostalji olan benzer acı ve tatlı hatıraların, çekişmelerin, restleşmelerin veya birlikte çalışmanın örneklerinin de bir şekilde ele alınması, kurumsal hafıza için önem teşkil eder.
2010 yılında yaşanan UETD Hollanda ve HTIB restleşmesinin yazılı metinlerini aşağıda siz değerli okuyucularıma sunacağım. Sözü edilen, yazar ANAR’ın kitap toplantısını ve o toplantıya katılan bir başka yazar İmdat Avşar’ın notlarını da altta bulacaksınız.
Hadi size iyi okumalar. (Gülerek tabii…)
Veyis Güngör’ün o zaman yazdıkları:
Komünistler gelmese ne yazar!
Cesaret edemediler. Yıllarca beslendikleri bir fikir adamı adına düzenlenen toplantıya gelemediler. Gelmediler. Korktular. Kim bilir belkide, ezberlerinin bozulacağını tahmin ettiler. Ya da toplantıyı organize eden kurumların adlarından dolayı katılmadılar toplantıya. Hangi sebepten olursa olsun toplantıda yoklardı komünistler. Sadece komünistler mi? Hayır. Laf açılınca mangalda kül bırakmayan, aslan sosyal demokratlarda gelmediler. Neden mi bahsediyorum. Geçtiğimiz günlerde Amsterdam’da gerçekleştirilen Nazım Hikmet programından. Bilindiği gibi Azerbaycan Yazarlar Birliği başkanı ünlü yazar ANAR, Nazım Hikmet’in Sovyetlerde bulunduğu yıllara ait anılarını, yaşantısını ve hikayesini anlatan bir kitap yayınladı. Ben burada kitabın içeriğine değinmeyeceğim. Benim üzerinde durmak istediğim olay şu. Amsterdam’da düzenlenen NAZIM HİKMET Kerem Gibi adlı kitabın tanıtım toplantısına hiç ummadığımız insanları görürken, yıllardır komünist ideolojinin bayraktarlığını yapan, hatta kendilerine zaman zaman sosyal demokrat diye hitap ettiğimizde, kardeşim bana sosyal demokrat demeyin, ben komünistim diyenleri ne yazıkkı, Nazım Hikmet toplantısında göremedik. Bin bir bahanelerle, gelemediklerini izah etmeye kalkıştılar. Aynı şekilde. Toplantı ilanını duyunca, bize yazılı mesaj göndererek, siz Nazım’ı biz de Necip Fazıl’ı tanıtan toplantılar yapalım diyen sosyal demokratlarda toplantıya katılmadılar.
Oysa Amsterdam’da yapılan Nazım Hikmet toplantısı, hedefine ulaşmıştı. Sadece Hollanda’dan tepkiler gelmiyordu. Nazım Hikmet toplantısını Köln’den, Wüppertal’dan, Üsküp’ten, İzmir’den olağanüstü tepkiler geliyordu. İşte örnekleri. Mekadonya’dan gazeteci yazar Avni Engüllü diyor ki:‘Tanıtım haberini okuduktan sonra dostum Veyis Güngör’e teşekkürlerimi sunmayı bir borç bilmekteyim… Bunun birkaç sebebi vardır. Nazım Hikmetin teşkilatınız tarafından tanıtılması ağırlıklı meseledir. Teşkilatınızın bu faaliyeti anılmadan bırakılamaz. Çünkü anlamı başkadır. Bunun Hollanda‘da yapılması aslında Türk şiiri ve Türkçenin ustasını ordakilere anlatmak açısından çok değerli ve sevindirici bu haber, dolayısıyla, bir köşe yazısı yazmaya ve Makedonya Türkleri olarak Nazımı anmak ve Makedonya‘da gündemde tutmak çabalarını hatırlayıp daha sonra bir köşe yazıma konu etmek gibi bir imkan yaratması açısından önemlidir… N.Hikmet şiiri gibi tartışılabilir… Ancak tartıştığımız insanın değerleri göz ardı edilmeden tartışılmalıdır! Her insanın anlayışı, inancı ve başka yönleri tartışılırken, başa değerlerini getirmekle başlanılmalıdır. Andığım faaliyet bu tür bir faaliyet olduğundan Hollanda Türkevi, Hollanda Türk Yazarlar Birliği ve Türk Demokratlar Birliği’nin bu faaliyetini yeniden kutlarım‘.
İzmir’den Metin Turan ise şunları yazıyor: `Değerli Türkevi yetkilileri, Türk dünyasının değerlerine, Türk kültürü ve edebiyatına bir damlacık da olsa katkısı olmuş tarihsel kişiliklere karşı, önyargılardan arınmış olarak yaklaşmak gerektiğinin somut örneğini sizler vermiş oluyorsunuz. Sizleri kutluyor, çabalarınızda başarılar diliyorum. Nazım Hikmet,kuşkusuz Türkçenin şairidir ve dolayısıyla, dünyanın neresine gidersek gidelim, Türkiye’den geliyoruz, Türküz dediğimizde akla gelen ilk iki-üç isimden biri mutlaka o olmaktadır. Ayrıca, insanları dünya görüşlerinden dolayı yargılamamak gerekir. Sizlerin de bildiğini düşündüğüm, ancak ilk ağızdan dinlemiş birisi olarak şu anıyı da paylaşmak istiyorum.Prof. Dr. Mustafa Mehmet, Romanya’da yaşayan önemli tarihçilerden biridir ve Kur’an-ı Kerim’i Romenceye akdaran kişidir. 2005 yılında, Bükreş’te, Bükreş Üniversitesi ile ortaklaşa gerçekleştirdiğimiz KIBATEK Edebiyat Sempozyumu’nda tanıştığımız Prof. Dr.Mehmet, 1957 yılında, Nazım Hikmet’in eşiyle Bükreş’e geldiklerinde, kendilerine o günün ne olduğunu, camiye gidip gitmediklerini sorar. Nazım Hikmet ekler, bugün Kadir gecesidir ve kalkın bir camiye gidelim der. Camiye giderler, Nazım Hikmet, minbere çıkar, oradaki Türklere bir de konuşma yapar ve böylesi günlerin önemli olduğunu, bir araya gelmek için vesile sayılmasını belirtir‘.
Ve Almanya’dan Birlik Gazetesi sahibi Dr. Latif Çelik şu cümleleri yazmış: `Nazım´ın kitap tanıtım haberini manşetten yayınlıyoruz. Çok garibime gitti, bir zamanlar görsem yakacağım kitabı şimdi bütün dünya okusun diye manşete koydum. Neyse koministilerin kitapları bitsin de bizim Türk İzlerine de sıra gelir inşallah‘. Evet, fazla söze gerek var mı bilmiyorum. Amsterdam’da yapılan kitap tanıtım toplantısının etkileri, Allah’a şükürler olsun, gelişen teknoloji sayesinde, üç kıta yedi denizde etkisini gösterdi. Çağdaş düşünenler takdir ettiler. Eee toplantıya, hala eski çağdaki gibi ideolojik düşünen, Hollanda’daki komünistler ve sosyal demokratlar gelmeseler ne yazar, Allah Aşkına…
Mustafa Ayrancı’nın Cevabı:
KİRLİ ELLERİNİZİ NAZIM HİKMET’İN ÜZERİNDEN ÇEKİN!
Bazan şu dūnyada çok garip şeyler oluyor. Yıllardır Nazım Hikmet’i ‘komūnist’, ‘vatan haini’ diye suçlayıp tukaka eden ‘milliyetçi-mukaddesatçı’, yeminli sol dūşmanları, şimdi onu allayıp, pullayıp siyasi emellerine alet etmek için çırpınıp duruyorlar. Üstelik bunu yaparken her şeyi ellerine gözlerine bulaştırıp, ortalığı berbat ediyorlar. Bu arada sosyalistlere saldırmayı da ihmal etmiyorlar.
Amaçları nedir?
Akıllarınca Nazım’ı ‘milliyetçi’, ‘ mukaddesaatçi’ gösterip kendilerine mal edecekler!
Hokkabazlığın bu kadarına da pes doğrusu…
Neden mi bahsediyoruz?
Geçtiğimiz gūnlerde Amsterdam’da Nazım Hikmet’in ‘vatanseverliği’ ūzerine bir kitabın tanıtım toplantısı yapılmış. Dūzenleyenler, tahmin edilebileceği gibi dūnūn ‘milliyetçi-mukaddesatçı’ları, bugūnūn ise dönme ‘muhafazakar demokratları’!..
Olabilir, herkes kendi niyetine göre toplantılar dūzenleyebilir ve amaçlarına uygun propaganda yapabilir. Buna kimse karışamaz. Yalnız, iş bununla kalmıyor. Dūzenleyenler, toplantıdan sonra ‘ neden komūnistlerin de bu toplantıya katılmadığını’ sorguluyor ve suçlamalarda bulunuyorlar. İşte bu konuda bir seyler soylememiz farz oldu.
Sayın, dūnūn ‘milliyetçi-mukaddesatçı’ları ve bugūnūn ‘muhafazakar demokrat’ları!
Sizler yıllardır Nazım Hikmet’i karalarken, solcular, sosyalistler onu anmaktan bir an bile geri durmadılar ve şiirlerini tūrkū yapıp, halay çektiler ve bunun için hapislerde yattılar. Siz o zamanlar ‘pis gomonistler’ diye Nazım’a ve bize saldırıyordunuz. Bugūn ise sanki hiç bir şey olmamış, bunların hiç birisi yaşanmamış gibi Nazım’a sahip çıkmaya çalışıyorsunuz. Bu kadar pişkinlik biraz ayıp olmuyor mu? Öncelikle, dūn yaptıklarınızın özeleştirisini yapmanız, Nazım’dan ve sosyalistlerden alenen özūr dilemeniz gerekmiyor mu?
Ayrıca, Nazım’ı ‘vatansever’ kisvesi altında milliyetçi birisi olarak lanse etmeniz ona yapılabilecek en būyūk hakarettir. Çūnkū, Nazım, her şeyden öce enternasyonalist bir sosyalisttir ve ırkçılığın, şöven milliyetçiliğin en būyūk karşıtıdır. O, milliyetçiliğin insanlığa ne būyūk felaketler getirdiğini çok iyi bilir ve bunu tūm şiirlerinde yansıtır. Yani, Nazım, sizin anladığınız anlamda bir milliyetçi değildir, o sadece yurdunu seven bir enternasyonalist sosyalisttir. Bu özelliğiyle de būtūn insanlığa malolmuştur.
Nazım, miliyetçi olmadığı gibi dindar bir insan hiç değildir. Elbette o, her sosyalist gibi dine ve dini sembollere saygılı bir insandır. Ancak, bu, Nazım’ın, sizin göstermek istediğiniz gibi ‘milliyetçi’, ‘mukaddesatçı’ birisi olduğunu göstermez. Kulaktan dolma bilgilerle, onun bunun ūfūrdūğū laflarla Nazım’ı kendinize benzetmeye çalışmayın. Gūlūnç duruma dūşūyorsunuz. Çūnkū, Nazım’ ın yazdıkları ortada duruyor ve kimliğini herkes biliyor.
Sosyalistlerin neden toplantınıza katılmadığına gelince: Sosyalistler, Nazım Hikmet’i sevmeyen, ona yıllardır hakaretler eden, bugūn ise onu siyasi emelleri için kullanmaya kalkışan hokkabazların dūzenlediği toplantılara katılmayacak kadar Nazım’ı seven ve onun dūşūncelerine samimi bir biçimde inanan insanlardır. Bu tūr konularda sosyalistleri suçlamadan önce birkaç kez dūşūnmenizi tavsiye ederiz.
İnsan cahil olabilir, ama bu kadar cūretka olması akla zarardır.
*************************
Yazar ANAR’ın kitabını tanıtma toplantısının haberi:
Azerbaycanlı yazar Anar’ın,“Nazım Hikmet/Kerem Gibi” kitabı Amsterdam’da tanıtıldı
Anar: Nazım Hikmet, Türkiye’de komünizmin simgesi olduğu yıllarda, ne gariptir ki bizim için yani Sovyetler Birliğinde yaşayan Türkler için Türkçenin ve Türkiye’nin simgesiydi…
İlhan KARAÇAY
AMSTERDAM,- Türkiye’de ilk kez, Azerbaycan Yazarlar Birliği Başkanı olan ünlü yazar ANAR’ın kaleminden, Nazım Hikmet’in, hayatının önemli bir bölümünü geçirdiği Sovyetler Birliği’nde ve özellikle Azerbaycan’da nasıl tanındığını, şiirine ve varlığına ne gibi anlamlar yüklendiğini ele alan “Nazım Hikmet/ Kerem Gibi” kapsamlı bir eser yayınlandı.
Bengü Yayınları’ndan çıkan kitap, Hollanda Türkevi, Hollanda Türk Yazarlar Birliği ve Türk Demokratlar Birliği’nin organizesi ile, kitabın yazarı ANAR ve çevirmeni İmdat Avşar’ın da katıldığı bir programla Amsterdam Palet Kongre Merkezinde tanıtıldı.
Program, gazeteci yazar Yavuz Nufel tarafından takdim edildi. Yavuz Nufel gençlik yıllarına atıfta bulunarak, Nazım Hikmet’in fikir ve düşünce dünyamızın şekillenmesindeki önemli rolüne dikkat çekti. Kendisinin biraz asi bir şair olmasından dolayı televizyon yapımcısı Tayfun Talipoğlu tarafından ikici Nazım olarak nitelendirildiğini söyleyen şair Nufel, “Nazım Hikmet’in Amsterdam’da Türkevi Derneği tarafından düzenlenen böyle anlamlı bir toplantıda anılması bir çok insanı doğrusu şaşırtmıştır” dedi.
Açılış konuşmasını yapan Hollanda Türk Yazarlar Birliği Başkanı Sadık Yemni, “Türk fikir hayatının en çok tartışılan isimlerinden birisi olan Nazım Hikmet hakkında yüzlerce makale ve kitap yazıldı. Dünyanın pek çok diline çevrilmiş Nazım’ın Türkiye dışında nasıl bilindiğine tanındığına değinen eserler göreceli olarak azdır. Sayın Anar’ın bu kitabı büyük şairin Sovyetler’deki yaşamının az bilinen yanlarına ışık tutması bakımından eşsizdir. Bunun yanı sıra edebiyat dünyamızda önemli bir yere sahip olan Nazım Hikmet’in Hollanda’da hatırlanması ve anılması takdire şayan bir gelişmedir.” dedi.
Kitabı Azerbaycan Türkçe’sinden Türkiye Türkçe’sine çeviren İmdat Avşar, Türkiye’de ilk kez Azerbaycan Yazarlar Birliği Başkanı ünlü yazar ANAR’ın kaleminden, Nazım Hikmet’in, hayatının önemli bir bölümünü geçirdiği Sovyetler Birliği’nde ve özellikle Azerbaycan’da nasıl tanındığını, şiirine ve varlığına ne gibi anlamlar yüklendiğini ele alan kapsamlı bir eser olduğunu söyledi.
İmdat Avşar şöyle konuştu: “Nazım Hikmet / Kerem Gibi adlı kitabında Anar, kendine has büyük üslubuyla, Azerbaycan’da hatta doğu bloğu coğrafyasında yaşayan Türkler için Nazım’ın nasıl anlaşıldığını anlatıyor. Nazım hakkında yazılanları hassas terazisinde eleştirel bir gözle ama nazik bir üslupla irdeliyor. ANAR’ın “Kerem Gibi” kitabını okurken, aynı şaire ve onun şiirlerine farklı coğrafyalarda nasıl birbirine bu kadar zıt anlamlar yüklenerek sevildiğini veya eleştirildiğini görerek şaşıracaksınız. Türkiye’de Nazım’ı gerek “sağ” gerekse “sol” eleştiri ve övgülerle tanıyanlar için Azerbaycan aydınlarının tanıyıp sevdikleri Nazım suretinin aynı şair veya insana ait olduğunun bilinmesi, şair hakkında yeni tartışmaların ortaya çıkmasına sebep olacak ve belki de bu tartışmalardan sonra Nazım Hikmet’in hayatı ve şiiri fikir ve düşünce hayatımızda gerçek yerini bulacak.”
Nazım Hikmet/Kerem Gibi kitabının yazarı ANAR, Nazım Hikmet’le beraber olan Dünya’da sayılı kişilerden biri olduğunu, onun özel sohbetlerinde bulunduğunu, bu kitabın bu sohbetlerden ilham alınarak ortaya çıktığını söyledi. ANAR, kitabın Nazım’ın farklı yönlerini ortaya çıkarması açısından son derece önemli bir eser olduğunu söyledi.
Yazarı ANAR, “Nazım Hikmet’in 1950’li yıllarda SSCB’ye geldikten sonra, Sovyetler Birliği’nin iç yüzünü görüp, büyük bir hayal kırıklığına uğradığını; onun büyük pişmanlığını, olduğu gibi, gördüğüm, bildiğim gibi anlatmaya çalışıyorum” dedi. ANAR sözlerine şöyle devam etti: “Nazım Hikmet,1957 yılından sonra da Bakü’ye her gelişinde bizde misafir olurdu. Bizim Moskova’ya yolumuz düştüğünde ise, ya Nazım’ın Moskova’daki evinde, ya da bağ evinde mutlaka görüşürdük. Bazen de Nazım Hikmet, Ekber Babayev ile birlikte bizim kaldığımız otele, odamıza gelirdi. Nazım Hikmet, 61 yıllık ömrünün 44 yılını Türkiye’de, 44 yılın 15’ini de İstanbul, Ankara, Bursa ve Çankırı hapishanelerinde geçirmiştir.
