Amsterdam Yunus Emre Enstitüsü ebru sanatçıları Okan Akın, Yusuf Akkaya ve Cuma Eser’in girişimleri ile, Özbekistanlı sanatçı Raim Hakimov’un ebrulu resimlerini sergiledi.
Çok sayıda sanatseverin ziyaret edip zevkle izledikleri sergi, bugün kapılarını kapatıyor.
Özbekistan Hollanda konsolosu Zafar Muhtorov Yunus Emre Ensitüsünü ziyaret ederek hem sanatçı Hakimov’a hem de emeği geçenlere teşekkür etti.
Ebrunun Semerkant’dan İstanbul’a, oradan da Amsterdam’a göç serüveni anlatan Okan Akın, Yusuf Akkaya ve Cuma Eser, geçtiğimiz yıl Özbekistan’da özürlü çocuklara, götürdükleri ebru malzemeleri ile bir hafta boyunca ebru workshop çalışması yaptırdılar.
‘İpekyolu İncisi Özbekistan’ isimli Hollandaca hazırladığım kitabımda, Yusuf Akkaya’dan, ebrunun kökeni hakkında bir makaleye yer vermiştim. Özbekistan’ı anlatan ilk kitap olması nedeni ile, bir çok Hollanda kütüphanesinde de raflarda yerini aldı.
10 Şubat 2020’de, Volkskrant gazetesinde, Aybala Carlak’ın, ebru ile ilgili 4 sayfa inceleme yazısı yayımlamış, Özbekistan kökenli sanatın, tasarım ülkesi Hollanda’da ne denli endüstriyel bir metaya dönüştüğü irdelenmişti.
29 Şubat 2020’de, İlhan Karaçay köşesinde ebru konusunu usta üslubu ile işlemiş farklı boyutlarını öne çıkarmıştı. (Bu haberi altta bulacaksınız)
Su yüzeyindeki natürel boyalar, büyülü, bir o kadar da sisli bir devrin göç hikayesi aslında. Ebru’nun yanı sıra, minyatür, tezhip, hat ve benzeri sanatlar, insanın kitaba, dolayısı ile medeniyete olan aşk terennümü gibidir.
Kağıt ve kağıt sanatlarının bir çoğunun anavatanının, Maveraünnehir (nehir ötesi – Transoxanië) bölgesi olduğu bilinir. Seyhun ve Ceyhun’un döküldüğü Aral denizi gibi, medeniyetimiz, kurudukça kuruyor gözükse de, bağrında halen altın çağların iksiri var.
Altın Miras
Semerkant kağıdı, iki bin yıl süren, İpek Yolu üzerinden dünyaya dağılmış, bilim ve sanatın, sıradan halka ulaşabilirliğine imkan vermiştir. Günümüzdeki internetin fonksiyonunu benzetmek mübalağa olmaz.
Türkler de, topluca İslam’a geçişinin başlangıç noktası Talas savaşında (751), Çinli esirlerden, özgürlüklerine karşı kağıt ve ipek sanatını öğrenmişler. Bedir savaşında okuma yazma öğreten esirler gibi yıkım değil, imar esas alınmış. Bu sayede Çin mallarının geçtiği güzergah olmanın ötesinde, doğrudan üretim, hatta markalaşma başlamış. Bölge zenginleştikçe medreselerin sayısı artmış. O medreselerin girişlerinde, ‘bilim müslüman erkeğe ve kadına farzdır’ yazıları asmışlar.
Yaptığı deneysel çalışmalarla “Ebru” tekniği konusunda modern tarzda yeni teknikler bulup uygulayan Raim Hakimov 2012 yılında bulduğu bu tekniği ayrıntılarıyla anlatan “Abri-Bahor, Ebru Baharı” isimli bir kitap yayımladı.
1951 yılında Özbekistan’ın Buhara şehrinde doğan Raim Hakimov 1968 – 1975 yılları arasında, Taşkent Cumhuriyeti Güzel Sanatlar Akademisi’nde sanat eğitimi aldı. Akabinde Buhara Devlet Pedagoji Enstitüsüne girerek oradan sanat eğitimcisi olarak mezun oldu. Yine aynı enstitüde sanat eğitimcisi olarak çalışmaya başladı. Eş zamanlı olarak kendi atölyesinde de resim çalışmalarına devam etti.
Raim Hakimov “Masal Diyarına Yolculuk” isimli bu sergisinde kendi hayal dünyasıyla bizi buluşturuyor. Klasik uslupta yaptığı resimlerde, Özbekistan’ın ve özellikle Buhara ve Semerkant şehirlerinin kadim kültürünü, tarihi dokusunu, insanını ve eşsiz doğasını görmek mümkün. Raim Hakimov klasik resim tekniği ile ebru tekniğini birleştirdiği eserlerinde, hayal dünyasın zenginliğini zirveye taşıyor.
Sanat elçimiz Okan Akın
Amsterdam’da yaşayan sanatçı Okan Akın, NDSM-plein 67’deki galaresindeki sanat faaliyetleri olmak faaliyetleri olmak üzere, birçok uluslararası sanat faaliyetine imza attı ve Hollanda’da ebru sanatçısı yetiştirdi. Yusuf Akkaya, fotoğraf, tekstil ve vazolar üzerinde ebru denemeleri yaparak, ebrunun endüstriye kazandırılması için girişimlerde bulundu. Cuma Eser, Hollanda’nın doğu bölgesinde başta yaşlı ve engelliler olmak üzere, ebru çalışmaları yapıyor. Nisan ayında Hogeschool Windesheim’da da Cuma Eser, Yusuf Akkaya ve Kenan Altıparmak’ın ortaklaşa olarak ebru tanıtım günleri olacak.
Ali Şir Nevai Özbek Kültür Merkezi
Hollanda’da Türk boy ve akraba topluluklarından azımsanmayacak kadar dernek ve vakıf dernek, kendi bölgelerinin kültürünü yaşatma ve tanıtma çabası içinde. Bunlara gazeteci-yazar Sharif Ahmedov’un kurduğu Ali Şir Nevai Özbek Kültür Merkezi de katıldı. Tıpkı bir Yunus Emre Ensitüleri gibi yurt dışında Özbekistan’ı tüm değerleri ile tanıtımı için ilk adımlarını attı bile.
***************
29 Şubat 2020’de yayınlanan haber:
Semerkand ve Buhara’da doğdu, Türkiye’de gelişti ve şimdi Avrupa’da baştacı ediliyor: Ebru Sanatı
Aybala Carlak’ın röportajını 4 sayfa halinde yayınlanan De Volkskrant gazetesi, öteden beri hareketlenmiş olan Ebru modasını gözler önüne serdi.
İlhan KARAÇAY Yazdı:
Bugüne kadar gittiğim her etkinlikte ve fuar açılışlarında sık sık gördğüm ve haberlerde sitayişle söz ettiğim Ebru sanatçıları, meğerse ne büyük değerlermiş be arkadaş?
Çok çok özür dileyerek ifade edeyim ki, gerçekten çok beğendiğim ve her zaman da sitayişle söz ettiğim Ebru sanatı ve sanatçıları, bir yandan ne yazık kı, diğer yandan da ne mutlu ki Avrupa’da ancak şimdi keşfedildiler.
Hollanda’nın De Volkskrant gazetesinde Aybala Carlak imzasıyla yayınlanan bir haber, bu işle ilgilenen herkesi, bir tokatta sağa sola savurdu.
Aybala’nın haberine göre, şimdi çeşitli moda zinciri firmalar, ebru desenlerini giysilerine nakşediyorlar ve bunun için de Türk ebru sanatçılarını kadrolarına katıyorlar.
İsterseniz Hollanda’daki gelişmeleri az sonraya bırakalım, ebru sanatının tarihine bir göz gezdirelim.
Ebru, Özbekistan sınırları içinde olan Semerkand ve Buhara şehirlerinde doğmuştur. İlk yapılma yılı kesin olarak bilinmemekle birlikte kağıdın bulunduğu yıllara rastladığı düşünülmektedir. Bu da 7’nci yüzyıl ile 8’inci yuzyıl arasını işaret eder. Ebru göçler kanalıyla Anadolu’ya gelmiş, özellikle Osmanlı döneminde büyük bir gelişme göstermiştir. Batılı ülkelerin ebruyla tanışması ancak 16’ncı yüzyılın başında İstanbul’a gelen seyyah, diplomat ve tacirler vasıtasıyla gerçekleşiyor. Ebru tekniği bu şekliyle Batı’da “Türk Kağıdı” ya da “mermer kâğıt” olarak adlandırılıyor.
Ebru, geven otunun özsuyundan elde edilen kitre veya deniz kadayıfı bitkisi (kerajin) ile kıvamı arttırılmış suyun üzerine, içine öd katılarak, suyun dibine çökmeyecek hale getirilen boyaların serpilmesi ve su yüzeyinde meydana gelen şekillerin olduğu gibi ya da metal uçlu bir aletle müdahale edilerek bir kağıda geçirilmesi yoluyla yapılır.
Ebru’nun Çin ve Japonya’da doğduğu da söylenir ama, oralardaki teknik ile bizim uyguladığımız teknik arasında dağlar kadar fark olduğu da bilinmektedir. Bizim sanatçıların yaptıkları Ebru tekniğinde, renkli topraklardan alınan boyalar ile, kvamlı sular kullanılır. Çin ve Japonya’dakiler ise başka bir teknik ile normal su ile mürekep kullanırlar. 12’inci asırdan itibaren Japonya’da suminagaşi ve beninagaşi isimleriyle yapılan bir takım çalışmalardan, çok renksiz, hemen hemen siyah-beyaz desenler çıkar.
Ebru konusunda en önemli uzman kaynak olan Prof. Uğur Derman Hoca ebrunun Farsça “bulut, bulutumsu” anlamına gelen “ebri” sözcüğünden türediğini en kuvvetli ihtimal olarak savunmaktadır. Osmanlı ülkesinde de revaç bulan aynı isim, telaffuz zorluğundan son yüzyılda Türkçede ‘Ebru’ya dönüşmüştür.
İstanbul’dan Avrupalı seyyahlar tarafından kendi memleketlerine götürülen ebru kâğıtları, önce Almanya’da, sonra da Fransa ve İtalya’da ‘mermer kağıdı’ veya ‘Türk mermer kağıdı’, hatta sadece ‘Türk kağıdı’ adıyla tanınıp benimsenmiş ve buralarda da da yapılmaya başlanmıştır. Zaman içinde İngiltere ve Amerika’ya da yayılan ebru kağıdı, her ülkenin sanat anlayışına göre bir başkalık gösterir. Bunda, kullanılan değişik malzemenin de rolü olmalıdır. Belgelenen en eski ebru örneği 16. yüzyıla aittir. Kağıdın süslenmesinde, kıt’a ve levhaların iç ve dış pervazlarında, yazma ciltlerinde yan kağıdı olarak sıkça kullanılmıştır.
Osmanlı döneminde başlıbaşına bir sanat ve iş kolu olan ebruculuk, 20. yüzyıl başlarına gelindiğinde, unutulma noktasına gelmiştir. Bu sanatın tekrar hayat kazanması, ebru sanatına ‘çiçekli ebru‘yu geliştiren büyük sanatçı Necmeddin Okyay sayesinde olmuştur. Okyay’dan sonraki büyük merhale Mustafa Düzgünman’dır.
Ebru Sanatı, 27 Kasım 2014 tarihinde Atilla Can’ın girişimleriyle UNESCO tarafından somut olmayan kültürel miras olarak tanımlanmıştır.
Mustafa Düzgünman’dan (1920-1990) sonra gelen ebru sanatçıları arasında, (tarih sırasına göre) Sacit Okyay, Sami Okyay,Fuat Başar, Alparslan Babaoğlu, Sabri Mandıracı, Sadreddin Özçimi, Sedat Altınöz, Hikmet Barutçugil, İsmail Dündar, Yılmaz Eneş, Atilla Can, Firdevs Çalkanoğlu, Mahmut Peşteli, Erol Çağlar yer almaktadır.
1000 YIL SONRA AVRUPA’DA MODA OLDU
Hollanda’da ‘Mermerleme’ olarak anılan ‘Ebru’yu De Volkskrant gazetesinde anlatan Aybala Carlak, su üzerinde yapılan bu sanatın, artık print edilerek giysilere nakşedildiğini ve hatta valizlere bile işlendiğini yazıyor.
Ünlü firmalar H&M Home, Astier de Villatte, Fendi ve Balmain’in, ebru printli giysi ve eşyaları ile girdikleri piyasada çok başarılı olduklarını yazan Carlak, Hermes firmasının da ebruyu erkek giysilerine nakşederek Fashion Haftası’nda sergilediğini belirtiyor.
Ebru’yu tam 12 yıldır giysi kutularına nakşeden Matches Fashion firması da durumdan çok memnun. Firmanın satış müdürü Jess Christie bu konuda şunları söylüyor: ‘Ebru bizim kimliğimiz ile kaynaştı. Pek çok Ebru sanatçısı ile çalışıyoruz. Böylece müşterilerimizin, kutularımızı saklamalarını teşvik ediyoruz.’
Aynı firma 2,5 yıl önce, Globe-Trotter adlı valizlerin imalatçı firması ile bir anlaşma yapmış. Bu anlaşmaya göre, sırf kendileri için Ebru motifli valizler üretmeye başladı. Satışlar da çok iyi gidiyor.
Ünlü modacı Jan Taminiau da birkaç yıldır Ebru kullanıyor. Eski kitap kapaklarında gördüğü Ebru baskılarından ilham aldığını söyleyen Taminiau, derin bir araştırma yaptıktan sonra özel olarak Ebru atelyesi kurduğunu ve ürettiği giysi ve ev eşyalarına Ebru nakşettiğini belirtti.
Ebru’ya ilginin nereden doğduğu sorusuna Taminiau’nun cevabı şöyle: ‘Bu tekniği çekici yapan şey, damlattığın veya bir metal deydirdiğin suda ne göreceğini bilememendir.Bu sanatı icra edenlerin harcadıkları enerji, birbirlerini kamçılamaktadır. İşte böylesi bir meşgale sonunda çıkan eserler de beğenilmektedir.’
Rotterdam’da ‘Ebruze’ markalı giysi üreten Ebru Durmaz şöyle diyor: ‘Dışarıdan bakanlar, konuya sanatsal değer yerine ticari değer olarak bakıyorlar. İnstagram sayesinde Ebru sanatı popüler oldu. İmal edilen prodüksiyonları öne çıkarmak için arka plana Ebru nakşediliyor.
Eskiden belli bir kesim bu sanatla ilgileniyordu. Ama şimdi herkes.’
Ebru sanatını öğrenmenin çok zor olmaması nedeniyle, bu sanatı öğrenmek isteyenlerin sayısı da günden güne artıyor. Jan Taminiau’nun atelyesinde kurs veren Türk sanatçı Yusuf Akkaya, ‘Burada işler çok iyi gidiyor. Ülkenin pek çok yerinde yeni doçentler ve kursiyerler görüyorum. Benim kursiyerlerim çok heyecanlılar. Suya damlattıkları boyaların aldıkları şekiller karşısında büyüleniyorlar’ diyor. Akkaya, Ebru’yu hem eski Japon sistemi suminagaşi ve paste paper tekniğini hem de modern Ebru tekniğini kullanıyor.
Her yıl yapılan ‘Sanat ve Görüntü Festivali’nin organizatörü Wendy van Wilgenburg, festivale Ebru sanatını kattıktan sonra bilet satışlarının yükseldiğini belirtirken, Ebru’nun çok renkli bir sanat dalı olduğunu ve ilgi çektiğini belirtti.
Yusuf Akkaya ise, Ebru ile ilgilenen Hollandalılar’ın, konuya sanat (Zanaat) olarak baktıklarını, ama bunun güzel sanatlar olduğunu yavaş yavaş öğreneceklerini belirtiyor.
HOLLANDA’DAKİ EBRU DUAYENİMİZ: OKAN AKIN
Ebru Güzel Sanatlar mucizesinin Hollanda’da modanın trentleri arasına girdiğini sevinerek yazıyorum ama, burada kendisini yıllardır izlediğim bir Ebru duayenimizden de söz etmek istiyorum. Ebru dışında daha pek çok güzelliğe ve etkinliğe imza atmış olan bu duayen, Okan Akın’dan başkası değil.
Bakınız, ‘Ebru ile nasıl tanıştın’ şeklindeki soruma Okan Akın ne cevap verdi?
‘Ebru sanatıyla tanışmam aslında 1980’lerde TRT’de çocukluk dönemimde izlediğim bir belgeselle oldu. Tesadüfen rastladığım o belgeselde yaşlı bir ebrucu –daha sonradan O’nun büyük üstad Mustafa Düzgünman olduğunu öğrendim- tekne içindeki suya boyalar damlatıp inanılmaz güzellikte resimler yapıyordu. Çok büyüleyici bir şeydi. Bir türlü aklımdan çıkmıyordu. Zamanla tabi o heyecan soğudu. Daha sonra Uludağ Üniversitesi Eğitim Fakültesi, Güzelsanatlar Eğitimi Bölümü, Tekstil Tasarım Ana Sanat Dalı’ında okurken ebru tekniğinin kumaşa da uygulanabildiğini öğrendim ama o dönemde uygulama yapacak ne bir atölye vardı, ne de bir imkan.
Okuldan mezun oldum ve beş yıl kadar Erzincan ve İzmir’de tekstil tasarım öğretmenliği yaptım. Evlilik dolayısıyla istifa edip, Hollanda’ya yerleştim. Amacım Hollanda’da bir sanat atölyesi açarak vitray, tekstil ve resim üzerine sanat faaliyetlerimi sürdürmekti. Üniversiteden hocam Rauf Tuncer bana bir gün Türkiye’den telefon açtı ve bir sergi için Hollanda’ya geleceğini söyledi. Kendisiyle sergi hazırlığı dolayısıyla bir iki gün beraber olduk ve bu arada Hollanda’daki planlarım hakkında konuşma fırsatı bulduk. Rauf Hocam bana aynen şunu dedi: “ Okan, tereciye tere satmana gerek yok. Burası Avrupa, modern sanatın beşiği. Sen modern sanat eğitimi almış birisin ve doğulu bir sanatçısın. İşte senin üstünlüğün burada. Çünkü ayrıca sende Doğu sanat disiplini var. Bu yüzden bizim geleneksel sanatlarımızdan birini çok iyi öğren ve bu sanatı burada modern bir anlayışla uygula. Hem Batılılara öğret, hem de burdaki Türkler’e kendi sanatlarını tanıt.”
Ne olduysa işte o zaman oldu. Akşam eve döndüğümde aklımda hep Rauf Hocam’ın dedikleri vardı ve hiç tereddütsüz ebru tekniği üzerinde yoğunlaşmaya karar verdim. Ondan sonrası çorap söküğü gibi geldi.’’
Okan Akın, Ebrua’ya bakış açısını ise şöyle anlatıyor:
‘Ebrunun gelenekli ruhunun korunması biz Türk sanatçılarının birinci görevidir diye düşünüyorum. Diğer taraftan modern sanat eğitimi almış biri olarak, sanat felsefesinin temelinin değişime, gelişime ve farklılığa sonuna kadar açık olmak olduğunu biliyorum. Bu yüzden ebrunun yeni denemelere sonuna kadar açık olması elzemdir. Bunu biz yapmazsak ebruyu öğrenen Batılı sanatçılar zaten yapacaklardır, hatta yapmaktadırlar. Bu durumda “peki, gelenekli ebrumuzu nasıl koruyacağız?” diye sorabilirsiniz. Bu hiç de zor değildir. Zira ebru sanatının çok iyi bir şekilde kategorize edilip, ekollere ayrılması ve bu şekilde gelenekli ile çağdaş denemelerin ayrıştırılması bu sorunu kökünden çözecektir. Gelenekli ebru ruhunun korunması için birinci derecede gereken şey budur. Bunun için bilimsel ve akademik çalışmalara ihtiyaç vardır. Bu da tabi devletin ilgili kurumlarının Başta Kültür Bakanlığı olmak üzere, Güzel sanatlar Fakülteleri, müze ve arşiv müdürlüklerinin sorumluluğunda olan şeylerdir. Biz sanatçılara düşen bu kurumları yönlendirici mesajlar verip, görev verildiği takdirde göreve icabet etmektir.’
Ebru’nun, geçmişte daha çok bir süsleme sanatı olarak kitapların yan kağıtlarında kullanıldığını şimdilerde ise modada baştacı edilemeye başlandığını hatırttığım Akın şöyle konuştu:
‘Ebru günümüze kadar bir kağıt süsleme sanatı anlayışında yardımcı bir sanat unsuru olarak kullanılmış. Bu yüzden hüsnü hat sanatına arka fon olmanın ve cilt yapımında kullanılmanın ötesine pek gidememiş. Özellikle merhum Necmeddin Okyay Üstad’ın 1900’lü yılların ikinci çeğreğinde çiçekli ebru çığırını açmasıyla birlikte, ebru müstakil bir sanat olma kapısını aralamış oldu. Şu anda birbiri ardına yetişen yetenekli ebrucular, yeni yeni arayışların peşinde inanılması güç başarıların altına imza atıyorlar. Artık şunu büyük bir gururla söyleyebiliriz ki, bir ebru eser çerçevelenip, mekanların müstesna köşelerine bir sanat eseri olarak asılabildiği gibi, önemli galerilerde sergilenebiliyor. Bu da ebrunun müstakil bir sanat olma evresini tamamladığını bize ispatlıyor. Bence en önenemlisi de budur. Yani ebrunun bir kağıt süslemenin ötesinde, tam bir sanat eseri özelliğinde kullanılmasıdır. Bunun yanında ebru özellikle dekoratif eşyalarda ve tekstil eşyalarında da kullanılmakta. Bu da çok normaldir. Çünkü sanat, estetik bir kaygının sonucudur ve sanat eserleri insanların yaşam alanlarına ve kullandıkları şeylere ilham kaynağı olma görevini üstlenir. Bunda hiçbir beis yoktur.’
GAZETECİLİĞİN VİNCENT VAN GOGH’U OLARAK ÖDÜLLENDİRİLEN İLHAN KARAÇAY DOSYASI…
*Gazetecilik çalışmalarımdan örnekler içeren bu dosyayı arşivinizde saklayınız. *Okuyuculardan gelen gelen övücü reaksiyonlardan bazıları… *Yaşam öykümü anlatan Yavuz Nüfel’in yazıları… *Turkse Media ve Gazeteci nl’nin çok ilginç gördüğü başarılı faaliyetler… *Geçmişim ile yüzleştirilmem… *Kraliçelere ve Başbakanlara yazılan mektuplar… *Yazılanlar, şahsımı detaylı bir şekilde tanıdan 133 sayfalık bir kitap gibidir.
18 Yaşında 42 Yaşında 68 Yaşında Van Gogh Yaşında
Sevgili Okurlarım,
Bugün size megalomanlaşmış bir kişi olarak yazacağım için beni bağışlayın lütfen.
Bu yazıda kendimi o kadar savunacak ve öveceğim ki, belki de bazılarınız beni tanıdığınız halde yadırgayacaksınız.
Ama yazmak mecburiyetindeyim. Zira, yazdıklarımı gönderdiğim 20 bini aşkın email adresi, 1250 whatsapp adresi, binlerce twitter, messenger ve Linkedin adresi içinde çok sayıda devlet yöneticisi, kurumsal başkan ve görevliler, Holding sahipleri, üniversiteler ve eğitimciler ve de binlerce medyadan çok az ses geliyor.
Kaldı ki, yazılarımı okuyup beğenen ve “Bu yazdıkların üniversitelerde ders olarak okutulmalı”, diye yazanların yanında, “Devlet seni ödüllendirmeli” diye yazan pek çok okurum var.
Ama ne yazık ki, ansiklopedi büyüklüğünde bastırdığım “Türkiye-Hollanda Arasında 400 Yıllık Resmi İlişkiler ve Hollanda’ya Türk göçünün 50’inci Yılı” başlıklı kitabımdan bile devletimiz tek bir tane satın almadı.
Haaa, bana Hollanda’da ödül veren pek çok firma ve kurum oldu ama, spor gazeteciğimdeki başarılarımı dikkate alan, Türkiye’deki ‘Uluslararası Futboltenisi Federasyonu FİFTA’ da bir ödül vermişti. 2014 Yılında İstanbul’da yapılan ödül töreninde, spor dalında başarılı olmuşlara ödülleri verilirken, benim ödülümü, milli takım eski ve şimdiki Trabzonspor’un teknik direktörü Abdullah Avcı vermişti.
Yazılarım için bana teşekkür ve övgü gönderenler içinde sakladıklarımı, bu yazının sonunda sizlere sunacağım.Ama bugün sizlere, bana hayatımın en anlamlı ödülünü veren bir araştırmacı yazar ve ressamdan söz edeceğim.
Hatırlayacaksınız, geçtiğimiz kasım aynının 14’üncü günü sizlere,
“SANAT (RESİM) SEVENLER İÇİN ÜMRAN ÖZBALCI ARİA’DAN, HOLLANDA RESSAMLARINI TANITAN MUHTEŞEM BİR KİTAP” başlıklı bir haber sunmuştum.
Ümran Hanım ŞU ANDA Türkiye’de yaşıyor. Ne mutlu ki, haberlerimi gönderdiğim 20 bini aşkın adres içinde O’nun da adresi varmış. Ümran hanımın başarılarını yazan çok gazeteci olmuş. Ama nedense, (Tabii ki bu neden, benim ayrı bir yazış ve servis ediş tarzım olacak), kendisi hakkında benim de bir haber yapmamı çok istemişti.
ARAŞTIRMACI YAZAR-RESSAM ÜMRAN ÖZBALCI ARİA, ŞAHSIMA ‘GAZETECİLİĞİN VİNCENT VAN GOGH’U YAKIŞTIRMASINI YAPTI VE ÇİZDİ.
İşte o Ümran Özbalcı Aria, bana doğum günü, Noel ve yeni yıl tebriği olarak üstteki tabloyu tasarlamış ve göndermiş. Benim portremin yanına, Hollanda’nın dünyaca ünlü ressamı Vincent van Gogh’un yüzünü ekleyen ve bir daktilo ile bisiklet koyan Ümran hanım bana, “Gazeteciliğin Van Gogh’u” yakıştırmasını yapmış.
Belki biraz abartılı ama, bir konuda yanılmamış Ümran Hanım. Van Gogh, deliliği ile tanınan bir ressamdı. Kendi kulağını kestiği söylenir ama sanırım kendi kulağını kesen bir başkasıydı. Eeee, bende de var o delilik…
Zira ben işimi yaparken, gerekirse delilik yapmaktan da kaçınmayan bir yapıya sahibim.
SAĞOLSUN ÜMRAN ÖZBALCI ARİA..! *******************
OKUYUCULARIM TARAFINDAN BANA GÖNDERİLEN REAKSİYONLARDAN BAZILARI Kaydedemediklerim ve kaybolanların dışında, saklayabildiğim 1276 reaksiyondan bazılarını sunuyorum.
Günaydın İlhan Bey,
Haber platformunuzda yayınladığınız haber ve yorumlarınızın hemen-hemen hepsini büyük bir istek ve ilgi ile takip ediyorum.
Ancak, son analizinizin ne kadar isabetli ve yol gösterici olması bir yana, yazı tekniği ve kalitesi bakımından da bu konu hakkında şimdiye kadar Türk basınında yayınlanan benzerlerinin kat be kat daha üstünde.. sizi bu yazınızdan dolayı can-ı gönülden kutlar, güzel bir hafta sonu dilerim.
Nazif Ertekin, Amsterdam
*********************
Sevgili dostum İlhan Bey;
İçtenlikle söylüyorum; Devletimizin herhangi bir makamı size; T.C.Devlet Ödülü vermelidir. Ve bu ödül, Ankara’daki Cumhurbaşkanlığı külliyesinde, törenle ve Cumhurbaşkanı Sn.R.T.Erdoğan eliyle verilmelidir…Çünkü siz, ideal bir gazetecilik örneği sunuyorsunuz. Sadece Hollanda’da yaşayan Türklerin yaşantıları ile ilgili değil; ülkemizin bütün sorunlarını, konularını içeren, haber-yorumlara da yer veren bültenler yayınlıyorsunuz. Sizin 27000 adrese gönderdiğiniz bültenler çok zengin bir külliyat oluşturmuştur. Bir TÜRK olarak size şükranlarımı ve de tebriklerimi sunuyorum, kardeşim.
Selam, sevgi ve saygılarımla.
Gazeteci Yazar Prof. Dr. İrfan Ünver Nasrattinoğlu
****************************
Değerli İlhan Bey,
Batı Avrupa’nın sayılan ve takip edilen bir gazetecisi olarak yazdıklarınız birçok insana doğru yolu gösterecektir. Özellikle gençlerimiz çok yanlış yönlendiriliyor. Yazdığınız yazı içine düştüğümüz yanlış iklimin koşullarını anlattığı için çok önemli. Yazınızın son bölümünde yaptığınız gibi önce iğneyi kendimize batırıp sonra başkalarını eleştirmek daha öğretici olur.
Ellerinize sağlık.
Gazeteci Yazar Prof. Dr. İrfan Ünver Nasrattinoğlu
*******************************
Sevgili Karaçay,
Aralıksız her ay yayımlamakta olduğunuz uluslararası nitelikte ve değerdeki DERGİNİZİ bu kez de zevkle ve yararlanarak okudum. Büyük iş yapıyorsunuz. T.C. Devleti ve hatta Hollanda Hükümeti size büyük ödüller vermeli.
İyi akşamlar dileğiyle, sevgi ve saygılarımla.
Saygı ve selamlarımla,
Gazeteci Yazar Prof. Dr. İrfan Ünver Nasrattinoğlu
***********************
Değerli İlhan Bey,
Batı Avrupa’nın sayılan ve takip edilen bir gazetecisi olarak yazdıklarınız birçok insana doğru yolu gösterecektir. Özellikle gençlerimiz çok yanlış yönlendiriliyor. Yazdığınız yazı içine düştüğümüz yanlış iklimin koşullarını anlattığı için çok önemli. Yazınızın son bölümünde yaptığınız gibi önce iğneyi kendimize batırıp sonra başkalarını eleştirmek daha öğretici olur.
Ellerinize sağlık.
Saygı ve selamlarımla,
Kutlay Yağmur, Professor of Language Identity and Education
Tilburg School of Humanities
Tilburg University-The Netherlands
*****************************
Okay Karacan’dan:
1993-1994 sezonunda Beşiktaş’ın Ajax ile oynayacağı Kupa Galipleri Kupası maçını TRT adına takip ve anlatım için Amsterdam’da bulunmuştum.
Şanslıydım, Hollanda’da yaşayan gazeteci İlhan Karaçay bize mihmandarlık yapıyordu. Karaçay aynı zamanda Show TV’ye profesyonel destek veriyor ve çalışmanın tüm adımlarında yeni birşeyler öğreniyorduk. Karaçay’ın ağzından çıkan her kelimeyi kaydediyordum, İlhan abi konuşuyor, ama değerli laflar ediyordu.
O dönem internet yok, dergiler kanalıyla takip ediyoruz Avrupa Futbolunu ve tabii ki çok doyurucu detaylara ulaşmak mümkün olmuyordu. Yerinde yaşayan bir kişinin bilgileri sizin için korkunç değer arzediyor. İzlenimlerinizi kaydetmeyi biliyorsanız futbol topunun peşinde yaptığınız yolculuğun her kilometresinde size yeni pencereler açmakta yardımcı oluyor.
************************
Ustadım Selam
Senin yazılarına bayılıyorum. Gerçekten bu kadar bilgiyi anlaşılır bir şekilde ve aynı zamanda sürükleyici bir şekilde yazıya dökmene hayranım.
Bana sorsalar, ‘sana göre en büyük yazar kim’, hiç düsünmeden, ‘Üstad İlhan abi’ derdim.
Saygi-Sevgi ve Selamlarımla,
Mehmet Soytürk
HOTİAD Onursal Baskanı
**********************
Merhaba adamın hası.
Yaptığın iş sıradan bir iş değil. Her babayiğidim diyen de beceremez. Tebrik ediyorum. Selamlarımla.
Mustafa Can.
**********************
İlhan Karaçay bey, çok teşekkür ederim. Yazmış olduğunuz mektubu satır satır okudum. Eline dinle sağlık, bundan daha güzel yazılamazdı. Osmanlı Devleti, Hollandanın ilk Büyük Elçisi Haga’yı kabul edip kapütülasyon hakkını aldığı zaman, Hollandalılar çok memnun olmuşlar. Ne yazık ki onlar bizim Bakanımıza vur emri verdiler. Bu bizi çok üzdü. Bu kadar zaman geçmesine rağmen özür bile dilenmedi. İnşallah düzelir de bizlerde rahatlarız.
Tek temennimiz ilişkiler iyiye gider.
Saygılarımla, Necati Kocak
**************************
Ağzınıza sağlık, Elnize sağlık, Çok güzel objektif bir yazı olmuş. teşekkürler ediyoruz Sayın Karaçay.. ve sayfamda paylaşıyorum. Mehmet Hadra
******************************
Yıllarca Hollanda’da yaşamış ve sorunlarımızı en iyi ifade edebilen siz, duayen bir gazeteci ve güzel bir insan olarak tanıdığım siz sayın İlhan Karaçay, muhteşem bir mektup yazmışsınız..
Bu yazıyı okuyan ve içinde insanlık kıpırtısı olan hiç kimse duyarsız kalamaz..
Ben Türkiye’ye kesin dönüş yaptım, lakin ailemin büyük çoğunluğu ve çocuklarım Hollanda’dalar..
Ben ve ailem adına ve yine Hollanda’da yaşayan bütün Türkiye kökenlilerin adına size teşekkür ederim..
Umarım Hollanda’da yaşayan insanlarımız da sizin bu yazınızı okuyup bir nebze olsun duyarlı davranırlar..
Saygılarımla… Metin Esen
*******************************
Merhaba sayın Karaçay,
Sizin gazeteciliğinizi örnek almış bir naciz yazarım ben. Sizi Hürriyet’in göz bebeği olarak tanıdım. Çocuktum, sizi Hürriyet gazetesinin büyük bir duayeni olarak tanıyorum.
Ama sizce Hürriyet hala aynı mı?
Sizi bu mesuliyetinizden ve duyarlılığınızdan ötütü kutluyorum ve derinden tebrik ediyorum. Gurbetçilerinin halini gerçekten yaşamış bir Türk olarak, sizden iyi kimse bilemez. Gazetecilik bir yana, gurbetçi yanınız, duyarlılığınızı gösteriyor. Tebrikler sayın hocam. Siz korkusuzca cesaretle onurla geçmişimizi ve geçmişinizi taktirle savundunuz.
Allah kaleminize güç versin. Size de uzun ömür versin.
Hürmetlerimizle sayın hocam. Yaşar İçyüz
**********************
İlhan bey,
Haberinizi benimle de paylaştığınız için teşekkür ederim.
Biliyorsunuz, e-Vize yalnız Hollandalılar için geliştirdiğimiz bir uygulama değil.
98 ülkenin vatandaşına bu şekilde pratik bir yöntemle vize veriyoruz.
Şimdi e-Vize uygulamasının kapsamını genişletiyoruz.
Bu konudaki kısa bir bilgilendirme notunu bilginiz için İngilizce ve Türkçe olarak ekte gönderiyorum.
Selamlar, Naci Koru (Dışişleri Bakan yardımcısı)
******************************* Eline yüregine sağlık. Senden de bundan başka bir şey beklenmezdi. Öfkemizin doruğa çıktığı bir zamanda, bizim öfkemize en azından dur dedin. Bekleyeceğiz göreceğiz. Mevlam neyler neylerse güzel eyler selamlar. İbrahim Gormez
***************************
Günaydın İlhan abicigim,
Öncelikle bu paylaşımınız için size çok teşekkur ederim.
Amsterdam Tartışmaları toplantısını, yılların usta gazetecisi olarak, derin bilginiz ve geniş tecrübeniz doğrultusunda çok güzel özetlemişsiniz. Teşekkürler. Bahattin Erbas (Belediye Meclis Üyesi) *********************************
İlhan Abi merhaba
Yorgunluktan harap durumdayken yazınızı gördüm ve hemen okudum. Harika bir yazı. Sizinle sohbet etmeyi çok isterim. Şimdilik internetle de olsa, bir gün mutlaka sizinle yüzyüze oturup iki kadeh içip sohbet edeceğim. Çünkü gazetecilik mesleğini seçmemdeki amaç, birgün kristal avizeli balo salonlarında, birgün çamur içindeki arazide olabilmekti. Gazetecilik bu iki mekanın simgelediği yaşamı aynı anda yaşatan ve tecrübe kazandıran tek meslektir bana göre. Ve sizin hayat hikayeniz, bana hep bu amacı hatırlatıyor. Çok teşekkürler…
Sevgilerimle Deniz BİLGEN ****************************
Kalemini seveyim abi. Biz Türklerin düşüncelerini ancak siz bu kadar güzel
Özetleyebilirdiniz. Tek kelimeyle bravooo demek istiyorum.
Ayhan Senyurek
*************************
lhan abimiz. NL-TR tarihini dile getirmişsiniz ve de gereken yere iletmeniz beni gururlandırdı. Kaleminize ve elinize sağlık. Bizlere yapılan ayrımcılık, zaten 1970’lerde de vardı. Şimdi de var. Mersinli olarak 48 yıldır Hollandamı yine de seviyorum. Aysel Sabuncu
************************
Yüregine sağlık çok değerli abim iyiki varsınız her türlü sorunlarımıza Tercuman oluryosunuz sn mahmut yılmaz beyin dediği gibi bu olaylara sebeb olan sn bakanımızada kaleminizden şirinlik dökülürse bende mutlu olurum bir okurun olarak çok tşk saygılar sevgiler 🙏 💐
Esra Şimşek (rahmetli oldu)
***********************
İlhan abi,
Yıl sonu değerlendirme raporunuzu okuyarak, daha önce aydınlattığınız bilgileri tekrar hatırladık. Sevgili Yavuz Nüfel, yorumunda sizi, Mersin’in dışarıya açılan kapısı’ olarak anmış. Kesinlikle saygı duymamla beraber, ben de kendi fikrimi söyleyeyim: Sizin mesleki bilginiz, tecrübeniz ve uluslararası bilgeliğiniz, Mersin boyutunu çoktan aştı bence. Türkiye’nin dışarıya açılan penceresi değil, entellektüellerden oluşan kapılarından bir tanesisin. Tecrübelerin ve bilgilerinden, keşke 27 bin kişi değil de milyonlar istifade edebilse. Sizi Ankara’nın görmesi ve Türkiye medyasının daha iyi değerlendirmesi dileklerimi sunar ve bu vesile ile mutlu yıllar dilerim
İlyas Keskin
*************************
Merhaba sayın İlhan Karacay bey,
Sizi çok yakından tanıyan biriyim ve daha önce de size ben email göndermistim ve benim emaili de yayınlamıştınız. Ben sizden yazılarınızı ve eleştirilerinizi devamlı alıyorum ve çok beğenerek ve severek zevkle okuyorum. Olaylara çok güzel yaklaşıyorsunuz ve herkesin anlayacağı bir şekilde yazıyorsunuz.
Teşekkürler ve selamlar.
Ahmet Kaya
*******************************
İlhan Abi, sen sağol. Yapmış olduğun güzel programlar ile Avustralya’daki Türklerin Hollanda konusundaki bir çok sorusuna çok güzel cevaplar veriyorsun. Ayrıca Bülent abimin Çanakkale Savasları konusundaki derin bilgisi ve milli bilinç şuurunu gençlere aşılamasi ile sadece ben değil, bir çok kişi tarafından takip edildiğini söyleyebilirim. Bülent Abimizi, 2015 ANZAK 100. yılı çereçevesindeki programlar da Avustralya da görmeyi çok istiyoruz. Gerekli çalışmaları bir kaç ay sonra başlatacak kurum ve kuruluslar ile tanıştıracağız.
Ali İdris Muşlu – Saigo Takamori (Avustralya)
***************************
Saygı değer İlhan Bey,
Öncelikle size bu dostane yaklaşımınız için çok teşekkür ediyorum. Siz bizim için güçlü bir kalem olarak hep örnek aldığımız gazetecisiniz. Beni bu yaklaşımınız son derece mutlu etti. Günümüzde yeni yeşeren Türk toplumu için katkı sağlamaya çaba gösteren bize destek ve yanlışlarımızı düzeltmemize samimi katkı sağlamanıız bizi daha çok güçlü kılıyor. Sizlerin bu katkılarını dikkate alarak daha güzeli yakalamaya gayret göstereceğim. İyiki varsınız.
Saygı ve hürmetlerimi iletiyorum.
Ali Osman Biçen
****************************
Sayın Karaçay, sizlerin varlığı Türk toplumu için büyük bir şans. Sizlerin şimdiye kadar yaptığınız ve yapacağınız hizmetler için teşekkürlerimi bildirir ve yeni yılınızı kutlarım.
Ali Rahime Manus
********************************
Sevgili İlhan Dost merhaba,
Yazılarını hayranlıkla yukarıdan aşağıya gözden geçirdim.
Ne güzel yazılar yazmışsınız. Bravo.
Gözüm hemen Ecevit ile ilgili yazıya takıldı ve okudum.
Sonra diğerlerine de baktım.
Tek kelimeyle çok mükemmel yazılar.
İnsan okurken etkileniyor. O yıllara gidiyor.
Bir yerde insan hüzünleniyor ve bir yerde de mutlu oluyor.
Çünkü böylesi değerlerle birlikte olmuş bir kalem bir gazeteci İlhan dostun güzel cümleleri dökülüyor.
Bu yazıları bir kitap yapmayı herhalde düşünüyorsunuzdur.
Çünkü bu yazılar bir kitapta mutlaka saklanmalı ve Türk okurunun hizmetine sunulmalıdır diye düşünüyorum.
Size bu yazım ve gazetecilik yaşamında başarılar diliyorum.
Sevgi ve dostlukla kalınız.
Bekir Cebeci
*************************
İlhan Abi merhaba,
Yorgunluktan harap durumdayken yazınızı gördüm ve hemen okudum. harika bir yazı. Sizinle sohbet etmeyi çok isterim. şimdilik internetle de olsa bir gün mutlaka sizinle yüzyüze oturup iki kadeh içip sohbet edicem. Çünkü gazetecilik mesleğini seçmemdeki amaç, birgün kristal avizeli balo salonlarında birgün çamur içindeki arazide olabilmekti. Gazetecilik bu iki mekanın simgelediği yaşamı aynı anda yaşatan ve tecrübe kazandıran tek meslektir bana göre. Ve sizin hayat hikayeniz, bana hep bu amacı hatırlatıyor. Çok teşekkürler…
Sevgilerimle
Deniz BİLGEN
************************************
Sizin gibi “karanlığa kurşun sıkmayan, içinden belli etmeden küfür etmeden” ama haksızlıkları açıkça ve mertçe yazan değerli insanlara ne kadar çok ihtiyacımız var!
Yalnız değilsiniz, sizi bütün kalbimle destekliyorum…
Fuat Yöndemli
*******************************
Elinize ve dilinize sağlık,
Herkesin hissettiklerini ancak bu cesaret yüklü bir kalemden gelebilirdi. Size boşuna İlhan Karaçay dememişler.
Hislerimizin tercümanı sayın elçi sevgi ve saygı dileklerimi lütfen kabul buyrun.
Hayriye Yılman
*****************************
Sevgili Hocam,
Bu anlattıklarından sonra başka söze ne gerek var.
Güzel bir anlatım, iyi bir analiz.
Sizden de ancak böylesi bir yazı yazmanızı beklerdim.
Hollanda’lı Türklerin duyğu ve düşüncelerine tercüman
olduğunuz için teşekkürü bir borç biliyor, sayğılarımı sunuyorum.
İbrahim Çitil/Amsterdam
**************************** Halit Kıvanç’ın 1983 basımlı “gool diye diye” kitabından
İtalya’daki Avrupa Futbol Şampiyonası’nı tatsızlaştıran bir neden, sürekli korku havasında yaşamaktı. Gerçekten bir akşam basın merkezinden oteline gitmekte olan bir yabancı foto muhabirini durdurmuş, soymuş makinelerini filan alıp gitmişlerdi. Bir başka akşam da bir spikere saldırı girişiminde bulundular. Biz spikerler berabersek ne âlâ. Değilsek gazeteci arkadaşlarla birbirimizi bekliyorduk. Çoğunluk, güven Taner’le, Eyüp Karadayı ile, Hollanda’dan gelen ve böyle büyük organizasyonlarda buluştuğumuz eski dost İlhan Karaçay’la beraber oluyordum.
**************************
Sayın Karaçay,
Anlam ve izan dolu yazınızı dikkatle okudum. Yerden göğe haklısınız. Ben de 36 yıldır Belçika’da yaşıyorum. Sizin de çok iyi bildiğiniz gibi “gerçek” Avrupalılar kendilerine mantık dersi verilmesini (özellikle 3.cü dünyalılar tarafından) hiç sevmezler. Çünkü onlar doğuştan üstün olduklarına inanırlar. Yakup Yurt (Gazeteci)
**************************** Ünlü yazar Süleyman DOĞAN’ın yazısı: Hollanda Kraliçe’si Beatrix geçtiğimiz hafta Türkiye’yi ziyaret etti. Bu ziyaret iki ülke arasındaki ilişkileri hiç süphesiz güçlendirdi. Gerek Hollanda’da yaşayan Türkler açısından gerekse ikili ticari ilişkiler açısından… Kraliçe Beatrix, Türkiye’de bulunmaktan mutlu olduğunu ve Türkiye ile Hollanda arasında 400 yıllık dostane ilişkilerin bulunduğunu söyledi. Konuyla ilgili olarak Hollanda’da 40 yıldan beri yaşayan gazeteci-yazar İlhan Karaçay’ın Kraliçe’ye yazdığı mektuba bu makalemde yer vermek istiyorum. Bu vesileyle Hollanda’daki Türklerin durumu ve ilişkiler gündeme gelirken mektup aynı zamanda genel bir durum değerlendirmesine yer vermektedir. Bu mektup aynı zamanda Avrupa’daki Türklerin mevcut durumunu gözler önüne sermektedir. O bakımdandan mektup oldukça manıdardır. ‘Avrupa Dünya’ gazetesinde neşredilen İlhan Karaçay’in mektubunu siz aziz okurlarıma takdim ediyorum: Süleyman Doğan
******************************* Merhaba İlhan bey,
Özelikle bu güzel yazınız için size teşekkür ediyorum. İnanın ki duygularımı o kadar güzel yazmışsınız ki, sanki yaşadıklarımın hepsini biliyormuşsunuz gibi.
Böyle gerçekleri dile getiren yazı ve bilgileri okumayı severim. Çünkü bilgiler paylaşıldıkça zenginleşir.Devamını diliyorum.
Selam ve saygılar, Necat Kaya, Rotterdam/ IJsselmonde Belediye Meclis Üyesi,
****************************
İlhan abi ağzına ve ellerine sağlık. Senin zaten böyle mükemmel ve gerçekçi yaklaşımlarından ve de tarafsızlığından hep örnek aldım ve hayatta da bunlardan dolayı örnekler yaşadım. Sağol varol. Yazılarının devamını sabırsızlıkla bekliyorum.
Not: Hollanda / Türkiye devlet temsilcilerinin senin gibi insanların tecrübe ve düşüncelerinden öğrenecekleri çok şey var. Saygı ve selamlarımı iletir, tüm ailene ayrı ayrı selamlar. Necati Çavuşoğlu
************************
Yıllardır, Hollanda’da ‘Derin Devlet’ten bahsedilmiştir. İnanmadık, ‘burada hukuk devleti vardır’ dedik, yanıldık! Hollanda’da ‘Derin Devlet’ olgusunu en yalın bir şekilde ortaya koyanlardan birisi, duayen gazeteci İlhan Karaçay’dır. Hollanda Türkleri arasında cesaret edip bu konuyu gündeme getiren ilk bilinçli yurttaştır.
İlhan ağabeye teşekkür ediyorum. Yazılarıyla; tarihe, ulusa ve gelecek nesillerin gerçekleri öğrenme hakkına ışık tuttu. Oguzhan KILIÇ
*********************
Sevgili Kardeşim
Ben de senden böyle bir değerlendirme bekliyordum. Böyle bir analizi kimse yapamadı…
Gerçekten şimdiye kadar o kadar yazı çıktı ki, hiçbirinde seninki gibi, Fuar’ı ve Turizmin görünüşünü inceleyen eleştirisel bir yazıya rastlamadım.. Çok güzel yazmışsın. Bardağın hem dolu hem boş taraflarını gösteren bir yazı..Eline sağlık..Umarım turizm sektöründeki arkadaşlarım yararlanırlar. Tekrardan sevgiyle kal. Orhan Ertuğruloglu (Deventer eski Başkonsolosu)
**************************** İyi ki ordasın İlhan bey;
Kader insanı bir yerlere tesadüfen sürüklemez vardır bir bildiği
Kalemin ve dilin keskin olsun, kalbinde tok vursun.
Selamlar. Yalçın Koçak
********************************* İlhan bey merhaba, ‘Türkce Süreli Yayınlar Sempozyumu’ haberi ile ‘Türk dünyasının değerini bilemiyoruz’ başlıklı yorumunuzu 1400´ü aşan mail gruplarıma gönderdim.
Nefis bir bir yazı.
Davetli oldugum halde gelmem mümkün olmadı.
Veyis Güngör bey gibi çalışkan, sizin gibi gayretli ve ufuklu arkadasları kutluyorum. Latif Çelik, Almanya Birlik Gazetesi
**************************** Merhabalar İlhan bey,
Utrecht izlenimleriniz, yaptığınız görüşmeler çok güzel; uyarıcı ve yol gösterici bir çalışma… elinize sağlık.. Gerçekten bir turizm fuarı bu kadar iyi anlatılır..
Sevgilerimle. Nilgün Atar (Turizm Haberleri Genel Yayın Yönetmeni)
***************************** Usdadım, senin yazılarına bayılıyorum. Gerçekten bu kadar bilgiyi anlaşılır bir şekilde ve aynı zamanda sürükleyici bir şekilde yazıya dökmene hayranım.
