AVRUPA’DAKİ GURUR KAYNAKLARIMIZDAN ESRA DALFİDAN KONSERİ: 9 EYLÜL CUMA AKŞAMI ALKMAAR’DA.

AVRUPA’DAKİ GURUR KAYNAKLARIMIZDAN ESRA DALFİDAN KONSERİ: 9 EYLÜL CUMA AKŞAMI ALKMAAR’DA.

Caz müziğine klasik Türk ve Osmanlı eserleri kazandıran sanatçımız, kendi kompozizsyonlarının yanında, Rumi’den Nazım Hikmet’e, Tango’dan Waltz’e, Caz’dan Klasik Osmanlı müziğine kadar kompozisyonları da icra ediyor.

İlhan KARAÇAY’ın haberi:

Avrupa’da ünlenen sanatçılarımız arasında önemli bir yer tutan Esra Dalfidan, çeşitli ülkelerde sürdürdüğü konserlerinden birini, yeni sezon başlangıcında, 9 Eylül Cuma akşamı, Hollanda’nın Alkmaar kentinde gerçekleştirecek.

Esra Dalfidan Topluluğu’nun, Luttik Oudorp 78 adresinde bulunan Podiumcafe De Brouwerij’de gerçekleştireceği konserde, Emine Bostancı (kemençe), Franz von Chossy (piyano) ve Alper Kekeç (davul), Rumi’den Nazım Hikmet’e, Tango’dan Waltz’e, Caz’dan Klasik Osmanlı müziğine kadar atalarımızdan miras kalan kompozisyonları canlandıracak.

Kaçırmamanızı tavsiya edeceğim bu konsere giriş bedeli 10.00 euro.
studiodesocieteit@gmail.com adresine göndereceğiniz mesajınızda, tarih, kişi ve isimler ile telefon numaranızı belirtiniz.

Kısaca Esra Dalfidan

Afbeelding met persoon, vrouw, binnen Automatisch gegenereerde beschrijving

Almanya doğumlu ve Hollanda eğitimli genç ve güzel caz sanatçımız ve onur kaynağımız Esra Dalfidan, Avrupa’nın çeşitli ülkelerinde çeşitli etkinliklerde birincilikler ve ödüller kazanmış.

1975’te doğan Esra Dalfidan, müzik alanında da doğu ve batı arasındaki köprüyü kurmayı hedefledi. ”Yaptığım müzik, değişik kültürel ve etnik etkilerin karışımı olmasa asla beni ve kişiliğimi yansıtamaz” diyor Esra Dalfidan.
Kendisi, müzisyenleri ile Türk müziğinin geleneksel unsurlarını caz ile birleştirmeye devam ediyor ve bunu kendi tarafından hazırlanan bestelerle meydana getiriyor.

Esra Dalfidan müzik eğitimine 4 yaşında başladı. 5 yıl temel müzik eğitiminin ardından gitar dersleri almaya başladı. Bu sürede Alman müzik yarışması olan “Jugend Musiziert”te birincilik ödülleri kazandı. 1998’de Fachhochschule Heidelberg’in müzik terapisi bölümünü bitirdi.

Çocukluğunda okul arkadaşlarının anket defterlerine not ettiklerini okuyor ve ancak o zaman şarkı söyleme tutkusunun kendisiyle ne kadar özdeşleşmiş olduğunu fark ediyor.
Kendini bildi bileli şarkı söyleyen Dalfidan, buna rağmen, kendisini anlatmak için kullanmak istediği asıl enstrumanın „SES” olduğunu keşfetmesi biraz zaman aldı.
Dört yaşından beri aldığı müzik anabilim derslerinden sonra, dokuz yaşında klasik gitar eğitimine başladı. On yıl boyunca yoğun bir şekilde bu alanda çalıştı. Bu süre içinde Almanya’nın en ünlü müzik yarışması „Jugend musiziert“ te dört kez birincilik ödülü aldı ve aynı zamanda NRW’nin gitar ve mandolin orkestrasına katılarak konserler, turneler ve CD çekimlerinde yer aldı. Almanya’ da „Abitur“ okul derecesini tamamladıktan sonra, Heidelberg Üniversitesinde „Müzikli Terapi“ bölümünde okudu. Bu arada ABD, California, San Diego’da staj gördü ve diplomasını aldıktan sonra Almanya’da müzikli terapist olarak iki yıl Nörolojik Rehabilitasyon alanında çalıştı. Aynı zamanda, Almanya, Köln şehrinde „Offene Jazzhausschule“de düzenlenen, André Nendza tarafından yönetilen konservatuar hazırlık kurslarına katıldı.

