‘Sosyal Bilimlerin Gözüyle Teknoloji Devrimi’ isimli kongre’de önemli bir konuşma yapan Güngör, Hollanda Türkleri’nin gurur kaynağı oldu.
Oturum başkanının, “Şimdi Hollanda’ya sığmayan Veyis Güngör’ü dinleyeceğiz” şeklindeki sunumu ve konuşma sonundaki “Dünya insanlığının sorunlarına dikkat çeken olağanüstü muhteşem bir konuşma” demesi alkışlandı.
Ünlü düşünce insanları arasında yer alan Veyis Güngör’ün kongrede yaptığı konuşmanın tam metnini ve kendisini tanıtan röportajı sunuyorum.
İlhan KARAÇAY yazdı:
Hollanda’daki Türk Sivil Toplum Kuruluşları arasında önemli bir yeri olan Türkevi Araştırmalar Merkezi’nin Başkanlığını yapan akil adamlarımızdan Veyis Güngür, İstanbul’da organize edilen bir kongrede yaptığı konuşma ile fırtına estirdi.
Kariyer Merkezi (MARKAM) ve TESAM işbirliği ile ”6.Uluslararası Sosyal Bilimler Kongresi, Sosyal Bilimlerin Gözü İle Teknoloji Devrimi” konu başlıklı seminer 7-8-9 Aralık tarihlerinde yapıldı. 7 Aralık 2022 Çarşamba saat 09.30-15.30’da Göztepe Kampüsü Dr. İbrahim Üzümcü Konferans Salonunda iki oturum şeklinde düzenlenen Kongrenin, diğer oturumları online olarak 8- 9 Aralık 2022 tarihlerinde yapıldı.
Ünlü düşünce insanları arasında yer alan Veyis Güngör’ün kongrede yaptığı konuşmanın tam metnini ve kendisini tanıtan röportajı sunuyorum.
Oturum başkanının, “Şimdi Hollanda’ya sığmayan Veyis Güngör’ü dinleyeceğiz” şeklindeki sunumundan sonra söz alan Veyis Güngör, ‘Batı’da Teknolojinin Egemenliği ve Yaşam Felsefesini Kaybeden Gençlik’ başlıklı konuşmasında, Hollanda’dan örnekler vererek, Batı’nın, gençleri iyi yönetemediğini vurguladı.
Veyis Güngör, konuşmasına şöyle başladı:
“Utrecht Hümanist Üniversitesi Felsefe ve Ahlak Bölümü öğretim üyesi filozof Joep Dohmen’in “Birisi Olmak, Şahsiyetin Oluşumu” kitabının, 2022 kasım ayında yayınlanmasıyla, Batı’da yaşam sanatı felsefesi yeniden tartışma konusu oldu. Çünkü, ‘Batı’, Hıristiyanlık, bilim, sosyalizm ve kapitalizm yüzünden yaşam sanatını kaybetti. Teknoloji ve neo-liberal kapitalizmin tartışmasız egemenliği, özellikle gençlerde yaşam felsefesi ve üslubunun kaybolmasına sebep oldu. Batı’da, geçmiş dönemlerde, din ve sosyal yapılar, insanlara bir yaşam yolu gösteriyordu. Günümüzde bunun yerini, bireysel özgürlükler aldı. Modern insan, bir başkasının verdiği kararla hareket etmek istemiyor, ancak kendisi için neyin iyi olduğunu da bilmiyor ve ikilem içerisinde kalıyor. Gençler, içinde bulundukları neo-liberal kapitalist sisteme iyi yetişmeden, yani şahsiyetleri oluşmadan giriyorlar. Bunun için sisteme karşı bir eleştiri mekanizması da geliştiremiyorlar. Gençler, otuz beş yaşlarına gelince, kendilerini elleri boş, güçsüz ve tereddüt içinde buluyorlar. Bu sunumda, filozof Joep Dohmen’in düşüncelerinden hareketle, insanın kendini bilmesi, toplum içinde sınırlarının farkına varması, disiplinli olması, yaşamı daha anlamlı kılması, egoist olmaması, yani bir yaşam sanatı geliştirmesi üzerinde durulacaktır.”
Veyis Güngör, Hollandalı filozof Joep Dohmen’in kimliği ve fikirlerini içeren konuşmasını şöyle sürdürdü:
“Joep Dohmen kimdir?
Dohmen, 1949 yılında Alman Nazi kamplarından kurtulan bir köle babanın ve gün ışığı görmemiş Hollandalı bir rahibenin oğlu olarak dünyaya gelir. Dönemin gençlik akımları içinde, özgürlük namına rezilliğin diz boyu olduğu bir hayat sürer. Utrecht, Berlin ve Leuven Üniversiteleri’nde felsefe eğitimi alır. 1992 yılında yayın hayatına başlayan Felsefe Dergisi’nin kuruluşu ve yardımcı yayın yönetmeni olur. 1994 yılında, ‘Nietzsche’nin doğası’ konulu çalışmasıyla doktorasını verir. 1998 yılından itibaren Utrecht Hümanist Üniversitesi’nde ders veren Dohmen, 2002 yılında ‘Yaşama sanatı antolojisi” ve 2014 yılında da “İyi yaşam üzerine büyük filozoflar” konulu kitaplarını yayınlar.
Dohmen kendini şöyle tarif ediyor:
“İkinci Dünya Savaşı sonrası bir kuşağa ait birisi olarak, güya özgürlük, eşitlik, emansipasyon adına savaştık, ancak karşı olduğumuz ekonomik sisteme ve gelişen refah için bir tohum olmaktan ileri gidemedik. Sınırsız eğitim imkânları, doyumsuz cinsellik, müzik, esrar ve eroin deneyimlerinden sonra, salak uyuşuk hedonistler haline geldiğimizi’ gördük diyor.
Bir yaşam sanatı ve stili geliştirmeyi, kendimi araştırmayı, Alman düşünür Nietzsche’yi tanıdıktan sonra başladım.”
Dohmen’in felsefi düşüncesi
Hümanist Joep Dohmen’in felsefi düşüncesinin ana çıkış noktasını, kişisel gelişim ve bir varoluş ahlâkı ve yaşama sanatının geliştirilmesi oluşturur.
Dohmen’in bu varoluş ahlâkı teorisinin üç uygulama alanı şunlardır:
– Gençlerin ahlâki eğitimi,
– Yaşlanma sanatı,
– Ahlâki liderlik.
Varoluş ahlâkında ele alınan temel temalar/konular başlıca şunlardır: Özerklik, otantiklik, erdemlilik, mutluluk, tutum, karakter, motivasyon, zaman ve hızlanma, negatif ve pozitif özgürlük, kendini gerçekleştirme, kişisel bakım ve anlamlandırma.
Liberalizmin ortaya koyduğu, özerk/otonom ve kendi kaderini tayin eden birey fikrine karşı çıkan Dohmen, liberalizmin insanları bağımsız ve dokunulmaz olarak tasvir ettiğini düşünüyor. Liberalizmin bu yaklaşımının insanları izole eden, yalnızlaştıran bir mit olduğunu belirtirken, diğer taraftan, insan hayatına çok fazla müdahale eden paternalizme karşı çıkıyor.
Otantik birey, yaşadığı ortamdan bağımsız olamadığı gibi, aynı zamanda, kendini gerçekleştirecek, kendisi olacak bir alana ihtiyaç duyar.
Muhafazakârların, ‘Otantik birey eninde sonunda egoist veya narsist olur’ görüşünü ret eden Dohmen, bireyin kendisi olması hali, aynı zamanda toplum için sorumluluğu da beraberinde getirdiğini savunmaktadır.
İnsan kayıtsız kalamaz İnsanın kayıtsız, sorumsuz olamayacağını, bunun için bir yaşama sanatı modeli ve örneği geliştirdiğini, örneğin günümüzde var olan pozitif düşünme, öz yönetim, kendi kendini yönetme, hedonizm, zenBudizm ve new age gibi hareketlerin, dominant yaşam tarzı neo-liberalizme bir alternatif oluşturduğuna dikkat çekmektedir. Bu popüler yaşam şekilleri, ‘hayatı daha yaşanılabilir’ iddiasını sahiplenir.
Kişinin kendini bilmesi
Yaşama sanatı aynı zamanda, kişinin kendini bilmesi, tanıması ve bu yönde gayret sarf etmesiyle mümkündür. Bunun gerçekleşmesi için Dohmen, beş teknik önermektedir.
Bunların başında, kişinin kendi hakkında bilgiye sahip olması gelmektedir.
İkincisi, bu bilgiyi kişinin yaşamında uygulaması ve davranışlara yansıtmasıdır.
Üçüncü olarak, kişinin kendi değeri üzerinde çalışmasıdır. ‘Bu hayattan ne bekliyorum?’ sorusunun cevabını bulmalıdır.
Son iki teknik ise, zamanlama ve toplumsal şuura ermektir.
Dostluk Dostluk, yaşam sanatının olmazsa olmazıdır. İnsanın, dertlerini, sevinçlerini, tecrübelerini, yaşadıklarını anlatacağı, paylaşacağı dostları olmalıdır. Kişinin, şuurlu, amaçlı, dolu dolu bir hayat yaşaması, gelecekten ümit var olması, etrafındaki dostlarla ilişkilerine bağlıdır. Dostluğu, kişinin kendisinde bulamayacağı ahlâki bilgiyi, başarılı bir hayat yaşanması temin eder.
Özgürlük
Özgürlük, ana bir sorundur. İç huzuru olmayanlar, dayanışmayı ve adaleti kaybederler. İşte bu tür insanlar, daha çok kendileriyle uğraşırlar. Bir yaşam sanatına sahip olmak ya da insanın kendini idare etme yeteneğini geliştirmesi, ‘egoizm ya da yaşamlarında başkalarına yer vermemek olarak’ yorumlanır. Bu tamamen yanlış bir bakış açısıdır. Burada, olumlu ve olumsuz özgürlüğü ayırt etmemiz gerekiyor.
Olumsuz özgürlük, başkalarının kendisine karışmamasını önceler. Ancak, yaşam sanatı, olumlu özgürlüğün gelişmesini sağlar. Beraberinde iç huzuru, barışı getirir. Ne ve kim olduğunu, ne istediğini bilirsin. Böyle bir mekanizmanın geliştirilmesi için, başkalarına ihtiyacın var. İç huzuru yakalamışsan, kendi dışındakilerle daha iyi ilişkilere girebilirsin.
En önemlisi, kendi yaşamının aktörü olabilmektir. Alman düşünür ve doktora yaptığım Nietzsche de böyle düşünüyor.
Elde ettiğimiz hiyerarşik değerler üzerine, kendimiz için bir duruş geliştirmemiz gerekmektedir.
Dohmen’in son kitabı: Birisi Olmak Akış halinde olan bir hayatın içindeyiz. Etrafımızda bir çok şeyden etkileniyoruz ki, farklı seçenekler de var. O kadar ses var ve sürekli bir bilgi akışına muhatap oluyoruz. Bütün bunların içinde, nasıl kendimiz olabiliriz? İsteklerimizi, hissettiklerimizi nasıl araştırabilir, neler istediğimizi nasıl keşfedebiliriz?
Geçtiğimiz dönemlerde, kendi hakimiyetimizi kaybettik. Bunu yeniden elde etmeliyiz. Şartlar ne kadar olumsuz ve zor olursa olsun, hayat ne kadar hızlı akarsa aksın, nasıl yaşamamız gerektiğini öğrenebiliriz. Karşılıklı, birbirimize değer vererek, farklılıklarımızı zenginlik sayarak, yeniden daha anlamlı ve dolu dolu bir hayat geliştirebiliriz.
Joep Dohmen, son kitabının birinci bölümünde, günümüzdeki yabancılaşma, varoluş belirsizliği ve doyumsuzluğu tartışmaya açıyor.
İkinci bölümde, Sokrates’ten Nussbaum’a kadar, filozofların, form, şekil, terbiye, yetişme kavramlarına nasıl eğildiklerini anlatıyor.
Üçüncü bölümde ise, genellikle düşünür Foucault’un eleştirel bir takipçisi ve kendi görüşü olarak pedagojideki çıkmazların giderilmesini ele alıyor.
Kitapta, varoluş ahlakı, insanın kendisi hakkında bir bakış açısı geliştirme, motivasyon, kendini bilmeden kendin olamama, öz disiplin, başkalarının çıkarı, yetişme ve içinde bulunulan zaman, ölüm, hayatın bir seyahat olması gibi konular işlenerek, örnek bir yaşam teklifi denemesi yapılıyor.
Kitabın mesajı, tek kelimeyle, ey insan, ey ademoğlu “İradeni kendi eline al”.
Gençlik, şahsiyet ve kapitalizm “Ne yazık ki, ‘Batı’ olarak, Hıristiyanlık, bilim, sosyalizm ve kapitalizm yüzünden, yaşam sanatımızı ve üslubunu kaybettik. Bu dünyada ânı yaşamayı telkin etmeyen Hıristiyanlığa karşıyım. Bilimi, bir yardım aracı olarak kabul ediyorum. Solcuları, adalete ilgi duydukları için sempatik buluyorum. Ancak, programlarında şahsi sorumluluğa yer vermedikleri için tehlikeli buluyorum. Sağcılara karşıyım. Bir çoğu kalpsiz, merhametsiz ve vicdandan yoksun.”
Yukarıdaki satırların yazarı, Utrecht Hümanist Üniversitesi Felsefe ve Ahlak Bölümü öğretim üyesi filozof Joep Dohmen. Böyle aykırı ve geleneğe isyan etmiş bir filozof olan Dohmen’in son kitabı kasım (2022) ayında yayımlandı.
“Birisi Olmak, Şahsiyetin Oluşumu” başlığını taşıyan kitap 816 sayfadan oluşuyor. Uzun zamandır beklenen kitap, Hollanda basınında büyük ilgi gördü. Kitabın tanıtımı çerçevesinde yazarla çeşitli söyleşiler yapıldı.
Filozof Joep Dohmen ile yapılan söyleşilerde öne çıkan bazı görüşleri aşağıdaki şekildedir:
Filozof Dolmen, Batı toplumlarında işlerin iyi gitmediğine inanıyor.
Dohmen’e göre, geçmişte, dini ve sosyal yapılar, insanı iyi bir yaşam yoluna yönlendirirdi. Günümüzde ise bu kurumlar yerini bireysel özgürlüklere terk etti. Modern insan, bir başkasının verdiği kararlar doğrultusunda yaşamak istemiyor. Ancak, kendisi için neyin iyi olduğunu da bilmiyor. Bir ikilem, bir çıkmaz içinde.
Gençler, pazar ekonomisinin ve teknolojinin egemen olduğu, neo-liberal kapitalist sisteme iyi yetişmeden, hazırlanmadan yani şahsiyetleri oluşmadan giriyorlar. Böyle olunca, bir çok genç, sisteme karşı eleştiri mekanizmalarını geliştiremiyor. Yıllarca piyasanın kendilerine empoze ettiği değerlerle yetişiyorlar. Gençlerin, otuz beş yaşlarına gelince, kendilerini elleri boş, güçsüz ve tereddüt içinde bulduklarını belirtiyor filozof Dohmen.
Gençlerin bu hale düşmesi, geçen yüzyılın yarısından sonra verilmeye başlanan, romantik ve anti-patarnalist ‘özgürlük-mutluluktur’ yetişme felsefesinden kaynaklanmaktadır. Dolmen’nin analizi ise şöyle: “Ebeveynler artık çocuklarının kaprislerine ve isteklerine direnme yetkisine sahip değiller. Oysa, bu çok önemli ve zorunludur. Zira çocuklar ve gençler henüz kişiliklerini kazanmadıkları için, yönlendirilmeye ve disipline ihtiyaçları vardır. Bu çerçevede, Fransız hükümeti, okullarda akıllı telefonları yasaklamıştır. Bu davranış, ailelerin piyasa ve teknolojinin insanı kıskaca almasına karşı, tekrar çocuklarının yanında olduklarının bir ifadesidir.”
Dohmen felsefesi öğretisine göre, insan kendini tanımalı, neleri yapıp neleri yapmayacağını bilmeli, toplum içinde insanlarla ilişkilerinde kendi sınırlarını tanıması gerekmektedir. Zira kendi kendinin farkında olmayanlar, başkaları tarafından yönlendirilmeye müsait olurlar. Bunun için, insan öncelikle kendine karşı dürüst olmalıdır.
Joep Dohmen kitabında, klasik bir vizyondan hareketle, felsefeyi kişisel bir şekillenme süreci, bir varoluş eğitimi olarak değerlendiriyor. Buna göre şahsiyetin geliştirilmesi, şekillenmesi ve oluşması ana düşüncedir. Kişinin kendini bilmesi ve disiplinli olması, hayata daha anlamlı bağlanmasını beraberinde getirir. İnsanın ‘kendisi’ olması, ‘birisi’ olması ‘egoist’ olmaması, otantik ve başkalarının da farkında olmasıdır.
Hepimiz, birisiyle konuşmaya başlarken, ‘nasılsın, iyi misin’ sorusunu sorarız. Konuştuğumuz kişi de, ‘iyiyim, şükürler olsun’ cevabını verir. İnsanlar, genel olarak cevaplarını kendi sağlık durumlarına göre verirler. Ama, sorunun temelinde, insanın doğru yolda olup olmadığı, kendisi olup olmadığı, varoluş istikametinde olup olmadığı kastedilmektedir. Bu soruya hakkıyla cevap verilmesi, ancak şahsiyetin gelişmesi, geliştirilmesiyle mümkündür.
Kısacası, insanın bir yaşam felsefesine sahip olması ve bu yönde şahsiyetini geliştirmesi, ilişkilerini tayin etmesi, kendisi olması, toplum içinde sınırlarını bilmesi, bu şuura sahip olması gerekmektedir. Günümüzde, yaşamı bir sanat gibi gören ve yaşayan, daha estetik bir yaşam üslubu geliştiren, şahsiyeti gelişmiş güçlü bireylere ihtiyaç duyulmaktadır.”
Oturum başkanının, Veyis Güngör’ün bu konuşmasından sonra, “Dünya insanlığının sorunlarına dikkat çeken olağanüstü muhteşem bir konuşma” demesi alkışlandı.
İlhan KARAÇAY, Hollanda’da bir fenomen olan Veyis Güngör ile konuştu
* UETD Hollanda başkanlığını devrettikten sonra inzivaya çekildiği sanılan Veyis Güngör, ‘Etkinliklerimin en etkilileri asıl şimdi başlıyor’ diyor.
* Hollanda’da etkinlik yapma rekorlarını ekarte etmekte olan Veyis Güngör’ün, bundan sonraki ilk etkinliği ‘Mesnevi’yi okuma öğretisi’ olacak
* 25 yılda tam 101 eser yayınlayan Güngör, dünyanın dört bir yanında yapılan konferans ve seminerlere de imza attı
O’nu çok başarılı bir öğrenci olarak tanımıştım. Yeni GÜNAYDIN gazetesini yönetirken, Hollanda’da yetişmekte olan Türk gençleri için bir kompozisyon yarışması düzenlemiştik. Birinciliği O genç kazanmıştı. O gencin adı Veyis Güngör’dü. Amsterdam Hilton Oteli’nde yapmış olduğumuz ödül töreni, ülkenin en büyük gazetesi De Telegraaf’ta yarım sayfalık bir haber olmuştu.
O’nu çok başarılı bir öğrenci olarak tanımıştım. Yeni GÜNAYDIN gazetesini yönetirken, Hollanda’da yetişmekte olan Türk gençleri için bir kompozisyon yarışması düzenlemiştik. Birinciliği O genç kazanmıştı. O gencin adı Veyis Güngör’dü. Amsterdam Hilton Oteli’nde yapmış olduğumuz ödül töreni, ülkenin en büyük gazetesi De Telegraaf’ta yarım sayfalık bir haber olmuştu.
Hollanda’da etkinlik yapmaya öğrencilik yıllarında başlamıştı Veyis Güngör. Ama isterseniz daha öncelere gidelim ve soralım kendisine:
– Hollanda’daki renkli yaşamınızdan önce, tabii ki bir Türkiye yaşamınız vardı. Bize Türkiye yaşamınızdan söz eder misiniz?
– ”Memnuniyetle. 1962 yılında Anadolu’nun Toroslar’a yaslanmış bir kasabasında dünyaya gelmişim. O kasabanın adı Akören (Konya). Babam o zaman çiftçilikle uğraşırmış. Henüz ilkokula başlamamıştım. Bir gün, babamın elimden tutup kasabanın kalabalık caddesindeki esnafları ziyaret ettiğini ve ‘Allahaısmarladık’ dediğini hatırlıyorum. Sonraki yıllarda anlıyorum ki, babam Avrupa’ya, Hollanda’ya gidiyormuş. Ailenin en büyük erkek çocuğu olarak kasabada ilk ve orta okul, şehirde liseyi bitirdim. Çocukluğumdam beri insanlarla iç içe olmaya ve sosyal olaylara ilgi duymama rağmen, beni bir an önce bir meslek öğrensin diye sanat okuluna kayıt ettirdiler. Liseyi bitirdikten tam bir yıl sonra, yani 1980’nin ağustos ayında aile birleşimi çerçevesinde Hollanda’ya göç ettik. Altı aylık bir lisan kursundan sonra iş aramaya başladım. Amsterdam Belediyesi’nde tam bir yıl çalıştım. Bu süre içinde okuduğum ve çok etkilendiğim Taha Akyol’un `Tarihten Geleceğe` kitabı bana farklı bir gelecek perspektifi tayin etmeme vesile oldu. Bu çerçevede rahmetli Erol Güngör başta olmak üzere, Mümtaz Turhan, Hilmi Ziya Ülken, Nurettin Topçu, Peyami Safa, Mehmet Kaplan, Necip Fazıl Kısakürek gibi fikir ve düşünce adamlarıyla tanışmayla birlikte, özellikle sosyoloji merakı hasıl oldu bende. Sosyolojinin kurucusu Ibn-i Haldun’u yine bu kitap sayesinde öğrendim.