Bana ‘sana göre en büyük yazar kim’ diye sorsalar, hiç düşünmeden Üstad İlhan abi derdim.
Sevgi ve selamlarımla, Muharrem Cengi
***************************** Ağbi eline kalemine sağlık.
İlhan ağbi, biri senin hayatını yazsın. Resim ve belgelerle.
Bence gençlere örnek olsun. Bunu düşün.
Seviliyorsun.
Sen bir ekolsun Hollanda’da. Şadi ağbi gitti Kamuran gitti. Onlar
yazamazlar. Ama sen efsane iken ya kendin kaleme al, ya da sen anlat
biri yazsın. Gençler ilerde çok şeyler öğrenecek. Çünkü hiç bir şey kalmadı.
60 yıl oluyor nerde ise. Senin o kitaptan başka kalıcı bir şey yok.
Selam ve saygılar, Bülent Türker
************************* Omer Altay
İlhan bey merhaba, Biraz önce facebook’da DENK partisinden Selçuk Öztürk hakkındaki yazınızı dikkatle okudum. Her zaman doğruları şeffaf analiz edişinize de hayranım doğrusu. Siz, bizlerin tanıdığı ve hatırı sayılır ender insanlardansınız.
Saygılarımla,
Türk İslam Kültür Dernekleri Federasyonu (TİKDF), Ömer Altay Genel Başkan
***********************
İlhan abi,
Emeğine, bileğine, kalemine sağlık.
Ben de yazıyı okurken çok duygulandım. O bavula konulan umutla yapılan yolculuk çok zordu. Çok acılar çekildi. Hep o bavuldaki umut güç verdi insanlara. Tam umudu kaybederken yeni kuşaklar çok başarılı örnekler vermeye başladı. Yeni bir döneme giriyoruz. Umut’a yolculuk yerini buluyor. Bu konudaki her çaba çok değerli benim gözümde. Bu bir borç. Bu günlere gelmemizin öncülerine bir gönül borcu.
Sizin katkınızı da çok önemsiyorum.
Sevgi ve selamlarımla. Ömer Ilık
************************
Sevgili İlhan Karaçay,
Kraliçe’ye mektubunuz gerçekten övgüye değer. Gerekli yerlere gerekli mesajları vermişsiniz. Ben geçen haftakı, “Ankara’nın Avrupalı Türkleri bilinçsız ve biçimsiz kucaklama gayreti” yazınıza da değinmek istiyorum.
Güzel bir yazı. Hollanda’daki sorunlarımızı 40 yıldır yazıp çiziyorsunuz. Gelen heyetlerle, Bakanlarla, Başbakanla yapılan resmi ve yari resmi toplantılarda sorunlarımızı temcit pilavı gibi, bıkmadan, usanmadan dile getirdiniz ve getirmeye devam ediyorsunuz..Buna tanığım. İyi ki bu konuyu işlediniz. Böylelikle benim gibi düşünenlerin bir nebzecik olsun düşüncelerine tercüman oldunuz.
Kaleminize sağlık.
Sevgiler. Uzaktan bir dost.
*****************************
Oğlum Ruşen’in mesajına bir başkasının yanıtı
Ailemizin direği sizsiniz. Sizin gibi bir babaya sahip olduğum için ne kadar şanslı olduğumu her zaman bileceğim. Sevgili baba, doğum gününüz kutlu olsun.
Ruşen’e bir başkasından cevap:
Ruşen Kardesim, Senin Babani, senin sevdigin kadar Hollanda’da bulunan Türkler olarak biz de seviyoruz. Babanı, Hollanda TV’sinde, o beş dakikalık “Pasaport Programı”na cıkacak diye, saatlerönceden televizyon başında beklerdik, Nusret Oksuz -KOCAKURT.
*******************************
İlhan Bey Merhaba,
O kadar dolu haber bülteni hazırlıyorsunuz ki, her satırını, her parağrafını tekrar tekrar okuyorum.
Elinize sağlık, teşekkür ederiz. Tabii ki, dostlarımızla da paylaşıyoruz.
Turgut Torunoğulları’nın o güzel haberi….,
Aynı okuldan mezun olduğum Erol Gülbay’ın yaşam hatırası….
Ya İspanya’daki Türk köyü…
En çok da, değerli eşiniz hanımefendi ile mutluluk fotoğraflarınızı takdir ve mutlulukla gözlemledim.
Selamlar, Osman Şahbaz (Budapeşte Türk İşadamları Derneği Başkanı ve Macaristan’ın Kayseri Fahri Konsolosu)
**************************** Merhaba İlhan Abi,
” Taşın nasıl gediğine konulmasına” ilişkin güzel bir yazı. Kalem tutan ellerine sağlık.
Met vriendelijk groet, Salih Dadak
**********************
İlhan Bey,
Selam, sevgi ve saygılarımı sunuyorum.
Başarılarınızın artarak devamını diliyorum.
Sizin çalışmalarınızı dikkatle izliyorum.
Kolay gelsin.
Hollanda’ya selam. Vahit ÖZDEMİR, Dışişleri Bakanlığı ANKARA
****************
İyi ki ordasın İlhan bey; kader insanı bir yerlere tesadüfen sürüklemez vardır bir bildiği.
Kalemin ve dilin keskin olsun, kalbinde tok vursun.
Selamlar. Yalçın Koçak..
************************
Çok sevdiğim canım ağbiciğim, hayırlı günler..Haber konusunda Hollanda’dan her zaman birbirinden değerli haberlerinizle yanımda olduğunuzdan dolayı, size büyük bir minnettarlık duyuyorum. Hakkınızı helal ediniz. Sizler, beni ne kadar çok mutlu ediyor ve sevindiriyorsa, Rabb’im de her zaman sizleri mutlu etsin ve sevindirsin. Bu davranışınız, belirli bir yaşa gelmenize rağmen haber üretmeniz, tüm basın çalışanlarına iyi bir örnek olmasını diliyorum. İsterdim ki, sizi İletişim Fakültesi hocalarının yakından tanıması ve öğrencilerine, sizin bu çalışmalarınızı onlara anlatmasını. Siz, basın çalışanları ve bu mesleğe adım atacaklar için son derece önemli, örnek alınacak bir gazeteci büyüğümüzsünüz. Bu yaşta (75) ben bile şuana kadar çok şeyler öğrendiğimi söyleyebilirim. Bu, bir iltifat değil. Gerçek. Ellerinizden öpüyorum. Selam ve sevgiler.. Kardeşiniz Ataner YÜCE
********************************
İlhan Abi,
Yazılarını zevkle okuyorum. O kadar akıcı yazıyorsun ki, bırakın uzunluğu, ‘keşke bitmese’ dileğiyle okuyorum.
Bunun için sana teşekkürlerimi iletiyorum. Ahmet Sarı (Hollanda Turk Spor ve Kültür Federasyonu)
*********************************
Sen neymişsin be Çukurovalı hemşerim.
Keşke Mersin senin değerini bilseydi de bırakmasaydın güzel Mersin’i.
Sen Mersin’de iken ben Tarsus Çukurova Basma Fabrikası’nda mühendislik yapıyordum. Ve her haftasonu Mersin’e kapağı atıp yüzüyordum.
Kesin senin Motel-plâj’da da kalıp yüzmüşümdür. Yıl 1969-71. Burhan Savaş
************************* Değerli İlhan Kardeş,
Bugün posta ile DÜNYA gazetemiz geldi. Sayfaları inceledigim zaman, hazırladığın güzel ve vatandaşlarımız
için yararlı olan bilgileri gördüm, kalbim attı.
Bu toplum için yardımlarına ne kadar teşekkür etsem azdır. Herşeyin gönlünce olmasını dilerim.Saygılar ve Hürmetler.. Gökhan Germeyan
*********************** Sayın İlhan abim.
Makalenizi dikkatlice okudum.
Yazan elinize emeğinize sağlık, çok teşekkür ederiz ailecek.
Seçimlerde az katılıma rağmen Türkler’in başarısı küçümsenecek gibi değil. Sizde buna değinmişsiniz.
Turizm Fuarı eleştiriniz de çok güzel.
Hollanda medyasını eleştirişiniz de…
Telegraaf gazetesi bir gün senin yurt dışı edilmen için dava açarsa hiç şaşma.
Sevgi ve Selamlar, İbrahim Mert
**************************** Sevgili İlhan,
Televizyonda ve gazetelerde harika şeyler yapıyorsun…
Kutlarım!
Selam ve sevgiyle… Nedim İnce
***************************** Abi şu yaşadıklarını okudukça mutluluk duyuyorum. İnsanın azmederek tırnakları ile bir yerlere gelmesi ve bunu anlatabilmesi çok güzeldir. Hollanda’ya gelmeden önce de şimdi de bir Mersinli olarak İlhan Karaçay’ın bizim gözümüzde yeri ayrıdır.
Babamızdır, abimizdir, akrabamızdır, herzaman kalbimizdedir. Mustafa Aykum
**************************** Değerli İ. Karaçay
Sizinle zaman, zaman yazışıyoruz. Bugünkü yazınızdan dolayı sizi kutluyorum. Ben ellili yıllarda Almanya Aachen şehrinde RWTH de İnşaat Yük. Müh.tahsili yaptım. O zamanlar sizlerden gastarbeider olarak söz ediliyordu. Şimdi bu ülkelerdeki Türk işadamlarından, AB parlemento üyelerinden, Belediye meclis üyelerinden bahsediyorsunuz. Bu bizim burada gözümüzü yaşartıyor.
Teşekkürlerle, başarılarınızın devamını dilerim. Mustafa Balıkçıoğlu ******************************* Abi, gençliğimizde Hollanda denilince aklımıza iki kişi gelirdi birisi siz diğeri de Johan Cruyff Kenan Yücesoy (Mersin Akdeniz eski Belediye Başkanı) ***********************
Bundan sonra karşılaşacağınız 100 sayfa, bir kitap gibi. Dosyalayınız ve daha sonra sindire sindire okuyunuz:
Adı, Hollanda ile özdeşleşmişyaşayan tarih:
İlhan KARAÇAY
Yazan: Yavuz NUFEL
Türkiye’den Hollanda’ya işçi göçü, gayriresmi 1962 yılında, resmi olarak da 1963 yılında yapılan ikili sözleşme ile başlamıştır.
Bu satırların yazıldığı sırada, Türkler’in buraya gelişinin ellinci yılı kutlamaları için çalışmalar başlatılmıştır.
Hollanda’ya yerleşen Türkler arasında, sayıları az olmayan pek çok Türk, işçi olarak geldikleri bu ülkede başarılı işlere imza atmışlar, yurttaşlarının sorunlarının çözümü için başrollerde oynamışlar ve toplumsal faaliyetleri ile lider duruma gelmişlerdir.
Hollanda’da bu gibi faaliyetlerde öne çıkmış isimlerden biri de, herkesin yakından tanıdığı İlhan Karaçay’dır.
İlhan Karaçay, sadece Avrupa’daki yurttaşları arasında değil, Türkiye’dekiler tarafından da tanınan bir simadır. Karaçay’ı pek çok Hollandalı da tanır.
İlhan Karaçay’ın adı Hollanda ile özdeşleşmiştir.
Özellikle Türkiye’de Hollanda’dan söz edildiği zaman, pek çok insanın aklına ilk önce İlhan Karaçay ismi gelir.
İlhan Karaçay’ın yaşam öyküsünü yazmak bana düştüğü için kendimi mutlu addediyorum.
23 Aralık 1942 Mersin doğumlu olan Karaçay, gençlik yıllarında, CHP İçel İl Gençlik Kolu Başkanlığı görevini sürdürürken, bu partinin organı sayılan ULUS Gazetesi’nde de haber ve yorum yazmağa başlar. Aynı zamanda, genç yaşına rağmen, Mersin’de ailece sahip oldukları ve Pompeipolis adını koydukları motel, plaj, gazino ve kampingten oluşan turistik tesislerin işletmeciği de küçük Karaçay’ın omuzlarındadır.
Yirmi beş yaşında, çalıştırdığı turistik tesislere gelen bir Yunan kapatanın hayatının rotasını değiştireceğini söyleseler kendi bile inanamazdı belki de….
Yunan kaptan, Mersin’de eğlenceli bir yemek mekânı sorunca ‘Pompeipolis’ tavsiyesine uydu ve oraya gitti. İlhan Karaçay, eşi ve kızı ile eğlenerek yemek yiyen kaptanın masasına bir meyve tabağı gönderdi. Tabii ki kaptan teşekkür etmek istedi. Masaya patron olarak gelen küçük Karaçay’a, yukarıdan aşağıya bakıp ‘Bu da nasıl patronmuş’ gibi düşündüğü belli olan kaptan ile sohbet koyulaşınca, bu kaptanın gemisi ile Çin’in ŞangHay kentine gittiğini öğrenir. Çin’de Mao’nun Kültür İhtilali yaşandığı yıllardır. Gazetecilik mesleğine sevdalı Karaçay için bu kaçırılmaz bir fırsattır. Karaçay üç arkadaşı ile birlikte gemiye işçi olarak girmeyi başarır. 1967’nin haziran ayı başlarında başlayan yolculuğun gerçek amacı gazeteciliktir Karaçay için.
İlhan Karaçay, arkadaşları ve gemi personeli ile Çin’de. 1967
Çin’e yolculuk geminin Süveyş Kanalı’nı geçtikten hemen sonra bombalanışı sonucu bir maceraya dönüşür. Onlar Kanalı geçerler geçmesine fakat 7 Haziran 1967 günü Cibuti’ye ulaştıklarında İsrail ile Arap ülkeleri arasında savaşın tüm şiddetiyle devam ettiğini ve Süveyş Kanalı’nın kapandığını öğrenirler. Singapur üzerinden ŞangHay’a varıp karaya ayak basıldığında diğer gemicilerin neler yapacağı az çok bilinir ama Karaçay soluğu postanede alır. Süveş Kanalı’ndan ve yolculuk boyunca uğradıkları limanlardan çektikleri fotoğrafları ve birbirinden ilginç haberleri AKŞAM Gazetesi’ne postalar.
ŞangHay’da, Mao’nun gerçekleştirdiği Çin Kültür İhtilali’nin en renkli günlerini yaşar.
O zamanların dünyaya kapalı, dünyanın en kalabalık ülkesi Çin’de sarılık hastalığına yakalanır. Hastaneye yatırılır. Fakat götürüldüğü hastaneden kaçar. Karaçay Hastaneden kaçışını ve nedenini şöyle anlatıyor:
“Kaptanın verdiği garanti belgesi ile, beni hastaneye götürmek için gelen jandarmanın elinden kurtulmayı ve kaçmayı başardım. Çünkü ŞangHay’dan sonraki yolculuk Kanada’nın Vancouver kentiydi. Yatacaksam modern dünyada hastaneye yatmalıydım. Gemi giderse ben bu bilinmezde ne ederdim?”
Modern dünyaya ayak basar basmaz hastaneye yatar, tam tamına iki buçuk ay. Bu süre içinde kendini idare edecek kadar bildiği İngilizcesini geliştirir. Hastanenin bayan doktoru, çok kısa zamanda İngilizce öğrenen Karaçay’ı tebrik eder, daha da geliştirmesi için kütüphane müdürünü ona ders vermesi için görevlendirir. Karaçay hastalığından kurtulur, öğrendiği İngilizce ise yanına kâr kalır. Kısacası, hasta olarak girdiği hastaneden sağlam ve “Bir lisan bir insan demektir” sözünden hareketle iki insan olarak çıkar.
Londra üzerinden Türkiye’ye dönerken Hollanda’ya uğrayan Karaçay, Hollanda’daki yaşamı ve insanları çok beğendiğini ve burada kalmaya karar verdiğini söylüyor.
“Nasıl kaldınız, bir fabrikada iş mi buldunuz?” soruma Karaçay şu yanıtı verdi: “Avrupa’da basımına başlanan Tercüman Gazetesi’ne muhabirlik yapmak için, daha önceden tanıdığım İstihbarat Şefi Kemal Özbayraç ile anlaştım. O zamanlar Hollanda yaşamım oldukça renkli geçiyordu. Pek çok kız arkadaşım olmuştu. Yine de yaşamın giderek monotonlaştığını düşünüyordum. Amerika’ya gitmek için karar verdiğimde, şimdiki eşim Jeanne ile arkadaşlık yapıyordum.”
Amerika yolculuğu için hazırlıkları başlar. Fakat kız arkadaşı Jeanne bu ayrılıktan hoşnut değildir. Ne ki karar verilmiştir bir kere. Yolculuk için yapılan alışveriş biter ve yorgun argın eve geldiklerinin ardından beş dakika bile geçmeden kapının zilini çalan postacının elindeki uzattığı telgraf, Amerika’ya gidişini ilelebet unutmasına ve Hollanda’ya demir atmasına neden olur.
Telgraf , Tercüman Gazetesi spor müdürü Necmi Tanyolaç’tan gelmiştir. Tanyolaç acil çektiği telgrafta; “İlhan, Fenerbahçe Ajax ile eşleşti. Ajax’ı takibet, yazı ve fotoğrafları acele gönder.” diyordu. Karaçay ise o ânı anlatırken; “İşte o zaman akan sular durdu. O dönemde Hollanda futbolu henüz tırmanışa geçmemişti. Rinus Michels’in çalıştırdığı Ajax’ta, sonradan çok meşhur olan kimler yoktu ki? Mesela Johan Cruyff henüz 17 yaşında idi. Keizer, Swart, Krol, Hulshoff, Suurbier, Neeskens ve Haan gibi dev isimlerin esamisi okunmuyordu ama bunların hepsi sonradan birer futbol yıldızı oldular.” diyor ve kadroları ezbere sayıyordu Karaçay.
10 Kasım 1968 günü Amsterdam’ın Schiphol havalimanına inen Fenerbahçe’yi Jeanne ile karşılarlar. Oysa Jeanne’yi terk edip Amerika’ya gitmeyi planlarken Ajax-Fenerbahçe maçı Karaçay’ı Jeanne ile nikah masasına kadar götürür. Bu konu ile ilgili Karaçay, “Beşiktaşlı olmama rağmen, Jeanne evlenmeme ve Hollanda’da kalmama vesile olan Fenerbahçe’ye her zaman şükran duymuşumdur.” diye eklemekten mutlu oluyor.
1969 yılında Avrupa’da yayın hayatına başlayan Hürriyet gazetesi ile anlaşarak gazetecilikte profesyonelliğe adım atan Karaçay’ın, Hürriyet’in Avrupa’da bir numara olmasını sağlayan ekibin içinde de yer aldığını görüyoruz.
1975’te, TRT Haber Dairesi Başkanı Tayyar Şafak’ın Amsterdam ziyareti sırasında yaptığı muhabirlik teklifini, Nezih Demirkent’ten izin alarak kabul eder. Bununla birlikte aynı yıl Hollanda Yayın Kurumu NOS televizyonunda Türkler için ‘Pasaport’ adlı programı yönetmeye başlar.
1980 yılında, İKON Televizyonu’nun ünlü rejisörü Henk Barnard ile birlikte “Ceremeyi çeken çocuklar” (Kinderen van de Rekening) adlı beş bölümlük bir dizi yapan Karaçay, iki bölümün çekimlerini Türkiye’de gerçekleştirdikten sonra, Kapıkule sınır kapısına geldiğinde sabah olmaktadır. Ortalıkta, tanklar, askerler belirir birden. Yıl 1980, aylardan Eylül, takvimlerde gün hanesindeki sayı ise 12’dir.
Bir yandan TRT’nin, öte yandan Hürriyet gibi büyük bir gazetenin ve de Hollanda televizyonlarının başarılı bir elemanı olması, birçok kapının kolayca açılmasını sağlar Karaçay’a. Hollanda deyince Cağaloğlu yokuşunda, basın dünyasında ve buradaki vatandaşlarımız arasında İlhan Karaçay adı Hollanda ile âdeta özdeşleşir. Bu kadar başarılı çalışmaları ile Hollanda’da yöneticilerin de dikkatini çeken Karaçay, çeşitli bakanlıkların teklifini kabul ederek çalışma guruplarında yer alır. Çalışma guruplarında da tüm mücadelesi basın yayın kuruluşlarında olduğu gibi yine vatandaşlarımıza sahip çıkmak, destek olmaktır.
Söyleşinin başına dönüyor ve Jeanne ile olan ilişkilerini, ne zaman nişanlandıklarını, nasıl evlendiklerini, çocuklarını soruyorum.
Jeanne’yi ilk kez 1969’da Türkiye’ye götüren Karaçay’ın, aynı yılın 9 Ağustos tarihindeki nişan törenleri gazetelere konu olur.
Bir yıl sonra ise nikâh ve düğün.
O günleri anlatırken Karaçay unutamadığı bir acı anıyı da anlatma gereği duyuyor: “Her şeyi hazırlanmış, evlilik töreni için Mersin’e gidiyorduk. Yolculuğumuzun büyük bölümü geride kalmış Aksaray’a varmak üzereyken büyük bir trafik kazası geçirdik, Jeanne ile birlikte. İkimiz de ağır yaralanmıştık. Ölümden döndük diyebilirim. Nihayet 23 Mayıs 1970’te yine Mersin’de dünya evine girdik.”
Çiçeği burnunda İlhan ve Jeanne çiftinin mutlulukları ikiye, üçe katlanır 23 Ocak 1971’de… Ruşen ve Vahide adını verdikleri biri erkek, diğeri kız olmak üzere ikiz çocukları olur. Fakat bu mutlulukları uzun sürmez! Vahide kalbindeki delik nedeniyle ancak beş hafta hayata tutunabilmiştir. Kızlarını unutamaz genç evli, bu yüzden 17 Nisan 1974 tarihinde doğan ikinci kızlarına, beş haftalıkken ölen Vahide’nin adını verirler.
İlk çocukları Ruşen’den Eva, Vahide’den de Esra isminde iki torunu ile geçirdiği güzel zamanlar için Karaçay: “Hayatımın en güzel anları torunlarımla geçirdiğim anlardır. Her fırsatta torunlarımla olmak benim için dünyanın en büyük mutluluğu.”
YAZ GAZETECİ YAZ
“Başka nelerle uğraştınız, neler yaptınız?”diye soruyorum. Karşımdaki sıradan bir insan olsa bu soru elbette sorulmaz. Fakat o, İlhan Karaçay olunca soruyor insan.
1973 yılında gazeteciliğin yanı sıra seyahat işine de el atar ve 1976 yılında Bakanlar Kurulu Kararı ile THY’nin Utrecht Bölgesi Genel Satış Acenteliği’ni üstlenir.
1966-1977 kış döneminde Türkiye’ye düzenledikleri tur bir ilktir. Çünkü o zamana kadar kış sezonu ölü sezondur ve kış döneminde kimse Türkiye’ye tur düzenlememiştir. Karaçay bürosunda gazeteciliğin ve seyahat acentalığının yanı sıra ihtiyaç ve istek üzerine sigorta ve kredi işleriyle de uğraşır. Bu kadar uğraşı, gece gündüz iş derken, 1981 yılında geçirdiği ağır ameliyatlar sonucu ölüm korkusu sarar benliğini. Bu nedenle önce seyahat bürosunu Refik Selahiye’ye devreder.
Sağlığına kavuştuktan sonra Amsterdam’da Hürriyet Bürosu’nu açarak kendini artık sadece gazeteciliğe verir. 1983 yılı sonunda, bürosunda çalışan Yasemin ve Ünal Öztürk’e, Hürriyet temsilciliğini devreder. Uzun süredir çocuklarının Türkçe eğitim görmelerini istediği için Türkiye’ye dönerek yerleşme kararı verir. Karaçay bu, boş duramaz ve ilk iş olarak yine turistik tesislerini işletmeye başlar Mersin’de…
1984 Mart’ında yapılan yerel seçimlere, CHP’li olmasına rağmen, Mersin Anakent Belediye Başkanlığı’na Doğru Yol Partisi adayı olarak katıldığının afişlerini görüyoruz fotoğraflarda.
O yıllarda hemen her yerde çok güçlü olan Turgut Özal’ın patisi ANAP, Mersin’de de işi bitirir ve Karaçay seçilememiştir. Kanının her hücresine işlemiş gazetecilik mesleği ile o zamanlar Hürriyet’in başında bulunan Arda Gedik ile “Çukurova İlavesi” yayınlamak için anlaşırsa da bazı nedenlerden dolayı proje hayata geçmez.
İlhan Karaçay, bir süre sonra Mersin’deki sosyal yaşamdan rahatsız olmaya başlar, sıkılır. Çocukları yeteri kadar Türkçe öğrenmiştir. 1986 yılının başında Hollanda’ya ikinci kez gelir ve bir daha dönmemek üzere yerleşir.
Hollanda’ya gelişi ile birlikte Günaydın gazetesinin muhabirliğini, Türkçe ve Hollandaca yayınlanan HABER Gazetesi’nin Genel Yayın Yönetmenliğini üstlenir. Aynı yılın sonunda Avrupa’ya açılan SABAH Gazetesi’nin Benelux temsilciliğini de alır.
Fakat SABAH’ın ilk Avrupa serüveni uzun sürmez ve kapanır.
1988’de Asil Nadir’in Günaydın Gazetesi’ni satın alması ile birlikte, bu kez bu gazetenin Benelux temsilcisi olarak görüyoruz Karaçay’ı.
Asil Nadir krizinin ardından gazetenin Bekir Kutmangil tarafından satın alınmasından sonra da aynı görevi sürdürür. Gazetecilik yaşamımda, bu sektörün her branşında görev yapmış olan Karaçay’ı, 1994 yılında Günaydın’ın Avrupa baskılarının sahibi olarak görüyoruz.
Karaçay, Avrupa Türk Basınının kalbi olan Frankfurt’a yerleşir.
BİR ACI, BURUK KUTLAMA ve SONRASI
25’inci yıl evlilik yıldönümü davetiyesi Karaçay ailesi 25’inci evlilik gününde
“23 Mayıs 1995 günü Mersin’de 25’inci evlilik yıldönümü kutlamasına hazırlanırken, aynı gün Bekir Kutmangil’in öldürüldüğü haberi ile yıkıldık. Öldürülmeden önce sipariş ettiği buketi Mersin’e ulaşan Kutmangil için yas tutulurken, televizyonlara konu olan kutlama doğal olarak buruk bir şekilde yapılmıştı.Bekir Kutmangil’in ölümünden sonra gazeteyi, yeraltı dünyasının meşhur ismi ‘Altın tabancalı’ ve ‘Altın Mercedesli’ olarak bilinen Mehmet Saruhan satın aldı. Bundan sonra da bu iş ilişkisi biter. Günaydın, Avrupa baskılarını durdurduktan sonra, Türkiye’de de işler iyi gitmeyince, bu gazete tamamen kapandı.” diyor İlhan Karaçay
Kurduğu ÇAY-PRESS Ajans kanalıyla çeşitli gazete ve TV kuruluşlarına haber göndererek çalışmalarını sürdüren Karaçay, Radikal ve Posta’ya haber, bir spor gazetesi olan FANATİK’e de spor haberi ve yorum yazar.
1974 Almanya, 1978 Arjantin, (1980 Uruguay-Mini Şampiyona), 1982 İspanya ve 1994 Amerika’daki Dünya Futbol Şampiyonaları ile 1972, 1976, 1980, 1984, 1988, 1992 ve 2000 yıllarındaki Avrupa Şampiyonalarını izlemiş olan Karaçay, Tercüman, Hürriyet, Günaydın, Sabah, Radikal, Posta, Fanatik ve DÜNYA gazeteleri ile TRT, ATV, NTV, SHOW ve STAR televizyonları ile Hollanda televizyonu NOS’ta ki çalışmaları, deneyimiyle, genel konuların yanında, futbol konusunda da uzmanlaşmıştır.
DÜNYA GAZETESİ
28 Mart 1998 tarihi, Karaçay’ın gazetecilik yaşamında yeni bir dönemin başlangıcıdır. Nezih Demirkent’in sahibi olduğu (Şimdiki sahibi kızı Didem Demirkent) Ekonomi ve Politika Gazetesi DÜNYA’nın, Hollanda ve Belçika yayın hakkını alır. Türkler’in işçilikten kurtulup işadamı durumuna gelmeleri ile birlikte, onlara ticari ve ekonomik bilgiler verecek bir yayın organının piyasaya çıkması kaçınılmaz olmuştu. İşte bu boşluğu gören Karaçay, gazetecilik yaşamında yeni bir döneme imzasını atmış olur. Haftalık yayınlanan DÜNYA’nın Avrupa’daki yayın amacı, öncelikle ticari ve ekonomik bilgi sunmak olmasına karşın, Hollanda’da bir azınlık yaşamı sürdüren Türklerin sorunlarına seyirci kalmayı doğru bulmaz Karaçay. Bu nedenle gazetenin yapısında değişiklikler yaparak sosyal-kültürel sorunları da işlemeye başlar.
DE TELEGRAAF GAZETESİ
Çoğu zaman Türkler’e yapılan her haksızlığın karşısında artık DÜNYA vardır. Öyle ki, Türkler’e ve Türkiye’ye karşı her zaman acımasız davranan, kasıtlı haberler yayınlayan bir milyon trajlı en büyük gazete De Telegraaf’a âdeta savaş açar Karaçay. “Boşuna uğraşıyorsun, De Telegraaf’ı yola getiremezsin!” derlerse de aldırmaz, mahkemelere verilir; yılmaz, yıldıramazlar.
Çünkü Karaçay haklıdır ve adalet tecelli edecektir, eder de.
De Telegraaf’ın yöneticileri, Karaçay’ın kendilerini eleştiren yazılarına ilgisiz kalmaz.
Zamanın Genel Yayın Yönetmeni redaksiyonda bulunanlara sorar: ‘İçinizde Karaçay’ı tanıyan var mı’ diye sorar. Ünlü muhabir Jos van Noord, ‘Ben tanıyorum’ der. Genel Yayın Yönetmeni, ‘Davet et, konuşalım kendisiyle’ der. Sonunda bir öğle yemeğinde buluşma gerçekleşir.
İlhan Karaçay, gazetenin sürekli Türkiye ve Türk aleyhtarlığı yayınlarını dile getirir ve ‘Turizmcilerimiz size yılda 5 milyon euroluk ilan veriyor. Siz ise Türk turizmini baltalamaya çalışıyorsunuz’ der. Karaçay, kendisi ile bir röportaj teklifini geri çevirir ve ‘Büyükelçimiz ile röportaj yapın’ der.
Karaçay’ın bu mücadelesi sonucunda aynı gazete T.C. Lahey Büyükelçimiz ile yapılan röportajı tam sayfa olarak yayınlar. Hem de olumlu bir yaklaşımla.
Karaçay bu konuda şöyle diyor: “Oysa De Telegraaf’ın tarihi boyunca hiçbir büyükelçiye böylesine geniş yer vermediği bilinen bir gerçektir. De Telegraaf, bununla da kalmayıp Türkiye lehinde çokça haber yayınladı. Özellikle, daha önce balta vurmaya çalıştığı turizmimiz için övgü dolu haberler yayınladı. Bir genel değerlendirme yapıldığı zaman görülür ki, haftalık Dünya Gazetesi’nin dört sayfasının Hollandaca olarak çıkması, buradaki vatandaşlarımızın sesini direkt duyurmada çok ama çok etkili olduğu görülüyor.”
De Telegraaf yöneticileri daha sonra Türk turizmcileri ile de görüşmeler yapar. Beşer kişilik iki grupla ayrı ayrı yemek yenilir ve dertler dinlenir. O zamanlar De Telegraaf 5-6 ay Türk aleyhtarlığı yapmaz ve bazen de güzel haberler yayınlar.
VİCDANSIZ SABUHA
Çok yakından izlediğim DÜNYA Gazetesi’nde “Vicdansız Sabuha” başlığı, beni çocukluk yıllarıma götürdü. Ünlü türkücü İbrahim Tatlıses’in yıldızının parladığı yıllardı. Pendik’te her köşeden acılı acılı, yanık yanık, genç türkücünün feryadı duyuluyordu. “Vicdansızzzzzzzzzzzz Sabuhaaaaaaaaaaaaa!” Hollanda’daki vatandaşlarımızın sesini duyurabilmek için Karaçay, yabancılardan sorumlu Entegrasyon Bakanı Rita Verdonk’a hitaben bu başlığı seçmişti. Çünkü Verdonk, uyum kursları altında 7’den 77’ye, herkesin dil kurlarına gitmesi, Hollanda’ya gelip yerleşecek insanların uyum kurslarına devam etmeleri ve bu kursların paralarını ceplerinden ödemeleri yolunda bir dizi yasa teklifi hazırlamış, meclise sunuyordu. Uyum kurslarına ödenecek para için “Başlık Parası” Verdonk’a da “Vicdansız Sabuha” diyordu Karaçay.
TRT BELGESEL YAYINLARI
İlhan Karaçay’ı son yıllarda TRT ekranlarında çokça görür olduk. Merkezi İzmir’de olan TRT BELGESEL, İlhan Karaçay’a, ülke dışında yapılacak olan çekimler için teklif sundu. Karaçay da bu teklifi tereddüt etmeden kabul etti.
İlk iş 5 bölümlük ‘Uzaktaki Dostlar’ adlı seri oldu.
Bu programlarda, Hollanda’daki Türkiye adlı köy, Belçika’daki Faymonville kasabasında her yıl yapılan Türk festivali, İtalya’nın Moena kasabasında bir Türk Yeniçeri hatırasına yapılan Türk Festivali, İspanya’nın Sax kasabasında yine her yıl yapılan Türk festivali ve Fransa’daki Osmanville ve Turqueville kasabaları işlendi.
Önce TRT BELGESEL kanalında daha sonra da TRT’nin tüm kanallarında sıra ile yayınlanan bu programlar, şimdilerde de peyderpey yayınlanıyor.
TRT ekibi soldan sağa: Orhan Aybertürk, İsmail Elden, Osman Şahbaz, İlhan Karaçay, Sacit Şahin ve Mehmet Türkoğlu.
TRT BELGESEL’deki ikinci iş İZLER adı verilen, Osmanlı izlerini anlatan seri oldu.
Macaristan, Viyana, Almanya, Hollanda, Fransa, İtalya, Rusya, Doğu Türkistan, Afganistan ve Finlandiya’yı kapsayan çalışmalarda ilginç konular ele alındı.
İtalya’da, Roma mediniyeti’nin başlangıcını hazırlayan Etrüksler’in, Anadolu’nun Ege bölgesinden gelmiş oldukları, müzelerde sergilenen kanıtlar ile ortaya serildi.
Macaristan’da, Atilla’nın maceraları, Osmanlılar’ın hükümranlığı ve hala kutlanmakta olan Turan şenlikleri işlendi.
Hollanda’da, Lale’nin Türkiye’den getiriliş öyküsü ele alındı. Laleyi Hollanda’ya ilk gönderen kişi Busbecq’in yaşam öyküsü anlatıldı. Busbecq’in kayıp olan mezarı da TRT ekibi tarafından aynı adı taşıyan Fransa’daki köyde bir kilisede bulundu. Hollanda Devlet Müzesi’nde hala sergilenmekte olan Osmanlı tabloları da programa renk kattı.
Fransa’da, Fatih Sultan mehmet’in oğlu Cem Sultan’ın sürgünde yaşadığı şato bulundu ve öyküsü anlatıldı. Yine Fransa’da, Atilla’nın otağı bulundu.
Viyana’da, çeşitli müzeler araştırıldı ve Osmanlı izleri tanıtıldı.
Almanya’da da, özellikle Berlin ve çevresinde Osmanlı izleri sergilendi.
İlhan Karaçay’ın TRT BELGESEL için yaptığı programlar, O’nun kariyerindeki ibreyi biraz daha yükseltti.
Yılların tecrübesi, elindeki tek silahı olan kalemiyle haksızlıkların karşısında gördüğümüz Karaçay, Hollanda’da son yıllarda sayıları hızla artan Türkçe gazete ve dergi sahiplerini (Gazetecileri) bir çatı altında toplayarak, gazetecilik mesleğine gönül vermiş gençlere ağabeylik yapmak, gayreti içinde. Bakalım birlikten doğacak kuvvet ne kadar etkili olacak, birlikte göreceğiz.
Gazetecilik mesleği ile esnaflığın aynı şey olmadığını çok iyi biliyor, yılların gazetecisi Karaçay. Elmalarla armutları aynı kefeye koymaz, ayırır. Düşlediği ve gerçekleştirmek için yoğun çaba sarf ettiği Hollanda Türk Gazeteciler Birliği’ni (ya da adı ne olacaksa) kuracaktır.
Son olarak şunu söylüyorum: İlhan ağabey, görünen köy kılavuz istemiyor!
******************
Duayen gazeteci İlhan Karaçay ile özel röportaj:
‘HOLLANDA, TÜRKİYE’YE MÜTEŞEKKİR KALMALIDIR’
Türkler ile Hollandalılar arasındaki fark çok mudur?
Hollanda, Türkiye’ye müteşekkir kalmalı mıdır?
Neden acaba?
Hollandalı Türkler, aralarında neden kavga ederler?
Hollanda’nın Türk gazetecisi İlhan Karaçay, bu çok özel röportajda bunları anlatacak.
Karaçay, bunun için derinlere inecek.
Küfüre karşı bir Türk nasıl reaksiyon gösterir?
Hollandalılar hakarete karşı ne reaksiyon gösterirler?
Bu roportajda, buraya gelen ilk Türkler’in sorunlarına değinilecek ve yalan habereler konusu da gündeme gelecek.Hollanda’ya Türk işçi göçü, 1960’lı yılların başında başlamıştır. İki ülke arasındaki işçi sözleşmesi ise 1964 yılında imzalanmıştır. Yani tam 57 yıl önce.
Türkler, Hollanda’daki zorlu yılları atlatıp ve kendi sorunlarını halletmeye başlayıp refaha kavuştuktan sonra siyasi ve dini bir kutuplaşma içine girdiler.1980 darbesi öncesinde başlayan bu kutuplaşmalar günümüze kadar devam etti. Türkler arasındaki kutuplaşmaların ortadan kaldırılması için devletimiz tarafından hiçbir girişim olmadı. Bazı akil insanlarımızın kısıtlı gayretleri de sorunun çözümlenmesine yetmedi.
Hollanda Türk göçü tarihinde, adı en çok geçmiş ve geçecek olan ve adı Hollanda ile özdeşleşmiş olan gazeteci ilhan Karaçay da bu akil insanlardan biri. İlhan Karaçay gerek ilk dönemlerde ve gerekse şimdilerde, pek çok konuda başrol oynayan isimlerden biri. Bu nedenle, Karaçay ile bu konuları içeren röportajı gerçekleştirdik.
Gazeteci.nl: İlhan Bey, Hollanda’da yaşadığınız süre içinde pek çok olayı yaşayarak yazdınız ve görüntülediniz. Hollanda’daki Türkler arasında meydana gelen olaylar içinde kavgalar da var. Nedir bu kavgaların içyüzü?
İlhan Karaçay: ”Hollanda’daki 50 yılı aşkın zaman biriminde, burada yaşayan Türk kökenliler arasında yaşanan, siyasi, dini ve dünyevi anlaşmazlıklar çoğu zaman çok can sıkıcı olmuştur. Yaratılmış olan biz insanlar, karekter ve huy olarak, tüm canlılardan daha farklıyızdır. Bizi yaratan, diğer canlılarla barışık bir yaşam sürmemizi istemiş olmasına rağmen biz insanlar, birbirimize şiddet uygulayarak üstünlük sağlamaya çalışmışızdır. Vahşi doğayı bilmem ama, biz insanlar önce kendimiz ile, sonra da diğer insanlar ile barışık olmalıyız. Yaşadığımız gök kubbenin altında, kimsenin kimseden üstünlüğü olmamalıdır. Bunun aksi, bizi barışa değil, savaşa götürür. Anlaşamayan insanların, aralarındaki ihtiafı çözmek için saygın aracılara veya yargıçlara ihtiyaç vardır. Ama ne yazık ki, bazı insanları ne saygın arabulucular ve ne de yargıçlar barıştıramıyorlar.”
Gazeteci.nl: İlk yıllarınızdan biraz söz eder misiniz?
İlhan Karaçay: ”1966 yılında 4 ay turist olarak kalıp Türkiye’ye geri döndüğüm ve sonradan 1967 yılının 10 kasımında yeniden geldiğim Hollanda’da, tam 51 yıldır yaşıyorum. Buraya gelir gelmez başladığım gazetecilik yaşamımda, ilişki içinde olduğum yurttaşlarım arasında, ne dini ve ne de siyasi bir farklılık gözetmeden iş yaptım. Yardımlarına koştuğum yurttaşlarımız arasında da ayrımcılık yapmadım. İlk yıllarda büyük zorluklar çeken yurttaşlarımıza, sadece yayın yoluyla değil, kişi ve mercilerle bizzat temas kurarak yardımcı olmaya çalışıyordum. Gazetelere yazıyor ve televizyonlarda programlar yapıyordum. Epeyi de ünlenmiştim. Eee, insan halidir, kimi uzun burnumu, kimi saç özürlülüğümü öne sürerek beğenmemiş olacağı gibi, beni beğenen ve takdir edenler olmuştur.” Yurttaşlarımızın bir kısmı, Hollanda’daki sorunların hafiflemesinden sonra, buradaki sorunları bir kenara bırakıp, anavatandaki siyasi ve dini çekişmelere odaklanmışlardı. Sağcı ve solcu kavgası buralara da sıçramıştı.
Gazeteci.nl: Neydi bu sağcılık ve solculuk konusu?
İlhan Karaçay: ”İsterseniz önce, bu sağ ve sol kavramının nereden kaynaklandığını anlatayım: Fransa’nın bilmem kaçıncı Kralı Louis’in , meclis kararlarını sürekli veto etmesini önlemek için özel bir oturum yapılıyor. Değişime açık olmayan muhafazakar kesimle, monarşiyi destekleyen, kralın veto hakkının olmasını isteyen ve genel anlamda toplumun kaymak tabakasında olan insanlar ‘sağ’ tarafa oturdular.O zamanki toplum düzeninin ilerici görüşlü burjuvazi temsilcileri, köylü hakkını ve ileriyi savunan, değişimi isteyen temsilciler de ‘sol’ tarafa oturdular. Anlayacağınız, o günden bu güne, ileriyi, değişimi, yeniliği, hak ve özgürlüğü, en önemlisi ise herkesin eşit olduğunu savunan insanlara ‘solcu’, muhafazakar olan, değişime, yeniliğe, hak ve özgürlüklere ve eşitliğe yakın olmayan insanlar da ‘sağcı’ olarak nitelenmeye başlandı. Tabii ki bu anlatım, Amerika’da başka, Asya’da başka ve Avrupa’da başka türlü de yorumlanıyor.”
Gazeteci.nl: O dönemlerde Hollanda’daki Türkler’in durumu neydi?
İlhan Karaçay: ”O zamanlar, işte böyle sağcı ve solcu diye nitelenenler arasında kıyasıya bir çekişme başlamıştı. Türkiye’deki anarşik cinayetler korkusu, Utrecht’te bir futbol maçı sonrasında yaşanan cinayet ile Hollanda’ya da taşınmıştı. Zira o zaman, siyaseti futbola karıştırmak istemeyen Muzaffer Çavuşoğlu adlı bir gencimiz, bir siyasi grubun gadrine uğramış ve futbol sahasında öldürülmüştü.”
Gazeteci.nl: Bu olay karşısında sizin tutumunuz neydi?
İlhan Karaçay: ”O zamanki siyasi çekişmeler cereyan ederken, ben bu çekişmelerde ne sağcılardan yana oldum ne de solculardan yana. Böyle olunca da, beni kendilerinden olmadığım için, iki grup da düşman belledi. Özellikle ‘Düşman’ diye yazdım. Zira Hollanda polisi, beni önce sağcıların, bir yıl sonra da solcuların öldüreceği ihbarları ile iki defa korumaya almak istemişti. Ben her iki koruma isteğini ret etmiştim. ‘Benim yurttaşlarım bana kızarlar ama, beni öldürecek derecede düşmanlık yapmadığım için bunu yapmazlar’ dedim. Buna rağmen polis beni, kurşun geçirmez çelik yelek giymem için zorladı. Aylarca kilolarca ağılıktaki çelik yelek ile dolaştım. Ne mutlu ki bana hiçbir saldırı olmadı ve o yıllar mazide kaldı.
Gazeteci.nl: Yanlış istifhamları ortadan kaldırmak için soruyorum. O zaman İslam’a bakışınız nasıldı?
İlhan Karaçay: ”Hollanda’da, İslam inancında olan Müslümanlar, namaz kılmak için önce mescit yerleri, sonra da cami isteğinde bulundular. Müslümanlar dernekleşmeye başladılar. Dernekler kuruldu. Daha sonra dernekleri bir çatı altında toplayan Federasyon kuruldu. Daha sonra da Federasyonlar’ın birleştiği Konfederasyon kuruldu. İbrahim Görmez, hem federasyonda ve hem de konfederasyonda başkanlık yapmıştı. Ben o zamanlar gerek televizyondaki yayınlarımda ve gerekse Hürriyet’teki yayınlarımda hep yurttaşlarımızdan yana oldum ve destekledim. Ülkede, Katolikler, Protestanlar, Evangelistler ve Yahudiler için TV ve Radyo yayınları vardı ama Müslümanlar için yoktu. Bunun mücadelesi başladı.
Ben yukarıdaki tüm faaliyetlerde gerek gazetemde ve gerekse TV programlarımda hep destekçi oldum. Ama ne yazık ki, o zamanlar Hürriyet gazetesini düşman, Tercüman gazetesini dost bilen bazı kişiler, bana çok uzak durdukları için beni anlayamadılar.”
Gazeteci.nl: Sizin NOS’ta Pasaport programını yaptığınız dönemde, Hollanda televizyonunda YONEKO adlı bir film yayınlanmıştı. O kunuyu burada açıklar mısınız?
İlhan Karaçay: ”1978 yılının mayıs ayında, EO adli Evangelist TV İstasyonunun, sırf Hıristiyan propagandası yapılan YONEKO adlı İngilizce bir filmin, özellikle Türkçe alt yazılı yayınlayacağını öğrendiğim zaman, gerek kendi TV yayınımda ve gerekse Hürriyet’te ‘Neden ille de Türkçe’ diye protesto etmiştim. Ama ne yazık ki sırf Tercüman okuyan ve benim yayınlarımdan habersiz olanlar, NOS Televizyonunda çalıştığım için, o yayını da benim yaptığımı sanarak bana çok ağır ve çirkin iki mektup göndermişlerdi. Zıra, Türkiye’de o zaman TRT ne ise, burada da NOS televizyonunun konumunu aynı zannedenler, diğer yayın kurumlarının kendi ideoloji ve inançları doğrultusunda yayın yaptıklarını bilmiyorlardı. Her televizyon kanalında yayınlanan programda benim parmağım olduğunu sanıyorlardı.”
Gazeteci.nl: Sonrasında hakkınızdaki fikirler değişti mi?
İlhan Karaçay: ”Tabii ki. Gün geldi, yukarıda anlattığım bilinmeyenler, bilinir hale geldi. Ne mutlu ki, o zamanlar Türk İslam ve Kültür Dernekleri Federasyonu Başkanlığı ve İslam Yayın Kurumu Başkanlığı yapmış olan İbrahim Görmez, ‘Senin değerini o zaman bilemedik. Nifakçılar seni hedef almışlardı. Şimdi senin İslam’a ve devletimize ne kadar yararlı olduğunu daha iyi anladık.’ deme medeniyetini gösterdi. Sağolsun İbrahim Görmez…” Hollanda’da, geçmişte yapmış olduğunuz toplumsal ve bireysel yardım faaliyetlerinize biraz sonra gireceğim. Şu anda yaşananlar çok önemli.”
Gazeteci.nl: Nedir şimdi yaşananlar ve nedir bu kavgalarda sizin yeriniz?
İlhan Karaçay: ”O zamanki kavgalarda, yerimin ne olduğu anlaşılmıştır sanırım. ‘Ne sağcıyım ne solcu, futbolcuyum futbolcu’ yakıştırmasına uygun bir yerdeydim. Bazıları buna ‘renksizlik’ diyordu ama, benim ne kadar renkli olduğumu bilenler de vardı. İçinde bulunduğumuz kavgalara ve bu kavgalarda benim yerimin ne olduğuna gelince: Refah düzeyi artan yurttaşlarımız, buradaki sorunlarından bir nebze kurtulduktan sonra, particiliği, inanç ayrıcalığını ve hatta Türkiye’deki futbol takımı sevdasını abartılı bir hale getirdiler. Daha önce bu konularda arada bir tartışanlar, sosyal medyanın yaygınlaşmasından sonra, birbirlerine hakaret etmeye başladılar. Eski dostlar düşman olmaya başladı. Bırakın siyasi ve dini düşünceyi, Fenerbahçeli ile Galatasaraylı bile birbirlerine düşman oldular. Ben Beşiktaşlı olduğum halde, Hollanda Beşiktaşlılar Derneği’ne üye bile olmadım. Çünkü ben işimde tarafsızlığımı inandırıcı bir şekilde ortaya koymalıydım.”
Gazeteci.nl: Son günlerdeki kargaşa hakkında neler diyeceksiniz?
İlhan Karaçay: ”15 Temmuz darbe girişiminden sonra ise, bir Erdoğancı-Fetöcü kavgası patlak verdi. Gruplar arasında çekişmeler ve hatta ufak tefek atışmalar meydana geldi. Hollanda’yı yönetenler bu durumdan rahatsız oldu. Araştırmalar yapıldı. Türk kuruluşlarından beşi, Başbakan yardımcısı Ascher’in emriyle araştırıldı. Pek çok konuda polis devreye girdi. Bakanlık ve istihbarat elemanları Türkler arasında mekik dokumaya başladı. Sonra şikayetler, dedikodular ve iftiralar baş gösterdi. Türkler, sosyal medyada birbirleri ile kabaca tartışmaya başladılar. Herkes birbirini suçluyor ve bir paye yakıştırıyordu. Tam anlamıyla, çok rahatsız edici bir durum söz konusuydu. Eskiden komuşularıyla muhabbet içinde yaşayan insanlarımız, şimdi o komuşularının yarısını kaybetmiş durumda. İnsanlar birbirlerine düşman gibi bakıyorlar.”