Nazım Hikmet’i komünist yapan, gençlik yıllarında Anadolu’da gördüğü manzaralar, haksızlık ve adaletsizlikler oldu. Anadolu insanının çilesi Nazım’ı komünist olmaya yöneltti. Nazım büyük hayallerle Sovyetler Birliğine geldi. Ancak aradığı romantizmi bulamadı. Nazım Hikmet şöyle diyor: Şiirimin kökü yurdumun topraklarındadır. Ama dallarımla bütün topraklarda, doğuda, batıda, güneyde, kuzeyde uçsuz bucaksız yayılan bütün topraklarda, o topraklar üstünde kurulmuş, medeniyetlere, bütün dünyamıza uzanmak istedim”.
ANAR, “Nazım Hikmet’in Türkiye’de komünizmin simgesi olduğu yıllarda, bizim için Sovyetlerde yaşayan Türkler için Türkçenin ve Türkiye’nin simgesiydi” diye devam etti ve sözlerine şöyle son verdi: “Nazım Hikmet kitabımın Amsterdam’da tanıtılacağı, Hollanda’daki Türklerle Nazım’ı konuşacağımı hiç hayalimden geçirmezdim. Benim için Nazım’ı burada sizinle konuşmak bir şereftir.”
Sorular bölümünde, Nazım Hikmet’in Allah’a inanıp inanmadığı da gündeme geldi. Nazm’ın dedesinin bir Mevlevi olduğunu belirten ANAR, “Nazım ilk şiirlerini Mevlevilik üzerine yazmıştır” diyerek şu hatırasını anlattı: “Bakü’de bizim evde ben ve kardeşlerim toplandık. Rahmetli babam da vardı. Nazım bize Allah’a inanıp inanmadığımızı sordu. Biz de hep birlikte ‘evet Allah’a inanıyoruz’ dedik. Bunun üzerine babam, Nazım’a dönerek, ‘Bak Nazım, bunlar yeni nesil, bunlar artık bizim neslin inandığı gibi Stalin’e inanmıyorlar, Allah’a inanıyorlar’ dedi.”
Toplantının sonunda söz alan Hollanda Türkevi ve Hollanda Türk Demokratlar Birliği Başkanı Veyis Güngör ise, Hollanda’da şimdiye kadar böyle anlamlı bir şekilde Nazım Hikmet’in anılmadığını, Nazım Hıkmet’in Hollanda’da yeteri kadar tanınmadığını dile getirerek, bir çok insanın hâlâ Nazım Hikmet’e ideolojik yaklaştığını, bu tür yaklaşanların Türkevi Derneği’nin organize etmiş olduğu Nazım Hikmet programına anlam veremediklerini belirtti.
Anar’ı Beklerken…
UZAK DENİZLER KIYISINDA BİR ÜLKE VE NÂZIM HİKMET/KEREM GİBİ
İmdat AVŞAR
Hollanda yolculuğu öncesinde, Avrasya Yazarlar Birliğinde, havaalanına gitmek için beklerken, Anar’ın, Nâzım Hikmet/Kerem Gibi (Nâzım Hikmet’in Hayatı ve Sanatı Hakkında Düşünceler) adlı kitabını -Yolculuğumuzun sebebi olan bu kitabı- Türkiye Türkçesine çevirmeye başladığım o günleri hatırlıyorum birden… Kolay olmamıştı. Kitabın karalama sayfaları üzerinde, Anar’ın düzeltme notları, satır aralarına sonradan, el ile yazılan; ama nereye ekleneceği pek belli olmayan cümleler, kril alfabesi ile yazılmış olan bazı bölümler, Azerbaycan Türkçesine has, okunduğu gibi yazılan yabancı isimler ve doğal olarak metinde geçen Rusça sözcükler… O zamanlar masamda, tuğla gibi sözlükler arasında birbirine girmiş olan o metinler, karşımda bir kitap olarak duruyor… Hollanda’da, bu kitapla ilgili söyleyeceklerimi düşünüp kitabı karıştırıyorum. Kitabın önsözünde yazdığım bir cümle ilişiyor gözüme: “ …Bu kitap Nâzım Hikmet’e Türk vatandaşlığının iade edildiği bu günlerde, mutlaka bir takım yeni tartışmaları da başlatacaktır.” Öyle de olmuştu. Nitekim fitili ilk ateşleyen Radikal Gazetesinden Necmiye Alpay’dı. Gerçek Hayat dergisi, Anar’ın bu kitapla, hem sağcıları hem de solcuları ‘ters köşeye’ yatırdığından bahsediyordu. Hürriyet Gazetesi ise hafta sonu ekinde, okuyucularına sürmanşetten sesleniyordu: Tanımadığınız Nâzım Hikmet’i tanımaya var mısınız? Aslında Kerkük’ten Kırım’a, Tuna’dan Altaylar’a kadar bütün Türkler tanıyorduk Nâzım’ı ve hepimizin zihninde bir Nâzım heykeli vardı… O heykel ki, kimimizin zihninde baş aşağı, kimimizin zihninde başı gökteydi… Anar bu kitabıyla zihinlerimizdeki Nâzım heykellerini kırıyordu. Ben ise Necmiye Alpay’ın odasında asılı duran, cam çerçeveli Nâzım Hikmet portresine taş atan bir çocuktum…
Havaalanı… Yerel Saat Farkı ve Yasaklar…
Başkanımız Yakup Deliömeroğlu geliyor… Kardeş Kalemler dergisinin aksakalı Ali Akbaş ise Anar ve Zefmira Hanım ile aşağıda, bizi bekliyor. Yakup Deliömeroğlu ve Ali Akbaş: Türk Dünyası, bu ikisinin omzunda sanki… Avrasya Yazarlar Birliği binasından Ömer Küçükmehmetoğlu’nun hazırladığı kitapları kucaklayıp arabalara koyuyor ve havaalanına hareket ediyoruz. Anar, Zemfira Hanım ve ben, uzak denizlerin kıyısındaki bir ülkeye; Hollanda’ya uçacağız. Bütün hazırlıklarımız tamam. Uçağın kalkmasına iki saat var. Uçuş kartı almak için gişeye yanaşıyoruz. Bavullarımız, kitaplarımız ve biz, görevlilerin önündeyiz. Pasaportlarımızı görevlilere verdikten iki dakika sonra, gişedeki bayan üzüntüsünü bildiriyor: İmdat Avşar uçağa binebilir; ama misafirleriniz, 03/02/2010 tarihine vize almışlar. Uçak oraya 23:00 inecek… Maalesef… Yasak… Hepimiz birbirimizin gözlerine bakıyoruz o anda. Başkanımız, yorgun gözlerini havaya dikiyor, bir çare aradığını biliyorum. Ve hemen görevli bayana dönüyor: “Uçak Hollanda’ya 23:00 da inecek, misafirlerimiz yarım saat havaalanında bekler, saat 24:00’ dan sonra giriş yaparlar, bir sorun olmaz…” “Hayır,” diyor görevli, “kurallara uygun değil…” Veyis Güngör beye telefon ediyor başkan. Kuşkusuz, o da aynı kaygıları yaşıyor Hollanda’da… Durumu Hollanda’ya bildir, pasaportların ilgili sayfasını oraya faksla, faksın cevabını bekle… Dışarıda arabaların plakalarını okuyup anons ediyor polis… Ali Akbaş ve Selçuk Akbaş, çaresiz bizimle vedalaşıp arabaların yanına gidiyorlar… “Bekleyin,” diyor görevli, “Hollanda’dan cevap gelecek…” Bekliyoruz…
Bavulların yanında, şeffaf ambalajlara sarılı kitaplara bakıyorum. Kolinin birinde Nâzım Hikmet/ Kerem Gibi… Az ilerde, kitabın yazarı Anar ve eşi Zemfira Hanım, ikisi de yorgun ve endişeli gözlerle bekliyorlar… O kitapların yanında, bir koli kitap daha var. Ayşe Atay’ın kitabı: Beş Katlı Evin Altıncı Katındaki Adam. Bu kitabın kapağında ise Anar’ın resmi…
Görevli bayan ile samimiyetimiz artıyor beklemekten. Birden soruyor:
-Bu kitaplar sizin mi? Konusu ne?
Yakup Deliömeroğlu cevaplıyor:
-Şu kitap Nâzım Hikmet’i anlatıyor. Misafirimiz, işte orada bekleyen adam, bu kitabın yazarı, Azerbaycan Yazarlar Birliği Başkanı Anar. Şu kitap ise Ayşe Atay’ın kitabı, Ayşe Hanım da bu kitabın yazarını, yani Anar’ı anlatıyor…
Görevlinin kafası karışıyor, Zemfira Hanımı, Ayşe Hanım zannediyor:
-Haaa, desene, bunlar birbirini anlatıyor!
Yakup Deliömeroğlu ile göz göze geliyoruz, gülümsüyoruz… Neden sonra bizi çağırıyorlar. Görevli, başkanın önerisini tekrarlıyor: “Misafirleriniz, Hollanda saati ile 24:00’dan sonra giriş yapsınlar…” Başkanın omzundan bir dağ iniyor sanki aceleyle bagajları veriyoruz. Veyis Beyi arıyor başkan, durumu izah ediyor, vedalaşıyoruz…
Anar ve Zemfira Hanım Uluslararası Topraklarda, Ben Hollanda’dayım
Hollanda saati ile 23:00. Schipol Havaalanındayız. Bagajları hesap etmemiştik. Ben mecburen Hollanda’ya giriş yapıyorum. Üstat ve eşi, uluslararası topraklarda kalıyor. Dev labirentleri andıran havaalanında, inen yolcuların ardına takılıyorum. Bagajları taşıyan bant ilerliyor. Bekliyorum. Anar’ın bavulunu tanıyabilecek miyim? Ankara’da, havaalanında beklerken öyle çok baktım ki, görür görmez tanırım! Bavullar geliyor, yakalıyorum birer birer; ama kitaplar darmadağınık! Nâzım Hikmet’in hayatı gibi… Bavulların arasında üçer beşer geliyor Nâzım Hikmet! Kerem gibi, derbeder! Tek tek topluyorum onları…
Hollanda’daki Türklerin Hafızası: Coşkun Yeğenoğlu.
Biri yaklaşıyor yanıma, ortalıkta hiç kimse yok; ama o, sağa sola bakıyor. Bizi aradığı belli. Benim onu beklediğimi hissettiriyor davranışlarıyla. Yaklaşıyor:
-Nâzım Hikmet toplantısına gelenler?
-Evet.
-Üç kişi olduğunuzu söylemişlerdi?
-Saat 24:00’da giriş yapacaklar, vakit tamam, şimdi gelirler.
Oturuyoruz. Kibar, beyefendi biri. Veyis Güngör de geliyor o sırada. Anar ve Zemfira Hanım, az sonra kapıdan görünüyorlar. Hep birlikte çıkıyoruz. Coşkun Bey, kırk yıldır Hollanda’da olduğunu söylüyor… Mekânların, binaların, yolların… ve bizim göçmen işçilerin, kısa bir tarihçesini anlatıyor otele varıncaya kadar. Coşkun Bey, bizimkilerin ortak hafızası adeta bu gurbet elde…
Palet Kongre Merkezi, Yâd Elde Toplanan Türkler ve Nâzım Hikmet/Kerem Gibi
Palet Kongre Merkezi’nde seçkin bir topluluk bizi bekliyor. Hollanda Nogay Vakfı, Hollanda Türk Azerbaycan Kültür Derneği, Türkevi Vakfı, Hollanda Türk Demokratlar Birliği, Benelüks Azerbaycan Kongresi, Türkiye Yazarlar Birliği Hollanda Temsilciliği ile diğer Türk Dernekleri ve sivil toplum Kuruluşları, Türk gazeteleri ve dergilerinin temsilcileri var. İlk sözün sahibi, Roman yazarı Sadık Yemni… Gelenleri selamlıyor ve kısa bir değerlendirme yaptıktan sonra: “Yıllardır Hollanda’da yaşıyorum. Hollanda’da bir Nâzım Hikmet toplantısı yapacağımızı asla düşünmemiştim. Bu bizim açımızdan önemli bir dönüm noktasıdır. Kendi değerlerimize, farklı açılarından bakma fırsatıdır…” diyor. Sonra, hikâye yazarı ve şair, “Lalezarda Deli Var,” adlı kitabın sahibi Yavuz Nufel alıyor sözü. Yavuz Bey; “Hem gurbette bir şair, hem de radikal söylemlerinden dolayı kendisini Nâzım Hikmet’e benzettiklerinden bahsediyor ve ekliyor: Nâzım Hikmet’i farklı bir pencereden görerek anlatan Anar’ın, konuşacaklarını ve kitabın muhtevasını merak ediyorum, heyecanla bekliyorum…
Kardeş Azerbaycanlı ve Türkiyeli dostların meraklı gözleri önünde, önce biraz heyecanlanıyorum. Sonra, kısa bir Nâzım Hikmet biyografisi ve 20. Yüzyılda dünyanın başına bela olan ideolojileri anlatıyorum. İdeolojilerin, olgu ve olaylara, hatta tarihi şahsiyetlere karşı ideolojik bakışın, beyinlere nasıl pranga vurduğunu, peşinden giden insanları ve toplumları bir hallaç gibi nasıl savurduğunu anlatıyorum. Yine bir ideolojik rüzgârın savurduğu Nâzım Hikmet’e getiriyorum sözü. Nâzım Hikmet’in soğuk savaş döneminde, Sovyetler Birliğindeki yaşadıklarının, büyük hayal kırıklıklarının ve pişmanlıklarının, bu güne kadar pek bilinmediğini, Anar’ın bu karanlık noktalara ışık tuttuğunu, bulanık zihinleri aydınlığa çağırdığını söylüyorum. Birçoğumuz için vatan haini, komünist olan bir şahsiyetin, Sovyetler Birliği hatta bütün Doğu Bloğu ülkelerinde yaşayan Türkler için, Türklüğün sembolü haline geldiğini söylediğimde, dinleyicilerin yerlerine daha muhkem yerleşerek, dikkatlerini yoğunlaştırdıklarına şahit oluyorum. Sözü, bu söylediklerimin canlı tanığına ve bu kitabın yazarına veriyorum diyerek bitiriyorum…
Anar, önce dinleyicilere, sonra konuşmacılara teşekkürlerini bildiriyor. Ardından toplantıyı düzenleyen Veyis Güngör Beyi ve diğer görevlileri: “şunu çok iyi biliyorum ki, sizler, Nâzım Hikmet’in ruhunu şad ettiniz,” diyerek kutluyor… Nâzım Hikmet’i nasıl tanıdığını, şairin, annesi Nigar Raifbeyli ve babası Resul Rıza ile çok samimi dost olduğunu anlatıyor… Nâzım’ın 1920’ li yıllarda, komünizm büyüsüne kapıldığını, fakat 2. Dünya savaşı yıllarında, Türkiye’de mahkûm olan Nâzım’ın, Sovyetler Birliğinde cereyan eden olaylardan, kütlesel kırgınlardan ve aydınların, ya kurşuna dizilerek ya da Sibirya’ya sürgün edilerek susturulduğundan habersiz olduğunu anlatıyor. Ve onun, 1950’li yıllarda, nostaljik duygularla geldiği ‘Rüyalarının Memleketinde” yaşananları öğrendikten sonra, derin bir hayal kırıklığına uğradığını, büyük pişmanlıklar yaşadığını söylüyor. Hatta: Nâzım’ın, Resul Rıza’ya: Sovyetler Birliğinin özgülüğündense, ülkemin zindanlarını tercih ederim, diyerek yakındığını anlatıyor… Anar, yaşadığı, tanık olduğu birçok olayı anlatıp zihinlere çok farklı bir Nâzım portresi yerleştirdikten sonra, konuşmasını şu sözlerle bitiriyor: O zamanlar Azerbaycan, Sovyetler Birliği’nin bir parçasıydı ve bunun için de Nâzım, Azerbaycan’da, genel Sovyet siyaseti çerçevesinde kabul görüyordu, denilebilir. Bu doğrudur ama bu yalnızca gerçeğin bir bölümüdür, tamamı değil. Gerçeğin diğer ve daha önemli yanı ise şudur ki: O yıllarda Nâzım, Türkiye’de birçokları için “Moskova’nın adamı,” “Türk düşmanı” idiyse de Azerbaycanlılar için Türkiye’nin, Türklüğün, Türk dilinin sembolüydü. Nâzım’ı bitip tükenmeyen alkışlara gark eden Bakü salonlarındaki dinleyiciler, onun şahsında bir komünizm propagandacısını değil, bize, uzun yıllar hasretini çektiğimiz, Türkiye’nin kokusunu, ruhunu getiren, canımız kadar yakın olan Türk diliyle konuşan, ölümsüz şiirlerini Türkçe okuyan -Hem muhteşem okuyan- bir TÜRK şairini alkışlıyordu. O yıllarda Sovyetler Birliğinin Türk bölgelerinde, özellikle elbette Azerbaycan’da, hiç kimse Türklük ruhunu, Türklük şuurunu, Nâzım Hikmet kadar yükseltememiştir. TÜRK sözü, Azerbaycan’da halkımızın, dilimizin adı gibi yasaklandığı; Türkiye ile tarih, edebiyat, folklor, soy, adet ve anane birliğimiz hakkında her hangi bir fikrin ölüm sebebi sayıldığı; bizi bağlayan bütün iplerin kopartıldığı; Türkiye sevgisinden dolayı ya da Türkiye’de akrabalarının olduğunu söyleyenlerin katledildiği yıllardı. Nâzım Hikmet geniş katılımlı toplantılarda, üstelik en yüksek kürsülerden: “Ben Türk’üm, siz de Türk’sünüz, ruhumuz, geleneklerimiz bir, halklarımız, dillerimiz kardeştir” diye haykırıyordu…
…Ve sorular, yine eski, yine tanıdık, yine ideolojik bakışların yönelttiği sorular… Nâzım’ın dedeleri Türk müydü? Nâzım Allah’a inanıyor muydu? Beni Stalin yarattı dediği doğru mu? Niçin Türkiye’ye dönmedi? Romanya’da Nâzım’ın bir kadir gecesinde, camiye gittiği söyleniyor, böyle bir olay olmuş mu? Bu hayal kırıklıklarını, komünizme olan inanç yitimini, niçin o yıllarda ifade etmedi? Anar, hemen her soruya, yaşadığı bir anı ile cevap veriyor… Soruyu soranların, geçmişteki o olaylar içinden, cevabı bulması için düşünmeye sevk ediyor…
Son sözü Veyis Güngör Bey alıyor: Konuşulanları özetliyor ve sitem ediyor: Yıllardır sol söylemin bayraktarlığını yapanlar, kendilerine ‘sosyal demokrat’ denmesini zül addederek ‘ben komünistim’ diye dolaşanlar, Nâzım Hikmet’i kendilerine bayrak yapanlar, ne yazık ki, bu Türk şairinin bilinmeyen yönleri ile yüzleşmeye gelemediler. Nâzım Hikmet’in, ‘rüyalar memleketi’ olan Sovyetler Birliğinde yaşadığı derin hayal kırıklıklarına, komünizme olan inanç yitimine tanıklık eden, bir dünya yazarını, Nâzım Hikmet’in son yıllarının canlı şahidi Anar’ı dinleme cesareti gösteremediler… Onlar bin bir bahane ile gelemediğini beyan etseler de, bu toplantı hedefine ulaşmıştır,” diyerek bitiriyor konuşmasını…
Bu dirayetli sese, Türk bayrağını yâd ellerde üstelik en yüksek burçlarda dalgalandıran memleket sevdalısı Veyis Güngör Beye, sessizce mırıldanarak cevap veriyorum: Üzülme başkan! Onlar gelselerdi bile, yıllar önce yüreklerinin bir köşesine, bin bir emekle inşa ettikleri Nâzım Hikmet heykelini yıkmaya cesaret edemeyeceklerdi. Hatta direnecekler, Nâzım hakkında konuşanların- Bu Anar dahi olsa- Nâzım Hikmet’i tanımadığından dem vuracaklardı…
Uzak denizlerin kıyısında, Hollanda’da, Palet Kongre Merkezi’ndeki dinleyicilerin zihninden farklı bir Nâzım Hikmet rüzgârı geçiyor… Hollanda’da yaşayan Türkler için muhkem bir kale, sağlam bir dayanak olan Veyis Güngör’e, Sadık Yemni’ye, Coşkun Yeğenoğlu’na, Yavuz Nufel’e, İlhan Aşkın’a, Orhan Demirci’ye, Elsever Memmedov’a gönlümüzde bir dost köşesi açıp, en güzel duygularla ayrılıyoruz Hollanda’dan…
************************
Değerli Okurlarım, Bugünkü yazımın Hollandacasını, özel bir nedenle yayınlamıyorum.