Bu heyecanla 1984 yılında Amsterdam Üniversitesi Pedagoji Bilimleri Fakültesinde öğrenime başladım. Pedagoji’nin ne kadar zor ve çetrefilli bir bilim dalı olduğuna kanaat getirdim. Bunun yanısıra aynı üniversitenin Siyasal Bilgiler Fakültesinde Orta Doğu Tarihi ek programını takip ettim. Üçüncü Dünya kavramı ve dünya üzerindeki özellikle Orta Doğu’daki azınlıklar başta olmak üzere, 20’nci yüzyıla mührünü vuran ideolojileri (Hitler Almanyasını, Mussolini İtalyasını, Lenin-Stalin Rusyasını) ve Batı düşünce akımlarını (Liberalizm, Sosyalizm, Nasyonal Sosyalizm, Hümanizm vs.) yakından öğrenme imkânı buldum. Üniversite son sınıfta Erasmus Değişim Programı çerçevesinde Preston (İngiltere) da Etnik Azınlıklar Politikaları üzerine de eğitim aldım. 1990 yılında Amsterdam Üniversitesi Pedagoji Fakültesinden lisans (master) alarak mezun oldum. Aynı fakültede (1991-1992) eğitim yılında yabancı öğrenciler danışmanı olarak görev yaptım. Bu yıllarda Hollanda Diyanet Vakfında Hollandaca ve Türkçe olarak “Arayış ve İslam” dergisini çıkardım. Part time olarak Cordaid (Kalkınma İşbirliği Ajansı) kurumunun Orta Avrupa-Doğu masasında proje görevlisi olarak çalıştım. Haftanın geri kalan günlerini ve özellikle her akşam en az üç saatimi sosyal, kültürel, bilimsel etkinlikler ve çalışmalara ayırdım. DÜNYA Gazetesi, Haber ve HaberA dijital gazetede, genellikle Hollanda’daki insanlarımızın sorun ve faaliyetleri ile ilgili yazılar yazmaktayım. Evliyim ve iki çocuk babasıyım.”
– Sayın Güngör sosyal, kültürel, bilimsel etkinlikler ve çalışmaları biraz açalım
– ”Hay hay!.. Yukarıda insanlara ve sosyal olaylara ilgimdem bahsetmiştim. Küçük yaşlardan beri, sanki kaos içinde olan etrafımı düzenleme, örgütleme, organize etme gibi bir his var içimde. Daha yedi, sekiz yaşlarında, aklımız henüz siyasete ermezken, mahallenin çocuklarını biraraya toplar ve grup oluştururdum. Hiç unutmam mahallede oluşturduğumuz Beşiktaşlılar grubuyla tüm mahalledeki evlerin kapılarına, duvarlarına BJK ibarelerini yazmıştık bir akşam vakti. Sonraki yıllar malum… Memleket kurtarma…
Bu haleti ruhiye içinde sosyal, kültürel ve diğer etkinliklerimiz Amsterdam Üniversitesinde oluşturduğumuz ‘Gençlik Komitesi’yle devam etmiştir. Artık misyonumuz, Hollanda’da Türk kültürünün kurumlaşması sürecinde gerek üniversite bünyesinde, gerek ülke düzeyinde sosyal ve kültürel etkinliklerde bulunmaktır. 1990’lı yıllara yaklaştığımızda, sosyal bilimlerde öğrenmiş olduğumuz bazı metodları mensup olduğumuz insanların hizmetinde kullanmak olmuştur o yıllardan günümüze amacımız. Mesela üniversitede okurken kurmuş olduğumuz Hollanda Türk Akademisyenler Birliği Vakfı, Hollanda’da oluşmakta olan kültürümüze sayısız Hollandaca ve Türkçe kitap kazandırmıştır. Devamında kurduğumuz Amsterdam Türkevi Derneği, Hollanda tarihinde ilk defa ata sporumuz yağlı güreşleri organize ederek bu kültür değerimizin Hollanda’da tanınması ve gençlerimiz tarafından benimsenmesine sebep olmuştur. Türkevi Derneği’nin etkinlikleri sadece Holanda’yla sınırlı olmayıp, Türkiye başta olmak üzere Balkanlar, Orta Asya ve Afrika ülkelerinde de onlarca kalkınma işbirliği projelerin gerçekleşmesine vesile olmuştur. Bir zamanlar Prizren’de yayın yapmakta olan Yeni Dönem Radyosu, Üsküp’te yayınlanmakta olan „Yeni Balkan“ gazetesi, Kişinov’da yayınlanan „Ana Sözü’’ hemen aklıma gelenler arasında.
Bunların yasıra, on yıl önce yani Hollanda Türk göçünün 40. yılında ;
Araştırma dalında: “Hollanda Güncesi“, Dr. Kadir Canatan`, “40 Yıl, 40 İnsan ve 40 Öykü“, Yavuz Nufel ve “Rembrandt’tan van Gogh’a“, Emel Ertop.
Edebiyat dalında: “Göçmen İşçiler Ağıdı“, Nuri Can, “Gurbetten Sılaya“, Aşık Çağlari, “Nevbahar“, Hüseyin Kerim Ece ve “Derdaniden Deyisler“, Ali Karaahmet ait kitaplar yayınladık.
Belgesel film dalında:Olie Worstelen/Yağlı Güreşler, Mehter in Holland/Hollanda’da Mehter, Tolerant Islam: MEVLANA / Hoşgörü – İslam: Mevlana ve Maria in de Qoran / Kur’an da Hz. Meryem konulu filmlerin Hollandaca baskısını yaparak piyasaya sunduk.
İşte bu tür etkinliklerimiz Sakarya Üniversitesi Sosyoloji bölümünde doktora tezi olmuş ve tez kitap olarak yayınlanmıştır.
Veyis Güngör, Doğu Türkistanlı Uygurlar’ın özgürlük savaşçısı Rabia Kadir’i de Hollanda’da ağırladı ve Hollandalı devlet yöneticileri ile tanıştırdı.
– Peki, son on yıl bu çalışmaların yanısıra lobi faaliyeleri de diyebileceğimiz siyasi katılım, Avrupa Birliği Türkiye ilişkileri analanlarında da etkin oldunuz. Bu dönemi kısaca değerlendirir misin?
– “Son sekiz, on yılda, sizin de ifade ettiğiniz gibi, yürüyen faaliyelerin yanısıra, özellikle Türkiye’nin Avrupa Birliği üyeliği süreci başta olmak üzere, içinde yaşadığımız ülkede insanımızın siyasi katılım alanında etkin olması yönünde gayret sarfettik. Bu etkinliklerimizi kısa adı UETD olan Avrupalı Türk Demokratlar Birliği Hollanda şubesi olarak icra ettik. Bilindiği üzere, Türkiye – AB ilişkileri özellikle 2003’ten başlayarak sonraki yıllarda çok ciddi bir ivme kazandı. Türkiye’ye aidiyet duyan bireyler ve yöneticisi oldiğumuz kurumlar olarak bu süreçte pasif kalamazdık. Çünkü heyecanlanıyorduk. Avrupa Birliği değerlerinin, yani insan hakları, demokrasi, sivil toplum, düşünce özgürlüğü yani insanca yaşama değerlerinin ülkemize hakim olması, bu yönde bir çok adımlar atılması bizi heyecanlandırıyor hatta gururlandırıyordu. İşte biz de bu süreçte üzerimize düşen görevi yapmaya gayret ettik. Örneğin, Konya demokrasi okulu projesi, Antalya’da Filistinli yazar ve gazetecilerle sivil toplum çalıştayı, Hollanda Hükümeti Bilimsel Danışma Kurulunun “Türkiye, İslam ve Avrupa Birliği” raporunun tercümesi ve kitap olarak yayınlanması, Türkiye – AB ilişkilerinde Avrupalı Türk Sivil toplum kuruluşlarının rolü, gibi bir çok çalışma bu çerçevede olmuştur. Siyasi çalışmalarımız elbette bunlarla sınırlı kalmayıp, Hollanda’daki siyasi partiler, sendikalar ve Hollandalı sivil toplum kuruluşlarıyla ortak yaptığımız bir çok program da, Hollanda’daki insanımızın siyasi bilincinin yükselmesini amaçlamıştır. Bunlara ilaveten, aynı çerçevede Balkanlarda, örneğin Kosova’da sivil toplum ve demokrasi okulu, Ohri’de Avrasya Sivil Toplum Forumu projelerimiz de Türk ve Akraba topluluklarda biraz önce bahsettiğim insani değerlerin yayılması ve yerleşmesi yönündeki uğraşlarımız olmuştur. Ve sekiz yıl süren bu yorucu, yoğun ama onurlu çalışma sonunda, geçtiğimiz aylarda UETD Hollanda görevini yeni arkadaşlara devretmiş oldum. Şu anda geride bıraktığımız 8 yılın bir değerlendirmesi mahiyetinde bir kitap çalışmasıyla meşgulüm”.
Veyis Güngör, dünyanmın dört bir yanından davetlilerin katıldığı ‘Süreli Yayınlar Sempozyumu’ adı altındaki toplantıları yıllarca organize etti. Türkçe yayın yapan insanlar bu sempozyumlara yığınlar halinde katıldılar.
– Yeni kitap çalışmanızın adı ne olacak? İçeriği hakkında bilgi verir misiniz?
– ‘Üzerinde çalıştığım ve yaz tatilinden önce yayınlamayı planladığım kitabın adı: UETD Hollada’nın Altın Yılları 2005 – 2013.
Adından da anlaşılacağı üzere, kitap bizim son sekiz, dokuz yılımızı anlatan daha çok siyasi açıklamalarımızın yer aldığı, bir tür siyasi tarih kitabı olacak. Kitap üç ana bölümden oluşuyor. Birinci bölüm, UETD’de göreve geldiğimiz tarihten itibaren yayınlamış olduğumuz bildiriler ve faaliyetlerimizin bültenlerinden oluşmakta. İkinci bölüm UETD ve çalışmaları ile ilgili köşe yazılarından oluşmakta. Bu bölümde Prof. Dr. Talip Küçükcan, Yavuz Nufel, Ali Çimen, Ali Kılıçarslan, Cengiz Özdemir, İlhan Karacay, İbrahim Karaman gibi gazeteci ve yazarların yanısıra, benim ve Ahmet Suat Arı’nın UETD ve çalışmaları ile ilgili yazılarına yer verilmekte. Üçüncü bölüm ise, gazte küpürlerinden oluşan, basın kesitlerine yer verilmekte. Kitap tarihe düşülen bir not olarak da yorumlanabilir. Türkevi Yayınları arasında çıkacak olan kitap orta boy olup 1000 sayfadan oluşacak”.
– Tam da bu noktada size sormak istediğim UETD başkanlığı meselesi var. Başkanlığı devretmeyle ilgili bazı spekülasyonlar dolaşıyor. Birinci elden olayı anlatır mısınız?
– Siz de çok iyi bilirsiniz ki, Hollanda’da bir gelenek var. İnsanlar bir işte, bir görevde onlarca yıl kalmazlar. Bir iki dönem sonra kendileri yaptıkları işi, üstlendikleri görevi bir başkasına devrederler. Bu devretme hem kişiler hem kurumlar için bir yenilenmedir. Kan değişimidir. Buradan hareketle biz de, arkadaşlarımla birlikte 8 yılı aşan bir süreyle UETD Hollanda yöneticiliği yaptık. Bu gelenekten hareketle, tam bir yıl önce yönetim kurulumuzun aldığı karar gereği devir teslim çalışmaları başladı ve yeni arkadaşlarımıza devrettik. Bunun yanısıra, biz görevi devretme hazırlığı sürecindeyken, UETD teşkilatında genel anlamda bir de konsept değişikliğine gidildi. Lobi merkezli bir teşkilatttan, taban ağırlıklı bir hizmet anlayışı gelişti. Ben ve arkadaşlarım bu değişikliği saygıyla karşıladı. Belki etrafta dolaşan spekülasyonlar bu çerçevededir. Şunun bilinmesinde fayda var. 25 yılı aşan bir süredir Hollanda merkezli, Türkiye, Balkanlar hatta zaman zaman Orta Doğu ve Afrika’yı da içine alan bir sivil toplum hizmetimiz var. Bu çalışmaların merkezi, varoluş felsefemize uygun, Anadolu’da bin yıldır oluşturduğumuz medeniyet anlayışımızla milletimize ve insanlığa hizmet etmektir. Biz hangi kurumda olursak olalım, dünya görüşümüz ve duruşumuz hep aynı oldu, bundan sonra da değişmeyecek. Hz. Pir Mevlana Celaleddin Rumi, Piri Türkistan Hoca Ahmet Yesevi, Yunus Emre, Hacı Bektaş-i Veli, Evliya Çelebi ve bunların ortaya koydukları misyon bizim ilham kaynağımızdır. Bu anlayışımız UETD Hollanda döneminden önce de, UETD döneminde de ve yarınlarda da sürecektir”.
Veyis Güngör, 25 şubat 2009’da Amsterdam’da düşen THY uçağında can verenlerin anısına dikilen anıtın açılışına da katkıda bulundu. Fotoğrafta Veyis Gungor ve İlhan Karaçay anıt önünde görülüyorlar.
– Anlaşıldığı kadarıyla, bu faaliyetleriniz bundan sonra da devam edecek. Bu faaliyetleriniz Türkevi Araştırmalar Merkezi adı altında mı yapılacak? Bu kuruluş hakkında biraz daha bilgi verebilir misiniz?
– ”Memnuniyetle. Türkevi Araştırmalar Merkezi’ni (TAM), sosyolog Talip Küçükcan beyle birlikte, bilimsel araştırmalar yürütmek, stratejik analizler yapmak, bilim, siyaset ve medya dünyası ile kamuoyuna tarafsız ve doğru bilgiler vermek amacıyla 2004 yılında kurduk. TAM’ın, eğitim ve insan kalitesinin giderek yükseldiği yeni bin yılda doğru ve güvenilir bilgi üretimine katkıda bulunmayı amaçlayan bağımsız bir bilimsel araştırma merkezi olduğundan kimsenin kuşkusu olmasın.
TAM, Hollanda ve Avrupa’da yaşayan Türkler’in sorunlarına sürdürülebilir çözümler üretmeyi amaçlamaktadır. Ayrıca, Avrupa değerlerinin Türkiye’de, Türk kültür ve uygarlık birikiminin ise Avrupa ülkelerinde tanıtılmasını sağlayarak Türkiye-Avrupa Birligi ilişkilerine katkıda bulunmayı hedeflemektedir. Bu amaca yönelik olarak TAM, Avrupa’daki eğitim, araştırma, düşünce kuruluşları ve sivil toplum kuruluşları ile ortak çalışmalar yürüterek doğru ve nitelikli bilginin üretilmesine imkan sağlamakta, ulusal ve uluslararası bilimsel araştırma projelerini desteklemekte ve üretilen bilginin daha geniş kitlelere ulaştırılması için yayın, sempozyum ve konferans faaliyetlerinde bulunmakta ve yetkin bilim adamları yetiştirilmesi için imkânlar sağlayarak nitelikli insan gücüne katkıda bulunmayı amaçlamaktadır. TAM, başta Hollanda olmak üzere Avrupa ve Türkiye’deki siyasal, sosyal, ekonomik ve kültürel gelişmeleri bilimsel yöntemlerle izleyerek bilim adamı, yöneticiler ve medya için bilgi birikimi sağlamayı amaçlamaktadır.
Hollanda’da on üç yıldır kapsamlı etkinlikler sürdüren Türkevi Derneği’nin bir üst kuruluşu olarak etkinliklerine başlayan TAM bilimsel araştırma projeleri yanında Hollanda başta olmak üzere Avrupa’daki Türk toplumu, Türkiye-AB ilişkileri, Türk kültürü ve uygarlığı hakkında uluslararası araştırma, yayın, sempozyum ve konferans etkinliklerinde bulunacaktır. TAM, bilimsel ve nitelikli bilgi üretilmesine katkıda bulunmak amacıyla araştırmacı yetiştirecek, araştırma kütüphanesi ve dokümantasyon ünitesi kuracak, ihtiyaç duyulan konularda kamuoyunu aydınlatacak görüşler hazırlayacaktır.”
Veyis Güngör eski Başbakan Balkenende’ye Hz Meryem DVD Belgeselini veriyor.
BUNDAN SONRA YAPILACAKLAR
– Peki, bundan sonra Türkevi Araştırmalar Merkezi olarak yapacağınız etkinlikler konusunda bilgi verir misiniz?
-” İsterseniz önce yayınlarımızda söz edeyim: Bildiğiniz gibi Mesnevi’yi uzun ve yorucu bir çalışmadan sonra Hollandacaya tercüme ettik ve yayınladık. Bu yıl ikinci başkısını gerçekleştirdik. İkinci baskısında altı cild bir arada, büyük boy tek kitap olarak yayınladık.
Diğer taraftan, Anadolu Evliyaların Piri olan, Türkistanlı Hoca Ahmet Yesevi’nin hayatını, görüşlerini, Türklerin Orta Asya’dan yayılmalarını konu alan ‘Ahmet Yesevi’ kitabını Hollandaca olarak yayınladık. Önümüzdeki günlerde organize edeceğimiz “Türk kültüründe Tasavvuf ve Ahmet Yesevi” konulu bir çalıştayla kitabı kamuoyuna ve kitap severlere tanıtacağız.
UNESCO’un dünyada kaybolan diller arasına aldığı Nogayca ‘Akşa Nenem’ adında bir hikaye kitabı yayınladık. Hollanda’da yaşamakta olan Nogayların kurduğu Nogay Vakfıyla birlikte yürüttüğümüz bu proje çerçevesinde, bir de ‘Hollanda’da Nogaylar’ belgeselini hazırladık. Ankara’da ve Amsterdam’da organize edilecek programlarla bu kitap ve belgeselin tanıtımı yapılacak.
Bu arada, benimle son yirmibeş yılda yapılan ve çeşitli gazetelerde yayınlanan Avrupa’da Anadolu kitabımın Amsterdam’da bir tanıtım programı olacak.
Hollandalı yazar Mohamed El Fers’in hazırladığı ve Konya Selçuklu Belediyesiyle ortaklaşa yayınladığımız ‘13’üncü Yüzyıl Konyası’na Seyahat’ adlı kitabın tanıtımı Mayıs ayında Konya’da yapılacak.
Yayın faaliyetlerimizin yanısıra önümüzdeki dönemde yapacaklarımız ise gerçekten çok önemli. İlk etapta Mesnevi’nin nasıl okunacağına dair bir kurs-öğreti planladık. Mart ayı içinde başlayacak olan 10 bölümlük bur kurs için duyurulara başladık. Büyük bir ilgi göreceğini umuyorum. Yunus Emre, Dede Korkut, Hacı Bektaş Veli programlarımız sırada.
Diğer taraftan, Leonardo Da Vinci projesi çerçevesinde Lahey Büyükelçiliğimizin Basın Müşavirliği, Hollanda Gazeteciler Cemiyeti ve Avrupa Kopmisyonun hazırladığı ‘Yerel Medya AB ile Buluşuyor’ programının bir bölümünde ‘Hollanda’da Türkçe Medya’ konulu bir çalıştay düzenlenecek.
Hollanda’nın kurtuluş yıldönümü 5 mayısta “Özgürlük Yemeği” düzenlecek. Gençlere yönelik olan bu programda özellikle göçmen gençlerin bu konuda görüşlerine yer verilecek.
Mayıs’ın sonunda, her yıl katıldığımız ‘3. Dünya Türk Forumu’ organize edilecek. Türk Dünyası Akil Kişiler toplantısının da yapılacağı Forum’da “Kültür Diplomasisi; Yeni Araçlar ve Modeller”, “Türk-Ermeni ilişkilerine Tarihsel Bakış” ele alınacak.
Hollanda’ya göç’ün 50. Yılı çerçevesinde ise yıl boyu çeşitli faaliyetlerimiz olacak. Bunların başında, 24, 25, 26 Haziran’da Türkiye’den 5o akademisyenin katılacağı uluslararası ‘Göç’ün 50. Yılında Hollanda Türkiye İlişkileri’ konulu bir sempozyum organize edilecek.
Diğer taraftan, ‘Sivil Toplum’da 25. Yıl’ konulu bir belgesel hazırlanacak. Göç çerçevesinde “Üçüncü Nesilden Birinci Nesile Mektuplar” konulu bir ödüllü kompozisyon yarışması organize edilecek.
Veyis Güngör Bosna Başbakanına DÜNYA’yı gösteriyor
– Yapmayı planladığınız bu etkinliklerin tamamı ‘Türkevi Araştırmalar Merkezi’ adına mı yapılacak?
-”Evet, bundan sonraki faaliyetlerimizi Türkevi adı altında sürdüreceğiz. Ancak bizim uzun süredir devam ettirdiğimiz ve birikte çalıştığımız partner kuruluşlarımızda bazı faaliyetlerde görev alacaklar.”
– Yurttaşlarımız için son olarak söylemek istedikleriniz var mı?
-” Tabii ki var. İnsanımıza hizmet sadece bir çatı altında yapılmaz. Ben UETD’ye başkan olmadan önce de milletimiz ve insanlık için etkinlkler yapıyordum. 25 yılda 101 eser yayınladım. Şimdi, çok değer verdiğim arkadaşlarımla birlikte Türkevi çatısı altıında hizmetlerimizi sürdüreceğiz.”