Gazeteci.nl: Sosyal medyada da bir kavga sürüp gidiyor. Nedir buradaki sorun?
İlhan Karaçay: “Yukarıdaki olumsuzluklar yetmezmiş gibi, eline kalem alan (Daha doğrusu bilgisayar veya akıllı telefon kullanan) bir yığın insan yorumlar yazmaya başladılar. Kimi Facebook’ta, kimi Instagram’da, kimi WhatsAap’ta, kimi Twitter’de ve Messenger’de yazıp yazıp gönderiyordu. Tabii ki bu ara kendi web sitelerini yayına sokmuş olanlar da vardı. Elindeki kara kalemi istediklerininin üzerine çalıyorlardı. Naçizane şahsım için bile bazen olumsuz satırlar yazılıyordu.
Ben bunları hiç sorun yapmıyordum. Benim için olumsuz yazanlar ile temasa geçiyor, biraraya geliyor ve olumsuzlukları düzeltme yoluna gitmeyi tercih ediyordum. Zira ben, eskiden olduğu gibi, şimdi de hiçbir yurttaşım ile kavgalı olmayı ve kavgalı kalmayı tercih etmiyorum. Kendi meselelerimi, kendime özgü tavır ve hareketlerimle halletmeye çalışıyorum.”
Gazeteci.nl: Siz bu konularda akıllı davranıyorsunuz. Peki diğerleri ne yapıyorlar?
İlhan Karaçay: ”Ne var ki, aynı yayınlardan rahatsız olan bazı dostlar, web sitelerinde kendilerini yeren kişilere karşı harekete geçtiler. ‘Kamuoyuna’ diye bildiriler yayınladılar ve kendileri için kötü yazanlara karşı sert yanıt verdiler.
İşte o saatten sonra olanlar oldu. Bu kez web sitesi yazarları karşı hücuma geçti. Ama yazılanlar arasındaki kelimeler yenilir içilir cinsten değildi. Ağır hakaretler ve kişisel ailevi suçlamalar çok can sıktı. ‘Kamuoyuna’ duyurusunu yazanlar, daha sonra bunu bir imza kampanyasına dönüştürdü. Site yazarları bu kez imza atanlara saldırdı. Tabii ki tüm bu olanlar, Hollanda’yı yönetenlerin gözünden kaçmadı. İstihbaratçılar, patronlarına bilgi vermek için bu konuyu da araştırmaya başladılar bile.”
Gazeteci.nl: Bu konuda sizin görüşünüz nedir?
İlhan Karaçay: ”Yalan söylemeyeyim. ‘Kamuoyuna’ diye başlayan bildiriye neden imza atmadığımı soranlar olduğu gibi, ‘imza atma’ diyenler de oldu. Ben her iki tarafa da, kimsenin etkisi altında kalmayacağımı, her hareketimi kendi sağduyumla yapacağımı ve bu gidişatın hiç hoş olmadığını ve hatta çok kötü olduğunu belirttim. Bu sorunun küfürleşme ve yargıyla çözümleneceğine inanmıyorum. Benim aleyhime de yazılanlar olduğu halde, bu sorunun diyalog ile çözüleceğine inanıyorum.”
Gazeteci.nl: Siz bu konuda nerede duruyorsunuz?
İlhan Karaçay: ”Akil bir dost bana şu tavsiyede bulundu: ”Bak İlhan, sen her zaman olduğu gibi bu kavganın dışındasın ve hatta üstündesin. Yoluna böyle devam et.”. Ben de tıpkı 51 yıldır yaptığım gibi, yurttaşlarımız arasında gelişmekte olan bu kavgaların dışında kalıyorum. Bana, eskiden olduğu gibi ‘Renksiz ve korkak’ diyenler çıkacaktır. Ama beni yakından tanıyanlar ne kadar renkli ve ne kadar da cesur olduğumu ifade edeceklerdir. Zira ben, Hollanda’daki Türkler’in tarihi yazıldığı zaman, İlhan Karaçay adının tertemiz yazılması dilemekteyim”
Medya kontrol edilecek!
Gazeteci.nl: Hollanda ve Avrupa’daki ana akım medya ve sosyal medya konusundaki son durum nedir, önlemler alınıyor mu?
İlhan Karaçay: ”Sosyal medyada hakaret ve iftira içeren yayınların ortadan kaldırılması için Avrupa Birliği ülkeleri ortak bir çalışma içine girdiler. Facebook, Twitter, Instagram, WhatsAap ve Messenger aracılığı ile yapılan hakaretlerin, bir hafta içinde kaldırılmaması halinde büyük cezalar konulacak. Ayrıca, Hollanda’nın üçüncü büyük gazetesi De Volkskrant, I&O Araştırma şirketine ,‘Yalan haberlerin toplumsal tartışmalara etkisi’ konulu bir araştırma yaptırdı.
Annieke Kranenberg tarafından kaleme alınan araştırma sonuçlarına göre, her üç Hollandalı’dan birisi, yalan haberle doğru haber arasındaki farkı ayıramıyor. Araştırmaya katılanlardan sadece yüzde 29’u, yalan haber ile doğru haberin farkına varabiliyor. Hollandalılar’ın yüzde 82 gibi ezici bir çoğunluğunun yalan haberlerden rahatsız oldukları, yalan haberlerin, demokrasi ve hukuk devletinin işleyişini tehdit ettiğini söylüyorlar. Okuyucunun genelde şuurlu olduğu, her habere hemen inanmayacağının altı çiziliyor. Örneğin, okuyucunun kendi ifadesine göre, Facebook’da yayınlanan haberlerin yüzde 71’i yanlış olabilir.
Gazeteci.nl: Peki, diğer Avrupa ülkeleri ne yapıyorlar bu konuda?
İlhan Karaçay: ”Yalan haberler, diğer Avrupa ülkelerinde de buradan farklı değil elbette. Yalan haberler ile mücadelede Hollanda ağır davranırken, Fransa ve Almanya sert önlemler alıyorlar. Geçen ay Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron, yalan haberlerle ilgili yeni bir yasanın yürürlüğe gireceğini söyledi. Macron’un seçimler sürecinde yalan haberlerden canı yanmıştı tabiiki. Almanya da geçtiğimiz günlerde konuyla ilgili bir yasa sundu. Sosyal medyada nefret içeren haberleri yayından kaldırmayanlara ağır para cezası verilecek ve hesapları kapatılacak. Sahte ve yalan haberler için, Avrupa Komisyonu bu yıl bir dizi yaptırımlar getirecek. Komisyon, alanında uzman olan 39 kişi tesbit ederek çalışmalarına başladı. Brüksel’in vereceği karar, Avrupa ülkelerini harekete geçirecektir.Kişilerin yalan haberler karşısında zarar görmemesi, toplumsal düzeni zedelememesi, hukuken keskin önlemler alınması, hiç kimsenin yalan haberlerle başkalarının yaşam hakkını engellememesi için önlemler alınıyor.”
Gazeteci.nl: Sosyal medyada en çok rahatsızlık veren konu nedir?
İlhan Karaçay: “Bazı haber portallarını yönetenler, birisi hakkında kötü düşünülmesi için, kendi görüşlerinde ziyade, tribünlerde oturan hayalı insanları konuşturarak haber yapıyorlar. Ama artık bu taktiğe kimse inanmamaktadır.
Bu konuya dikkat edilmesini ve insanları sırf intikam almak için karalama kampanyası yapılmamasını diliyorum.”
En Son Gelişme
Gazeteci.nl: Türkiyemizdeki son gelişmeler hakkında da anlaşmazlık çıktı. Bu durm Türkiye’deki siyasetçiler arasında tatsızlık yaratıyor. Suriye’ye ‘Zeytindalı Çıkarması’. konusunda neler oluyor?
İlhan Karaçay: ”Milli bir dava olan bu girişim için, HDP haricindeki tüm siyasi partilerimiz onay verdi. Onay verildi ama, kurcalayıcı medya yine polemik yaratacak girişimlerde bulundu ve siyasileri değişik açılardan konuşturmaya başladı.
Dava milliydi ve onay almıştı. Ama, geçmişteki dış politikamız eleştirilmeye başlanınca, siyasilerimiz yeniden bir ağız dalaşına girdiler. (Bu konuda HDP’lileri kastetmiyorum). Siyasiler ağız dalaşına girince, yurttaşlar da konuşmaya ve yazmaya başladılar. Sosyal medya üzerinden yine hakaretler yağmaya başladı. Biri diğerine ‘Vatan haini’ diyor, diğeri de, ‘Çıkarcı sömürücü’ yanıtını veriyor. Kişisel sataşmalar da cabası…
Milli bir davada bile, çirkin siyasete başvuranlar, yurttaşlarımız arasındaki dostluk bağlarını bir kez daha çözülemeyecek düğüm haline getirdiler. Yazık, hem de çok yazık.
‘Sonumuz hayırlı olur inşallah’ diyerek sözlerimi tamamlıyorum.”
Geçmişte yaşananlar
Gazeteci.nl: Şimdi biraz da geçmişteki toplumsal hizmetlerinizden söz edelim. Hoofddorp’ta Türkler’in bir fabrikada boykot eylemi yaşanmıştı. O sorunu siz çözmüştünüz. Anlatır mısınız?
İlhan Karaçay: ”1975 yılında, Hoofddorp’taki Dam Chips adlı fabrikada 160 Türk işçisi işgal eylemi başlatmıştı. İsveren Türkler’in işine derhal son vermişti ama Türkler fabrikayı terk etmiyorlardı. Olay Hollanda parlamentosunda konu olmuştu. Medya sırf bu konuyla meşguldu. Sendikaların girişimleri fayda etmiyordu.
Türkler’in ikamet ettikleri Haarlem kentine gittim. Türkler ile uzun uzun konuştum. Daha sonra fabrikanın patronunu aradım ve olayı her iki tarafı mutlu edecek bir şekilde sonlandıracağımı bildirdim. Patron önce görüşmeyi kabul etmedi. Birkaç kez daha aradım. Sonunda kabul etti. Türkler ile fabrikada toplandık. Sonuçta barışı sağladık. Ertesi gün Hollanda medyası, ‘Hiç kimsenin yapamadığını, Türkler’in ombudsmanı gazeteci İlhan Karaçay yaptı ve barış sağlandı’ haberini yayınladılar.
Journalist İlhan Karaçay als ombudsman .DAM betaalt over stakings-periode
HOOFDDORP. – De Dam Fabriek zal de Turkse werknemers. Tien vrouwen en
één man, die door een misverstand bijna twee weken deze maand in staking gingen en inmiddels, na ontslag, weer in dienst zijn genomen, het loon dat zij over de periode zouden hebben gekregen uitbetalen.Dit kwam donderdagmorgen tijdens besprekingen tussen de Turkse journalist en “ombudsman” Ilhan Karacay die voor
de belangen van de stakers opkwam en’
Gazeteci.nl: Hollanda Kraliçesi Juliana’ya yazdığınız bir mektup hafızlardan silinmedi. Neydi o kunu?
İlhan Karaçay: ”1975 yılının mart ayında, Helmond kentindeki bir okulda Türk öğrencilere büyük bir haksızlık yapılmıştı. O zamanlar her cumartesi günü Türk çocuklarına Türkçe ders ve İslam dini öğretiliyordu. Okul yönetimi bu durumu yasaklamıştı. Hollanda yine ayağa kalkmıştı. İşte o zaman ben Kraliçe Juliana’ya bir mektup yazmıştım. O mektup da Hollanda medyasında geniş yer buldu ve sonra da dersler yeniden başladı.
Gazeteci.nl: Sizin kaçak işçilere af konusunda da çalışmalarınız oldu. Anlatır mısınız?
İlhan Karaçay: ”1973 yılında, Hollanda’da ikamet ve çalışma izni olmayan ve ‘Kaçak işçi’ olarak adlandırılan insanlar için genel bir af verilmesi için bir komisyon oluşturmuştuk
Ben o zaman bu af için ‘Generaal pardon’ sözcüğünü seçmiştim. Bu sözcük Hollandalılar’ın diline pelesenk olmuştu. O zaman Hollanda’da çok ünlü bir İspanyol asıllı sendikacı vardı. Daha sonra ülkesine dönen ve orada Bakan olan bu ünlü sendikacı da bana ‘Bay General Pardon’ adını yakıştırmıştı.
O çalışmalar semersini vermiş ve daha sonra kaçak işçiler için af çıkmıştı.
Gazeteci.nl: Hollanda hükümeti, Türkiye’de yaşayan Türk çocukları için daha az çocuk ödeneği verilmesini istenmişti. Bu konuyu da anlatır mısınız?
İlhan Karaçay: ”1976 yılında, Hollanda Sosyal Güvenlik Bakanlığı’nda bir komisyonda yer almıştım. O zamanki hükümet, Türkler’in Türkiye’de yaşayan çocukları için, normalden daha düşük çocuk parası ödeneği verilmesi için bir çalışma yapıyordu. Gerekçe: Türkiye’de süt, sebze ve meyve daha ucuzdu. Ben ise o komisyonda, Türk çocuklarının Türkiye’de daha ucuz yaşamadıklarını, aksine, ebeveynler Avrupa’da olduğu için, Türkiye’de bıraktıkları çocuklar için daha fazla para harcadıklarını anlatmıştım. Benim anlatımım, hükümetin bu plandan vaz geçmesi için yeterli olmuştu.”
Gazeteci.nl: Bir de Zwarte Markt (Kara Pazar) konusu var. Neydi o konu?
İlhan Karaçay: ”1983 yılında, Beverwijk’te kurulan dünyanın en büyük pazar yerinin kuruluş çalışmalarında ben de yer almıştım. Hollandalı girişimci Bart van Kampen pzarcılık yapıyordu. Zaandam kentindeki Bruynzeel fabrikasının avlusunda pazarcılık yapan Türkler’e yasak gelince, Bart van Kampen bana gelmiş ve Beverwijk kasabasındaki pazar yerinde Türkler’e yer vermek istediğini belirtmişti. Ben o zaman tanıdığım pazarcı Türkler’e ulaştığım gibi, Hürriyet ve Tercüman gazetelerine verdiğim ilanlar ve her tarafa astırdığım afişler ile büyük bir reklam kampanyası başlatmıştım. Daha sonra da Türkiye’den getirdiğimiz sanatçılarla bedava konserler ile binlerce Türk’ü pazar yerine çekmeye başladık. Dünyanın en büyük pazar yeri diyebileceğimiz bu yer, her hafta polis baskınıyla kapatılıyordu. O zaman pazar yerinde 100’ü aşkın Türk standı vardı.
Polis baskınlarından kurtulabilmek için bir komisyon oluşturduk ve zamanın İçişleri Bakanı’a gittik. Bakan, ‘Nuh’ diyor ama ‘Peygamber’ demiyordu. Pazar gününün insanlar için istirahat günü olduğunda israr ediyordu.
O sırada ben söz aldım: ‘Sayın Bakan, Scheveningen, Noordwijk ve Katwijk gibi yerlerde pazar günü dükkanlar neden açık’ diye sordum. Bakan tam istediğim yantı verdi: ”Oradaki dükkanlar yabancılar için açık.”
Ben de cevabı hemen yapıştırdım: ‘İyi ama sayın Bakan, Kara Pazar denen yere hep yabancılar geliyor. Yabancıların Hollanda’da yararlanabilecekleri rekreasyon yerleri çok kısıtlı. Pazar yerine gelen yabancılar çocukları ile birlikte eğlenebiliyorlar. Ayrıcai yüzden fazla Türk işyeri açmış ve yüzlercesine de iş imkanı sağlamış durumda. Beni dikkatle dinleyen Bakan, elini masaya vurarak ani ve kesin kararını verdi: ”O zaman sadece Türk pazarı açık kalabilir.”
“Komisyondaki Hollandalılar itiraz edecek oldular ama, araya girerek, ‘Durun itiraz etmeyin. Bugün Türk pazarına izin verildi, yarın da Hollanda pazarına izin çıkar’ dedim. Daha sonraki aylarda gerek belediye ile ve gerekse Bakanlık mensuplarıyla yapılan görüşmelerden sonra Hollanda pazarı da açık kaldı. Ve o günden sonra Türk pazarı cumartesi ve pazar günleri hala faaliyet gösteriyor.”
Gazeteci.nl: Bir de pazar yerindeki Türkler’in boykot eylemi vardı?
İlhan Karaçay: ”Türk pazarcılar, pazar yeri sahibi Van kampen’in kira sözleşmelerinden hoşnut değildiler. Başı çeken bir Türk pazarcı, Türkler’e ‘Boykot’ kararı aldırdı. Ertesi gün pazar yerine gelenler pazara giremediler. Uzaklardan pazar yerine gelenler boşuna gelmiş oldular. Kaldı ki, pazarın tanıtımı için büyük emek ve masraf sarfedilmişti. Pazar yeri sahibi Bart van Kampen.ikinci hafta da boykotu sürdürmesi beklenen Türkler’i bu fikirden va geçirmek için beni aradı. Cumayı cumartesiye bağlayan gece pazar yerine gittim. Türk esnafı bir araya getirdim ve pazar yerine gelen binlerce kişinin bu hafta da geri dönmesi halinde, pazara bundan sonra hiç kimsenin gelmeyeceğini ve sonunda herkesin kaybedeceğini belirttim. Başı çeken Türk itiraz eder gibi oldu ama, esnafın büyük çoğunluğu bana inandı ve boykot sona erdi. Ertesi sabah beni arayan van kampen banka hesabımı istedi. Bana gece çalışması için bir honorerya gönderecekti. Kendisine teşekkür ettim ve havale edeceği parayı ret ettim.”
UÇUŞ VERGİSİ
-İlhan bey, sizin Hollanda’da yaptığınız ses getiren girişimlerin haddi hesabı yok biliyoruz. Hatırladığımız kadarıyla bir de ‘Uçuş vergisi’ yasasını geri çektirmenizin hikayesi var. Anlatır mısınız?
– ”Memnuniyetle. 5-6 yıl önceydi. Hollanda hükümeti uçak biletlerine bir ‘Uçuş vergisi’ koymak için bir yasa tasarısı düzenliyordu. Bu tasarıya göre, Atina’ya uçacak olan yolcu hiç vergi ödemeyecek, ama Ankara veya Antalya’ya uçacak olan yolcu 35 ila 50 euro arasında bir vergi ödeyecekti. Bu teklif yasalaşırsa, tatile gidecek Türk ailelerine büyük bir maddi külfet yüklenecekti. Bu duruma önce Hollanda Seyahat Acentaları Birliği ANVR, daha sonra çeşitli havayolu şirketleri itirazlarda bulundular. Corendon firması da girişimde bulundu ama fayda etmedi.
Utrecht Turizm Fuarı’nın açılış arifesindeydik. İşçi Partisi milletvekili olan eski dostum ve Agis’in Eski Genel Başkanı Eelke van der Veen’i aradım. Durum hakkında birşeyler yapılması gerektiğini söyledim. O da beni, bu tasarının hazırlayıcısı olan Paul tang’a yönlendirdi. Aynı akşam Paul tang beni aradı ve ne istediğimi sordu. Ben de kendisine, iki gün sonra açılacak olan Turizm Fuarı’nda buluşma teklifinde bulundum. 6 Türk tur operatörü ve birkaç basın mensubu arkadaşım ile, Turizm Müşavirliğimizin standında buluştuk. Turizmci dostlar, biletlere eklenecek olan ‘Uçuş vergisi’nin yolcular için ağır bir yük olacağını anlattılar. Paul Tnng da, alınacak olan vergilerin, uçakların kirlettiği çevre için harcanacağını belirterek, çevre temizliliğini ne kadar önemli olduğunu anlatmaya çalıştı.
Toplantının sonucunda, fikir değişikliği olmadığı kanaatine vardım.
Ben de, ‘mademki bu işler siyasetle ve oy hesabıyla çözümlenir, o halde ben de bu işi bu yolla halletmeliyim’ diye düşündüm ve Paul Tang’ı tren istasyonuna kadar yolcu ederken konuşmaya başladım: ‘Bak Paul, sizin partiniz geçen seçimlerde, Ermeni davasını körü körüne desteklediğiniz için Türkler’den oy alamadı. Kaldı ki, bugüne kadar, sağcı olsun veya solcu olsun Türkler hep sizin partiye oy veriyorlardı. Şimdi bu uçak vergisi yüzünden Türk aileler size yine kızacak ve oy vermeyecekler. Sana tavsiyem, başkanınız Wouter Bos ile konuş ve bu durumu izah et’.
Paul Tang aynı akşam beni aradı ve Bos ile görüştüğünü, Maliye Bakanı ile de bu konuda randevu alındığını söyleyerek iyiye doğru bir işaret verdi.
Seyahat dalında faaliyet gösteren dostlara bunu anlattığım zaman bana, ‘Boş ver abi, bu iş böyle kalır’ diye umutsuz yanıtlar vermişlerdi.
Paul Tang ile konuşmam ocak ayında yapılmıştı. Mayıs ayı başında Mersin’deyken akşam telefonum çaldı. Hatta Paul Tang vardı. ‘Müjde Karaçay, uçak vergisi tasarısını geri çektim.‘ diye iyi haberi verdi.
Bu anlattıklarım, pek çok işin lobi faaliyeti ile nasıl çözümleneceğinin bir örneğidir.”
İlginç olaylar
İlhan Karaçay’ın 2002 yılında Kraliçe Beatrix’e yazdığı, 2017 yılında da şimdiki Başbakan Rutte’ye yazdığı mektuplar da, Türk ve Hollanda toplumunun barış içinde yaşayabilmeleri için, iyi niyetle yazılmış mektuplardı. Sorulara devam ediyoruz:
-Siz Kraliçe Beatrix ve Başbakan Mark Rutte’ye de mektuplar yazdınız?
-‘Evet, 2002 ve 2017 yıllarında, Holland ave Türk toplumunun birlikte ve huzur içinde yaşayabilmeleri için yazmıştım o mektupları.
-Şimdi değişik bir konuya girelim. Türkler ile Hollandalılar arasında kültür, gelenek, din ve hiddetlenme farkı nedir?
-‘Ben şahsen 55 yıldır Hollanda’da yaşadığım ve çifte tabiyete sahip olduğum halde, bu gibi farklılıkları kendim yaşamadım ama başkalarının yaşadığına şahit oldum. Tabii ki herkesi aynı kefeye koymak doğru olmaz. Bu nedenle vereceğim örnekleri genelleştirmek istemiyorum ama, çoğunluğu kastettiğimi de belirtmek isterim.
-Tabii ki objektif yanıt vereceksiniz. Peki bundan neden tereddüt ettiniz? -‘Ben vereceğim örneklerde, ünlü düşünür ve yazar Aziz Nesin gibi hata yapmak istemiyorum. Aziz Nesin, Türk halkının yüze altmışının salak olduğunu iddia ettiği zaman çok eleştirilmiş ve hatta tehditler almıştı. Bunun üzerine Nesin bu kez şu cevabı verdi: ‘Yanlış söylemişim, Türk halkının yüzde sekseni salak.’ Aziz Nesin daha akıllı davranıp, ‘Türkler’in yüzde kırkı zekidir’ deseydi, diğer yizde altmışın salak olduğunu ifade etmiş olur ve kendisine bu kadar kızılmazdı.
Şimdi ben de Hollandalılar ile Türkler arasındaki farkı anlatırken, böyle bir hataya düşmemeye gayret edeceğim.’
-Türkleri ve Hollandalıları ne kadar güvenilir buluyorsunuz?
-‘Hollandalılar bu konularda daha soğuk kanlı ve ihmalkârdır. Kendilerine yaptığınız bir yardım ve destek konusunda müteşekkir olurlar ama bunu çabucak da unutabilirler.
Bir örnek: Hollandalılar, İspanyollar ile 80 yıl süren savaşı, Osmanlılar’ın bir nevi yardımı ile kazandılar. Prens Maurits, savaşın çok şiddetli geçtiği bölgeye, şükran borcu ödemek için ‘Türkiye’ adını verdi. Belçika’ya yakın olan Zeeland bölgesindeki Türkiye Köyü’nde bir de fahri büyükelçimiz var. Bayan Monique Strum, fahri büyükelçiliğimizi yaparken, Türkiye’yi tanıtarak iyi bir hizmet yapıyor.
Bir başka örnek: Hollanda devleti kurulduğu zaman, hiç bir devlet tanımaya yanaşmamıştı. Hollanda Büyükelçi Haga’yı İstanbul’a göndermişti. İki ay süren uzun bir bekleyisten sonra Sultan Ahmet taafından kabul edildi. Sultan Ahmet, Venedikliler’in, Almanlar’ın ve Fransızlar’ın karşı çıkmalarına rağmen Hollanda devletini ilk tanıyan oldu. Böylece, Hollanda’nın Akdeniz’de rahat dolaşmasını ve ticaret yapmasını sağlayan Sultan Ahmet, Hollanda’ya ikinci jesti yapmış oldu.
Hollanda, lale ile birlikte 80 çeşit çiçeği Türkiye’den elde ederek büyük paralar kazanıyor. Bunun için hâlâ festivaller yapılıyor.
Hollanda, seramik, tütün, kahve ve müzik aletlerini de Türkiye’den elde etti. Bu nedenle Hollanda Türkiye’ye müteşekkir kalmalı. Peki şimdi ne görüyoruz? Şimdiki Başbakan Mark Rutte, bu gerçeklerin tümünü bir kenara iterek, Türkiye’yi acımasızca eleştiriyor. Bu tutum dostluktan uzak bir tutumdur. Çok az bir Hollandalı grup, yukarıda anlattıklarımı bilir. Bunları bir kitapta toplayan da ben oldum. Sadece iyi tarihçiler ve benim kitabımı okuyanlar, Türkiye’nin Hollanda’ya yararlarını bilirler. Aynı Hollandalılar’ın bu bilinç ile Türkiye’ye karşı iyi niyet beslemeleri beklenir.’
-Hiddet? -‘Hollandalılar çok çabuk ve sık hiddetlenmezler. Örnek: Bir Türk bir Hollandalı’nın bacısına veya aile fertlerine küfür ederse, Hollandalılar o Türk’ün yüzüne anlamamışcasına soğuk soğuk bakarlar. Hatta Hollandalı o küfürü yapan Türk’e, ‘Git, evde seni bekliyorlar, bakalım seni kabul edecekler mi’ diye de soğuk bir yanıt verir.
Ama aynı küfür bir Türk’e yapılırsa, o küfürün sonunda şiddeli bir münakaşa ve belki de ölümle sonuçlanan kanlı bıçaklı bir kavga çıkar.
Bir örnek daha: Bir Türk, Hollandalı eşiyle kaynanasını ziyarete gider. Hoş sohbet sırasında Türk eşine kızar ve şaka yollu da olsa anasına söver. Hollandalı eşi de durumu anneye aynen aktarır: ‘Bak anne, benim kocam seni halledecekmiş’ der. Kaynananın cevabı çok soğuktur: ‘Aaaah ben senin için çok yaşlıyım’. Düşünün, aynı durumda bir Türk kaynana neler yapmaz. En azından damadın başına bir sandalye veya papuç giydirir değil mi?’
-Siyasi bir örnek verir misininz?
-‘Bir Türk politikacı Hollanda’ya kızarsa, ‘Heeeeeeyyy Holland’ diye başlar ve ‘Sem biz Nazi kalıntısısın, faşistsin, çıkarcısın’ diye bağırır. Buna karşın bir Hollandalı politikacı daha sakin görülür, kişiye ve topluma karşı nezaketini kaybetmez.’
-Türkler ile Hollandalılar arasındaki nezaket farkı nedir?
-‘Hollandalılar bu konuda genellikle yumuşak kalplidir. Başkalarıyla tartışma yaparken sadece konu üzerinde durular. Ama Türkler kendini kaybeder ve tartışmayı kişiselleştirir. Örneğin, bir Türk politikacı biriyle tartışma yaparken, birden bire ‘Sen bir koyunu bile güdemezsin’ diye bir laf eder. Geçmişteki seçim önceleri propaganda mitingleri sırasında en çok duyduğumuz, ‘Heeeyy, bay Kemal, ‘Heeeyyy bay Muharrem’ ve ‘Eveeeet bay Recep’ gibi çığlıklar oldu. Seçimler bitince ortalık sakinleşir gibi olur.’
-Misafirperverlik?
-‘Her insan Türkler’in çok misafirperver olduğunu söyler.
Bir örnek: Marmaris’te gece saat 23.00’tür. Biri Türk, diğeri Hollandalı olan bir çift otellerine doğru yürümektedir. Yolu kısaltmak için bir bahçeden geçmek mecburiyetinde kalırlar. Endişeli bir şekilde bahçeden geçerken hiç beklenmedik bir durumla karşılaşırlar. Evin bahçesinde hâlâ rakı sofrasında oturanlar vardır. Korkularını ‘Buyurun soframıza’ diye bir ses siler. Teşekkür ederler ama ısrar üzerine sofraya otururlar. Böyle bir durumun, bir Hollandalının evinin bahçesinden geçerken yaşanması düşünülemez bile…
Hollanda’daki her Türk, Hollandalı komuşusunu yemeğe davet eder veya evine yemek götürür. Bir Hollandalı, ‘Böyle bir adet bizim kültürümüzde yoktur’ der ve kesip atar.’
-Peki, kültüre bağlı adabımuaşeret farklılığı var mı?
-İki ülke insanları arasında bir farklılık ararsak, Türkler’in bu konuya daha çok dikkat ettiklerini söyleyebilirim. Belki elit çevrelerde denge sağlanır ama, halkın diğer kesiminde ağırlık Türklerde olur. Örnek: Ben misafirimi karşılarken, ayağımda ayakkabım v sırtımda ceketim ile kapıyı açar ve yer gösteririm. Bu evde de böyledir, ofiste de. Ama Hollandalılarda bu nezaket kuralı eksiktir.
Türklerde, yaşlı bir kişi geldiği zaman hemen ayağa kalkılır ve kendi sandalyeleri yaşlıya verilir. Ben başımdan geçen bir olayı anlatayım: Hollandali bir aile efradımda doğum günü kutlanıyordu. Eşimle gittiğim akraba evi kalabalıktı. Koltukta yeğenler oturuyordu ama, değil yer gösterme, ayağa bile kalkmadılar. Biz de portatif sandalyelerden aldık ve oturduk. Bir ara yeğenlerden biri koltuğu terketti. Aradan 10 dakika geçtiği halde gelmeyince ben o kultuğa oturdum. Az sonra geri dönen yeğen bana bakarak, ‘Ooooo, benim yerime oturmuşsunuz’ dedi ama, bu nezaketsizliğe hiç ses çıkarmadan oturmaya devam ettim. Yeğen 20 yaşındaydı ama nezaket konusunda hiçbir şey öğrenmemişti.’
-Türkler ile Hollandalılar arasındaki dini inanç farklılığı nedir?
-‘Hollandalılar genelde hıristiyandır, Türkler ise müslüman. Türk, kadere inanır ve her şeyin alına yazılmış olduğunu kabul eder. Hollandalı da böyle bir inanç yoktur. Hollandalı ile bu konuyu tartışırken şunu duyabilirsiniz: ‘Madem ki her şeyin önceden yazılmış olduğuna inanıyorsunuz, o zaman size bir soru. Allah, birinin kaderine, üç yaşında bir çocuğa tecavüz edip öldürme rezaletini yazar mı? Üç yaşındaki çocuğun kaderi de bu mu?’
Türk, ecele inanır ve ölü gününün de yazlılı olduğunu savunur. Hollandalı da buna karşın ‘O zaman İskandinavyalı neden 90 yıldan fazla yaşıyor da, geri kalmış ülkelerde insanlar 30-40 yaşında ölüyor?’ diye soruyor. Tabii ki bu soruya da cevap verilemiyor.’
-Peki aşka bakış açısı nedir?
-‘Aşk sınır tanımaz. Herkes birbirini şahane bir şekilde sevebilir. Ama benim saptamama göre, Doğuda (Türkiye) aşk, insanların ölümüne kadar sürecek olan bir şeydir. Burada Türk-Hollandalı ayrımı yapmamak gerekir ama, Hollandalı her konuda soğukkanlı olduğu gibi, aşk konusunda da soğukkanlı olabilir. Doğuluda aşk ölene kadardır ama Hollandalıda aşk ölüme kadar olmayabilir. Doğulu, inanılmaz olan aşkı seçer.’
Sonuç:
Hollanda’daki yaşamı boyunca, toplumsal konularda olduğu gibi, bireysel konularda da pek çok çalışmaları olan Karaçay, yurttaşları için işveren kapılarında, hastane kapılarında, karakol kapılarında ve akla gelemeyecek bir çok kapıda mücadele verdi.
Karaçay’ın bu faaliyetleri tabii ki Hollanda-Türk tarihinde yerini alacaktır.
Not: İlhan Karaçay’ın yaşamını ve yaptıklarını ”De Turk die Nederland in een adem noemt: Ilhan Karacay” başlıklı haberin Hollandacası en altta bulabilirsiniz.
YAVUZ NUFEL, İLHAN KARAÇAY’I GEÇMİŞİ İLE YÜZLEŞTİRDİ
Seyrettiği filmlerde kendisini ve ailesini hangi rollerde buluyor
Sosyal medyada İlhan Karaçay’ın kalp krizi geçirdiği haberini görünce hemen telefona sarıldım. Sağlık haberlerini aldıktan sonra bundan 10 yıl kadar önce yazdığım 40 yıl 40 İnsan 40 öykü kitabında yer alan öyküsünü hatırladım. Ardından bana vediği sözü.
Kitabımdaki yüzler, portreler öyküler tek tek eksiliyordu. Önce Ferruh Başaran ağabeyimiz, ardından Mehmet Abacı ve Hasan Güney…
“ Aman Allahım şimdi de sıra ilhan Karaçay ağabeye mi gelmişti” sorusu ile irkildim.
İnsanların bu dünyaya geldikleri bir an olduğu gibi, bu dünyadan gideceği bir an da olacaktır. Yaşam da, bu gel-git arasındaki mesafe kadardır,
bu yüzden bu öyküyü tamamlamak zorundaydım.
İlhan Karaçay’ı, kalp krizi geçirdikten sonra hastanede ziyaret eden Kamil Saygı ve Veyis Güngör oldu
Bazı insanların bu iki çizgi arasındaki mesafesi kısa olsa da, yaşarken insanlara büyük hizmetlerde bulunduğu gibi, öldükten sonra da bıraktığı hatıraları ve eserleri ile bu insanlara hizmet etmeye ve onların hayatına yön vermeye devam eder.
Bazı insanların ise bu iki çizgi arasındaki mesafesi çok uzun olmasına rağmen, yaşarken insanlığa doğru dürüst hizmetleri dokunmadığı gibi, öldükten sonra da isimleri tamamen bu dünyadan silinmektedir.
Bazı insanlar geçmişleri ile övünebilirler. Bazıları da geçmişlerindeki olumsuz olaylardan utanç duyarlar. Ama insandır işte, geçmişteki olumsuz yaptıklarına bir kılıf bulup yine de haklılığını ortaya sermeye çalışırlar.
Adı Hollanda ile özdeşleşmiş olan ünlü gazeteci İlhan Karaçay, doğmak ile ölmek arasındaki uzun yaşamında, topluma gerçekten yararlı olmuş bir üstadımızdır.
İlhan Karaçay’ın kısa yaşam öyküsünü daha önce yazmıştım. Geçen yıl Mersin’de kendisini ziyaretim sırasında, yalnız olduğum zamanlarda İlhan Karaçay ve ailesi ile ilgili duyduklarım beni heyecanlandırmıştı. Konuştuğum Mersinliler, Karaçay ailesi için çok ilginç ve önemli şeyler anlatıyorlardı.
Duyduklarımı İlhan Karaçay abimize sorduğum zaman, ‘Bir gün bunları da anlatırım Yavuz’ diye kestirip atmıştı.
Aradan hemen hemen iki yıl geçti. Karaçay’ın sözünü ettiği ‘Bir gün’ çoktan geldi sayılır.
Sordum kendisine: -Ağabey, geçmişinle yüzleşeceğin gün geldi artık. Bana geçmişini anlatacak mısın?
Cevap verdi İlhan ağabey:
– ‘Yavuz’cuğum, Hollanda’daki yaşam öykümü nasıl ki sen yazdıysan, geçmişim ile yüzleşmemi de sen yazacaksın. Biraz daha bekle.’
Biraz daha bekledikten sonra, İlhan ağabeyimiz bir kalp krizi geçirdi.
Allah O’nu bize bağışladı.
Sonra açtım telefonu ve şu serzenişte bulundum: ‘Ağabey, Allah gecinden versin, inşallah daha uzun bir yaşam sürersin.
Ama geçmişinle yüzleşmenin aciliyeti var sanırım.’ dediğim zaman
hemen ‘tamam’ dedi İlhan ağabey.
Çoğumuz onun doğduğu günden bugüne kadar iki nokta arasındaki hayatından kesitleri şöyle ya da böyle biliyoruz. Peki bilmediğimiz o çizginin kalınlığını çözmek, öğrenmek ve yazmak niyetindeyim. Çünkü O’nun anlatması gereken, bilmediğimiz bir çok yönü vardı. Ve hayat oldukça acımasızdı. Allah göstermesin bir gün aniden birimize bir şey olsa o öykü eksik kalacaktı…
O’nu hastanede yatarken telefonla arayıp konuştuktan sonra aklıma şu şiirim geldi.
Söylenmediyse bu güne dek.
artık söylemek gerek!
iki nokta arasında kalan
çizgi değildir hayat;
ancak, kalınlığı kadardır çizginin…
mesele, enine yaşamak…
İlhan ağabey iki nokta arasında koşturmanın yanı sıra, enine de yaşamış bir kişi idi. Sanat, edebiyat, sevgiler, aşklar, ve bizlerden geriye ilelebet kalacak en güzel şeyler ne varsa hep o çizginin kalınlığında gizliydi.
Boyuna ne kadar dolu dolu yaşamışsa enine de o kadar dolu dolu bir hayatı vardı ve ben de bunun peşindeydim. Daha sonra O’nunla buluştuk ve uzun bir süre konuştuk.
Soramaya başladım: – Ağabey, Mersin’de iken senin ailen hakkında çok önemli ve övücü şeyler duydum. Mersin’in kalburüstü bir ailesinin çocuğu olan sen, nasıl oldu da Hollanda’ya geldin ve yerleştin?
-‘ Yavuz’cuğum, Hollanda’ya nasıl geldiğim, daha önce sana anlattığım yaşam öyküm içinde var. ‘Adı Hollanda ile özdeşleşmiş’ başlıklı yazında bunu bulabilirsiniz. Sanırım o yazını da şimdiki söyleşinin sonuna ekleyeceksin.’
-Peki abi, nedir senin geçmişindeki özellik?
-‘Benim geçmişimde çok parlak gelişmeler yaşanmıştır.
Hürriyet Gazetesi’nde 8 sütun büyüklüğünde imzam ile haberlerim yayınlanırken, televizyonlarda da dünyanın dört bir yanından sesleniyordum. İnsanlar beni gördükleri zaman ya birlikte fotoğraf çektiriyordu ya da bir imza alıyordu.
Bunlar hep güzel ve herkesin özlemini çekeceği gelişmelerdi.’
-Peki, gençliğinde gazeteci olmak aklına gelmiş miydi?
-‘Gençliğimde zaten yazıyordum. Daha önceki yaşam öykümde bunlar hep var. CHP’li bir ailenin çocuğu olarak Ulus gazetesine yazıyordum. Daha sonra bunu profesyonelliğe geçirdim.
Bu konuda ilginç bir anımı anlatayım.
1970’li yıllarda gazeteciliğin zirvesindeyken, Mersinde eski bir okul arkadaşım ile karşılaştım. Naranciye bahçeleri sahibi ve kabzımal bir babanın çocuğuydu. Sohbetimiz sırasında bana şunu söylemişti: ”İlhan’cığım, sen okulda dersler ile arası iyi olmayan bir öğrenciydin. Ben ise en parlak öğrencilerdendim. Üniversite okudum, hatta gazetecilik okudum. Şu işe bak, o tembel çocuk sen, şimdi ünlü bir gazeteci oldun, gazetecilik okuyan ben ise Mersin’de limon satıyorum.”
Ben de o arkadaşıma, ‘Eeee, demekki gazeteci olunmaz, doğulurmuş’ demiştim.’
-Senin gençliğinde bir ses sanatçısı olduğunu söylediler hatta belge bile buldum! Sanat ve sanatçılara verdiğin değerin, duyduğun saygının altında yatan gerçek bu mu?
-‘Evet, Mersin Türk Musiki Cemiyeti üyesi’ydim. Her hafta cumartesi günleri Belediye hoperlöründen yayınlanan programlar yapardık. Bir defasında da 1500 Mersin’linin doldurduğu salonda bir konser verdik. Ben o konserde, güftesi Ahmet Kaçar’a, bestesi de Şükrü Tunar’a ait uşşak makamındaki ‘Anar ömrümce gönül, giden sevgilileri’ ve Yesari Asım Arsoy’un hüzzam makamındaki ‘Akasyalar açarken’ şarkılarını söylemiştim.
Sonra kendimi İstanbul’da buldum. Şükran Ay’ın eşi Turan Turanlı’nın çadırında ve Sirkeci’deki Anadolu Saz Evi’nde şarkı söyledim. Filmlerde oynadım. Ama 10 liralık figuran olarak değil, 50 liralık diyaloglu rollerde…
O zaman, sosyal demokrat ideolojili olduğu halde tutuculuğu ağır basan Zekeriya ağabeyim, ‘Oğlum sen köçek mi olacaksın’ diye beni azarlamış ve bu işten menetmişti. Eh, ben de şarkıcılıkta aradığım şöhreti bulamayınca, gazetecilikte daha iyi bir şöhret yakalama şanslılığına eriştim.’
-Abi ben geçmişinden bir şeyler duymak istiyorum. O zaman sana şunu sorayım. Seyrettiğin filmlerde kendine ve ailene hangi rolleri yakıştırırsın?
-‘Her insanda olduğu gibi ben de, çok parlak geçmişime rağmen, filmlerdeki veya romanlardaki kahramanlar arasında tabii ki kendimi ararım.
Örneğin, Ezel serisindeki başrol oyuncusu Kenan İmirzalıoğlu ve Ramiz Dayı rolündeki Tuncer Kurtiz, rolleri ile beni geçmişim ile yüzleştirmeye itmişti.
Başroldeki Ezel, mahallesinin en uysal çocuğu iken, talihsiz bir şekilde düştüğü hapishaneden çıktıktan sonra, Ramiz Dayı sayesinde kumar dünyasına girmişti. Ben de çocukluğumda, ağabeylerimin çalıştırdığı büyük bir kahvehanede, her kulüp ve lokalde olduğu gibi, Remi veya Konken oyunları arasında buldum kendimi. Ama bizim bu oyunlarımız Ezel’deki gibi mafyavari kumar değildi. O zamanlar bizim kahvehanemiz, esnafın, memurun, işadamlarının ve de kabadayıların müdavimi olduğu bir yerdi. Ben 10 yaşında iken sandalye üzerine çıkıp ocakçılık yapardım. Kahveyi ve çayı sıcak külde yapardım. Ufak tefek oyunlarda da ‘mano’ toplardım.’
-Peki sen kendini Ezel rolünde aradın mı?
-‘Hayır, ben kendimi Ezel’de aramadım. Ama Ramiz Dayı beni çok etkilemişti. Zira, çocukluğumda Mersin’de ‘Kikirik Baba’ lakaplı bir adamla tanışmış ve haşır neşir olmuştum. ‘Kikirik Baba’, kahvehanemizin müdavimleri arasındaydı. Ezel filmindeki Ramiz dayı bana hep ‘Kikirik Baba’yı hatırlatıyordu.
Ezel filmindeki kabadayıların kralı Ramiz Dayı, bilge bir insan rolündeydi. Söylediği veciz sözler herkesi büyüleyici nitelikteydi. ‘Kikirik Baba’ da Ramiz Dayı gibi bilge bir insandı ve kabadayılar O’nun nasihatlarını dinlerdi.’
-Peki abi, ben şimdi Eşkiya bu dünyaya hükümdar olmaz dizisini izliyorum.
nedense bu diziyi izlerken, Mersin’de duyduğum Karaçay ailesi canlanıyor gözlerimde. Bu konuda bir bağdaştırma ve kıyaslama yapabilir misin?
-‘ Biraz abartılı bir benzetme olacak ama, konuyu daha yumuşak bir şekilde ele alabilirim. Sözünü ettiğin film serisindeki rollerden bazılarını kendime ve aileme maledebilirim.
Bu serideki başrol oyuncuları Kardenizli bir aileyi canlandırıyorlar.
Biz de Akdenizli bir aile olarak aynı rolü paylaşabilirdik..
Karadenizli Çakır (oğlu) ailesi ile, Akdenizli Karaçay ailesi arasındaki benzerlik, öyle ahım şahım bir benzerlik değildir tabii…
Filmdeki aile silah imalatı ve kaçakçılığı yapan ama devletle iyi geçinen bir ailedir. Benim geçmişteki ailem ise, çok günahsız bir ticari kahve işi yapıyordu.
1950’li ve 60’lı yıllarda ülkemizde kahve bulmak imkansız gibiydi. Hatta bir ara Hürriyet gazetesi, o zaman adı Habeşistan olan ülkenin İmparatoru Haile Selassie’den aldığı bir çuval kahveyi, okurlarına yüzer gramlık torbalarda kupon karşılığı hediye etmişti.
1960’lı yıllarda, odunlar üzerinde poz verse de, tüm mahalleliler kravatlıydı
1960’lı yıllarda, odunlar üzerinde poz versek de, tüm mahalleliler kravatlıydık
İşte o yıllarda kahvehane çalıştıran ağabeylerim, Beyrut’tan gelen bir Arap ile
tanışmışlardı. Beyrutlu Arap, ağabeylerime, ‘Ülkenizde kahve yok. Bizde kahve çok. Gelin, size kahve verelim. Siz de hem ülkenize kahve kazandırın hem de kendiniz kazanın’ demişti.’
-Yani, bir nevi kaçakçılık teklifi mi?
-‘Bizim, film serisindeki Karadenizli korkusuz ve silahlı anne gibi bir annemiz yoktu. Bizim annemiz ‘Kaçakçılık’ lafını duyduğu zaman bayılacak kadar ürkek ve dürüst bir anneydi.
Önce, ‘Sakın ha’ dedi annemiz. ‘İçtiğiniz sütü helal etmem’ diye ekledi. Ağabeylerim, Beyrut’tan gelen Arap’a, ‘Olmaz’ dediler. Beyrutlu Arap, Arapçayı çok iyi konuşan annemle görüşmek istedi. Ağabeylerim onları bir araya getirdi. Adam anneme durumu izah etmeye çalışırken, ‘Bu aslında bir kaçakçılık değil, bir nevi ticarettir. Ülkenizde kahve yok. İnsanlar yüz gram kahve için can atıyorlar. İşte biz bu can atılan kahveyi buraya getireceğiz. Bu bir uyuşturucu veya silah kaçakçılığı değil’ dedi.
Ama annem, kaçakçılık lafından bile nefret ediyordu. Yine ‘Hayır’ dedi.
Beyrutlu Arap, ‘Annenizi ikna etmeden gitmeyeceğim’ demişti. Günlerce geldi gitti ve bizim kahvehanemizde vakit geçirdi. Sonunda da annemi razı etmeyi başardı. Ama annem, benim de bulunduğum bir ortamda, ‘İşin içine uyuşturucu ve silah sokarsanız, emdiğiniz sütümü haram ederim’ demeyi ihmal etmedi.’
-Sonra kahve ticareti başladı mı?
– ‘Evet, ondan sonra ağabeylerim, 6-7 metrelik tekneleriyle Beyrut’a gidip birkaç çuval kahve ile döndüler. Kahveye o kadar çok rağbet vardı ki, üç beş çuval kahve anında tükeniyordu. Ağabeylerim fiyatı astronomik yapmadıkları için çok cüzi bir para kazanıyorlardı ama, yaptıkları iş sonuçta yasal olmayan bir işti.
Biz o zaman kendimizi, ‘Milletimize ucuza kahve içiriyoruz’ düşüncesiyle avutuyorduk. Bu iş 10 yıl kadar sürdü.
Bu süre zarfında anlatılacak pek çok maceramız oldu. Devlet ile hiç çatışmadık. Bir iki kez Sahil Güvenlik tarafından çevrildik. Ama ne silahımız vardı, ne de sopamız. Tabii ki bu arada kahve içmeye mahrum olan bazı görevlilere de kahve içme imkanı veriyorduk. Eee, al gözüm ver gözüm işi her zaman ve her yerde geçerliydi.’
– İyi de ağabey, bu işleri yapmak için eleman da lazımdır. Bu elemanları nasıl buluyordunuz?
-‘Kahvehanemizde çok kişi barınırdı. İşi gücü olmayan aslan gibi delikanlılar bize sığınırlardı. Kimi kahvehanede yatardı, kimi de, o zamanlar genellikle Roman muhacirlere kiraya verdiğimiz 20 kadar barakada kendilerine yer bulurlardı. Ama hepsi de tam birer delikanlıydılar’.
Karaçay kardeşler soldan sağa: Zekeriya (Küçük Mecnun), Ayhan (Deli dolu), İlhan (bendeniz) ve Hüseyin (Aristokrat)
-Mersinliler’i çok etkilemiş olan aileni kısaca tanıyalım o zaman.
-‘En büyük ağabeyim Hüseyin, aristokrat giyim ve tarzı ile, ortanca ağabeyim Zekeriya, ‘Küçük Mecnun’ lakabıyla, bir büyük ağabeyim Ayhan, deli dolu tavrıyla, Mersin’in saygı duyduğu kişilerdi.