Anlayışla karşılayacağınızı umut ediyorum.
Doğumunun 122’nci yılı anılacak olan şair-yazarımız için, 3 Şubat’ta özel bir etkinlik düzenlendi.
Etkinliği, Moskova Nâzim Hikmet Kültür ve Sanat Vakfi, Moskova Yunus Emre Enstitüsü, Rusya Federasyonu Sinematograflar Birliği, Kültür Bakanlığı-Kuzey Bölgesi Kültür İdaresi organize ediyor.
Etkinliğe, Türkiye Cumhuriyeti Moskova Büyükelçisi Tanju Bilgiç
Oyuncu-Yönetmen Türkan Soray, Oyuncu-Koreograf Alla Sigalova ve Yunus Emre Enstitüsü Denetleme Kurulu Üyesi Ali Özgündüz katılacak.
Etkinliğe ücretsiz katılmak isteyenler, Moskova Nâzim Hikmet Vakfi’nın internet sitesindeki linke başvurabilirler.
(Haberin Hollandacası en altta) (Nederlandse versie van het bericht is onderaan)
İlhan KARAÇAY’ın yorum-haberi:
Hey gidi günler hey!
Ne hoş değil mi? Bir zamanlar Nazım Hikmet’i ağızlarına alanlara ‘Haydi Moskova’ya’ tepkisi verilirken, şimdi aynı Nazı Hikmet için yapılacak olan anma törenine devlet temsilcileri ve sanatçılarımız katılıyor.
Nazım Hikmet, Türk edebiyatının önemli şairlerinden biriydi. Ancak hayatı boyunca politik görüşleri ve aktivizmi nedeniyle de tartışmalara konu olmuştu. Nazım Hikmet, sol görüşlü bir şair olarak hayatının büyük bir kısmını komünist ideallerle uyumlu bir şekilde geçirmişti. Ne var ki, bu durum onun ‘vatan haini’ olarak suçlanmasına neden olmuştu.
Nazım Hikmet’in vatan haini olarak suçlanmasının temelinde, politik görüşleri ve öne çıkan eserlerindeki eleştiriler bulunmaktaydı. Ancak, zaman içinde bu tür etiketlemelerin birçoğu, eleştiri ve sansür olarak değerlendirilmeye başlanmıştı. Nazım Hikmet’in asıl amacının, insan hakları, eşitlik ve özgürlük gibi evrensel değerleri savunmak olduğu da savunulmaktaydı.
Nazım Hikmet’in mezarının Türkiye’ye getirilmesi de, uzun bir süre tartışmalara neden olmuştu. Nazım Hikmet, 1963 yılında Sovyetler Birliği’nde ölmüştü. Ancak, vasiyeti doğrultusunda cenazesi Türkiye’ye getirilmediği için, Türkiye’de defnedilmemişti.
1991 yılında, Türkiye’de siyasi atmosferdeki değişiklikler ve Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla birlikte, Nazım Hikmet’in naaşının Türkiye’ye getirilme olasılığı gündeme gelmişti.
1992 yılında, Türkiye’de birçok sanatçı, yazar ve aydın tarafından desteklenen kampanyalar sonucunda, Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti, Nazım Hikmet’in naaşının ülkeye getirilmesine izin vermişti. Böylece, 1991 yılında, 28 yıl süren bir sürgünden sonra Nazım Hikmet’in naaşı Türkiye’ye getirilmiş ve ona İstanbul’da bir anıt mezar yapılmıştı.
“Beni Anadolu’da bir köy mezarlığına gömün, Tepemde bir çınar ağacı olsun…” diyen Nazım Hikmet, özlem duyduğu memleketine gömülemedi ama, şiirinde vasiyet ettiği temsili bir mezarı yapıldı. Eskişehir’in Doğançayır beldesindeki o mezarda Nazım Hikmet anılıyor, hatırlanıyor.
Bu olay, Nazım Hikmet’in ölümünden sonraki yıllarda ona yönelik algının değişmesine ve sanatsal mirasının daha geniş bir kitle tarafından takdir edilmesine katkıda bulunmuştu. Türkiye’de, Nazım Hikmet’in mezarı, onun anısını yaşatan ve sevenleri tarafından ziyaret edilen bir anıt olarak önemini koruyor.
Nazım Hikmet’in şiirleri, insanlık, aşk, özgürlük gibi evrensel temalara odaklanması nedeniyle geniş bir kitle tarafından değer görmüştür.
Nazım Hikmet için İstanbul’da da bir anıt yapılmıştı. Saha sonra bu anıttaki çok ağır taş çalınmıştı. Nazım Hikmet için yurdun çeşitli bölgelerinde anıt yapma isteği baş göstermişti.
Edebiyat ve sanat, farklı görüşlere sahip insanları bir araya getirme ve farklı perspektifleri anlama fırsatı sunduğu için, Nazım Hikmet için düzenlenen anma törenlerine katılan sanatçılar ve delet temsilcileri, sadece onun politik duruşunu değil, aynı zamanda sanatsal mirasını ve kültürel katkılarını da onurlandırmış oluyorlar.
Onun için anma törenlerine katılmanın veya eserlerini takdir etmenin, sadece politik görüşleriyle değil, aynı zamanda sanatsal katkıları ve edebi değeri ile ilgili olduğuna inanıyorum.
122’NCİ YIL
Onun için anma törenlerine katılmanın veya eserlerini takdir etmenin, sadece politik görüşleriyle değil, aynı zamanda sanatsal katkıları ve edebi değeri ile ilgili olduğunu söylemek mümkündür. Bovenkant formulier
Evet, öncesini ve sonrasını sizlere sunduğum bu değerli insan için şimdi bir anma töreni daha yapılacak.
Töreni, Moskova Nâzim Hikmet Kültür ve Sanat Vakfi, Moskova Yunus
Eme Enstitüsü, Rusya Federasyonu Sinematograflar Birliği, Moskova Kültür
Bakanlığı, Kuzey Bölgesi Kültür İdaresi organize ediyor.
Törene, Türkiye Cumhuriyeti Moskova Büyükelçisi Tanju Bilgiç
Oyuncu, Yönetmen Türkan Soray, Oyuncu-Koreograf Alla Sigalova ve
Yunus Emre Enstitüsü Denetleme Kurulu Üyesi Ali Özgündüz katılacak.
Etkinliğe ücretsiz katılmak isteyenler, Moskova Nâzim Hikmet Vakfi’nın internet sitesindeki linke başvurabilirler.
Rusya Federasyonu Sinematograflar Birligi Dom Kino Sineması Büyük Salonu’nda saat 19.00’da başlayacak olan anma töreninin adresi:
Vasilyevskaya Caddesi 13 Moskova Rus İş İnsanları Birliği tarafından şahsıma gönderilen program şöyle:
-Açılış ve selamlama konusmaları
-Film Gösterimi – Bir Ask Masali – Ferhat ile Sirin
“Bir Ask Masalı-Ferhat ile Sirin” yönetmenligini Ejder İbrahimov’un
yaptigi, senaryosunun Nâzim Hikmet’in Ferhad ile Sirin a doyunundan
esinlenildigi basrollerinde ise Türkan Soray, Alla Sigalova veFaruk Peker’in oynadig 1978 Türk, Sovyet
ortak yapimi sinema filmidir. Film yillar sonra Mosfilm stüdyolarindan
temin edilerek Rusça dil ve Türkçe altyazili olarak izleyiciyle bulusturulacaktır.
Ücretsiz Katılım için;
Etkinliğe katılmak isteyenler, Moskova Nâzım Hikmet Vakfı internet sitesinden ya da paylasilan basvuru linkinden ulaçacaklari form
ile bilet talebinde bulunabileceklerdir.
Op 3 februari werd een speciaal evenement georganiseerd om de 122e geboortedag van de dichter-schrijver te herdenken.
De organisatie is in handen van het Ministerie van Cultuur van de noordelijke regio, Moskou Nâzim Hikmet Stichting voor Cultuur en Kunst, Moskou Yunus Emre Instituut, Unie van Cinematografen van de Russische Federatie.
Ambassadeur van de Republiek Turkije in Moskou Tanju Bilgiç Actrice, regisseur Türkan Soray, actrice-choreografe Alla Sigalova en Ali Özgündüz, lid van de raad van toezicht van het Yunus Emre Instituut, zullen het evenement bijwonen.
Wie het evenement gratis wil bijwonen, kan zich aanmelden via de link op de website van de Nâzım Hikmet Foundation in Moskou.
Bericht-Commentaar van İlhan KARAÇAY:
Ach, die dagen, ach!
Is het niet mooi, dat er ooit een reactie was van “ga je naar Moskou” op degenen die over Nazım Hikmet spraken, maar nu wonen vertegenwoordigers van de staat en onze kunstenaars de herdenkingsceremonie voor dezelfde Nazım Hikmet bij.
Nazım Hikmet was een van de belangrijkste dichters van de Turkse literatuur. Hij was echter ook het onderwerp van controverse tijdens zijn leven vanwege zijn politieke standpunten en activisme. Nazım Hikmet stond bekend als een linkse dichter en bracht een groot deel van zijn leven door in lijn met communistische idealen. Dit leidde er echter toe dat hij ervan werd beschuldigd een verrader te zijn.
Nazım Hikmet’s politieke standpunten en kritiek op zijn prominente werken waren de basis voor zijn etiket van verrader. Na verloop van tijd werden veel van deze etiketten echter beschouwd als kritiek en censuur. Er werd ook beweerd dat het werkelijke doel van Nazım Hikmet was om universele waarden zoals mensenrechten, gelijkheid en vrijheid te verdedigen.
De terugkeer van het graf van Nazım Hikmet naar Turkije zorgde ook lange tijd voor controverse. Nazım Hikmet was in 1963 in de Sovjet-Unie gestorven. Omdat zijn lichaam echter niet naar Turkije werd gebracht volgens zijn testament, werd hij niet in Turkije begraven.
In 1991, met de veranderingen in de politieke sfeer in Turkije en het uiteenvallen van de Sovjet-Unie, ontstond de mogelijkheid om het lichaam van Nazım Hikmet naar Turkije te brengen. Dit proces vergde echter een lange strijd.
In 1992 gaf de regering van de Republiek Turkije toestemming voor de terugkeer van het lichaam van Nazım Hikmet naar Turkije, als gevolg van campagnes die werden gesteund door vele kunstenaars, schrijvers en intellectuelen in Turkije. Zo werd in 1991, na 28 jaar ballingschap, het lichaam van Nazım Hikmet naar Turkije gebracht en werd er een mausoleum voor hem gebouwd in Istanbul.
Nazım Hikmet, die zei “Begraaf me op een dorpskerkhof in Anatolië, met een plataan op mijn heuvel…”, kon niet in zijn geboortestad worden begraven, maar er werd een representatief graf gebouwd zoals hij in zijn gedicht had gewild. Nazım Hikmet wordt herdacht en herinnerd in dat graf in de stad Doğançayır in Eskişehir.
Deze gebeurtenis droeg bij aan een verandering in de perceptie van Nazım Hikmet in de jaren na zijn dood en aan een bredere waardering van zijn artistieke nalatenschap. In Turkije blijft het graf van Nazım Hikmet belangrijk als monument dat zijn herinnering levend houdt en wordt bezocht door zijn dierbaren.
De poëzie van Nazım Hikmet wordt door een breed publiek gewaardeerd vanwege de focus op universele thema’s als menselijkheid, liefde en vrijheid.
Er werd ook een monument voor Nazım Hikmet gebouwd in Istanbul. Later werd de zeer zware steen van dit monument gestolen. Er was een verlangen om monumenten voor Nazım Hikmet te bouwen in verschillende delen van het land.
Omdat literatuur en kunst de mogelijkheid bieden om mensen met verschillende meningen samen te brengen en verschillende perspectieven te begrijpen, eren kunstenaars en vertegenwoordigers van delet die herdenkingsceremonies voor Nazım Hikmet bijwonen niet alleen zijn politieke houding, maar ook zijn artistieke nalatenschap en culturele bijdragen.
Ik geloof dat het bijwonen van herdenkingsceremonies voor hem of het waarderen van zijn werk niet alleen gaat over zijn politieke standpunten, maar ook over zijn artistieke bijdragen en literaire waarde.
Ja, er komt een herdenkingsceremonie voor deze waardevolle persoon, wiens voor en na ik aan jullie heb gepresenteerd.
122e JAAR
De ceremonie wordt georganiseerd door de Moskouse Nâzim Hikmet Stichting voor Cultuur en Kunst, het Moskouse Yunus Eme Instituut, Unie van Cinematografen van de Russische Federatie, Het ministerie van Cultuur van de noordelijke regio organiseert de ceremonie.
Ambassadeur van de Republiek Turkije in Moskou Tanju Bilgiç, Actrice, regisseur Türkan Soray, actrice-choreografe Alla Sigalova en Ali Özgündüz, lid van de raad van toezicht van het Yunus Emre Instituut, zullen de ceremonie bijwonen.
Wie het evenement gratis wil bijwonen, kan zich aanmelden via de link op de website van de Moskouse Nâzim Hikmet Stichting.
Het adres van de herdenkingsceremonie, die om 19.00 uur begint in de Grote Zaal van Dom Kino Cinema van de Unie van Cinematografen van de Russische Federatie,
is: Vasiljevskaja-straat 13 Moskou
Het programma dat mij is toegestuurd door de Russian Business Association ziet er als volgt uit:
-Opening en begroetingstoespraken
-Filmvertoning – Bir Ask Masali – Ferhat ile Sirin.
-“Een verhaal over liefde – Farhad en Sirin” geregisseerd door Ejder Ibrahimov het
script is gebaseerd op Ferhad en Sirin van Nâzim Hikmet geïnspireerd op de Turks-Sovjetfilm uit 1978 met Türkan Soray, Alla Sigalova en Faruk Peker in de hoofdrollen.
is een coproductiefilm. De film werd jaren later uitgebracht door Mosfilm studios
en wordt aan het publiek gepresenteerd in het Russisch met Turkse ondertiteling.
Gratis deelname;
Wie wil deelnemen aan het evenement.
Het formulier dat beschikbaar is op de website van de Nâzım Hikmet Foundation in Moskou of via de gedeelde aanvraaglink kunnen een ticket aanvragen.
Kitabın yazarlarından biri olan Erik Jan Zürcher, Atatürk karşıtı olmasına rağmen Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nden nişan aldı. Daha sonra nişanı protesto amaçlı geri veren yazar, Amsterdam’daki işinden kovulmuştu.
Bir Dışişleri yetkilisinin de hazır bulunduğu kitap tanıtım toplantısında Hollandaca baskı sunulurken, Türkçe baskının yakında çıkacağı belirtildi.
Kitabın kapağında Erdoğan’ın fotoğrafının bulunmaması tenkitlerine verilen cevaplar…
(Yazıların Hollandacası en altta) (de Nederlandse versie van de teksten staat onderaan)
İlhan KARAÇAY derledi:
Dün, Türkiye’de yayınlanan Turizmin Sesi adlı haber portalından bir meslektaşım, Hollanda’nın İstanbul Başkonsolosluğu’nda yapılan bir kitap tanıtımı ile ilgili olarak yayınladıkları haberi bana da ayrıca göndermiş.
Sanıyorum, haberi gönderen meslektaşım, kitabı yazanlardan birinin, Atatürk karşıtı olduğu halde Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nden nişan alışına ve daha sonra da bu nişanı geri vermesine kızdığımı ve bu konuda birkaç yayın yaptığımı bilen bir meslaktaş.