-Size yeni görevlerinizde başarılar diliyoruz.
-” Ben de sizlere teşekkür ediyorum. Milletimizin her türlü sorunları ile ilgilenmeye devam edeceğimi de sizin kanalınızla duyurmuş olayım.”
Veyis Güngör Kıbrıs sempozyumunda.
Veyis Güngör,Pekin’de öğrenci hareketini başlatan Orkes Nur Muhammet Deleti ile.
Veyis Güngör ve Kosova Çevre Bakanı Mahir Yağcılar
Lahey Büyükelçimiz Şaban Dişli, Amsterdam, Deventer ve Rotterdam Başkonsoloslarımız Engin Arıkan, Tuna Yücel Modrak ve Aytaç Yılmaz için çok sayıda kuruluş veda etkinliği yapıyor.
Alışılmışın dışında, duygulu anların yaşandığı etkinlikler için olumlu düşünenler olduğu gibi, şaşkınlıkla izleyenler de var.
Birileri ‘Ahde vefa’ untulmamalı derken, diğerleri de ‘Boy boy fotoğrafta görünmektense, sosyal etkinliklerde boy gösterilmeli’ diyor.
17 Büyükelçi ve 33 Başkonsolos içinde sadece dördü ile limonileştik…
İlhan KARAÇAY yazdı:
55 yıldır gazetecilik yaptığım Hollanda’da tam 17 Büyükelçi ve 33 Başkonsolos tanıdım.
Başkonsolosların 16’sı Rotterdam’a, 14’ü Deventer’e ve 3’ü de Amsterdam’a geldiler.
benden önce buraya Büyükelçi ve Başkonsolos olarak atanmış olanlar da bir hayli kalabalık.
Büyükelçiler ve Başkonsoloslar ile iş ve özel ilişkilerim, genellikle çok olumlu geçmiştir. Önemsenmeyecek sayıda diplomatımız ile de, saygı çerçevesi içinde aramız limoni geçmiştir.
Bu konudaki dedikoduları en sonda size aktaracağım ama, şimdi değişen bir geleneği ve formaliteleri anlatmaya çalışacağım.
Hollanda’da görev yapan Büyükelçi ve Başkonsoloslarımız arasında ayrım yapmadan şunu rahatlıkla söyleyebilirim. Ankara’da Dışişleri’nde yetişmiş olan ve yurtdışına gönderilen görevlilerimizin hemen hemen tamamı, üstlendikleri görevleri ve taşıdıkları ünvanları hakkıyla taşımışlardır. Dışişlerinde yetişmiş olmanın kazandırdığı görgü ve kurallar ile, toplumu kucaklayan bu değerler, yabancı misyonlarda da kendilerini kabul ettirmişlerdir.
Velhasıl, her biri pırıl pırıl olan bu bireylerimizin yanında, zıt teşkil edecek birkaç istisna olacaktır elbette…
Ben bu istisnaları size korkmadan anlatacağım.
DEĞİŞEN GELENEK VE FORMALİTELER
Türkiye’de uzun bir süre kaldıktan sonra Hollanda’ya gelen akil bir dostum beni kahve içmeye davet etti. Kahvemizi içerken, her zamanki gibi, ‘Hollanda’da neler oluyor?’ sorusu yerine, ‘Nedir bu başkonsolos veda toplantıları?’ diye bir soru geldi bu akil adamdan.
Böyle bir soruyu hiç beklemiyorudum. Hoş, başkonsolosların vedaları ile ilgili uzunca bir yazı için hazırlık yapıyordum ama ve hatta şahsen ben de veda yazıları istemiş olduğum halde ve bizzat ben de bir başkonsolosumuza veda ziyaretine gittiğim halde, bu veda etkinliklerinin bu kadar çok gerçekleşmiş olmasına hiç dikkat etmemiştim.
Akil dostuma, ‘Yok ya, birkaç kuruluş veda yemeği verdi, o kadar’ demem ile birlikte, aldığım cevap da şaşırtıcı oldu. Zira akil dostum, veda etkinliği yapanların adlarını sıralamaya başladı.
Yapılan etkinliklerin bazıları gözüme çarpmıştı ve hatta bunları bir dosyada toplamıştım. Ama daha sonra Google’da bir arama yaptığım zaman, gerçekten de yapılan veda etkinliklerinin bir hayli fazla olduğuna şahit oldum. Demek ki akil dostum haklıymış.
‘Olsun’ diyeceksiniz değil mi?
Tabii ki olsun. Ahde vefaya önem verilmesi iyi bir gelişmedir. Bu gelişmede rahatsız edici bir durum yoktur. Ama akil arkadaşım bu kez, “Bana birisinden bir mesaj geldi. Hollanda’daki İşverenler Derneği bir toplantı yapmış ve başarılı iş kadınlarına ödüller vermiş. Bunların içinde Türk kadınları da vardı. Bizim sivil toplum kuruluşları ve Başkonsoloslar ile boy boy fotoğraf çekilen beyler, bu toplantıya neden değer vermediler acaba, diyenler oldu” dedi.
Haydaaaa, bakın bu konuna ben de çuvallamışım.
Ama ben yine de ‘olsun’ sözümde duruyorum ve diplomatlarımız için yapılan veda etkinliklerinden bolca söz etmek istiyorum.
Hem de öncelikle, bizzat şahsımın yaptığı bir veda ziyareti ile başlıyorum.
Vedaya gittiğim diplomat, Amsterdam Başkonsolosumuz Engin Arıkan idi.
Veda fotoğrafımız çekildikten sonra, Arıkan’dan, veda mesajını yazılı olarak vermesini rica ettim.
Arıkan, veda mesajını gideceği son gün göndereceğini söyledi.
Ben kendilerine başarılar dileyerek veda ettikten sonra, bilgisayar karşısında veda etkinliği aramaya başladım. Aramama gerek olmayan bir etkinliği zaten saklıyorum.
Bu etkinlik Sivaslılar Platformu’nun etkinliğiydi.
Ama sıradan bir etkinlik değildi bu…
Sivil toplum kuruluşlarının temsilcileri ile özellikle Kadın Kolları’nın katılımı ile gerçekleşen veda etkinliğinde yemek de vardı. Hem de Sivas’a özel Hingel yemeği.
Hollanda Sivaslılar Platformu Başkanı İbrahim Çitil, ‘Herkesle samimi dostluklar kurabilen Başkonsolos’ olarak nitelediği Engin Arıkan için şunları söyledi: “Hangi faaliyete katıldıysam orada başkonsolosumuzu gördüm. Amsterdam ve çevresindeki Türk Sivil Toplum Kuruluşlarının sorunlarını kısa sürede çözen ve güler yüzüyle uğurluyan biri olarak tanıdık. Herkese eşit mesafede davrandı. Kendisi çok vefakâr bir insan olarak, vatandaşlarımızın cenazelerinde, düğünlerinde ve mutlu anlarında hep yanlarında oldu.”
Çitil’den sonra bir konuşma yapan Başkonsolos Arıkan’ın orada söylediklerini değil, bana yazılı olarak gönderdiği veda konuşmasını aktarmak istiyorum. Zira yazılı açıklama hem daha detaylı ve hem de daha duyguluyudu. Diğer Başkonsoloslarımızdan gelecek veda yazılarını beklemeden, onların adına da yazdığı bir konuşma olarak sizlere aktarıyorum. Öyle ya, diğer Başkonsoloslarımız da aşağı yukarı aynı şeyleri ifade etmeye çalışacaklardır:
“Kıymetli Vatandaşlarımız,
Hollanda Türk Toplumunun Değerli Mensupları,
Amsterdam’da 1 Eylül 2018 tarihinden bu yana onur duyarak sürdürdüğüm görevim bugün (30 Kasım 2022) itibarıyla sona ermektedir.
Görev sürem boyunca tüm mesai arkadaşlarımla birlikte toplumumuzu kapsayıcı ve kucaklayıcı bir anlayışla hizmet sunmaya gayret ettik. Önceliğimiz, yeni açılmış olan Başkonsolosluğumuzun sizlere her alanda nitelikli, etkin, hızlı ve güler yüzlü hizmet sunmasını sağlamak oldu.
Görev dönemimin başlarında personel sayımızın azlığı, yaklaşık 160bin vatandaşımızın yaşadığı görev bölgemizde sizlere daha etkin hizmet sunmamızı güçleştirmiş olsa da, Dışişleri Bakanlığımızın kuvvetli desteği sayesinde personel yapımızı sadece nicelik anlamında değil, niteliksel olarak da zaman içinde geliştirdik.
Bugün itibarıyla Başkonsolosluğumuz, ülkemizin 275 dış temsilciliği arasında konsolosluk işlem hacmi bakımından ilk 20 temsilcilik arasında yeralmaktadır. Faaliyete geçişinden kısa süre sonra Başkonsolosluğumuzun bu işlem hacmine ulaşması şüphesiz tüm mesai arkadaşlarımın özverili çalışmaları sayesinde olmuştur. Her birine teşekkürü borç bilirim.
Görev dönemimin yaklaşık yarısı dünyada daha önce eşi görülmemiş COVID-19 pandemisinin etkisi altında geçti. Bu dönemin olağanüstü şartlarında Başkonsolosluğumuzu hiçbir zaman kapatmadık. Her koşulda, tüm mesai arkadaşlarımla birlikte vatandaşlarımızın yanında olmaya gayret gösterdik. Devletimizin gücü sayesinde Amsterdam’dan çok sayıda tahliye seferi düzenledik, ambulans uçaklarla hasta vatandaşlarımızı ülkemize naklettik.
Görev sürem boyunca öncelik verdiğimiz alanlardan biri de tüm paydaşlarımızla yakın temas içinde olmak, Başkonsolosluğumuzun kapılarını tüm vatandaşlarımıza ve sivil toplum kuruluşlarımıza açık tutmak oldu. Bu yaklaşımımızın Hollanda Türk toplumunda da aynı samimiyetle karşılık bulduğunu görmek bana büyük mutluluk vermektedir.
1960’lı yıllardan bu yana Hollanda’ya katkı ve zenginlik sunan toplumumuzun her alanda daha ileriye gitmesi, gençlerimizin ve çocuklarımızın daha nitelikli yetişmesi, Türkçeyi, Hollandacayı ve diğer dilleri en iyi şekilde konuşmaları hedeflerimizin başında yeralmaktadır. Bu alanlarda işbirliği içinde olduğumuz tüm sivil toplum gönüllülerimize ve kuruluşlarımıza teşekkür ederim.
Görevim sırasında yerel makamlarla da yakın temas ve işbirliği içinde olmaya özen gösterdim. Yerel temaslarımızın odak noktasını, görev bölgemizdeki toplumumuzun hak ettiği konuma ulaşması, ırkçılık, yabancı düşmanlığı ve İslam düşmanlığı gibi konularda vatandaşlarımızın, camiler gibi kurumlarımızın ve sivil toplum kuruluşlarımızın korunması teşkil etti.
Görev sürem boyunca, sivil toplum kuruluşlarımızın, basın mensuplarımızın, iş insanlarımızın ve çeşitli kesimlerden vatandaşlarımızın samimi desteğini her zaman somut biçimde hissettik.
Bu dönemde, Büyükelçimiz Sayın Şaban Dişli’nin tecrübe ve yönlendirmelerinden her zaman istifade ettik. Sayın Rotterdam ve Deventer Başkonsoloslarımızla uyumlu ve işbirliğine dayalı verimli bir ortak çalışma anlayışı geliştirdik. Aynı anlayışın görevi devredeceğim değerli meslektaşım Mahmut Burak Ersoy’un döneminde de devam edeceğine inancım tamdır. Kendisine bu onurlu görevinde başarılar diliyorum.
Bu vesileyle, görevimin sona ermesi münasebetiyle veda programları düzenleyen, Başkonsolosluğumuzu ziyarete gelen, sözlü ve yazılı olarak güzel dileklerini ileten tüm vatandaşlarımıza ve sivil toplum kuruluşlarımıza da teşekkür etmek isterim.
Amsterdam’daki dört yılı aşkın görevimden, çok kıymetli dostluklar kurmuş olarak, unutulmayacak hatıralarla ayrılırken, tüm vatandaşlarımıza en içten selam ve saygılarımı sunuyor, sağlık ve esenlikler diliyorum.”
Hollanda Sivaslılar Platformu Başkanı İbrahim Çitil, Başkonsolos Arıkan’a bir plaket takdim etti. Arıkan da Sivaslılar’a Konsolosluğun armasını taşıyan bir plaket verdi.
Engin Arıkan, Başkonsolosluk mensuplarıyla da bu hatıra fotoğrafını çektirdi.
ÜÇÜNE BİRDEN VEDA
Uluslararası Demokratlar Birliği UID, tayinleri çıkan Amsterdam Başkonsolosumuz Engin Arıkan, Deventer Başkonsolosumuz Tuna Yücel Modrak ve Rotterdam Başkonsolosumuz Aytaç Yılmaz’a bir veda yemeği verdi. Utrecht kentin’deki Laila Restaurant’ta verilen veda yemeğine katılanlar duygulu anlar yaşadılar. Daha sonra Başkonsoloslara adeta hediye yağdı.
Rotterdam Başkonsolosumıuz Aytaç Yılmaz kendisine verilen hediyeleri alırken, “UID’nin kıymetli mensupları, sizin misafirperverliğinizden memnun olarak ayrılacağız. Bizimle birlikte çalışmalarınız olmuştur. Yani sizin desteğinizle pek çok çalışmalarımız oldu. Bunun için sizlere minnettarız. Umarım burada sizlerle güzel anılar bırakmışızdır. Güzel hatıralar bırakmışızdır. Bizim sizlere hakkımız teker teker helal olsun, sizler de hakkınızı helal edin” diye konuştu.
Deventer Başkonsolosumuz Tuna Yücel Modrak kendisine takdim edilen hediyelere şöyle karşılık verdi: “Sizleri çok sevdik, bizlere hep destek oldunuz, yanımızda hissettik. Sizlere çok teşekkür ediyoruz, sağ olun var olun. Ailemizin yanına, Türkiye’ye vatanımıza dönüyoruz. Onun da bir heyecanı var. Sizin artık Ankara’da bir eviniz var, biz oradayız. Her zaman bekleriz, bir ihtiyacınız olursa, yapabileceğimiz bir şey olursa ve veya bir kahve içmeye her zaman bekliyoruz.”
Amsterdam Başkonsolosumuz Engin Arıkan hediyelerini adıktan sonra şunları söyledi: “Sizlere üstün başarılar diliyorum, hep desteğinizi hissettik. Bundan sonra bu bir bitiş ve yeni bir başlangıçta görüşmek dileğiyle. Bende Bütün UID ailesine çok teşekkür ediyorum: Buraya yeni geldiğimizde ilk tanıştığımız Sivil Toplum Kuruluşlarından birisi UID idi. Hem ülke hem bölgesel hem yerel halklarla tanıştık. Unutulmayacak çok güzel çalışmalar yaptık.”
UID veda yemeğini Utrecht’teki Laila Restaurant’ta verdi.
MOTOR KULÜBÜ’NDEN VEDA ZİYARETİ
Hollanda’da faaliyet gösteren ve çeşitli etkinlikler ile topluma yararlı olmaya çalışan ‘BMW Hollanda Official ve T-Bikers Motor Kulübü’ yöneticileri, Amsterdam Başkonsolosumuz Engin Arıkan’a veda ziyaretinde bulundular.
DÖRT AYRI KURULUŞTAN VEDA ZİYARETİ
Hollanda’da yerleşik Nogay Türkleri Vakfı Başkanı Orhan Demirci, Başkonsolos Arıkan’a veda ziyaretinde bulunanlar arasındaydı. Başkonsolosu ayrıca, Doğu Türkistan Vakfı Başkanı Abdurrahman Abdullah ve Kumbet Vakfı Başkanı Bekir Baş ve Hollanda Türk Sivil Toplum Kuruluşları Platformu (PTN) yöneticileri de ziyaret ettiler.
DİYANET VAKFI CAMİLERİ PLATFORMU’NDAN VEDA YEMEĞİ
Başkonsolos Engin Arıkan, Kuzey Hollanda – Hollanda Diyanet Vakfı Camileri Platformu tarafından kendisi için düzenlenen veda yemeğine katıldı. Cami yöneticileri ve görevlilerine, Hollanda Türk toplumuna, sadece ibadet mekanları olarak değil toplumsal ve kültürel alanda sundukları önemli hizmetler için teşekkür etti.
HOLLANDA MUSİAD’DAN VEDA
MUSİAD Hollanda yönetimi, Amsterdam Başkonsolosumuz Engin Arıkan, Deventer Başkonsolosumuz Tuna Yücel Modrak ve Rotterdam Başkonsolosumuz Aytaç Yılmaz için özel bir veda etkinliği yaptı.
FUTBOLCULAR DA UNUTMADI
Amsterdam Başkonsolosumuz Engin Arıkan’ın bir başka özelliği de futbol oynamasıydı. Amsterdam Gençler Biriliği (AGB) takımında zaman zaman yer alan Arıkan’a, futbolcu arkadaşları da bir veda yemeği verdi. Yemek öncesi forma giyen Arıkan (Üst sırada sağdan üçüncü) duygulu anlar yaşadı.
MEDYA MENSUPLARININ YEMEKLİ VEDASI
Genellikle Rotterdam’da yaşayan medya mensuplarımızdan Özcan Özbay, Mahmut Eröztürk, Yavuz Nufel, Hikmet Gür, Mustafa Koyuncu, Ayhan Sucu ve Zeynel Abidin Kılıç tarafından Aytaç Yılmaz adına organize edilen davet, Rotterdam’daki Keyf-i ÂLâ Restoran’da gerçekleşti.
Aytaç Yılmaz basın mensuplarına hitaben yaptığı veda konuşmasında şunları dile getirdi: “Buraya ilk geldiğim 2018 yılı çok zorlu bir seneydi. Normal zamanda gelmedik. Ancak ona rağmen dört buçuk seneye baktığımda şunu görüyorum ki, çok huzurlu bir ortamda görev yapmışım.
Huzur, çalışmanızdan verim almanız için çok önemli. İki çok kıymetli Başkonsolosumuz ve bir de bu ülke ve insanını yakından tanıyan Büyükelçimizin varlığı, bu huzurun ve dolayısıyla verimli çalışmaların başı, en önemli faktörü idi
Hollanda-Türkiye arasındaki ilişkilerde bazen konjonktürel, bazen siyasi olarak sıkıntılar yaşanabilir. Sizler vatandaş olarak sorumluluğunuzun ve yükümlülüğünüzün farkında olarak hareket edin. Düşüncelerinizin yönlendirilmesine müsaade etmeyin. Yaşanan sorunların farkında olarak her zaman olduğu gibi yine çalışma hayatınızda faaliyetlerinize devam edin lütfen.
Hepinize teker teker hakkım helal olsun. İnsanız, mutlaka bilmeden hatamız olmuştur. Sürçülisan yaptıysak, haklarınızı helal edin. Kendinize çok iyi bakın. Hepinizin yolu açık olsun. Allah hepinizden razı olsun”
HOTİAD’DAN ÜÇ BAŞKONSOLOSA VEDA YEMEĞİ Başkonsoloslara veda etkinlikleri rüzgârına Hollanda Türk İşadamları Derneği HOTİAD da katıldı. Amsterdam’daki Majesteak Restaurant’a verilen veda yemeğine, Amsterdam Başkonsolosu Engin Arıkan, Rotterdam Başkonsolosu Aytaç Yılmaz ve Deventer Başkonsolosu Tuna Yüce Modrak katıldılar. Veda yemeğinde HOTİAD Başkanı Hikmet Gürcüoğlu, verdikleri hizmetler için teşekkür ettiği başkonsoloslara hediyeler verdi.
DEVENTER MERKEZ CAMİİ DERNEĞİ KADIN KOLLARI’NIN VEDA ZİYARETİ Deventer kentindeki HDV Merkez Camii Derneği Kadın Kolları mensupları, Başkonsolos Tuna Yücel Mordak’a veda ziyaretinde bulundular. Başkonsolos Mordak, bu inceliği gösteren kadınlara teşekkür etti.
VEDA RÜZGÂRI DEVAM EDİYOR
Hollanda’da görevleri sonra eren diplomatlarımız için düzenlenen veda partileri tüm hızıyla devam ediyor.
Haber alamadığım pek çok etkinlik, henüz geri dönmeyen Deventer ve Rotterdam Başkonsoloslarımız için hızla sürüyor.
*************
VAKTİ OLANLAR VE DEDİKODU SEVENLER İÇİN, TERS DÜŞTÜĞÜM BAZI BAŞKONSOLOSLAR…
Hollanda’da kendilerine hancılık yaptığım diplomatlar içinde, sadece dördü ile aramız limonileşmişti. Bu limonileşmenin üçü, toplumu ilgilendiren konular da biri de şahsi bir konuda cereyan etmişti.
İşte size o limonileşen olaylar.
55 yıldır görev yaptığım Hollanda’da, tesadüf ya, Rotterdam’a ilk gelen Başkonsolos Ali Namık Aykaç ile, gider ayak bozuşmuştum. (Başkonsolosluk daha önce Lahey’deydi)
Bozuşma nedenimiz şuydu:
Malum 1972’de Rotterdam olayları, tüm dünyada Hollanda’ya puan kaybettiren olaylardı.