Eylül 2001’de Hollanda, Amsterdam konservaturanında caz bölümünde, ana dalı şan olarak, akademik müzik eğitimine başladı Esra Dalfidan ve 2005 de “Bachelor of Music” derecesini tamamladıktan sonar 2007‘de “Master of Music” derecesini “cum laude” ile noktaladı.

Eğitimin dışında FİDAN adlı grubunu kurdu ve kendisi tarafından hazırlandığı kompozisyon ve aranjmanları ünlü festival ve konser salonlarında duyurmaya başladı. Kendisi ve bütün çalışmaları hakkında ünlü “Deutsche Welle” adlı radyo kanalı 2003 senesinin Nisan ayında ayrıntılı bir portre düzenledi; bu portre tüm dünyanın ingilizce konuşulan ülkelerinde yayınlandı.

Esra Dalfidan, 2007 yılında Hollanda‘da iki yılda bir düzenlenen ‘Caz Vokal Yarışması’nın birincilik ödülünü alarak çalışmalarına devam ediyor.

Dalfidan’ın ilk albümünü Hollanda‘da ünlü “Challenge Record” adlı plak şirketi yayınlıyor.

 

TÜRK İŞADAMLARININ HOLLANDA İÇİN VİZE ÇİLESİ BNR RADYOSUNDA TARTIŞILACAK

TÜRK İŞADAMLARININ HOLLANDA İÇİN VİZE ÇİLESİ BNR RADYOSUNDA TARTIŞILACAK

Yarın sabah saat 06.00’da başlayacak olan programın konuğu Ethem Emre

Vize işlemini taşeron bir firmaya devreden Hollanda, 2012 yılında yargı kararı ile vizeyi kaldırmıştı ama şimdi vize için iki ay bekletiyor.

İlhan KARAÇAY’ın haberi:

Hollanda’nın Türk işadamları için uyguladığı vize işlemi, yarın (1 Eylül Perşembe)
BNR (Business Nieuwsradio) programında tartışılacak.

kişi, duvar, adam, takım içeren bir resim Açıklama otomatik olarak oluşturuldu
Ethem Emre

Sabah saat 06.00’da başlayacak olan olan Ochtendspits adlı programa davetliler arasında, Hollanda-Türkiye Ticaret Odası Derneği Başkanı Ethem Emre de yer alacak.

kişi, kravat, adam, takım içeren bir resim Açıklama otomatik olarak oluşturuldu
Wesley Weerts

Saat 07.00 sularında söz alacağı tahmin edilen Ethem Emre, programı hazırlayan redaktör Wesley Weerts ile yaptığı ön görüşmelerde, Türk işadamlarının vize başvurularının iki ay sonra sonuçlandığını ve vize işini devralan taşeron firma VFS Global’ın da yetersiz kaldığını anlattı.

metin, adam, sarı içeren bir resim Açıklama otomatik olarak oluşturuldu
Bas van Werven

Saat 10.00’na kadar sürecek olan Ochtendspits programını ünlü suncu Bas van Werven yönetecek.
Bir hafta boyunca günün çeşitli saatlerinde tekrarlanacak olan programda, Hollanda’nın çeşitli ikili anlaşmalara ve mahkeme kararlarına rağmen, vize konusunda zorluklar çıkardığı dile getirilecek.

2012 Yılında, Hollanda’da faaliyet gösteren avukat Ejder Köse’nin açmış olduğu bir dava sonucunda, Hollanda hükümeti Türk işadamları için vize işlemini kaldırmıştı.

İsterseniz o günkü habere bir göz atalım:

Hollanda’dan işadamlarına vize müjdesi!

Hollanda Danıştay’ı, Türk vatandaşlarının Almanya’dan sonra Hollanda’ya da vizesiz girebileceği ve oturma izni olmadan 3 ay bu ülkede kalabileceği konusunu karara bağladı.