Benim ağır eleştirime maruz kalan Hollandalı tarihçi adamın adı Erik Jan Zürcher. Bu adam için daha önce yazılanları, derlememin sonunda sizlere sunacağım.
Şimdi, Turizmin Sesi haber portalında yayınlanan kitap tanıtım haberini ve kitap hakkındaki diğer bilgileri sizlere sunuyorum.
EGEM KURT
İSTANBUL- Hollanda İstanbul Başkonsolosluğu, 2024 yılının ilk kültür etkinliğinde Leiden Üniversitesi Yayınlarından çıkan A Hundred Years Of Republican Turkey : History In A Hundred Fragments (Edited by Erik Jan Zürcher & Alp Yenen ) Kitabı’nın lansmanına ev sahipliği yaptı.
Hollanda İstanbul Başkonsolosu Arjen Uijterlinde ve Hollanda Enstitüsü Direktörü Fokke Gerritsen ‘in açılış konuşmalarıyla başlayan lansmana ünlü akademisyen Erik- Jan Zücher online olarak katıldı. Kitabın editörü Alp Yenen ve akademik çalışmada yer alan Umut Azak ve Çimen Günay Erkol da birer sunum ile kitabı tanıttılar. Kitap, Türkiye Cumhuriyeti hakkında ekonomi,kültür,siyaset,sanat,toplum ve toplumsal cinsiyet eşitliği konusunda uzman yazarlar tarafından oluşturulan yüz yılı içeren bir mozaik olarak ele alınmış.
Ancak davetli akademisyenlerin hatta TC Dışişleri Bakanlığı yetkilisinin de dikkatini çekerek soru sordukları konu ise kitabın kapağı oldu. Kitabın iddiası, Türkiye Cumhuriyeti’nin yüzyılından bir çok konuda kesitler vermek. Cumhuriyet tarihimizin en önemli politik kişilerinden biri olan Cumhurbaşkanımız Sn. Recep Tayyip Erdoğan kapakta yer almıyor. Ayrıca cumhuriyetin önemli bir kadın kişiliği de kapakta yer almıyor. Sorulara yanıt veren Alp Yenen, kadın konusunda kitabın içeriğinde konu olarak yer almadığını söyledi. Cumhurbaşkanı Sn. Erdoğan konusunda ise sebebini bilmediğini ve kapağa karar veren fotoğrafçının Ankara’da çarşıda kilim koleksiyonundan çektikleri içinden seçildiğini söyleyerek, belki cumhurbaşkanının olduğu kilim yok sattı, bulunmuyordu ve bu nedenle fotoğraflarda yoktu dedi. Davetlileri , açıklama gülümsetti.
Tourismexclusive ekibi olarak belirtelim ki lansmanda kitabın satışı yoktu sadece Başkonsolos Uijterlinde kitabın bir kısmını okuduğunu ve beğendiğini söyledi. Kitap ,İletişim Yayınlarından Türkçe olarak basılacak . Hatta Başkonsolos, Türkçe versiyonunda Cumhurbaşkanı Sn. Erdoğan’ın olacağını da ekledi. Kitabı merak eden Turizmisesi takipçileri yabancı yayınları satan online platformlardan ve İstanbul ‘da yabancı yayınları satan kitabevlerinden bilgi edinebilir. Kitaplar kapaklarına göre yargılanmaz ; bu nedenle okuduktan sonra daha iyi karar verilebilir; ne var ki iddialı bir çalışma olarak kadına ve en önemli politik isimlerden birine kapakta yer vermemesi eleştiri konusu oldu. Kapakta Nazım Hikmet,Deniz Gezmiş, Yılmaz Güney ,Muhsin Yazıcıoğlu ,Adnan Menderes, Turgut Özal, Mustafa Kemal Atatürk ve Hz. Ali yer alıyor ; ayrıca üç hilal ve Türkiye Cumhuriyeti Bayrağı’na yer verilmiş.
Yukarıda okuduklarınız Turizmin Sesi-Tourism Exclusive haber portalına aittir.
KİTAP
Daha önce, geçtiğimiz ekim aynında Amsterdam’da tanıtımı yapılan kitabı tam olarak okumadım ama, olumlu gerçeklerin yanında, özellikle Erik Jan Zürcher tarafından yazılmış bölümlerde, Atatürk karşıtlığı ve Türkiye Cumhuriyeti aleyhtarlığı sözleri vardır sanıyorum.
Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, A Hundred Years Of Republican Turkey kitabı kapağında yer alan kişiler arasında olmadığına şaşırdık.
Amsterdam’da yapılan ilk tanıtım toplantısı için gönderilen duyuruda şunlar yazılıydı:
29 Ekim 2023, Türkiye Cumhuriyeti’nin yüzüncü yıl dönümünü kutluyor. Leiden Üniversitesi’nin dünyaca ünlü Türkiye Araştırmaları programından Alp Yenen ve Erik-Jan Zürcher’in editörlüğünü yaptığı Cumhuriyet Türkiye’sinin Yüz Yılı: Yüz Parçadan Bir Tarih kitabının yayımlanmasının vesilesi bu . Bu kitap, Türkiye’nin siyasi değişimler, kültürel değişimler ve toplumsal dönüşümlerle dolu geçen yüzyılına ilişkin yenilikçi bir incelemedir. Kitabın mozaik benzeri yapısı, Türkiye insanının bu büyüleyici gidişatındaki yüzlerce önemli ana ışık tutuyor. Hem akademisyenler hem de genel okuyucular için özel olarak hazırlanan bu kitap, her biri 70’in üzerinde uzmandan biri tarafından tanıtılan ve analiz edilen tarihi kaynaklardan yüz parçayı bir araya getirerek Türk Çalışmaları alanındaki araştırmaların durumuna dair bir anlık görüntü sunuyor. Türkiye’nin radikal siyasi, sosyal ve ekonomik dönüşümlerle karşı karşıya olduğu bir dönemde bu kitap, Türkiye’nin tarihini eleştirel bir gözle yeniden inceliyor. Yüzyıllık Cumhuriyet Türkiyesi , alışılmış anlatıları yapısöküme uğratırken, Türkiye’nin siyasetini, toplumunu ve kültürünü bugüne kadar şekillendiren başarıları ve mücadeleleri kabul ederek taze ve incelikli yorumlar sunuyor.
Kitabın tanıtımını Alp Yenen ve Erik-Jan Zürcher yapacak. Noa Schonmann yazarlarla röportaj yapacak ve ardından Soru-Cevap oturumunu yönetecek.
Daha sonra Fakülte Kulübü’nde içecek servisi yapılacaktır.
Konuşmacılar:
Alp Yenen, Leiden Üniversitesi Bölge Araştırmaları Enstitüsü’nde Türkiye’nin modern tarihi ve kültürü üzerine öğretim görevlisi olarak görev yapmaktadır. Esas olarak yirminci yüzyılda modern Türkiye ve Ortadoğu’nun siyasi tarihi üzerine çalışmaktadır. Osmanlı İmparatorluğu’nun sonu ve Soğuk Savaş’ın sonu gibi geçiş dönemlerindeki ulusötesi ve transgresif politikaları inceliyor.
Erik-Jan Zürcher, Leiden Üniversitesi’nde Türkiye Çalışmaları alanında emekli profesördür. Öncelikle Osmanlı İmparatorluğu’ndan Türkiye Cumhuriyeti’ne geçiş süreci ve Jön Türk kuşağının/hareketinin bu süreçteki rolüyle ilgilenmektedir. Zorunlu göç, savaş, imparatorluk mirası ve ulus inşası süreçlerini birbirine bağlayarak modern Türkiye’nin ortaya çıkışını inceliyor.
Noa Schonmann, Leiden Üniversitesi Bölge Araştırmaları Enstitüsü’nde üniversite öğretim görevlisidir. Bölgenin siyaseti ve uluslararası ilişkileri (tarih ve teori), dış politika analizi ve diplomatik tarih konularına yoğunlaşarak modern Orta Doğu çalışmaları alanında uzmanlaşmıştır. Uluslararası ilişkiler tarihçisi olarak Arap-İsrail Çatışması ve otoriter rejimler altındaki devlet-toplum ilişkileri üzerine özel araştırma ilgi alanları geliştirmiştir.
Kitabın diğer yazarı Alp Yenen, o tanıtım toplantısında şunları söylemişti:
“Editörlüğünü Erik-Jan Zürcher’le birlikte yaptığım, Cumhuriyet Türkiyesi’nin Yüz Yılı: Yüz Parçadan Bir Tarih kitabının yayınını sizlerle paylaşmaktan mutluluk duyuyorum.
Bu kitap, Türkiye’nin siyasi değişimler, kültürel değişimler ve toplumsal dönüşümlerle dolu geçen yüzyılına ilişkin yenilikçi ve çok yönlü bir incelemedir. Kitabın mozaik benzeri yapısı, Türkiye insanının bu büyüleyici gidişatındaki yüzlerce önemli ana ışık tutuyor. Hem akademisyenler hem de genel okuyucular için özel olarak hazırlanan bu kitap, her biri 70’in üzerinde uzmandan biri tarafından tanıtılan ve analiz edilen tarihi kaynaklardan yüz parçayı bir araya getirerek Türk Çalışmaları alanındaki araştırmaların durumuna dair bir anlık görüntü sunuyor. Türkiye’nin radikal siyasi, sosyal ve ekonomik dönüşümlerle karşı karşıya olduğu bir dönemde bu kitap, Türkiye’nin geçmişini ve bugününü eleştirel bir gözle yeniden inceliyor. Yüzyıllık Cumhuriyet Türkiyesi , alışılagelmiş anlatıları eleştirel bir biçimde yapısöküme uğratırken, Türkiye’nin siyasetini, toplumunu ve kültürünü bugüne kadar şekillendiren başarıları ve mücadeleleri kabul ederek taze ve incelikli yorumlar sunuyor.”
Kitabın satışını sunan, yayıncı kuruluşun reklam metninde yazılanla da şöyleydi:
Alp Yenen, Erik-Jan Zürcher Yüzyıllık Cumhuriyet Türkiyesi:Yüzlerce Parçadan Oluşan Bir Tarih
29 Ekim 2023’te Türkiye Cumhuriyeti’nin yüzüncü yıl dönümü kutlanacak. 1923’te Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşu, mağlup ve bölünmüş Osmanlı İmparatorluğu’nun halefi olarak yeni bir ulus devletin felaketle dolu ama muzaffer kuruluşuna işaret ediyor. Türkiye, bugüne kadar devam eden kriz durumu ve Avrupa ile Orta Doğu arasındaki konumu nedeniyle ilgi odağı olmaya devam ediyor. Türkiye 100 yıllık tarihinde birçok siyasi ve toplumsal dönüşüm yaşadı. İki Savaş Arası yıllardaki Kemalist kökenler, yeni bir ulusal kimlik ve laik bir ahlak sistemini kökten inşa eden kültürel reformlar ve modernizasyon projeleri ile imparatorluk sonrası toplumda otoriter bir ulus devlet inşasıyla damgasını vuruyordu. Soğuk Savaş sırasındaki çalkantılı onyıllar daha demokratik ve kültürel açıdan çeşitlilik içeren bir alan açtı, ancak hızlı sosyo-ekonomik gelişmeler ve ideolojik radikalleşme siyasi istikrarsızlığa katkıda bulundu ve bu da Türkiye’nin sivil-demokratik meseleler üzerindeki yaygın askeri vesayetini meşrulaştırdı. Soğuk Savaş sonrası Türkiye, yolsuzluk ve yoğunlaşan kimlik siyasetinin acısını çekerken, 2000’li yıllarda ulaşılan kısa süreli siyasi istikrar ve açılımın yanı sıra ekonomik büyümenin de Adalet ve Kalkınma Partisi yönetiminde yalan bir vaat olduğu ortaya çıktı. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan altındaki çağdaş Türkiye, hükümetin otoriter politikalarından, Müslüman-Muhafazakar kaba popülizmden ve evde Müslüman-Türk milliyetçiliğine beslenen agresif bir dış politikadan kaynaklanan birçok sorundan muzdariptir. Bu cilt, siyaset, ekonomi, toplum, kültür, toplumsal cinsiyet ve sanat gibi çeşitli temalara ilişkin 100 kaynağın uzman tanıtımlarıyla yüz yıllık Cumhuriyet tarihinin tarihini sunan türünün ilk örneği olma özelliği taşıyor. Bunu yaparken bu proje, Türkiye Araştırmaları alanında önde gelen ve gelecek vaat eden akademisyenlerin rehberliğinde gerçekten çok yönlü bir tarihi anlatmakla kalmayacak, aynı zamanda okuyucularına büyüleyici bir Cumhuriyet geçmişinin seslerini duymalarına ve görüntülerini görmelerine olanak tanıyacaktır. € 69,95
Değerli Okurlarım,
Türkçesi pek yakında Türkiye’de de yayınlanması beklenen kitap hakkındaki bilgiler bu kadar.
Şimdi, kitabın yazarlarından biri olan Erik Jan Zürcher hakkında yazdıklarım ve O’nun yazdıklarından pasajlar sunuyorum. Kitabın diğer yazarını pek tanımadığım için, kendisini tenzih ederim.
Türkiye’den aldığı şeref madalyasını iade eden tarihçi Erik Jan Zürcher’in gerçek yüzü…
İlhan KARAÇAY yazdı:
Türkiye tarihi üzerine çalışmalarıyla bilinen tarihçi Erik Jan Zürcher, dönemin Dışişleri Bakanı Abdullah Gül’den aldığı ‘Şeref Madalyası’nı Türkiye’deki ‘diktatöryal yönetim’i gerekçe göstererek iade etti.
Zürcher, Türkiye tarihi üzerine yaptığı bilimsel çalışmalar nedeniyle 2005 yılında ‘Yüksek Şeref Madalyası’na layık görülmüştü. Dönemin Türkiye büyükelçisi Tacan İldem’in elinden madalyayı alan Zürcher, Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne (AB) giderek daha çok yaklaştığını söylemişti.
Erik Jan Zürcher ‘Yüksek Şeref Madalyası’nı, 2005’tek Lahey Büyükelçimiz Tacan
İldem’den almıştı
Ne var ki, aynı Erik Jan Zürcher, Türkiye’nin kendisine cömertçe vermiş olduğu o madalyayı geri iade ettiğini açıklayarak ortalığı karıştırdı.
Hollanda’nın önde gelen gazetelerinden NRC’nin internet sitesinde bir yazı kaleme alarak iade gerekçelerini açıklayan Zürcher şöyle yazdı: “Siyasetin, yargının, medyanın, üniversitelerin ve yurttaşların – her ne kadar Avrupa’da yaşıyor olsalar da – fiili bir diktatörün oyuncağı haline geldiler ve onun çevresindeki zümreler haline geldiler. Temel özgürlüklerin ve yasaların gerçekte var olmadığı bir noktada, böyle bir ülke artık Avrupalı değildir”.
‘AB’YE ÜYELİK MÜMKÜN OLMAYABİLİR
12 yıl önce üyelik sürecinin Türkiye’yi AB’ye yakınlaştıracağı öngörüsünde yanıldığını ve Türkiye’deki seküler yurttaşların uyarılarına kulak asmadığını belirten Hollandalı tarihçi, “Türkiye Avrupa’ya doğru ilerlemedi, Avrupa’nın çok uzağında. Üyelik mümkün olmayabilir” dedi.
‘AKP 10 SEÇİMLE DİKTATORYAL YÖNETİME
Yazısında ‘Bu suça ortak olmayacağız’ başlıklı bildiriye imza attıkları için haklarında ‘cadı avı’ başlatılan akademisyenleri ve çözüm sürecinin ‘buzdolabına kaldırılmasını’ hatırlatan Zürcher, AKP’nin kazandığı 10 seçimle gelinen noktayı ‘diktatoryal yönetim’ diye niteledi.
‘İMAM BULMAK DAHA KOLAY
Zürcher, Türkiye’de İslami değerlerin yükselişine de değindi ve “AKP, gücünü toplumda giderek belirleyici olan İslami norm ve değerlerin yayılması için kullanmıştı. Şimdi birçok yerde imam bulmak, alkol satan bir yer bulmaktan daha kolay.” diye yazdı.
Zürcher’in konuyla ilgili Hollandaca yazısını altta bulacaksınız.
Erik Jan Zürcher’e Türk devleti tarafından ödül verilmesini ilk kınayanlardan biri bendim. Hollanda medyasında dikkatle izlediğim Zürcher’in, Türkler ile birlikteyken Türk hayranı gibi konuştuğunu, Hollandalılar ile birlikteyken ise düşmanca konuştuğunu fark etmiştim.
Bu konuda kısa bir anımı anlatacağım: Mersin’de Soli Tesisleri’nde tatildeydim. Orada bir çift ile tanışmıştım. Çift ile sohbet ederken, “Kızımız Hollanda’ya gidecek. Orada Atatürk hayranı bir Hollandalı dostumuz var” demişlerdi. Ben de, ‘Kimdir bu Atatürk hayranı Hollandalı?’ diye sorduğum zaman, Erik Jan Zürcher adını zikrettiler. Bunun üzerine, ‘O adam kesinlikle Atatürk hayranı değildir. Sizi aldatmış’ demiştim.
Şimdi o saptamamda ne kadar haklı olduğumu öğrenmiş oldum.
Erik Jan Zürcher’in ödülü geri verirken yaptığı açıklama.
“On yılı aşkın bir süre önce, dönemin Dışişleri Bakanı Abdullah Gül’den Türkiye Cumhuriyeti Yüksek İmtiyaz Madalyası aldım. Bir diploma ve dev bir altın madalyadan oluşan bu ödül bana Lahey’deki büyükelçilikte törenle takdim edildi. Madalyayı, önceki yıllarda Hollandalı siyasetçileri ve Hollanda kamuoyunu Türkiye konusunda eğitmek için gösterdiğim çabalara borçluydum.