Bir hafta süren ve yaralanıp hastanelere yatırılan Türkler olduğu halde, Başkonsolos Ali Namık Aykaç, özellikle benim Hürriyet’te yayınlanan haberler nedeniyle ayağa kalkan parlamentoya bilgi vermesi gerekenlere, ‘Burada yaşananlar adi bir sokak kavgasıdır’ şeklinde bir rapor sunmuş.
Zamanın Çalışma Bakanı Ali Rıza Uzuner de mecliste ‘Rotterdam’da yaşananlar adi bir sokak olayıdır. Medya abartıyor’ gibi laflar etmişti.
Bunun üzerine gazetem benden ille de yaralı fotoğrafı istemişti. Ünlü parlamenterimiz Nebahat Albayrak çocuk iken yaşanan olaylarda, amcası Mustafa Albayrak, başına yediği bir taş darbesi ile komaya girmiş ve hastaneye yatırılmıştı. Akla gelemeyecek atraksiyonlar yaparak girdiğim hastanade Albayrak’ın fotoğrafını çektim ve birkaç yaralı fotoğrafıyla birlikte, haber atlatma lüksünü hiçe sayarak, hem Türk medyasına ve hem de Hollanda medyasına dağıttım. Böylece hem Rotterdam Başkonsolosumuza ve hem de Bakanımıza gerekli cevabı vermiştim.
Rotterdam olayları, Hollanda gazetelerinde de boy boy yer alıyordu. Trouw gazetesi, Türk Bakan Uzuner, yaşananların ırkçı saldırı olmadığını düşünüyor’ başlığını kullanmıştı.
Başkonsolosomuzun bir skandal hareketi daha vardı.
Hollanda medyası kendisine, ‘Ne yapmayı düşünüyorsunuz’ diye soru yöneltince, ‘Benim tayinim çıktı yarın gidiyorum, benden sonra gelecek olana sorun’ diye yersiz ve saçma bir cevap vermişti.
VATANDAŞ’A SİLAH ÇEKEN BAŞKONSOLOS
Evet yanlış okumadınız, Rotterdam’da, hem de çok iyi dostluk kurduğum bir Başkonsolos vardı ki, makamında vatandaşa silah çektiği gibi, bu vatandaşı polis çağırarak karakola çektirmişti.
Vatandaş haksız ve kaba olabilirdi. Ama o vatandaş, karakoldan çıktıktan sonra beni aradı ve devletimizi temsil eden Başkonsolosun, kendisini Türk toprağı sayılan Başkonsolosluktan Hollanda polisi tarafından sürüklenişini anlatmıştı. O Başkonsolosun adını açıklamak istemiyorum. Kendisini telefonda aradığım zaman, nedense bana da ters davrandı. O sırada Lahey’de Basın Müşavirliği yapan dostum rahmetli Ajlan Akınc’yı aradım ve durumu izah ettim. Konuyu Hollanda televizyonundaki akşam programıma yetiştireceğimi söyledim. Durum Büyükelçimize anlatılınca, Büyükelçimiz, Hollandalılara mahcup olmamak için, böyle bir haber yapmamamı rica etmiş. Ben de ‘Peki, o zaman Hollanda televizyonunda yayınlamayacağım ama Hürriyet’te yayınlayacağım’ dedim ve öyle de yaptım.
MEDYAYI ÖNEMSEMEYEN VE HAKİR GÖREN BAŞKONSOLOS
Hollanda’ya gelmiş 33 Başkonsolos içinde (16 Rotterdam, 14 Deventer, 3 Amsterdam) sadece dördü ile aramız limoni olmuştu. Bunlardan biri de, Deventer’deki ilk konsolosluğumuzu açmaya gelen Mehmet Ali Tenikalp (Tekinalp değil), tanışmadan bozuştuğum kişi oldu.
Yıl 1976. Hollanda’da ikinci bir Başkonsolosluğun açılması için yıllarca verdiğimiz mücadele semeresini vermiş, ‘Amsterdam mı olsun, Utrecht mi Olsun, Arnhem mi olsun, Eindhoven mi olsun’ sorularından sonra, Deventer’de açılmasına karar verilmişti.
İlk tayin edilen Başkonsolos da Mehmet Ali Tenikalp olmuştu. Eşi ile birlikte Hollanda’ya gelen bu çift, Deventer’de bir otelde konaklarken, Başkonsolosluk olmaya lâyık bir yer aramaya başlamışlardı. Kulaktan dolma söylemler ile bazı adresler için, ‘beğenilmediğini’ duyuyorduk.
Aradan aylar geçmişti ama, bir yanda Hürriyet’e, bir yandan TRT’ye çalışan ve bir yandan da Hollanda Televizyonu NOS’ta Pasaport adlı program yapan bir gazeteci olarak, Başkonsolosumuz ile tanışamamıştım. Hem tanışmak ve hem de konsolosluk için yer aramanın ne aşamada olduğunu öğrenebilmek için, Başkonsolosu kaldığı otelden telefonla aramıştım. Santral görevlisinden Başkonsolos ile gürüşmek istediğimi söyledim. Telefona önce Başkonsolosun eşi çıktı. Özür dileyerek kendimi tanıttım ve Başkonsolos ile ile görüşüp görüşemeyeceğimi sordum.
Başkonsolosun eşi ‘Bir dakika ‘ dedikten az sonra, ‘Buyurun’ diye bir ses duydum. ‘İyi günler sayın Başkonsolosum, ben İlhan Karaçay’ dedikten sonra duyduğum söz şuydu: ‘Kimmiş efendim bu İlhan Karaçay?’ Çok şaşırmıştım ama, ‘Afedersiniz ben Hürriyet muhabiriyim’ deyince de, öyle bir tavırla karşılaştım ki, anlatmakta zorlanırım.
Birincisi; 5-6 aydır Hollanda’da bulunan bir Başkonsolosun, medya ile tanışma geleneğini yerine getirmediği gibi, Hürriyet ve TRT’ye muhabirlik yapan, Hollanda televizyonunda da Türkler için program yayınlayan İlhan Karaçay ismini tanımıyor olması mümkün değildi tabii. Ama Başkonsolos nedense bu yakışıksız tavrı tercih etti.
Tabii ki, yaptığımız bu görüşmeyi, gazetecilik alışkanlığı ile banda almıştım. Gelişmeler hakkında bana bilgi vermekten kaçınmakla kalmayan ve rencide eden Başkonsolosun bu tavrını hem Hürriyet’te ve hem de televizyon programımda yayınladım.
Böylece de bu başkonsolos ile tanışma fırsatı ve ihtiyacı olmamıştı.
Sonradan yapmış olduğum araştırmada, Mehmet Ali Tenikalp adının, 6-7 Eylül olaylarında adının geçtiğini öğrendim. 6-7 Eylül Olayları öncesinde, Atatürk’ün doğduğu eve atılan bombanın provakosyon olduğunu iddia eden Yunanlılar, bu bombanın, Selanik’te Başkonsolos Yardımcısı olan Mehmet Ali Tenikalp tarafından Türkiye’den çanta içinde getirildiğini ve Hasan Uçar adlı kavas tarafından bahçeye atıldığını öne sürüyorlardı.
****************************
Değerli Okurlarım,
Başkonsoloslar hakkında pek çok haber yazmışımdır.
Bu Başkonsoloslardan Erkut Onart’ın vefatı üzerine yazdığım uzun bir yorumda, Başkonsoloslar ile aramda geçenleri dile getirmiştim.
İsterseniz o yazıyı da sizlere sunayım. Geçmişte neler yaşandığını sizler de öğrenmiş olursunuz.
RAHMETLİ OLAN BAŞKONSOLOS ERKUT ONART’IN ARDINDAN…
Hollanda’da görev yapmış Başkonsolosların en iyilerinden biriydi.
En iyilerin başında gelenlerden biri de Orhan Ertuğruloğlu’ydu.
Kavgalı olduğum Başkonsoloslar arasında, Selanik’teki Atatürk Evi’nin bombalanmasında, Yunanlılar’a göre rolü olduğu iddia edilen, Deventer Başkonsolosumuz Mehmet Ali Tenikalp vardı.
Bir başka kavgalım, Rotterdam olayları için ‘Basit bir sokak kavgası’ diye rapor veren Başkonsolos Namık Aykaç idi.
Bir de, halihazırda görev yapan Rotterdam Başkonsolosumuz Aytaç Yılmaz ile limoni bir ilişki hikâyemiz var.
(Yazıların altında, Hollanda ‘da görev yapmış tüm Türk Büyükelçilerin ve Başkonsolosların listesini bulacaksınız)
Ana akım ve sosyal medyada okumuş olacağınız gibi, Rotterdam’da Başkonsolos olarak görev yapmış olan Erkut Onart yaşamını yitirmiştir.
Yine okumuş olabileceğiniz gibi, 1994-1999 yıllarında görev yapmış olan rahmetli Erkut Onart için haberlerde, ‘çok sevilen bir Başkonsolostu’ ibareleri yer alıyordu.
Erkut Onart için kullanılan bu ibareye ben de yürekten katılıyorum.
Hollanda’da görev yapan Büyükelçi ve Başkonsoloslarımız arasında ayrım yapmadan şunu rahatlıkla söyleyebilirim. Ankara’da Dışişleri’nde yetişmiş olan ve yurtdışına gönderilen görevlilerimizin hemen hemen tamamı, üstlendikleri görevleri ve taşıdıkları ünvanları hakkıyla taşımışlardır. Dışişlerinde yetişmiş olmanın kazandırdığı görgü ve kurallar ile, toplumu kucaklayan bu değerler, yabancı misyonlarda da kendilerini kabul ettirmişlerdir.
Velhasıl, her biri pırıl pırıl olan bu bireylerimizin yanında, zıt teşkil edecek birkaç istisna olacaktır elbette…
Ben bu istisnaları size korkmadan anlatacağım.
Ama önce, istisna dışındaki gerçek değerlerimizden bir kaç isime bakalım:
Rahmetli olan Erkut Onart, bizde öyle derin izler yaratmıştır ki, bunu izah etmek için bir örnek vermek gerekecektir.
Erkut bey, diğerlerinin de yaptığı gibi, bizleri toplayıp bir veda toplantısı yapmıştı, Hepimiz buruk bir şekilde ayrıldıktan sonra, bizim için ayrıcalıklı olan bu insana karşı bizim de bir jest yapmamız gerektiğini düşündüm. Derhal gazeteci dostlarımı teker teker aradım ve Erkut beye, Hollanda’daki Türk gazeteciler adına bir veda yemeği vermeyi teklif ettim. Dostlarım bunu memnuniyetle kabul edince, inisiyatifi ele aldım ve şimdilerde, Amadi Park ve Amadi Panorama otellerini çalıştıran Ertuğrul Dalkıran’ın, o zaman Amsterdam’da ün yapmış Turquoise Restaurant’ında bir yemek verdim. Anlıyacağınız, bir gazeteci grubunun bir Başkonsolosa veda yemeği vermesi belki de dünyada bir ilktir. İşte Erkut Onart bey böylesi sevilen bir başkonsolostu.
Sevilen Başkonsoloslar denince, Deventer’de bir dönem Konsolos, iki dönem de Başkonsolos olarak görev yapan Orhan Ertuğruloğlu’nu da listeye koymak lâzım. Bir Hollandalı ile evlenen ve Hollandacayı ana dili konuşup yazan Ertuğruloğlu için yazılacak çok işey var. Ama bunu bir başka zamana bırakma sözü vererek, biraz da birkaç zıt kişiden söz edeyim. Yani biraz dedikodu yapayım.
ROTTERDAM BAŞKONSOLOSLUĞUNDAKİ TATSIZ OLAY
Bugünkü yazımın tam bir dedikoduya dönüşmesi için bir hikâye daha anlatmam gerekecek.
Şu anda Rotterdam’da görevde olan Başkonsolos Aytaç Yılmaz’ın, belki de farketmeden yaptığı bir hareket çok zoruma gitmişti. Bu konuyu sizlere anlatabilmem için, medya mensubu dostlarıma yazdığım mektubu sizlere de sunmakla yetineyim. Sadece Hollanda’daki Türk medya mensuplarına gönderilen ve medyaya yansımayan mektubum, tabii ki Lahey Büyükelçimiz Şaban Dişli’ye de gönderilmişti. Bu duruma üzüldüğünü belirten Büyükelçimiz, ‘Aranızı bulayım mı’ diye bir teklifte bulunmuştu ama ben, ‘Çok önemli değil, bir gün biz kendi aramızda bu sorunu çözeriz’ demiştim. Ama ne yazık ki bugüne kadar Başkonsolos Aytaç Yılmaz tarafından bir yaklaşım olmadı.
Rotterdam Başkonsolosumuz Aytaç Yılmaz ile yaşanan olayı, medya mensuplarına gönderdiğim alttaki yazıda okuyunuz.
MEDYA MENSUBU DOSTLARIMA ZARURİ AÇIKLAMA
Değerli Dostlarım,
Malumunuz olduğu gibi, bugün (3 Temmuz 2019) Rotterdam Başkonsolosluğumuzda, ‘Profesyoneller Gençlerle Buluşuyor’ temalı bir tolantı vardı. Saat 16.30’da başlaması gereken toplantının söyleşi konuğu, Corendon’un sahiplerinden Atilay Uslu idi.
Ben şahsen, bir saatlik yol için, iki saat önceden yola çıktım ve ancak 16.30’da varabildim.
Trafik her yerde çok yoğundu.
Bu nedenle Amsterdam’dan yola çıkan Atilay Uslu da trafik nedeniyle geç geleceğini bildirdi.
Yapılacak bir şey yoktu. Atilay’ı bekleyecektik.
Başkonsolosun daveti üzerine toplantıya gelen medya mensupları, salonun bir köşesinde Başkonsolosun gelişini bekliyorlardı. Ne var ki Başkonsolos, bu gruba bir selam bile vermeden mikrofonu eline aldı ve ‘Evet başlıyoruz’ diye konuşmaya başladı.
Ne var ki gözlerimiz, toplantıya bizi davet eden Rotterdam Başkonsolosumuz Aytaç Yılmaz’ı aradı. Saat 17.00’de asistanına Aytaç beyi sorduğum zaman ‘Odasında’ yanıtını aldım.
Medya mensupları olarak bir köşede koltuklarda oturuyor ve çayımızı içiyorduk.
Saat 17.30 oldu ama Aytaç bey hâlâ ortalıkta yoktu.
Saat 17.40’ta Atilay beyin konsolosluğa ulaştığı haberini aldık.
Saat 17.45’te Aytaç bey göründü ve bize doğru göz ucuyla baktıktan sonra asistanlarına ‘Ne yapıyoruz’ diye seslendi ve sonra da eline mikrofonu alarak konuşmaya başladı.
Bize bir ‘Merhaba’yı esirgeyen Aytaç beyin, bizim kendisine yanaşmamıza ve bir ‘Merhaba’ dememize fırsat vermeden konuşmaya başlaması bize biraz manidar geldi.
O anda yanımda oturan Yavuz Nufel’e, ‘Bizi davet eden Başkonsolos, bizden bir merhabayı bile esirgiyorsa, bizim burada ne işimiz var’ diyerek derhal salondan çıktım.
Sonradan öğrendiğime göre, benden sonra Zeynel Abidin Kılıç ve Yavuz Nufel de salondan ayrılmışlar.
Bizim bu hareketimize ister protesto deyin, ister boykot.
Ben şahsen, Başkonsolosumuz bu davranışını ikna edici bir şekilde izah etmediği sürece, kendilerinin hiçbir davetine ve etkinliğine katılmayacağım.
Zira, bir devlet büyüğü olarak saygı duyduğumuz Başkonsolostan, duyurularını ve etkinliklerini takip edip yayınlayan medya mensuplarına karşı saygı beklemek hakkımızdır sanırım.
Bugünkü haberi ne mi yapacağız?
Tabii ki en iyi fotoğraflarla en güzel şekilde servise koyacağız.
Hepinize sevgi ve selamlarımı iletiyorum.
İlhan
İşte böyle değerli okurlarım. 55 yıl gazetecilik yaptığım Hollanda’da, yukarıda anlattıklarım da yaşandı.
Dilerim, toplum için görev yapan herkesin ardından güzel şeyler konuşulur ve anlatılır…
YOLCU OLAN BU DEĞERLERE BEN
55 YILDIR HANCILIK YAPIYORUM…
1958’de İsveç’te oynanan Dünya Futbol Şampiyonası finallerinde, 6 maçta 13 gol atan Just Fontaine’nin rekoru hâlâ kırılamadı.
Bir zamanların ‘Bedavaya kürek sallayan’ futbol yıldızları, şimdilerde ‘eşek yüküyle’ para kazananlardan daha yararlıydı.
Kral Fontaine ile 1978’de Arjantin’de tanışmıştım.
İlhan KARAÇAY yazdı:
Şu anda öyle bir futbol şampiyonası yaşıyoruz ki, adına ‘Dünya Futbol Şampiyonası’ değil, ‘Federe Lig Şampiyonası’ demek daha yakışık alacak. Öyle ya, şimdiki futbol piyasasında 170 milyon euroya kadar değer biçilen bir yığın futbolcu arasından, bir yıldız parlamadı daha…
Kim mi bu pahalı kürk giyinmiş futbolcular?
Sıralayayım:
Erling Haaland:170 milyon, Kylian Mbappe:160 milyon Vinicius Junior:120 milyon, Phil Foden 110 milyon, Pedri: 100 milyon, Frederico Valverde:100 milyon, Jamal Musiala: 100 milyon, Jude Bellingham:100 milyon, Gavi: 90 milyon, Harry Kane: 90 milyon, Rafael Leao:85 milyon, Bernardo Silva:80 milyon, Aurelien Tchouameni: 80 milyon, Joshua Kimmich: 80 milyon, Mohamed Salah:80 milyon, Christopher Nkunku:80 milyon, Kevin De Bruyne: 80 milyon, Rodri: 80 milyon, Dusan Vlahovic:80 miyon, Rodrygo: 80 milyon,Ruben Dias:75 milyon, Luis Diaz: 75 milyon, Nijmar: 75 milyon,Mason Mount: 75 milyon ve Lautaro Martinez: 75 milyon dolar.
Yukarıda belirttiğim futbolcuların tamamı tabii ki yoktu Katar’daki Dünya Futbol Şampiyonası’nda.
Ama var olanlar da ahım şahım bir varlık gösteremediler. 160 milyonluk Mbappe ile değer biçilmeyen Ronaldo’nun, birkaç vücut hareketi hariç tabii…
Tribunler bu hareketlere bile hasret kaldığı için biraz olsun sallanmıştı. (Dün akşamki Brezilya-Kore Cumhuriyeti maçı, yüreğimizi biraz olsun serinlettti)
Peki, daha önceki Dünya Futbol Şampiyonaları’nda neler oluyordu?
Peleler, Didiler, Garinchalar, Puskaşlar, Beckenbauerler, Cruyfflar, Kempesler, Eusobiolar, Rossiler, Romariolar, Maradonalar, şimdiki gibi hiç hayal kırıklığı yaratmadılar.
Hele biri vardı ki, ismini şu anda çok futbolseverin bilmediği bir rekortmendi.
Kim miydi bu, rekoru hâlâ egale edilemeyen rekortmen?
Bu isim Just Fontaine idi. 1958 Dünya Futbol Şampiyonası İsveç’te oynanırken, 6 maçta 13 gol atmıştı Fontaine. Hem de sadece Almanya’ya dört gol atarak.
Ne yazık ki, (elemeler dahil değil), sadece finallerdeki 6 maçta 13 gol atan bu isimi, TRT spikeri bile yanlış tanımlıyordu. TRT’deki spiker ve yorumcu pek çok dostumun bilgisine ve yeteneğine saygı duyuyorum. Ama, önceki gün Fransa-Senegal maçını anlatan spiker gerçekten çok komik duruma düştü. Bu spiker kardeşimiz, 13 gollü Fontaine’den biraz söz etmek istemişti. Fransız golcü Mbappe bir gol atınca, “Mbappe Fontaine’nin rekorunu yakaladı” diye bir laf etti. Sanırım Mbappe son 16 maçta, yani Katar’a gelmeden önce de oynadığı maçlar dahil 14 golü bulmuştu. Spiker kardeşimiz bu durumu yanlış aktardı tabii. Daha sonra, kulağına fısıldanılınca, kırdığı potu düzeltmeye çalışırken de bocaladı ve doğruyu anlatmaya çalıştı. “İnşallah gelecek şampiyonalarda bunu başarır” gibi bir de dilekte bulundu.
Spikerin düzelttiği gibi, Fontaine, sadece finallerdeki 6 maçta 13 gol atmıştı.
Nerede, var mı şimdi böylesi bir babayiğit futbolcu? Hem de ceplerine konulan öyle yüz milyonlar değil, birkaç yüzbinlik cep harçlığı ile oynadıkları halde…
Bunların dışında toplam 6 sezonda 121 gol attığı Stade de Reims formasıyla 2 lig ve 1 kupa şampiyonluğu yaşadı. 1956-1960 yılları arasında formasını giydiği Fransa millî futbol takımında oynadığı 21 maçta 30 gol attı. 1958 FIFA Dünya Kupası‘nda 6 maçta attığı 13 golle turnuvanın gol kralı oldu. Aynı finallerde iki ayrı maçta (Paraguay ve Batı Almanya) hat-trick yapan futbolcular arasına da bu finallerde girmiştir.