Hollanda Danıştay’ı, Türk vatandaşlarının Almanya’dan sonra Hollanda’ya da vizesiz girebileceği ve oturma izni olmadan 3 ay bu ülkede kalabileceği konusunu karara bağladı. Buna göre, Türk vatandaşlarının tümü değil ama işadamları Hollanda’ya vizesiz giriş yapabilecek.

Hollanda Yüksek İdare Mahkemesi (Danıştay), Hollanda Dışişleri Bakanlığı’nın Türk vatandaşlarına uygulanan vize itiraz konusunu karara bağladı. Danıştay, 14 Şubat 2011 tarihinde Hollanda’da çok heyetli Haarlem Mahkemesi’nin, Türk vatandaşlarının bu ülkeye vizesiz girebileceği ve oturma izni olmadan en fazla 3 ay burada kalabileceği kararını bozarak, sadece Türk işadamlarının bu ülkeye vizesiz girebileceği yönünde değitirdi.

Türk kökenli Avukat Ejder Köse, Danıştay’ın aldığı kararı “Türk toplumu için mükemmel bir karar diyerek şu şekilde değerlendirdi:

“Hollanda Danıştayı 14 Mart 2012 tarihli ve 201102803/1/V3 sayılı kararında Türk işadamı sıfatını taşıyan ve hizmet sunucularına Hollanda tarafından 1982 yılında yürürlüğe konulan vizenin 1963 Ankara Antlaşmasının eşitlik ilkesini içeren 9. maddesine ve AB-Türkiye 1970 Katma Protokolünün 41. maddesine aykırı olduğunu kesin karara bağlamıştır. Katma Protokol 1 Ocak 1973 tarihinde yürürlüğe girdiği için bu tarihten itibaren 9. madde ve Katma Protokolun 41. maddesi sonucu Türklere vize uygulamayan AB ülkeleri bu tarihten sonra da vize uygulayamazlar. Bu karar tüm Türk işadamlarına hayırlı olsun.

Bu karar gereği hukuken Türkiye’den Hollanda’ya gelen Türk işadamları ve hizmet sunucuları pasaport, Ticaret Odası Sicil kaydı, meslek odası kayıt belgesi, Hollanda’da iş görüşmesini teyit eden bir davet mektubu gibi belgelerle beraber vizesiz girişte ısrar edebilirler. Ancak yine de vatandaşlarımızı uyarmak isterim. Kendilerine şimdilik vizesiz gelmelerini tavsiye etmiyorum. Hollanda hükümetinin siyasal kararını beklemek gerekir. Aksi takdirde sınırda sorun yaşayabilirler.”

Hollanda’da çok heyetli Haarlem Mahkemesi, vizesiz Hollanda’ya girmek isterken Schiphol Havaalanından geri gönderilen Türk İşadamı Cahit Yılmaz’ın iki sene önce açtığı davayı, 14 Şubat 2011 tarihinde görüşmüş, Türkiye ile AB arasında 1963’te imzalanan Ankara Anlaşması ve ona istinaden 1973 tarihli katma protokolün 41. maddesini kaynak göstererek Türk vatandaşlarının Hollanda’ya vizesiz girebileceği ve oturma izni olmadan bu ülkede 3 ay kalabileceği yönünde bir karar almıştı. Hollanda Göç ve Mülteciler Bakanlığı da alınan bu karara 4 Mart 2011 tarihinde itiraz etmişti.

BAKALIM SONUÇ NE OLACAK?
Hollanda’nın Türkiye ile ilgili çeşitli sözleşmelere uymaması ve ticari ilişkilerin iyi olmasına rağmen Türk işadamlarına vize mecburiyeti koyması ve bunu zorlaması, bakalım bu programdan sonra bir değişikliğe neden olacak mı?

Bir gün sonra:
Program beklendiği gibi gerçekleşti. Programa katılan Dışişleri Bakanlığı temsilcisi ile Turizm Genel Müdürü, sorunun biran önce düzeleceğini umut ettiklerini belirtirlerken, personel sıkıntısı çektiklerini dile getirdiler.
Ethem Emre de, Türk iş insanının ve öğrencilerin Hollanda’ya çok ilgi duyduklarını belirtirken, bu konunun 2013 yılından bu yana sürüncemede olduğunu ve biran önce çözümlenmesinin iki ülke için de yararlı olacağını belirtti.