2002-2004 yılları arasında Türkiye’nin AB’ye katılma çabaları hız kazanmıştı. Başbakan Erdoğan’ın yeni Adalet ve Kalkınma Partisi hükümeti, Türkiye’yi bir Avrupa ülkesi haline getirecek demokratik reformlar konusunda ciddiydi. İktidarının ilk iki yılında Türk parlamentosu, büyük çoğunluğu 1980 askeri darbesinin mirası olan otoriter, ordu ağırlıklı devleti ortadan kaldırmayı amaçlayan 300’den fazla yasa geçirdi. Ödül olarak AB, Aralık 2004’te birkaç nihai talebin karşılanması halinde katılım müzakerelerine başlamayı kabul etti. Ekim 2005’te nihayet müzakerelere başlandı.
O yıllarda benim katkım – diğerlerinin yanı sıra Hükümet Politikaları Bilim Konseyi için hazırladığım bir raporda – Türkiye’nin Avrupa’nın bir parçası olabileceğini çünkü Avrupa ile ortak bir tarihi paylaştığını (ne de olsa eski Osmanlı İmparatorluğu’nun ağırlık merkezi yüzlerce yıldır güneydoğu Avrupa’daydı); Türklerin yüzde 98’inin Müslüman olmasının bir engel teşkil etmemesi gerektiğini çünkü İslam’ın da Avrupa tarihinin bir parçası olduğunu ve dahası laik devletin Türkiye’de kök saldığını savunmaktan ibaretti. Türkiye’nin AB üyeliğini savundum çünkü Avrupa’nın Orta Doğu ve Kafkasya’daki çıkarlarını ancak Türkiye ile birlikte etkin bir şekilde savunabileceğini düşünüyordum.
On yıl sonra bile bu argümanlarda yanlış bir şey yok. Ancak tamamen yanıldığım nokta, katılım sürecinin Türkiye’nin demokratik güçlerini güçlendireceği ve hukukun üstünlüğünün gelişimini geri döndürülemez hale getireceği yönündeki beklentimdi. Laik Türklerin, Erdoğan’ın AB’yi ve katılım sürecini iç düşmanlarını bertaraf etmek ve İslam’ın toplumdaki rolünü giderek aşındırmak için kullandığı yönündeki uyarılarını dar görüşlü korkutmalar olarak değerlendirdim. Ama ben yanıldım ve onlar haklıydı. Erdoğan ve partisinin kazandığı 10’dan fazla seçimin ardından geldiğimiz noktaya bakın.”
CEZMİ DOĞANER’İN TEPKİSİ
Hollanda’da sosyal, kültürel ve siyasi çalışmaları ile ön safhada yer alan Cezmi Doğaner, Erik Zürcher’e ödül verilmesinden sonra yaptığı açıklamada ve Zürcher’e yazdığı mektuplarda şunları belirtmişti:
Cezmi Doğaner
Sayın Zürcher,
Hollanda Yazılı ve sözlü basın yayın organlarında, “Türkiye etnik temizlik üzerine kurulumuş, ırkçı bir devlettir” diyorsunuz.
Türkiye’nin etnik temel üzerine kurulmadığını siz herkesden daha iyi biliryorsunuz.
Birçok ülkelerde olduğu gibi Türkiye’de bazı etnik sorunlar bulunabilir. Bunlara demokratik ve insani yollardan çözümler aranması doğaldır ve çok yerindedir.
Ancak, böyle çözümler aranırken, Türkiye’nin ve Türk ulusunun din, mezhep ve etnik esaslara göre bölünmesi eğilimini yansıtan, veya Türk ulusunun birliğine gölge düşüren görüşlere katılamayız. CDA’lı Avrupa Parlementosu üyesi Camile Eurlings “Türkiye’ de 26 etnik grup var ve 26 bölgeye ayrılmalı”, diyor.
Osmanlı Devleti sona ererken, Türkiye ve Türk ulusu, emperyalist güçlerce yapay biçimde bölünmek istenmiştir ve bu istek, işgal devletlerinin baskısı altında padişah adına imzalanan Sevr Antlaşmasının temel unsurlarından birini oluşturmuştur. Fakat Türk ulusunun, etnik ayırım gözetmeksizin, birlik içinde başarıya ulaştırdığı Kurtuluş Savaşı sonunda, bu Antlaşma feshedilmiş ve onun yerini, Türk ulusunun birliği ve Türkiye’nin bütünlüğü ve bağımsızlığı temeline dayanan Lozan Antlaşması almıştır.
Bu antlaşmanın ruhuna uygun olarak Atatürk Devriminin Türkiye’de oluşturduğu çağdaş ve anti-ırkçı ulus kavramına göre, “Türk” deyimi, bir ırkın veya etnik grubun değil, tümüyle bir ulusun, Türkiye’de yaşayan ulusun adıdır. Bunun açık kanıtı:Atatürk “Türk Cumhuriyeti” yerine ; “Türkiye Cumhuriyeti” demiş.
Halkımız bağımsızlık, ulusal birlik ve ülke bütünlüğü üzerine çok duyarlıdır. Ülkemizin tarihsel süreç içinde bütünleşmiş halkını, ırk, dil, din veya mezhep ayrılıklarına göre bölünmüş veya bölünebilinir sayamayız veya bölme çabası içinde bulunanlarla, ya da böyle bir çaba içinde bulunanları onaylayıp destekleyenlerle, bir arada olamayız.
Türkiye, bazı emperyalist güçlerin, “böl ve yönet” veya “böl ve sömür” stratejisini uyguladıkları bir bölgenin en duyarlı noktasındadır. Bilmeden veya herhangi bir kötü niyet beslemeden de olsa, bu emperyalist oyunlarına kapılanlarla işbirliği yapamayız. Bundan, en çok, Türk ulusundan ayrı bir unsurmuş gibi gösterilmek istenen yurttaşlarımız tedirgin olmaktadırlar.
Türk Sosyal demokratları olarak, bizler, sağcı ırkçılığa olduğu kadar, solcu veya sol görünümlü ırkçılığa da karşıyız.
Türkiye Tarihinde Geçiş Dönemi (1908-1928) adlı kitabınızda , o döneme ait Hollanda devlet arşivlerini çok iyi incelemişsiniz.
Özellikle arşivlerde “Ermeni iddiaları” ve “Sözde Soykırımı” üzerine yazılanları yazmamışsınız.
Tarihe , kendinize karşı dürüst olmak ve kalmak istiyorsanız o belgelerde neler yazılı olduğunu lütfen yazınız.
Bizde biliyoruz ki; sizin iddalarınız tarihle çelişecektir.
Osmanlı döneminde (1915) Ermeni tehcir inde hatalı ve görevini yapmayanlar yargılandılar; bazıları idam edildi, bazıları hapis cezası aldı.
1919-1921 de, Malta da İngiltere’nin istediği üzerine, Ermeni iddiaları için Uluslararası Mahkeme yapıldı. O dönemin sorumluları yargılandılar ve beraat ettiler.
Ülke işgal edilmiş, devlet yok.
Lozan da yeni Türkiye devleti kuruldu.
Bir dönem böylece kapandı. Siz bir dönemi önyargılı ve sömürgeci anlayışınızla yargılamak istemenizi anlamıyorum. Hangi bilgi ve belgeyle “Soykırımı olmuştur”, “Türkler bunu kabul etmeli”, diyorsunuz?
Buyurun arşivlerinizi kendiniz açıklayınız.
Başarı dileklerimle selam ve saygılar sunarım.
Cezmi Doğaner.
İŞİNDEN KOVULARAK SABIKALI DURUMA DÜŞMÜŞTÜ
Erik Jan Zürcher’in ‘sabıkalılığı’ sadece benim nezdimde değil.
Amsterdam’daki Uluslararası Tarih Enstitüsü’nün müdürlüğünü yaparken yapmış olduğu usulsüzlükler nedeniyle kovulmak ile de sabıkalı oldu.
28 Şubat 2008’de müdürlüğe başlayan ve 11 Temmuz 2013’te kovulan Zürcher’in, işe başlayışını bildiren ve daha sonra da kovuluşunu anlatan Hollanda gazetelerinde yayınlananları sizlere sunuyorum.
Erik-Jan Zürcher Uluslararası Sosyal Tarih Enstitüsü’nün yeni direktörü oldu.
28 Şubat 2008
Erik-Jan Zürcher 1 Nisan’dan itibaren Amsterdam’daki Uluslararası Sosyal Tarih Enstitüsü’nün (IISG) yeni direktörü olacak. Zürcher, haftada bir gün Leiden Üniversitesi’nde Türk dilleri ve kültürleri profesörü olarak çalışmaya devam edecek.
Zürcher 1993 yılından bu yana Amsterdam Üniversitesi’nde olağanüstü profesör olarak görev yapmaktadır. Leiden’de Türkçe, Arapça, Farsça ve modern tarih eğitimi almıştır. Zürcher 1990’larda IISH’de uluslararası bir Türk arşivleri ve süreli yayınlar koleksiyonu oluşturdu ve burada bir dizi araştırma projesi başlattı.
Zürcher IISG’den kovuldu
11 Temmuz 2013
Profesör Erik-Jan Zürcher, 1 Nisan 2008’den bu yana direktörlüğünü yürüttüğü Uluslararası Sosyal Tarih Enstitüsü’nden (IISG) kovuldu. Bundan önce enstitünün Türk koleksiyonunu kurmuş ve koleksiyon parçalarını toplamıştı. Bunu yaparken, Türkiye’den siyasi olarak aktif sendikacıları kullanarak parçaları topladığı için çok eleştirildi. Zürcher’in liderliğinde, siyasi olarak aktif Türk sendika yetkililerinden oluşan bu grup IISH için materyal topladı.
Anlaşıldığı üzere, siyasi olarak aktif olan bu sendika üyelerinin hepsi (aşırı) solcuydu ve bu da IISH’in Türkiye koleksiyonunu siyasi olarak çok renkli hale getirdi. Bu da koleksiyonun Türkiye’deki siyasi durumun gerçekçi bir yansıması olmaktan ziyade sola vurgu yapan bir koleksiyon olmasını sağladı. Bu durum diğer koleksiyonlar için de geçerlidir, örneğin Marx ve Engels’in orijinal el yazması eserleri Amsterdam’daki IISH’de bulunmaktadır. Yurtdışında ise IISH sosyalist akademisyenlerin kalesi olarak biliniyor.
Bu arada Zürcher, Vakıf Yönetimi Uluslararası Sosyal Tarih Enstitüsü’nün 2 Mayıs 1994’te Amsterdam Üniversitesi’nde ‘Osmanlı İmparatorluğu ve Türkiye Cumhuriyeti’nin modern tarihi’ alanında bir kürsü kurduğu aynı IISG tarafından profesör yapıldı. Kendisine bu görev, IISH’deki Türk koleksiyonunu oluşturduktan sonra verildi.
Eleştirmenlere göre bu atama IISG’nin bir lütfuydu. Sonuç olarak Zürcher zaman zaman kayırmacılıkla suçlanmıştır.
Daha sonra Zürcher ile IISG arasında bir anlaşmazlık ortaya çıkmış ve IISG “IISG’nin önümüzdeki dönemde Zürcher’den farklı yetkinlikler gerektiren çeşitli alanlarda önemli sorunları çözmesi gerektiğini” bildirmiştir. Bu da IISG’nin Zürcher döneminde kötü yönetildiği şüphesini uyandırmaktadır. Bir başka eleştiri de genç araştırmacıların azlığıydı; eleştirmenler bunun Zürcher’in çok katı ve esnek olmamasından ve yeni ortaya çıkan araştırmacılar tarafından tehdit edildiğini hissetmesinden kaynaklandığını söylüyor. Zürcher’in, öğrencilerinin farklı görüşlere sahip olmaları ya da Zürcher’i eleştirmeleri halinde diğer öğrencilerle etkileşime girmelerini yasakladığı bilinmektedir.
Bu durum, Sovyetler Birliği gibi eski komünist partilerin parti liderlerinin yaş ortalamasının 60’ın üzerinde (hatta çoğunlukla 70 civarında) olduğu ve aynı zamanda sert bir el ile yönetildikleri parti liderliklerini anımsatmaktadır. Zürcher’in kendisi de IISG’nin koleksiyonuna yaptığı vurgu nedeniyle IISG tarafından uzaklaştırıldığını hissediyor ve IISG’yi artık bir “araştırma enstitüsü” olarak sunmuyor çünkü araştırma yapmıyor. Eleştirmenlere göre Zürcher hala kibir ve gevşeklik nedeniyle araştırma yapmayı reddediyordu.
Zürcher beş yıllığına atanmasına rağmen, görev süresini tamamlamasına fırsat verilmedi ve derhal istifa etmek zorunda bırakıldı. Böylece görev süresini tamamlamadı ve Amsterdam’daki Uluslararası Sosyal Tarih Enstitüsü’nün direktörlüğünden planlanandan altı ay önce ayrıldı.
************************
DE ONBEKENDE ASPECTEN VAN DE AUTEUR VAN HET BOEK GETITELD “HONDERD JAAR REPUBLIKEINS TURKIJE: EEN GESCHIEDENIS IN HONDERD STUKJES”, DAT WERD GEÏNTRODUCEERD OP HET CONSULAAT-GENERAAL VAN ISTANBUL…
* Erik Jan Zürcher, een van de auteurs van het boek, ontving een insigne van de Republiek Turkije ondanks dat hij anti-Atatürk was. De auteur, die de onderscheiding later uit protest teruggaf, werd ontslagen uit zijn baan in Amsterdam.
*Bij de lancering van het boek, waar ook een ambtenaar van Buitenlandse Zaken aanwezig was, werd de Nederlandse editie gepresenteerd en werd gezegd dat de Turkse editie binnenkort zou verschijnen.
*De antwoorden op de kritiek over de afwezigheid van Erdoğan’s foto op de cover van het boek…
Samengesteld door İlhan KARAÇAY:
Gisteren stuurde een collega van mij van het Turkse nieuwsportaal Turizmin Sesi mij een nieuwsbericht over een boekpresentatie die werd gehouden op het Consulaat-Generaal van Nederland in Istanbul.
Ik denk dat de collega die mij het nieuws stuurde een collega is die weet dat ik boos ben over het feit dat een van de auteurs van het boek, die anti-Atatürk is, een eerbetoon heeft ontvangen van de Republiek Turkije en deze eer later heeft teruggegeven, en dat ik verschillende publicaties over dit onderwerp heb gepubliceerd.
De naam van de Nederlandse historicus die mijn zware kritiek te verduren kreeg is Erik Jan Zürcher. Wat ik over deze man heb geschreven, zal ik aan het eind van mijn recensie presenteren.
Nu presenteer ik jullie het boekpromotie nieuws gepubliceerd in het nieuwsportaal Turizmin Sesi en andere informatie over het boek.
EGEM KURT
ISTANBUL- Het consulaat-generaal van Nederland in Istanbul organiseerde het eerste culturele evenement van 2024 met de publicatie van A Hundred Years Of Republican Turkey : History In A Hundred Fragments (Edited by Erik Jan Zürcher & Alp Yenen), uitgegeven door Leiden University Press.
Bekend academicus Erik Jan Zürcher woonde de lancering online bij, die begon met de openingstoespraken van Arjen Uijterlinde, Consul-Generaal van Nederland in Istanbul en Fokke Gerritsen, Directeur van het Nederlands Instituut. Alp Yenen, de redacteur van het boek, en Umut Azak en Çimen Günay Erkol, die deelnamen aan de academische studie, introduceerden het boek ook met een presentatie. Het boek is een mozaïek van honderd jaar Republiek Turkije, gemaakt door auteurs die gespecialiseerd zijn in economie, cultuur, politiek, kunst, maatschappij en gendergelijkheid.
Het was echter de omslag van het boek die de aandacht trok van de uitgenodigde academici en zelfs van de ambtenaar van het Turkse ministerie van Buitenlandse Zaken. De claim van het boek is dat het dwarsdoorsneden geeft uit de eeuw van de Republiek Turkije over vele onderwerpen. Onze president Recep Tayyip Erdoğan, een van de belangrijkste politieke figuren in de geschiedenis van de Republiek, staat niet op de cover. Recep Tayyip Erdoğan staat niet op de cover. Ook een belangrijke vrouwelijke persoonlijkheid van de republiek staat niet op de cover. In antwoord op vragen zei Alp Yenen dat vrouwen geen onderwerp zijn in de inhoud van het boek. Wat betreft president Mr. Erdoğan, zei hij dat hij de reden niet wist en dat de fotograaf die de cover heeft gekozen uit de collectie tapijten in de bazaar in Ankara. Hij zei dat het tapijt met de president misschien uitverkocht was, dat het niet beschikbaar was en daarom dat het niet op de foto’s stond. De gasten glimlachten om de uitleg.
Als Tourismexclusive team moet worden opgemerkt dat er geen verkoop van het boek was bij de lancering, alleen Consul-Generaal Uijterlinde zei dat hij een deel van het boek had gelezen en het mooi vond. Het boek zal in het Turks worden gepubliceerd door İletişim Publications. De Consul-Generaal voegde er zelfs aan toe dat in de Turkse versie President Mr. Hij voegde er ook aan toe dat president Erdogan in de Turkse versie zal voorkomen. Volgers van Turizmisesi die nieuwsgierig zijn naar het boek kunnen informatie krijgen van online platforms die buitenlandse publicaties verkopen en boekwinkels die buitenlandse publicaties verkopen in Istanbul. Boeken worden niet beoordeeld op hun omslag; daarom kan er na het lezen een betere beslissing worden genomen; als ambitieus werk werd het echter bekritiseerd omdat er geen vrouwen en een van de belangrijkste politieke figuren op de omslag staan. Nazım Hikmet, Deniz Gezmiş, Yılmaz Güney, Muhsin Yazıcıoğlu, Adnan Menderes, Turgut Özal, Mustafa Kemal Atatürk en Hz. Ali staan op de omslag; de drie sikkels en de vlag van de Republiek Turkije zijn ook opgenomen.