Hüseyin ağabeyim mahallenin en saygın kişisiydi. Fakirlere yardımı ile ön plandaydı. Zekeriya ağabeyim, Kore savaşına katılmış bir kahramandı. Atatürk ve İnönü sevgisi ile tanınırdı. Haksızlıklara karşı mücadele eden bir Robin Hood idi. Karakolda adam dövüldüğü için karakol basardı. Ama bu asiliğine rağmen, saygılı duruşu ile en çok sevilen aile bireyimizdi. Onu 1988 yılında kaybettik.
Ayhan ağebeyim, benim bir büyüğüm idi. Deli doluydu. Adı Mersinli delikanlılar-kabadayılar arasında yer almıştı. Onu da çok genç yaşında hatalı bir ameliyat sonrasında kaybetmiştik.
Ben ise malumunuz…’
-Akraba-eleman diyebileceğimiz kişiler kimlerdi?
-‘ Bir Dellal Mehmet vardı. Esprileriyle kendini sevdirmiş en yaşlı delikanlıydı.
-Ekip bu kadar değildi tabii?
-‘Tabii ki değil. Beton Hüseyin vardı. İskenderun’da karıştığı bir kavgada, attığı yumruk ile adam öldürmüş ama sonra bunun ızdırabından kurtulamamış bir delikanlıydı.
Babadoş Mehmet vardı. Süper iyi giyinen, yakışıklılığı ile mahallenin kızlarının yüreklerinin çarptığı bir delikanlıydı. Öz dayım Ali Aytekin, tüm Mersinliler’in ‘Dayı’ olarak hitap ettiği bir bilgeydi. Adliyede başkatipti. Daha sonra arzuhalcilik yaptı. Bizim de akıl hocamızdı.
Kimler yoktu ki; Hamo Mehmet, Bafra Müslüm, Roman Şaban, Liboş Yaşar, Sarı Sülo (Süleyman) ve daha niceleri.
-Peki bu isimleri, ‘Eşkiya bu dünyaya hükümdar olmaz’ dizisindeki Çakır ailesi ve diğer akrabalar ile kıyaslamak doğru olur mu?
-Daha önce de söylemiştim, filmdeki Çakır ailesi ve adamları, silahlı kriminal bir gruptur. Benim saydıklarım ise, sadece cesaretleri, efendilikleri ve yakışıklılıkları ile imrenilecek tiplerdir.
-Peki sen bu filmde neredesin, hangi rolde kendini bulabiliyorsun?
-Ben bu filmde kendimi, Londra’da tahsil gören ama sonradan ekibe girme mecburiyetinde kalan küçük yeğen Alparslan’da buldum. Sonuçta ben de Karaçaylar’ın en küçüğüydüm.
-Ağabey, anlattıklarını yazacağım. Geçmişin ile yüzleşirken bir pişmanlığın olacak mı? -‘Benim çok samimi ifade ve itiraflarımı istismar ederek karalamaya yeltenenler olacaktır. Ama bu karalamalar, bizi tanıyanlar üzerinde hiçbir etki yapmayacaktır. Zira bizi bilen biliyor. Karaçay ailesi, başlangıçta nasıl iyi bir intiba bırakmışsa, daha sonra da yaşama geçirdikleri Gazino-Motel-Plaj tesisleriyle, sadece Mersinliler’in değil, Adana, Gaziantep, Kahramanmaraş ve Hataylılar’a verdikleri hizmetler ile efsaneleşmiştir.
-Abi, senin bir de Mersin Belediye Başkanlığı maceran var.
-‘ Evet, güzel Mersin’e ben de Belediye Başkanı olarak hizmet etmek istemiştim. 1983 yılında, 12 yaşındaki oğlum Ruşen ve 9 yaşındaki kızım Vahide’nin Türkçe eğitim görmelerini zaruri gördüğüm için, Hürriyet gazetesi ve TRT muhabirliğini bırakarak kendimi emekli olmaya sevketmiş ve Mersin’e yerleşmiştim.
1984 yılında yerel seçimler vardı. Belediye Başkanlığı için önce bağımsız aday olmam üzerinde durulmuştu. Aslınca Cumhuriyet Halk Partisi kökenli bir aileye mensuptum. Partide Gençlik Kolu Başkanlığı da yapmıştım. Ama buna rağmen Doğru Yol Partisi adayı oldum. Zira, benim için Belediye Başkanlığı tutucu bir particiliğin dışında olmalıydı.
İlhan Karaçay, Mersin Belediye Başkanlığı seçimlerine katılmıştı
Benim seçime girme amaçlarımdan biri Başkan olmak, diğeri de Türkiye’ye mesaj vermekti.
Belediyeciliğin sadece asfalt döşemek, lağım döşemek, çöp toplatmak, elektrik dağıtmak olmadığını anlatmam gerekiyordu. Ulusal ve yerel gazeteler kanalıyla verdiğim mesajlarda, Belediyelerin sosyal ve kültürel hizmet yapması gerektiğini belirtiyordum. Benim programımda yer alan Hollanda modeli Belediyecilikte, geliri olmayanlara fakirlik parası vermek vardı. Gençlerin spor yapabilmeleri için stad ve salon yapamasam da, en az 20 mega çadır alıp spor yaptırmayı yeğliyordum.
Benim Hollanda modelim Türkiye çapında duyulmuştu. Pek çok başkan benden örnekler almışlardı. Zamanın Başbakanı Turgut Özal bile, Fak-Fuk-Fon denilen bir Fakir Fukara Fonu icad etmişti. Yıllar sonra Amsterdam’da bir toplantıda yan yana oturduğum rahmetli Özal, elini omuzuma atarak, “Mersin’den ne haber Karaçay” derken tatlı gülüşüyle takılmıştı.’
-Bu güzel söyleşinin sonuna daha önce yazdığım öykünüzüde eklersek Karaçay Efsanesinin” büyük bir bölümünü yazmış hissedeceğim kendimi. Yine de adettentir abi sormadan olmaz: Son olarak neler söylemek istersiniz?
-‘Filmseverler arasında, kendilerine bir rol seçmeye çalışanlara kolaylıklar dilerim. Ama şu bir gerçek ki, hiç kimse kendini kötü roller içinde aramayacaktır. Zira insanın doğasında, hep iyilik vardır.
İyiliklerin sizleri bulması dileğiyle.’
Yavuz NUFEL Mersin’e gitti, araştırdı ve yazdı:
MERSİNLİ KARAÇAYLAR VE POMPEİPOLİS TESİSLERİNİN DOĞUŞU VE BATIŞI…
*Türkiyemizin dört bir yanında efsane isimler ve sembol haline gelmiş oluşumlar hep var olmuştur ve var olacaktır. Ama, Mersin’deki Karaçay ailesi efsanesi ile, Pompeipolis adlı turistik tesislerin sembolizasyonu hiç unutulmayacaktır.
*Mersin’e gittim ve derin bir araştırma yaptım. Mersinliler ve Karaçaylar’ın Hollanda’daki bireyi İlhan Karaçay ile uzun uzun konuştum ve sizlerin de unutamayacağı bir efsane aile canlandırıdım.
*1950’lerin ‘kabadayı beyleri’ daha sonra da ‘Beylerbeyi’ olarak yaşamlarını sürdürürken zirveye oturdular.
*‘Kabadayı beyleri’, fakirleri ve güçsüzleri doyuruyor ve koruyordu.
‘Beylerbeyi’ ise, topluma hizmet etmeyi ve eğlendirmeyi amaçlamıştı.
Karaçay kardeşler, bir zamanların Mersin’inde, koruyucu nitelikleri, sosyal ve kültürel faaliyetleri ile, çok sevilen bir aile olmuştu. Fotoğrafta, soldan sağa Zekeriya, Ayhan, İlhan ve Hüseyin Karaçay kardeşler görülüyor.
Değerli Okurlarım,
Uzun bir çalışma ve araştırma sonrasında hazırlamış olduğum, efsaneleri anlatan bu röportajıma başlamadan önce, burada kullanacağım bazı deyimlerin açıklamasını yapmak istiyorum.
Bu yazıda hikâyemin kahramanlarından ‘kabadayı’ diye söz edeceğim için, önce bu deyime bir açıklık getireyim.
Son zamanlarda kabadayılardan ve külhanbeylerden çok söz edilir oldu.
Bu deyimleri kimisi övmek, kimisi de yermek için kullanır. Aslında, kabadayılık bir övünç belirtisi, külhanbeylik de, aksine yerme belirtisidir.
Tabii ki çok eskilerde yaşanan dönemlerde, çok az sayıda kabadayı, çok sayıda da külhanbeyi vardı.
Külhanbeyi, ‘külhan’ kelimesinden türemiştir.
Külhan; hamamların ateş yakılan en sıcak bölümüne verilen addır. Hamamın suyu, bu külhan denen yerden geçirilerek ısıtılırdı. İşte bu yüzden hamamların bu bölümü evsiz, barksız ve berduş taifesinin sığındığı ve geceledikleri yerler olmuştur. Hemen hemen her hamamda bu gibi gençler barınırdı ve bunlara ‘külhanbeyi’ denilirdi.
Demek oluyor ki, şimdi bazıları bu deyimi çok yersiz ve yanlış kullanıyor.
Kabadayılığa gelince: Günümüzde artık rastlayamayacağımız kabadayılar, bölgenin beyefendi şövalyeleri gibiydiler. ‘Racon’ denilen örf ve adetleri vardı. Bu adetlere uymak mecburiyetindeydiler. Özellikle güçsüzleri, fakirleri ve namuslu insanları kollayıp koruyan kabadayılar, birbirlerine de hürmet gösteren insanlardı.
KARAÇAY AİLESİ
Bu yazımın kahramanları olan Karaçay ailesi, bir zamanlar Mersin’de, işte bu sözünü ettiğim kabadayıların önde gidenleriydi. Zira, doğup büyüdükleri Hamidiye mahallesi çok renkli ve çok kültürlü bir mahalleydi. Arap asıllılar ile çingene ve muhacirlerden oluşan bir toplum vardı.
Baba Numan Karaçay, Hatay Samandağ’dan Mersin’e göç eden Arap kökenlilerden biriydi.
Evlendiği kadın talihsiz bir şekilde çok genç yaşta vefat ettiği zaman geride üç çocuk bırakmıştı.
Yasin, Naime ve Kerim adlı üç çocuğa annelik yapacak bir kadın aranırken, henüz kendisi çocuk sayılan 17 yaşındaki Vahide bulundu ve evlendirldi.
Numan Karaçay biri çarşıda, diğeri de mahallede iki bakkal-manav dükkânı işletiyordu.
Çarşıdaki dükkânı baba Numan, mahalledeki dükkânı da anne Vahide işletiyordu.
Hüseyin, Zekeriya, Kıymet, Ayhan, İlhan ve Nimet adını verdikleri 6 çocuk ile evin nüfusu 11 olmuştu.
17 yaşındayken, 3 çocuklu Numan Karaçay ile evlenen Vahide, çocuk sayısını dokuza, aile nüfusunu onbire yükseltmişti.
Özellikle çarşıdaki dükkân çok kazandırıyordu. Eve çuval gibi torba içinde getirilen paralar, saatlerce terazide tartılarak sayılıyordu. Ama ne var ki bu uzun sürmedi.
Zira baba Numan 9 çocuk ve bir eş geride bıraktığı zaman yıl 1946 idi ve kendisi de 57 yaşındaydı.
Rahmetli Numan, dükkânın önünden geçen çocukların ceplerine şekerleme veya çerez doldurken, mahalleli tarafından ‘Çok iyi bir insan’ olarak anlatılıyordu.
O’nun ölümünden sonra mahalledeki manav dükkânını işletmeye devam eden anne Vahide, sabahları 05.00’te sebze haline gidiyor, satışa sunacağı malları at arabası ile dükkâna getiriyordu.
Avlularında 20 baraka vardı. Bunların tamamı Roman vatandaşlarımıza kiralanmıştı.
Anne Vahide bu işlere de bakıyordu. Tabii ki çoğu zaman ödenmeyen kiralara, manavdan borç defterine yazdırılarak alınanlar da ekleniyordu. Sonunda da, defterdeki borç sayfalarına bir çizgi çekiliyordu. Mahallelinin tam bir yardım ocağıydı Karaçaylar’ın yeri.
Gelişen ve artık delikanlı olan Karaçay kardeşler evlerinin altındaki manav dükkânının yanına bir kahvehane açmışlardı. İyi ama, kahvehanenin de sabah erken açılması gerekiyordu. Fedakâr ve cefakâr anne Vahide bu görevi de üstlenmişti. Sabah erken çarşı dönüşünden sonra kahvehaneyi de açıyor, kömürlü ocağı yakıyor ve çayı demliyordu. Kahvehanede, müdavimler ile birlikte radyoda önce kur’an-ı Kerim, sonra da Arapça şarkı dinleniyordu.
Kahvehane’nin müdavimleri, sabahları Arap asıllılar, öğleden sonra da Roman çingeneleriydi. Bu kesimi her zaman kollayan ve destekleyen Karaçay kardeşler, kendi soydaşları olan Arap kesimin boykotuna maruz kaldılar. Romanlar için, ‘Bunlar gelirse, biz gelmeyiz’ diyen Arap kesime verilen cevap tabii ki belliydi: ‘Biz insanlar arasında ayrımcılık yapamayız. ‘
Karaçay kardeşlerin, Mersin’de ‘ağır delikanlılar’ sınıfında yer almaları hiç de şaşırtıcı değildi.
Vahide’den doğma Karaçaylar’ın en büyüğü Hüseyin, ‘kabadıyı’ denildiği gibi, aristokrat bir görünümü vardı. Kore Savaşı’na katıldığı için ‘Koreli’ ünvanı yakıştırılan Zekeriya Karaçay, karakolda adam dövülüyor diye, karakolu basan ve dosyaları kaçıran adam olarak da anılıyordu. Zekeriya Karaçay, Mersin’in en ünlü ağır delikanlıları arasında yer alırken, fakir fukarayı da hiç ihmal etmiyordu.
Ortanca kardeş Ayhan, deli dolu bir yapıya sahipti. O da ağabeyleri gibi mahallelilerine sahip çıkardı.
Hepinizin çok yakından tanıdığı İlhan ağabeye gelince: O mahallede tam bir beyefendi ama okulda yaramaz bir çocuktu. Mahalleli onu parmak ile gösterirken, Çankaya İlkokulu’nun başöğretmeni Ulviye Alpay, onu ve arkadaşlarını sahilden toplayıp okula getirirdi.
Güzel şarkı söylerdi İlhan Karaçay. Mersin Türk Musiki cemiyeti üyesiydi. Her Cumartesi günü belediye hoperlöründen yayınlanan konserler verirdi.
Şarkıcı olmak için İstanbul’a kaçtı. Yakından tanıdıkları ünlü şarkıcı ve bestekâr Abdullah Yüce onun elinden tuttu. Şükran Ay’ın Adanalı kocası Turan Turanlının (Merhum gazeteci Savaş Ay’ın babası) çadır tiyatrosunda şarkılar söyledi. Filmlerde oynadı.
Ankara Radyosu sınavını kazanınca evine gelen mektubu okuyan ağabey Zekeriya onu şöyle azalamıştı: ’Ne o köçekliğe mi soyunuyorsun?’
İşte o zaman akan sular durdu ve küçük Karaçay, artislikte ve şarkıcılıkta bulamadığı şöhreti, sonradan gazetecilikte, hem de fazlasıyla buldu.
İŞ YAŞAMLARI
Karaçaylar, bakkaliye ve kahvehane işlerinden sonra kuru kahve ticaretine başladılar.
1950’li ve 60’lı yıllarda ülkemizde kahve bulmak imkansız gibiydi. Hatta bir ara Hürriyet gazetesi, o zaman adı Habeşistan olan ülkenin İmparatoru Haile Selassie’den aldığı bir çuval kahveyi, okurlarına yüzer gramlık torbalarda kupon karşılığı hediye etmişti.
Karaçaylar, işte o yıllarda Beyrut’tan gelen bir Arap ile tanışmışlardı. Beyrutlu Arap, kendilerine, ‘Ülkenizde kahve yok. Bizde kahve çok. Gelin, size kahve verelim. Siz de hem ülkenize kahve kazandırın hem de kendiniz kazanın’ demişti.
Yani, bir nevi kaçakçılık teklifiydi bu. Anne Vahide bunu duyar duymaz, ‘Size sütümü helal etmem’ dedi ve bu işbirliğine karşı çıktı.
Karaçaylar, Beyrut’tan gelen Arap’a, ‘Olmaz’ dediler. Beyrutlu Arap, Arapçayı çok iyi konuşan anne Vahide ile görüşmek istedi. Adam, anneye durumu izah etmeye çalışırken, ‘Bu aslında bir kaçakçılık değil, bir nevi ticarettir. Ülkenizde kahve yok. İnsanlar yüz gram kahve için can atıyorlar. İşte biz bu can atılan kahveyi buraya getireceğiz. Bu bir uyuşturucu veya silah kaçakçılığı değil’ dedi.
Ama anne Vahide, kaçakçılık lafından bile nefret ediyordu. Yine ‘Hayır’ dedi.
Beyrutlu Arap, ‘Annenizi ikna etmeden gitmeyeceğim’ demişti. Günlerce geldi gitti ve kahvehanede vakit geçirdi. Anne Vahide, kahveler Türkiye’ye sorunsuz getirilirse onay vereceğini belirtmişti. Sonunda da kaveler Türkiye’ye getirildi ve Karaçaylar’a teslim edilmeye başlandı. Ama Vahide anne, ‘İşin içine uyuşturucu ve silah sokarsanız, emdiğiniz sütümü haram ederim’ demeyi ihmal etmedi.
Daha sonra 6-7 metrelik teknelerle Beyrut’tan getirilen kahveler piyasaya sürülüyordu. Kahveye o kadar çok rağbet vardı ki, üç beş çuval kahve anında tükeniyordu.
Karaçaylar o zaman, ‘Milletimize ucuza kahve içiriyoruz’ düşüncesiyle hareket ediyordu.
Öyle ki, Karaçaylar’ın kahve ticareti yaptığını öğrenen İstanbul’daki Brezilya Kurukahvecisi bile, bu sayede İstanbullular’a kahve içirmeye başladı. Bu iş 10 yıl kadar sürdü.
İyi ama, bu işleri yapmak için eleman da lazımdır. ‘Bu elemanları nasıl buluyordunuz?’ şeklindeki sorum şöyle yanıtlanmıştı: ‘Kahvehanemizde çok kişi barınırdı. İşi gücü olmayan aslan gibi delikanlılar bize sığınırlardı. Kimi kahvehanede yatardı, kimi de, o zamanlar genellikle Roman muhacirlere kiraya verdiğimiz 20 kadar barakada kendilerine yer bulurlardı. Ama hepsi de tam birer delikanlıydılar’.
Karaçaylar ile birlikte hareket edenlerden biri de, ‘Beton Hüseyin’ idi. İskenderun’daki bir kavgada, bir admı bir yumrukla komaya soktuğu için ona ‘Beton’ lakabı takılmıştı.
Bir de ‘Babadoş Mehmet’ vardı. Sert delikanlılığın yanında, yakışıklılığı ile de kızların sevgilisi idi.
‘Dellal Mehmet’ adında bir de ‘Baba’ vardı. Çok nüktedan olan Dellal Mehmet, daha sonra Mersin’de ‘Tam Tam Ahmet’ diye ünlenen kişinin babasıydı.
İsterseniz biraz rahatlamak için, Dellal Mehmet’ten kısa bir anektod aktarayım:
Karaçaylar’ın kahvehanesi haliyle hep kalabalık olurdu. Anne Vahide ve yardımcıları, bu kalabalığa hergün yemek yapardı. Bir gün bu yemeklerin arasında, yağsız pilava karıştırılmış sulu yoğurtlu, ‘sıreysir’ denilen bir yiyecek vardı.
Kahvehaneye yeni dadanan bir delikanlı geldiği zaman Dellal Mehmet, ‘Buyur oğlum’ dedi.
Genç, ‘Ne yiyorsun amca’ diye sordu.
Dellal cevap verdi: ‘Bunun adı sıreysir.’ Genç yeniden sordu: ‘Nedir bu?’ Dellal açıkladı: ‘Yağsız pilav, yoğurt, tuz ve su karıştırılır ve soğuk yenir.’ Genç yüzünü buruşturarak, ‘Aboooo, bu da yenir mi amca?’ dedi.
Dellal’ın yanıtı çok ilginç oldu: ‘Lan oğlum, Allah’ın ağzı olsaydı, hergün sıreysir yerdi lan.’
POMPEİPOLİS TESİSLERİ’NİN DOĞUŞU VE BATIŞI
Karaçay kardeşler, kahvehane işletip kahve ticareti yaparlarken, Özel İdare tarafından Mezitli’de yapılan ve ihale ile kiraya çıkarılan bir restaurantı işletmeye karar verdiler ve ihaleyi kazandılar.
Antik bölge Viranşehir’de kurulan restauranta, tarihi önemini vurgulamak için Pompeipolis adı veridi.
Karaçaylar, işletmeye başladıkları restaurantta yemek müziği ve dans müziği icra edilmesi için bir de orkestra organizasyonu yaptılar.
1960’lı yılların başında, Mersin ve Adana’nın kalburüstü insanları Pompeipolis’e ilgi göstermeye başladılar. Öğle yemeklerinde işadamları, akşamları da dansı seven sosyete insanları doluşuyordu Pompeipolis’e.
Restauranta ilgi çoğalınca, mevcut yerin büyütülmesi için Vilayetten izin istendi. Bu izine, hemen yanda bulunan boş alana da bir motel inşası eklendi. 17 odalı mütevazı bir motel inşa eden Karaçay kardeşler, kalburüstü ve sosyetik insanlar için verilen hizmetin yanında, sıcaktan bunalan Mersin halkının da yararlanması için bir plaj yaptılar.
(Bu konudaki yazıyı altlarda bulacaksınız)
Karaçaylar’ın en küçüğü İlhan, 20’li yaşların başında kahvehaneyi işletiyordu. Ağabeyleri, 24 yaşına gelen küçük Karaçay’a, Pompeipolis-Karaçay adı verilen tesislerin yönetimini verdiler. İtalyan şantöz Diana ve eşi Bisio ile anlaşan küçük Karaçay’a, başarılı hamleler yaparken, yirmi beş yaşında iken çalıştırdığı turistik tesislere gelen bir Yunan kapatanın, hayatının rotasını değiştireceğini söyleseler kendi bile inanamazdı belki de….
Mersin limanına demirleyen bir Yunan gemisinin kaptanı, ‘Nerede eğlenebiliriz’ sorusuna, ‘Pompeipolis-Karaçay’ yanıtını alınca, eşi ve küçük kızı ile geldi. Küçük patron, Yunan kaptanın masasına bir meyve tabağı ikramında bulunmuştu. Kaptan, patrona teşekkür etmek istemişti. Küçük Karaçay’ı karşısında bulunca şaşıran kaptan ile sohbet koyulaşınca bu kaptanın gemisi ile Çin’in ŞangHay kentine gittiğini öğrenir. Çin’de Mao’nun Kültür İhtilali yaşandığı yıllardır. Gazetecilik mesleğine sevdalı Karaçay için bu kaçırılmaz bir fırsattır. Karaçay üç arkadaşı ile birlikte gemiye işçi olarak girmeyi başarır. 1967’nin haziran ayı başlarında başlayan yolculuğun gerçek amacı gazeteciliktir Karaçay için.
İlhan Karaçay, arkadaşları Tahsizn Zeray, Mehmet Genç ve Yunan Vageli Çin’de. 1967
Çin’e yolculuk geminin Süveyş Kanalı’nı geçtikten hemen sonra bombalanışı sonucu bir maceraya dönüşür. Onlar Kanalı geçerler geçmesine fakat 7 Haziran 1967 günü Cibuti’ye ulaştıklarında İsrail ile Arap ülkeleri arasında savaşın tüm şiddetiyle devam ettiğini ve Süveyş Kanalı’nın kapandığını öğrenirler. Singapur üzerinden ŞangHay’a varıp karaya ayak basıldığında diğer gemicilerin neler yapacağı az çok bilinir ama Karaçay soluğu postanede alır. Süveş Kanalı’ndan ve yolculuk boyunca uğradıkları limanlardan çektikleri fotoğrafları ve birbirinden ilginç haberleri AKŞAM Gazetesi’ne postalar.
Karaçay, gemi personeli ile Çin’de..
ŞangHay’da, Mao’nun gerçekleştirdiği Çin Kültür İhtilali’nin en renkli günlerini yaşar.
O zamanların dünyaya kapalı, dünyanın en kalabalık ülkesi Çin’de sarılık hastalığına yakalanır. Hastaneye yatırılır. Fakat götürüldüğü hastaneden kaçar. Karaçay Hastaneden kaçışını ve nedenini şöyle anlatıyor:
“Kaptanın verdiği garanti belgesi ile, beni hastaneye götürmek için gelen jandarmanın elinden kurtulmayı ve kaçmayı başardım. Çünkü ŞangHay’dan sonraki yolculuk Kanada’nın Vancouver kentiydi. Yatacaksam modern dünyada hastaneye yatmalıydım. Gemi giderse ben bu bilinmezde ne ederdim?”
Modern dünyaya ayak basar basmaz hastaneye yatar, tam tamına iki buçuk ay. Bu süre içinde kendini idare edecek kadar bildiği İngilizcesini geliştirir. Hastanenin bayan doktoru, çok kısa zamanda İngilizce öğrenen Karaçay’ı tebrik eder, daha da geliştirmesi için kütüphane müdürünü ona ders vermesi için görevlendirir. Karaçay hastalığından kurtulur, öğrendiği İngilizce ise yanına kâr kalır. Kısacası, hasta olarak girdiği hastaneden sağlam ve “Bir lisan bir insan demektir” sözünden hareketle iki insan olarak çıkar.
Londra üzerinden Türkiye’ye dönerken Hollanda’ya uğrayan Karaçay, Hollanda’daki yaşamı ve insanları çok beğendiğini ve burada kalmaya karar verdiğini söylüyor.
“Nasıl kaldınız, bir fabrikada iş mi buldunuz?” soruma Karaçay şu yanıtı verdi: “Avrupa’da basımına başlanan Tercüman Gazetesi’ne muhabirlik yapmak için, daha önceden tanıdığım İstihbarat Şefi Kemal Özbayraç ile anlaştım. O zamanlar Hollanda yaşamım oldukça renkli geçiyordu. Pek çok kız arkadaşım olmuştu. Yine de yaşamın giderek monotonlaştığını düşünüyordum. Amerika’ya gitmek için karar verdiğimde, şimdiki eşim Jeanne ile arkadaşlık yapıyordum.”
Amerika yolculuğu için hazırlıkları başlar. Fakat kız arkadaşı Jeanne bu ayrılıktan hoşnut değildir. Ne ki karar verilmiştir bir kere. Yolculuk için yapılan alışveriş biter ve yorgun argın eve geldiklerinin ardından beş dakika bile geçmeden kapının zilini çalan postacının elindeki uzattığı telgraf, Amerika’ya gidişini ilelebet unutmasına ve Hollanda’ya demir atmasına neden olur.
Telgraf , Tercüman Gazetesi spor müdürü Necmi Tanyolaç’tan gelmiştir. Tanyolaç acil çektiği telgrafta; “İlhan, Fenerbahçe Ajax ile eşleşti. Ajax’ı takibet, yazı ve fotoğrafları acele gönder.” diyordu. Karaçay ise o ânı anlatırken; “İşte o zaman akan sular durdu. O dönemde Hollanda futbolu henüz tırmanışa geçmemişti. Rinus Michels’in çalıştırdığı Ajax’ta, sonradan çok meşhur olan kimler yoktu ki? Mesela Johan Cruyff henüz 17 yaşında idi. Keizer, Swart, Krol, Hulshoff, Suurbier, Neeskens ve Haan gibi dev isimlerin esamisi okunmuyordu ama bunların hepsi sonradan birer futbol yıldızı oldular.” diyor ve kadroları ezbere sayıyordu Karaçay.
10 Kasım 1968 günü Amsterdam’ın Schiphol havalimanına inen Fenerbahçe’yi Jeanne ile karşılarlar. Oysa Jeanne’yi terk edip Amerika’ya gitmeyi planlarken Ajax-Fenerbahçe maçı Karaçay’ı Jeanne ile nikah masasına kadar götürür. Bu konu ile ilgili Karaçay, “Beşiktaşlı olmama rağmen, Jeanne evlenmeme ve Hollanda’da kalmama vesile olan Fenerbahçe’ye her zaman şükran duymuşumdur.” diye eklemekten mutlu oluyor.
1969 yılında Avrupa’da yayın hayatına başlayan Hürriyet gazetesi ile anlaşarak gazetecilikte profesyonelliğe adım atan Karaçay’ın, Hürriyet’in Avrupa’da bir numara olmasını sağlayan ekibin içinde de yer aldığını görüyoruz.
1975’te, TRT Haber Dairesi Başkanı Tayyar Şafak’ın Amsterdam ziyareti sırasında yaptığı muhabirlik teklifini, Nezih Demirkent’ten izin alarak kabul eder. Bununla birlikte aynı yıl Hollanda Yayın Kurumu NOS televizyonunda Türkler için ‘Pasaport’ adlı programı yönetmeye başlar.
1980 yılında, İKON Televizyonu’nun ünlü rejisörü Henk Barnard ile birlikte “Ceremeyi çeken çocuklar” (Kinderen van de Rekening) adlı beş bölümlük bir dizi yapan Karaçay, iki bölümün çekimlerini Türkiye’de gerçekleştirdikten sonra, Kapıkule sınır kapısına geldiğinde sabah olmaktadır. Ortalıkta, tanklar, askerler belirir birden. Yıl 1980, aylardan Eylül, takvimlerde gün hanesindeki sayı ise 12’dir.
Bir yandan TRT’nin, öte yandan Hürriyet gibi büyük bir gazetenin ve de Hollanda televizyonlarının başarılı bir elemanı olması, birçok kapının kolayca açılmasını sağlar Karaçay’a. Hollanda deyince Cağaloğlu yokuşunda, basın dünyasında ve buradaki vatandaşlarımız arasında İlhan Karaçay adı Hollanda ile âdeta özdeşleşir. Bu kadar başarılı çalışmaları ile Hollanda’da yöneticilerin de dikkatini çeken Karaçay, çeşitli bakanlıkların teklifini kabul ederek çalışma guruplarında yer alır. Çalışma guruplarında da tüm mücadelesi basın yayın kuruluşlarında olduğu gibi yine vatandaşlarımıza sahip çıkmak, destek olmaktır.
Söyleşinin başına dönüyor ve Jeanne ile olan ilişkilerini, ne zaman nişanlandıklarını, nasıl evlendiklerini, çocuklarını soruyorum.
Jeanne’yi ilk kez 1969’da Türkiye’ye götüren Karaçay’ın, aynı yılın 9 Ağustos tarihindeki nişan törenleri gazetelere konu olur.
Bir yıl sonra ise nikâh ve düğün.
O günleri anlatırken Karaçay unutamadığı bir acı anıyı da anlatma gereği duyuyor: “Her şeyi hazırlanmış, evlilik töreni için Mersin’e gidiyorduk. Yolculuğumuzun büyük bölümü geride kalmış Aksaray’a varmak üzereyken büyük bir trafik kazası geçirdik, Jeanne ile birlikte. İkimiz de ağır yaralanmıştık. Ölümden döndük diyebilirim. Nihayet 23 Mayıs 1970’te yine Mersin’de dünya evine girdik.”
Çiçeği burnunda İlhan ve Jeanne çiftinin mutlulukları ikiye, üçe katlanır 23 Ocak 1971’de… Ruşen ve Vahide adını verdikleri biri erkek, diğeri kız olmak üzere ikiz çocukları olur. Fakat bu mutlulukları uzun sürmez! Vahide kalbindeki delik nedeniyle ancak beş hafta hayata tutunabilmiştir. Kızlarını unutamaz genç evli, bu yüzden 17 Nisan 1974 tarihinde doğan ikinci kızlarına, beş haftalıkken ölen Vahide’nin adını verirler.
İlk çocukları Ruşen’den Eva, Vahide’den de Esra isminde iki torunu ile geçirdiği güzel zamanlar için Karaçay: “Hayatımın en güzel anları torunlarımla geçirdiğim anlardır. Her fırsatta torunlarımla olmak benim için dünyanın en büyük mutluluğu.”
MERSİNLİLER’E 50 YIL HİZMET VERMİŞ OLAN POMPEİPOLİS-KARAÇAY TESİSLERİNİN HAZİN HİKÂYESİ…
Tüm Çukurovalılar’ın, hatta Gaziantep, Kahramanmaraş ve Konyalılar ile turistlerin yararlandıkları 50 yıllık tesislerin yerinde şimdi yeller esiyor.
İtalya’dan Dianalar, İstanbul’dan Abdullah Yüceler, Beyaz Kelebekler, Erol Büyükburçlar ve Berkantlar’ın aylarca program yaptığı gazino, her gün
2 bin kişinin doldurduğu plaj ve kamping alanı ve de turistlerin de yararlandığı motel odaları şimdi çok sessiz. Duygulandıran ve unutulmayan tesisler
Dillere destan olacak bir hikâyedir Pompeipolis Tesisleri’nin hikâyesi…
Tam 50 yıl sadece Mersinliler’e değil, tüm Çukurovalılar’a, Gaziantep, Kahramanmaraş, ve Konyalılar’a, rekreasyonun tüm güzelliklerini tattırmış olan Pompeipolis’in yaşam öyküsü, ne yazık ki yarım kaldı.
Yıl 1962. Mersin Özel İdare’si Mezitli’deki Viranşehir mevkiine küçük bir restaurant inşa etmiş ve açık artırma ile kiraya sunmuştu.
Açık artırma sonunda bu restaurantın işletmesi, Numan’dan olma, Vahide’den doğma Hüseyin, Zekeriya, Kıymet, Ayhan, İlhan ve Nimet Karaçay kardeşlere kalmıştı.
Karaçay kardeşler, 48 yıllığına kiraladıkları bu restaurantı müzikli gazinoya çevirerek, müşterilere sadece yemek ziyafeti değil, müzik ziyafeti vermeyi de amaçladılar.
Beyaz Kelebekler
Akşamları yemek müziği eşliğinde karınlarını doyuran müşteriler, daha sonra yine canlı müzik eşliğinde dans ederek eğlence sefası yaşamaya başladılar.
Berkant ve ekibi Pompeipolis’te
İlgi o kadar çoktu ki, Karaçay kardeşler kiraladıkları yeri üç misli büyüttüler ve deniz kenarındaki terası da denize kadar uzattılar.
Sevda Ferdağ
Akşam yemek ve eğlencesine uzaklardan gelenler, dönüş için zorluk çekiyorlardı. Öyle ya, Pompeipolis’in ünü Mersin’i aşmış, Adana, Hatay, Gaziantep, Kahramanmaraş ve Konya’dan da müşteriler gelmeye başlamıştı. Kendilerini dans ve müziğe kaptıranlar, içkiyi de kaçırınca dönüş yolculuğu zor oluyordu. Bu nedenle, sabahı sandalyelerde uyuyarak geçirenler oluyordu. Dostların da tavsiyesi üzerine, restaurantın yanına motel odaları kurma fikri Özel İdare tarafından kabul edildi. Sadece 17 oda yapma şartı ile işe koyulan Karaçay kardeşler, moteli kısa bir sürede tamamladılar.
Abdullah Yüce
Müzikli gazino şehir dışından gelenler tarafından doldukça, motel müşterileri de artıyordu.
Yolunu şaşıran turistler de gelmeye başlayınca, bu kez mokamp kurma fikri doğdu.
Özel İdare’den kiralanan yer, sahil boyunca 7 bin metrekareden büyüktü. Aynı yere çadır konma izni de alındıktan sonra sıra, Mersinliler’in yüzebilecekleri bir plaj yapmaya gelmişti.
Erol Büyükburç
İlhan Karaçay, 1984 yılında Hollanda’yı terkedip eşi Jeanne ve çocukları Ruşen ve Vahide ile birlikte Mersin’e dönüş yaptı. Aynı yıl tesislerin tamamı restore edildikten sonra, bir de tam ikibin kişinin sığacağı bir plaj alanı yapıldı. Plaj alanına kurulan beton masa ve sandalyeler ile, gelenlere mangal partisi imkânı da verilmiş oldu.
Plaj da çok rağbet görüyordu. Mersin Belediye Otobüsleri her gün ikibin insanı Pompeipolis’e taşıyordu. Kimi piknik ihtiyacını karşılıyor, kimi de yüzme ve güneşlenme ihtiyacını…
Restaurant-gazino bölümü o kadar ünlenmişti ki, ilgi gösteren müşterilerilere, daha kaliteli hizmet verme mecburiyeti doğmuştu. Müşterileriler arasında, Mersin’deki İtalyanlar, Adana’daki Amerikalı ve Almanlar vardı. İtalya Başkonsolosu da müşteriler arasındaydı. Onların yardımı ile İtalyan şantöz Diana ve kocası Bisio ile altı aylık mukavele imzalandı.
Başta TRT Radyosu, Kıbrıs Radyosu ve Hürriyet gazetesinde çıkan haber ve ilanlar nedeniyle, Pompeipolis, İstanbul gazinoları ile rekabet eder hale gelmişti. Öyle ki daha sonra Abdullah Yüce, Beyaz Kelebekler, Erol Büyükburç ve Berkant gibi ünlülerle de altışar aylık mukaveleler yapılmıştı.
İstek üzerine Diana ile daha sonra bir altı aylık mukavele daha yapıldı.
İlhan Karaçay, 1984 yılında , Mersin Belediye Başkanlığı için Doğru Yol’un adayı olarak seçime girmişti. O zaman Özal’ın adayı Okan Merzeci seçimi kazanmıştı. Karaçay da Merzeci’yi tebrik etmek için bir öğle yemeği vermişti.
KIRILMA NOKTASI
Bakınız İlhan Karaçay, kırılma noktasını nasıl anlatıyor: ‘Pompeipolis’te her şey tıkır tıkır işlerken, benim ailevi nedenlerle Hollanda’ya dönüş yapmam gerekti. Zor bir karardı ama bunun gerçekleşmesi lâzımdı.
Benim Hollanda’ya dönüşümden sonra ağabeylerim, fazla iş yükünden kurtulmak için tesisleri Ferhat isimli bir müzisyen dosta kiraya verdiler.
Daha sonra, Başta İsmet Akol ve Ahmet Bilyeli olmak üzere, hatırı sayılır bir dost grubu ağabeylerim ile konuştular ve tesisleri tanıdıkları Taşkıran kardeşlere kiraya vermeye ikna ettiler.
İşte ne olduysa ondan sonra oldu. Taşkıranlar’ın tesisleri çalıştırma şekli Özel İdare’nin, yani devletin hoşuna gitmemişti. Devlet, hizmeti ve hatıralarıyla çok kişiyi duygulandıracak olan tesisleri Taşkıranlar’dan aldı ve tamamen yıkarak orayı dümdüz yaptı.
Bir Mersin ziyaretinde göz atmaya gittiğim Pompeipolis’in yerinde yeller esiyordu.
O dümdüz alanı görüntülerken göz yaşı dökmeyi engelleyemedim.’
Şimdilerde böyle…
Dile kolaydı…
Öylesi başarıların ve hatıraların sonu hüsran olmuştu.
Böyleydi
İlhan Karaçay’ın oğlu Ruşen, bir Mersin ziyaretinde, yerinde yeller esen Pompeipolis’e uğramıştı.
O da ıslak gözlerle izlediği manzarayı görüntüledi.
Böyle oldu
Daha önceki görüntüler ile, sonradan çekilen görüntüleri harmanlayan Ruşen, sizleri de duygulandıracak olan, altta sunacağımız video klibini hazırladı.
Böyleydi
Pompeipolis-Karaçay Tesileri’ne kimler müşteri olmamıştı ki…
Karaçay bu konuda şunları söyledi:
Böyle oldu
‘Bunları sıralamaya kalkışırsam altından kalkamam.
Ama çok hoşlandığım bir anımı kısaca anlatayım.
Sosyal Medya denen iletişim sayesinde pek çok dost ile yeni temaslar kurduğum bir sırada, yazılarımı takip eden Posta Gazetesi’nin ünlü yazarlarından Mehmet Coşkundeniz’den kısa bir not almıştım. Notta şunlar yazıyordu: ‘Sizi şimdi daha iyi hatırladım. Mersin yıllarımda sizin tesislere hergün gider denize girer ve güneşlenirdim.’
Atatürk, yaşamının en son ziyaretini Pompeipolis’e yapmıştı
KARAÇAY KARDEŞLERİN DAHA SONRAKİ YAŞAMLARI
İlhan Karaçay, daha önce göç edip yerleştiği Hollanda’ya 1986 yılında dönüş yaptı ve az sonra anlatacağımız yaşamına devam ediyor.
Ailenin en yardımsever ve sevilen kişisi olan Zekeriya Karaçay, 1988 yılında geçirdiği bir beyin spazmı sonrasında hayata veda etmişti.
Ailenin deli dolu delikanlısı Ayhan Karaçay 2008 yılında önemsiz bir ameliyat sonrasında, dikkatsizlik nedeniyle yaşama veda etmişti.
Ailenin aristokrat delikanlısı Hüseyin Karaçay ise 2019 yılında bu dünyaya gözlerini yummuştu.
Karaçay ailesi, amcalar, dayılar, teyzeler, halalar ve kuzenler ile, Mersin’in en büyük aile topluluğunu oluşturuyor. Antakya, İskenderun ve Samandağ kaynaklı Karaçay ailesinin İlhan’ı, Hollanda’daki güçlü ve etkili faaliyetlerini sürdürüyor.
Şimdi sizlere Hollanda’daki İlhan’ı, yani namı diğer İlhan Karaçay’ı anlatmaya devam edeyim.
İlhan Karaçay’ı sizlere çok iyi anlatabilmek için, onunla daha önce yapmış olduğum bir röportajı sunuyorum:
YAVUZ NUFEL, İLHAN KARAÇAY’I GEÇMİŞİ İLE YÜZLEŞTİRDİ
Seyrettiği filmlerde kendisini ve ailesini hangi rollerde buluyor
Sosyal medyada İlhan Karaçay’ın kalp krizi geçirdiği haberini görünce hemen telefona sarıldım. Sağlık haberlerini aldıktan sonra bundan 10 yıl kadar önce yazdığım ‘40 yıl 40 İnsan 40’ öykü kitabında yer alan öyküsünü hatırladım. Ardından bana vediği sözü.
Kitabımdaki yüzler, portreler öyküler tek tek eksiliyordu. Önce Ferruh Başaran ağabeyimiz, ardından Mehmet Abacı ve Hasan Güney… “Aman Allahım şimdi de sıra ilhan Karaçay ağabeye mi gelmişti” sorusu ile irkildim.
İnsanların bu dünyaya geldikleri bir an olduğu gibi, bu dünyadan gideceği bir an da olacaktır. Yaşam da, bu gel-git arasındaki mesafe kadardır, bu yüzden bu öyküyü tamamlamak zorundaydım.
İlhan Karaçay’ı, kalp krizi geçirdikten sonra hastanede ziyaret eden Kamil Saygı ve Veyis Güngör oldu
İlhan Karaçay’ı, kalp krizi geçirdikten sonra hastanede ziyaret eden Kamil Saygı ve Veyis Güngör oldu
Bazı insanların bu iki çizgi arasındaki mesafesi kısa olsa da, yaşarken insanlara büyük hizmetlerde bulunduğu gibi, öldükten sonra da bıraktığı hatıraları ve eserleri ile bu insanlara hizmet etmeye ve onların hayatına yön vermeye devam eder.
Bazı insanların ise bu iki çizgi arasındaki mesafesi çok uzun olmasına rağmen, yaşarken insanlığa doğru dürüst hizmetleri dokunmadığı gibi, öldükten sonra da isimleri tamamen bu dünyadan silinmektedir.
Bazı insanlar geçmişleri ile övünebilirler. Bazıları da geçmişlerindeki olumsuz olaylardan utanç duyarlar. Ama insandır işte, geçmişteki olumsuz yaptıklarına bir kılıf bulup yine de haklılığını ortaya sermeye çalışırlar.
Adı Hollanda ile özdeşleşmiş olan ünlü gazeteci İlhan Karaçay, doğmak ile ölmek arasındaki uzun yaşamında, topluma gerçekten yararlı olmuş bir üstadımızdır.
İlhan Karaçay’ın kısa yaşam öyküsünü daha önce yazmıştım. Geçen yıl Mersin’de kendisini ziyaretim sırasında, yalnız olduğum zamanlarda İlhan Karaçay ve ailesi ile ilgili duyduklarım beni heyecanlandırmıştı. Konuştuğum Mersinliler, Karaçay ailesi için çok ilginç ve önemli şeyler anlatıyorlardı.
Duyduklarımı İlhan Karaçay abimize sorduğum zaman, ‘Bir gün bunları da anlatırım Yavuz’ diye kestirip atmıştı.
Aradan hemen hemen iki yıl geçti. Karaçay’ın sözünü ettiği ‘Bir gün’ çoktan geldi sayılır.
Sordum kendisine:
‘Ağabey, geçmişinle yüzleşeceğin gün geldi artık. Bana geçmişini anlatacak mısın?’
Cevap verdi İlhan ağabey: ‘Yavuz’cuğum, Hollanda’daki yaşam öykümü nasıl ki sen yazdıysan, geçmişim ile yüzleşmemi de sen yazacaksın. Biraz daha bekle.’
Biraz daha bekledikten sonra, İlhan ağabeyimiz bir kalp krizi geçirdi.
Allah O’nu bize bağışladı.
Sonra açtım telefonu ve şu serzenişte bulundum: ‘Ağabey, Allah gecinden versin, inşallah daha uzun bir yaşam sürersin.
Ama geçmişinle yüzleşmenin aciliyeti var sanırım.’ dediğim zaman
hemen ‘tamam’ dedi İlhan ağabey.
Çoğumuz onun doğuduğu günden bugüne kadar iki nokta arasındaki hayatından kesitleri şöyle ya da böyle biliyoruz. Peki bilmediğimiz o çizginin kalınlığını çözmek, öğrenmek ve yazmak niyetindeyim. Çünkü O’nun anlatması gereken, bilmediğimiz bir çok yönü vardı. Ve hayat oldukça acımasızdı. Allah göstermesin bir gün aniden birimize bir şey olsa o öykü eksik kalacaktı…
O’nu hastanede yatarken telefonla arayıp konuştuktan sonra aklıma şu şiirim geldi.
Söylenmediyse bu güne dek, artık söylemek gerek!
iki nokta arasında kalan çizgi değildir hayat;
ancak, kalınlığı kadardır çizginin… mesele, enine yaşamak…
İlhan ağabey iki nokta arasında koşturmanın yanı sıra, enine de yaşamış bir kişi idi. Sanat, edebiyat, sevgiler, aşklar, ve bizlerden geriye ilelebet kalacak en güzel şeyler ne varsa hep o çizginin kalınlığında gizliydi.
Boyuna ne kadar dolu dolu yaşamışsa, enine de o kadar dolu dolu bir hayatı vardı ve ben de bunun peşindeydim. Daha sonra O’nunla buluştuk ve uzun bir süre konuştuk.
Soramaya başladım:
– Ağabey, Mersin’de iken senin ailen hakkında çok önemli ve övücü şeyler duydum. Mersin’in kalburüstü bir ailesinin çocuğu olan sen, nasıl oldu da Hollanda’ya geldin ve yerleştin? -‘ Yavuz’cuğum, Hollanda’ya nasıl geldiğim, daha önce sana anlattığım yaşam öyküm içinde var. ‘Adı Hollanda ile özdeşleşmiş’ başlıklı yazında bunu bulabilirsiniz. Sanırım o yazını da şimdiki söyleşinin sonuna ekleyeceksin.’
-Peki abi, nedir senin geçmişindeki özellik? -‘Benim geçmişimde çok parlak gelişmeler yaşanmıştır.
Hürriyet Gazetesi’nde 8 sütun büyüklüğünde imzam ile haberlerim yayınlanırken, televizyonlarda da dünyanın dört bir yanından sesleniyordum. İnsanlar beni gördükleri zaman ya birlikte fotoğraf çektiriyordu ya da bir imza alıyordu.
Bunlar hep güzel ve herkesin özlemini çekeceği gelişmelerdi.’
-Peki, gençliğinde gazeteci olmak aklına gelmiş miydi? -‘Gençliğimde zaten yazıyordum. Daha önceki yaşam öykümde bunlar hep var. CHP’li bir ailenin çocuğu olarak Ulus gazetesine yazıyordum. Daha sonra bunu profesyonelliğe geçirdim.
Bu konuda ilginç bir anımı anlatayım.
1970’li yıllarda gazeteciliğin zirvesindeyken, Mersinde eski bir okul arkadaşım ile karşılaştım. Naranciye bahçeleri sahibi ve kabzımal bir babanın çocuğuydu. Sohbetimiz sırasında bana şunu söylemişti: ”İlhan’cığım, sen okulda dersler ile arası iyi olmayan bir öğrenciydin. Ben ise en parlak öğrencilerdendim. Üniversite okudum, hatta gazetecilik okudum. Şu işe bak, o tembel çocuk sen, şimdi ünlü bir gazeteci oldun, gazetecilik okuyan ben ise Mersin’de limon satıyorum.”
Ben de o arkadaşıma, ‘Eeee, demekki gazeteci olunmaz, doğulurmuş’ demiştim.’
-Senin gençliğinde bir ses sanatçısı olduğunu söylediler hatta belge bile buldum! Sanat ve sanatçılara verdiğin değerin, duyduğun saygının altında yatan gerçek bu mu? -‘Evet, Mersin Türk Musiki Cemiyeti üyesi’ydim. Her hafta cumartesi günleri Belediye hoperlöründen yayınlanan programlar yapardık. Bir defasında da 1500 Mersin’linin doldurduğu salonda bir konser verdik. Ben o konserde, güftesi Ahmet Kaçar’a, bestesi de Şükrü Tunar’a ait uşşak makamındaki ‘Anar ömrümce gönül, giden sevgilileri’ ve Yesari Asım Arsoy’un hüzzam makamındaki ‘Akasyalar açarken’ şarkılarını söylemiştim.