1961’de geçirdiği ağır bir sakatlık yüzünden futbol kariyerini noktalamak zorunda kaldı. Stade de Reims ile çıktığı bir lig maçında bacağı kırıldı. Ertesi yıl bir millî maçta sakatlık tekrarlayınca 29 yaşında futbola veda etti. Paris Saint-Germain‘deki kısa süre antrenörlük yaptı, daha sonra ticaretle uğraştı.[1]
2004’te Pele tarafından yaşayan en büyük 125 futbolcudan (FIFA 100) biri seçildi. 2003 yılında da Fransa Futbol Federasyonu tarafından son 50 yılın en iyi Fransız futbolcusu seçildi. FIFA Dünya Kupası tarihinde bir turnuvada en çok gol atan futbolcudur (1958). Futbol kariyerinde 3 kez ayağını kırmıştır.
ŞİMDİ GELELİM, REKORU EGALE EDİLEMEYEN JUST FONTAİNE İLE HATIRALARIMA.
Yıl 1978. Dünya Futbol Şampiyonası bu kez Arjantin’de.
Ertuğrul Akbay Just Fontaine Hüseyin Kırcalı
Dünya Kupaları’nın egale edilemeyen gol kralı Just Fontaine’ye ödül verilecek. Fontaine’nin ödül törenine Halit Kıvanç, Necmi Tanyolaç, Kemal Belgin, Togay Bayatlı, Metin Türel, Erol Aydın, Hüseyin Kırcalı, Ertuğrul Akbay ve ismini hatırlayamadığım bir arkadaş ile kalabalık bir şekilde gitmiştik.
Orada Ertuğrul Akbay, güzel bir kız ve top buldu. Kızı masaya çıkardı. Fontaine’yi de yanında getirdi. Ben de arkadaşlara, ‘Bakın şimdi Ertuğrul’u nasıl çıldırtacağım’ dedim ve arkasından deklanşöre bir kez bastım. O sırada Ertuğrul geri döndü ve “Benim hazırladığım sahneyi çekme yahu “ diye bağırdı. Arkadaşların yanına oturduğum zaman hepsi kıs kıs gülüyorlardı.
O gün filmleri ancak akşam uçağı ile gönderebilirdik. Haber de ertesi gün kullanılabilir ve iki gün sonra da yayınlanabilirdi. Saate baktım. Frankfurt’a gidecek olan bir uçağın kalkmasına yarım saat vardı. O uçağa kargo vermenin imkânı yoktu. Ben tuvalete gider gibi yaptım ve bir taksiye atlayarak 10 dakika ilerideki havaalanına gittim. Basın kartı sayesinde içeri girdim ve Lufthansa uçağına kadar gittim. Bir hostese yalvardım. Bir arkadaşımın kendisini Frankfurt havalimanında karşılayacağını söyledim. Hostes kabul etti ve içinde film olan zarfımı aldı. 20 dakika sonra otele geri döndüğüm zaman, yerime otururken Hüseyin Kırcalı iğneyi batırdı: “Eee Sayın Karaçay, zarf gitti mi? “
O an Ertuğrul’u gerçekten görmeliydiniz. Hüseyin ateşlemeye devam etti: “Oh anam oh, haber yine yarın Hürriyet’te yayınlanacak. Gazete Diyabakır’da kese kâğıdı olduktan sonra da Ertuğrul’un filmi Günaydın’a gidecek. Adam iki saat uğraştı ve bir sahne düzenledi. Karaçay da arkadan deklanşöre bir kez bastı. Olur mu yani şimdi böyle bir rekabet?”
Kırcalı’nın bu fitillemesi ortalığı biraz kızıştırdı ama sonra soğuma oldu.
HÜSEYİN KIRCALI’NIN ARDINDAN
Fontaine olayını anlatırken, sözünü ettiğim Hüseyin Kırcalı’dan biraz daha söz edeyim isterseniz.
Hayata gözlerini yuman dostlarımız ve meslektaşlarımızın ardından çok şeyler yazmış ve çizmişizdir. ‘Ölenin arkasından kötü konuşulmaz’ geleneğimize saygılı olduğumuz için, merhumların hep iyi taraflarını yazmış, kötü huylarını hep es geçmişizdir.
Benim yazdıklarım arasında, sadece birkaç kişinin kötü huylarına da değinmiştim. Çünkü, milyonlarca kişinin ‘baba adam’ diye tanıdıkları bazı ünlülerin, kötü huylarının da herkesçe bilinmesi gerektiğine inanmışımdır.
O birkaç isimden şimdi hiç söz etmeyeceğim.
Bugün ele alacağım merhum, iyiliği üzerine herkesin birleştiği Hüseyin Kırcalı’dır.
Meslektaşlarım tarafından hatıraları bolca yazılan Kırcalı için, yaşadığı dönemde birkaç hatıra yazmıştım. Özellikle, o da geçen yıl (8 Mart 2019) hayata gözlerini yuman meslektaşım Ertuğrul Akbay ile yaşadığım hatıralar arasında yer almıştı.
Şimdi sizlere, Kırcalı’nın espiritüel özelliğini ortaya serecek hatıralarımı yazıyorum.
Yıl 1978. Dünya Futbol Şampiyonası için Arjantin’deyiz.
Başta rahmetli Necmi Tanyolaç olmak üzere, Halit Kıvanç, Togay Bayatlı, Erol Aydın, Erdal Aydın, Hasan Sarıçiçek, Güven Taner, Kemal Belgin, antrenör Metin Türel, TRT kadrosu ve tabii ki Hüseyin Kırcalı Türk gazeteci ekibini oluşturuyordu.
Bir ayara gelindiği zaman konuşulan konuların en önemlisi, şampiyonaya Ertuğrul Akbay’ın da gelecek olmasıydı.
Öyle ya, Ertuğrul Akbay, 1976 Montreal Olimpiyat Oyunları sırasında, rakibi olan Mehmet Biber ile haber atlatma yarışması yaparken, fotoğraf makinesi ile Hürriyet’e çalışan Biber’in kafasını yarmış ve hastanelik etmişti. Olay dünya haber bültenlerine girmişti. İşte o Ertuğrul Akbay Arjantin’e gelmeden önce böyle anılıyordu.
Akbay’ın bu kez en büyük rakibi ben olacaktım. Zira hem Ertuğrul’un çalıştığı Günaydın ve hem de benim çalıştığım Hürriyet, spordan başka magazin haberlerine de önem veriyorlardı.
Ertuğrul Akbay gelmeden önce rahmetli Hüseyin Kırcalı, ‘Vallahi senin işin zor Karaçay. Ertuğrul rakibinin kafasını yarmış dünya çapında bir adam’ diye espirili bir uyarı yapmıştı.
Ertuğrul Akbay çalıştığı gazete için dünyanın dört bir yanını gezen, Afrika’nın balta girmemiş ormanlarından kutuplara, Asya steplerinden Japonya’ya yaptığı geziler ve bu gezileri kaleme aldığı yazıları ile bir neslin ufkunu açmıştır. Kısaca rekoru kırılmaz, atlatılmaz, dünyanın hemen hemen her ülkesini avcunun içi gibi bilen bir gazetecidir.
Ertuğrul gerçekten kurnaz bir gazeteciydi. Ama ‘El oğlunda neler var’ misali başka kurnaz gazeteciler de vardır. İşte o kurnaz gazetecilerden biri de naçizane bendim. Ertuğrul’un oradaki en büyük rakibi ben oluyordum tabii…
Ertuğrul bu nedenle bana yanaşmak ve böylece beni kontrol etmek durumundaydı. Bana ilk teklifini yapmıştı:“Bak kardeş, birlikte çalışalım ve birbirimize yardımcı olalım”
Benden de tabii ki bir ‘hay hay’ yanıtı almıştı.
Ama rekabetteki ilk yalan, ilk gün yaşanmıştı.
Aynı gece uyumaya giderken, otelin ilan tahtasında, ertesi sabah saat 07.00’de bir otobüsün Arjantin milli takımının kamp yaptığı şehre gideceği yazılmıştı. Arjantin ev sahibi olduğu için bu haberi işlemek çok önemliydi. Ben bu ilanı Ertuğrul’un görüp görmediğini merak ediyordum.
Ertesi sabah erkenden kalkıp otobüse bindiğim zaman arka sıralarda Ertuğrul’u gördüm. Tabii ki ben önce davrandım ve ‘Neredesin be kardeş, odanın kapısını çaldım ama yoktun’ yalanını söyledim. O da bana bir başka yalanla kendini af ettirmeye çalıştı.
Ertuğrul, 3 saatlik yol boyunca gazetecilik yaşamını, nasıl çalıştığını, nasıl haber atlattığını anlattı. Bu ara Mehmet Biber’i de nasıl perişan ettiğini de anlattı. Arjantin kampına vardığımız zaman, o da, ben de futbol lafı attı ortaya haberinden çok magazin haber peşine düştük. O kendine göre, ben de kendime göre güzellikler bulduk ve gazetemize gönderdik. Ertesi gün Türkiye’de, Hürriyette yayınlanan Arjantin’deki magazin haberleri konuşuluyordu. Akşam Türk ekibi bir araya geldiği zaman rahmetli Hüseyin Kırcalı: ‘Yaaa işte böyle sayın Akbay, bu iş kafa kırmakla olmuyormuş.’
GÜZELLİK YARIŞMASI
Arjantin’de Dünya Şampiyonası oynanırken bir de güzellik yarışması yapıldı. Jüri üyeleri arasında ise Togay Bayatlı vardı.Yarışmaya tüm Türk gazeteciler özel davetliydi.
TV’den canlı yayınlanan yarışma sırasında, sahnedeki güzellerden birine yanaştım ve ‘En güzel sensin’ diye iltifat ettim.
Yarışma sonrasında benim favorim kraliçe seçilince, yaptığı ilk iş benim boynuma sarılmak oldu. Ondan sonra bu kızın ‘hamisi’ durumuna geldim ve bütün programı onunla birlikte yaşadım. Fotoğraf çekimi ve mülakat için hep bana başvuruluyordu. Tabii ki bu arada ben de onunla birlikte dans ederken fotoğraf çekildim. Ertuğrul da kendine göre fotoğraflarını çekiyordu.
Yarışma sonrasında otele giderken Ertuğrul teklif etti: “Kardeş, yarın sabah saat 10.00’da Lufthans’nın önünde buluşalım ve filmlerimizi gönderelim” Ama ben Ertuğrul’a güvenemezdim ki. Aynı gece özel bir adreste filmi banyo ettirdim. Filmden bir tek kare kestim. Zarfladıktan sonra sabah saat 09.00’da İberia Havayolları’na gittim. Zarfımı Madrid ve Frankfurt üzerinden İstanbul’a gönderdim. Zarfın bu şekilde aktarmalı gitmesi zordu ama bu bir kumardı. Ertuğrul ile saat 10.00’da buluştuğumuz zaman film şeridini olduğu gibi gösterdim. Filmi zarfa koydum. O da filmini zarfa koydu. İki zarfı birlikte Lufthansa’ya verdik.
Çok talihliymişim ki, İberia ile gönderdiğim zarfım o günün akşamı Madrid ve Frankfurt’tan sonra İstanbul’a ulaştı. Ertesi gün Basın Merkezi’nde telekslerin başındayız. Milliyet’in Fotoğraf Servisi Müdürü Hüseyin Kırcalı da yanımızda.
Ertuğrul teletekste yazıyor: “Burada güzellik yarışması yapıldı… Filmler bugün elinize geçecek.”
Karşı taraftan cevap: “Güzellik Yarışmasına ait haber ve fotoğraf bugün Hürriyet’in birinci sayfasında var”. O zaman Ertuğrul’un yüzünü görmeliydiniz. Bana döndü ve sorar gibi baktı. Ben de ‘Ajanslardandır’ dedim. Ertuğrul da telekste ‘Ajanslardandır’ diye yazdı ama Günaydın’dan gelen cevap daha da moral bozucuydu: “Fotoğraf renkli”.
O zaman ajanslar henüz renkli fotoğraf çekmiyorlardı. Böyle olunca da, fotoğrafın elden gittiği belli oluyordu. Ben de, ‘Ne bileyim kardeşim, filmi beraber göndermedik mi? O resim bir ajanstan gitmiştir’ diye yalanımda ısrar edince, Hüseyin Kırcalı araya girdi ve Ertuğrul’u daha çok fitillemeye başladı: “Vay be Ertuğrul, başına bu da mı gelecekti. Hürriyet basıldı, satıldı ve Diyarbakır’da kese kağıdı oldu ama senin haber halâ yayınlanmadı.”
NÜKTEDAN KIRCALI
Kırcalı’nın Arjantin’deki en esprili çalışmasını da yazmadan geçemeyeceğim.
Arjantin’de boş vakitlerin geçtiği zamanlarda güzel bayanlar ile birlikte olma durumu da vardı tabii.
Hüseyin Kırcalı, oteldeki yatak odasına bir tabela asmıştı. Bu tabelaya Türk medya mensuplarını isimlerini alt alta yazmıştı. İsimler tabii ki esprili ve namı diğer lakaplardı. Örneğin Halit Kıvanç miçin ‘Çenespor’ benim için ‘Sakalspor’ kendisi için de ‘Fotospor’ diye yazmıştı.
Bir gece önce kızlarla beraber olanların isimlerinin karşısına işaretler koyan Kırcalı, ‘Çenespor 1 Arjantin 0’ diye başlamıştı. Son gündeki skor ‘Türkiye 34 Arjantin 0’ idi.
Listede ‘Sakalspor’ ile ‘Fotospor’ sıfırda kalmıştık.
Sevgili Kırcalı’ya Allah rahmet eylesin.
AHİRETE VEDA ETTİKLERİMİZ
Hayata gözlerini yuman ünlülerimiz ile anılarımı anlatan kitabımı yakında sizlere sunacağım. Rahmetli olan Hüseyin Kırcalı ve Ertuğrul Akbay gibi, Necmi Tanyolaç, Doğan Koloğlu, Metin Türel, Turgay Şeren gibi ünlü spor adamlarımız da var bu kitapta.
Bekleyiniz….
Türkiye’den getirilen lale çiçeği sayesinde zengin olan Hollanda, meğerse Angora tiftiği ile de büyük paralar kazanmış.
Bir döneme damgasını vuran, Angora tiftiğinden elde edilen sof kumaş, şimdi yeniden Hollanda gündeminde.
Koç Üniversitesi ile işbirliği yapan Durmuş Doğan, tarihteki ticaret merkezi olan Leiden’de düzenlediği sempozyumda, Angora tiftiğini yeniden tanıttı.
Sempozyum’da, Lahey Büyükelçimiz Şaban Dişli ve Leiden Belediye Başkanı Henri Lenferink bulundular ve konuşma yaptılar.
İlhan KARAÇAY yazdı:
Tam 53 yıl önce yazmıştım Leiden’in Ömer Ağa’sını…
Kocaman bir binanın üzerinde, bir Osmanlı portresinin altında ‘IN DEN VERGULDEN TURK’ ibaresi yazıyordu. Tren istasyonuna yakın bir lokantanın adı da aynıydı.
Yeni gelmiş olduğum ve gazetecilik yapmaya başladığım bu şehirdeki ilk işim, şehir arşivine gitmek ve bu ‘IN DEN VERGULDEN TURK’ ibaresinin neden kullanıldığını araştırmak oldu.
Bulduğum sonuç, önceki gün Durmuş Doğan’ın, Koç Üniversitesi işbirliği ile yapmış olduğu tanıtım ile ilgiliydi. Yani Angora tiftiğini Hollanda’ya getiren ve Sof kumaş olarak İzmir’e götüren Ömer Ağa ile ilgiliydi.
Hollanda’ya ilk gelişimde, arkadaşlık yapmaya başladığım şimdiki eşim Jeanne (Can) ile, üzerinde ‘IN DEN VERGULDEN TURK’ yazılı bir restaurantta oturmuştum. ‘Nedir bu isim’ diye merak ettim ve sordum. Az ötede bulunan Breestraat’taki binanın üzerinde yazılı bulunan aynı isme ek olarak heykelcikleri görmem tavsiye edildi.
Gittik Breestraat’a ve üstteki görüntüyü dakikalarca izledik. ‘IN DEN VERGULDEN TURK’ sözcüğünü ‘Altın kaplamalı (yaldızlı) Türk’ olarak tercüme edebiliriz.
Hiç vakit kaybetmeden şehir arşivine gittik. Oradaki görevliden, ilgi duyduğumuz bu konuda bilgi vermesini rica ettik.
Aldığımız bilgi kısaca şöyleydi:
Belediye arşivindeki bir belgede, bu binanın 1672 yılında, yani Osmanlı’nın Hollanda’yı develet olarak tanıdığı 1612’den tam 60 yıl sonra, Jan van Hout isimli ünlü birinden satın alındığı, çatı katındaki ‘Altın yaldızlanmış üzüm’ yazısının ‘Altın yaldızlanmış Türk’ olarak değiştirildiği belirtilmektedir.
Peki, ‘Üzüm’ neden ‘Türk’ olarak değiştirilmişti?
Binayı satın alan Jan Le Pla, ticaret yaptığı Ömer Ağa lakaplı bir Türk’ün, özellikle çocuklara dağıttığı hediyeler sayesinde çok sevildiğini fark edince, binanın üzerindeki ‘üzüm’ü, ‘Türk’ olarak değiştirmiş ve heykelciklerle süslemiş.
Ortada bir Osmanlı büstü, sol tarafında Deniz Tanrısı Neptün, sağ tarafında da Ticaret Tanrısı Merkür ve bir de, en sağda bir keçiden oluşan figürler çok şeyler anlatıyor. Böylece, denizaşırı ticaret sembolize edilmiş oluyor.
Leiden şehri, Türkiye ile ekonomik ilişkiler bakımından önemli bir yerdi. Önce Ömer Ağa kanalıyla Ankara’dan Angora tiftiği alınıyor, bu tiftikler Leiden’de işleniyor ve sonra da Sof kumaş olarak İzmir’e gönderiliyordu. 17’nci yüzyılın ortalarından itibaren, pek çok Hollandalı İzmir’de yerleşmeye başlamıştır.
Doğu Akdeniz Ticaret Yöneticileri Kurulu’nun bir üyesi olan zengin tüccar Jan Le Pen, Osmanlılar’ın, Leiden’de Angora tiftiğinden üretilen parlak renkli Hollanda yünlülerine gösterdiği ilgiden çok memnundu.
İşte, 53 yıl önce edindiğim bu bilgileri yayınladıktan sonra, yaşamakta olduğum Leiden’in yerel gazetesi benimle tam sayfa boyunda bir röportaj yayınlamıştı.
400 YILLIK İLİŞKİLER
2012 Yılına geldiğimiz zaman, Türkiye-Hollanda Arasında Resmi İlişkiler’in 400’üncü yılı kutlanacaktı.
Naçizane şahsım, bu ilişkileri ve 50 yıllık Türk işçi göçünü kapsayan, ansiklopedi büyüklüğünde bir kitap yayınladım. Lalesinden yeldeğirmenine, tütününden seramiğine, Johan Cruyff’ından sarışınlarına kadar tüm Hollanda’yı ele alan bu kitabımda, tabii ki lale ve diğer Türk çiçekleri ile ilgili bol bol yazı vardı.
DURMUŞ DOĞAN’IN GİRİŞİMİ
İşte, önceki gün Leiden şehrinin ünlü müzesi ‘De Lakenhal’da yapılan sempozyumda, Türkiye-Hollanda ilişkilerinin ‘Angora tiftiği’ konusu işlendi.
Türk İşadamları Derneği TOVER’in Başkanı olan Durmuş Doğan’ın Ankara Koç Üniversitesi öğretim üyeleri Alev Ayaokur, Arzur Beril Kırzı ve Mehtap Türkyılmaz ile Tarihçi Yazar Mehmet Tütüncü ile işbirliği yaparak organize ettiği sempozyumda, Ankara Tiftik Keçisi Yünü hakkında bilgiler sunuldu.
Lahey Büyükelçimiz Şaban Dişli, Leiden Belediye Başkanı Henri Renferink, Rotterdam Başkonsolosumuz Aytaç Yılmaz ve THY Amsterdam Müdürü Şerafattin Ekici gibi önemli isimlerin yanında, seçkin isimlerin de yer aldığı sempozyumda, anlatılanlar dikkatle dinlendi ve modeller de zevkle izlendi.
Sempozyum, TOVER Başkanı Durmuş Doğan’ın konuşması ile başladı. “Hollanda Türkiye ilişkilerinde ‘Lale’nin yanı sıra onun kadar önemli bir başka ürün daha var, o da Ankara Tiftik Keçisi yünü.400 yıl önce bu ürün Hollanda’ya geldi ve burada tekstil üretiminde önemli bir rol oynadı. Bu hikayenin anlatılması gerektiği düşünüyoruz. Aynı zamanda bunun Türkiye Hollanda ilişkilerinde ve Ankara Leiden özelinde yeni bir köprü vazifesi görmesini diliyoruz” diye konuşan Doğan’dan sonra Büyükelçi Şaban Dişli şunları söyledi:
“Öncelikle TOVER’e bu sempozyumu organize ettiği için teşekkür etmek istiyorum. Ankara Keçisi yününün Leiden ve Ankara şehirleri arasında oynadığı öneminin burada bir kez daha vurgulamak önemli. Diğer konuşmacılar bu ürünün tarihi önemini daha detaylı olarak anlatacaklardır. Lale’nin yanı sıra böyle bir ürünün varlığından bizleri haberdar ettikleri için de ayrıca Durmuş Doğan’a ve diğer katılımcılara teşekkürlerimi iletmek istiyorum. Geriye baktığımızda iki ülke arasında yapılan ticaret ve yüzyıllardır varolan güzel ilişkiler, ileriye dönük bizlere ilham olacaktır. Son dönemde yaşanan uluslararası olaylar bizlere ilişkilerin ne kadar önemli olduğunu ve bu ikili ilişkileri iyi tutmamız gerektiğini bir kez daha gösterdi. Bu sebepten dolayı Türkiye Hollanda ilişkilerine her zaman olduğu gibi önem veriyoruz. 400 yıllık bu güçlü ilişki ve Hollanda Türk toplumunun buradaki varlığının yanı sıra bugün bizleri bir kez daha yakınlaştıran Ankara keçisi yünü ürünü olduğunu görmüş olduk.”