Wat je hierboven leest behoort tot Turizmin Sesi-Tourism Exclusive nieuwsportaal.
BOEK
Ik heb het boek, dat afgelopen oktober in Amsterdam werd gelanceerd, niet gelezen, maar ik geloof dat er, naast de positieve feiten, een aantal anti-Atatürk en anti-Turkse Republiek uitspraken in staan, vooral in de hoofdstukken geschreven door Erik Jan Zürcher.
Het verbaasde ons dat de Turkse president Recep Tayyip Erdoğan niet op de cover van Honderd jaar republikeins Turkije stond.
In de aankondiging van de eerste presentatiebijeenkomst in Amsterdam stond het volgende:
Op 29 oktober 2023 is het honderd jaar geleden dat de Republiek Turkije werd opgericht. Honderd jaar republikeins Turkije, onder redactie van Alp Yenen en Erik-Jan Zürcher van de wereldberoemde opleiding Turkse Studies van de Universiteit Leiden: A History in One Hundred Fragments, onder redactie van Alp Yenen en Erik-Jan Zürcher van het wereldberoemde Turkish Studies programma van de Universiteit Leiden. Dit boek is een innovatief onderzoek naar de laatste eeuw van Turkije, een eeuw van politieke veranderingen, culturele verschuivingen en sociale transformaties. De mozaïekachtige structuur van het boek werpt licht op honderden belangrijke momenten in dit fascinerende traject van het Turkse volk. Op maat gemaakt voor zowel geleerden als algemene lezers, biedt dit boek een momentopname van de stand van het onderzoek op het gebied van Turkse Studies, door het samenbrengen van honderd stukken uit historische bronnen, elk ingeleid en geanalyseerd door een van de meer dan 70 experts. In een tijd waarin Turkije geconfronteerd wordt met radicale politieke, sociale en economische transformaties, wordt in dit boek de geschiedenis van Turkije opnieuw kritisch onder de loep genomen. Honderd jaar republikeins Turkije deconstrueert conventionele verhalen en biedt frisse en genuanceerde interpretaties, met erkenning van de successen en strijd die de politiek, samenleving en cultuur van Turkije tot op heden hebben gevormd.
Het boek wordt ingeleid door Alp Yenen en Erik-Jan Zürcher. Noa Schonmann zal de auteurs interviewen en daarna een vraag- en antwoordsessie leiden.
Na afloop worden er verfrissingen geserveerd in de Faculty Club.
Over de sprekers
Alp Yenen is docent moderne geschiedenis en cultuur van Turkije aan het Instituut voor Regionale Studies van de Universiteit Leiden. Hij werkt voornamelijk aan de politieke geschiedenis van het moderne Turkije en het Midden-Oosten in de twintigste eeuw. Hij analyseert transnationale en transgressieve politiek in overgangsperioden zoals het einde van het Ottomaanse Rijk en het einde van de Koude Oorlog.
Erik-Jan Zürcher is emeritus hoogleraar Turkse studies aan de Universiteit Leiden. Hij is vooral geïnteresseerd in de overgang van het Ottomaanse Rijk naar de Turkse Republiek en de rol van de Jong-Turkse generatie/beweging in dit proces. Hij analyseert het ontstaan van het moderne Turkije door de processen van gedwongen migratie, oorlog, imperiale erfenis en natievorming met elkaar in verband te brengen.
Noa Schonmann is universitair docent aan het Instituut voor Regionale Studies van de Universiteit Leiden. Ze is gespecialiseerd in moderne studies van het Midden-Oosten en richt zich op de politiek en internationale betrekkingen van de regio (geschiedenis en theorie), analyse van buitenlands beleid en diplomatieke geschiedenis. Als historicus van de internationale betrekkingen heeft hij speciale onderzoeksinteresses ontwikkeld in het Arabisch-Israëlische conflict en staats-samenlevingsrelaties onder autoritaire regimes.
Alp Yenen, de co-auteur van het boek, had het volgende te zeggen op die publiciteitsbijeenkomst:
“Ik ben verheugd u deelgenoot te maken van de publicatie van het boek Honderd jaar republikeins Turkije: A History from a Hundred Fragments, dat ik samen met Erik-Jan Zürcher heb geredigeerd, met u te delen.
Dit boek is een innovatieve en veelzijdige studie van de laatste eeuw van Turkije, een eeuw van politieke veranderingen, culturele verschuivingen en sociale transformaties. De mozaïekachtige structuur van het boek werpt licht op honderden belangrijke momenten in dit fascinerende traject van het Turkse volk. Op maat gemaakt voor zowel geleerden als algemene lezers, biedt het een momentopname van de stand van het onderzoek op het gebied van Turkse Studies, door honderd stukken uit historische bronnen samen te brengen, elk ingeleid en geanalyseerd door een van de meer dan 70 experts. In een tijd waarin Turkije geconfronteerd wordt met radicale politieke, sociale en economische transformaties, onderzoekt dit boek kritisch het verleden en heden van Turkije. Een eeuw republikeins Turkije deconstrueert op kritische wijze conventionele verhalen en biedt frisse en genuanceerde interpretaties, met erkenning van de successen en strijd die de politiek, samenleving en cultuur van Turkije tot op heden hebben gevormd.”
De tekst van de advertentie van de uitgeverij die het boek te koop aanbiedt luidt als volgt:
Alp Yenen, Erik-Jan Zürcher Honderd jaar republikeins Turkije: een geschiedenis in honderden fragmenten
Op 29 oktober 2023 is het honderd jaar geleden dat de Turkse Republiek werd opgericht. De oprichting van de Turkse Republiek in 1923 markeert de rampzalige maar triomfantelijke oprichting van een nieuwe natiestaat als opvolger van het verslagen en verdeelde Ottomaanse Rijk. Tot op de dag van vandaag staat Turkije in het middelpunt van de belangstelling vanwege de voortdurende crisissituatie en de ligging tussen Europa en het Midden-Oosten. In zijn 100-jarige geschiedenis heeft Turkije veel politieke en sociale transformaties doorgemaakt. De kemalistische oorsprong in het interbellum werd gekenmerkt door de opbouw van een autoritaire natiestaat in een postimperiale samenleving, met culturele hervormingen en moderniseringsprojecten die radicaal een nieuwe nationale identiteit en een seculier ethos creëerden. De turbulente decennia tijdens de Koude Oorlog openden een meer democratische en cultureel diverse ruimte, maar snelle sociaaleconomische ontwikkelingen en ideologische radicalisering droegen bij aan de politieke instabiliteit, die op zijn beurt de alomtegenwoordige militaire voogdij van Turkije over civiel-democratische aangelegenheden legitimeerde. Terwijl het Turkije van na de Koude Oorlog leed onder corruptie en een intensievere identiteitspolitiek, bleken de kortstondige politieke stabiliteit en openheid die in de jaren 2000 werden bereikt, evenals de economische groei, een valse belofte onder de Partij voor Rechtvaardigheid en Ontwikkeling. Het hedendaagse Turkije onder president Recep Tayyip Erdoğan kampt met veel problemen die voortkomen uit het autoritaire beleid van de regering, het vulgaire moslimconservatieve populisme en een agressief buitenlands beleid dat wordt gevoed door het moslim-Turkse nationalisme in eigen land. Dit volume is het eerste in zijn soort dat een geschiedenis van honderd jaar Republikeinse geschiedenis presenteert met deskundige inleidingen op 100 bronnen over een verscheidenheid aan thema’s zoals politiek, economie, maatschappij, cultuur, gender en kunst. Op deze manier zal dit project niet alleen een veelzijdige geschiedenis vertellen onder leiding van vooraanstaande en opkomende wetenschappers op het gebied van Turkse studies, maar zal het de lezers ook in staat stellen om de geluiden te horen en de bezienswaardigheden te zien van een fascinerend Republikeins verleden. € 69,95
*********************
Beste lezers
Dit is alle informatie over het boek, waarvan de Turkse versie naar verwachting binnenkort in Turkije zal verschijnen.
Ik zal nu presenteren wat ik heb geschreven over Erik Jan Zürcher, een van de auteurs van het boek, en passages uit zijn geschriften. Omdat ik de andere auteur van het boek niet zo goed ken, zal ik hem sparen.
Erik Jan Zürcher, historicus die zijn eremedaille uit Turkije teruggaf het echte gezicht
door: İlhan KARAÇAY
Erik Jan Zürcher, een historicus die bekend staat om zijn werken over de geschiedenis van Turkije, heeft de ‘Medal of Honour’ die hij ontving van toenmalig minister van Buitenlandse Zaken Abdullah Gül teruggegeven, onder verwijzing naar het ‘dictatoriale bewind’ in Turkije.
Zürcher had in 2005 de ‘High Medal of Honour’ gekregen voor zijn wetenschappelijke studies over de geschiedenis van Turkije. Toen Zürcher de medaille ontving uit handen van Tacan İldem, de toenmalige Turkse ambassadeur, zei hij dat Turkije steeds dichter bij de Europese Unie (EU) kwam.
Erik Jan Zürcher ontving de ‘Hoge eremedaille’ van onze ambassadeur in Den Haag Tacan İldem in 2005. Hij nam het aan van Ildem.
Dezelfde Erik Jan Zürcher veroorzaakte echter opschudding door aan te kondigen dat hij de medaille die Turkije hem genereus had gegeven, had teruggegeven.
Zürcher schreef een artikel op de website van NRC, een van de toonaangevende kranten in Nederland, waarin hij de redenen voor de teruggave als volgt toelichtte “De politiek, de rechterlijke macht, de media, de universiteiten en de burgers – ook al wonen ze in Europa – zijn de speelbal geworden van een de facto dictator en zijn inner circle. Op het punt waar fundamentele vrijheden en wetten niet meer bestaan, is zo’n land niet langer Europees”.
EU-LIDMAATSCHAP MISSCHIEN NIET MOGELIJK
12 jaar geleden zei de Nederlandse historicus dat hij zich vergist had in zijn voorspelling dat het toetredingsproces Turkije dichter bij de EU zou brengen en dat hij geen acht had geslagen op de waarschuwingen van seculiere burgers in Turkije: “Turkije is niet opgeschoven naar Europa, het is ver weg van Europa. Lidmaatschap is misschien niet mogelijk.”
‘AKP NAAR DICTATORIAAL BEWIND MET 10 VERKIEZINGEN
In zijn artikel herinnerde Zürcher aan de academici die het slachtoffer werden van een ‘heksenjacht’ omdat ze de petitie met de titel ‘We will not be a party to this crime’ hadden ondertekend en aan de ‘koeling’ van het oplossingsproces, en omschreef het punt dat bereikt is met de 10 verkiezingen die de AKP heeft gewonnen als ‘dictatoriaal bewind’.
HET IS MAKKELIJKER OM EEN IMAM TE VINDEN
Zürcher verwees ook naar de opkomst van islamitische waarden in Turkije en schreef: “De AKP heeft haar macht gebruikt om islamitische normen en waarden te verspreiden, die de samenleving steeds meer kenmerken. Op veel plaatsen is het nu makkelijker om een imam te vinden dan een plek waar alcohol wordt verkocht.”
***********************************
Ik was een van de eersten die de onderscheiding van de Turkse staat aan Erik Jan Zürcher veroordeelde. Het was mij opgevallen dat Zürcher, die ik nauwlettend volgde in de Nederlandse media, als een Turkofiel sprak als hij met Turken omging en vijandig sprak als hij met Nederlanders omging.
Ik zal hier een kort verhaal over vertellen: Ik was op vakantie in de Soli faciliteiten in Mersin. Ik ontmoette daar een echtpaar. Terwijl ik met het echtpaar aan het kletsen was, zeiden ze: “Onze dochter gaat naar Nederland. We hebben daar een Nederlandse vriend die Atatürk bewondert”. Toen ik vroeg: “Wie is die Nederlander die Atatürk bewondert?”, noemden ze de naam Erik Jan Zürcher. Daarop zei ik: ‘Die man is zeker geen fan van Atatürk. Hij heeft jullie misleid.
Nu heb ik geleerd hoezeer ik gelijk had in die beoordeling.
REACTIE VAN CEZMİ DOĞANER
Cezmi Doğaner, die voorop loopt met zijn sociale, culturele en politieke activiteiten in Nederland, verklaarde het volgende in zijn verklaring na de toekenning aan Erik Zürcher en in zijn brieven aan Zürcher
Geachte meneer Zürcher,
Ik wilde op uw uitspraken reageren waarin u zegt dat “De oprichting van de Republiek van Turkije op etnische zuiveringen gestoeld is”, en in verlengde daarvan labelt u Turkije als een ” nationalistische staat”.
U weet echter als geen ander dat dit niet het geval is.
Turkije heeft verschillende etnische groeperingen en ook de problemen die daaruit voortvloeien, zoals het in ieder land het geval is. Deze problemen moeten langs de democratische en humanistische wegen opgelost worden. In dit streven kunnen wij ons niet scharen aan de zijde van de mensen die de oplossing in de verdeeldheid van de Turkse Staat in verschillende etnische groeperingen zoeken en daarmee de eenheid van het volk in gevaar brengen, zoals de mensen als CDA Europarlementariër Camile Eurlings. Hij bepleit om Turkije onder 26 minderheden te verdelen.
Aan het eind van het Ottomaanse Rijk wilden de imperialisten het Rijk in stukken verdelen. Vanuit deze gedachte hebben de imperialisten de capitulatie te Sèvres laten ondertekenen door de toenmalige regerende sultan. Daarna heeft het Turkse volk zonder discriminatie inzake etnische minderheden de bevrijdingsoorlog tot een succes gebracht. Tevens was dit het einde van de eerder getekende capitulatie. De eenheid en onafhankelijkheid van het Turkse volk vooropgesteld heeft men een overeenkomst in Lausanne bereikt.
In de geest van deze overeenkomst heeft Atatürk een nieuw, antiracistisch, revolutionair gedachtegang gelanceerd volgens welke betekende het woord “Turk” niet een naam voor een etnische groepering of voor een ras, maar behelste het hele volk dat zich binnen het grondgebied van Turkije heeft gevestigd om samen te leven. Het feit dat Atatürk de republiek niet als “Turkse Republiek”maar wel als “Het Republiek van Turkije” heeft genoemd, is een bewijs hiervoor.
Tevens het Nederlandse volk, dat nogal gevoelig is betreffende de begrippen als onafhankelijkheid en volkseenheid, dit zullen begrijpen.
Wij, als Turkse Sociaal-democraten kunnen ons niet permitteren dat het Turkse volk, dat in de loop van de geschiedenis naar elkaar toegegroeid is, verdeeld worden in groeperingen naar ras, taal, religie of sekte. Wij kunnen ons dan ook niet scharen aan de zijde van de mensen die een dergelijke verdeeldheid bepleiten.
Turkije heeft een gevoelige geografische ligging voor degenen die een “verdeel en heers “-politiek toepassen. Wij kunnen ons niet verenigen of samenwerken met de mensen die onwetend of met bijbedoelingen in de bovengenoemde politiek van de imperialisten meegaan of de bovengenoemde politiek hanteren. Hiervan hebben de landgenoten die door de imperialisten als een aparte groepering voorgesteld worden het meest last. Zulke stromingen die in Turkije niet sterk zijn vertegenwoordigd, maar erg zwak zijn, worden als sterke stromingen voorgesteld. Dit kan problemen opleveren, omdat men nog in de overgangsfase naar een echte democratie is.
Wij, de Turkse Sociaal-democraten zijn zowel tegen de linkse als tegen de rechtse racisten.
Verder heeft u voor uw boek, “Türkiye Tarihinde Geçiş Dönemi (1908-1928)” de Nederlandse archieven van die tijd zorgvuldig onderzocht. U heeft ook teksten over de Armeense Kwestie en de zogenaamde “Genocide” geschreven. Als u nu de geschiedenis in wilt gaan als een eerlijk en onafhankelijk historicus, dan moet u ook eerlijk tegenover uzelf zijn en de informatie die u in de Nederlandse archieven heeft gevonden, openbaar maken. Wij weten ook dat uw huidige stellinginname omtrent de Armeense Kwestie niet strookt met de geschiedenis.
In het Osmaanse Rijk zijn in 1919 de verantwoordelijken voor wangedrag tijdens de Armeense Relocatie voor de rechter gedaagd. Sommige zijn geëxecuteerd, andere hebben een gevangenisstraf gekregen. Ook zijn er tussen 1919-1921 de Malta Tribunalen gehouden door de Engelse overwinnaars van de Eerste Wereldoorlog. Deze İnternationale Rechtbank heeft de zaak onderzocht en uiteindelijk geseponeerd.
Hierna is op 29 oktober 1923 de nieuwe staat De Republiek van Turkije gesticht, de daden van het Osmaanse Rijk waren daarvoor al behandeld in de Malta Tribunalen. De Republiek van Turkije begont daardoor met een schone lei. Het tijdperk 1915 is zo ook een gesloten boek, op grond van welke bronnen en argumenten beschouwt u het dan als een “bewezen genocide”? Door uw vooroordelen en imperialistische houding wilt u de Turken alsnog een “genocide” aansmeren en ze dwingen “deze genocide te erkennen.”
Wachtend op uw reactie,
Groet ik u vriendelijk,
Cezmi Doğaner
De verklaring van Erik Jan Zürcher bij het inleveren van de prijs.
Meer dan tien jaar geleden ontving ik van de toenmalige Turkse minister van Buitenlandse Zaken Abdullah Gül de Medal of High Distinction van de Republiek Turkije. Die onderscheiding, bestaande uit een diploma en een reusachtige, gouden medaille, werd mij feestelijk op de ambassade in Den Haag uitgereikt. Ik had de medaille te danken aan mijn inspanningen in de voorafgaande jaren om de Nederlandse politiek en het Nederlandse publiek voor te lichten over Turkije.