Sonra kendimi İstanbul’da buldum. Şükran Ay’ın eşi Turan Turanlı’nın çadırında ve Sirkeci’deki Anadolu Saz Evi’nde şarkı söyledim. Filmlerde oynadım. Ama 10 liralık figuran olarak değil, 50 liralık diyaloglu rollerde…
O zaman, sosyal demokrat ideolojili olduğu halde tutuculuğu ağır basan Zekeriya ağabeyim,
‘ Oğlum sen köçek mi olacaksın’ diye beni azarlamış ve bu işten menetmişti. Eh, ben de şarkıcılıkta aradığım şöhreti bulamayınca, gazetecilikte daha iyi bir şöhret yakalama şanslılığına eriştim.’
-Abi ben geçmişinden bir şeyler duymak istiyorum. O zaman sana şunu sorayım. Seyrettiğin filmlerde kendine ve ailene hangi rolleri yakıştırırsın? -‘Her insanda olduğu gibi ben de, çok parlak geçmişime rağmen, filmlerdeki veya romanlardaki kahramanlar arasında tabii ki kendimi ararım.
Örneğin, Ezel serisindeki başrol oyuncusu Kenan İmirzalıoğlu ve Ramiz Dayı rolündeki Tuncer Kurtiz, rolleri ile beni geçmişim ile yüzleştirmeye itmişti.
Başroldeki Ezel, mahallesinin en uysal çocuğu iken, talihsiz bir şekilde düştüğü hapishaneden çıktıktan sonra, Ramiz Dayı sayesinde kumar dünyasına girmişti. Ben de çocukluğumda, ağabeylerimin çalıştırdığı büyük bir kahvehanede, her kulüp ve lokalde olduğu gibi, Remi veya Konken oyunları arasında buldum kendimi. Ama bizim bu oyunlarımız Ezel’deki gibi mafyavari kumar değildi. O zamanlar bizim kahvehanemiz, esnafın, memurun, işadamlarının ve de kabadayıların müdavimi olduğu bir yerdi. Ben 10 yaşında iken sandalye üzerine çıkıp ocakçılık yapardım. Kahveyi ve çayı sıcak külde yapardım. Ufak tefek oyunlarda da ‘mano’ toplardım.’
-Peki sen kendini Ezel rolünde aradın mı? -‘Hayır, ben kendimi Ezel’de aramadım. Ama Ramiz Dayı beni çok etkilemişti. Zira, çocukluğumda Mersin’de ‘Kikirik Baba’ lakaplı bir adamla tanışmış ve haşır neşir olmuştum. ‘Kikirik Baba’, kahvehanemizin müdavimleri arasındaydı. Ezel filmindeki Ramiz dayı bana hep ‘Kikirik Baba’yı hatırlatıyordu.
Ezel filmindeki kabadayıların kralı Ramiz Dayı, bilge bir insan rolündeydi. Söylediği veciz sözler herkesi büyüleyici nitelikteydi. ‘Kikirik Baba’ da Ramiz Dayı gibi bilge bir insandı ve kabadayılar O’nun nasihatlarını dinlerdi.’
-Peki abi, ben şimdi Eşkiya bu dünyaya hükümdar olmaz dizisini izliyorum.
nedense bu diziyi izlerken, Mersin’de duyduğum Karaçay ailesi canlanıyor gözlerimde. Bu konuda bir bağdaştırma ve kıyaslama yapabilir misin?
-‘ Biraz abartılı bir benzetme olacak ama, konuyu daha yumuşak bir şekilde ele alabilirim. Sözünü ettiğin film serisindeki rollerden bazılarını kendime ve aileme maledebilirim.
Bu serideki başrol oyuncuları Kardenizli bir aileyi canlandırıyorlar.
Biz de Akdenizli bir aile olarak aynı rolü paylaşabilirdik..
Karadenizli Çakır (oğlu) ailesi ile, Akdenizli Karaçay ailesi arasındaki benzerlik, öyle ahım şahım bir benzerlik değildir tabii…
Filmdeki aile silah imalatı ve kaçakçılığı yapan ama devletle iyi geçinen bir ailedir. Benim geçmişteki ailem ise, çok günahsız bir ticari kahve işi yapıyordu.
1950’li ve 60’lı yıllarda ülkemizde kahve bulmak imkansız gibiydi. Hatta bir ara Hürriyet gazetesi, o zaman adı Habeşistan olan ülkenin İmparatoru Haile Selassie’den aldığı bir çuval kahveyi, okurlarına yüzer gramlık torbalarda kupon karşılığı hediye etmişti.
1960’lı yıllarda, odunlar üzerinde poz verse de, tüm mahalleliler kravatlıydı
İşte o yıllarda kahvehane çalıştıran ağabeylerim, Beyrut’tan gelen bir Arap ile
tanışmışlardı. Beyrutlu Arap, ağabeylerime, ‘Ülkenizde kahve yok. Bizde kahve çok. Gelin, size kahve verelim. Siz de hem ülkenize kahve kazandırın hem de kendiniz kazanın’ demişti.’
-Yani, bir nevi kaçakçılık teklifi mi? -‘Bizim, film serisindeki Karadenizli korkusuz ve silahlı anne gibi bir annemiz yoktu. Bizim annemiz ‘Kaçakçılık’ lafını duyduğu zaman bayılacak kadar ürkek ve dürüst bir anneydi.
Önce, ‘Sakın ha’ dedi annemiz. ‘İçtiğiniz sütü helal etmem’ diye ekledi. Ağabeylerim, Beyrut’tan gelen Arap’a, ‘Olmaz’ dediler. Beyrutlu Arap, Arapçayı çok iyi konuşan annemle görüşmek istedi. Ağabeylerim onları bir araya getirdi. Adam anneme durumu izah etmeye çalışırken, ‘Bu aslında bir kaçakçılık değil, bir nevi ticarettir. Ülkenizde kahve yok. İnsanlar yüz gram kahve için can atıyorlar. İşte biz bu can atılan kahveyi buraya getireceğiz. Bu bir uyuşturucu veya silah kaçakçılığı değil’ dedi.
Ama annem, kaçakçılık lafından bile nefret ediyordu. Yine ‘Hayır’ dedi.
Beyrutlu Arap, ‘Annenizi ikna etmeden gitmeyeceğim’ demişti. Günlerce geldi gitti ve bizim kahvehanemizde vakit geçirdi. Sonunda da annemi razı etmeyi başardı. Ama annem, benim de bulunduğum bir ortamda, ‘İşin içine uyuşturucu ve silah sokarsanız, emdiğiniz sütümü haram ederim’ demeyi ihmal etmedi.’
-Sonra kahve ticareti başladı mı? – ‘Evet, ondan sonra ağabeylerim, 6-7 metrelik tekneleriyle Beyrut’a gidip birkaç çuval kahve ile döndüler. Kahveye o kadar çok rağbet vardı ki, üç beş çuval kahve anında tükeniyordu. Ağabeylerim fiyatı astronomik yapmadıkları için çok cüzi bir para kazanıyorlardı ama, yaptıkları iş sonuçta yasal olmayan bir işti.
Biz o zaman kendimizi, ‘Milletimize ucuza kahve içiriyoruz’ düşüncesiyle avutuyorduk. Bu iş 10 yıl kadar sürdü.
Bu süre zarfında anlatılacak pek çok maceramız oldu. Devlet ile hiç çatışmadık. Bir iki kez Sahil Güvenlik tarafından çevrildik. Ama ne silahımız vardı, ne de sopamız. Tabii ki bu arada kahve içmeye mahrum olan bazı görevlilere de kahve içme imkanı veriyorduk. Eee, al gözüm ver gözüm işi her zaman ve her yerde geçerliydi.’
– İyi de ağabey, bu işleri yapmak için eleman da lazımdır. Bu elemanları nasıl buluyordunuz? -‘Kahvehanemizde çok kişi barınırdı. İşi gücü olmayan aslan gibi delikanlılar bize sığınırlardı. Kimi kahvehanede yatardı, kimi de, o zamanlar genellikle Roman muhacirlere kiraya verdiğimiz 20 kadar barakada kendilerine yer bulurlardı. Ama hepsi de tam birer delikanlıydılar’.
Karaçay kardeşler soldan sağa: Zekeriya (Küçük Mecnun), Ayhan (Deli dolu), İlhan (bendeniz) ve Hüseyin (Aristokrat)
-Mersinliler’i çok etkilemiş olan aileni kısaca tanıyalım o zaman. -‘En büyük ağabeyim Hüseyin, aristokrat giyim ve tarzı ile, ortanca ağabeyim Zekeriya, ‘Küçük Mecnun’ lakabıyla, bir büyük ağabeyim Ayhan, deli dolu tavrıyla, Mersin’in saygı duyduğu kişilerdi.
Hüseyin ağabeyim mahallenin en saygın kişisiydi. Fakirlere yardımı ile ön plandaydı. Zekeriya ağabeyim, Kore savaşına katılmış bir kahramandı. Atatürk ve İnönü sevgisi ile tanınırdı. Haksızlıklara karşı mücadele eden bir Robin Hood idi. Karakolda adam dövüldüğü için karakol basardı. Ama bu asiliğine rağmen, saygılı duruşu ile en çok sevilen aile bireyimizdi. Onu 1988 yılında kaybettik.
Ayhan ağebeyim, benim bir büyüğüm idi. Deli doluydu. Adı Mersinli delikanlılar-kabadayılar arasında yer almıştı. Onu da çok genç yaşında hatalı bir ameliyat sonrasında kaybetmiştik.
Ben ise malumunuz…’
-Akraba-eleman diyebileceğimiz kişiler kimlerdi? -‘ Bir Dellal Mehmet vardı. Esprileriyle kendini sevdirmiş en yaşlı delikanlıydı. O’nun bir esprisi çoğumuzun diline pelesenk olmuştu.
Her gün olduğu gibi, bir gün kahvehanede yemek yiyordu. O sırada kahvehanemize yeni dadanmış bir genç geldi. Dellal Mehmet o genci yemeğe davet etti. Genç, ‘Ne yiyorsun Mehmet amca?’ diye sordu. Dellal Mehmet de anlattı: ‘Bu, yağsız pilava yoğurt, su ve tuz eklenmiş olan Arapça sıreysir yemeği’ deyince genç adam ‘Oooo Mehmet amca bu hiç yenir mi?’ diye yanıt verdi.
Dellal Mehmed’in dillere pelesenk olan cevabı aynen şöyleydi: ‘Lan oğlum, Allah’ın ağzı olsaydı her gün bundan yerdi lan.’
-Ekip bu kadar değildi tabii? -‘ Tabii ki değil. Beton Hüseyin vardı. İskenderun’da karıştığı bir kavgada, attığı yumruk ile adam öldürmüş ama sonra bunun ızdırabından kurtulamamış bir delikanlıydı.
Babadoş Mehmet vardı. Süper iyi giyinen, yakışıklılığı ile mahallenin kızlarının yüreklerinin çarptığı bir delikanlıydı. Öz dayım Ali Aytekin, tüm Mersinliler’in ‘Dayı’ olarak hitap ettiği bir bilgeydi. Adliyede başkatipti. Daha sonra arzuhalcilik yaptı. Bizim de akıl hocamızdı.
Kimler yoktu ki; Hamo Mehmet, Bafra Müslüm, Roman Şaban, Liboş Yaşar, Sarı Sülo (Süleyman) ve daha niceleri.’
-Peki bu isimleri, ‘Eşkiya bu dünyaya hükümdar olmaz’ dizisindeki Çakır ailesi ve diğer akrabalar ile kıyaslamak doğru olur mu? -‘Daha önce de söylemiştim, filmdeki Çakır ailesi ve adamları, silahlı kriminal bir gruptur. Benim saydıklarım ise, sadece cesaretleri, efendilikleri ve yakışıklılıkları ile imrenilecek tiplerdir.’
-Peki sen bu filmde neredesin, hangi rolde kendini bulabiliyorsun? -‘Ben bu filmde kendimi, Londra’da tahsil gören ama sonradan ekibe girme mecburiyetinde kalan küçük yeğen Alparslan’da buldum. Sonuçta ben de Karaçaylar’ın en küçüğüydüm.’
-Ağabey, anlattıklarını yazacağım. Geçmişin ile yüzleşirken bir pişmanlığın olacak mı? -‘Benim çok samimi ifade ve itiraflarımı istismar ederek karalamaya yeltenenler olacaktır. Ama bu karalamalar, bizi tanıyanlar üzerinde hiçbir etki yapmayacaktır. Zira bizi bilen biliyor. Karaçay ailesi, başlangıçta nasıl iyi bir intiba bırakmışsa, daha sonra da yaşama geçirdikleri Gazino-Motel-Plaj tesisleriyle, sadece Mersinliler’in değil, Adana, Gaziantep, Kahramanmaraş ve Hataylılar’a verdikleri hizmetler ile efsaneleşmiştir.’
-Abi, senin bir de Mersin Belediye Başkanlığı maceran var. -‘ Evet, güzel Mersin’e ben de Belediye Başkanı olarak hizmet etmek istemiştim. 1983 yılında, 12 yaşındaki oğlum Ruşen ve 9 yaşındaki kızım Vahide’nin Türkçe eğitim görmelerini zaruri gördüğüm için, Hürriyet gazetesi ve TRT muhabirliğini bırakarak kendimi emekli olmaya sevketmiş ve Mersin’e yerleşmiştim.
1984 yılında yerel seçimler vardı. Belediye Başkanlığı için önce bağımsız aday olmam üzerinde durulmuştu. Aslınca Cumhuriyet Halk Partisi kökenli bir aileye mensuptum. Partide Gençlik Kolu Başkanlığı da yapmıştım. Ama buna rağmen Doğru Yol Partisi adayı oldum. Zira, benim için Belediye Başkanlığı tutucu bir particiliğin dışında olmalıydı.’
İlhan Karaçay, Mersin Belediye Başkanlığı seçimlerine katılmıştı
Benim seçime girme amaçlarımdan biri Başkan olmak, diğeri de Türkiye’ye mesaj vermekti.
Belediyeciliğin sadece asfalt döşemek, lağım döşemek, çöp toplatmak, elektrik dağıtmak olmadığını anlatmam gerekiyordu. Ulusal ve yerel gazeteler kanalıyla verdiğim mesajlarda, Belediyelerin sosyal ve kültürel hizmet yapması gerektiğini belirtiyordum. Benim programımda yer alan Hollanda modeli Belediyecilikte, geliri olmayanlara fakirlik parası vermek vardı. Gençlerin spor yapabilmeleri için stad ve salon yapamasam da, en az 20 mega çadır alıp spor yaptırmayı yeğliyordum.
Benim Hollanda modelim Türkiye çapında duyulmuştu. Pek çok başkan benden örnekler almışlardı. Zamanın Başbakanı Turgut Özal bile, Fak-Fuk-Fon denilen bir Fakir Fukara Fonu icad etmişti. Yıllar sonra Amsterdam’da bir toplantıda yan yana oturduğum rahmetli Özal, elini omuzuma atarak, “Mersin’den ne haber Karaçay” derken tatlı gülüşüyle takılmıştı.’
-Bu güzel söyleşinin sonuna daha önce yazdığım öykünüzüde eklersek Karaçay Efsanesinin” büyük bir bölümünü yazmış hissedeceğim kendimi. Yine de adettentir abi sormadan olmaz: Son olarak neler söylemek istersiniz? -‘Filmseverler arasında, kendilerine bir rol seçmeye çalışanlara kolaylıklar dilerim. Ama şu bir gerçek ki, hiç kimse kendini kötü roller içinde aramayacaktır. Zira insanın doğasında, hep iyilik vardır. İyiliklerin sizleri bulması dileğiyle.’
SİZE BİRAZ FUTBOL YAZAYIM MI?
Beşikten mezara kadar teknik direktör olduklarını zanneden
80 milyon kişiye, futbolun azizliğini ve cilvesini anlatmak zor ama,
55 yıllık gazeteciliğim ile yine de birşeyler karalayacağım.
Halen devam etmekte olan Avrupa Futbol Şampiyonası’nda, ‘Süper’ bir takım ve ‘Yıldız’ diyebileceğiniz bir futbolcu gördünüz mü?
Bir talihsiz ve rezil İtalya maçı haricinde, Türk milli takımının, diğer takımlardan eksik neyi vardı?
Gazetecilikte futbol yaşamımdan kesitler ve fotoğrafları bu yazıda bulabileceksiniz.
İlhan KARAÇAY’ın analizi:
‘Futbol’ deyip geçmeyiniz. Daha doğrusu bunu genelleştirip ‘spor’ olarak ele alabiliriz. Futbolun kadri çok büyüktür. Bunu ancak yaşayanlar bilir.
Naçizane şahsım, bugüne kadar tam 6 Dünya Futbol Şampiyonası, 1 Mini Dünya Futbol Şampiyonası ve 6 da Avrupa Futbol Şampiyonası izleme şansını yakalamıştım.
1974 Almanya, 1978 Arjantin, 1980 (Uruguay, Mini Dünya Futbol Şampiyonası), 1982 İspanya, 1986 Meksika, 1990 İtalya ve 1994 Amerika Birleşik Devletleri’nde yapılan Dünya Futbol Şampiyonaları’ndan başka, 1976 Yugoslavya, 1980 İtalya, 1984 Fransa, 1988 Almanya, 1992 İsveç ve 2000 Hollanda-Belçika’da yapılan Avrupa Futbol Şampiyonaları’nı yakından izledim. Bunlara ilaveten, izlediğim kulüpler şampiyonalarının sayısı da bir hayli çok.
Futbol müsabakaları öncesi ve sonrasında yaşananları değerlendirmeye kalkışırsanız, bu sporun önemini anlayabilirsiniz. Özellikle Dünya Şampiyonaları çok renkli ve zevkli geçer. Örneğin, Brezilyalılar’ın olmadığı bir şampiyona renksiz olur. Gittiğim Avrupa Şampiyonaları’nda bu eksikliği her zaman hissetmiştim.
Son 55 yılda dünyanın en önemli futbol karşılaşmalarını yakından izlememe karşın, sizleri olduğu gibi, beni de mutluluğun doruğuna çıkaran Japonya ve Kore’deki şampiyonayı yakından izleyemediğim için kahroldum. Keşke bundan önceki hiçbir turnuvaya gitmeseydim de, Türkiye’mizin zafer kazandığı bu son turnuvaya gitseydim. Bunun için imkan vardı ama, özel nedenlerle gidemedim.
Bu ‘futbol’ denen eğlence ve yarış, insanları bazen kızdırıyor, bazen de sevindiriyor. Bu kızgınlıklar ve sevinçler çoğu zaman çılgınca oluyor. ‘Çılgınlık’ derken, eli sopalı ve bıçaklı holiganların çılgınlığından söz etmiyorum. Onların yaptığı ancak ‘vahşilik’ olarak nitelenir. Benim sözünü ettiğim ‘çılgınlık’ tatlı çılgınlıktır.
Bakınız, her konuda doyuma ulaşmış ülkelerin insanları bile, futboldaki zaferden sonra sokaklara nasıl dökülüyorlar. Doyuma ulaşmış ülkelerin insanları bile sokaklara döküldükten sonra, pek çok konuda aç kalmış ülkelerin insanları ne yapmaz ki?
Yarım asırdır Avrupa’da horlanan Türkler, her türlü spor müsabakası sonrasında, farklı yenilgiler nedeniyle ayrıca kahroluyordu. Ellerinde bayraklar ve flamalar ile statlara ve salonlara koşan Türkler hep hüsrana uğramışlardı. Hüsranın yerini sevincin almasına o kadar ihtiyacımız vardı ki, şimdiki Avrupa Şampiyonası’nda bunu elde edeceğimizi sanıyorduk ama olmadı.
Tek zaferimiz
2002 Dünya Şampiyonası’nda bizi en son sevindiren ve hatta çılgınlaştıran zafer, birleştirici de olmuştu.
Şöyle ki; bugüne kadar gerek siyasi veya gerek dini çıkarlar nedeniyle Türkiye’ye küfredenler bile, içlerindeki asıl sevgiyi dışa vurma ihtiyacını hissettiler.
Bizzat şahit oldum. Hollanda’ya iltica ederken, Türkiye aleyhine söylemedik laf bırakmayan ve iltica hakkını elde ettikten sonra Türkiye aleyhinde söylemleri ile de tanıdığımız bir şahıs, Türkiye- Brezilya yarı final maçını kızları ile birlikte büyük ekran bir TV’den izliyordu. Bu şahısın kızlarının sırtında ay yıldızlı Türk bayrağı vardı. Kendine göre, demokrasi mücadelesi verdiği için Türkiye aleyhine söylenmedik laf bırakmayan bu şahıs, Hollandalı spikerin Brezilyalılar lehindeki her konuşmasından sonra sandalyesinden fırlayarak isyan ediyordu. Eskiden, ‘Bayrak’, ‘Atatürk’ ve ‘Türkiye’ dendiği zaman, tüylerinin kalktığını bildiğimiz insanlar, şimdi herkesten daha fanatik Türkçü olmuşlar. Amsterdam’ın Mercator Plein ve Rotterdam’ın Cool Singel meydanlarında kimler görülmedi ki? Fotoğraf çeken gazetecilere yakalanmamak için yüzlerini gizleyenleri gördük. Ama bu bile bize mutluluk verdi. Bir zamanlar Türkiye aleyhine söylenmedik laf bırakmayanlar, şimdi sokaklarda ‘Türkiye, Türkiye’ diye bağırabiliyorlardı. Bu da bize yeter. Varsın yarın yine menfaat icabı eski hastalıklarına dönüş yapsınlar. Biz onları af ettik. Onların yüreklerinde Türkiye sevgisi olduğunu bildiğimız sürece de bu hastalıklarına katlanacağız.
Şahit olmadım ama duyduğum bir başka olay daha var; Bir zamanlar Türkiye aleyhtarlığının liderliğini yapan ve sonra rahmetli olan bir tanıdığımızın çocukları, Ankara’da Anıtkabir’i ziyaret edecek kadar Türkiye hayranı olmuşlar.
Bütün bunlar, aslında sevgiye susamışlığın sonuçlarıdır. Menfaatler insanları bazı çirkinliklere sevkedebilir. Menfaatlerin derecesi hesaba katıldığı zaman, bazı çirkinlikler af edilebilir. Sevgiden ve ilgiden mahrum kalmış insanların, ekonomik zorluklar karşısında yaptıkları hatalar da af edilebilir. Ve zaten öyle de oluyor. Şefkatli Türk devleti, katilleri bile af ettiğine göre, şimdi eli bayraklıların pişmanlığını anlayacaktır.
Biraz da futbol analizi:
Batılı spor uzmanları, tıpkı siyasi uzmanlar gibi yine sınıfta kaldılar. Her şeye at gözlüğü ile bakan Batılılar, son şampiyona öncesinde, Almanya’yı, Portekiz’i, Fransa’yı, İspanya’yı favori gösteriyordular. Ama öyle olmadı. Bu ülkelerin hepsi ince bir ipte sallandılar. Tesadüflerle atılan goller sonrasında turu atlama şansına sahip oldular.
Gruplardaki sıralamalar o kadar ilginçti ki, bir grupta sonuncu durumda olan bir takım, sadece bir tek gol atabilseydi grup lideri olacaktı.
Türk milli takımı hakkında söylenenlere gelince:
Gerçekten, futbol tarihimizin en genç ve en ünlü futbolcularından oluşan Türk milli takımı, Avrupalılar’ın da açıkça söyleyemedikleri favoriler arasındaydı ki, elenmesinde en çok söz edilen ülke Türkiye oldu.
Türkiye nasıl elenmezdi?
Teknik heyetin başında Şenol Güneş olmasaydı.
1978 yılından bu yana çok iyi dostluğum olan Güneş hakkında fazla yazmak istemiyorum. Ama onun için söylenenlerin hepsine (kişisel eleştiriler hariç) katılıyorum. Sanırım sizlerin de çoğu aynı fikirdesiniz.
Çoğu Avrupa’da yetişmiş olan ve Avrupa kültürünün serbestliği içinde davranan futbolcular, Şenol Güneş’in beklediği ‘hazırol duruş’u sergilemedikleri için laf işittiler ve dışlandılar. Böyle olunca da bu futbolcular ile Şenol Güneş arasında tatsız tartışmalar cereyan etti. İtalya maçında, ille de beraberlik isteği, futbolcuları hipnotizma olmuşcasına etkiledi. Ben 55 yıllık gazetecilik yaşamımda böyle silik bir Türk milli takımı görmediğimi itiraf edebilirim.
Bu turnuvada başarısız oluşumuzun nedenlerini çoğaltabilirim ama, gelin biz geleceğe umutla bakalım.
Ne diyelim, bir başka bahar çok uzak değil.
Dileriz, gelecek yıl Katar’da yapılacak olan Dünya Futbol Şampiyonası’nda özlemi çekilen başarıyı gösteririz.
Futbol turnuvalarından anılar:
Neçizane şahsım 1978’de Arjantin’de yapılan ‘Dünya Futbol Şampiyonasını’, iki yıl sonra 1980 yılında Uruguay’da yapıla ‘Mini Dünya Futbol Şampiyonası’nı Hürriyet gazetesi için izlemiştim.
1978’de, başta rahmetli Necmi Tanyolaç olmak üzere, ünlü gazeteciler Halit Kıvanç,Togay Bayatlı, Ertuğrul Akbay, Güven Taner, Hüseyin Kırcalı, Kemal Belgin, Erol Aydın, Hasan Sarıçiçek ve teknik direktör Metin Türel ile birlikteydik.
Arjantin’deki şampiyonada, Hollanda takımının şampiyon olması için yanıp tutuşuyordum. Hollanda’yı ne de olsa ‘Babavatan’ olarak seçmiştik bir kere…
Finale kadar yükselen Arjantin Milli Takımı’nın, Peru’ya karşı elde ettiği bol gollü galibiyet maçının, tamamen binbir tehdit sonucunda kazanıldığını en iyi bilenlerden biriydim. Zira, konaklamakta olduğum Liberty (Hürriyet) Oteli’nde Peru takımı da konaklıyordu. Arjantin turuvaya iyi başlamamıştı. Gruptan çıkması için Peru’yu en az 4-0 yenmesi gerekiyordu.
General Vidella başkanlığındaki ihtilal hükümeti, Peru’ya silah ve gıda yardımı teklif ederek maçın en az 4-0 galibiyetle bitmesini istedi. Bu da yetmedi, konakladığımız Liberty Oteli askerler tarafından abluka altına alındı ve futbolculara korku salındı. Sonunda Arjantin Peru’yu 6-0 yendi ve gruptan çıktı.
Arjantin, Hollanda ile birlikte finale kadar yükselmişti. Hiç unutamadığım o final maçını Hollanda kaybetmişti. Hollanda’nın o zamanki yıldızı Rensenbrink, son dakikadaki fırsatı gole çeviremedi. Top direğe çarparak geri döndü. Uzatmada Arjantin maçı 3-1 kazandı.
Titreyerek seyrettiğim maç sonunda resmen ağlamıştım.
Maradona’nın yıldızlaştığı Uruguay’da ise tek Türk gazeteci olarak ben vardım. Maradona ile konuşan ilk Türk gazetecisi de ben olmuştum.
Her zaman yazmışımdır. Avrupa Futbol Şampiyonaları, Dünya Futbol Şampiyonaları gibi renkli olmuyor. Güney Amerikalılar ve Afrikalılar turnuvalara renk katıyor. Özellikle Brezilyalılar şampiyonaların en renkli görüntülerini yaratıyorlar. Öyle ki, Dünya Şampiyonaları’nda, en ilgi duymayacak ülkelerin maçları bile seyirci rekoru kırıyor.
Biz Türkler de bu konuda az değiliz ha!
Hiç unutamayacağım bir anı da, 1982’de İspanya’da yapılan Dünya Futbol Şampiyonası sırasında yaşandı. Bu şampiyonaya Türkiye katılmamıştı. Ama Barcelona’nın Ramblas meydanında gece yarısı şenliklerinde bir grup Beşiktaşlı taraftarın açtıkları Türk ve BJK bayrakları etrafında yapılan danslar beni çok duygulandırmıştı. O fotoğrafı çekme ve Hürriyet’te yayınlama şansı da bana nasip olmuştu.
Spor gazeteciliği kariyerimde, Real Madrid’in efsane Başkanı Santiago Bernabeu ile 1972’de görüşmem, Hollanda’nın efsane futbolcusu Johan Cruyff’a, 1969’da ‘Sarı fare’ (rakiplerini fındık faresi gibi yediği için) lakabını takmam ve Maradona ile 1980’de ilk röportajı yapmış olmam, anılarımın en güzellerindendir.
Şimdi her şey Oranje için. Portakalları desteklemek bize yakışan bir hareket olacaktır.
Portakalların her galibiyetinden sonra yapılacak olan şenliklere biz de Türk bayrakları ile katılmalıyız ve Hollandalılar ile dayanışma içinde olduğumuzu göstermeliyiz.
Hup Holland hup !!!
Tanju Çolak ile bir nostalji…
Değerli Okurlarım,
Size bir Tanju çolak nostaljisi anlatacağım ve ondan sonra da bol fotoğraflı futbol geçmişimi uzun uzun anlatacağım. Önce Tanju Çolak hikâyesi:
Yıl 1989. Şubat’ın birinci günü. Monaco’da, 1987-1988 sezonunda Avrupa Gol Kralı’na altın ayakkabı verilecek. Futbol dünyasının gözü, kulağı Monaco’da. Ama binlerce futbol adamı da Monaco’da.
Günün kahramanının bir Türk oluşu çok garipseniyordu.
Evet, Altın Ayakkabı’yı bir Türk, yani Tanju Çolak alacaktı. Dile kolay, 38 gol atmıştı Tanju.
Her büyük futbol etkinliğinde olduğu gibi, o gün ben de oradaydım.
Hem de, Tanju Çolak’ı transfer etmek isteyen dev kulüplere satacak adam olarak.
O günlerde Wasteels adlı bir firmanın organizasyonu ile Hollanda’dan Türkiye’ye direkt tren seferleri düzenlenmişti. Wasteels’in Hollanda’daki Danışmanlık Bürosu TMF’in müdürü ile dostluğumuz vardı. TMF’ın Monaco’daki kardeş kuruluşu, Tanju Çolak’ın transfer işlerini üstlenmek istiyordu. İşte o sırada Monaco’da bu firma ile bir durum değerlendirmesi yaptık. Tanju’yu bu firmaya götürdüm. Durumdan çok memnun olan Tanju bu firmaya transfer konusunda yetki verdi.
Kimler yoktu ki Tanju’yu isteyenler arasında?
Real Madrid, Barcelona, A.C. Milan, İnter Milan, AS Roma, Monaco, Arsenal, Liverpool, Ajax ve Bayern Münih. (Yukarıdaki fotoğraf)
Şans mı, tesadüf mü, siz ne derseniz deyin. 1 Şubatta Altın Ayakkabı’yı alan Tanju, 1 Mart’ta, yani 30 gün sonra Monaco’ya karşı sahaya çıkacaktı. Hem de Monaco’da. Tanju ve görücüler için büyük bir fırsattı bu.
Ve o gün geldi çattı.
Tanju’yu seyretmeye gelen dev kulüplerin başkanlarını ve transfer yetkililerini maç öncesi Stade Luis II’nin kapısı önünde topladım ve fotoğrafladım. Sonra hep birlikte Tanju’yu seyretmeye başladık. Görücüler, sahada dolaşıp duran Tanju’ya bakıyorlar ve sonra da bana dönüp, “Bu ne iştir, bir şey anlamadık” der gibi işaret yapıyorlardı. Ama biraz sonra bir mucize gerçekleşti. Prekazi Tanju’ya mükemmel bir top uzatmıştı. Eee, Tanju bu, fırsatı hiç kaçırır mı? Prekazi’nin soldan mükemmel ortaladığı topa Tanju, 3 kişinin arkasından gelip önlerine geçerek ve de uçarak kafayı vurmuş ve maçtaki tek golü kaydetmişti. Görücüler bu defa bana döndüler ve baş parmaklarını havaya kaldırarak zafer işaretleri yaptılar.
Görücüler maç sonrasında, Tanju’nun iyi bir golcü olduğunu gördüler ama, O’nu bir kez de rövanş maçında izlemek istediklerini söylediler.
Tanju için biçilen fiyat, o tarih için çok astronomik idi: 10 milyon Dolar.
O zaman çalıştığım Günaydın gazetesinin birinci sayfa manşeti de bu idi:Tanju’nun değeri 10 milyon Dolar.
Rövanş maçı, Galatasaray’ın cezası nedeniyle Köln’de oynanacaktı. 15 Mart akşamı aynı görücüler bu kez Köln’deydiler. Maç Prekazi ve Weah’ın golleri ile 1-1 bitmiş ve GalatasarayAvrupa Şampiyon Kulüpler Kupası’nda yarı finale yükselmişti ama Tanju bu kez gol atamamıştı.
Üzücüdür ama, pazarlığın 10 milyon dolardan başladığı bu transfer görüşmelerinden sonra, Tanju’ya hiç bir kulüpten ciddi bir talep olmadı.
FOTOĞRAFLARLA FUTBOL YAŞAMIM
55 Yıllık gazetecilik yaşamımda, spor haberleri ve yorumları ile verdiğim hizmeti göz önünde tutan, Orhan İçin yönetimindeki Uluslararası Futbol Tenisi Federasyonu, şahsıma da bir ödül lutfunda bulunmuştu. Bu ödülü ünlü teknik direktör Abdullah Avcı’nın elinden almıştım.
Rinus Michels’in yarattığı total futbol ile büyüyen Hollanda’nın Ajax takımı ve milli takımın beyni olan Johan Cruyff ile birlikte göründüğümüz bu fotoğrafta, ünlü antrenörlerimizden Doğan Akı (ortada) Ünal temel (solda) ve Michels’in takipçisi Macar Stefan Kovacs da yer aldı. Kovacs daha sonra Fransa’ya total futbolu aşılayan adam oldu.
Hollanda’nın yetiştirmiş olduğu ünlü ve değerli futbolculardan De Boer kardeşlerden Frank, Galatasaray’da da fotbol oynamıştı. Şimdi Hollanda milli takımının başında olan Frank De Boer ve Ronald De Boer ile eski günlere dayanan bir fotoğrafımız.
Gazetecilik yaşamımda, Hollanda’nın dışında, diğer ülkelerin ünlü futbol adamları ile de görüşmelerim oldu. Üstteki fotoğrafta, İtalya milli takımı teknik direktörü Arrigo Sacchi, alttaki fotoğrafta da teknik direktör Giovanni Trappattoni ile değişik tarihlerde.
1980’li yıllarda İtalyan takımı AC Milan’a şampiyonluklar kazandıran ve 1988 Avrupa Şampiyonası’nda Hollanda’yı şampiyon yapan Marco van Basten, Ruud Gullit, ve Galatasaray’da da oynayan Frank Rijkaart ile bir anımız.
Bir zamanlar Brezilya’nın dünya çapında yıldızı olan ve Fenerbahçe’de teknik direktörlük yapan vei ki kez şampiyonluk kazandıran Didi, daha sonra Suudi Arabistan’a transfer oldu. 1978 yılında Suudi Arabistan’da ziyaret ettiğim Didi ile bir maç esnasında (üstte), altta ise iki değişik enstantane.
Bir zamanlar Alman futbolunun en büyük yıldızı olan Gerd Müller ile futbolculuk yıllarında (solda) ve Tanju Çolak’ın Altın Ayakkabı Ödülü aldığı Monaco’da (sağda) görülüyoruz.
İngiltere futbolu dendiği zaman akla gelecek olan iki eski isim Boby ve Jacky Charlton kardeşlerden Jacky ile, 1976 Avrupa Şampiyonası sırasında Belgrad’da.
Futbol Şampiyonalarını izlerken, futbolun dışında magazin haberi bulmakta da az hünerli sayılmam. İşte 1982’de İspanya’da yapılan Dünya Şampiyonası’nda yıldızlaşan Brezilyalı Zico’nun eşini, çocukları ile bir otelde bulmuştum. Zico daha sonra 2006 yılında teknik direktör olduğu Fenerbahçe’yi 2006 yılında şampiyon yapmıştı.
Futbol faaliyetlerimi anlatırken Guus Hiddink’i atlamam mümkün değil. Hollanda’nın
en başarılı teknik direktörlerinden biri olan Hiddink’in Fenerbahçe’ye gelişi sırasında tercümanlığını ve mihmandarlığını ben üstlenmiştim. Fenerbahçe’de başarılı olamayan ve ‘Hollanda köylüsü’ olarak aşağılanan Hiddink bir de kadın skandalına maruz kalmıştı.
Neden sadece yabancılar olsun? Bizim de futbolda ünlülerimiz var. İşte bu ünlülerden biri de Fatih Terim. Fatih terim ile 1992 Avrupa Futbol Şampiyonası sırasında İsveç’in Malmö kentinde birlikte olmuştum.
İtalyan futbolu dendiği zaman, Roberto Baccio akla gelen en ünlü golcülerden sayılır.
İşte Baccio’yu, 1990 Dünya Şampiyonası sırasında Roma’da ancak böyle yakalayabilmiştim
Spor gazeteciliği yıllarımda, futbol oynamayı da ihmal etmezdim. Hem de büyük takımlarda… Fotoğrafta gördüğünüz 10 numara Hollanda ve Ajax’ın büyük yıldızı Piet Keizer’dir. Ajax’ın ünlü Başkanı Jaap van Praag beni kulübün onur üyesi yapmıştı. Bu nedenle Ajax’ın antremanlarına da serbestçe katılırdım. İşte bir antreman sırasında, sırtımda Johan Cruyff’ın 14 numarası ile Ajax’a karşı oynadım ve bir de gol attım.
Real Madrid’in teknik direktörü Miguel Munoz, miyonlarca futbolseverin kalplerinde yer tutat Real Madrid’i defalarca şampiyon yapmıştı.
Spor muhabirliğim, sadece futbol ile sınırlı değildi tabii. Ünlü boksör Muhammed Ali’yi mağlup eden Joe Fraizer ile de görüşmem olmuştu. Fraizer, Hürriyet’te yayınlanan fotoğraflarını gördükten sonra, ‘Allah Allah, demek ki Türkiye’de de bu kadar ilgi görmüşüm ha?’ demişti.
1976’da Yugoslavya’da yapılan Avrupa Futbol Şampiyonasından bir Hürriyet kupürü.
Değerli Okurlarım,
Ünlü futbol adamları ile yaptığım görüşmelerin fotoğrafları o kadar çok ki, hepsini bu yazıya eklemeye kalkışırsam, web sayfamı çökertebilirim. En azından daha 100 ünlü ile görüşmelerimi ve fotoğraflarımı ekleyebilirim. Bu fotoğrafları ilhankaracay.com sayfasında bulabilirsiniz.
**************************
De naam die zich vereenzelvigd heeft met Nederland, de levende geschiedenis:
İlhan KARAÇAY
Geschreven Door: Yavuz NUFEL
De migratie van de Turken naar Nederland begon in 1962 onofficieel en in 1963 in het kader van de officiële overeenkomsten.
Op het moment dat deze tekst geschreven wordt, worden er voorbereidingen getroffen om de vijftigste verjaardag van de komst van de Turken te vieren.
Tussen de Turken die zich in Nederland gevestigd hebben bevinden zich mensen, waarvan het aantal niet zo klein is dat we deze groep over het hoofd kunnen zien, die hier als arbeider gekomen zijn en daarna hun naam hebben gezet onder zeer succesvolle maatschappelijke activiteiten waarmee zij een voortrekkersrol voor hun landgenoten op zich namen.
Een van de namen die velen zullen kennen vanwege de activiteiten die hij in Nederland heeft ontplooid is İlhan Karaçay.
İlhan Karaçay is een bekend gezicht, zowel bij zijn landgenoten in Europa als bij de Turken in Turkije en bovendien kennen veel Nederlanders hem.
De naam İlhan Karaçay wordt in een adem genoemd wordt met Nederland. Vooral als je in Turkije over Nederland praat, dan zullen velen de naam İlhan Karaçay herinneren.
Ik prijs mijzelf gelukkig omdat ik de persoon ben die het levensverhaal van İlhan Karaçay mag beschrijven.
Laten we samen eens kijken naar het verleden van İlhan Karaçay:
Hij is op 23 december 1942 in Mersin geboren.
In zijn jonge jaren was hij voorzitter van de jeugdafdeling van de Sociale Democratische Partij CHP in de provincie Içel. Hij schreef toen ook berichten en commentaren voor het dagblad van deze partij, de ULUS. Ook in zijn jonge jaren was hij manager van het familiebedrijf in de toeristische sector te Mersin wat bestond uit een motel, strandpaviljoen, een restaurant met muziek, een camping en wat de naam Pompeipolis had.
Toen hij 25 jaar was maakte hij kennis met een Griekse kapitein die te gast was in het restaurant met muziek waar hij de leiding over had. Het schip van deze kapitein ging naar de stad Shanghai in China. Op dat moment vond de culturele revolutie van Mao plaats in China. Dit was voor Karaçay een gelegenheid die hij niet aan zijn neus
voo rbij zou laten gaan.
İlhan Karaçay met zijn vrienden in China. 1967
De kapitein van het schip nam na veel aandringen Karaçay met drie vrienden in dienst en daarna begon de avontuurlijke reis naar China. Het eerste noemenswaardige avontuur van de reis, die in juni van het jaar 1967 begon, was dat het schip gebombardeerd werd direct na het passeren van het Suez-kanaal. Toen zij op 7 juni 1967 bij Cibuti aankwamen, kwamen zij er achter dat het Suez-kanaal afgesloten was vanwege de oorlog die toen woedde tussen Israel en de Arabische landen.
Na een lange en avontuurlijke reis kwam het schip via Singapour aan in Shanghai. Van daaruit werden de berichten met foto’s naar de krant AKŞAM verzonden.
İlhan Karaçay kreeg in Shanghai geelzucht terwijl hij genoot van de kleurrijkste dagen van de Chinese Culturele Revolutie. China was toen een land wat afgesloten was van de rest van de wereld en wat het dichtst bevolkt was. Karaçay wordt opgenomen in het ziekenhuis, maar hij vlucht hier vandaan.
Karaçay vertelt het volgende over zijn vlucht uit het ziekenhuis:
“De garantieverklaring die ik van de kapitein had gekregen zorgde ervoor dat ik niet door de gendarmes, die kwamen om mij weer naar het ziekenhuis te brengen, meegenomen werd. Want de volgende reis zou van Shanghai naar Vancouver in Canada zijn. Als ik in het ziekenhuis moest blijven, dan deed ik dat liever in een ziekenhuis in de moderne wereld. En bovendien, als de boot weg zou gaan, waar zou ik dan terecht kunnen in deze voor mij onbekende omgeving?”
De reis ging na Shanghai verder naar de stad Vancouver in Canada. Karaçay gaf de voorkeur aan een ziekenhuisopname in de moderne wereld en dat gebeurde ook. Hij heeft precies twee en een halve maand in het ziekenhuis gelegen. De vrouwelijke arts van het ziekenhuis feliciteerde Karaçay omdat hij zeer snel Engels leerde en haalde de directeur van de bibliotheek over om hem les te geven. In het kort verlaat hij het ziekenhuis als een gezond mens, en conform het Turkse spreekwoord: “Eén taal is één mens” verlaat hij het ziekenhuis als twee mensen.
Karaçay ging terug naar Turkije via Londen en tijdens deze reis was hij ook even in Nederland. Het leven in Nederland beviel hem en hij besloot om er te blijven.
Als ik hem vraag: “Hoe ben je daar gebleven, heb je ergens in een fabriek gewerkt?” antwoordt Karaçay “Ik ging een overeenkomst aan met Kemal Ozbayraç, de directeur van een nieuwsagentschap, die ik van vroeger kende, om te werken voor de krant Tercüman, die met een Europese editie uit zou komen. Mijn leven in Nederland was op dat moment zeer kleurrijk. Ik had zeer veel vriendinnen. Maar op het moment dat ik het gevoel kreeg dat mijn leven een beetje monotoon begon te worden, besloot ik om naar Amerika te gaan. Jeanneö mijn huidige echtgenote, was toen mijn vriendin.”
Hij begon met zijn voorbereidingen om naar Amerika te gaan, maar zijn vriendin Jeanne had hier moeite mee. Maar ja, de beslissing was al genomen… Op het moment dat zij beiden moe op de bank neervielen van de inkopen die zij gedaan hadden ter voorbereiding voor de reis naar Amerika, belde de postbode aan om een telegram te bezorgen, wat er voor zorgde dat Karaçay zijn reis naar Amerika voor altijd kon vergeten en zich ging vestigen in Nederland.
Het telegram kwam van de chef sportredactie van Tercüman, Necmi Tanyolaç. Het volgende stond er in: “İlhan, Fenerbahçe en Ajax spelen tegen elkaar volgens de loting. Volg jij Ajax en stuur de teksten en de foto’s met spoed naar mij toe.”
Karaçay vertelt dit moment als volgt: “Op dat moment stond even alles stil. Het Nederlandse voetbal was toen nog niet in de lift. Welke namen die later zeer veel bekendheid kregen zaten op dat moment niet in het Ajax wat door Rinus Michels getraind werd? Johan Cruyff was toen bijvoorbeeld nog maar 17 jaar oud. De namen van Keizer, Swart, Krol Hulshoff, Suurbier, Neeskens en Haan waren toen nog niet bekend, maar dit zouden allemaal voetbalsterren worden.” Karaçay wist de hele samenstelling van Ajax op te noemen.
Op 10 november 1968 landde Fenerbahçe op Schiphol en Karaçay was daar samen met zijn Jeanne om ze te ontvangen. Hoewel hij van plan was geweest om Jeanne te verlaten en naar Amerika te gaan, zorgde de wedstrijd Ajax-Fenerbahçe ervoor dat Karaçay en Jeanne elkaar het ja-woord gaven. Hierover zegt Karaçay het volgende:
“Ik ben fan van Beşiktaş, maaromdat Fenerbahçe ervoor gezorgd heeft dat ik met Jeanne ben getrouwd en dat ik in Nederland ben gebleven, ben ik ze nog steeds dankbaar.”
HÜRRİYET, TRT, NOS
Karaçay zette zijn eerste professionele stap in het journalistieke veld toen hij in 1969 als correspondent voor Hürriyet ging werken. Deze krant begon toen pas in Europa. Karaçay maakte deel uit van het team van Hürriyet dat ervoor zorgde dat deze krant in Europa zeer populair werd. De voortrekkers van dit team waren Nezih Demirkent en Garbis Keşişoğlu.
In het jaar 1975 kwam de voorzitter van de nieuwsafdeling van de TRT (Turks Radio Televisie), de heer Tayyar Şafak, in Nederland op bezoek en vroeg Karaçay of hij voor de TRT wilde gaan werken. Karaçay accepteerde dit aanbod in overleg met Nezih Demirkent en in datzelfde jaar kreeg hij ook de leiding over het programma ‘Paspoort voor Turken’ van de NOS.
In het jaar 1980 maakte Karaçay samen met de bekende regisseur van de IKON, Henk Barnhard, de vijf-delige serie “Kinderen van de rekening”. Toen zij voor de opnamen van de eerste twee delen van deze serie in Turkije waren, maakte Karaçay tijdens zijn terugreis naar Nederland op 12 september de staatsgreep mee aan de grens bij Kapikule. De contacten die Karaçay had met de TRT openden gesloten deuren voor hem.
Er zijn verschillende redenen waarom de naam İlhan Karaçay in een adem genoemd wordt met Nederland: Aan de ene kant zijn functie bij Hürriyet en aan de andere kant zijn activiteiten bij de TRT en de NOS hebben ervoor gezorgd dat hij steeds populairder werd.
İlhan Karaçay adviseerde de Nederlandse regering vele keren bij het nemen van beslissingen aangaande de Turken in Nederland. Hij heeft deelgenomen aan werkgroepen voor verschillende ministeries. Hij is niet alleen via de krant en de televisieuitzendigen voor de Turken in dit land opgekomen, maar ook via de verschillende werkgroepen waaraan hij deelnam.
We gaan terug naar het begin van de reportage en ik vraag aan Karaçay naar zijn relatie met Jeanne, wanneer ze verloofd zijn, wanneer ze getrouwd zijn en naar hun kinderen.
Karaçay heeft Jeanne voor het eerst in 1969 meegenomen naar Turkije en hun verloving op 9 augustus van dat jaar, was het onderwerp van de kranten.
Een jaar later zouden zij trouwen.
Terwijl hij dit vertelt, vindt hij het ook nodig om een zware gebeurtenis uit die periode aan te halen:
“Alles was voorbereid, we gingen naar Mersin voor de bruiloft. Het grootste deel van de reis hadden wij al achter ons en toen we vlakbij Aksaray waren kregen wij een zwaar auto-ongeluk, samen met Jeanne. Wij waren beiden zwaar gewond. Ik kan wel zeggen dat wij de dood in ogen hebben gekeken. Op 23 mei 1970 konden we uiteindelijk toch in Mersin gaan trouwen.”
Op 23 januari 1971 kreeg het paar İlhan en Jeanne een tweeling. De jongen kreeg de naam Ruşen en het meisje Vahide, Vahide heeft echter maar 5 weken mogen leven, vanwege een gat in haar hart.
GELUK
Op 17 april 1974 kwam de tweede dochter van Karaçay ter wereld en zij werd weer Vahide genoemd.
Van hun eerste kind Rusen hebben zij een kleindochter genaamd Eva en van Vahide hebben zij een kleindochter genaamd Esra. Karaçay vertelt als volgt over de mooie tijden die hij met zijn kleindochters doormaakt:
“De mooiste momenten van mijn leven zijn de momenten die ik met mijn kleindochters doormaak. Het is voor mij het grootste geluk om ieder moment samen met hen te zijn.”
DE JOURNALIST KARAÇAY
Ik vraag hem: “En wat heeft u nog meer gedaan?” Als ik iemand anders voor mijn neus zou hebben, zou ik deze vraag niet stellen, maar omdat het İlhan Karaçay is, stel je wel zo’n vraag.