Daha sonra Leiden Belediye Başkanı Henri Lenferink şunları söyledi:
“Düşmanımızın düşmanı dostumuzdur’ diyerek; Hollanda, tarihte Osmanlı Devleti’ne yakınlaştı. Osmanlı Devleti de bu konuda bizlere her zaman destek çıktı. Hilal sembolü bu nedenle bizim ülkemizde ve şehrimizde İspanya’ya karşı bizim de sembolümüz haline geldi.
Katolik olmaktansa Türk olmayı tercih eden bir düşünce vardı tarihte bu topraklarda. Hem belediye binamızda hem de farklı yerlerde hilal sembolü halen görünebilir”
Ankara Koç Üniversitesi Öğretim üyesi Arzu Beril Kırzı, Hollanda’da gerçekleştirdikleri sempozyumun öndemine değindikten sonra, Ankara Keçisi Yünü’nün tarihçesini anlattı.
Amsterdam’ın dünyaca ünlü Milli Müzesi’nden Eveline Sint Nicolaas şunları anlattı:
“Sof, tiftik yününden ince bükülmüş iplikle dokunan düz kumaşa, ham sof veya som sof denir. Ankara sofu olarak da bilinmektedir. Kumaşın eni yaklaşık bir arşındır. Dokunan kumaş ancak yıkanıp fırınlandıktan sonra kullanılabilir. Kumaştaki parlaklık fırınlama ile elde edilir, Beyaz, siyah, kırmızı renkleri en çok kullanılan renklerdir. Halk tarafından giyim eşyası yapımında kullanılan softan, zaman zaman padişahlara da kaftan dikilmiştir.
Tiftik keçisi, Ankara ve Tosya civarında yetiştirildiği için sof kumaş yapımı da genellikle bu yörelerde gelişmiştir. 16. yüzyıldan itibaren Ankara sofu ün yapmıştır. Sof dokumasının Selçuklu dokumalarından olduğu ve Ankara’da 16. yüzyıldan çok daha önce dokunduğu literatürdeki kaynaklardan öğrenilmektedir.
Tarihi kaynaklara göre, Ankara keçisinden elde edilen tiftiğin dokunmasıyla oluşturulan sof kumaşı, özellikle 16. ve 17. yüzyılda altın dönemini yaşamış; ünü ülke sınırlarını aşan geleneksel kumaş, bu dönemlerde Avrupa’nın birçok ülkesine ihraç edilmiştir. Özünde beyaz olan sof kumaş, doğallığı, güneş ışınlarını yansıtması nedeniyle yazın terletmeyen, kışın üşütmeyen yapısı, kolay buruşmaması ve dayanaklılık özellikleriyle Osmanlı padişahlarının da vazgeçilmezi olmuştur. Sof kumaşlardan dikilmiş içlik, entari, cübbe ve kaftanları kullanan Osmanlı padişahları arasında Fatih Sultan Mehmet, Kanuni Sultan Süleyman gibi isimler yer alıyor.
Ankara keçisinin tiftiğinden dokunan sof, 16. yüzyıldan itibaren Ankara yaşamı ve ticaretinde önemli bir role sahip olmuştur. 1590 tarihli Ankara Şer’iye Sicilindeki bir kayıtta, Osmanlı sultanının emriyle Ankara’ya gelen Süleyman Ağa’nın burada çalışan 621 tezgahtan vergi topladığı yazılmıştır. Hatta 17. yüzyılın ortasında Ankara’daki tezgah sayısının 1000’e yükseldiği kabul edilmektedir.”
İLLE DE TİCARET…
Osmanlı-Hollanda ilişkilerinde başlıca konu ticarettir. Önceleri Hollandalı tüccarlar tarafından satın alınan başlıca ürünler Suriye ve İran’dan ipek, Asya’dan da baharat olmuştur. 17. yüzyılda da Türkiye, Hollanda’ya angora yünü ve pamuk ihraç etmeye başlamış, Hollanda da buna karşılık İzmir ve İstanbul’a pamuklu ve yünlü kumaş göndermiştir. 19. yüzyılda tütün, Türkiye’den Hollanda’ya ihraç edilen en önemli tarım ürünü olmuştur. Çağdaş Türkiye ile Hollanda arasındaki ticari ilişkilerin güçlendirilmesi için 1934’de Türk Hollanda Derneği kurulmuştur. Kuruluş anlaşması her iki ülkenin devlet başkanları, Cumhurbaşkanı Atatürk ve kraliçe Wilhelmina tarafından imzalanmıştır. Bu olaydan önce 1930’da Hollanda’nın çokuluslu şirketi Philips, Türk Philips Ltd. olarak Türkiye’de etkinlik göstermeye başlamıştır. İkinci Dünya Savaşından sonraki ilk dönemde iki ülke arasındaki ticaret hacmi düşük bir düzeyde kalmıştır. Ancak 1950’lerde Philips’ten sonra İngilizHollanda şirketi Unilever, Türkiye’de şube açan ve üretime başlayan ilk uluslararası şirketlerden biri olmuştur. Türk ekonomisin 1980’li yılların başında dışa açılmasından sonra ikili ticaret artış göstermiştir. 1993’te yapılan “karma komisyon”lardaki geleneksel hükümetlerarası ticaret görüşmelerinin yerini, her iki ülkenin özel sektörünün temsil edildiği TürkHollanda İş Konseyi tarafından yapılan danışma toplantıları almıştır. 1996 yılında Avrupa Topluluğu ve Türkiye arasında imzalanan GB anlaşması, sanayi ürünlerine uygulanan vergileri kaldırarak iki ülke arasındaki ticareti artırmıştır.
Bakınız Cengiz Özakıncı Ankara Tiftik Keçisi hikâyesini nasıl yazmıştı:
Söylenceye göre , Anadolu’da tiftik üretimi 1220 yıllarında Moğol Ordularının Kayı boyunu, Süleyman Şah’ı ve halkını Türkmen topraklarından sürüp çıkarması ile başlamıştı.
70 yıl sonra Osmanlı Devleti’ni kuracak olan Osman Bey, tiftik keçisini Anadolu’ya getiren Süleyman Şah’ın torunuydu. Süleyman Şah 1229’da ölünce oğulları Kayseri’den Ankara’ya kadar uzanan bölgede tiftik keçisi sürüleriyle yayılıp yerleşmiş ve bu bölgeyi yurt edinmişlerdi.
Ankara ve çevresinde halk tiftikten ipek gibi kumaşlar dokuyordu. Türklerin dokuduğu tiftik kumaşının ünü Ankara’dan tüm dünyaya yayıldı ve tiftik keçisi Avrupa’da, Ankara Keçisi (Angora Goat) adıyla anılmaya başladı.
“Öteden beri Ortadoğu’da olduğu kadar Avrupa ve İtalya pazarlarında aranan Türk kumaşları, bezleri ve halıları, (Selçuklu döneminde ) kazanmış oldukları ünü (Osmanlı döneminde de) koruyorlardı.
Başta tiftikten dokunan moher (mucaiarri) ya da sof’lar la (bogasi denilen pamuklu dokumalar ve ipekli kadifeler) 15. Yüzyılda ‘yeniçeri çuhası’ diye adlandırılan kumaşlar da dış ülkelerde rağbet görüyordu. Bu nedenle kumaş ticaretiyle uğraşan Türkler de artık İtalyan şehirlerine yerleşecek derecede alım satım işlerini genişletmişlerdi,” diyor Şerafettin Turan.
Tıpkı İpek kumaş gibi, Osmanlı ekonomisinin bel kemiği ve en çok gelir getiren dışsatım ürünüydü tiftik kumaşı. 1554’te bir çift Ankara keçisi bir “hanedan hediyesi” olarak Kutsal Roma İmparatorluğu’na gönderilmişti. Başta İngiltere ve Hollanda olmak üzere Avrupa’ya ve Arap ülkelerine satılan Osmanlı tiftik kumaşına Avrupa’da öyle büyük bir talep vardı ki, gün geldi Anadolu tiftik kumaşı üretimi, Avrupa’nın kumaş talebini karşılayamaz hale geldi.
Avrupa; “bize işlenmiş tiftik kumaşı satmak yerine işlenmemiş ham tiftik yünü verin, biz kendimiz dokuyalım ya da bize damızlık Ankara Keçileri satın,” diyordu.
Osmanlı’nın dünyadaki Ankara tiftik keçisi ve tiftik kumaşı tekelini kırmaya yönelik bu çabalar karşısında Sultanlar, işlenmemiş ham tiftik dışsatımına yasak koymuşlardı: Avrupa’ya yalnızca işlenmiş tiftik ürünleri, tiftik kumaşları satılacak; damızlık Ankara keçisi ve ham tiftik yünü kesinlikle yabancılara satılmayacaktı.
Kalitesiyle rekabet edemediği Osmanlı tiftik kumaşı, Avrupa’lı kumaş üreticilerinin en büyük sorunu olmuş, Avrupalılar Osmanlı topraklarından damızlık Ankara Keçisi kaçırma girişimlerine başlamışlardı.
Evliya Çelebi 1640’larda Ankara için; “burası tiftik kumaşı (sof) yeridir… Bu kumaş da Ankara’ya özgüdür. Yeryüzünde başka bir yerde üretme olanağı yoktur. Kadın ve erkek herkesin işi tiftik kumaşı dokumaktır. Fransızlar bu Ankara keçilerinden Fransa’ya götürüp yumuşak iplik eğirip tiftik kumaşı dokumak isterler de dokudukları şey sof olmaz. Hatta Ankara’dan eğrilmiş ipliği alıp Fransa’ya götürerek tiftik kumaşı yapalım dediler fakat yine olmadı.” der.
O tarihlerde başta Ankara olmak üzere; Zir, Çankırı, Beypazarı, Nallıhan ve Kalecik’te 1355 tiftik tezgahının bulunduğu ve her yıl 20.000 top kumaşın yurt dışına satıldığını bildiriyordu Tournfort.
Avrupa dokumacılıkta kol gücünden makine gücüne geçmeyi yeni yeni deniyor, ama dokumacılar kendilerini işsiz bırakacak bu makinelere karşı ayaklanıp kullanılmasını yasaklatıyorlardı. Osmanlı’da ise böyle dokumacıları işsiz bırakmakla tehdit eden dokuma makinesi icad etme girişimleri görülmüyordu.
1771’de güneybatı Almanya’da Pfalz bölgesinde bir Ankara keçisi çiftliği kurma girişimi keçilerin iklime uyumsuzluğu nedeniyle başarısız olurken, 1740’ta Ankara keçisinin İsveç’e götürülme girişimi önlenmiş ve 1778’de Venedikliler Ankara keçisi besiciliğinde (yine iklim uyumsuzluğu nedeniyle) düş kırıklığına uğramışlardı.
Osmanlı dünyanın en pahalı tiftik kumaşı tekelini kıskançlıkla koruyor, yabancıya işlenmemiş, hammadde ve damızlık keçi satmamakta direniyordu. İngilizler Osmanlı tiftik tekelini kırmak için gizlice kaçırmayı planladıkları damızlık Ankara keçilerinin dünyada uyum sağlayabileceği iklimi araştırmış ve bu keçilerin Ankara’dan başka Güney Afrika’da yaşayabileceklerini saptamışlardı.
1830’larda içinde 12 teke (erkek keçi) ve 1 anaç (dişi keçi) de bulunan bir kafile başka bir kıtaya, Afrika’ya varmak için açık denizlere yelken açmış, ancak bu 12 tekenin yolculuktan önce Osmanlılar tarafından kısırlaştırılmış olduklarının farkına varılamamıştı. Osmanlı çok kötü alay etmişti İngiliz damızlık avcılarıyla.
Ancak James Watt’ın 1765’te İngiltere’de icad ettiği buhar makinesinin 1785’te Edmond Cartwright ve 1790’da Richard Arkwright tarafından buharlı dokuma tezgahına dönüştürülmesinden sonra İngiltere’de ip eğirme ve kumaş üretiminde kol gücünün yerini buharlı makinelerin almaya başlaması, İngiliz malı ucuz fabrika işi kumaşların gümrük duvarlarına yığılarak yerli kumaş üretimini tehdit etmesi sorunuyla karşı karşıya bırakmıştı Osmanlı’yı.
İngilizler, sömürgeleri olan Hindistan’da Hintli dokumacıların ellerini, parmaklarını keserek el işi ip eğirme ve kumaş üretimine son vermiş, Hindistan’ın yerli dokumacılığını kanla, şiddetle yok etmiş ve İngiliz malı fabrika işi kumaşlarına Asya’da pazar açmışlardı böylece…
“BULUNMAZ HİNT KUMAŞI” VE İNGİLİZ EMPERYALİZMİNİN VAHŞETİ
“Bulunmaz Hint Kumaşı” deyimi dilimizde paha biçilmez değerde olup bulunması çok güç olan varlıkları anlatmakta kullanılır, “Kendini bulunmaz hint kumaşı sanıyor” demek, kendisini Hint kumaşı kertesinde değerli görüyor demektir. Bunca değerli Hint kumaşının “bulunmaz” olması 1700’lerde gerçekleşmiştir.
Friedrich Engels, “İngiltere’de İşçi Sınıfının Durumu” adlı kitabının ‘İngilizce Baskıya Önsöz’ bölümünde; “Hindistan’daki milyonlarca elle çalışan dokuma tezgahı ; İngiltere’de Lancahire’da enerjiyle çalışan dokuma tezgahları tarafından sonunda çökertildi,”der.
Engels’e göre İngiliz kumaşı makineyle üretildiği için ucuzdur, Hindistan kumaşı ise elle üretildiği için pahalıdır; eh, herkes ucuz olan İngiliz fabrika kumaşını almaya yönelince, pahalı olan Hindistan el dokuması kumaşlar müşteri bulamamış ve böylece Hint kumaşı üretimi de yok olmuştur.
Gelgelelim Engels’in bu saptamaları gerçeğe uymamaktadır. Hindistan’da dokumacılık, hiç de öyle Engels’in anlattığı gibi İngiliz fabrika kumaşının ucuzluğu nedeniyle kendiliğinden batmamıştır.
Hindistan’ı sömürgeleştiren İngilizler, orada bulunan yerli el dokumacılığını yok etmedikleri sürece İngiliz fabrika kumaşlarına Pazar açamayacaklarını anlayınca, Hindistan’daki yerli kumaş üretimini yok etmek üzere Hindistanlı dokumacıların başparmaklarını keserek onları Hint kumaşı üretemez duruma düşürmüş ve böylelikle hem dünya pazarlarında Hindistan kumaşını yok edip, İngiliz kumaşının egemenliğini sağlamaya yönelmiş, hem de Hindistan’ı İngiliz kumaşlarının tüketicisi, müşterisi durumuna düşürmüştür.
Hint dokumacılığını yok eden, Engels’in dediği gibi İngiliz fabrika kumaşının ucuzluğu değil, İngiliz emperyalizminin vahşetidir.
‘Hıristiyan Sömürgecilik Düzeni’ konusunda uzman W.Howitt : “Hıristiyan denilen bu soyun, dünyanın dört bir yanında boyundurukları altına alabildikleri halklara karşı gösterdikleri vahşet ve zulmün bir benzerine, hiçbir çağda, ne kadar yabanıl , ne kadar kaba ve ne kadar merhametsiz ve utanmaz olursa olsun, başka hiçbir soyda raslanmaz,” derken bu ve gibi durumları vurgulamaktaydı.
İngiliz emperyalistlerin 1760’lı yıllarda gerçekleştirdikleri, dünya döndükçe unutulmayacak olan Hintli dokumacıları üremez duruma getirmek için başparmaklarını kesme vahşeti, Komünist Karl Marx tarafından “ilerici bir devrim” ! olarak alkışlanmış ve Marx 10 Haziran 1853’te yazıp 25 Haziran 1853 günlü New-York Daily Tribune gazetesinin 3804.sayısında yayınlattığı köşe yazısında, bu konuda İngiliz emperyalizminin vahşetine alkış tutarak şöyle demiştir:
“İngiltere’nin Hindistan’da yerine getirmesi gereken ikili bir görevi vardır; biri yıkıcı, öteki yenileyici…İngilizler, yerli toplulukları parçalayarak, yerli sanayinin kökünü kazıyarak ve yerli toplumda büyük ve yüce olan ne varsa yerle bir ederek bu uygarlığı yıktılar.” (…)
“Sorun, İngilizlerin Hindistan’ı fethetmeye hakları olup olmadığı değil, daha önce Türkler, Persler, Ruslar tarafından fethedilmiş Hindistan’ı, İngilizler tarafından fethedilmiş Hindistan’a yeğleyip yeğlemeyeceğimizdir.” (…)
“ Bu , İngiliz sömürge yönetiminin ayırıcı özelliği değil, yalnızca Hollanda’nınkinin bir taklidir…” (…)
“İngiltere, henüz herhangi bir onarım belirtisi göstermeksizin, Hindistan toplumunun tüm çerçevesini parçalamıştır. Yenisini kazanmaksızın kendi eski dünyasının böylece yitip gitmiş olması, Hindu’nun mevcut sefaletine özel türden bir kasvet getirmekte ve İngiltere tarafından yönetilmekte olan Hindistan’ı bütün eski geleneklerinden ve tüm geçmiş tarihinden ayırmaktadır.” (…)
“Hintli eğirici ve dokumacının her ikisini birden yok eden İngiliz müdahalesi, bu küçük yarı-barbar, yarı-uygar toplulukların iktisadi temellerini dağıtmış ve böylece Asya’da o zamana dek görülmüş en büyük ve doğruyu söylemek gerekirse biricik toplumsal devrimi yaratmıştır.” (…)
“Suçu ne olursa olsun bu devrimi getirmekle İngiltere, tarihin bilinçsiz (bilincinde olmaksızın devrimci bir işlev gören) aleti olmuştur. Öyleyse, eski bir dünyanın çöküşünün yarattığı korkunç manzara bize ne denli acı gelirse gelsin, tarih açısından Goethe ile birlikte şöyle haykırmaya hakkımız vardır: “ Daha büyük haz veriyor diye, bu acı bizi yiyip bitirmeli midir? Timur yönetimi altında değil midir ki, ruhlar ölçüsüzce telef edilmiştir?” (…)
1849’da İngiltere’ye yerleşen ve ölene dek İngiltere’de yaşayan komünist önder Karl Marx’ın 1853’ te İngiliz gazetelerinde yayınlanmış ve İngiliz kapitalist-emperyalizmininvahşetlerini, “uygarlaştırıcı, ilerici,devrimci işlev görüyor” gerekçesiyle onayladığı bu köşe yazısı, günümüzde Amerika’nın Irak işgaline alkış tuttuğu için, köşe yazarlarının aslında “dönmüş” olmayıp belki de Marx’ın izinden gittiklerini göstermesi bakımından ilginç olduğu gibi, vahşet uygulamasının şu ya da bu amaçla sosyalizm adına hoşgörülebiliyor olduğunu göstermesi bakımından da anlamlıdır.
Marx’ın ilericilik ve komünizm adına onayladığı bu vahşeti, gerici ve kapitalist olduğu halde onaylamayan William Bolts (Hollandalı 1740-1808) , Hindistan’lı dokuma işçilerinin salt el tezgahlarında yerli kumaş üretemesinler de fabrika işi İngiliz kumaşlarında Pazar açılsın diye parmaklarının kesilmesine isyan ederek, bu vahşeti yapan İngiliz Doğu Hindistan Şirketi’nden ayrılmıştır.
Hindistan’da Doğu Hindistan Şirketi’nin yönetim kurulu üyeliğini yapan William Bolts, Hintli dokumacılara uygulanan vahşete dayanamayıp şirketten ayrıldıktan sonra , İngilizlerin Hindistan’da yerli dokumacılığı öldürmek için yaptıkları her şeyi ilk basımı 1772’de Londra’da yayınlanan “Considerations on İndia Affairs” adlı kitabında belgeleriyle anlatmıştır.
“İngiliz Emperyalistlerinin fabrika ürünü kumaşları ucuz olduğu için pahalı el üretimi Hint kumaşının yerini almıştır,” diyen Marxizmin ikinci önderi Engels, kendisi dokuma fabrikatörü bir İngiliz emperyalist kapitalisti olduğu için İngilizlerin Hindistan’da yerli kumaş üretimi üreticilerin başparmaklarını keserek yok ettikleri gerçeğini yok saymıştır.
Ne denli William Bolts’un parmak kesme vahşetini anlattığı kitabı 1772,1773,1775 yıllarında yayınlandıktan sonra İngiltere Milli Kütüphanesi Britsh Library’de bir tane bile bulunmayacak biçimde ortadan kaldırıldıysa da , Marx ve Engels’in yaşadıkları yıllarda ,1832’de Londra’da yayınlanan bir başka kitap, Simon Ansley Ferrall’ın “Amerika Birleşik Devletleri’nde 6000 Millik Gezi” (A Ramble of Six thousand Miles Through the United States of Amerika) adlı kitabı Bolts’un yok edilen O kitabından alıntılar aktarıyor ve İngilizlerin Hindistan’da yerli halka uyguladığı vahşeti, Amerika’da beyazların gerçekleştirdiği karaderili ve Kızılderili soykıyımlarıyla ve köle ticaretiyle karşılaştırarak ödeştiriyordu.