In de jaren 2002-2004 waren de pogingen van Turkije om lid te worden van de EU in een stroomversnelling gekomen. De nieuwe regering van de Partij voor Gerechtigheid en Ontwikkeling van premier Erdogan maakte ernst van democratische hervormingen die van Turkije een Europees land moesten maken. In de eerste twee jaren van zijn bewind nam het Turkse parlement meer dan driehonderd wetten aan die voor het overgrote deel als doel hadden de autoritaire, door het leger gedomineerde staat te ontmantelen die een erfenis was van de militaire staatsgreep van 1980. Als beloning ging de EU in december 2004 akkoord met het starten van toetredingsonderhandelingen als aan een paar laatste eisen voldaan zou zijn. In oktober 2005 werd definitief het sein op groen gezet.
Het steentje dat ik in die jaren bijdroeg bestond uit het beargumenteren – onder andere in een rapport voor de Wetenschappelijke Raad voor het Regeringsbeleid – dat Turkije deel van Europa kon gaan uitmaken omdat het land een gezamenlijke geschiedenis met Europa deelde (het zwaartepunt van het vroegere Ottomaanse Rijk lag immers honderden jaren in Zuidoost-Europa); en dat het feit dat 98 procent van de Turken moslim was, geen hinderpaal hoefde te zijn omdat ook de islam deel van de Europese geschiedenis uitmaakte en bovendien de seculiere staat in Turkije diep wortel had geschoten. Ik bepleitte toetreding van Turkije tot de EU omdat ik vond dat Europa zijn belangen in het Midden-Oosten en de Kaukasus eigenlijk alleen met Turkije aan boord effectief zou kunnen verdedigen.
Met deze argumenten is ook een decennium later nog niets mis. Maar waar ik helemaal fout zat, was met mijn verwachting dat het toetredingsproces de democratische krachten in Turkije zou versterken en dat het de groei van de rechtsstaat onomkeerbaar zou maken. Waarschuwingen van secularistische Turken dat Erdogan de EU en het toetredingsproces gebruikte om zijn interne vijanden uit te schakelen en geleidelijk de rol van de islam in de maatschappij te vergoten, deed ik af als bekrompen bangmakerij. Maar ik had het bij het verkeerde eind en zij hadden gelijk. Kijk waar we zijn aangeland na meer dan tien gewonnen verkiezingen van Erdogan en zijn partij.
HIJ WERD ONTSLAGEN
Hij heeft een strafblad door zijn ontslag vanwege onregelmatigheden die hij beging toen hij directeur was van het Internationaal Instituut voor Geschiedenis in Amsterdam.
Zürcher werd op 28 februari 2008 aangesteld als directeur van het Internationaal Instituut voor Geschiedenis in Amsterdam en werd op 11 juli 2013 ontslagen.
Ik presenteer u wat er in de Nederlandse kranten is gepubliceerd over zijn benoeming en zijn daaropvolgende ontslag.
Erik-Jan Zürcher nieuwe directeur Internationaal Instituut voor Sociale Geschiedenis
28 februari 2008
Erik-Jan Zürcher wordt per 1 april de nieuwe directeur van het Internationaal Instituut voor Sociale Geschiedenis (IISG) in Amsterdam. Hij blijft een dag per week werkzaam als hoogleraar Turkse talen en culturen aan de Universiteit Leiden.
Zürcher is sinds in 1993 bijzonder hoogleraar aan de Universiteit van Amsterdam. Hij studeerde Turks, Arabisch, Perzisch en moderne geschiedenis in Leiden. In de jaren negentig bouwde Zürcher bij het IISG een internationale collectie Turkse archieven en periodieken op en hij begon er een aantal onderzoeksprojecten.
Zürcher ontslagen bij IISG
11 juli 2013 |
Hoogleraar Erik-Jan Zürcher is ontslagen bij het Internationaal Instituut voor Sociale Geschiedenis (IISG), waar hij al sinds 1 april 2008 directeur was. Daarvoor had hij de Turkse collectie van het instituut opgericht en de collectiestukken verzameld. Hierbij kreeg hij veel kritiek omdat hij de stukken verzamelde door politiek actieve vakbondsleden uit Turkije te gebruiken. Onder Zürchers leiding verzamelde deze groep politiek actieve Turkse vakbondsbestuurders het materiaal voor het IISG.
Naar later bleek, waren al deze politiek actieve vakbondsleden (extreem-)links waardoor de Turkse collectie van het IISG erg politiek gekleurd werd. Het werd hiermee ook niet een realistische afspiegeling van de politieke situatie in Turkije, maar juist één met een nadruk op links. Ook bij andere collecties is dit het geval, zo staan de originele handgeschreven werken van Marx en Engels ook bij het IISG in Amsterdam. In het buitenland staat het IISG dan ook bekend als een bolwerk van socialistische academici.
Zürcher is overigens hoogleraar geworden door hetzelfde IISG, welke Stichting beheer Internationaal Instituut voor Sociale Geschiedenis een leerstoel hebben laten instellen in ‘de moderne geschiedenis van het Osmaanse Rijk en de Republiek Turkije’ aan de Universiteit van Amsterdam op 2 mei 1994. Deze functie kreeg hij nadat hij de Turkse collectie bij het IISG had opgebouwd. Volgens critici was zijn benoeming een wederdienst van het IISG. Hierdoor is Zürcher wel eens beschuldigd van vriendjespolitiek.
Later ontstond er onenigheid tussen Zürcher en het IISG, waarbij het IISG meldde dat “het IISG de komende tijd op verschillende vlakken aanzienlijke problemen dient op te lossen die om andere competenties vragen dan die van Zürcher.” Hiermee ontstaat er het vermoeden dat het IISG onder Zürcher te leiden heeft gehad van wanbestuur. Een ander kritiekpunt was het schrijnende tekort aan jonge onderzoekers, volgens critici kwam dit door Zürcher die te star en rigide is en zich bedreigd voelde door nieuwe opkomende onderzoekers. Van Zürcher is bekend dat hij zijn studenten een verbod oplegt om met andere studenten om te gaan als zij een andere opvatting hebben of Zürcher ook hebben bekritiseerd.
Het doet denken aan het partijbestuur van oude communistische partijen, zoals in de Sovjet Unie, waar de gemiddelde leeftijd van partijbestuurders ook boven de 60 jaar oud was (maar veelal zelfs rond de 70 jaar oud was) en deze ook met de harde hand regeerden. Zürcher zelf vindt dat hij weggestuurd wordt door het IISG wegens zijn nadruk op de collectie van het IISG, waardoor het IISG zich niet meer profileert als “een onderzoeksinstituut” omdat het geen onderzoek verricht. Volgens critici weigerde Zürcher nog onderzoek te doen uit arrogantie en laksheid.
Alhoewel Zürcher voor vijf jaar aangesteld was, is hem niet de gelegenheid geboden zijn termijn af te maken en is hij per direct gedwongen op te stappen. Hiermee maakt hij zijn termijn niet af en
Öyle bir yetenek ki, 19 yaşında iken Türkiye’de spor salonu işletiyordu.
2000 yılında, 21 yaşında geldiği Hollanda’da gıda dalında işe başladı ve 2003 yılında kendi firmasını kurdu.
Müşteriye ve çalışanına gösterdiği sıcak ilgi sayesinde ‘sevilen adam’ oldu.
Hollanda Türk İşadamları Derneği HOTİAD’ta İkinci Başkan oldu.
Şimdi de, girişimcilik yeteneğini, konferanslar ile gençlere öğretiyor.
(Haberin Hollandacası en altta)
(Nederlendse versie van het Nieuws is onderaan)
İlhan KARAÇAY yazdı:
O’nu, etkinliklerden ve toplantılardan ‘girişimci bir Türk olarak’ tanıyordum.
Ama daha sonra, tesadüfi bir yolculuk sırasında, daha iyi tanımaya başlamıştım.
Bu yolculuk, geçtiğimiz 3 Aralık günü başlayan Hatay yolculuğuydu. Hollanda Türk İşadamları Derneği HOTİAD yöneticileri ve üyelerinin katıldığı bu yolculuk dört gün sürmüştü. Bu dört günlük birliktelik sırasında, dikkatimi en çok çeken adam, O adamdı: Faruk Halıcı.
Yolculuğun amacı, HOTİAD trafından depremzedeler için yaptırılan 102 konteyner evin teslim ve açılışta hazır bulunmaktı. Aramızda HOTİAD’ın Başkanı Hikmet Gürcüoğlu da vardı ama, mihmandarlık görevini İkinci Başkan Faruk Halıcı yapıyordu.
Adana’ya kadar uçak ile, daha sonrası da otobüs ile devam eden dört günlük ziyaretimiz sırasında, kalabalık bir gruba mihmandarlık yapan Faruk Halıcı’nın sabır ve içtenliği dikkatimi çekmişti.
Grup içindekilerden değişik tercih ve istek sesleri çıkarken, Halıcı’nın güler yüzle uyguladığı çözümler hiç itiraz görmüyordu.
Örneğin, programlanmış bir yere giderken gelen bir telefondaki ses, “Ben şu anda uçakla geldim, beni şuradan alırmısınız” diyordu. Halıcı’dan çıkan, “Tabii ki, arkadaşların izniyle seni bulunduğun yerden alırız” cevaba hiç kimse itiraz etmiyordu. Buna benzer örnekleri çoğaltabilirim ama, biliyorum ki, ‘O adam’ dediğim Halıcı’yı tanımak için siz de acele ediyorsunuzdur.
Otobüste, herkese su servisi yapacak kadar alçak yüreklilik sergileyen Faruk Halıcı için özel bir haber yapma hissimi beklemeye almıştım.
TESADÜFLERİN YARARI Geçen hafta emailime bir mesaj gelmişti Mesaj aşağıdaki fotoğraf ile desteklenmişti.
Mesajda, bugünkü yazımın kahramanı Faruk Halıcı’nın, Tilburg Türk Gençler Derneği’nde ‘Girişimcilik ve Motivasyon’ başlıklı bir konferans vereceği belirtiliyordu.
Tabii ki bu benim için beklenmedik bir gelişmeydi. Zira, bir gezi sırasında dikkatimi çeken ve hakkında yazma hissi uyandıran Halıcı’yı anlatabilmem için bir fırsat doğmuştu.
İşte bu fırsatı değerlendiriyorum ve Faruk Halıcı’yı sizlere sunuyorum.
Yozgat’ta 1978 yılında doğan Faruk Halıcı, evli ve üç çocuk babasıdır. İş hayatına Türkiye’de bir spor salonunun sahibi ve daha sonra bir mağazada direktör olarak başladı. Bu deneyimler, iş dünyasına ve girişimciliğe olan tutkusunu güçlendirmiştir.
Halıcı, Anadolu Üniversitesi, Eskişehir’de İşletme, Yönetim ve Organizasyon bölümünde okuduktan sonra, 21 yaşında Hollanda’ya geldi. Hollanda’da gıda endüstrisinde yeni fırsatlar keşfetti.
2003 yılında gıda sektörünü tercih ederek Jilpaq‘ı kurdu.
2006 yılında şirket Jilpaq Holding olarak yenilendi.
2011 yılında, 32 yaşında Hollanda Metal Fabrikası’nın 3500 m2’lik yerini satın alarak devleşen ve ikinci bir açılış yapan Halıcı’ya, Jilpaq’ın anlamı soruldu. Verilen cevap şuydu: “Hiçbir anlamı yok. Ama, memleketimin, kendimin, eşimin, çocuklarımın veya ebeveynlerimin adı yerine böylesi ilginç bir ismi uygun buldum” cevabını verdi.
2012 yılında Hollanda medyası, Türk döner kebabını karalamak için, hijyen olmadığı iddiasını öne sürmüştü.
Jilpaq Döner’i üreten Jilpaq’ın Yönetim Kurulu Başkanı olarak bir açıklama yapan Halıcı, bu konuda bir genelleme yapılmasının doğru olmadığını ve piyasadaki gerek döner ve gerekse diğer kebapların sağlıklı bir şekilde imal edildiğini öne sürerek, “Buyurun, gelin ve imalatımızı inceleyin” çağrısında bulunmuştu.
Jilpaq Holding’in açılışına çok sayıda davetli katılmıştı. Foto Marie-Thérèse Kierkels/PVE
Açılış sırasında, neden dönerciliği tercih ettiği sorusuna, “Hollanda’da şu anda her ay 900 bin kilo döner eti tüketiliyor. Bu kadar eti sadece Türkler’in tüketmesi imkânsızdır. Demek ki Hollandalılar da bu yiyeceği tercih ediyor. Bu nedenle bu branşı seçtim. Kim bilir, belki de bundan sonraki döner eti tüketimi bir milyon kiloyu geçecektir.” cevabını veren Halıcı, satışlarının tüm Avrupa’ya toptan şekilde yapılacağını açıklamıştı.
Jilpaq’ın, kalitesi ve müşteri odaklı yaklaşımıyla öne çıkan bir şirket olacağını belirten Halıcı, daha sonra, Türkiye’de imalatı yapılan restoran endüstrisine ait ihtiyaç malzemelerini kendi markaları ile Hollanda’ya satarken, pizza kutuları ve döner kağıtları gibi ambalaj malzemelerini de Türkiye’den getirip Hollanda’da satıyordu.
Daha sonra, Hollanda Türk İşadamları Derneği HOTIAD’a üye olan Halıcı, bu kuruluşun İkinci Başkanlığını yürütmektedir. Halıcı, bu pozisyonda, toplumsal sorumluğunu üstlenmekte ve girişimciliği desteklemek ve teşvik etmektedir.
GENÇLERE GİRİŞİMCİLİK VE MOTİVASYON DERSİ
Kendisinin girişimcilik başarısını, Hollanda’daki Türk gençlerine de aşılamak için, çeşitli etkinlikler yapan Faruk Halıcı, Tilburg’taki Ötüken Gençlik Derneği’nin daveti ile gençlerle buluştu.
Faruk Halıcı, gençlerin girişimcilik potansiyellerini tam anlamıyla kullanıp, geçmişten ders çıkararak, geleceğin temellerini atmalarını söyleyerek başladığı konuşmasında, insanın kendini tanımasının başarıya giden yolda ilk önemli nokta olduğunu vurguladı.
Halıcı, gençlerin girişimcilik ve motivasyonunu hedef alarak, potansiyellerini tam anlamıyla kullanmalarını ve geçmişten ders çıkararak geleceğin temellerini atmalarını istedi.
Faruk Halıcı konuşmasında, kendi kendini tanımanın ve tutkunun önemine vurgu yaparak, herkesin başarılı olmak için girişimci olmak zorunda olmadığını belirtti.
“Jonge mensen kunnen op verschillende gebieden succesvol zijn, zoals rechten, onderwijs of de publieke sector, zolang ze hun talenten maar op de best mogelijke manier laten zien,” zei Halıcı, die later ons aanbod voor een exclusief interview accepteerde. Fadime Örgü, een van onze voormalige parlementsleden die heel dicht bij haar staat, zei ook ‘ja’ op ons aanbod en dit interview vond plaats. Hier zijn de vragen en antwoorden van Fadime Örgü over ‘Ondernemerschap en motivatie’:
FADİME ÖRGÜ-FARUK HALICI SÖYLEŞİSİ
Soru: Sizi girişimci olmaya ne teşvik etti? Kendi işinizi kurmak istediğinize dair belirli bir an var mıydı?
Cevap: “Benim girişimcilik serüvenim, işletmecilikle ilgili tutkumu uyandıran çeşitli deneyimlerle şekillendi. Türkiye’de zaten işletmecilikle uğraşıyordum. Kendi spor salonumu işletiyordum ve bir mağazada müdürlük yapıyordum. Bu deneyimler, işletme tutkumu güçlendirdi. Bu tutku kanımda vardı sanki…
2000 yılında 21 yaşında Hollanda’ya geldiğimde gerçekten bir şok yaşadım. Akademik geçmişim ve Türkiye’deki deneyimlerime rağmen, burada yeniden başlamak zorunda kaldım. Hollanda’da yaşam, özellikle akşam saat 18.00’den sonra, Türkiye’nin büyük şehirlerindeki canlı atmosfere kıyasla çok farklıydı. Burada ne yapabileceğimi düşündürdü. Girişimcilik isteğim güçlüydü. Birçok düşünce ve görüşmelerden sonra, evrensel olan ve dünyanın her yerinde daima talep gören gıda endüstrisini seçtim. Bu seçim, 2003 yılında Hollanda’da Jilpaq şirketini kurmama yol açtı.”
Faruk Halıcı’nın etkinliklerine, ülkenin yüksek düzey yöneticileri de katılır. İşte, Halıcı’nın bir etkinliğine katılan, zamanın Sosyal İşler ve Çalışma Bakanı Karien van Gennip ile çekilen bir fotoğraf.
Soru: Girişimcilik yolculuğundaki zorlu bir dönemden ve kendinizi nasıl motive ettiğinizden söz edebilir misiniz?
Cevap: “Son 20 yılda birçok zorluğu yaşadım. Beni motive eden şey, kültürümden aldığım bir inançtır. ‘Bazı sonlar yeni fırsatlar oluşturur’ örneği, finansal kısıtlamalar ve rekabet baskısı yüksekti. Daha ucuz ancak kalitesiz ürünleri satın almak için seçeneklerimiz vardı. Yine de kendi kalite standartlarımıza bağlı kaldık. Stres ve baskı olsa da, zamanın en iyi çözüm olduğuna inanıyordum. İlkelerimize bağlı kalmak bizi sonunda güçlendirdi ve müşterilerimizden daha fazla takdir kazandı. Korona virüs döneminde ilk başta panik ve korku vardı. Önlemler, ülke genelindeki düzenlemelere rağmen, şirketimizi olumlu bir şekilde değiştirdi. Bu durumu bir fırsat olarak gördük ve Türkiye’de yeni bir şirket kurduk. Bu şirketle Avrupa’ya ihracata başladık.”
Soru: Günlük hayatınızda lider olarak motivasyonunuzun rolü nedir?
Sizi motive etmeye yardımcı olan belirli ritüelleriniz veya alışkanlıklarınız var mı?