Karaçay is zich sinds 1973, naast de journalistiek, ook gaan bezighouden met de reiswereld en in 1976 heeft hij door middel van een besluit van de Ministerraad Algemeen Verkoop Agentschap gekregen voor de regio Utrecht van de THY (Turkish Airlines).
In het winterseizoen van 1976-1977 heeft Karaçay voor het eerst een tour naar Turkije georganiseerd en vanwege de vele verzoeken hield hij zich in zijn kantoor ook bezig met verzekeringen en kredieten. In 1981 heeft Karaçay zeer zware operaties ondergaan en om deze reden heeft hij zijn reisbureau in Hoog Catharijne in Utrecht verkocht aan Refik Selahiye. Hij heeft daarna het Hürriyet-bureau in Amsterdam geopend en is zich weer gaan concentreren op de journalistiek.
TERUG NAAR TURKİJE…
Vanwege verschillende redenen wilde Karaçay dat zijn kinderen in Turkije onderwijs volgden en daarom heeft hij besloten om zich in Turkije te vestigen. Eind 1983 verhuisde hij daadwerkelijk naar Turkije.
Yasemin en Ünal Öztürk, die op dat moment werkzaam waren bij Hürriyet, hebben de taak van Karaçay bij deze krant overgenomen.
Karaçay was in Mersin begonnen met het runnen van toeristische faciliteiten en tijdens de lokale verkiezingen in maart 1984 heeft hij zich kandidaat gesteld voor de het burgemeesterschap van de centrale stad van Mersin voor de Partij van het Rechte Pad, ondanks dat hij zelf van CHP was. De partij van Süleyman Demirel, die op dat moment zelf geen politiek mocht bedrijven, was echter erg klein in Mersin. Bovendien was de partij van Turgut Özal, de ANAP, toen erg sterk en deze partij won op veel plaatsen, en dus ook in Mersin de verkiezingen.
Karaçay is toen met Arda Gedik, Algemeen directeur van Hürriyet, overeengekomen dat hij in het district Çukurova een bijlage zou gaan maken voor de krant, vergelijkbaar met de Benelux bijlage van Hürriyet. Helaas kon dit project vanwege verschillende redenen niet doorgaan.
Karaçay heeft tot het jaar 1984 drie Wereldkampioenschappen en drie Europese kampioenschappen gevolgd en in het jaar 1984 heeft hij in Frankrijk de Europese kampioenschappen gevolgd voor de krant Günaydın.
EN WEER NAAR NEDERLAND
Het verblijf van Karaçay in Mersin duurde niet lang. Het sociale leven in Mersin beviel hem niet. Hij was naar Mersin gegaan om uit te rusten, maar omdat hij ook daar de taak van Ombudsman, die hij in Nederland al die jaren vervuld had, moest gaan uitvoeren, besloot hij toch om maar terug te keren naar Nederland. De kinderen van Karaçay hadden inmiddels voldoende Turks geleerd en begin 1986 kwam hij terug in Nederland. Daar werd hij, naast zijn werk bij Günaydın, hoofdredacteur van de Turks-Nederlandse krant HABER.
İlhan Karaçay werd aan het eind van datzelfde jaar vertegenwoordiger van de krant SABAH voor de Benelux. Het eerste Europese avontuur van SABAH duurde echter niet lang.
Toen in 1988 de krant Günaydin door Asil Nadir werd gekocht werd Karaçay vertegenwoordiger voor de Benelux van deze krant en toen de krant later werd overgenomen door Bekir Kutmangil, bleef hij deze taak vervullen.
In zijn journalistieke loopbaan heeft Karaçay in alle branches van deze sector gewerkt en in 1994 werd hij de eigenaar van de Europese uitgave van de krant Günaydın. Karaçay vestigde zich in Frankfurt, de plek waar zich het hart van de Europese Turkse pers bevond.
VERDRIET, EEN BITTERE VIERING EN HET VERVOLG
Uitnodigingskaart voor 25 jaar huwelijk feest
“Terwijl wij in Mersin bezig waren met de voorbereidingen van de viering van ons 25-jarige huwelijk op 23 mei 1995, werden we geveld door het bericht dat Bekir Kutmangil vermoord was. Het boeket wat hij voor ons had besteld voordat hij vermoord werd, kwam aan in Mersin, terwijl er werd gerouwd over Kutmangil. De viering van ons 25-jarige huwelijk werd op televisie uitgezonden, maar had een bittere smaak. De krant werd na de dood van Bekir Kutmangil overgenomen door Mehmet Saruhan, een bekende naam uit de onderwereld, die ook wel bekend stond als “de man met het gouden wapen” of “de man met de gouden Mercedes”. Daarna was deze arbeidsrelatie verbroken. Nadat de Europese uitgave van Günaydin werd gestopt, ging de krant ook in Turkije niet goed en uiteindelijk is deze krant helemaal verdwenen.” zegt İlhan Karaçay.
İlhan Karaçay heeft toen een reis-, krediet- en verzekeringsbureau geopend voor zijn zoon Ruşen. Ruşen werd bekend als manager van Türkinfo en Conrad. Op het moment dat deze regels geschreven worden is Ruşen een groot zakenman die zich bezig houdt met onroerend goed.
Karaçay ging door met zijn journalistieke activiteiten, en stuurde onder de naam
ÇAY-PRESS Ajans berichten aan verschillende kranten en televisiekanalen en hij schreef berichten voor Radikal en Posta en sportcommentaren voor de sportkrant Fanatik.
VAN ARBEİDER NAAR ZAKENMENS
Op 28 maart 1998 begon een nieuw tijdperk in de journalistieke loopbaan van Karaçay. Karaçay verkreeg de publicatierechten voor Europa van de economische en politieke krant DÜNYA, waarvan Nezih Demirkent de eigenaar was (sinds zijn dood is dat zijn dochter Didem Demirkent). Karaçay begon via deze krant publicaties te maken voor de Turken, die niet langer arbeiders waren, maar die waren uitgegroeid tot zakenmensen. Vanwege deze verandering in de positie van de Turken in Nederland, was er behoefte aan een uitgave die informatie gaf over de handel en de economie. Karaçay zag dit gat in de markt en begon aan een nieuwe uitdaging in zijn journalistieke loopbaan.
Het doel van DÜNYA in Europa was in eerste instantie het geven van informatie over de handel en de economie, maar omdat de Turken in Nederland als minderheid leven, zou het niet goed zijn om de problemen die hiermee te maken hebben, niet aan bod te laten komen. Om deze reden heeft Karaçay een verandering in de opzet van de krant aangebracht en vanaf dat moment worden er ook sociale en culturele vraagstukken behandeld.
DE TELEGRAAF
Als de Turken onrecht aangedaan wordt, dan staat DÜNYA hier tegenover. Het leek of Karaçay een oorlog was begonnen tegen de krant De Telegraaf die altijd negatieve berichten had over de Turken en Turkije. Terwijl de mensen zeiden “Span je niet in, het lukt je niet om de Telegraaf tot rede te brengen”, heeft hij hiermee toch succes geboekt. Want deze zelfde krant heeft, terwijl ze bezig waren met het zoeken van contact met Karaçay, een reportage van een hele pagina met de Ambassadeur van Turkije in Den Haag gepubliceerd. De Telegraaf heeft nog nooit in zijn geschiedenis een hele pagina over een ambassadeur geschreven.
Hierna heeft de Telegraaf nog veel positieve berichten over Turkije gepubliceerd. Met name over het toerisme in Turkije, waarover eerder veel negatieve berichten waren, waren veel goede berichten.
Over dit onderwerp zegt Karaçay het volgende: “Het is een feit en het is algemeen bekend dat De Telegraaf in haar hele geschiedenis nog nooit zoveel aandacht had gegeven aan een Ambassadeur. De Telegraaf publiceerde bovendien veel negatieve berichten over Turkije. Met name over het toerisme van Turkije, waarover eerst heel negatief werd geschreven, plaatste de Telegraaf veel lovende berichten. Over het algemeen zou je kunnen zeggen dat de weekkrant Dünya met vier pagina’s berichten in het Nederlands, een grote rol heeft gespeeld voor onze landgenoten in Nederland bij het laten horen van hun stem.”
Gewetenloze Sabuha Rita Verdonk
Het artikel met de kop “Gewetenloze Sabuha”, van de krant Dünya, wat ik op de voet gevolgd heb, bracht mij terug naar mijn kinderjaren. De bekende zanger Ibrahim Tatlıses was toen een ster. De stem van de jonge zanger klonk droevig en bitter op iedere hoek van de wijk Pendik in Istanbul. “Gewentelooooooze Sabuhaaaaa!” Karaçay had voor deze kop gekozen om de stem van onze landgenoten in Nederland te laten horen in een artikel gericht aan Minister van Integratie Rita Verdonk. Want Verdonk vond dat iedereen tussen 7 en 77 jaar deel moest nemen aan de inburgeringscursussen. Zij had een wetsvoorstel voorbereid waarin zij voorstelde dat iedereen die zich in Nederland wilde vestigen een inburgeringscursus moest gaan doen en ook nog zelf moest betalen. Zij presenteerde haar wetsvoorstel aan de Tweede Kamer. Karaçay noemde het geld wat voor de inburgeringscursus betaald moest worden de “bruidsschat”en hij noemde Verdonk “Gewetenloze Sabuha”.
WAPEN: DE PEN
Karaçay, die met zijn jarenlange ervaring wist dat zijn enige wapen zijn pen was, trok ten strijde tegen het onrecht en hij zette zich in om de eigenaren van de Turkse kranten en tijdschriften (de journalisten), die de laatste jaren steeds meer worden, te coachen. We gaan zien of het lukt om de handen ineen te slaan en daardoor meer invloed uit te oefenen.
Karaçay wist natuurlijk dat de journalistiek niet hetzelfde was als het ondernemerschap, met zijn jarenlange ervaring. Hij vergeleek geen appels met peren. Hij zet zich vol overgave in om de Eenheid van Turkse Journalisten in Nederland (of hoe het ook heten gaat) op de richten.
Ten slotte wil ik het volgende zeggen: İlhan Abi, de waarheid hoeft geen verklaring!
VOETBAL
Als we eens kijken naar de loopbaan van Karaçay, dan zien we het volgende:
Hij heeft gewerkt voor de volgende kranten: Tercüman, Hürriyet, Günaydin, Sabah, Radikal, Posta, Fanatik en DÜNYA en hij heeft ook gewerkt voor de volgende omroepen: TRT, ATV, NTV, SHOW en STAR en de Nederlandse NOS. Hierdoor is hij zowel op algemeen gebied als op het gebied van voetbal zeer deskundig geworden.
Hij is naar de wereldkampioenschappen in 1974 te Duitsland, in 1978 te Argentinie (in 1980 mini kampioenschappen te Uruguay), in 1982 te Spanje en in 1994 te Amerika geweest en naar de Europese Kampioenschappen in 1972, 1976, 1980, 1984, 1988, 1992 en 2000. Ook heeft hij veel wedstrijden gevolgd waar het Nederlandse of het Turkse elftal in speelde voor de Europa Cup.
TRT DOCUMANTAIRE PUBLICATIES
İlhan Karaçay is de afgelopen jaren vaak op het Turkse televisiekanaal TRT te zien geweest. De in het centrum van İzmir gesitueerde TRT BELGESEL (TRT DOCUMANTAIRES) heeft Karaçay aangeboden om in het buitenland documentaires te maken. Zonder aarzeling heeft hij dit aanbod geaccepteerd.
Het eerste project was een 5-delige serie genaamd ‘Uzaktaki Dostlar’ (Verre Vrienden).
De serie gaat over de plaatsen Turkije, een Nederlands dorp, Faymonville, een Belgische plaats waar elke jaar een Turks Festival wordt georganiseerd, Moena, een Italiaanse stad waar jaarlijks de Janitsaar (Turkse infanterie-Yeniçeri) wordt herdacht middels een Turks festival en de plaatsen Osmanville en Turqueville in Frankrijk.
Allereerst werd de serie alleen op het documentaire kanaal van de TRT vertoond. Later is de serie op alle TRT kanalen vertoond en wordt nog herhaald.
TRT ploeg van links naar rechts: Orhan Aybertürk, İsmail Elden, Osman Şahbaz, İlhan Karaçay, Sacit Şahin ve Mehmet Türkoğlu.
Het tweede project voor TRT BELGESEL was een serie genaamd İZLER (SPOREN) wat refereert naar de sporen van de Ottomanen.
Om de interessante onderwerpen van deze serie te belichten zijn de landen Hongarije, Oostenrijk, Duitsland, Nederland, Frankrijk, Italië, Finland, Rusland, Oost-Turkestan en Afghanistan bezocht.
Italië, waar de Etrusken, de voorvaderen van de Romeinse beschaving, welke de Egeïsche regio van Anatolië bereikte en hiervan bewijsmateriaal te zien is uit verschillende musea aldaar.
In Hongarije zijn opnames gemaakt over de avonturen van Atilla de Hun en het bewind van de Ottomanen. Ook wordt aandacht gegeven aan het, van Turkse origine, Turan Festival welke in 28 landen wordt gevierd.
In Nederland zijn opnames gemaakt over de geschiedenis van de tulp die uit Turkije naar Nederland kwam. Verteld is het verhaal over de eerste persoon, Busbecq, die de tulpenbol naar Nederland bracht. Tijdens de opnames heeft het TRT team het ‘verloren’ graf van Busbecq ontdekt in een kerk in een Frans dorpje welke tevens zijn naam draagt.
Ook is er aandacht besteed aan de Ottomaanse schilderijen welke in het Rijksmuseum hangen.
In Frankrijk is het kasteel waar Cem Sultan, de zoon van Fatih Sultan Mehmet, die daar in ballingschap leefde gevonden en zijn verhaal verteld. Ook in Frankrijk is het oord van Attila de Hun gevonden.
In Wenen zijn verschillende musea bezocht en de sporen van de Ottomanen ontdekt.
Hetzelfde geldt ook voor Duistland waar in het bijzonder de omgeving van Berlijn Ottomaanse sporen zijn getoond.
İLHAN ABİ
Veel Turkse media-mensen die in Nederland komen, komen bij İlhan Karaçay langs. Zijn Turkse collega’s bedanken İlhan Karaçay vanwege zijn behulpzaamheid en zijn gastvrijheid.
Karaçay is tevens een ‘abi’ (grote broer) voor zijn collega’s in Nederland.
De Turk die Nederland in één adem noemt:
İlhan Karaçay
De migratie van de Turken naar Nederland begon in 1962, toen nog onofficieel. Een jaar later, in 1963, vond dat plaats in het kader van de officiële overeenkomsten.Tussen de Turken die zich in Nederland gevestigd hebben, bevinden zich mensen die hier als arbeider zijn gekomen en na succesvolle maatschappelijke activiteiten een voortrekkersrol voor hun landgenoten op zich hebben genomen.
Turksemedia.nl ging op pad en kwam al snel iemand tegen die velen zullen kennen vanwege de activiteiten die hij in Nederland heeft ontplooid: de Turkse journalist İlhan Karaçay. Een bekend gezicht, zowel bij zijn landgenoten in Europa als bij de Turken in Turkije. Bovendien ook bekend bij veel Nederlanders én bij De Telegraaf: “Als de Turken toentertijd onrecht werd aangedaan, stond Karaçay met zijn krant Dünya daartegenover. Het leek of Karaçay een oorlog was begonnen tegen de krant De Telegraaf”, werd 20 jaar geleden, in 1998, gezegd.
De naam İlhan Karaçay wordt in een adem genoemd met Nederland. Hij werkte voor de Turkse krant Hürriyet, maar was ook actief voor de Turkse staatszender TRT en de Nederlandse variant NOS. De lijst wordt aangevuld met de Turkse televisiezenders ATV, NTV, SHOW en STAR. Bij de kranten met Tercüman, Günaydin, Sabah, Radikal, Posta, Fanatik en Dünya.
Vooral als men in Turkije over Nederland praat, dan zullen velen de naam İlhan Karaçay herinneren. Ook zal oud-minister Rita Verdonk een koptekst van Karaçay niet ontgaan kunnen zijn.
Karaçay adviseerde de Nederlandse regering vele keren bij het nemen van beslissingen aangaande de Turken in Nederland. Hij heeft deelgenomen aan werkgroepen voor verschillende ministeries. Hij is niet alleen via de krant en de televisieuitzendigen voor de Turken in dit land opgekomen, maar ook via de verschillende werkgroepen waaraan hij deelnam.
In een exclusieve interview met deze nieuwsdienst vertelt de prominente Turkse journalist over zijn levensverhaal en journalistieke loopbaan, die nogal breed is. “De positie van Turken in Nederland veranderde, van arbeider naar zakenmens.”
Mersin
Karaçay is op 23 december 1942 in Mersin geboren. In zijn jonge jaren was hij voorzitter van de jeugdafdeling van de Sociale Democratische Partij CHP in de provincie Içel. Hij schreef toen ook berichten en commentaren voor het dagblad van deze partij, de ULUS. Ook was hij in zijn jonge jaren manager van het familiebedrijf ‘Pompeipolis’ in de toeristische sector te Mersin wat bestond uit een motel, strandpaviljoen, een restaurant met muziek en een camping.
China
Toen hij 25 jaar was maakte hij kennis met een Griekse kapitein die te gast was in het restaurant waar hij de leiding over had. Het schip van deze kapitein ging naar de stad Chinese stad Shanghai. Op dat moment vond de culturele revolutie van Mao plaats in China. Dit was voor Karaçay een gelegenheid die hij niet aan zijn neus voorbij zou laten gaan.
De kapitein van het schip nam na veel aandringen Karaçay met drie vrienden in dienst. Daarna begon de avontuurlijke reis naar China. Het eerste noemenswaardige avontuur van de reis, die in juni van het jaar 1967 begon, was dat het schip gebombardeerd werd, direct na passage van het Suez-kanaal.
Toen zij op 7 juni 1967 bij Cibuti aankwamen, kwamen zij er achter dat het Suez-kanaal afgesloten was vanwege de oorlog die toen woedde tussen Israël en de Arabische landen.
Na een lange en avontuurlijke reis kwam het schip via Singapore aan in Shanghai. Van daaruit werden de berichten met foto’s naar de Turkse krant Akşam verzonden.
İlhan Karaçay kreeg in Shanghai geelzucht terwijl hij genoot van de kleurrijkste dagen van de Chinese Culturele Revolutie. China was toen een land wat afgesloten was van de rest van de wereld en wat het dichtstbevolkt was. Karaçay wordt opgenomen in het ziekenhuis, maar hij vlucht hier vandaan. Karaçay vertelt over zijn vlucht uit het ziekenhuis:
“De garantieverklaring die ik van de kapitein had gekregen zorgde ervoor dat ik niet door de gendarmes, die kwamen om mij weer naar het ziekenhuis te brengen, meegenomen werd. Want de volgende reis zou van Shanghai naar Vancouver in Canada zijn. Als ik in het ziekenhuis moest blijven, dan deed ik dat liever in een ziekenhuis in de moderne wereld. En bovendien, als de boot weg zou gaan, waar zou ik dan terecht kunnen in deze voor mij onbekende omgeving?”
De reis ging na Shanghai verder naar de stad Vancouver in Canada. Karaçay gaf de voorkeur aan een ziekenhuisopname in de moderne wereld. Dat gebeurde ook. Hij heeft precies twee en een halve maand in het ziekenhuis gelegen. De vrouwelijke arts van het ziekenhuis feliciteerde Karaçay omdat hij zeer snel Engels leerde en haalde de directeur van de bibliotheek over om hem les te geven. In het kort verlaat hij het ziekenhuis als een gezond mens, en conform het Turkse spreekwoord: “Eén taal is één mens” verlaat hij het ziekenhuis als twee mensen.
Nederland
Karaçay ging terug naar Turkije via Londen en tijdens deze reis was hij ook even in Nederland. Het leven in Nederland beviel hem en hij besloot om er te blijven.
Als de vraag luidt: “Hoe ben je daar gebleven, heb je ergens in een fabriek gewerkt?”, antwoordt Karaçay: “Ik ging een overeenkomst aan met Kemal Ozbayraç, de directeur van een nieuwsagentschap, die ik van vroeger kende, om te werken voor de krant Tercüman. Die zou met een Europese editie uitkomen. Mijn leven in Nederland was op dat moment zeer kleurrijk. Ik had zeer veel vriendinnen. Maar op het moment dat ik het gevoel kreeg dat mijn leven een beetje monotoon begon te worden, besloot ik om naar Amerika te gaan. Jeanne, mijn huidige echtgenote, was toen mijn vriendin.”
Hij begon met zijn voorbereidingen om naar Amerika te gaan, maar zijn vriendin Jeanne had hier moeite mee. Maar ja, de beslissing was al genomen… Op het moment dat zij beiden moe op de bank neervielen van de inkopen die zij gedaan hadden ter voorbereiding voor de reis naar Amerika, belde de postbode aan om een telegram te bezorgen, wat er voor zorgde dat Karaçay zijn reis naar Amerika voor altijd kon vergeten en zich ging vestigen in Nederland.
Het telegram kwam van de chef sportredactie van Tercüman, Necmi Tanyolaç. Het volgende stond er in: “İlhan, Fenerbahçe en Ajax spelen tegen elkaar volgens de loting. Volg jij Ajax en stuur de teksten en de foto’s met spoed naar mij toe.”
Karaçay vertelt dit moment als volgt: “Op dat moment stond even alles stil. Het Nederlandse voetbal was toen nog niet in de lift. Welke namen die later zeer veel bekendheid kregen, zaten op dat moment niet in het Ajax wat door Rinus Michels getraind werd? Johan Cruyff was toen bijvoorbeeld nog maar 17 jaar oud. De namen van Keizer, Swart, Krol Hulshoff, Suurbier, Neeskens en Haan waren toen nog niet bekend, maar dit zouden allemaal voetbalsterren worden.” Karaçay wist de hele samenstelling van Ajax op te noemen.
Op 10 november 1968 landde Fenerbahçe op Schiphol. Karaçay was daar samen met zijn Jeanne om ze te ontvangen. Hoewel hij van plan was geweest om Jeanne te verlaten en naar Amerika te gaan, zorgde de wedstrijd Ajax-Fenerbahçe ervoor dat Karaçay en Jeanne elkaar het ja-woord gaven. Hierover zegt Karaçay het volgende: “Ik ben fan van Beşiktaş, maar omdat Fenerbahçe ervoor gezorgd heeft dat ik met Jeanne ben getrouwd en dat ik in Nederland ben gebleven, ben ik ze nog steeds dankbaar.”
Hürriyet, TRT, NOS
Karaçay zette zijn eerste professionele stap in het journalistieke veld toen hij in 1969 als correspondent voor Hürriyet ging werken. Deze krant begon toen pas in Europa. Karaçay maakte deel uit van het team van Hürriyet dat ervoor zorgde dat deze krant in Europa zeer populair werd. De voortrekkers van dit team waren Nezih Demirkent en Garbis Keşişoğlu.
In het jaar 1975 kwam de voorzitter van de nieuwsafdeling van de TRT (Turks Radio Televisie), de heer Tayyar Şafak, in Nederland op bezoek en vroeg Karaçay of hij voor de TRT wilde gaan werken. Karaçay accepteerde dit aanbod in overleg met Nezih Demirkent. In datzelfde jaar kreeg hij ook de leiding over het programma ‘Paspoort voor Turken’ van de NOS.
In het jaar 1980 maakte Karaçay, samen met de bekende regisseur van de IKON Henk Barnhard, de vijf-delige serie “Kinderen van de rekening”. Toen zij voor de opnamen van de eerste twee delen van deze serie in Turkije waren, maakte Karaçay tijdens zijn terugreis naar Nederland op 12 september de staatsgreep mee aan de grens bij Kapıkule. De contacten die Karaçay had met de TRT openden gesloten deuren voor hem.
Ongeluk
Karaçay blikt, nog voordat hij verder gaat over zijn loopbaan als journalist, terug op zijn familie. Hij vertelt over de relatie met de Nederlandse Jeanne, wanneer ze verloofd zijn, wanneer ze getrouwd zijn en over hun kinderen.
Karaçay heeft Jeanne voor het eerst in 1969 meegenomen naar Turkije. Hun verloving op 9 augustus van dat jaar, was het onderwerp van vele kranten. Een jaar later zouden ze trouwen.
Terwijl hij dit vertelt, vindt hij het ook nodig om een zware gebeurtenis uit die periode aan te halen: “Alles was voorbereid, we gingen naar Mersin voor de bruiloft. Het grootste deel van de reis hadden wij al achter ons. Toen we Aksaray naderden, kregen we een zwaar auto-ongeluk, samen met Jeanne. We waren beiden zwaargewond. Ik kan wel zeggen dat we de dood in de ogen hebben gekeken. Op 23 mei 1970 konden we uiteindelijk toch in Mersin gaan trouwen.”
Op 23 januari 1971 kreeg het paar İlhan en Jeanne een tweeling. De jongen kreeg de naam Ruşen. Het meisje Vahide. Helaas heeft Vahide echter maar 5 weken mogen leven, vanwege een gat in haar hart.
Geluk
Op 17 april 1974 kwam de tweede dochter van Karaçay ter wereld. Zij werd uiteraard weer Vahide genoemd.
Van hun eerste kind Ruşen hebben zij een kleindochter genaamd Eva. Van Vahide hebben zij een kleindochter genaamd Esra. Karaçay vertelt als volgt over de mooie tijden die hij met zijn kleindochters doormaakt: “De mooiste momenten van mijn leven zijn de momenten die ik met mijn kleindochters doormaak. Het is voor mij het grootste geluk om ieder moment samen met hen te zijn.”
De journalist Karaçay
Terug naar de carrière van Karaçay. “En wat heeft u nog meer gedaan?”, vraagt deze nieuwsdienst aan hem.
“Ik heb me sinds 1973, naast de journalistiek, ook beziggehouden met de reiswereld. In 1976 heb ik door middel van een besluit van de Ministerraad Algemeen Verkoop een agentschap gekregen voor de regio Utrecht van de THY (Turkish Airlines).”
In het winterseizoen van 1976-1977 heeft Karaçay voor het eerst een tour naar Turkije georganiseerd. Vanwege de vele verzoeken hield hij zich in zijn kantoor ook bezig met verzekeringen en kredieten, laat hij weten. In 1981 heeft Karaçay zeer zware operaties ondergaan. Om deze reden heeft hij zijn reisbureau in Hoog Catharijne in Utrecht verkocht aan Refik Selahiye. Hij heeft daarna het Hürriyet-bureau in Amsterdam geopend en is zich weer gaan concentreren op de journalistiek.
Terug naar Turkije…
Vanwege verschillende redenen wilde Karaçay dat zijn kinderen in Turkije onderwijs volgden. Daarom heeft hij besloten om zich in Turkije te vestigen. Eind 1983 verhuisde hij daadwerkelijk naar Turkije. Yasemin en Ünal Öztürk, die op dat moment werkzaam waren bij Hürriyet, hebben de taak van Karaçay bij deze krant, de nieuwsafdeling in Nederland, overgenomen.
Karaçay was in Mersin begonnen met het runnen van toeristische faciliteiten. Tijdens de lokale verkiezingen in maart 1984 heeft hij zich kandidaat gesteld voor de het burgemeesterschap van de centrale stad van Mersin voor de Partij van het Rechte Pad, ondanks dat hij zelf van CHP was. De partij van Süleyman Demirel, die op dat moment zelf geen politiek mocht bedrijven, was echter erg klein in Mersin. Bovendien was de partij van Turgut Özal, de ANAP, toen erg sterk en deze partij won op veel plaatsen, en dus ook in Mersin de verkiezingen.
Karaçay is toen met Arda Gedik, Algemeen directeur van Hürriyet, overeengekomen dat hij in het district Çukurova een bijlage zou gaan maken voor de krant, vergelijkbaar met de Benelux bijlage van Hürriyet. Helaas kon dit project vanwege verschillende redenen niet doorgaan.
Karaçay heeft tot het jaar 1984 drie Wereldkampioenschappen en drie Europese kampioenschappen gevolgd. In het jaar 1984 heeft hij in Frankrijk de Europese kampioenschappen gevolgd voor de krant Günaydın.
En weer naar Nederland…
Het verblijf van Karaçay in Mersin duurde niet lang. Het sociale leven in Mersin beviel hem niet. Hij was naar Mersin gegaan om uit te rusten, maar omdat hij ook daar de taak van Ombudsman, die hij in Nederland al die jaren vervuld had, moest gaan uitvoeren, besloot hij toch om maar terug te keren naar Nederland. De kinderen van Karaçay hadden inmiddels voldoende Turks geleerd. Begin 1986 kwam hij terug in Nederland. Daar werd hij, naast zijn werk bij Günaydın, hoofdredacteur van de Turks-Nederlandse krant Haber. Karaçay werd aan het eind van datzelfde jaar vertegenwoordiger van de krant Sabah voor de Benelux. Het eerste Europese avontuur van Sabah duurde echter niet lang.
Toen in 1988 de krant Günaydin door Asil Nadir werd gekocht werd Karaçay vertegenwoordiger voor de Benelux van deze krant. Toen de krant later werd overgenomen door Bekir Kutmangil, bleef hij deze taak vervullen.
In zijn journalistieke loopbaan heeft Karaçay in alle branches van deze sector gewerkt. In 1994 werd hij de eigenaar van de Europese uitgave van de krant Günaydın. Karaçay vestigde zich in Frankfurt, de plek waar zich het hart van de Europese Turkse pers bevond.
Verdriet, een bittere viering en het vervolg
“Terwijl we in Mersin bezig waren met de voorbereidingen van de viering van ons 25-jarige huwelijk op 23 mei 1995, werden we geveld door het bericht dat Bekir Kutmangil vermoord was. Het boeket wat hij voor ons had besteld voordat hij vermoord werd, kwam aan in Mersin, terwijl er werd gerouwd over Kutmangil. De viering van ons 25-jarige huwelijk werd op televisie uitgezonden, maar had een bittere smaak. De krant werd na de dood van Bekir Kutmangil overgenomen door Mehmet Saruhan, een bekende naam uit de onderwereld, die ook wel bekend stond als “de man met het gouden wapen” of “de man met de gouden Mercedes”. Daarna was deze arbeidsrelatie verbroken. Nadat de Europese uitgave van Günaydin werd gestopt, ging de krant ook in Turkije niet goed en uiteindelijk is deze krant helemaal verdwenen”, zegt İlhan Karaçay.
İlhan Karaçay heeft toen een reis-, krediet- en verzekeringsbureau geopend voor zijn zoon Ruşen, die later bekend werd als manager van Türkinfo en Conrad. Nu is Ruşen een zakenman die zich bezighoudt met onroerend goed.
Karaçay ging door met zijn journalistieke activiteiten, en stuurde onder de naam
ÇAY-PRESS Ajans berichten aan verschillende kranten en televisiekanalen. Hij schreef berichten voor de Turkse kranten Radikal en Posta en sportcommentaren voor de sportkrant Fanatik.
Van arbeider naar zakenmens
Op 28 maart 1998 begon een nieuw tijdperk in de journalistieke loopbaan van Karaçay. Karaçay verkreeg de publicatierechten voor Europa van de economische en politieke krant Dünya, waarvan Nezih Demirkent de eigenaar was (sinds zijn dood is dat zijn dochter Didem Demirkent). Karaçay begon via deze krant publicaties te maken voor de Turken, die niet langer arbeiders waren, maar die waren uitgegroeid tot zakenmensen. Vanwege deze verandering in de positie van de Turken in Nederland, was er behoefte aan een uitgave die informatie gaf over de handel en de economie. Karaçay zag dit gat in de markt en begon aan een nieuwe uitdaging in zijn journalistieke loopbaan.
Het doel van Dünya in Europa was in eerste instantie het geven van informatie over de handel en de economie, maar omdat de Turken in Nederland als minderheid leven, zou het niet goed zijn om de problemen die hiermee te maken hebben, niet aan bod te laten komen. Om deze reden heeft Karaçay een verandering in de opzet van de krant aangebracht en vanaf dat moment worden er ook sociale en culturele vraagstukken behandeld.
De Telegraaf
Als de Turken onrecht aangedaan wordt, dan stond Dünya hier tegenover, laat Karaçay weten. Het leek of Karaçay een oorlog was begonnen tegen de krant De Telegraaf die altijd negatieve berichten had over de Turken en Turkije. Terwijl de mensen zeiden “Span je niet in, het lukt je niet om de Telegraaf tot rede te brengen”, heeft hij hiermee toch succes geboekt, vindt hij.
“Want deze zelfde krant heeft, terwijl ze bezig waren met het zoeken van contact met mij, een reportage van een hele pagina met de ambassadeur van Turkije in Den Haag gepubliceerd. De Telegraaf heeft toen nog nooit in zijn geschiedenis een hele pagina over een ambassadeur geschreven”, zegt Karaçay.
“Het is een feit en het is algemeen bekend dat De Telegraaf in haar hele geschiedenis nog nooit zoveel aandacht had gegeven aan een ambassadeur. De Telegraaf publiceerde bovendien veel negatieve berichten over Turkije. Met name over het toerisme van Turkije, waarover eerst heel negatief werd geschreven, plaatste de Telegraaf veel lovende berichten. Over het algemeen zou je kunnen zeggen dat de weekkrant Dünya met vier pagina’s berichten in het Nederlands, een grote rol heeft gespeeld voor onze landgenoten in Nederland bij het laten horen van hun stem.”
Gewetenloze Sabuha Rita Verdonk
Het artikel met de kop “Gewetenloze Sabuha”, van de krant Dünya, laat denken aan de jaren 80. De bekende zanger Ibrahim Tatlıses was toen een ster. De stem van de jonge zanger klonk droevig en bitter op iedere hoek van de wijk Pendik in Istanbul. “Gewentelooooooze Sabuhaaaaa!”.
Karaçay had voor deze kop gekozen om de stem van Turken in Nederland te laten horen in een artikel gericht aan voormalig minister van Integratie Rita Verdonk, zegt de Turkse journalist. “Want Verdonk vond dat iedereen tussen 7 en 77 jaar deel moest nemen aan de inburgeringscursussen. Zij had een wetsvoorstel voorbereid waarin ze voorstelde dat iedereen die zich in Nederland wilde vestigen een inburgeringscursus moest gaan doen en wel op eigen kosten. Ze presenteerde haar wetsvoorstel aan de Tweede Kamer.”
Karaçay noemde het geld wat voor de inburgeringscursus betaald moest worden de “bruidsschat” en noemde Verdonk “Gewetenloze Sabuha”.
Wapen: de pen
Karaçay, die met zijn jarenlange ervaring wist dat zijn enige wapen zijn pen was, trok ten strijde tegen het onrecht. Hij zette zich in om eigenaren van Turkse kranten en tijdschriften (de journalisten), die de laatste jaren steeds meer worden, te coachen. “We gaan zien of het lukt om de handen ineen te slaan en daardoor meer invloed uit te oefenen.”
Karaçay wist na jarenlange ervaring dat de journalistiek niet hetzelfde was als het ondernemerschap. Hij vergeleek geen appels met peren. Hij zet zich vol overgave in om de Eenheid van Turkse Journalisten in Nederland op de richten. “De waarheid hoeft geen verklaring!”.
Voetbal
Karaçay is ook sportjounalist. Hij was aanwezig bij de Wereldkampioenschappen in 1974 in Duitsland en is ook in 1978 te Argentinië (in 1980 mini-kampioenschappen in Uruguay), in 1982 te Spanje en in 1994 te Amerika geweest. Ook ging hij als sportjounalist naar de Europese Kampioenschappen in 1972, 1976, 1980, 1984, 1988, 1992 en 2000. Uiteraard heeft hij veel wedstrijden gevolgd waar het Nederlandse of het Turkse elftal in speelde voor Europese bekers.
Documentaires TRT
İlhan Karaçay is de afgelopen jaren vaak op het Turkse televisiekanaal TRT te zien geweest. De in het centrum van İzmir gestationeerde TRT BELGESEL (TRT DOCUMANTAIRES) heeft Karaçay aangeboden om in het buitenland documentaires te maken. Zonder aarzeling heeft hij dit aanbod geaccepteerd.
Het eerste project was een 5-delige serie genaamd ‘Uzaktaki Dostlar’ (Verre Vrienden).
De serie gaat over de plaatsen Turkije, een Nederlands dorp, Faymonville, een Belgische plaats waar elke jaar een Turks Festival wordt georganiseerd, Moena, een Italiaanse stad waar jaarlijks de Janitsaar (Turkse infanterie-Yeniçeri) wordt herdacht middels een Turks festival en de plaatsen Osmanville en Turqueville in Frankrijk.
Allereerst werd de serie alleen op het documentairekanaal van de TRT vertoond. Later is de serie op alle TRT kanalen vertoond en wordt nog herhaald.
Het tweede project voor TRT BELGESEL was een serie genaamd İZLER (SPOREN) wat refereert naar de sporen van de Ottomanen. Om de interessante onderwerpen van deze serie te belichten zijn de landen Hongarije, Oostenrijk, Duitsland, Nederland, Frankrijk, Italië, Finland, Rusland, Oost-Turkestan en Afghanistan bezocht.
Italië, waar de Etrusken, de voorvaderen van de Romeinse beschaving, welke de Egeïsche regio van Anatolië bereikte, kreeg ook aandacht.
In Hongarije zijn opnames gemaakt over de avonturen van Atilla de Hun en het bewind van de Ottomanen. Ook wordt aandacht gegeven aan het, van Turkse origine, Turan Festival welke in 28 landen wordt gevierd.
In Nederland zijn opnames gemaakt over de geschiedenis van de tulp die uit Turkije naar Nederland kwam. Verteld is het verhaal over de eerste persoon, Busbecq, die de tulpenbol naar Nederland bracht. Tijdens de opnames heeft het TRT-team het ‘verloren’ graf van Busbecq ontdekt in een kerk in een Frans dorpje, welke tevens zijn naam draagt, laat Karaçay weten.
Ook is er aandacht besteed aan de Ottomaanse schilderijen welke in het Rijksmuseum hangen.
In Frankrijk is het kasteel waar Cem Sultan, de zoon van Fatih Sultan Mehmet, die daar in ballingschap leefde, gevonden. Ook is zijn verhaal verteld. In Frankrijk is ook het oord van Attila de Hun gevonden.
In Wenen zijn verschillende musea bezocht en de sporen van de Ottomanen ontdekt.
Hetzelfde geldt ook voor Duistland waar in het bijzonder de omgeving van Berlijn Ottomaanse sporen zijn getoond.
İlhan abi
Veel Turkse media-mensen die in Nederland komen, komen bij İlhan Karaçay langs. Zijn Turkse collega’s bedanken Karaçay vanwege zijn behulpzaamheid en gastvrijheid.
Karaçay is tevens een ‘abi’ (grote broer) voor zijn collega’s in Nederland, is veelvuldig te horen onder Turkse journalisten in Nederland.
GAZETECİ.nl’de yılın Röportajı: Gazeteci İlhan Karaçay ile özel söyleşi
Duayen gazeteci İlhan Karaçay ile özel röportaj:
”Hollanda’daki 50 yılı aşkın zaman biriminde, burada yaşayan Türk kökenliler arasında yaşanan, siyasi, dini ve dünyevi anlaşmazlıklar çoğu zaman çok can sıkıcı olmuştur. Yaratılmış olan biz insanlar, karekter ve huy olarak, tüm canlılardan daha farklıyızdır. Bizi yaratan, diğer canlılarla barışık bir yaşam sürmemizi istemiş olmasına rağmen biz insanlar, birbirimize şiddet uygulayarak üstünlük sağlamaya çalışmışızdır’
Karaçay, bu kavgaların neresinde?
(Bu röportajın Hollandacası en altta)
Hollanda’ya Türk işçi göçü, 1960’lı yılların başında başlamıştır. İki ülke arasındaki işçi sözleşmesi ise 1964 yılında imzalanmıştır. Yani tam 54 yıl önce.
Türkler, Hollanda’daki zorlu yılları atlatıp, kendi sorunlarını halletmeye başlayıp refaha kavuştuktan sonra siyasi ve dini bir kutuplaşma içine girdiler.1980 darbesi öncesinde başlayan bu kutuplaşmalar günümüze kadar devam etti. Türkler arasındaki kutuplaşmaların ortadan kaldırılması için devletimiz tarafından hiçbir girişim olmadı. Bazı akil insanlarımızın kısıtlı gayretleri de sorunun çözümlenmesine yetmedi.
Hollanda Türk göçü tarihinde, adı en çok geçmiş ve geçecek olan ve adı Hollanda ile özdeşleşmiş olan gazeteci ilhan Karaçay da bu akil insanlardan biri. İlhan Karaçay gerek ilk dönemlerde ve gerekse şimdilerde, pek çok konuda başrol oynayan isimlerden biri. Bu nedenle, Karaçay ile bu konuları içeren röportajı gerçekleştirdik.
Gazeteci.nl: İlhan Bey, Hollanda’da yaşadığınız süre içinde pek çok olayı yaşayarak yazdınız ve görüntülediniz. Hollanda’daki Türkler arasında meydana gelen olaylar içinde kavgalar da var. Nedir bu kavgaların içyüzü?
İlhan Karaçay: ”Hollanda’daki 50 yılı aşkın zaman biriminde, burada yaşayan Türk kökenliler arasında yaşanan, siyasi, dini ve dünyevi anlaşmazlıklar çoğu zaman çok can sıkıcı olmuştur. Yaratılmış olan biz insanlar, karekter ve huy olarak, tüm canlılardan daha farklıyızdır. Bizi yaratan, diğer canlılarla barışık bir yaşam sürmemizi istemiş olmasına rağmen biz insanlar, birbirimize şiddet uygulayarak üstünlük sağlamaya çalışmışızdır. Vahşi doğayı bilmem ama, biz insanlar önce kendimiz ile, sonra da diğer insanlar ile barışık olmalıyız. Yaşadığımız gök kubbenin altında, kimsenin kimseden üstünlüğü olmamalıdır. Bunun aksi, bizi barışa değil, savaşa götürür. Anlaşamayan insanların, aralarındaki ihtiafı çözmek için saygın aracılara veya yargıçlara ihtiyaç vardır. Ama ne yazık ki, bazı insanları ne saygın arabulucular ve ne de yargıçlar barıştıramıyorlar.”
Gazeteci.nl: İlk yıllarınızdan biraz söz eder misiniz?
İlhan Karaçay: ”1966 yılında 4 ay turist olarak kalıp Türkiye’ye geri döndüğüm ve sonradan 1967 yılının 10 kasımında yeniden geldiğim Hollanda’da, tam 51 yıldır yaşıyorum. Buraya gelir gelmez başladığım gazetecilik yaşamımda, ilişki içinde olduğum yurttaşlarım arasında, ne dini ve ne de siyasi bir farklılık gözetmeden iş yaptım. Yardımlarına koştuğum yurttaşlarımız arasında da ayrımcılık yapmadım. İlk yıllarda büyük zorluklar çeken yurttaşlarımıza, sadece yayın yoluyla değil, kişi ve mercilerle bizzat temas kurarak yardımcı olmaya çalışıyordum. Gazetelere yazıyor ve televizyonlarda programlar yapıyordum. Epeyi de ünlenmiştim. Eee, insan halidir, kimi uzun burnumu, kimi saç özürlülüğümü öne sürerek beğenmemiş olacağı gibi, beni beğenen ve takdir edenler olmuştur.” Yurttaşlarımızın bir kısmı, Hollanda’daki sorunların hafiflemesinden sonra, buradaki sorunları bir kenara bırakıp, anavatandaki siyasi ve dini çekişmelere odaklanmışlardı. Sağcı ve solcu kavgası buralara da sıçramıştı.
Gazeteci.nl:Neydi bu sağcılık ve solculuk konusu?
İlhan Karaçay: ”İsterseniz önce, bu sağ ve sol kavramının nereden kaynaklandığını anlatayım: Fransa’nın bilmem kaçıncı Kralı Louis’in , meclis kararlarını sürekli veto etmesini önlemek için özel bir oturum yapılıyor. Değişime açık olmayan muhafazakar kesimle, monarşiyi destekleyen, kralın veto hakkının olmasını isteyen ve genel anlamda toplumun kaymak tabakasında olan insanlar ‘sağ’ tarafa oturdular.O zamanki toplum düzeninin ilerici görüşlü burjuvazi temsilcileri, köylü hakkını ve ileriyi savunan, değişimi isteyen temsilciler de ‘sol’ tarafa oturdular. Anlayacağınız, o günden bu güne, ileriyi, değişimi, yeniliği, hak ve özgürlüğü, en önemlisi ise herkesin eşit olduğunu savunan insanlara ‘solcu’, muhafazakar olan, değişime, yeniliğe, hak ve özgürlüklere ve eşitliğe yakın olmayan insanlar da ‘sağcı’ olarak nitelenmeye başlandı. Tabii ki bu anlatım, Amerika’da başka, Asya’da başka ve Avrupa’da başka türlü de yorumlanıyor.”
Gazeteci.nl:O dönemlerde Hollanda’daki Türkler’in durumu neydi?
İlhan Karaçay: ”O zamanlar, işte böyle sağcı ve solcu diye nitelenenler arasında kıyasıya bir çekişme başlamıştı. Türkiye’deki anarşik cinayetler korkusu, Utrecht’te bir futbol maçı sonrasında yaşanan cinayet ile Hollanda’ya da taşınmıştı. Zira o zaman, siyaseti futbola karıştırmak istemeyen Muzaffer Çavuşoğlu adlı bir gencimiz, bir siyasi grubun gadrine uğramış ve futbol sahasında öldürülmüştü.”
Gazeteci.nl:Bu olay karşısında sizin tutumunuz neydi?
İlhan Karaçay: ”O zamanki siyasi çekişmeler cereyan ederken, ben bu çekişmelerde ne sağcılardan yana oldum ne de solculardan yana. Böyle olunca da, beni kendilerinden olmadığım için, iki grup da düşman belledi. Özellikle ‘Düşman’ diye yazdım. Zira Hollanda polisi, beni önce sağcıların, bir yıl sonra da solcuların öldüreceği ihbarları ile iki defa korumaya almak istemişti. Ben her iki koruma isteğini ret etmiştim. ‘Benim yurttaşlarım bana kızarlar ama, beni öldürecek derecede düşmanlık yapmadığım için bunu yapmazlar’ dedim. Buna rağmen polis beni, kurşun geçirmez çelik yelek giymem için zorladı. Aylarca kilolarca ağılıktaki çelik yelek ile dolaştım. Ne mutlu ki bana hiçbir saldırı olmadı ve o yıllar mazide kaldı.
Gazeteci.nl: Yanlış istifhamları ortadan kaldırmak için soruyorum. O zaman İslam’a bakışınız nasıldı?
İlhan Karaçay: ”Hollanda’da, İslam inancında olan Müslümanlar, namaz kılmak için önce mescit yerleri, sonra da cami isteğinde bulundular. Müslümanlar dernekleşmeye başladılar. Dernekler kuruldu. Daha sonra dernekleri bir çatı altında toplayan Federasyon kuruldu. Daha sonra da Federasyonlar’ın birleştiği Konfederasyon kuruldu. İbrahim Görmez, hem federasyonda ve hem de konfederasyonda başkanlık yapmıştı. Ben o zamanlar gerek televizyondaki yayınlarımda ve gerekse Hürriyet’teki yayınlarımda hep yurttaşlarımızdan yana oldum ve destekledim. Ülkede, Katolikler, Protestanlar, Evangelistler ve Yahudiler için TV ve Radyo yayınları vardı ama Müslümanlar için yoktu. Bunun mücadelesi başladı.
Ben yukarıdaki tüm faaliyetlerde gerek gazetemde ve gerekse TV programlarımda hep destekçi oldum. Ama ne yazık ki, o zamanlar Hürriyet gazetesini düşman, Tercüman gazetesini dost bilen bazı kişiler, bana çok uzak durdukları için beni anlayamadılar.”
Gazeteci.nl:Sizin NOS’ta Pasaport programını yaptığınız dönemde, Hollanda televizyonunda YONEKO adlı bir film yayınlanmıştı. O kunuyu burada açıklar mısınız?
İlhan Karaçay: ”1978 yılının mayıs ayında, EO adli Evangelist TV İstasyonunun, sırf Hıristiyan propagandası yapılan YONEKO adlı İngilizce bir filmin, özellikle Türkçe alt yazılı yayınlayacağını öğrendiğim zaman, gerek kendi TV yayınımda ve gerekse Hürriyet’te ‘Neden ille de Türkçe’ diye protesto etmiştim. Ama ne yazık ki sırf Tercüman okuyan ve benim yayınlarımdan habersiz olanlar, NOS Televizyonunda çalıştığım için, o yayını da benim yaptığımı sanarak bana çok ağır ve çirkin iki mektup göndermişlerdi. Zıra, Türkiye’de o zaman TRT ne ise, burada da NOS televizyonunun konumunu aynı zannedenler, diğer yayın kurumlarının kendi ideoloji ve inançları doğrultusunda yayın yaptıklarını bilmiyorlardı. Her televizyon kanalında yayınlanan programda benim parmağım olduğunu sanıyorlardı.”
İlhan Karaçay: ”Tabii ki. Gün geldi, yukarıda anlattığım bilinmeyenler, bilinir hale geldi. Ne mutlu ki, o zamanlar Türk İslam ve Kültür Dernekleri Federasyonu Başkanlığı ve İslam Yayın Kurumu Başkanlığı yapmış olan İbrahim Görmez, ‘Senin değerini o zaman bilemedik. Nifakçılar seni hedef almışlardı. Şimdi senin İslam’a ve devletimize ne kadar yararlı olduğunu daha iyi anladık.’ deme medeniyetini gösterdi. Sağolsun İbrahim Görmez…” Hollanda’da, geçmişte yapmış olduğunuz toplumsal ve bireysel yardım faaliyetlerinize biraz sonra gireceğim. Şu anda yaşananlar çok önemli.”
Gazeteci.nl: Nedir şimdi yaşananlar ve nedir bu kavgalarda sizin yeriniz?