Amerikalıların İngilizleri Bolts’un 1772’de yayınlanan kitabına dayanarak Hindistan’da soykırımcılık ile suçlamalarına karşılık, İngilizler de Ferrall’ın kitabıyla Amerikalıları Kızılderili soykırımcılığıyla suçlayarak kendi suçlarının üzerini örtmeye çalışıyordu.
Komünizmin iki önderi Marx ve Engels’in , bir yandan İngiliz emperyalizminin Hindistan’daki vahşetini ilericilik adına kutsarken, öte yandan Amerikalıların yerli İroquois Kızılderililere ve karaderililere yönelik soykırımını uygarlık adına lanetlemerindeki tutarsızlık; ilginç bir durumdur.
Kapitalist emperyalizmin kendi fabrika ürünlerini el dokumasının yerine koymak için dokumacılarının düğüm atmasını önlemek üzere başparmaklarını kesmeye dek varan vahşeti, eğer Osmanlı İngilizlere gümrük duvarını indirip pazarı sonuna dek açmamış olsaydı, belki Osmanlı’da da gerçekleşecekti.
OSMANLI DOKUMACILIĞININ SONU
1800’lerin başında yerli iplik ve kumaş üretimi tıpkı Hindistan’da olduğu gibi vahşi İngilizlerin fabrika ürünleri tarafından tehdit edilirken, bir de 1789 Fransız devrimi’nden kaynaklanan etnik ayrılıkçı akımlarla başı derde giriyordu Osmanlı’nın.
1821’de Yunanlıların Mora’da çıkardıkları ayrılıkçı ayaklanmaya koşut olarak Girit’te de yeni bir ayaklanma başlamış, bu ayaklanmalar 1825 yılında bastırılmış; 1827’de Rus-İngiliz ve Fransız donanmaları, Yunanistan’a bağımsızlık verilmesi istemiyle, savaş bile ilan etmeden, ani bir baskınla, Navarin’de Türk donanmasına saldırıp 57 Türk gemisini batırarak 8000 askerimizi şehit etmişler.
Ardından 8 Mayıs 1828’de Rusya, Osmanlılara savaş ilan etmiş, savaş sonunda 1830 yılında imzalanan Londra Protokolü ile İngiltere, Rusya ve Fransa’nın koruması altında bağımsız Yunanistan kurulmuş ve ardından Osmanlı’ya sadık olan Mısır Valisi Mehmet Ali Paşa de çeşitli uyuşmazlıklar nedeniyle Fransızlarla işbirliği yaparak ordusuyla Osmanlı’nın üzerine yürümüş, tüm Mısır,Suriye,Irak ve Anadolu topraklarını ele geçirmiş; İzmit’e dek dayanmıştı.
Osmanlı İmparatorluğu dış kışkırtmalarla örgütlenen iç ayaklanmalarla sarsılmış ,yıkılma noktasına gelmişken, 1835’lerde Ankara’ya gelen İngiliz gezgin Hamilton burada tiftik kumaşı üreten 1000 ‘den çok tezgahın bulunduğunu yazıyordu.
Osmanlı’nın ayrılıkçı iç ayaklanmalarla ve Mehmet Ali Paşa İsyanıyla bunaldığı 1837’de , 18 yaşında tahta çıkan İngiltere Kraliçesi Victoria, Fransızlarla işbirliği yapıp İngiliz mallarının Mısır ve Suriye’da satılmasını yasaklayan Mehmet Ali Paşa’ya karşı Osmanlı Padişahı II.Mahmud’la 1838 Balta Limanı Antlaşması imzalayarak, Osmanlı tahtının Mehmet Ali Paşa eline geçmesini önlemek karşılığında, İngiliz mallarına uygulanan gümrüğü kaldırtmış ve böylece bir yandan Osmanlı pazarını ucuz İngiliz fabrika kumaşlarıyla doldurarak Türk yerli dokuma sanayisini yok etmeye yönelirken, bir yandan da ham tiftik ve damızlık tiftik keçisinin yabancılara satışını önleyen yasakları delmişti.
Osmanlı’nın sanayisini, ticaretini,dirliğini,düzenliğini bir daha hiç düzelmeycek denli baltalayan 1838 Balta Limanı Antlaşmasından sonra ,İngiliz Albay Handerson Ankara’dan seçtiği damızlık tiftik keçilerini Güney Afrika’da özel olarak kurulan İngiliz çiftliklerine götürmüş, çoğaltmış ve böylelikle 1856’ya gelindiğinde İngiltere, Osmanlı’nın 1838’e dek kıskançlıkla koruduğu tiftik kumaşı tekeline son vermişti.
İşte 2001’de yeniden basımını gerçekleştirdiğim Sadri Ertem’in “Çıkrıklar Durunca” adlı romanı , Ankara, Bolu, Adapazarı çevresinde Ankara tiftik keçisi besiciliği ve tiftik dokumacılığıyla geçimlerini sürdüren Türkmenlerin, padişah fermanıyla İngilizlere damızlık tiftik keçisi verilmesine karşı canlarını ortaya koyarak ayaklanmalarını anlatıyordu.
Kendisini Padişah’a Müslüman olmaya çok yakın ve zabitlere karşı çıkıp damızlık tiftik keçisi vermemek için silaha sarılırlar. Haber duyulur ve damızlık keçileri İngilizlere vermemek için silahlanan Türkmenlerin sayısı onbinlere varır. Osmanlı İngiliz’e damızlık vermeyen Türkmenlerin üzerine ordu gönderir. Üç yıl süren direniş kanla bastırılır ve İngiliz’e istediği damızlık Ankara keçileri verilir.
İngiliz ,isyancıların dinmeyen öfkesinden korunmak için tiftik keçilerini siyaha boyayarak kaçırır o topraklardan , limana ulaşıp Güney Afrika’ya doğru da yola çıkar.
ANKARA KEÇİSİNE İNGİLİZ DAMGASI
Böylece 1550’lerde Osman Bey’in dedesi Süleyman Şah’ın Türkistan’dan Anadolu’ya getirdiği tiftik keçileriyle, Osmanlı-Türk Tiftik Kumaş tekeli üzerinde yükselen Osmanlı İmparatorluğu 1838’de bu tekeli İngilizlere kaptırıp elinden kaçırmakla, kendi sonunu da belirlemiş oluyor ve Ankara Keçisi’ne İngiliz damgası vuruluyordu: British Angora Goat Society
Ankara keçisinin bin yıllık öyküsü gösteriyor ki; Osmanlı, savaş alanlarında askeri ve siyasi yenilgilere uğramadan önce, bilimsel ,teknolojik alanda geri kalarak ekonomik-siyasi çöküntüye ve askeri yenilgilere uğratılmış, üretimde buhar gücünden yararlanamayan Osmanlı sanayisi, ucuz yabancı fabrika ürünlerinin karşısına, el yapımı yerli pahalı ürünlerle dikilemediği içindir ki, yerli çıkrıklar durmuş ve 600 yıl Batı’ya ekonomik olarak da üstün olan Osmanlı çökmüştü.
İlk yayınlanışının üzerinden 70 yıl geçtikten sonra yeni basımını yaptığım “Çıkrıklar Durunca”’ya yazdığı sunumda, Atilla İlhan da bu gerçeği belirterek şöyle diyordu:
“Batı’nın Deli Gömleği’nden aktardığım, hayli eski bir söyleşime, şöyle bir göz atar mıydınız? Tesadüf, “Çıkrıklar Durunca…”’nın üzerinde geliştiği fabrika malı satanlarla dokumacılar arasındaki mücadeleyi irdelemiştim:
“Hüseyin Avni Bey yazıyor. (…) 1800 ve 1820 yıllarında İstanbul’da kumaş esnafının 2.750 ve Kemahçı (havız kadife) esnafının da 350 tezgahı vardı. Bütün bu tezgahlarda 5 binden fazla insan çalışıyordu. 1868 yılında yerli sanayin ıslahı için hazırlanan bir inceleme raporunda, bu kumaş tezgahlarından ancak 25 (evet, yanlış okumadınız beyler hanımlar) tane kaldığı esefle kaydedilmektedir. Bu raporun yazıldığı devrede, Avrupa sanayinin dokuma eşyası bol bol ve ucuza gümrük kapılarından giriyor ve yerli imalathaneleri tazyik ediyordu. Zamanla imalathaneler kapanıyor, bunların yerine Avrupa malı satan mağazalar açılıyordu…” (bkz: Yarı Müstemleke Oluş Tarihi) “…gerçekte, o dönemde, bu anlamda ASRİLİK, düpedüz İHANET idi….”
İşte “Çıkrıklar Durunca”…daha 1930’lu yıllarda bu yakıcı gerçeği kavramış, sayfalarına dökmüştü. (…) “Çıkrıklar Durunca”’nın yeni basımı için yetmiş yıl beklemiş olmamız, ayrı ve havsalarının alamayacağı bir utanç değil mi? (Atilla İlhan , 24 Ocak 2000,Maçka-İstanbul)
Meşrutiyet’in ilanından sonra Anadolu’yu dolaşarak her gittiği yerde gördüklerini gazetesine ileten ‘Anadolu’da Tanin’ gazetesi yazarı Ahmet Şerif, 28 Kasım 1909’da şunları yazıyordu Ankara’dan:
“Tiftik ticaretinin Ankara vilayetinin hayatı demek olduğu bilinen bir şeydir. Bu sırada hükümet tarafından her nasılsa elli tiftik keçisi ve yavrularının Avusturya’ya götürülmesine izin verilmesi haberinin yayılması halka kötü bir etki yapmıştır. Diyorlar ki: “Evvelce İngiltere bu keçileri Ümit Burnu’na götürdü, gerçi bunlar cinsiyetlerini kaybettilerse de her halde bugün tiftik fiatının düşmesine sebep oldular. Bu meydanda iken yine Avursturya’ya götürülmesine izin verilmesi pek garip oluyor.” Halk haklıdır. Fakat hükümeti bunu kabule sevkeden sebepler bilinmiyor ki: Ben yalnız bunu işaret etmekle yetinebileceğim.”
Tiftik
Büyüleyici bir ırk olarak, Ankara Keçisi, insanoğlunun tanıdığı yaşayan en eski genlerden biridir. Orijininin dindar keşişlerin yaşadığı Tibet dağları olduğu söylenir. Tiftik, ki bu narin yaratığın kırkılan tüyüdür, yumuşaklığı, göz alıcı parlaklığı ve üstün boyanabilme yeteneği nedeniyle, tarihi izlerinin antik çağlara kadar sürdürülmesini değer kılar.
M.Ö. 11.,12, ve hatta 14.asra kadar eski kayıtlarda Ankara keçisinin varlığından izler vardır. Bu dönemde, Türkmenistan’da, Sümerler olarak bilinen bir antik medeniyet çiviyazısını icat etmişti. Işte bu yazı ile yazılan tabletler anaç keçi ve yavrularının, giysilik beyaz yünlerin varlığından bahsetmektedir. O’nun kesin olarak ortaya çıkışını Kutsal Kitap’tan takip edebiliriz. Isa’dan 1500 yıl önce, Exodus’ün kitabında Mısır’dan kaçan Israil oğullarının “sunaklarda örtü olarak kullanılmak üzere, tiftiklerinden kumaş dokudukları keçileri de beraberlerinde götürdükleri” nakledilmektedir.
Ankara keçisi bu ismini sonradan Türkiye’de, bu gün başkent olarak daha iyi bilinen Ankara’dan almıştır. Mohair (tiftik) kelimesi de parlak keçi tüyünden yapılan giysi anlamına gelen “mukhaya”‘dan gelmektedir.
Ankara’da tiftikçilik, bu nadide hayvanların Türkistan’dan Anadolu’ya binlerce kilometrelik uzun ve zorlu , inanılmaz bir yolculuğundan sonra başlamıştır. Yolculuk 13. Asırda Cengiz Han’ın Süleyman Şah’ı ve halkını Türkmen topraklarından sürüp çıkarması ile başladı. Süleyman Şah, keçi sürüsünü her gün kısa mesafeler sürerek Hazar Denizi’ni geçip nihayet Fırat nehrine ulaştı. Ne yazık ki nehri geçmeğe çalışırken boğularak öldü.
Liderliği oğlu Ertuğrul aldı ve o Konya’ya vardı. Sultan Alaaddin’in tebası oldu. Ve övgüye değer hizmetlerinden dolayı Kayseri’den Ankara’ya kadar uzanan bir yurtluk ile ödüllendirildi. Bu bölgede Ankara keçileri yayılıp yerleşti. Bölgenin iklimi müsait, havası ve suyu temiz ve şartlar yetiştiricilik ve üstün kaliteli tiftik elde etmek için mükemmeldi.
Ankara halkı tiftiklerin olağanüstü güzelliğini iklim koşullarına değil, bir ermiş kişi olan Hacı Bayram Veli’ nin kudretine bağladı. Ve Sultanların giymesi için tiftikten ipek gibi kumaşlar dokudu.
Bu helezoni boynuzlu keçi ve tiftiğinin çok yönlü kullanılırlığı ve güzelliği 1550’de bir Hollanda’lı tarafından keşfedildi. Böylelikle başlayıp gelişen talep Avrupa’da tiftik endüstrisinin başlangıcını teşkil eder. Dört yıl sonra bir çift Ankara keçisi bir ” hanedan hediyesi” olarak Kutsal Roma Imparatorluğu’na gönderildi. Çok geçmeden Anadolu tiftik üretim miktarı Avrupa’nın talebini karşılayamaz hale gelince Sultan ham tiftik ihracına ambargo koymak zorunda kaldı. Ancak yabancı pazar ihtiyacı için tiftik ipliği ve kumaşı imalatına devam edildi. Sonunda tiftik, 1600’larda, Ingiltere’ye de sızdı; sonra Avrupalıların imal ettiği kaliteli ve ucuz tiftik iplikleri Türk mamullerine olan talebi bastırınca dokuma tezgahları gözden kaybolmaya başladı.
Avrupalıların Anadolu’dan canlı Ankara keçisi çıkarma girişimleri başarısızlıkla sonuçlanmıştır. Ta Tibet’den Anadolu’ya, kıraç ve verimsiz toprakları kat ederek inanılmaz bir yolculuğu başarıyla yapan Ankara keçisi, insanoğlunun kendisini yurdundan götürme çabalarına şiddetle karşı koymuştur.
– 1740. Ankara keçisinin İsveç’e götürülme girişimi, başarısız.
– 1711. Pfalz bölgesi (güneybatı Almanya’da bir bölge) insanları bir Ankara keçisi çiftliği kurmak istediler, gene başarısızlık.
– 1778. Venedik’te, aynı hayal kırıklığı.
Nihayet Ingiltere kraliçesi Victoria Osmanlı padişahına baskı yaparak ham tiftik ihracı üzerindeki yasaklamanın kaldırılmasını sağladı. Ancak hızla yükselen ham tiftik talebi Ankara keçisi yetiştiricisinin melezlemeye gitmesine yol açtı ve bir ara, Ankara keçisi, kendi neslinin tükenmesi tehlikesiyle yüz yüze geldi.
Tiftiğin sağlamlığı ve dayanıklılığı ile kumaşının buruşmaya karşı direnci Ingiliz yünlü endüstrisi tarafından biliniyordu; ancak Ankara keçisini Ingiltere ile tanıştırabilme çabaları da boşa çıktı.
1830’larda Ankara keçisi Güney Afrika’nın hasetine neden oldu. Sonunda, içinde 12 teke (erkek keçi) ve 1 anaç(dişi keçi) de bulunan bir kafile başka bir kıtaya, Afrika’ya varmak için açık denizlere yelken açtı. Ancak bu 12 adet tekenin yolculuktan önce Osmanlılar tarafından kısırlaştırılmış olduklarının farkına varılmadı. Varıldığında da salimen karaya ulaşmanın sevinci bir anda uçup gitti. Ancak, bir mucize olmuş ve anaç keçi yolculuk esnasında gemide bir erkek yavru dünyaya getirmişti. Bunların yerli ırk keçiler ile yaptıkları melezlemeler sonucunda bugünkü G. Afrika tiftik endüstrisinin temeli atılmış oldu. Kısa zaman sonra 30 tiftik keçisi daha geldi. Ve 1856’da G. Afrika çok yüksek selektiv yetiştiricilik nedeniyle kaliteli tiftik üreten bir ülke durumuna geçti. Başarı sonunda geldi ve bugüne kadar G. Afrika ve Türkiye önemli iki yetiştirici ülke olarak kaldı.
ABD Teksas’da da önemli miktarda tiftik üretilmektedir, ki , başlangıcı 19. YY. ortalarında o zamanki Osmanlı Sultanı Abdülmecit ‘in ABD başkanı Polk’tan pamuk üretimi konusunda bir uzman istemesiyle, neredeyse bir raslantı olaya dayanır. Columbia SC’den Dr.J.B.Davis Osmanlı pamuk üreticiliği üzerinde incelemeler yapmak ve gerekli tavsiyelerde bulunmak maksadıyla atanmış ve 1849 yılında görevini tamamladıktan sonra Birleşik Devletlere dönerken yanında 9 adet safkan Ankara keçisini de götürmüştür. Çok saygı gösterilen bir çiftlik hayvanı yetiştiricisi olan Atlanta’lı Richard Peters tarafından teşhis edilinceye kadar bunların kaşmer keçisi olduklarına inanıldı. Bu hayvanlar halkın gittikçe artan ilgisini çekti. Öyle ki, 1860 yılında albay Peters bir baş Ankara keçisi için $1500 fiyat gerçekleştirmiştir. Hatta bunların tanesi ağırlığınca gümüş ediyordu.
1880 yılında Boston gazetesi Ankara keçilerinin, yurdışına çıkarılmak üzere, katırlarla çekilen arabalarla Anadolu’nun Gerede bölgesinden yüzlerce mil öteye götürülmekte olduklarını yazdı. Böylelikle, Ankara keçisi, Türkiye’den başka çok az ve bir birinden çok uzakta Teksas, Güney Afrika, Lesoto ve Arjantin gibi ülkelerde; bir kısmı da Avustralya ve Yeni Zelanda da yetiştirildi. Ingiltere’de ise çok az sayıda bulunuyordu.
Parlak ve uzun ipeksi yününe Krallar ve Sultanlar tarafından saygı duyulan bu değerli hayvan, binlerce yıldır, bir çok insan için hayranlık sübjesi olarak, dünyanın her yerinde imalatçıların, moda tasarımcılarının ve iç mimarların hayallerine hükmetmektedir.
Bir zamanlar Türk Sultanı tarafından ateşli bir kıskançlıkla korunan tiftik, emsalsiz güzelliği, ipeksi dokusu ve nihayet dayanıklılığı ile bir nadir ve lüks elyaftır.
TEKSTİL ENDÜSTRISİNDE TİFTİK Moda eğilimleri olarak başlayan eğilimler, hayat tarzı seçimleri haline gelmiş bulunmaktadır. Sağlık bilinci, doğal besinler ve doğal elyaf, son yirmi yıldır ileri sürülen temel yeni ideallerdir. Tiftiğin seçkin özellikleri, kendisini, yüzyıllardır hem kumaş, hem de ev mefruşatı için yüksek oranda arzu edilen elyaf haline getirmiş bulunmaktadır. Tiftiğin yumuşak lüks duruşu ve zengin parlaklığı yüksek dayanıklılık ile birleşmiş bulunmaktadır.
Tiftik, her mevsimde kullanılabilen moda elyafı olup, soğuk hava için fevkalade ısıtıcı dokuması ve havalı, hafif yapısı, vücudun ılık günler için hava almasını sağlamaktadır. Tiftik, tek başına veya karışım halinde kullanıldığında, sonsuz oranda kumaş dokusu seçeneğine imza atar. Bunlar üstün yapağılar, zengin Iskoç kumaşları ve çevre yönünden uyumlu kürke alternatif olan ürünlerdir. Tiftik yapma kürk kumaşı olarak gerçek kürke alternatif çevreye uyumlu bir ürün oluşturur. Doğal olarak yumuşak elyaftan oluşan ve güncel deneyim ve modern işleme teknikleri ile zenginleşen bir üründür.
Tiftik, dekorasyon kumaşı olarak, aleve dayanıklılığı ve yüksek emiciliği ile çok değerlidir. Senfoni salonları, tiyatrolar, otel lobileri, ofis gibi kamuya açık yerler ve evler için idealdir. Bunlara ilaveten Tiftik, manifaturada etkili izolatörler olup, soğuk havada ısıyı muhafaza eder ve yazın da sıcağı dışarıda tutan bariyer görevi görür.
Tiftik pek çok üründe, bu arada: şapkalarda, eşarplarda, gündelik botlar ve terliklerde, örtü ve battaniyelerde, halı ve kilimlerde, peruklarda, boya rulolarında ve ıstampalarda, çocuk oyuncaklarında kullanılabilir. Tiftiğin cazibesi, yüzyıllar boyunca devam etmiş olup yeni ve heyecan verici stile adapte olmuştur.
TARİHÇE
Batı ülkelerinde MOHAİR diye adlandırılan TİFTİK bütün dünyaya yurdumuzdan yayılan ANKARA KEÇİSİ’ nin ürünüdür. Bu nedenle tiftik keçisi dünya literatüründe Ankara Keçisi (Angora Goat) olarak tanınır.
Ankara keçisinin yüzyıllarca önce Türk’ler tarafından Ankara ve civarına getirildiği, bu bölgenin kurak iklim ve toprağı ile iyi bir şekilde bağdaşarak bu günkü yapı ve tiftik özelliklerini burada kazandıkları bilinmektedir. Ankara keçisi o tarihten bu güne Anadolunun seçkin ve karakteristik bir gelir ırkı olma niteliğini muhafaza etmiştir.