Cevap: “Girişimci olarak günlük rutinimde motivasyonun rolü benim için paha biçilemezdir. Bu sadece iş gelişimi değil, aynı zamanda topluma bir şeyler verme ve etrafımdaki insanlara istihdam sağlama konusunda kişisel bir tatmindir. Bir genci işe aldığım zaman, ona sunduğum fırsatlarla nasıl büyüdüğünü görmek beni her gün motive ediyordu. Birinin hayatına katkıda bulunma hissi, beni sürekli olarak motive ediyor. Belirli ritüeller veya alışkanlıklar, sadece günlük işimle ilgili değil, aynı zamanda sosyal projelerde ve yerel girişimlerdeki katılımımla ilgilidir. Örneğin, her yeni bir proje başlattığımda veya önemli bir adım attığımda, çalışma arkadaşlarıma teşekkür etmek ve birlikte yaptığımız ilerlemeyi değerlendirmek için zaman ayırıyorum. Bu, takım ruhu oluşturur ve bizi tutku ve kararlılıkla daha ileri gitmeye motive eder.”
Halıcı, gençlere karşı verdiği konferanstan sonra, çok istekli gençlerden bir grup ile özel bir toplantı daha yaparak, soruları cevaplandırdı.
Soru: Sürekli değişen bir pazarda, Jilpaq içinde yenilik ve büyümeyi teşvik etmek için lider olarak motivasyonunuzu nasıl koruyorsunuz?
Cevap: “Değişen bir pazarda yenilik ve büyümeyi teşvik etmek için motivasyonu korumak çok önemlidir. İlham verici anlardan biri, organik ürünlere artan talebi gördüğümüz andı. Başlangıçta tereddütlerimiz olmasına rağmen ürün yelpazemizi genişlettik. Olumlu müşteri tepkileri, piyasa trendlerini takip etmemiz ve yenilikçi ürünler sunma motivasyonumuzu artırdı. Bizi motive eden diğer bir etken, webshop başlatarak dijitalleşme yolunda attığımız son adımdı. Müşterilerimizle yakın temas halinde olmak, her gün öğrenmemizi sağlıyor. Özellikle büyük miktarda kaliteli ürünler aldığımız ve bunları webshopta sunduğumuz özel bir durumu hatırlıyorum. Bu ürünlerin geniş bir kitleye ulaştığını görmek, beni sadece bir iş insanı olarak memnun etmekle kalmadı, aynı zamanda dijital inovasyonun büyüme için önemli bir araç olduğuna olan inancımızı pekiştirdi.”
Soru: Ekip veya çalışanlarınızı iş dünyasında sürekli değişen bir ortamda nasıl motive ediyorsunuz?
Cevap: “Başarımızın ortak bir çaba olduğuna inanıyorum. Hep birlikte ilerlemenin ve çabalarımızın meyvelerini birlikte toplamanın ekibimiz için paha biçilmez olduğuna inanıyorum. Her zaman ‘ekmeği birlikte kazanmak’ benzetmesi yaparım. Her bir çalışanın, işin başarısında önemli bir rol oynadığını ve katkılarının takdir edildiğini hissetmesi, değişken iş ortamında daha etkili ve işbirlikçi olmalarına yardımcı olur.”
Soru: Gıda sektöründe, özellikle horeca toptancılığındaki başarı ve büyüme hedefleyen diğer girişimcilere ne tavsiye edersiniz?
Cevap: “Diğer girişimcilere tavsiyem, her zaman müşteriyi merkeze koymalarıdır. Müşteri görüşlerini dinlemek, sadece ürün satmakla kalmaz, aynı zamanda deneyimler sunar. Yaptığınız işe tutkuyla bağlı olmak önemlidir. Kazancınızın bir kısmını kendi işinize geri yatırın; stratejik yeniden yatırımlar, sürekli başarının önemli bir parçasıdır.”
********************** Nederlandse versie van het nieuws
EEN VOORBEELDIGE ONDERNEMER DIE JONGE MENSEN ONDERNEMERSTALENT BIJBRENGT: FARUK HALICI
– Zo’n talent dat hij op 19-jarige leeftijd een sportzaal runde in Turkije.
– In 2000 begon hij op 21-jarige leeftijd in Nederland in de voedingsmiddelenindustrie te werken en in 2003 richtte hij zijn eigen bedrijf op.
– Hij werd een ‘lievelingsman’ dankzij de warme belangstelling die hij toonde voor klanten en werknemers.
– Hij werd de tweede voorzitter van de Nederlandse Vereniging van Turkse Zakenlieden HOTIAD.
– Nu leert hij zijn ondernemerschapsvaardigheden aan jonge mensen door middel van conferenties.
door: İlhan KARAÇAY
Ik kende hem als ‘een ondernemende Turk’ van evenementen en bijeenkomsten.
Maar later, tijdens een toevallige reis, leerde ik hem beter kennen.
Deze reis ging naar Hatay en begon op 3 december.
Deze reis, die werd bijgewoond door de kaderleden en leden van de Vereniging van Nederlandse Turkse Zakenlieden HOTIAD, duurde vier dagen. Tijdens deze vier dagen van samenzijn was de man die mijn aandacht het meest trok: Faruk Halıcı.
Het doel van de reis was om aanwezig te zijn bij de levering en opening van 102 containerwoningen gebouwd door HOTİAD voor slachtoffers van de aardbeving. Hikmet Gürcüoğlu, de voorzitter van HOTİAD, was onder ons, maar Faruk Halıcı, de tweede voorzitter, was de gastheer.
Tijdens ons vierdaagse bezoek, dat verder ging per vliegtuig naar Adana en vervolgens per bus, werd ik getroffen door het geduld en de oprechtheid van Faruk Halıcı, die optrad als gastheer voor een overvolle groep.
Hoewel er verschillende voorkeuren en verzoeken van de groep waren, riepen Halıcı’s oplossingen, die hij met een lachend gezicht toepaste, geen enkel bezwaar op.
Bijvoorbeeld, op weg naar een geplande bestemming zei een stem aan de telefoon: “Ik ben net aangekomen met het vliegtuig, kun je me hier ophalen?”. Niemand maakte bezwaar tegen Halıcı’s antwoord: “Natuurlijk, met toestemming van je vrienden halen we je op van waar je bent”. Ik zou meer van dergelijke voorbeelden kunnen geven, maar ik weet dat jullie ook haast hebben om Halıcı te leren kennen, die ik ‘die man’ noem.
Ik had mijn wens om een speciaal nieuwsbericht te schrijven over Faruk Halıcı, die zo nederig was om iedereen in de bus water te geven, opzij gezet.
HET VOORDEEL VAN TOEVALLIGHEDEN
Vorige week ontving ik een bericht in mijn e-mail. Het bericht werd ondersteund door de volgende foto.
In het bericht stond dat Faruk Halıcı, de held van het artikel van vandaag, een conferentie zou geven met de titel ‘Ondernemerschap en motivatie’ bij de Tilburgse Turkse Jeugdvereniging.
Dit was natuurlijk een onverwachte ontwikkeling voor mij. Het was voor mij een kans om te vertellen over de heer Halıcı, die mijn aandacht had getrokken tijdens een reis en het gevoel had gewekt om over hem te schrijven.
Ik maak van deze gelegenheid gebruik om Faruk Halıcı aan jullie voor te stellen.
Faruk Halıcı is geboren in Yozgat in 1978, is getrouwd en heeft drie kinderen. Hij begon zijn zakelijke leven als eigenaar van een sportzaal in Turkije en later als directeur in een warenhuis. Deze ervaringen hebben zijn passie voor ondernemen en ondernemerschap versterkt.
Na zijn studie Bedrijfskunde, Management en Organisatie aan de Anadolu Universiteit, Eskişehir, kwam de heer Halıcı op 21-jarige leeftijd naar Nederland. In Nederland ontdekte hij nieuwe mogelijkheden in de voedingsmiddelenindustrie.
In 2003 richtte hij Jilpaq op, met een voorkeur voor de voedingsmiddelenindustrie.
In 2006 werd het bedrijf gereorganiseerd tot Jilpaq Holding.
In 2011, op 32-jarige leeftijd, werd de heer Halıcı, die een reus werd door 3500 m2 van de Nederlandse Metaalfabriek te kopen en een tweede opening te maken, gevraagd naar de betekenis van Jilpaq. Het antwoord was: “Het heeft geen betekenis. Maar ik vond zo’n interessante naam geschikt in plaats van de naam van mijn geboortestad, mezelf, mijn vrouw, mijn kinderen of mijn ouders”.
In 2012 werd in de Nederlandse media beweerd dat Turkse döner kebab niet hygiënisch was om het te belasteren.
In een verklaring als voorzitter van de Raad van Bestuur van Jilpaq, dat Jilpaq Doner produceert, beweerde Halıcı dat het niet juist was om over deze kwestie te generaliseren en dat zowel döner kebab als andere kebab op de markt op een gezonde manier werden geproduceerd en riep op tot “Kom en onderzoek onze productie”.
De opening van Jilpaq Holding werd bijgewoond door vele gasten.
Foto Marie-Thérèse Kierkels/PVE
Tijdens de opening zei hij op de vraag waarom hij de voorkeur geeft aan dönervlees: “Op dit moment wordt er in Nederland elke maand 900 duizend kilo dönervlees geconsumeerd. Het is onmogelijk dat alleen Turken zoveel vlees consumeren. Dit betekent dat Nederlanders ook de voorkeur geven aan dit eten. Wie weet zal de consumptie van dönervlees in de toekomst boven de miljoen kilo uitkomen.” Halıcı, die het antwoord gaf, kondigde aan dat hun verkoop in de groothandel naar heel Europa zal gaan.
Halıcı, die verklaarde dat Jilpaq een bedrijf zal zijn dat zich onderscheidt door zijn kwaliteit en klantgerichte aanpak, verkocht vervolgens de benodigdheden voor de restaurantindustrie die in Turkije worden geproduceerd onder zijn eigen merknamen aan Nederland, terwijl verpakkingsmaterialen zoals pizzadozen en dönerpapier uit Turkije werden gehaald en in Nederland werden verkocht.
Later werd hij lid van HOTIAD, de Nederlandse Vereniging van Turkse Zakenlieden, en momenteel is hij de tweede voorzitter van deze organisatie. In deze functie neemt de heer Halıcı zijn maatschappelijke verantwoordelijkheid en ondersteunt en stimuleert hij ondernemerschap.
LES ONDERNEMERSCHAP EN MOTIVATIE VOOR JONGEREN
Faruk Halıcı, die verschillende activiteiten onderneemt om Turkse jongeren in Nederland zijn ondernemerssucces bij te brengen, ontmoette jongeren op uitnodiging van Ötüken Youth Association in Tilburg.
Faruk Halıcı begon zijn toespraak met te zeggen dat jongeren hun ondernemerspotentieel volledig moeten benutten, moeten leren van het verleden en de basis moeten leggen voor de toekomst, en benadrukte dat zelfkennis het eerste belangrijke punt is op weg naar succes.
Halıcı vroeg jongeren om hun potentieel volledig te benutten door zich te richten op ondernemerschap en motivatie en om de fundamenten van de toekomst te leggen door te leren van het verleden.
In zijn toespraak benadrukte Faruk Halıcı het belang van zelfkennis en passie en stelde hij dat niet iedereen ondernemer hoeft te zijn om succesvol te zijn.
“Jonge mensen kunnen op verschillende gebieden succesvol zijn, zoals rechten, onderwijs of de publieke sector, zolang ze hun talenten maar op de best mogelijke manier laten zien,” zei Halıcı, die later ons aanbod voor een exclusief interview accepteerde. Fadime Örgü, een van onze voormalige parlementsleden die heel dicht bij haar staat, zei ook ‘ja’ op ons aanbod en dit interview vond plaats. Hier zijn de vragen en antwoorden van Fadime Örgü over ‘Ondernemerschap en motivatie’:
INTERWIEW FADİME ÖRGÜ-FARUK HALICI
Vraag: Welke gebeurtenis of ervaring inspireerde jou om ondernemer te worden? Was er een specifiek moment waarop je wist dat je een eigen bedrijf wilde starten?
Antwoord: Mijn ondernemersreis is gevormd door verschillende ervaringen die mijn passie voor ondernemen hebben aangewakkerd. In Turkije was ik al actief in het ondernemerschap. Ik beheerde mijn sportschool en was directeur bij een warenwinkel. Deze ervaringen hebben mijn affiniteit met ondernemen versterkt; het zit werkelijk in mijn bloed.
Toen ik op 21-jarige leeftijd naar Nederland kwam in 2000, was het een schok. Ondanks mijn academische achtergrond en ervaring in Turkije, moest ik hier opnieuw beginnen. Het leven in Nederland voelde anders aan, vooral omdat het na 18.00 uur zo stil was in vergelijking met de levendige sfeer in de grote steden van Turkije. Het deed me nadenken over wat ik hier kon bereiken.
Mijn drang om te ondernemen bleef sterk. Na veel reflectie en gesprekken koos ik voor de voedselindustrie, een terrein dat universeel is en altijd in vraag blijft, waar ter wereld je ook bent. Deze keuze leidde in 2003 tot de start van mijn onderneming Jilpaq in Nederland.
De evenementen van Faruk Halıcı worden ook bijgewoond door hooggeplaatste bestuurders van het land. Hier is een foto van Karien van Gennip, de toenmalige minister van Sociale Zaken en Werkgelegenheid, die een van Halıcı’s evenementen bijwoonde.
Vraag: Kun je ons vertellen over een uitdagende periode in je ondernemersreis en hoe je jezelf hebt gemotiveerd?
Antwoord: “Ik heb de afgelopen 20 jaar veel uitdagingen meegemaakt. Wat me motiveert is een overtuiging uit mijn cultuur: ‘Sommige eindes creëren nieuwe kansen’, de financiële beperkingen en de concurrentiedruk waren hoog. We hadden de mogelijkheid om goedkopere maar inferieure producten te kopen. Ook al was er stress en druk, ik geloofde dat tijd de beste oplossing was. Vasthouden aan onze principes heeft ons uiteindelijk sterker gemaakt en meer waardering van onze klanten opgeleverd. Tijdens de periode van het coronavirus was er aanvankelijk paniek en angst. De maatregelen, ondanks de regelgeving in het hele land, veranderden ons bedrijf op een positieve manier. We zagen dit als een kans en richtten een nieuw bedrijf op in Turkije, van waaruit we naar Europa begonnen te exporteren.”
Vraag: Wat is de rol van motivatie in jouw dagelijks leven als leider? Heeft u bepaalde rituelen of gewoonten die u helpen te motiveren?
Antwoord: “De rol van motivatie in mijn dagelijkse routine als ondernemer is van onschatbare waarde voor mij. Het is niet alleen de ontwikkeling van een bedrijf, maar ook een persoonlijke voldoening om iets terug te geven aan de maatschappij en werkgelegenheid te bieden aan de mensen om me heen. Toen ik een jong persoon in dienst nam, motiveerde het me elke dag om te zien hoe ze groeiden door de kansen die ik ze bood. Het gevoel bij te dragen aan iemands leven motiveert me voortdurend. Bepaalde rituelen of gewoonten hebben niet alleen te maken met mijn dagelijkse werk, maar ook met mijn betrokkenheid bij sociale projecten en lokale initiatieven. Bijvoorbeeld, elke keer als ik een nieuw project start of een belangrijke stap zet, neem ik de tijd om mijn collega’s te bedanken en de vooruitgang die we samen hebben geboekt te evalueren. Dit bouwt teamgeest op en motiveert ons om met passie en vastberadenheid verder te gaan.”
Na zijn lezing voor de jongeren had de heer Halıcı een privégesprek met een groep zeer enthousiaste jongeren en beantwoordde hun vragen.
Vraag: Hoe blijf je als leider gemotiveerd om innovatie en groei binnen Jilpaq te stimuleren in een steeds veranderende markt?
Antwoord: “Het is heel belangrijk om gemotiveerd te blijven om innovatie en groei te stimuleren in een veranderende markt. Een van de inspirerende momenten was toen we de groeiende vraag naar biologische producten zagen. Hoewel we aanvankelijk terughoudend waren, hebben we ons productassortiment uitgebreid en de positieve reactie van de klant motiveerde ons om de markttrends te volgen en innovatieve producten aan te bieden. Een andere motiverende factor was de laatste stap die we hebben gezet in de richting van digitalisering door een webshop te lanceren. Doordat we in nauw contact staan met onze klanten, leren we elke dag bij. Ik herinner me een specifiek geval toen we een grote hoeveelheid kwaliteitsproducten ontvingen en deze in de webshop aanboden. Zien dat deze producten een breed publiek bereikten, stemde niet alleen mij als zakenman tevreden, maar versterkte ook onze overtuiging dat digitale innovatie een belangrijk middel voor groei is.”
Vraag: Hoe zorg je ervoor dat je team of medewerkers gemotiveerd blijven in een steeds veranderende zakelijke omgeving?
Antwoord: Ik geloof sterk in het idee dat ons succes een gezamenlijke inspanning is. Het gevoel van samen vooruitgang boeken en samen de vruchten plukken van onze inspanningen is van onschatbare waarde voor het team. Ik vergelijk het vaak met ‘samen ons brood verdienen’. Wanneer iedereen zich betrokken voelt en het gevoel heeft dat ze een belangrijk onderdeel zijn van ons succes, motiveert dit hen om zich volledig in te zetten en samen te werken, ongeacht de veranderingen in onze zakelijke omgeving.”
Vraag: Wat zou jouw advies zijn aan andere ondernemers die streven naar succes en groei in de voedingssector, met name in de horecagroothandel?
Antwoord: Mijn advies aan mede-ondernemers is om de klant altijd centraal te stellen. Luisteren naar klanteninzichten helpt niet alleen bij het verkopen van producten, maar ook bij het bieden van ervaringen. Het is belangrijk om gepassioneerd te zijn over wat je doet. Investeer een deel van je winst terug in je eigen bedrijf; strategische herinvesteringen zijn belangrijk voor voortdurend succes.