İlhan Karaçay: ”O zamanki kavgalarda, yerimin ne olduğu anlaşılmıştır sanırım. ‘Ne sağcıyım ne solcu, futbolcuyum futbolcu’ yakıştırmasına uygun bir yerdeydim. Bazıları buna ‘renksizlik’ diyordu ama, benim ne kadar renkli olduğumu bilenler de vardı. İçinde bulunduğumuz kavgalara ve bu kavgalarda benim yerimin ne olduğuna gelince: Refah düzeyi artan yurttaşlarımız, buradaki sorunlarından bir nebze kurtulduktan sonra, particiliği, inanç ayrıcalığını ve hatta Türkiye’deki futbol takımı sevdasını abartılı bir hale getirdiler. Daha önce bu konularda arada bir tartışanlar, sosyal medyanın yaygınlaşmasından sonra, birbirlerine hakaret etmeye başladılar. Eski dostlar düşman olmaya başladı. Bırakın siyasi ve dini düşünceyi, Fenerbahçeli ile Galatasaraylı bile birbirlerine düşman oldular. Ben Beşiktaşlı olduğum halde, Hollanda Beşiktaşlılar Derneği’ne üye bile olmadım. Çünkü ben işimde tarafsızlığımı inandırıcı bir şekilde ortaya koymalıydım.”
Gazeteci.nl:Son günlerdeki kargaşa hakkında neler diyeceksiniz?
İlhan Karaçay: ”15 Temmuz darbe girişiminden sonra ise, bir Erdoğancı-Fetöcü kavgası patlak verdi. Gruplar arasında çekişmeler ve hatta ufak tefek atışmalar meydana geldi. Hollanda’yı yönetenler bu durumdan rahatsız oldu. Araştırmalar yapıldı. Türk kuruluşlarından beşi, Başbakan yardımcısı Ascher’in emriyle araştırıldı. Pek çok konuda polis devreye girdi. Bakanlık ve istihbarat elemanları Türkler arasında mekik dokumaya başladı. Sonra şikayetler, dedikodular ve iftiralar baş gösterdi. Türkler, sosyal medyada birbirleri ile kabaca tartışmaya başladılar. Herkes birbirini suçluyor ve bir paye yakıştırıyordu. Tam anlamıyla, çok rahatsız edici bir durum söz konusuydu. Eskiden komuşularıyla muhabbet içinde yaşayan insanlarımız, şimdi o komuşularının yarısını kaybetmiş durumda. İnsanlar birbirlerine düşman gibi bakıyorlar.”
Gazeteci.nl:Sosyal medyada da bir kavga sürüp gidiyor. Nedir buradaki sorun?
İlhan Karaçay: “Yukarıdaki olumsuzluklar yetmezmiş gibi, eline kalem alan (Daha doğrusu bilgisayar veya akıllı telefon kullanan) bir yığın insan yorumlar yazmaya başladılar. Kimi Facebook’ta, kimi Instagram’da, kimi WhatsAap’ta, kimi Twitter’de ve Messenger’de yazıp yazıp gönderiyordu. Tabii ki bu ara kendi web sitelerini yayına sokmuş olanlar da vardı. Elindeki kara kalemi istediklerininin üzerine çalıyorlardı. Naçizane şahsım için bile bazen olumsuz satırlar yazılıyordu.
Ben bunları hiç sorun yapmıyordum. Benim için olumsuz yazanlar ile temasa geçiyor, biraraya geliyor ve olumsuzlukları düzeltme yoluna gitmeyi tercih ediyordum. Zira ben, eskiden olduğu gibi, şimdi de hiçbir yurttaşım ile kavgalı olmayı ve kavgalı kalmayı tercih etmiyorum. Kendi meselelerimi, kendime özgü tavır ve hareketlerimle halletmeye çalışıyorum.”
Gazeteci.nl:Siz bu konularda akıllı davranıyorsunuz. Peki diğerleri ne yapıyorlar?
İlhan Karaçay: ”Ne var ki, aynı yayınlardan rahatsız olan bazı dostlar, web sitelerinde kendilerini yeren kişilere karşı harekete geçtiler. ‘Kamuoyuna’ diye bildiriler yayınladılar ve kendileri için kötü yazanlara karşı sert yanıt verdiler.
İşte o saatten sonra olanlar oldu. Bu kez web sitesi yazarları karşı hücuma geçti. Ama yazılanlar arasındaki kelimeler yenilir içilir cinsten değildi. Ağır hakaretler ve kişisel ailevi suçlamalar çok can sıktı. ‘Kamuoyuna’ duyurusunu yazanlar, daha sonra bunu bir imza kampanyasına dönüştürdü. Site yazarları bu kez imza atanlara saldırdı. Tabii ki tüm bu olanlar, Hollanda’yı yönetenlerin gözünden kaçmadı. İstihbaratçılar, patronlarına bilgi vermek için bu konuyu da araştırmaya başladılar bile.”
Gazeteci.nl:Bu konuda sizin görüşünüz nedir?
İlhan Karaçay: ”Yalan söylemeyeyim. ‘Kamuoyuna’ diye başlayan bildiriye neden imza atmadığımı soranlar olduğu gibi, ‘imza atma’ diyenler de oldu. Ben her iki tarafa da, kimsenin etkisi altında kalmayacağımı, her hareketimi kendi sağduyumla yapacağımı ve bu gidişatın hiç hoş olmadığını ve hatta çok kötü olduğunu belirttim. Bu sorunun küfürleşme ve yargıyla çözümleneceğine inanmıyorum. Benim aleyhime de yazılanlar olduğu halde, bu sorunun diyalog ile çözüleceğine inanıyorum.”
Gazeteci.nl:Siz bu konuda nerede duruyorsunuz?
İlhan Karaçay: ”Akil bir dost bana şu tavsiyede bulundu: ”Bak İlhan, sen her zaman olduğu gibi bu kavganın dışındasın ve hatta üstündesin. Yoluna böyle devam et.”. Ben de tıpkı 51 yıldır yaptığım gibi, yurttaşlarımız arasında gelişmekte olan bu kavgaların dışında kalıyorum. Bana, eskiden olduğu gibi ‘Renksiz ve korkak’ diyenler çıkacaktır. Ama beni yakından tanıyanlar ne kadar renkli ve ne kadar da cesur olduğumu ifade edeceklerdir. Zira ben, Hollanda’daki Türkler’in tarihi yazıldığı zaman, İlhan Karaçay adının tertemiz yazılması dilemekteyim”
Medya kontrol edilecek!
Gazeteci.nl:Hollanda ve Avrupa’daki ana akım medya ve sosyal medya konusundaki son durum nedir, önlemler alınıyor mu?
İlhan Karaçay: ”Sosyal medyada hakaret ve iftira içeren yayınların ortadan kaldırılması için Avrupa Birliği ülkeleri ortak bir çalışma içine girdiler. Facebook, Twitter, Instagram, WhatsAap ve Messenger aracılığı ile yapılan hakaretlerin, bir hafta içinde kaldırılmaması halinde büyük cezalar konulacak. Ayrıca, Hollanda’nın üçüncü büyük gazetesi De Volkskrant, I&O Araştırma şirketine ,‘Yalan haberlerin toplumsal tartışmalara etkisi’ konulu bir araştırma yaptırdı.
Annieke Kranenberg tarafından kaleme alınan araştırma sonuçlarına göre, her üç Hollandalı’dan birisi, yalan haberle doğru haber arasındaki farkı ayıramıyor. Araştırmaya katılanlardan sadece yüzde 29’u, yalan haber ile doğru haberin farkına varabiliyor. Hollandalılar’ın yüzde 82 gibi ezici bir çoğunluğunun yalan haberlerden rahatsız oldukları, yalan haberlerin, demokrasi ve hukuk devletinin işleyişini tehdit ettiğini söylüyorlar. Okuyucunun genelde şuurlu olduğu, her habere hemen inanmayacağının altı çiziliyor. Örneğin, okuyucunun kendi ifadesine göre, Facebook’da yayınlanan haberlerin yüzde 71’i yanlış olabilir.
Gazeteci.nl:Peki, diğer Avrupa ülkeleri ne yapıyorlar bu konuda?
İlhan Karaçay: ”Yalan haberler, diğer Avrupa ülkelerinde de buradan farklı değil elbette. Yalan haberler ile mücadelede Hollanda ağır davranırken, Fransa ve Almanya sert önlemler alıyorlar. Geçen ay Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron, yalan haberlerle ilgili yeni bir yasanın yürürlüğe gireceğini söyledi. Macron’un seçimler sürecinde yalan haberlerden canı yanmıştı tabiiki. Almanya da geçtiğimiz günlerde konuyla ilgili bir yasa sundu. Sosyal medyada nefret içeren haberleri yayından kaldırmayanlara ağır para cezası verilecek ve hesapları kapatılacak. Sahte ve yalan haberler için, Avrupa Komisyonu bu yıl bir dizi yaptırımlar getirecek. Komisyon, alanında uzman olan 39 kişi tesbit ederek çalışmalarına başladı. Brüksel’in vereceği karar, Avrupa ülkelerini harekete geçirecektir.Kişilerin yalan haberler karşısında zarar görmemesi, toplumsal düzeni zedelememesi, hukuken keskin önlemler alınması, hiç kimsenin yalan haberlerle başkalarının yaşam hakkını engellememesi için önlemler alınıyor.”
Gazeteci.nl:Sosyal medyada en çok rahatsızlık veren konu nedir?
İlhan Karaçay: “Bazı haber portallarını yönetenler, birisi hakkında kötü düşünülmesi için, kendi görüşlerinde ziyade, tribünlerde oturan hayalı insanları konuşturarak haber yapıyorlar. Ama artık bu taktiğe kimse inanmamaktadır.
Bu konuya dikkat edilmesini ve insanları sırf intikam almak için karalama kampanyası yapılmamasını diliyorum
Geçmişte yaşananlar
Gazeteci.nl:Şimdi biraz da geçmişteki toplumsal hizmetlerinizden söz edelim. Hoofddorp’ta Türkler’in bir fabrikada boykot eylemi yaşanmıştı. O sorunu siz çözmüştünüz. Anlatırmısınız?
İlhan Karaçay: ”1975 yılında, Hoofddorp’taki Dam Chips adlı fabrikada 160 Türk işçisi işgal eylemi başlatmıştı. İsveren Türkler’in işine derhal son vermişti ama Türkler fabrikayı terk etmiyorlardı. Olay Hollanda parlamentosunda konu olmuştu. Medya sırf bu konuyla meşguldu. Sendikaların girişimleri fayda etmiyordu.
Türkler’in ikamet ettikleri Haarlem kentine gittim. Türkler ile uzun uzun konuştum. Daha sonra fabrikanın patronunu aradım ve olayı her iki tarafı mutlu edecek bir şekilde sonlandıracağımı bildirdim. Patron önce görüşmeyi kabul etmedi. Birkaç kez daha aradım. Sonunda kabul etti. Türkler ile fabrikada toplandık. Sonuçta barışı sağladık. Ertesi gün Hollanda medyası, ‘Hiç kimsenin yapamadığını, Türkler’in ombudsmanı gazeteci İlhan Karaçay yaptı ve barış sağlandı’ haberini yayınladılar.
Gazeteci.nl:Hollanda Kraliçesi Juliana’ya yazdığınız bir mektup hafızlardan silinmedi. Neydi o kunu?
İlhan Karaçay: ”1975 yılının mart ayında, Helmond kentindeki bir okulda Türk öğrencilere büyük bir haksızlık yapılmıştı. O zamanlar her cumartesi günü Türk çocuklarına Türkçe ders ve İslam dini öğretiliyordu. Okul yönetimi bu durumu yasaklamıştı. Hollanda yine ayağa kalkmıştı. İşte o zaman ben Kraliçe Juliana’ya bir mektup yazmıştım. O mektup da Hollanda medyasında geniş yer buldu ve sonra da dersler yeniden başladı.
Gazeteci.nl:Sizin kaçak işçilere af konusunda da çalışmalarınız oldu. Anlatır mısınız?
İlhan Karaçay: ”1973 yılında, Hollanda’da ikamet ve çalışma izni olmayan ve ‘Kaçak işçi’ olarak adlandırılan insanlar için genel bir af verilmesi için bir komisyon oluşturmuştuk
Ben o zaman bu af için ‘Generaal pardon’ sözcüğünü seçmiştim. Bu sözcük Hollandalılar’ın diline pelesenk olmuştu. O zaman Hollanda’da çok ünlü bir İspanyol asıllı sendikacı vardı. Daha sonra ülkesine dönen ve orada Bakan olan bu ünlü sendikacı da bana ‘Bay General Pardon’ adını yakıştırmıştı.
O çalışmalar semersini vermiş ve daha sonra kaçak işçiler için af çıkmıştı.
Gazeteci.nl:Hollanda hükümeti, Türkiye’de yaşayan Türk çocukları için daha az çocuk ödeneği verilmesini istenmişti. Bu konuyu da anlatır mısınız?
İlhan Karaçay: ”1976 yılında, Hollanda Sosyal Güvenlik Bakanlığı’nda bir komisyonda yer almıştım. O zamanki hükümet, Türkler’in Türkiye’de yaşayan çocukları için, normalden daha düşük çocuk parası ödeneği verilmesi için bir çalışma yapıyordu. Gerekçe: Türkiye’de süt, sebze ve meyve daha ucuzdu. Ben ise o komisyonda, Türk çocuklarının Türkiye’de daha ucuz yaşamadıklarını, aksine, ebeveynler Avrupa’da olduğu için, Türkiye’de bıraktıkları çocuklar için daha fazla para harcadıklarını anlatmıştım. Benim anlatımım, hükümetin bu plandan vaz geçmesi için yeterli olmuştu.”
Gazeteci.nl:Bir de Zwarte Markt (Kara Pazar) konusu var. Neydi o konu?
İlhan Karaçay: ”1983 yılında, Beverwijk’te kurulan dünyanın en büyük pazar yerinin kuruluş çalışmalarında ben de yer almıştım. Hollandalı girişimci Bart van Kampen pzarcılık yapıyordu. Zaandam kentindeki Bruynzeel fabrikasının avlusunda pazarcılık yapan Türkler’e yasak gelince, Bart van Kampen bana gelmiş ve Beverwijk kasabasındaki pazar yerinde Türkler’e yer vermek istediğini belirtmişti. Ben o zaman tanıdığım pazarcı Türkler’e ulaştığım gibi, Hürriyet ve Tercüman gazetelerine verdiğim ilanlar ve her tarafa astırdığım afişler ile büyük bir reklam kampanyası başlatmıştım. Daha sonra da Türkiye’den getirdiğimiz sanatçılarla bedava konserler ile binlerce Türk’ü pazar yerine çekmeye başladık. Dünyanın en büyük pazar yeri diyebileceğimiz bu yer, her hafta polis baskınıyla kapatılıyordu. O zaman pazar yerinde 100’ü aşkın Türk standı vardı.
Polis baskınlarından kurtulabilmek için bir komisyon oluşturduk ve zamanın İçişleri Bakanı’a gittik. Bakan, ‘Nuh’ diyor ama ‘Peygamber’ demiyordu. Pazar gününün insanlar için istirahat günü olduğunda israr ediyordu.
O sırada ben söz aldım: ‘Sayın Bakan, Scheveningen, Noordwijk ve Katwijk gibi yerlerde pazar günü dükkanlar neden açık’ diye sordum. Bakan tam istediğim yantı verdi: ”Oradaki dükkanlar yabancılar için açık.”
Ben de cevabı hemen yapıştırdım: ‘İyi ama sayın Bakan, Kara Pazar denen yere hep yabancılar geliyor. Yabancıların Hollanda’da yararlanabilecekleri rekreasyon yerleri çok kısıtlı. Pazar yerine gelen yabancılar çocukları ile birlikte eğlenebiliyorlar. Ayrıcai yüzden fazla Türk işyeri açmış ve yüzlercesine de iş imkanı sağlamış durumda. Beni dikkatle dinleyen Bakan, elini masaya vurarak ani ve kesin kararını verdi: ”O zaman sadece Türk pazarı açık kalabilir.”
“Komisyondaki Hollandalılar itiraz edecek oldular ama, araya girerek, ‘Durun itiraz etmeyin. Bugün Türk pazarına izin verildi, yarın da Hollanda pazarına izin çıkar’ dedim. Daha sonraki aylarda gerek belediye ile ve gerekse Bakanlık mensuplarıyla yapılan görüşmelerden sonra Hollanda pazarı da açık kaldı. Ve o günden sonra Türk pazarı cumartesi ve pazar günleri hala faaliyet gösteriyor.”
Gazeteci.nl:Bir de pazar yerindeki Türkler’in boykot eylemi vardı?
İlhan Karaçay: ”Türk pazarcılar, pazar yeri sahibi Van kampen’in kira sözleşmelerinden hoşnut değildiler. Başı çeken bir Türk pazarcı, Türkler’e ‘Boykot’ kararı aldırdı. Ertesi gün pazar yerine gelenler pazara giremediler. Uzaklardan pazar yerine gelenler boşuna gelmiş oldular. Kaldı ki, pazarın tanıtımı için büyük emek ve masraf sarfedilmişti. Pazar yeri sahibi Bart van Kampen.ikinci hafta da boykotu sürdürmesi beklenen Türkler’i bu fikirden va geçirmek için beni aradı. Cumayı cumartesiye bağlayan gece pazar yerine gittim. Türk esnafı bir araya getirdim ve pazar yerine gelen binlerce kişinin bu hafta da geri dönmesi halinde, pazara bundan sonra hiç kimsenin gelmeyeceğini ve sonunda herkesin kaybedeceğini belirttim. Başı çeken Türk itiraz eder gibi oldu ama, esnafın büyük çoğunluğu bana inandı ve boykot sona erdi. Ertesi sabah beni arayan van kampen banka hesabımı istedi. Bana gece çalışması için bir honorerya gönderecekti. Kendisine teşekkür ettim ve havale edeceği parayı ret ettim.”
Sonuç
İlhan Karaçay’ın 2002 yılında Kraliçe Beatrix’e yazdığı, 2017 yılında da şimdiki Başbakan Rutte’ye yazdığı mektuplar da, Türk ve Hollanda toplumunun barış içinde yaşayabilmeleri için, iyi niyetle yazılmış mektuplardı.
Hollanda’daki yaşamı boyunca, toplumsal konularda olduğu gibi, bireysel konularda da pek çok çalışmaları olan Karaçay, yurttaşları için işveren kapılarında, hastane kapılarında, karakol kapılarında ve akla gelemeyecek bir çok kapıda mücadele verdi.
Karaçay’ın bu faaliyetleri tabii ki Hollanda-Türk tarihinde yerini alacaktır.
********************
Nederlands-Turks ervarend journalist İlhan Karaçay: ‘Nederland moet Turkije dankbaar blijven voor alles’
Verschillen Turken en Nederlanders veel van elkaar?
Moet Nederland Turkije dankbaar blijven voor alles?
Waarvoor eigenlijk?
Waarom ruziën Turkse Nederlanders met elkaar?
De Turks-Nederlandse journalist İlhan Karaçay doet zijn verhaal in een uniek interview met dit nieuwsmedium.
Hij duikt er diep in: hoe reageert de Turk op een scheldwoord?
Hoe reageren Nederlanders op beledigingen?
Ook wordt aandacht besteed aan voormalige problemen van de eerste Turken in Nederland en worden woorden gewisseld over de strijd tegen nepnieuws.
De migratie van Turkse gastarbeiders naar Nederland begon begin jaren zestig. Het arbeidscontract tussen de twee landen werd ondertekend in 1964. Dat is precies 57 jaar geleden.
Na zware jaren in Nederland pakten de gearriveerde Turken eigen problemen aan. Zij vestigden zich steeds beter in Nederland en trokken zich terug naar hun eigen politieke en religieuze hoeken. Deze polarisaties, die begonnen in het begin van de Turkse staatsgreep in 1980, worden tot op de dag van vandaag voortgezet. Er werden geen pogingen ondernomen om de polarisatie tussen Turken weg te nemen”, laat de prominente Turks-Nederlandse journalist İlhan Karaçay weten.
Inspanningen van sommige intellectuelen waren volgens hem niet voldoende om dit probleem op te lossen. Karaçay is ook een van die intellectuelen. Zijn naam wordt geassocieerd met Nederland en de Turkse immigratie. Karaçay is een van de namen die zowel vroeger als nu in veel onderwerpen een leidende rol speelt en een voortrekkersrol op zich heeft genomen.
-U heeft veel dingen meegemaakt tijdens uw verblijf in Nederland. U maakte hier als journalist vele berichtgevingen en fotoreportages over. Er zaten daar ook conflicten tussen van Turken in Nederland. Wat is de kern van deze ruzies?
-“In de afgelopen vijftig jaar hebben politieke en religieuze geschillen en meningsverschillen tussen Turkse mensen die in Nederland wonen vaak voor vervelende situaties gezorgd. Wij als mensen verschillen in karakter en gewoontes van andere levende wezens. Ondanks het feit dat onze schepper van ons verwacht dat we met elkaar in harmonie samenleven, proberen wij steeds superieur te zijn over de ander. Daar kwam ook geweld aan te pas”, vertelt Karaçay.
“Ik ken de wilde natuur niet, maar wij mensen moeten eerst vrede sluiten met onszelf en daarna met andere mensen. We leven samen op deze aardbol. Niemand mag zich hoger zien dan de ander. Want dat leidt niet tot vrede maar tot oorlog. Bij geschillen moeten gerespecteerde tussenpersonen of rechters de zaak oplossen. Maar helaas, soms zijn die bemiddelaars ook niet genoeg voor verzoening tussen mensen.”
-Wilt u ons iets vertellen over uw eerste jaren in Nederland?
-“In 1966 verbleef ik vier maanden als toerist in Nederland, waarna ik terugkeerde naar Turkije. Op 10 november 1967 bezocht ik Nederland opnieuw. Sindsdien leef ik 51 jaar hier. Ik begon als journalist en maakte geen onderscheid tussen mijn landgenoten en mensen met verschillende politieke en religieuze opvattingen. Ik probeerde iedereen te helpen en discrimineerde daarbij niemand”, laat de Turks-Nederlandse journalist weten.
“Onze landgenoten hadden het zeer moeilijk in hun eerste jaren in Nederland. Ik sprak persoonlijk met ze. Ik schreef voor kranten en produceerde tv-items. Ik werd heel beroemd. We blijven mensen: sommige mochten me niet vanwege mijn lange neus of “kaal” hoofd, maar er waren ook mensen die me wel mochten en waardeerden.”
-Uw landgenoten richtten zich na verlichting van hun problemen in Nederland meer opde politieke en religieuze conflicten in hun thuisland. Aanhangers van linkse en rechtse ideologieën begonnen ook hier te ruziën. Wat was dat?
-“Laat ik jullie eerst vertellen waar het onderscheid tussen rechts en links vandaan komt. De Franse koning Louis ‘de zoveelste’ organiseerde steeds een speciale zitting om te voorkomen dat parlementaire beslissingen werden geblokkeerd. De conservatieven die tegen verandering, voor monarchie en een koning met vetorecht waren, zaten bij deze zitting aan de rechterzijde. Zij hadden het makkelijk in de samenleving. Aan de linkerzijde namen de vertegenwoordigers van de bourgeoisie, rechtsverdedigers van boeren en dorpelingen en mensen die hervorming wilden plaats”, legt Karaçay uit.
“Sinds deze periode staat links voor hervorming, innovatie, rechten en vrijheden en het belangrijkste: voor gelijkwaardigheid. Mensen die conservatief zijn en niet open staan voor verandering, innovatie, rechten en vrijheden worden rechts genoemd. Natuurlijk is dit verhaal anders in Amerika en Azië.”
-En nu terug naar de Turken in Nederland, hoe zat het bij hun?
-“In Nederland was er ook een felle rivaliteit tussen rechtse en linkse mensen. De vrees voor anarchistische moorden in Turkije bereikte ook Nederland, toen na een voetbalwedstrijd in Utrecht Muzaffer Çavuşoğlu werd vermoord. Çavuşoğlu wilde politiek niet mengen met sport, maar werd door een politieke groep vermoord op het voetbalveld.”
-Wat vond u van deze gebeurtenis?
-Karaçay: “In die tijd van politieke converse was ik noch voorstander van rechts noch van links. Beide kanten riepen mij uit tot hun vijand, omdat ik geen kant koos. Ik schreef hierover een artikel met als titel ‘de vijand.’”
“Na berichten dat eerst de rechtse mensen en daarna een jaar later de linkse mensen mij wilde vermoorden, werd mij door de Nederlandse politie tweemaal bescherming aangeboden. Ik verwierp beide verzoeken. Ik gaf aan dat mijn landgenoten wel woedend op me konden zijn, maar niet zo ver zouden gaan om me te doden. Desondanks dwong de politie mij om een kogelvrij vest te dragen. Ik liep maandenlang met een zware stalen vest. Gelukkig ben ik niet aangevallen en zijn die tijden voorbij.”
-Om misverstanden te voorkomen, wat was toen uw kijk op de Islam?
-“In Nederland zochten moslims naar gebedsplekken en later naar moskeeën. Moslims begonnen zich te verenigen. Ze stichtten verengingen op en daarna koepelorganisaties en federaties. Later kwam ook een confederatie. İbrahim Görmez was toen voorzitter van zowel de federatie als de confederatie. Ik was verslaggever bij een televisiezender en bij het dagblad Hürriyet. Ik steunde mijn landgenoten in mijn publicaties.”
“In Nederland hadden katholieken, evangelisten en joden hun eigen tv- en radiozenders. Moslims niet, waardoor zij hiervoor begonnen te strijden. Ik steunde dat initiatief in mijn tv-programma’s en krant. Helaas zagen sommige mensen Hürriyet als vijand en Tercüman als vriend. Zij distantieerden zich van mij en begrepen mijn opvattingen niet.”
-Ten tijde dat u producer was van het programma ‘Paspoort’ van de NOS, werd op de EO de film Yoneko uitgezonden. Dat zorgde voor veel woede bij Turken. Wat gebeurde er toen?
“In 1978 besloot de Evangelische Omroep (EO) de Engelse bekeringsfilm Yoneko met Turkse ondertiteling uit te zenden. Deze film zit vol met christelijke propaganda. Toen ik dit hoorde, protesteerde ik daartegen in mijn tv-uitzendingen en krant Hürriyet. In mijn artikel kopte ik: ‘Waarom persé in het Turks?’ Ik kreeg twee brieven vol zware en lelijke beledigingen van Tercüman-lezers, omdat ik bij de NOS werkte en voor Hürriyet schreef. Zij dachten dat ik die film had uitgezonden. Zij dachten dat de toenmalige staatszender TRT hetzelfde deed als de NOS. Zij wisten niet dat omroeporganisaties hier aan uitzendingen in overeenstemming met hun ideologie en overtuigingen deden. Ze dachten dat ik achter elk tv-item zat.”
-Denkt u er nu anders over?
-“Natuurlijk. De dag kwam dat alles bekend werd, ook onder niet wetenden. Gelukkig toonde İbrahim Görmez, toen president van de Federatie van Turks-Islamitische en Culturele Verenigingen en de Islamitische Nieuwsdienst, een stukje beschaving en zei dat men toen mijn waarde niet kenden. ‘Je was doelwit van onrustzaaiers. Nu hebben we meer begrip over hoe nuttig u bent geweest voor de Islam en onze staat.’ Bedankt daarvoor, İbrahim Görmez…”
-Voordat we over uw sociale en individuele hulpactiviteiten vragen, nog even iets te melden over de huidige gang van zaken, met name recente ruziën?
-“Ik denk dat het nu duidelijk is wat mijn positie is geweest in eerdere conflicten. Ik ben geen links of een rechtse aanhanger, ik doe slechts mijn werk. Wat betreft de huidige ruziën en mijn plek daarin: na de toenemende welvaart van onze burgers en verlossing van problemen in Nederland, werd men nog partijdiger. Men werd zelfs in Nederland overdreven fanatiek voor het Turkse voetbal.
“Vroeger bleef het enkel bij een discussie, nu is men – met de komst van sociale media – overgegaan tot regelrechte beledigingen. Oude vrienden werden vijanden. Laat staan dat discussies over politiek en het geloof gingen, zelfs fans van Fenerbahçe en Galatasaray in Nederland vlogen elkaar flink in de haren. Ik ben voor Beşiktaş maar ben niet lid van de Nederlandse Vereniging van Beşiktaşfans. Omdat ik geloofwaardig moet zijn en onpartijdig blijf in mijn werk.”
-Wat vindt u van de situatie in Nederland na de mislukte couppoging van twee jaar geleden in Turkije?
-“Na de couppoging van 15 juli 2016 brak er felle ruzie uit tussen de zogeheten Erdoğanisten en FETO’ers. Dit leidde tot serieuze conflicten. Bestuurders van Nederland voelden zich hierdoor ongemakkelijk en startten onderzoeken. Vijf Turkse organisaties werden na bevel van vicepremier Asscher onder de loep genomen. De politie greep vaak in.”
“Ambtenaren van een Nederlands ministerie en de inlichtingendienst bezochten vaak de Turkse gemeenschap. Kort daarna dienden Turken aanklachten tegen elkaar in en begonnen elkaar zwart te maken. Op sociale media discussieerde men er op los, geregeld op brutale wijze. Iedereen beschuldigde elkaar van betrokkenheid. Er was sprake van een zeer ongemakkelijke situatie. Vroeger leefde men in harmonie met de buren. Door de ruzies is men nu de helft van de buren kwijt. Mensen zien elkaar als vijanden.”
-Er woedde recent een online ruzie op sociale media tussen enkele nieuwswebsites en welbekende Turkse Nederlanders. Die begon nadat een van de jongere nieuwssites zijn wapen, de pen, negatief losliet op enkele Turkse Nederlanders. Dit schoot in het verkeerde keelgat bij getroffen Turken in Nederland, die deze acties middels een campagne, gericht aan de hele gemeenschap, met handtekeningen stevig hebben veroordeeld. Deze laatste actie zorgde ervoor dat het misging: de nieuwssite reageerde zwaar terug en beledigde personen en diens familieleden. Daarbij zijn zelfs scheldwoorden in kopteksten en nieuwsberichten gebruikt. Hoe denkt u daarover?
-“Alsof de ontstane spanningen tussen Turkse Nederlanders na de couppoging niet genoeg waren, begonnen diegenen die de beschikking hebben over een digitale pen en smartphone, met schrijven (zwartmaken) en reageren op diverse sociale media. Hieronder vallen ook degenen die een eigen website startten. Zij maakten zwart wie zij wilden. Soms schreven ze zelfs over mij, en wel op een heel negatieve wijze. Ik maakte daar geen problemen van. Ik riep ze bijeen en probeerde misverstanden en problemen samen op te lossen. Want ik wil, net zoals ik dat vroeger ook deed, geen ruzie met mijn landgenoten. Ik los de zaken op mijn eigen manier op”, zegt Karaçay.
-Dus u gebruikt uw verstand, wat doen de anderen?
-“Op dit moment wordt er nog steeds over en weer over elkaar geschreven. Sommige vrienden waren niet blij met wat deze website-eigenaren over hun schreven. Zij startten een campagne die gericht was aan de hele (Turks-Nederlandse) gemeenschap. Later werden handtekeningen verzameld tegen deze website eigenaren. Welbekende Turkse Nederlanders tekenden mee.”
Karaçay: “En toen barstte alles los. De desbetreffende website ging in de tegenaanval door iedereen die zijn handtekening onder de campagne te bestempelen als FETO’er of PKK’er. De gebruikte scheldwoorden kunnen niet door de beugel. Al die beledigingen, ook richting familieleden, waren erg vervelend”, legt Karaçay uit die een opvallende opmerking maakt: “En natuurlijk kijken ambtenaren van de Nederlandse inlichtingendienst mee, onderzoeken dit en rapporteren dit vervolgens aan hun superieuren.”
-Wat vindt u van die campagne?
-“Wat ik er van denk? Ik zal niet jokken: ik kreeg de vraag waarom ik geen handtekening heb gezet onder die publieke boodschap. Mij werd verzocht de publieke boodschap te signeren, echter reageerde ik met de opmerking dat ik niet beïnvloedbaar ben en dat ik niet gecharmeerd was over de manier waarop alles verliep. Ik ben van mening dat je niets bereikt met schelden en, in dit geval, ook niet veel met rechtszaken. Men schreef ook niet aardig over mij. Ik geloof in dialoog.”
-Waar bevindt u zich in deze zaak?
-“Een goede vriend zei ooit tegen mij: ‘Kijk İlhan, jij bemoeit je niet met ruzies en blijft er buiten. Zo sta je hoger. Ga zo door.’ Zo doe ik dat al 51 jaar. Ik distantieer mij van ruzies tussen mijn landgenoten. Ze gaan me, net zoals vroeger, laf en kleurloos (saai) noemen. Maar degene die mij echt kennen, zullen vertellen hoe dapper en kleurig ik ben. Als men de geschiedenis van Turken in Nederland schrijft, wil ik dat mijn naam vlekkeloos blijft”, zegt Karaçay.
-Controle over media en nepnieuws: wat is de actuele status van de mainstream-media in -Nederland en Europa en sociale media? Worden er maatregelen genomen?
-“Europese lidstaten hebben gezamenlijk besloten te gaan strijden tegen beledigingen, haatberichten, smaad en laster op sociale media. Mochten haatberichten op Facebook, Twitter, Instagram, Whatsapp en Messenger niet binnen een week worden verwijderd, volgen zware sancties. In opdracht van de Volkskrant heeft onderzoeksbureau I&O onderzocht wat het effect van nepnieuws is op de gemeenschap. Uit analyse van onderzoeksresultaten door Annieke Kranenberg blijkt dat één op de drie Nederlanders geen onderscheid kan maken tussen nepnieuws en echt nieuws.”
“Slechts 29 procent merkt op om wat voor type nieuws het gaat. Een groot deel van alle Nederlanders, 82 procent, stoort zich enorm om nepnieuws en vinden dat valse berichtgevingen een gevaar vormen voor democratie en rechtsstaat. Ook is in het Volkskrantartikel benadrukt dat nieuwslezers over het algemeen kritisch zijn en niet gelijk geloven wat men leest. Volgens deze ondervraagde lezers kan 71 procent van het nieuws op Facebook wellicht fout zijn”, merkt Karaçay op.
-Wat doen andere Europese landen hier tegen?
-“Natuurlijk is nepnieuws niet anders in andere Europese landen. In Nederland wordt te traag opgetreden tegen nepnieuws, maar in Frankrijk en Duitsland neemt men zware maatregelen. Recent liet de Franse president Emmanuel Macron weten dat er een wet in werking treedt tegen nepnieuws. Zelf was Macron ook getroffen tijdens verkiezingstijd door nepnieuws. In Duitsland is een wetsvoorstel ingediend. Haatberichten op sociale media dienen te worden verwijderd, anders volgt een geldboete en wordt de desbetreffende account verwijderd.”
“De Europese Commissie wil nog dit jaar de sancties bepalen tegen vals nieuws. De Commissie is hiermee gestart en heeft dit toegewezen aan 39 experts. Het besluit dat Brussel neemt, zal ervoor zorgen dat alle Europese landen tot actie overgaan. Zo wil men voorkomen dat nepnieuws schade toebrengt aan personen, de openbare orde, juridische processen en het persoonlijke leven van eenieder.”
-Aan wat stoort men zich het meest op sociale media?
-“Redacteuren van sommige nieuwsportalen kunnen, tegen hun eigen visie in, fictieve, niet-bestaande personen interviewen (verzinnen) met onjuiste opvattingen over een persoon als gevolg. Maar daar trapt men gelukkig steeds minder in. Ik hoop dat men hier voor uitkijkt zodat personen niet meer zwart gemaakt worden omwille wraak.”
-Wat er vroeger gebeurde. Laten we het over uw maatschappelijke activiteiten hebben. In Hoofddorp startten Turken een boycot en bezetten een fabriek. U loste dit probleem op. Hoe?
-“In 1975 bezetten 160 Turkse medewerkers de fabriek Dam Chips. Hun werkgever ontsloeg hen op staande voet. Maar de Turken vertrokken niet en bleven op het fabrieksterrein. Dit zorgde voor Kamervragen. De media hield zich enkel met deze zaak bezig. Inspanningen van vakbonden mislukten. Ik ging toen naar Haarlem waar de Turken woonden en sprak heel lang met ze. Daarna belde ik de fabriekseigenaar en gaf aan dat ik beide kanten tevreden zou stellen. Eerst wilde de fabrieksbaas niet met mij in gesprek, echter na een paar keer bellen deed hij dit uiteindelijk toch.”
“We verzamelden ons met de Turken bij de fabriek. Het lukte ons vrede te sluiten tussen beide partijen. De volgende dag schreef de Nederlandse media dat “het de ombudsman van de Turken, journalist Ilhan Karacay, was gelukt wat niemand kon oplossen en dat beide partijen tot een overeenkomst zijn gekomen.”
U schreef een brief naar koningin Juliana. Waarover?
“In maart 1975 werd op een school in Helmond Turkse scholieren grof onrecht aangedaan. Elke zaterdag kregen zij Turkse taallessen en religieus onderwijs. Op een gegeven moment verbood de schoolleiding die lessen. Dit zorgde voor ophef in Nederland. Ik besloot hierop een brief te schrijven aan koningin Juliana en vroeg om haar bemiddeling. De Nederlandse media pikte dit op en besteedde er veel aandacht aan. Het resultaat was dat de lessen werden hervat.”
U werkte ook aan een generaal pardon voor arbeiders die toen onwettig in Nederland verbleven. Wat wilt u daarover delen?
-“In 1973 vormden wij een werkgroep voor buitenlandse arbeiders die niet legaal in Nederland konden verblijven. Zij waren bestempeld als illegale arbeiders. Ik kwam met de term ‘generaal pardon’. Dit werd ook zo door de Nederlandse overheid overgenomen. In die tijd was er een zeer bekende vakbondsman van Spaanse afkomst. Hij keerde later terug naar Spanje en noemde mij ‘Mijnheer Generaal Pardon’. Onze inspanningen hadden hun vruchten afgeworpen. De arbeiders kregen hun verblijfsvergunning”
De Nederlandse regering wilde minder kinderbijslag betalen aan Turkse kinderen. Hoezo?
“In 1976 was ik betrokken bij een commissie van het Nederlandse ministerie van Sociale Zekerheid. De toenmalige regering was bezig met het inkorten van de kinderbijslag van Turken. Reden: in Turkije zou melk, groente en fruit goedkoper zijn dan in Nederland. Ik liet de commissie weten dat het omgekeerde het geval was. De Turkse kinderen leefden niet goedkoper in Turkije, omdat ouders in Europa leefden. Er werd dus juist meer uitgegeven aan de verzorging van de kinderen in Turkije. Mijn verhaal was genoeg voor de regering. Het plan was van de baan.”
Dan was er nog de Zwarte Markt-kwestie. Waar ging dat over?
“Ik was in 1983 betrokken bij de oprichting van ‘s werelds grootste marktplaats in Beverwijk. De Nederlandse ondernemer Bart van Kampen was marktondernemer. Toen Turken voor de Bruynzeel-fabriek in Zaandam geen markt meer mochten opzetten, kwam Bart van Kampen naar mij toe. Hij zei dat hij deze Turken ruimte kon aanbieden in Beverwijk.”
“Ik startte daarop een groot reclamecampagne en benadrukte alle marktondernemers die ik kende. Ik adverteerde in de kranten Hürriyet en Tercüman en plaatste overal posters. Het lukte ons om duizenden Turken naar de markt in Beverwijk te trekken omdat we gratis concerten organiseerden. We vlogen artiesten en zangers uit Turkije in. Deze plek is de grootse markt ter wereld te noemen, maar werd wekelijks gesloten wegens politie-invallen. Beverwijk had op dat moment honderd Turkse stands.”
“We besloten om een commissie op te richten om de politie-invallen tegen te gaan. We gingen naar de minister van Binnenlandse Zaken, echter deze bleef koppig en gaf aan dat de zondag een vrije dag moest blijven. Op dat moment nam ik het woord: “Mijnheer de minister, waarom zijn in Scheveningen, Noordwijk en elders zondag alle winkels open?’ De minister gaf me precies het antwoord dat ik wilde horen: ‘De winkels zijn daar open voor buitenlanders.”
“Ik reageerde daar onmiddellijk op: ‘Goed mijnheer de minister, de Zwarte Markt is ook open voor vreemdelingen. Er zijn zeer beperkte recreatieve plekken voor buitenlanders in Nederland. Buitenlanders die naar deze markt komen, kunnen samen met hun kinderen een mooie en plezierige tijd beleven. Daarnaast hebben meer dan honderd Turkse bedrijven hun zaak geopend en daarmee honderden banen gecreëerd.’”
“De minister luisterde aandachtig naar mij. Hij sloeg met zijn hand op de tafel en besloot plotseling en standvastig dat de Turkse markt open mocht blijven. In eerste instantie leek het erop dat de Nederlanders in de commissie begonnen te protesteren. Ik greep in en zei: ‘Maak geen bezwaar. Vandaag wordt de Turkse markt toegestaan, morgen zal dat gelden voor de Nederlandse variant. In de maanden erna, mocht na onderhandelingen met de gemeente en leden van het ministerie, ook de Nederlandse markt open blijven. Sindsdien is de Turkse markt in Beverwijk nog steeds actief op zaterdag en zondag.”
-Er was eens sprake van een marktboycot van de Turken. Wat gebeurde er?
-“Turkse marktondernemers waren op een gegeven moment niet blij met de huurcontracten met markteigenaar Van Kampen. Een vooraanstaande Turk besloot over te gaan tot een boycot. De volgende dag stond men voor een gesloten markt. Mensen die van ver kwamen, gingen met lege handen naar huis. Dit terwijl er veel kosten waren gemaakt om de bezoekers naar de markt te krijgen.”
“Markteigenaar Bart van Kampen had door dat Turken door zouden blijven protesteren en nam telefonisch contact met mij op. Ik reisde vrijdagnacht naar het marktplein. Ik bracht de Turkse marktondernemers bij elkaar en gaf aan dat bij een vervolgboycot niemand meer naar deze markt zou komen. Dan zou iedereen verliezen. De Turk die de boycot was gestart begon wat te mompelen. Maar het overgrote deel luisterde naar mij en besloot de boycot te stoppen.”
“De volgende dag werd ik door Van Kampen gebeld. Hij vroeg om mijn bankrekening. Hij wilde mij een honorarium sturen voor mijn nachtreis en werkzaamheden. Ik bedankte hem hiervoor en weigerde die vergoeding.”
Bijzondere gebeurtenissen
-U schreef ook brieven aan koningin Beatrix en premier Mark Rutte.
-“Ja, die brieven zijn in 2002 en 2017 met goede bedoelingen geschreven zodat het Turkse en Nederlandse volk in vrede kan leven.”
-Dan zijn we nu bij een ander onderwerp beland. Wat zijn de verschillen tussen Turken en Nederlands op het gebied van cultuur, traditie, geloof en boosheid?
-“Hoewel ik al vijfenfijftig jaar in Nederland leef als Turkse Nederlander en dus een dubbele nationaliteit heb, is het niet alleen lastig om het over deze verschillen te hebben, maar ook risicovol. Het is niet juist om iedereen over een kam te scheren. Daarom wil ik met de voorbeelden die ik geef niet generaliseren, maar benadruk wel hiermee dat het om het merendeel gaat.”
-U zal natuurlijk objectief antwoorden. Waarom aarzelt u hierover?
-“Ik zal in mijn vergelijkingen niet de fout maken van de bekende denker en schrijver Aziz Nesin. Die zei dat ‘zestig procent van de Turken dom zijn’ en zorgde voor enorme ophef. Op de hevige kritiek die hij ontving, haalde Nesin uit dat hij het “fout had en dat tachtig procent van de Turken dom zijn’. Als Aziz Nesin slim was geweest had hij gereageerd dat ‘veertig procent van de Turken intelligent zijn’. Zo zou men begrijpen dat hij het over de ‘overige zestig procent’ had en zou hij niet zo bekritiseerd worden.”
“Nu ga ik in mijn vergelijking tussen Turken en Nederlanders niet dezelfde fout maken als Aziz Nesin en probeer te kijken naar een halfvol glas in plaats van een halfleeg glas.”
-Hoe trouw vindt u Turken en Nederlanders?
-“Nederlanders zijn op dit punt wat koelbloedig en nonchalant. Ze zijn je dankbaar na een behulpzame daad en gunst, maar kunnen deze ook snel vergeten. Voorbeeld: de Tachtigjarige Oorlog tussen Nederland en Spanje werd gewonnen dankzij invloed van het Ottomaanse Rijk. De toenmalige Prins Maurits gaf aan de plek waar het hevigst is gestreden de naam: ‘Turkije’ (provincie Zeeland) als dank voor de hulp van de Ottomanen. Op deze plek dicht bij de Belgische grens hebben we zelfs een honorair ambassadrice genaamd Monique Strum.”
Karaçay: “Nederland werd na stichting door geen enkel land erkend. De Nederlanders stuurden daarop ambassadeur Haga naar Istanboel. Haga werd na lang wachten ontvangen door Sultan Ahmet. Die erkende de Nederlandse staat wel, ondanks dat de Venetianen, Duitsers en Fransen hier fel op tegen waren. Sultan Ahmet gaf Nederland toestemming tot handel in regio van de Middellandse Zee. Turkije was het eerste land dat Nederland heeft erkend. En dat deed Turkije terwijl het één van de machtigste landen ter wereld was. Nederland verdiende en verdient nog steeds veel geld aan de tulp en tachtig andere bloemsoorten, die uit Turkije naar Nederland zijn gebracht. Hier worden ook festivals over gehouden.”
“Nederland profiteerde ook van de keramiek, tabak, koffie en muziekinstrumenten uit Turkije. Nederland moet Turkije dankbaar blijven. Wat zien we nu? De huidige premier van Nederland, Mark Rutte, schuift dit alles op zij. Zijn anti-Turkije uitspraken en houding zijn verreweg van trouwheid. Slechts een klein deel van de Nederlanders is op de hoogte van wat ik hierboven heb verteld. Ik ben tot op heden de enige die hierover een boek heeft geschreven. Alleen de lezers van dit boek en goede historici weten wat Turkije allemaal voor Nederland heeft betekend. De Nederlanders die de juiste informatie lezen, zullen Turkije vanaf nu (hopelijk) wel dankbaar zijn.”
-Woede?
-“Nederlanders worden niet vaak en ook niet snel boos. Voorbeeld: als een Turk tegen een Nederlander zegt dat hij het ‘met zijn zus/zusje ‘gaat doen’ en op die wijze een familielid beledigt, blijft de Nederlander over het algemeen de Turk op absurde wijze aankijken. De Nederlander zal daarop heel koelbloedig reageren door te zeggen dat ze thuis is en eens moet kijken of zij hem (de Turk die de betreffende opmerking maakt) wel mag. Als een dusdanige opmerking tegen een Turk wordt gemaakt loopt men een groot risico op een gevecht, bloedblad en zelfs moord.”
“Nog een voorbeeld. Een Turkse man is samen zijn echtgenote op bezoek bij haar schoonmoeder. Op een gegeven moment is de Turk boos op zijn vrouw en beledigt haar tijdens een woedeaanval met de woorden: ‘Ik neuk je moeder’. Hierop doet de echtgenote iets onverwachts en zegt dit tegen haar moeder: “Hey mam, hij wil het met je doen”. De schoonmoeder reageert daarop: “Aaah, ik ben te oud voor die zaken”. Als het een Turkse schoonmoeder betrof die op soortgelijke wijze werd geschoffeerd, vloog er op zijn minst iets, bijvoorbeeld een stoel, tegen het hoofd van de belediger.
-Kunt u een politieke voorbeeld geven?
-“Een Turkse politicus die boos is op Nederland begint zijn woorden met “Heeeyyy Nederland” en vervolgt met “jij bent een nazi-overblijfsel, jij bent een fascist, jij bent een uitbuiter”. Daarentegen is de Nederlandse politicus een stuk rustiger en doet niet aan persoonlijke of algehele belediging richting een volk.”
-En hoe zit het met hoffelijkheid tussen Turken en Nederlanders?
-“Nederlanders zijn over het algemeen zachtaardig. In een discussie met andersdenkenden blijft men bij het onderwerp. Maar de Turk dwaalt af en speelt op de man. Voorbeeld: een Turkse politicus zal in een politieke discussie met zijn tegenstander zeggen dat hij niet eens een schaapsherder kan zijn. In Turkije hebben we tijdens verkiezingstijd het helemaal gehad met het geschreeuw startend met ‘Hey jij meneer de Kemal’, ‘Heyyyyy meneer Muharrem’ en ‘ja meneer Recep’. Gelukkig is verkiezingstijd voorbij en is de boel wat rustiger. Daardoor zijn wij ook wat rustiger geworden.”
-Gastvrijheid?
-“Dat Turken zeer gastvrij zijn, zal elk mens wel zeggen. In Marmaris is ‘s nachts rond 23:00 uur een echtpaar bestaande uit een Turk en een Nederlander onderweg naar hun hotel. Zij besluiten een kortere route te nemen door iemands tuin. Zij hebben niet door dat de tuineigenaren thuis gezamenlijk zitten te eten. Hierop schrikt deze echtpaar en probeert met een begroeting weg te komen. Tot hun grote verbazing krijgen zij van deze huiseigenaren te horen: “ook een goedenavond, neem plaats, neem plaats (aan tafel)’. Na veel aandringen besluit het Turks-Nederlandse echtpaar aan de eettafel aan te schuiven en staat versteld van de gastvrijheid.”
“Elke Turk heeft vaak zijn Nederlandse buurman uitgenodigd voor een maaltijd. Of heeft wat van zijn eten aan de buren gegeven. Maar zoiets hoef je niet van Nederlanders te verwachten. Want het antwoord ligt al klaar: ‘Zoiets bestaat niet in onze traditie’.”
-En het verschil in cultuurgebonden beleefdheidsregels?
-“Als we dit onderwerp vergelijken met de mensen van beide landen, zien we dat de Turken meer aandacht besteden aan deze regel. Dit kan anders zijn bij de elite, maar wanneer we kijken naar het gewone volk, ben ik ervan overtuigd dat deze regels hoger in het vaandel staan.”