1838 yılına kadar sadece yurdumuzda yetiştirilen Ankara keçisinin anavatanının Anadolu olduğunu söylemek yanlış olmaz. Bu keçi ırkının tüm dünyada Ankara’dan aldığı adı ile, yani Ankara keçisi olarak tanınması bu görüşün tartışmasız bir şekilde kabul gördüğünün kanıtıdır.
Ankara keçisinin sahip olduğu bu kültürel-prestij değer Türkiye için gurur kaynağıdır.
Bu gün dünyanın bir çok ülkesinde Ankara keçisinin titizlikle yetiştirilmesine rağmen elde edilen tiftikler incelik, yumuşaklık ve parlaklık gibi müstesna özellikleri bakımından yurdumuzda üretilen tiftikler seviyesine ulaştırılamamıştır. Tiftiğin endüstride aranan bütün özellikleri ancak onun öz vatanı olan yurdumuzda yetiştirilen Ankara keçisi tiftiklerinde görülmektedir.
19. yüzyılın ortalarına kadar Ankara keçisi sadece Türkiye’de yetiştirilmekteydi ve ülkemiz dünyada tiftik ipliği ve tiftik kumaşı (sof kumaşı) üretim ve ihracatı bakımından rakipsiz bir halde bulunuyordu.
Sof kumaşları, gerek renk çeşitleri gerekse dokunuşlarındaki ustalıkları ve desen incelikleri ile bütün dünyada tanınmış bulunuyordu. Başta İngiltere ve Hollanda olmak üzere Avrupa’ya ve Arap ülkelerine pek çok satılıyordu.
Ünü iç ve dış pazarlarda yayılmış olan Ankara sofları, uzun yıllar Ankara vilayetinin tarihini ve ekonomisini etkilemiş, dış ülkelerden yurdumuza gelen bir çok seyyahın da dikkatini çekmiştir.
Ankara’ya gelen Doğu seyyahları, o zaman gördükleri karşısında hayranlık duymuşlar; hepsi tiftik keçilerinden, bunların tüylerinin ipek gibi inceliğinden ve parlaklığından, kumaşının zarafetinden bahsetmişler ve sof kumaşın dokunuşu, işlenişi, ticareti hakkında bilgiler sunmuşlardır.
O tarihlerde başta Ankara olmak üzere; Zir, Çankırı; Beypazarı, Nallıhan ve Kalecik’te 1355 tiftik tezgahının bulunduğu ve her yıl 20.000 top kumaşın ihraç edildiği Tournfort tarafından bildirilmiştir.
1835’lerde Ankara’ya gelen seyyahlardan Hamilton da sof üreten 1.000’den fazla tezgahın bulunduğunu yazmıştır.
1838 tarihinde başlayan bir süreçte ucuz ithal fabrika mallarının yurda girmeye başlamasıyla dokuma el tezgahları bunlarla rekabet edememiş ve yavaş yavaş tarih sahnesinden çekilmek zorunda kalmışlardır.
360 yıl önce, yani 1640’larda Ankara’yı görmüş olan Evliya Çelebi de Ankara Vilayeti için “burası sof yeridir… Bu sof da Engürü’ ye mahsustur. Yer yüzünde başka bir yerde olmak ihtimali yoktur.” der. Sonra tiftik keçisini şöyle anlatır:
“Tiftik keçisi beyaz süt gibi olup, onun gibi beyaz mahluk belki yoktur. Sof ipliği bunların yününden olur. Bu keçilerin tüyünü makasla kırkarlarsa ipliği sertçe olur. Ama yolarlarsa Eyüp Peygamberin ipeği gibi yumuşak olur… Kadın ve erkek herkesin işi softur…
Frenkler bu Engürü keçilerinden Frenk diyarına götürüp yumuşak iplik eğirip sof dokumak isterler. Allahın emriyle keçiler bir sene içinde bildiğimiz tüylü kıl keçilerden olur. Dokudukları şey sof olmaz. Hatta Engürü’den eğrilmiş ipliği alıp, Frenk diyarına götürerek sof yapalım dediler fakat yine olmadı.” der.
Ankara keçisinin Güney Afrika’ya ilk götürülüşü 1838 yılına rastlamaktadır. O tarihte Hint ordusunda bulunan Albay Henderson 12 baş teke ve 1 anaç Ankara keçisini Afrika’ya götürmüştür. Anaç keçi ve doğan erkek yavru Güney Afrika Ankara keçisi yetiştiriciliğinin ve tiftik endüstrisinin başlangıcını oluşturmuştur.
1880’lerde yapılan gizli ihraçlarla Türkiye’den Port Elizabeth’e getirilen Ankara keçilerinin orada kurulan pazarlarda güzel esir kızlar gibi satıldığı, Türkiye’den tanesi 4 altın liraya alınan bu keçilerin kontlar, dükler, saray mensupları, çiftlik sahipleri ve hatta antika meraklıları tarafından 500 İngiliz lirasına kapışıldığı yazılmıştır.
Birleşik Amerika’ya Ankara keçisinin ilk götürülüşü Güney Afrika’ya götürülüşünden sonra, 1849’dadır. O yıllarda pamuk ziraati ile ilgili çalışmalar yapmak için Türk hükümetinin davetlisi olarak Türkiye’ye gelip bir süre kalan Dr. James B.Davis, Carolina’ya dönüşünde beraberinde Sultan Mecit tarafından zamanın Amerika başkanı POLK’a hediyesi olarak seçme 2 teke ile 7 baş dişi keçi götürmüştür. Bunlar Amerika Ankara keçisi yetiştiriciliğinin temelini oluşturmuştur.
Ankara keçisi monopolünün ülkemiz ekonomisinde taşıdığı önemin zamanında gereği gibi kavranamamış olması bunların kolaylıkla dışarıya çıkarılmasına imkan hazırlayarak ABD ve Güney Afrika Cumhuriyetinin birer ciddi rakip hale gelmesine neden olmuştur.
Yine de yakın zamana kadar Ankara keçisi yetiştiriciliği ve ham tiftik ülkemiz ekonomisinde önemli bir değer olarak varlığını sürdürmüştür.
Mesela, 1959 yılında 94 milyon lira olan hayvan ürünleri ihracat değeri içindeki tiftik ihracat değeri 45.2 milyon liradır ki bu da % 48’lik bir payı ifade eder.
Gene 1959 yılında tiftik ihraç değerinin genel ihracat değeri içindeki payı % 4,56 gibi çok önemli bir orana ulaşmış; aynı yıl içinde arpa %3,3, kuru üzüm %2,14, kuru incir % 0,57, yün % 1,04, krom % 2,85, bakır, %0,21 pay ile tiftik ihracatının altında kalmıştır.
1959 yılında 8.442 ton, 1960 yılında ise 4.515 ton tiftik ihraç edilmiştir.
Bu gün yıllık tiftik üretimimiz 6.000 tondan 200 tona gerilemiştir. Ankara Keçisi varlığımız da yaklaşık 3 milyon baştan 120 bine kadar düşmüştür.
Ülkemiz ham tiftik rekoltesinde zaman içinde meydana gelen bu ciddi düşüşün başlıca sebebi tiftik fiyatlarındaki yetersizliktir. Yem fiyatlarının yüksekliği, çoban ücretlerinin bugün inanılmaz seviyelere ulaşması, gerek tarım arazisi olarak sürülmesi, gerekse özellikle orman sahası olarak sınırlandırılması nedeniyle meraların azalması meraların ancak kira ile elde edilebilmesi gibi maliyetteki büyük artışlar karşısında yılda bir defa kırkıp pazara getirdiği tiftiği para etmeyen üretici Ankara keçisini kasap bıçağı altına teslim etmek zorunda kalmıştır.
Dış Türkler Sosyolojisi’ne kazandırılan yeni kitabın sunuş bölümümü, günümüzün Çalışma Bakanı Vedat Bilgin yazdı.
Hollanda’da etkinlik organize etme rekoru kıran Veyis Güngör’ün, Belegesel ve DVD çalışmaları da parmak ısırtıyor.
İlhan KARAÇAY’ın haberi:
Bireysel olarak Türk literatürüne onlarca eser katan, kurumsal olarak da 110 eseri topluma kazandıran Veyis Güngör’den yeni bir kitap: Avrupa Türkleri Üzerine Düşünceler
Avrupa’ya Türk iş gücü göçünün 6o’ıncı yılı geride kalırken, Avrupa Türkleri Sosyolojisi’ne ışık tutan ve Avrupa Türklerini anlatan bu kitap, “Avrupa Türkleri Üzerine Düşünceler, Yeni Bir Gelecek Perspektifi Denemesi” başlığı ile yayınlandı.
Günümüzde Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı yapan Prof. Dr. Vedat BİLGİN’in sunuş bölümünü kaleme aldığı, “Avrupa Türkleri Üzerine Düşünceler” başlıklı kitap, Çizgi Kitapevi yayınları arasında okurlar ile buluştu.
Avrupalı Türklerin 60 yıllık serencamını anlatan kitap, “Avrupa Türkleri, göç, sivil toplum ve gençlik”, “Irkçılık, Avrupa İslam’ı ve demokrasi”, “Türkiye-AB ilişkileri ve Türk Dünyası”, “Kültürel Referanslar, dünya dili ve gelecek vizyonu” başlıkları altında pek çok güncel meseleye ışık tutuyor.
Veyis Güngör (solda), kitabın ilk baskısını, Sunuş’u yazan Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Prof. Dr. Vedat Bilgin’e takdim ederken.
Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Prof. Dr. Vedat Bilgin, eserin sunuş bölümünde kitabın köklü bir birikimin sonucu ortaya çıktığını vurguladı.
Bakınız Bakan Bilgin bu konuda neler yazdı: “Kuruluşundan itibaren, belli periyodlarda faaliyetlerine konuşmacı olarak katıldığım ‘Hollanda Türkevi Topluluğu’nun, Avrupa’daki Türklerin göç, entegrasyon, katılım, kültürel değişim ve Türkiye-Avrupa Birliği ilişkileri süreçlerini tartışıp, göç literatürüne önemli katkıda bulunduğuna şahit oldum. Avrupa’daki Türklerin alandaki değişim sürecini, Türkevi’nin, benim de katıldığım bazı faaliyetleri, Hollanda kurum ve kuruluşlarıyla ortak gerçekleştirmesini somut bir şekilde, gözlemledim. Özellikle Hollanda Türkevi Topluluğu faaliyetlerinin, sadece Hollanda ve Avrupa’daki Türklerle sınırlı olmaması, Türkiye ve Türk dünyasını da kapsaması, Avrupalı Türklerin yeni oluşturmaya çalıştıkları kimlik içeriğinin çok açık bir gayreti olduğunu söyleyebilirim”.
Veyis Güngör imzalı “Avrupa Türkleri Üzerine Düşünceler” kitabı, Avrupa Türklerinin bir gelecek perspektifi oluşturmaları yolunda müracaat edilmesi gereken ana sütun ve temel başlıkları formüle ediyor. Yazara göre, Avrupalı Türklerin gelecek perspektifi oluşturma sürecinde Avrupa’da oluşan 60 yıllık göç tecrübesi, tarihi ve kurumsal hafıza; Türkistan ve Anadolu insan tasavvurunu, Endülüs ve Balkan Müslümanlığı tecrübesi; Avrupa kültür tarihi bilinci ve yorumu ve nihayet, Türkiye-AB ilişkileri, Türk Dünyası, akraba topluluklar ve mazlum milletlerle ilişkilerden elde edilen kazanımlar, ana temeller olarak dikkate alınmalıdır.
Kitap, işaret edilen bu değer ve deneyimlerin, Avrupa Türklerinin gelecek on yıllarda, Avrupa’da ‘Müslüman Türk’ olarak varlıklarını devam ettirmeleri yönünde yapılacak tartışmalara da katkıda bulunacağını göstermektedir.
KİTABIN SUNUŞ YAZISINDA, ÇALIŞMA BAKANI VEDAT BİLGİN ŞUNLARI ANLATMAKTADIR:
Göç, küreselleşmenin en önemli dinamiklerinden birisini oluşturmuştur. Göç, her ne kadar insanoğlunun tarihi kadar eski olsa da, küreselleşme ile birlikte yeni boyutlar kazanmış ve yeni ilişkileri beraberinde getirmiştir. Göç hareketi, göç edenlerin geldikleri ülkelerle ilişkileri başta olmak üzere, siyasi, ekonomik ve kültürel ilişkilere yeni boyutlar katmıştır. Tarihte yaşanan farklı göç hareketlilikleri, geçmişte olduğu gibi günümüzde de aynı kategoride değildir. Özellikle 1900’lü yılların başında ortaya çıkan ve daha çok, ‘iş gücü göçü’ olarak gelişen göç hareketliliğine, 1950’li yıllarda, ‘Avrupa’ya Türk işgücü göçü’ de eklenmiştir. Her yaşanan göç olayında olduğu gibi, Avrupa’ya yapılan Türk işgücü göçü de, daha fazla emek ve istihdamla sınırlı olmayıp, aynı zamanda aynı zamanda, iki toplumun ve iki kültürün karşılaşmasıdır.
Türk toplumu, yirminci yüzyılın ikinci yarısına girildiğinde, toplumsal olarak daha çok köylülüğün egemen olduğu bir yapıya sahipti. Bu sosyolojik yapı, o yıllarda, Anadolu’nun köy, kasaba ve kentlerinden Avrupa’ya gerçekleşen Türk işçi göçünün de profiline yansımıştır. Birinci nesil Türk işçileri, Anadolu’nun daha çok kırsal kesiminden, kendileriyle birlikte getirdikleri kültürel birikimle, yeni toplumda, ihtiyaçtan kaynaklanan kurumları da inşa etmişlerdir. Özellikle, göçün önemli bir dönüm noktasını teşkil eden ‘aile birleşimi’ ve ikinci neslin, içinde bulunduğu ülkenin dilini öğrenmesiyle, Türk işçi göçünün mahiyeti de değişmeye başlamıştır. Bu değişim; içinde yaşadıkları toplumla girilen diyalogla başlayan kültürel karşılaşma ve etkileşim sonucu, önce ‘Avrupa’daki Türklerin, kendilerinin kim olduklarını tanımlama ve kimliklerinin yeniden keşfi’, sonra ‘yeni topluma uyum ve o toplumda yer edinme’, en önemlisi de, kendi kimliklerini muhafaza ederek, ‘yeniden üreten toplumsal çerçeveleri inşa etme’, olarak ortaya çıkmıştır.
1980’li yıllardan sonra gözlenen bir yapı değişikliğiyle, artık Avrupa’daki Türk işçileri, ‘Avrupalı Türkler’ olarak bir dönüşüm sürecinin içine girmişlerdir. O yıllarda, asimile olmadan, entegrasyonu savunan Türkler, içinde yaşadıkları ülkelerin kurumlarıyla sağlıklı ilişkiler kurmanın yollarını aramışlardır. Siyasi katılım, sivil toplum örgütlenmesi, girişimcilik ve diğer alanlardaki toplumsal temsil ve katılımlar bu evrilme sürecinin açık örneklerini oluşturmuştur.
Bu örneklerden biri de, elinizdeki kitabın yazarı Veyis Güngör’ün, yol arkadaşları ile birlikte kurduğu ‘Hollanda Türkevi Topluluğu’dur. Kuruluşundan itibaren, belli periyodlarda faaliyetlerine konuşmacı olarak katıldığım ‘Hollanda Türkevi Topluluğu’nun, Avrupa’daki Türklerin göç, entegrasyon, katılım, kültürel değişim ve Türkiye-Avrupa Birliği ilişkileri süreçlerini tartışıp, göç literatürüne önemli katkıda bulunduğuna şahit oldum. Avrupa’daki Türklerin alandaki değişim sürecini, Türkevi’nin, benim de katıldığım bazı faaliyetleri, Hollanda kurum ve kuruluşlarıyla ortak gerçekleştirmesini somut bir şekilde, gözlemledim. Özellikle Hollanda Türkevi Topluluğu faaliyetlerinin, sadece Hollanda ve Avrupa’daki Türklerle sınırlı olmaması, Türkiye ve Türk Dünyasını da kapsaması, Avrupalı Türklerin yeni oluşturmaya çalıştıkları kimlik içeriğinin çok açık bir gayreti olduğunu söyleyebilirim.
Çeyrek yüzyıla varan bir süredir takip ettiğim, kitabın yazarı Veyis Güngör’ün, gerek haftalık yorumlarında gerek periyodik yayınlarda yer alan makalelerinde de, yukarıda ifade edilen değişimin yansımalarına şahit oldum. Özellikle, REFERANS Dergisi’nde yayınlanan makalelerinde, Avrupa’da oluşturulmak istenen yeni bir anlayış, yeni bir gelecek perspektifinin, felsefi temelleri dikkat çekmektedir. Bu noktayı, özel bir sohbetimizde dile getirdim ve bu makalelerin bir kitapta toplanmasını teklif ettim.
Kitabı oluşturan çeşitli makalelerde, Güngör’ün, içinde yaşadığı şartları da göz önüne alarak, Avrupa’daki Türklerin köklerine yabancılaşmadan, Türkistan ve Anadolu değerlerini referans alarak ve bunları güncelleyerek, yeni bir gelecek vizyonu teklif ettiği görülmektedir. Bu yeni vizyonun oluşmasında, Avrupa kültür ve düşünce tarihi ve değerlerinin de yer alması, Endülüs ve Bosna Müslümanlığı tecrübesinin de gözden geçirilmesi, yeni vizyonun temelleri arasında yer almaktadır. Bu teklif, esasen Avrupa Türkleri için yeni bir inşacı sosyoloji sürecinin başladığının da farklı bir ifadesidir. Yeni süreç, içinde yaşanılan Avrupa ülkelerine ve dünyaya açık ama, kendi kültürel kimliğini oluşturan değerlere de yabancılaşmamaktır. Böyle bir gelecek perspektifi ve tasavvuru, başta Avrupa’daki Türkler için zorunlu olmakla birlikte, hem Türkiye hem Avrupa ülkeleri açısından hem de Avrupa Türklerinin ilişki halinde oldukları ve aidiyet duydukları topluluklar için oldukça faydalı bir zemindir. Güngör’ün bu çalışmasının Avrupa Türklerinin geleceği tartışmalarına katkıda bulunacağından şüphem yoktur.
Kitabın yazarı Veyis Güngör başta olmak üzere, otuz üç yıldır Hollanda Türkevi Topluluğu birimlerinde gönüllü olarak görev yapan dostlarıma, Avrupa Türkleri üzerine düşünen entelektüellere, yazarlara ve Çizgi Kitabevi yetkililerine teşekkür ederim.
Prof. Dr. Vedat BİLGİN
Türkiye Cumhuriyeti Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı
VEYİS GÜNGÖR’ÜN KİTAP ÇALIŞMALARI
Türk Gençleri Hollanda’yı Anlatıyor (Türkçe-Hollandaca) 1989
Ibn Chaldoen en de geschiedenis van de migratie (Hollandaca); 1990
Hollanda’daki Türk Gençleri ve Türkiye (Türkçe) 1992
Batı Avrupa Türkleri (Türkçe) 1993
Aktif Öğrenme Yöntemleri (Türkçe) 1994
Ramadan meer dan vasten (Hollandaca), M. El-Fers’le birlikte; 1996
Amsterdam Mektupları (Türkçe) 1997
Üsküpten Prizrene; gezi notları (Türkçe) 2000
Avrupa’daki Türkler’in Türkiye-AB İlişkilerine Etkileri (Türkçe/İngilizce),
T. Küçükcan ve H. Kacabıyık’la birlikte 2008
Bizimkilerin Pedagojisi (Türkçe) 2006
Turks in Europa (2009),
Siyasi Katılım: Avrupalı Türkler, Sivil Toplum ve Kültür, Hollanda Örnegi (2011).
Avrupa’da Anadolu; Söyleşiler,
Hollanda’da Mevlana ve Konya Öğretisi,
Brieven uit Konya: een kennismaking met enkele geestelijke architecten van Anatolië,
Hoca Ahmet Yesevi Okumaları,
Avrupa Türkleri üzerine düşünceler.
VEYİS GÜNGÖR’ÜN KURUMSAL OLARAK TOPLUMA KAZANDIRDIĞI BELGESEL VE DVD’LER
Yağlı Güreşler Hollanda’da, 1998, 27 Dakika Mokum TV’de yayınlandı
Mehter Dam Meydanı’nda, 2000, 27 Dakika Mokum TV’de yayınlandı
Mevlana Celaleddin Rumi, 2007, 27 Dakika Hollanda 1 Televizyonunda yayınlandı
Kosova ve Mekadonya Türkleri, 2008, 27 Dakika Hollanda 1 Televizyonunda yayınlandı
Bosna Müslümanları, 2008, 27 Dakika Hollanda 1 Televizyonunda yayınlandı
Mehmet Aydın Hollanda’da, 2009 27 Dakika Mokum Televizyonunda yayınlandı
Kasgarlı Mahmut, Dogumunun 1000. Yılına Armagan, 2010, 27 Dakika Mokum TV’de yayınlandı
Küsat Tüzmen Hollanda’da, 2010, 27 Dakika Mokum TV’de yayınlandı
Siyasi Katılım ve Hollanda Türkleri, 2011, 12 Dakika TRT TÜRK’de yayınlandı.
Egemen Bağış Hollanda’da, 2011, 27 Dakika Mokum TV’de yayınlandı