“Bijvoorbeeld: ik zal mijn gast die mij bezoekt netjes in mijn jas en schoenen bij de deur ontvangen. Dit geldt voor thuis, maar ook op kantoor. Maar bij, toch ga ik ‘sommige Nederlanders’ zeggen, ontbreekt deze beleefdheid.”
“Als bij de Turk een oudere binnenloopt, staat de kleine op en wijst naar een zitplaats. Laat me een gebeurtenis vertellen die ik heb meegemaakt: er wordt een verjaardag gevierd in het huis van een familielid. Het huis zit vol met gasten. De jongste puber van het huis zit op de bank, terwijl een oude Turkse oom moet staan. Op een gegeven moment verlaat deze jonge knaap even zijn zitplaats. De oude Turkse oom neemt daarop plaats op deze bank. De reactie van deze jonge knaap is heel vreemd: “Je zit op mijn plek”. De Turkse oom hoort dit, maar reageert niet. De desbetreffende knul is twintig jaar oud en weet blijkbaar niet wat beleefdheid is.”
-Wat is het verschil tussen het religieuze begrip en gedrag hierin tussen Turken en Nederlanders?
-“Nederlanders zijn over het algemeen christelijk. De Turken zijn moslim. De Turk gelooft in het lot en dat alles al vooraf bepaald is. De Nederlander gelooft daar niet in. Tijdens een debat met een Nederlander zal hij vragen: ‘Is het God die alles over mij heeft bepaald en (zoals moslims dat geloven) alles vooraf is geschreven?’ Welnu, bepaalt God dat diegene een driejarig kind zal verkrachten en daarna vermoordt? Staat dat al geschreven over dat kindje? Het antwoord daarop is moeilijk te vinden en moeilijk uit te leggen aan iemand die daar niet in gelooft.”
“De Turk gelooft in het lot en dat zijn tijd van overlijden vaststaat. De Nederlanders vragen daarop ‘waarom God dan de mensen in Scandinavië negentig jaar laat leven, terwijl mensen in ontwikkelingslanden maar dertig tot vijftig jaar oud worden?’ Ook daar is een moeilijk antwoord op te geven.”
-Hoe kijkt men naar de liefde?
-“Liefde kent geen grenzen. Ieder houdt op unieke wijze van elkaar. Maar wat ik waarneem, is dat mensen die uit het Oosten (Turkije) komen van elkaar kunnen houden alsof hun leven er van af hangt. Ik wil hier geen onderscheid maken tussen Turken en Nederlanders. Het zou geschikter zijn om een oosterse en westerse vergelijking te maken. De westerling verliest, net zoals bij elk onderwerp, ook niet zijn koelbloedigheid. Hij zal van iemand houden, maar niet tot de dood. De oosterling kiest voor de ongelofelijke liefde.”
Ten slotte
Gedurende zijn hele leven worstelde Karaçay in Nederland met sociale kwesties en persoonlijke zaken van zijn landgenoten. Die strijd werd voor werkgeversdeuren, ziekenhuisdeuren, gevangenispoorten en voor menig ander denkbare poorten gehouden. Karaçay’s activiteiten vinden uiteraard een plekje in de Turks-Nederlandse geschiedenis.
Karaçay wordt met name daardoor onder Turks-Nederlandse journalisten gezien als een ‘abi’, Turks voor de (grote) broer.
Yaprak dökümü, Kenan Onuk, Bülent Özveren, Başak Doğru, Adnan Advan, Aytaç Kardüz, Aylin Özmenek ve Halit Kıvanç ile devam etti.
41 yıl önce TRT ile ilk sözleşmemi imzalayan, duayen gazeteci Ercan San’ı 3 ay önce kaybetmiştik.
1975 Yılında, Hürriyet’in Benelüks temsilciliğini yaparken, Genel Müdürümüz rahmetli Nezih Demirken’in iznini alarak başladığım TRT muhabirliğim sonrasında tanıdığım ünlü simaların ahirete göçleri devam ediyor.
Yaprak dökümü misali kopup giden bu değerli insanlar arasında dostluk kurduğum pek çok isim oldu. Bu isimler arasında tabii ki Eski Genel Müdür İsmail Cem İpekçi, Spor Servisi Müdürü Kenan Onuk ve Deniz Arman, Bülent Özveren, Halit Kıvanç, Başak Doğru, Adnan Advan, Aytaç Kardüz ve Aylin Özmenek de var.
KAYBETTİKLERİMİZ
Çok sevdiğim ve çok önem verdiğim duayen gazeteci Ercan San’ın ölüm haberini üç ay sonra öğrenmiş olmam, beni hem çok utandırdı ve hem de çok üzdü.
Gazetecilik yaşamı destansı olan Ercan San, TRT’nin Haber Dairesi Başkanı olduğu 1982 yılında, 7 yıldır sözleşmesiz yaptığım muhabirliğimi, “Bu iş sözleşmesiz olmaz, gel seninle resmi bir sözleşme yapalım” diyerek atılan imzalarla perçinlemişti.
Attığım imza, Hollanda muhabirliği yapanlar içinde, belki de ilk ve son sözleşme oldu.
Üstte, 21-7-1982 tarihinde imzalamış olduğumuz sözleşmenin üst ve alt taraflarını görüyorsunuz.
Vefat haberini çok geç öğrenebildiğim rahmetli dostumun gazetecilik yaşamı gerçekten de destansıydı. Ercan San’ın başarılı geçmişini, yazımın sonunda sizlere sunacağım.
İSMAİL CEM İPEKÇİ
O’nu TRT Genel Müdürlüğü sırasında tanımıştım.
Rahmetliyi TRT Genel Müdürlüğü yaptığı yıllarda tanımıştım. 1975 yılında TRT’nin Hollanda muhabirliğini üstlendiğim yıldı. Aynı yıl Hollanda’nın NOS Televizyonu’na Pasaport adlı programı da yapıyordum.
TRT’yi ziyaret ettiğim bir gün, Genel Müdür İsmail Cem İpekçi ile görüşme şansına ulaştım.
Makamında tam 3 saat kaldım ama, o süre zarfında onlarca ziyaretçi ile birlikte çay içtim durdum.
Kimler gelmiyordu ki? Politikacılar, sanatçılar, yazarlar ve de film yapımcıları.
O ziyaretim sırasında beni en çok duygulandıran görüşmeler film yapımcıları ile yapılan görüşmeler oldu. Hepsi senaryolarını masaya bırakıyor ve içerik hakkında bilgiler veriyorlardı. İpekçi onları sabırla dinliyordu ve sonunda da hep şunu söylüyordu: ‘Bana, eğitici senaryolar ile gelin. Kadromuzda eğlendirici program yapan iyi elemanlarımız var. Sizlerden gençlerimize yararlı olacak öğretici yapımlar istiyorum.’
İpekçi’nin bu sözleri, eğitici senaryo ile gelenleri mutlu ediyor, aşk, meşk hikâyeleri ile gelenleri mutsuz ediyordu. Tüm ziyaretçilerin önünde, gizlisi saklısı olmayan görüşmeler, TRT Genel Müdürü’nden beklenen en iyi hizmetti.
Bir ara makamında sadece ben kalmıştım. O sırada bana ‘Görüyorsun değil mi İlhan, millet neler için bana geliyorlar.’ Diyerek, işinin zorluğunu anlatmaya çalıştı.
Daha sonra Dışişleri Bakanı olduğu zaman da Lahey’de birlikte olma şansını yakaladığım İsmail Cem İpekçi muhteşem bir insandı.
KENAN ONUK
Kalbimize gömdüğümüz Kenan Onuk ile nostalji
O’nunla tam 30 yıldır tanışıklığımız ve 20 yıldır iyi bir dostluğumuz vardı.
O, 1974’te TRT’ye girmişti. Ben ise 1975’te.
O, 1975’te spor servisinde toy bir spikerdi. Ben de 33 yaşında Hollanda muhabiri…
Ankara’yı her ziyaretim sırasında uğradığım TRT’nin Spor Servisi’nde sohbetlere katılmaz, hep işine bakardı.
Bu işine bağlılığı, O’nu çok kısa bir zamanda müdür yaptı.
TRT Spor Müdürü olarak Hollanda’ya ilk gelişi, Dünya Liselerarası Bayanlar Voleybol Şampiyonası içindi. Kızlarımızın Dünya Şampiyonu olduğu yıldı…
İşte O’nun ile dostluğumuz o zaman başlamıştı.
Bir defasında, Barbaros Talı ve Levent Özçelik ile gelmişti Hollanda’ya. Üç günlük bir çalışmaydı. Çok başarılı ve neşeli günler geçmişti.
Hollanda’ya son gelişi 2000 yılındaki Avrupa Futbol Şampiyonası sırasında oldu.
Amsterdam’daki Arena Stadı’nın önünde ünlüler ile sıra ile mülakat yapıyordu.
O sırada telefonum çaldı. Arayan Marmaris’te tatil yapan oğlum Ruşen idi.
Canlı yayında NTV’yi izliyordu. ‘Baba, biraz sağa kayarsan seni daha iyi göreceğiz.’ diyordu oğlum. Zira, Kenan’ın mülakat yaptığı kişinin arkasında duruyordum.Ben de kendisine ‘Bekle oğlum, bira sonra ekranda tam görüneceğim. Kenan benimle de konuşacak’ dedim.
Rahmetli Kenan Onuk, TRT’den ayrılıp ATV’ye spor müdürü olduğu zaman, kadrosuna almak istedikleri arasında ben de vardım. Beşiktaş’ın Ajax ile yapacağı maç arifesinde Show TV için yapmıs olduğum bir röportajı gördükten sonra beni aramıştı: ‘Sevgili İlhan abi, ben ATV’ye geçtim. Bundan sonra sen de yanımdasın ha !!!’ diye beni ATV’ye davet etmişti.
1996 yılında NTV’ye geçtiği zaman, yine beni telefonla arama nezaketini göstermişti. O zaman Mersin’de bir cenaze törenindeydim. Cep telefonum çaldı. Karşımda yine Kenan vardı: ‘İlhan abi, ben NTV’ye geçtim. Seni bekliyorum’ diyen Kenan ile iki gün sonra NTV binasında buluşmuştuk.
Rahmetli Kenan Onuk’un nasıl bir ‘insan evladı’ olduğunu hepiniz duydunuz ve okudunuz. Kenan’ın ‘insan’ oluşunun yanında yakışıklılığı da ayrı bir özelliğiydi. Sporsever hayranlarının yanında, O’na aşık olan binlerce genç kız vardı. : ‘İlhan abi, her gün en az 10 bayan telefon eder ve benimle uzun uzun konuşmak ister. Randevu vermek isteyenlerin de haddi hesabı yok’ diye güya şikayet ederdi ama, bundan mutlu olduğu da gözlerinden okunurdu.
Kenan Onuk gibi çok ünlü ve çok sevilen bir insanla dost olmak da güzel bir şeydi.
En az Kenan kadar koyu bir Fenerbahçeli olan yeğenim Selçuk Aytekin de bir sporsever olarak O’na hayrandı: ‘Bayılıyorum bu adama be dayı’ diye içini döker ve O’nunla tanışmak için can atardı. Yeğenim Selçuk, arkadaşlarına hava atmak için, ‘Benim dayım, Kenan Onuk’un çok iyi arkadaşı’ derdi. Bir gün onların önünde Kenan’ı telefonla arayışım ve Kenan’ın da bana, ‘Abi İstanbul’a gelince mutlaka uğra, balık yemeye gideceğiz’ deyişi sonrasındaki Selçuk, zevkten dört köşe olmuştu.
Yeğenim Selçuk, Kenan ile tanışma özlemine kavuşamamıştı. Ama Beşiktaşlı olan ablası Sezen, kardeşini kıskandıracak şekilde tanışmıştı Kenan ile.
Sezen Üniversite tahsili yapıyordu. Kenan da Amerika’daki tedaviden yeni dönmüştü. Sezen’i de alarak NTV’ye gittim. Spor Servisi’nde Kenan ve diğer ekran ünlüleri ile akşama kadar sohbet eden Sezen çok mutlu olmuştu. Akşam da hep birlikte bir balık lokantasına gitmiştik.
Kenan yeni evlendiği eşini de getirmişti. Artık siz, Sezen’in bunları, tam bir Kenan Onuk hayranı olan Selçuk’a nasıl anlattığını tahmin edin. Kenan ağabeyi Sezen için Amerika’dan getirdiği bir dolar banknotuna imza da vermişti.
Kenan’ın çok iyi bir müzik dinleyicisi olduğunu duymuş ve okumuşsunuzdur.
Bunun en iyi şahitlerinden biri de benim.
Kenan bir ‘Hi-fi Kulüp’ üyesiydi.
Bir gün beni telefonla aradı. Hi-fi cihazı için bir kablo lazımdı. Bu kabloyu sadece Hollanda’da bulmak mümkündü. Bana bir adres verdi. Ben de kalktım bu adrese gittim.
Zwolle kentinin yakınlarında bir köye geldim. Bu köyde aradığım adres bir çiftlik eviydi. Bu çiftlik evine girdiğim zaman, içeride sığır, koyun, tavuk göreceğimi sanırken kartonlar dolusu ses cihazı malzemesi ile karşılaştım.
Bir Hollandalı, ses cihazları için imal ettiği kablolar sayesinde tüm dünyada büyük bir üne kavuşmuştu. Ama bu ünlüyü, benim gibi müzik cahilleri değil, gerçek müzik hayranları bilirlermiş.
Kenan’ın tarif ettiği 1,5 metrelik kabloyu hemen hazırladılar. Fiyatını sorduğum zaman, aldığım cevaptan dudaklarım uçuklayacaktı: 1.250.00 dolar. Çok şaşırmıştım ve ‘neee’ diye de bağırmıştım. ‘Bir buçuk metrelik bir kablo 1.250.00 dolar ha?’
Benim akıl erdiremediğim bu kablo alışları daha sonra da sürüp gitti. Zira Kenan’ın İstanbul’daki diğer Hi-fi arkadasarı da siparişlerini sürdürdüler.
Kenan’ı her ziyaretim sırasında bana, ‘Abi, eve gel de şu cihazları bir gör’ derdi. Bir gün NTV’deki büroda birkaç Hi-fi’ci buluşmuşturlar. “İşte şimdi bize gideceğiz, artık kurtuluşun yok” diyen Kenan’ı dinledim ve o kalabalık grup ile evine gittim.
Bahçeşehir’de muhteşem bir evi vardı Kenan’ın. Evinde ses cihazlarından önce, tüm odalardaki duvarları kaplayan raflarda binlerce plak , kaset ve CD gördüm. ‘Bunlar ne’ diyen şaşırmış halime hepsi güldü. Demekki hepsinin evinde binlercesi varmış.
Kenan, kendisine gönderdiğim kabloların özelliklerini anlatırken, bunu müzık eşliğinde yapıyordu. Gerçekten de o cihaz ve kablolar ile müzık dinlemek bir başkaydı.
Ben şahsen ne klasikçiyım ne de cazcı. Ama o cihazdan ne sesi çıkarsa çıksın muhteşem oluyordu. ”Abi istersen sana klasik Türk müziği de dinletirim ha” deyince sevindim. Gerçekten muhteşem bir ses düzeni ile müzik dinlemek başkaymış. Bu müzik türü ne olursa olsun. Kenan bani o gece müziğe doyurmuştu. Tabii bu ara mutfaktan çıkan yemeklerle de doymuştuk.
Kenan’ın evinde yaşadıklarımı anlattığım Hollandalı eşim de çok merak etmişti o cihazları.
Kenan, “Abi bir gün yengeyle gel” demişti ve biz de bunun planını yapıyorduk ama artık çok geç.
Sevgili dostumun ölüm haberini Ali Yavuz’dan duydum. Pazartesi sabahı saat 05.00’ten itibaren Hollandaca haberlerle meşguldum. O nedenle televizyonlara göz atamadım.
Saat 11.00’de Ali Yavuz ile buluşmaya giderken telefonum çaldı. Arayan Ali Yavuz’du.
‘Başın sağolsun, Kenan’ı kaybettik’ dediği zaman dünya başıma yıkıldı. Otomobili hemen sağa çektim ve durdum. Zira o durumda bir kazaya sebebiyet verebilirdim. Kendimi toparlamaya çalışırken, önce Hıncal Uluç’a, sonra da yardımcısı Fuat Akdağ’a SMS geçtim. ’Keşke ben ölseydim’ diye ağladım.
Her ölenin arkasından iyi konuşmak adettendir ama, Kenan Onuk’un arkasından söylenenler, yüreklerden çıkan gerçek duygulardır.
TRT’de Haber Müdürlüğü yaparken birlikte çalıştığımız Ali Kırca, ‘Ne yaptın be tertip’ başlıklı bir yorum yazmış.
Kenan’a söylenecek çok şey var.
O kadar üzdü ki…
Yukarıda veremeyeceği hiçbir hesabı yok Kenan’ın…
Ama bizi terkedip gidişinin hesabını zor verecek.
O bizim için ölmedi. Bunun için rahmet okumak bile içimden gelmiyor.
Ama yaşam gerçeğini kabul etmekten başka çare yok.
Nur içinde yat Kenan !!!
BÜLENT ÖZVEREN
Rahmetli ile en güzel anılarım, Ajda Pekkan’ın, Lahey’deki Eurovizyon Şarkı Yarışması’na katıldığı zaman olmuştu. Gazeteciler arasındaki ‘Haber atlatma’ oyununun en büyüğü, rahmetli Ertuğrul Akbay ile benim aramda geçerdi. Ajda’nın günlük programını koordine eden TRT temsilcisi Bülent Özveren iyi bir dostumdu. “Ertuğrul Akbay, Ajda için senden ne talep etti?” diye sorduğum Özveren, “Bir camiye götürecek ve dua ederken resimleyecek” ipucunu verdi.
Ben de buna karşın Ajda’yı, Hollanda’nın otantik köyü Volendam’a götürmeyi istedim. Özveren “Olur” dedi. Ama sonra program sıkıştığı için Volendam’a gidemedik. Ben de, çalışanlarımdan birini Volendam’a gönderdim ve otantik giysiler getirttim. Lahey’de kısa bir çalışma için zamanımız vardı. Ben de Ajda’ya Hollanda’nın otantik kıyafetlerini giydirdim ve Lahey’de minyatür şehiri gezdikten sonra bir laterna önünde fotoğraflar çektik. Bu fotoğraflar, Hürriyet’ten başka, Kelebek, Hafta Sonu, TV’de 7 Gün’de bolca yayınlandı.
Geçen yılın ekim ayında kaybettiğimiz Bülent Özveren’in ardından şunlar yazılmıştı:
Bir süredir yoğun bakımda tedavi gören Özveren’in vefatını eşi Sebla Özveren Twitter üzerinden yaptığı, “Çok üzgünüm. Bülent’i kaybettik. Başımız sağ olsun.” sözleriyle duyurdu.
TRT’de uzun yıllar çalışan ve 1975-2012’de Eurovision Şarkı Yarışması’nın Türkçe sunuculuğunu üstlenen Özveren, 1943’te İstanbul’da dünyaya geldi. Sultanahmet İlkokulunun ardından, Saint Benoît Fransız Lisesi ile Galatasaray Lisesine devam eden Özveren, İstanbul Üniversitesi, Hukuk Fakültesi’nden mezun oldu.
Özveren, TRT’nin 1964’te açtığı ilk prodüktörlük sınavında başarılı olarak, TRT İstanbul Radyosu’nda 1965’te göreve başladı. TRT İzmir televizyonunun 1971’deki deneme yayınlarında ilk canlı TV yayınlarını gerçekleştiren usta spiker, 1972’de TRT Haber Dairesinin açtığı spor spikerliği sınavını kazanarak diplomalı spor spikeri oldu.
Özveren, 1970’te, Sebla Özkantarcı ile evlendi.
Bülent Özveren, 1975’te bir öneriyle TRT’nin Eurovision Şarkı Yarışması’na ilk kez katılmasını sağladı. 2012’ye kadar yarışmanın sunuculuğunu üstlendi.
TRT’de 1982’de yayınlanan Riziko adlı programın sunuculuğunu yapan Özveren, aynı yıl TRT’den istifa etti ve Gelişim Yayınlarında editörlük yaptı.
Usta spiker, 1986-1998 arasında TRT’de dış yapımcı olarak, canlı yayınlanan yarışma programlarını hazırlayadı, 1999’da emekli olana kadar sunuculuğunu üstlendi.
TÜRVAK’ta spiker-sunucu bölüm başkanı olarak çalışan Özveren, İstanbul ve Bursa’da çeşitli kurslarda öğretmenlik yaptı.
BAŞAK DOĞRU
Geçen hafta kaybettiğimiz ünlü spiker Başak Doğru ile, mesleğe başladığı ilk yıllarda tanışmıştık.
Daha o yıllarda çok başarılı olacağı anlaşılan Doğru, daha sonra Baş Spiker ünvanına kavuştu.
Başak Doğru’nun ölüm haberi medyada şöyle değrlendirildi.
TRT ESKİ BAŞ SPİKERLERİNDEN BAŞAK DOĞRU VEFAT ETTİ
TRT’nin eski baş spikerlerinden olan Başak Doğru’nun vefat ettiği öğrenildi. TRT’nin efsane spikerlerinden kabul edilen Başak Doğru, İngilizce’nin yanı sıra İtalyanca, Fransızca ve Almanca da biliyordu.
TRT’nin bir dönemine damgasını vuran efsane spikerlerden Başak Doğru’dan acı haber geldi. Başak Doğru’nun dün hayatını kaybettiği öğrenildi.
1945 yılında İstanbul’da dünyaya gelen Doğru, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi İngiliz Dili ve Edebiyatı Bölümü’nü bitirdikten sonra İstanbul Belediye Konservatuvarı’na girdi ve burada piyano, armoni ve klasik bale eğitimleri aldı. 1965 yılında TRT İstanbul Radyosu’nda yapımcı ve spiker olarak görev almaya başladı. Çok sayıda programda görev aldı.
1970 yılında BBC’nin Türkçe Yayınlar Servisi’nde spiker ve yapımcı olarak görev almaya başladı. Yedi yıl sonra yeniden TRT Haber Merkezi’nde çalışmaya başladı. Hem radyoda hem de TV’de spiker olarak görev yaptı.
1984 yılında Türkiye Gazeteciler Cemiyeti’nin ‘En Başarılı Haber Program’ ödülünü kazandı. İngilizce’nin yanı sıra İtalyanca, Fransızca ve Almanca biliyordu.
ADNAN ADVAN
TRT koridorlarında karşılaştığımız zaman, ayakta da olsa kısa sohbetler yaptığım Adnan Advan’ı geçen yılın ağustos ayında kaybetmiştik. Rahmetlinin ölüm haberi medyada şöyle yabkılanmıştı:
TRT’NİN İLK SPİKERLERİNDEN ADNAN ADVAN VEFAT ETTİ
İki yıldır beyin kanamasıyla mücadele eden Advan, iki gün önce rahatsızlanınca hastaneye kaldırıldı ancak kalp yetmezliği sebebiyle Şişli Hamidiye Etfal Eğitim ve Araştırma Hastanesi’nde yaşamını yitirdi.
Sanatçı, 1945’te Viranşehir’de dünyaya geldi. Diyarbakır Maarif Kolejini 1963’te bitiren Advan, 1970’te Atatürk Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesinde İngiliz Filolojisi’nden mezun oldu.
Advan, Erzurum’da öğrenci olduğu 1969’da TRT Erzurum Radyosuna başladı. Ardından TRT Ankara Radyosu ve TRT Ankara Televizyonunda görev yaptı.
Usta sunucu, 1972’de Londra’ya giderek 1973’e kadar TRT Londra ile BBC Radyo Türkçe Yayın Bölümü’nde çalıştı. Ankara’da askerlik görevini tamamlayan Advan, Ankara TRT Haber Merkezinde radyo ve televizyon haber spikeri olarak görev aldı.
Adnan Advan,1977-1979’da ABD’de Voice of America’nın Dış Yayınlar Türkçe Bölümü ile TRT Washington’da çalıştı, 1979’dan 1988’e kadar ise TRT İstanbul’da radyo ve televizyon haber spikerliği yaptı.
TRT İstanbul’da haber müdür yardımcılığı da yapan Advan, Kanal 6, Kanal 9 ve Ajans 1’de çalıştı.
Yeditepe Üniversitesinde öğretim görevlisi olarak yer alan Advan, “Türkçeyi doğru, etkili ve güzel konuşma”, “Radyo TV haberciliği”, “Röportaj teknikleri”, “Diksiyon ve hitabet” ile “Diksiyon ve vücut dili” dersleri verdi.
AYTAÇ KARDÜZ
Benim ile yaşıt olan rahmetli Aytaç Kardüz, TRT’de spikerliğe benden önce başlamıştı. Onunla da TRT koridorlarından tanışırız. Hollanda’dan anı dinlemeyi çok seven Kardüz’ün medyaya yansıyan ölüm haberi şöyleydi:
Türkiye’nin ilk haber spikerlerinden Aytaç Kardüz 80 yaşında hayata gözlerini yumdu. Bayram ziyareti için gittiği Muğla’nın Bodrum ilçesinde vefat eden Aytaç Kardüz, 30 yıl boyunca TRT’de görev yapmıştı.
Türkiye’nin ilk spikerlerinden Aytaç Kardüz bayram ziyareti için gittiği Muğla’nın Bodrum ilçesinde hayatını kaybetti.
Denize girdiği sırada aniden fenalaşan Aytaç Kardüz’ün hastaneye kaldırıldığında yaşamını yitirdiği belirlendi.
80 yaşında vefat eden Aytaç Kardüz’ün cenazesi Bodrum’daki özel bir hastanenin morguna kaldırıldı. Deneyimli spikerin Ankara’da defnedileceği öğrenildi.
Aytaç Kardüz yıllarca TRT’nin vazgeçilmez yüzü olmuş, sesiyle haberlere hayat vermişti.
Kardüz, radyo ve televizyon alanında en başarılı spikerlerden biriydi. 1964 yılında göreve başladığı TRT’de 30 yıl boyunca çalıştı. Bir çok spikerin yetişmesinde emeği geçti.
Aytaç Kardüz yıllar sonra TRT Haber’de 15 Temmuz Millet Stüdyosunda kamera karşısına geçerek haberleri sunmuştu.
AYLİN ÖZMENEK
2021 Yılının ocak ayında kaynettiğimiz ünlü spiker Aylin Özmenek de TRT’nin ilk spikerlerindendi. TRT’de göreve başladığım zaman çok ünlenmişti. Her ziyaretimde odasına gider ve kahvesini içerdim. Muhteşem bir hanımefendiydi.
Özmenek’in ölüm haberi medyada şöyle yankılanmıştı:
TRT Eski spikeri Aylin Özmenek vefat etti
TRT eski spikeri Aylin Özmenek, yeni tip koronavirüse (Kovid-19) karşı verdiği mücadele sonrasında tedavi gördüğü hastanede kalp yetmezliğinden hayatını kaybetti.
TRT’nin ilk spikerlerinden Özmenek, TRT Ankara Radyosu’nda 44 yıl spikerlik ve diksiyon uzmanı olarak çalıştı. Özmenek, uzun yıllar TRT Radyo 3’te Gençlere, Beyaz Perde’den, Ses Ustaları, Yeni Plaklar Yeni Yorumlar gibi çok sayıda klasik ve hafif müzik programları yaptı.
Yıllarca Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası’nın hafta sonu konserlerinin canlı yayınlarını sunan Özmenek, birçok spikerin yetişmesinde de önemli rol oynadı.
Ağustos 2020’de hayatını kaybeden gazeteci Varlık Özmenek’in eşi olan Aylin Özmenek, TRT Televizyonu’nda da bazı programlarda görev aldı.
79 yaşında vefat eden Özmenek’in naaşı, 4 Ocak Pazartesi ikindi namazını takiben Kocatepe Camisi’nde kılınacak namazın ardından Karşıyaka Mezarlığı’nda defnedilecek.
HALİT KIVANÇ Sunuculuğu ve spikerliği ile hep zirvede kalan rahmetli Halit Kıvanç ile dostluğumuz çok eskiye dayanır.1974 yılındaki Dünya Futbol Şampiyonası sırasında başlayan dostluğumuz 1978’de Arjatin’de devam etti. Daha sonra da, dünyanın pek çok yerinde birlikte olduğumuz Halit Kıvanç, benimle birlikte olmayı o kadar çok seviyordu ki, karşılaştığımız her yerde, “Oooooo, ben bu gece Karaçay oteldeyim” der ve otel odama çöreklenirdi. Bu birliktelikten ben de çok mutlu olurdum ama, gecenin geç saatlerine kadar ders çalışması nedeniyle uyuyamazdım.
Rahmetli Kıvanç, 1983 basımlı ‘Gol diye diye’ kitabının bir yerinde benden şöyle söz ediyordu: “Çoğunlukla, Güven Taner’le, Eyüp Karadayı ile, Hollanda’dan gelen ve böyle büyük organizasyonlarda buluştuğumuz eski dost İlhan Karaçay’la beraber oluyordum.” Rahmetli ile Amsterdam’da da çok kez birlikteliğimiz olmuştu.
Rahmetli ile en hoş anılarımızdan biri şöyle yaşandı:
Bir gün, Barış Manço ile sahneye çıkacağı bir program öncesinde kuliste sohbet ediyorduk.
Rahmetli Kıvanç, “Barışın cebinde akrep vardır veya cebi deliktir” diyerek, onun cimriliğini anlatmak istemişti. Ama Manço da geri kalmadı ve şu cevabı vermişti: “Vallahi, benim cebim delik olabilir ama, Halit abinin cebinde de kocaman bir akrep vardır.”
Rahmetli Kıvanç’ın ölüm haberi medyada şöyle yankılanmıştı:
Ünlü sunucu Halit Kıvanç hayatını kaybetti
Ünlü gazeteci ve maç spikeri Halit Kıvanç, 97 yaşında hayatını kaybetti. Acı haberi oğlu Ümit Kıvanç, twitterdan yaptığı paylaşımla duyurdu. Ümit Kıvanç, paylaşımında “Halit Kıvanç’ı kaybettik. Bizimle birlikte sevenlerinin de başı sağolsun. Cenaze 27’si perşembe, öğle namazından sonra Zincirlikuyu Mezarlığı içindeki camiden kalkacak, aynı mezarlığa defnedilecek” ifadelerine yer verdi.
…VE ERCAN SAN
Kayıtlara şöyle geçmiş rahmetlinin destansı yaşamı:
Ercan San 1937 yılında ailesinin ilk çocuğu olarak İstanbul’da doğdu.
Babası Gümüşhaneli Mehmet Sanioğulları’ndan Öğretmen Sabri Bey, annesi Fehamet Hanım’dır.
Babası ve hamile olan annesi yaz tatili için Gümüşhane’den İstanbul’a gitmiş; Ercan San o sırada doğmuştu.
San, ilk ve ortaokulu Gümüşhane’de okuduktan sonra lise eğitimi için Trabzon’a gitti ancak babası Sabri Bey Demokrat Parti’den milletvekili seçilince okulu Ankara’ya nakledildi ve Ercan San Ankara Atatürk Lisesinden mezun oldu.
Lise son sınıfta Fransızca dersinden beklemeye kalınca Ziraat Bankasında çalışmaya başladı ve bir süre sonra da sınavla asli kadroya geçti.
Ercan San 1956 yılında gazeteciliğe başladı.
Ercan San yönetimindeki TRT Haber’de ilk bilgisayar kullanımı, 1977 seçimlerinde gerçekleşmişti.
Ticaret Postası Gazetesine bir buçuk yıl kadar dışarıdan sporla ilgili yazılar gönderdi.
1958’de memuriyetten istifa ederek Haber gazetesinin kadrosuna girdi.
27 Mayıs İhtilali öncesi sertleşen Demokrat Parti Haber gazetesini süresiz kapatınca Gümüşhane’ye dönen San, ihtilalden bir süre sonra tekrar Ankara’ya gitti.
Öncü Gazetesinde spor muhabiri olarak yirmi gün çalıştıktan sonra Yeni Sabah gazetesine transfer oldu ve Kasım 1960’ta Parlamento Muhabiri olarak göreve başladı ancak bir süre sonra iki arkadaşıyla birlikte işten çıkartıldı.
Ercan San kısa bir süre Kudret gazetesinde çalıştıktan sonra Son Havadis gazetesine geçti.
1965 yılına kadar Son Havadiste görev yapan San, yüksek öğrenimini de bu yıl bitirerek askere gitti.
Ercan San, askerlik dönüşü bir yıl Adalet Gazetesinde çalıştıktan sonra 1968 yılında TRT’ye girdi ve Parlamento Haberleri Müdür Yardımcısı olarak göreve başladı.
Daha sonra müdürlüğe terfi eden San, 1982 yılı şubatında TRT Haber Dairesi Başkanlığına atandı ve iki buçuk yıl bu görevi yürüttü.
TRT’de yönetim değiştikten bir ay sonra müşavirliğe alındı.
San, Gazeteciler Cemiyetinde yayınlanan bir röportajda şu ifadeleri kullanmıştı:
Ercan San 1969 yılında Öğretmen Çiğdem Hanım’la evlendi.
Burcu ve Burak adında iki çocuğu; Yağmur adında torunu olan San, kızı Burcu’yu elim bir trafik kazasında kaybetti.
Ercan San, eşi Çiğdem San’ı 3 Ağustos’ta kaybettikten sonra, kendisi de 19 Kasım 2022’de vefat etti.
Binlerce kişinin hayatını kaybettiği Türkiye’deki depremleri nefret diliyle karikatürize eden Charlie Hebdo’nun web sitesi, 20 yaşındaki Türk hacker Yusuf Devran Karaçay tarafından hacklendi. Web sitesinin girişine Osmanlı marşı ekleyen Karaçay, sitenin orta kısmına “Ben Devran Karaçay, bir Türk genciyim hiçbirinizden korkum yok. Siz alay edemezsiniz, sadece alay konusu olursunuz” yazılı not bıraktı.
Fransız Charlie Hebdo dergisi, Kahramanmaraş merkezli depremlere ilişkin sosyal medyada nefret suçu teşkil eden paylaşımda bulunarak büyük tepki çekmişti. Daha önce Peygamber Efendimiz Hazreti Muhammet’e (sav) yönelik hakaret içerikli karikatürler yayımlayan Charlie Hebdo, bu kez de binlerce kişinin hayatını kaybettiği Türkiye’deki depremleri nefret diliyle karikatürize etmişti.
Ayrıca, web sitesine, Mustafa Kemal Atatürk’ün fotoğrafı ile hayatını anlatan bir yazı eklendi. Sitenin birçok yerine Türk bayrağı ekleyen Türk hacker, Türk bayrağının altına ‘Ne Mutlu Türküm Diyene’ yazısı ekledi.
Üniversitede eğitimini sürdüren ve lisede siber güvenlik bölümünü bitiren Devran Karaçay’ın 2021 yılında yapılan bir yarışmada, 1 milyon kişi arasından siber zeka şampiyonu olduğu öğrenildi.
Yusuf Devran Karaçay’ı tanımıyorum. Ama, Mersin, Tarsus, Adana, ve Hatay’ya yayılmış olan Karaçay soyadlılar arasından bir yeğenim olabilir.
Gözlerinden öpüyorum Yusuf Devran!
Charlie Hebdo’nun, depremkarikatürü rezilliği haberini şöyle değerlendirmiştim:
BU BİR KAHPELİKTİR!
Fransız Charlie Hebdo’nun, islam dünyasını ayağa kaldıran Hz.Muhammed karikatüründen sonra, şimdi de Türkiye’deki depremi çirkince karikatürize etmesi, insanlık dışı bir davranıştır.
Yıkım ve cesetleri resmeden ve ‘Tank göndermeye bile gerek yok’ eklemesi yapılan karikatür için, ‘Ukrayna kastedildi’ diyenler de haltetmişler.
İşte o rezil karikatür.
İlhan KARAÇAY yazdı
Fransa’da 1969 yılında yayınlanmaya başlayan haftalık mizah dergisi Charlie Hebdo, Türkiye’deki depremlere ilişkin yayınladığı yukarıdaki karikatür için, ‘Bu bir kahpeliktir’ demekten daha başka bir cevap bulamdım.
Sadece Türkiye’de değil, tüm dünyada sağlıklı düşünen insanların tepkisine yol açan bu karikatürde şunlar yazılı: “Türkiye’de deprem. Tank göndermeye bile gerek yok.”
Charlie Hebdo dergisinde yayınlanan bu çirkin karikatür ilk değil tabii. Daha önce de Hz. Muhammed’i aşağılayan karikatürü ile gündeme gelen ve olaylara sep olan bu dergi, şimdi de Türkiye’deki deprem kurbanlarını alet ederek, kahpeliğe kahpelik ekledi.
Aydınlıkçı ve liberal olarak tanımlanmaya çalışılan Charlie Hebdo dergisi, aslında, 1930’lu yıllarda çok aktif olan Fransız ırkçı geleneğin bir mirasıdır. İlerici değil, aşırı sağcı ve ırkçı bir dergidir.
Bu rezil derginin yayınlamış olduğu son karikatür için, Fas asıllı Fransız akademisyen Doktor Yannis Mahil bakınız neler diyor: “Fanatiklik ve alaycılık bu seviyeye ulaştığında, sunulan şey mizah değil nefret oluyor. Charlie Hebdo’nun hedefindeki mazlumlar, çoğunlukla Müslümanlar, göçmenler, Afrikalılar ve Asyalılar oluyor. Dergi kimi hedefe koyacağını ve bunu yaparken nefretini ‘ifade özgürlüğü’ ve ‘mizah’ın arkasına nasıl gizleyeceğini iyi biliyor.”
Mahil, “Bu Charlie Hebdo’nun ilk vukuatı değil. 2 Eylül 2015’te kıyıya vuran cansız bedeniyle dünyayı derinden sarsan Aylan bebeğin ölümünün ardından dergi ‘Ölmeseydi, büyüdüğünde tacizci olabilirdi’ şeklinde aşağılık bir karikatür yayımlamıştı.” şeklinde konuştu.
Mahil, Charlie Hebdo’nun Türkiye’deki depremlere ilişkin karikatürünü ise, “İslamofobik” ve “Türkofobik” olarak niteleyerek “Kendilerini savunacak mekanizmalara sahip olmayan insanları hedef alırken ‘aşırı’ davranarak cesur görünmek istiyorlar. Depremzedelere hakaret etmenin neresi cesaret?” diye eledi.
Charlie Hebdo’ya en iyi tepkilerden birini de, Grafik tasarımcı Abrar Sabbah, karşı bir karikatür ile verdi. Türkiye’nin, “Yeniden ayağa kalkacağız” sözleri ile karikatürü yorumlayan Sabbah, “Öyle çizilmez, böyle çizilir” dercesine, “Bu güçlü millet yeniden ayağa kalkacak” eklemesini yaptı.
İzlemek için aşağıdaki fotoğrafa tıklayınız:
******************************
Hack Nedir? Hacker Nedir? Hacker Ne İş Yapar?
Hack kelimesinin sözlük anlamına baktığımızda “kırmak” tanımını görmekteyiz.
Bakınız nasıl tanımlanmış Hacker?
Genel anlamda hack, sisteme izinsiz erişim elde etmek manasına gelir. Bu erişimi sağlayan yani bu eylemi gerçekleştiren kişilere ise “hacker” şeklinde tanımlama yapılmaktadır. Hacker kelimesi Türkçe’ye çevrildiği zaman “bilgisayar korsanı” olarak tanımlanır. Birçok hacker korsan tanıma karşı olsa da medyanın etkisi ile bilgisayar korsanları tanımı bütün dünyada kullanılır hale gelmiştir.
Aslında “hack’lemek” bir sisteme farklı yöntemler denenerek, sistemin zafiyetleri tespit edilmesi ve bu zafiyetler kullanılarak ilgili sisteme ikinci bir erişim yolu elde etmektir. Hacker ise teknik bilgi ve beceri sahibi sistem, network, yazılım gibi birçok alanda uzmanlığı kanıtlamış ve elektronik tabanlı sistemlere veya internet üzerindeki hesapların zafiyetlerini kullanarak sistemlere erişim elde eden kişilerdir.
Hacker’lar kendi camialarında uzman programcılar veya ağ ve sistem üstatları olarak anılırlar. İnternet dünyasının en ilkel zamanlarından bugüne kadar uzanan onlarca yıllık bir kültüre sahiptirler. Aslen Hacker dediğimiz kişiler sistemlerin zafiyetlerini bularak sistemlerin gelişmesine katkıda bulunan teknik yetenekleri ile göz önünde bulunan bilgisayar üstatları olarak anılırlar.
Ancak herkesin iyi niyetli olduğu bir dünyayı düşünemeyiz. Elbette ki bu bilgi, beceri ve tecrübelerini kötü niyetli kullanarak sistemlere izinsiz erişim elde edebilen, sistemleri kırarak verileri çalan, kopyalayan, silen veyahut benzeri siber suçları işleyen kişiler de bulunmaktadır. Bu kişilere hacker yerine “cracker” yani kırıcı olarak tanımlama yapılır. Ancak medyanın sayesinde siber suç işleyen, verilere zarar veren veyahut kötü hareketlerle sistemleri kıran kişilere cracker yerine hacker tanımı yapılmakta ve hackerlar ile aynı kefeye konulmaktadır. Doğal olarak halk dilinde hacker’lar kötü niyetli bilgisayar korsanları veya siber suçlu olarak anılırlar.
Hacker’lar Ne İş Yapar?
Bilişim dünyasında hacker olarak tanımlanan bu kişilerin asıl işi sistemlerdeki arka kapıları, zafiyetleri keşfetmek, kötü niyetli kişilere karşı bu zafiyetleri üretici firmalara raporlayarak kapatılmasını sağlamak ve sistemlerin geliştirilmesine katkıda bulunmaktır. Bu iş içinde diğer mesleklerde olduğu bir şirkete veya bir kuruma çalışarak maaş almaktadırlar.
Son yıllarda teknolojinin gelişimi ve bilginin elektronik sistemler üzerinde işlemesi ile devletlerin kendi siber güvenlik sistemlerini korumak için maaşlı siber ordular kurduklarını ve özel yeteneklere sahip olan bu kişileri devlet kademelerinde özel pozisyonlarda çalıştırdıklarını görmekteyiz.
Kendilerine hacker diyen ama gerçekte üstat yerine kötü niyetli kişiler olarak tanımlanan gruplar ise genellikle bilgisayar sistemlerini bozan ve sistemlerini gelir elde etmek veya ego tatmin etmek gibi sebeplerle izinsiz kullanan kişilerdir.
Bu iki grup arasındaki temel fark ise şu şekildedir:
Üstat olarak tanımlanan iyi niyetli hacker’lar bir şeyler üretir, yapar ve bilişim sistemlerinin geliştirilmesine katkıda bulunurlar. Kötü niyetli hacker’lar yani bilgisayar korsanları ise bu sistemleri bozmak veyahut izinsiz olarak giriş yaptıkları sistemleri kötü amelleri için kullanmak isteyen kişilerdir.
Hacker’ler genel olarak üç gruba ayrılırlar.
Siyah Şapkalı Hacker’lar; Yukarıda belirttiğimiz gibi yeteneklerini, bilgi ve becerilerini kötü niyetli yani siber suç veya ego tatmini gibi işler için kullanan kişiler,
Beyaz Şapkalı Hacker’lar; Üstat olarak nitelendirdiğimiz sistemleri geliştiren ve zafiyetleri ortaya çıkartarak şirket veya kurumlara yardımcı olan bu işi meslek haline getirmiş legal kişiler,
Gri Şapkalı Hacker’lar; Genel olarak beyaz şapkalı olarak bilinen ancak egolarına yenilerek bazen kısa yoldan para kazanmaya odaklanarak mesai saatlerinin dışında sistemleri kırıp, bu sistemlerden gelir elde eden veyahut bu sistemlere zarar veren kişilerdir. Bu kişiler işlerine göre siyah veya beyaz şapka takarak ortada duran kişilerdir.
Genel Hack’leme Türleri Nelerdir?
Birçok hack türü vardır. Bunların arasında en belirgin olanı ise Hacktivist eylemlerdir. Aşağıdaki gibi sıkça karşılaştığımız bazı hackleme türlerinden bahsetmek istiyoruz.
Hacktivist Eylemler: Hacker’lar politik, dini, özgürlükçü veya çevreci gibi toplumsal birçok nedenle veyahut herhangi bir olayı bahane ederek, bir çatı altında toplanıp gerçekleştirmiş oldukları hack’leme eylemleri olarak tanımlanır. Global dünyayı etkileyen birçok hack vakasında hacker’ların bir olayı bahane ederek büyük şirketlere hatta devletlere siber saldırıda bulunduklarını ve büyük zararlar verdiklerini görmekteyiz. Özellikle de global çaptaki markaların veya devletlerin en büyük korkularından biri hacktivist eylemlerdir.
Cracklemek; Sistemleri ve özellikle de yazılımları kırarak kopyalarını dağıtan kişilerin kullandıkları yöntemdir. Kırdıkları sistemlerden elde ettikleri verileri kopyalamanın yanı sıra sattıklarını, hatta fidye istediklerini de görmekteyiz. Burada amaç tamamen karşı sisteme veya kişiye zarar vermekle birlikte çalınan bilgiden para kazanmaya odaklanılmıştır.
Zararlı Yazılımlar; Kötü niyetli hacker’lar (siyah şapkalı hacker) karşı sistemin zafiyetlerini buldukları zaman kötü amaçlı yazdıkları kodları kullanarak sisteme zarar vermeyi, sistemi ele geçirmeyi, zombi hale getirme gibi teknikleri sıkça kullanmaktadırlar. Birçok hacker, yazılım konusunda uzmanlaşmıştır ve bu yeteneklerini sistemlere zararlı kodlar yükleyerek silmeye, kopyalamaya, izlemeye veyahut benzeri zararlı aktivitelerde kullanmaktadırlar.
DDoS Saldırıları; Dağıtılmış Hizmet Reddi (DDoS) saldırıları adıyla bilinen bu saldırı türü en sık karşılaşılan ve en tehlikeli siber saldırı türüdür. Bu saldırı türünde genel amaç karşı sisteme ulaşılmasını engellemek ve karşı sistemin işlerliğini durdurmaktır. Sistemlere yapılan DDOS saldırılarında zombi hale getirilmiş bilgisayarları veyahut zararlı kodları kullanabilirler.
Phishing Saldırıları; Oltalama saldırıları olarak adlandırılan bu siber saldırı türünde kurban olarak seçilen kişilere sahte sayfalar gönderilerek kullanıcı adı ve parola gibi gizli bilgiler elde edilmeye çalışılır. İnternet tarihinin en eski ve en tehlikeli siber saldırı türü olarak bilinen bu saldırı türü genel olarak e-postalar üzerinden yapılır.
Sosyal Mühendislik Saldırıları; Sosyal mühendislik saldırılarında insan davranışlarındaki hatalar birer zafiyet olarak tanımlanır ve insanlar hata yapmaya yönlendirilerek bu zafiyetler kötüye kullanılır. Genel olarak insan kandırma sanatı olarak da tanımlanır. İnsanların iletişimleri sırasında yapmış olduğu hatalar birer zafiyettir ve bu hatalar sayesinde sistemlere izinsiz erişim elde edilebilir.
Brute Force Saldırıları; Kişilerin veya kurumların hesaplarına izinsiz erişim elde etmek için yapılan parola denemeleridir. Bir sistemin parola korumalı alanına milyarlarca parola denemesi yapılarak parolası zayıf olan kişilerin hesapları kolaylıkla elde edilebilir. Bu saldırı türünde deneme yanılma yöntemi kullanılarak basit veya kısa parolalar kırılmaya çalışılır.
0 (Zero) Day Saldırıları; Sıfırıncı gün saldırıları olarak tanımlanan bu saldırı türü tehlikeli ve bilinmeyen / tespit edilemeyen bir saldırı türüdür. Sistemlerin arka kapılarını keşfeden hackerlar bu zafiyetleri hiç kimse ile paylaşmaz ve bu sayede sistemlere erişirken herhangi bir engelle karşılaşmazlar. Genel olarak kullanılan yöntem veya zafiyet bilinmediği için siber güvenlikte en tehlikeli saldırı türü olarak tanımlanır.
İşletmelerin hacker saldırılarından korunmaları için alabilecekleri önlemler
Siber suçlarda birçok saldırı türü veya yöntemi vardır. Bu saldırılara karşı işletmeler sistemlerini korumak ve verilerinin güvenliğini sağlamak zorundadırlar. İşletmeler güvenliklerini sağlamak için fiziksel veya sanal olarak birçok koruma yöntemi kullanmaktadırlar. Aynı zamanda bünyelerinde bir beyaz şapkalı hacker veya beyaz şapkalılardan oluşan ekip barındırarak siber saldırılara karşı güvenlik sağlamaya çalışırlar. Bu beyaz şapkalı hacker’lar savunma yaparken kişisel beceri ve tecrübelerini kullandıkları gibi Firewall, IPS, IDS gibi ürünlerle de savunmalarını güçlendirirler.
Siber saldırılara karşı güçlü bir savunma yapabilmenin ilk adımı ise kurumunuza bir Firewall cihazı konumlandırmakla başlar. Bu cihazlar yeni nesil güvenlik duvarı olarak tanımlanırlar. Güvenlik duvarları kurum ağınızı sürekli olarak analiz eder, kötü niyetli girişleri veyahut siber saldırı türlerini tespit ederek hacker’ların erişimlerini engelleyen güvenlik ürünleridir.
Aynı zamanda kurum ağının verimli kullanılabilmesi adına anvitirüs koruması, şubeler arasında fiziksel koruma sağlamak veya mobil çalışanlarınızın güvenli bir şekilde şirket ağına bağlanabilmesi için VPN bağlantısı desteklemek gibi farklı işlevlere de sahiptirler. Bu işlevlerin tamamı verimli bir şekilde kullandığınız takdirde büyük bir oranla kurumunuzu siber saldırılara karşı korumuş olacaksınız.