Buitenlandse ondernemers gefrustreerd door lange wachttijden voor visa

Buitenlandse ondernemers die naar Nederland willen reizen, moeten soms maandenlang wachten op hun visum. De wachttijden voor visa zijn in korte tijd enorm opgelopen. Ondernemers kunnen daardoor niet naar ons land komen voor zaken, of ze zijn veel te laat. Dat blijkt uit navraag van BNR bij onder meer ondernemersclubs en het ministerie van Buitenlandse Zaken.

Het duurt zomaar vier maanden voordat Turkse ondernemers hun visum hebben, zegt voorzitter Ethem Emre van de Kamer van Koophandel Nederland & Turkije. ‘Als je een beurs wil bezoeken of met iemand een deal wil sluiten dan moet je dat vier maanden uitstellen. Dat is niet bevorderlijk voor de handelsbetrekkingen.’

Het Nederlands Bureau voor Toerisme & Congressen (NBTC) krijgt inderdaad signalen dat ‘deelnemers moeite hebben om naar Nederland te komen omdat hun visumaanvraag niet in behandeling kan worden genomen’. ‘We zien na covid dat het mondiale reisverkeer weer sterk toeneemt’, zegt NBTC-directeur Jos Vranken. ‘De capaciteit om visa-aanvragen te behandelen loopt achter.’

Dat is volgens hem schadelijk voor evenementen, omdat niet iedereen kan komen. ‘Maar als de problemen langer aanhouden kan dat ook een nadelig effect hebben voor de reputatie van Nederland als plek waar je goed een meeting of congres kunt organiseren.’

Opdracht kwijt

Ook Britten die voor een langere tijd de oversteek naar Nederland willen maken, hebben grote moeite om op tijd hun visum te krijgen. Britse ondernemers kunnen daardoor opdrachten kwijtraken, waarschuwt voorzitter Anton Valk van de Nederlands-Britse Kamer van Koophandel. ‘Als mensen die uit het VK moeten komen niet snel ter plaatse zijn dan zoekt een opdrachtgever binnen de Europese Unie naar een alternatieve leverancier.’

Maar de visumproblemen raken ook Nederlandse ondernemers, vervolgt Valk. Die zijn naarstig op zoek naar personeel en kijken daarvoor ook buiten de landsgrenzen. ‘Wat je wil is een flexibele internationale arbeidsmarkt zodat je mensen met kennis naar Nederland kunt halen. Doordat de wachttijden nu zo lang zijn, wordt dat bemoeilijkt.’

Toegenomen reisverkeer

Het ministerie van Buitenlandse Zaken erkent in een reactie aan BNR dat het onvoldoende was berekend op de snelle groei van het aantal visumaanvragen. ‘Aanvragers kunnen hierdoor te maken krijgen met langere wachttijden om een afspraak te boeken en met langere doorlooptijden.’

Het ministerie werkt er naar eigen zeggen hard aan om het toegenomen aantal aanvragen te verwerken, ‘maar staat voor een aantal personele en technische uitdagingen’. Daardoor duren de problemen naar verwachting tot eind dit jaar. Tot die tijd adviseert het mensen om reizen ruim van tevoren te plannen.

Maar dat is lang niet altijd mogelijk, weet Ethem Emre van de Turks-Nederlandse Kamer van Koophandel. ‘Als je in groente en fruit handelt kun je niet maanden wachten op een deal. Dat is seizoensgebonden, dan moet je snel kunnen handelen.’

Visumvrij reizen voor Turkse burgers: Europese Commissie maakt weg vrij voor besluit in juni- Hoofdinhoud

Met dank overgenomen van Europese Commissie (EC), gepubliceerd op woensdag 4 mei 2016.

Visumvrij reizen voor Turkse burgers: Europese Commissie maakt weg vrij voor besluit in juni

De Europese Commissie heeft vandaag bij het Europees Parlement en de Raad van de Europese Unie een voorstel ingediend om de visumplicht voor Turkse burgers af te schaffen, mits de Turkse autoriteiten onverwijld en volgens de afspraken van 18 maart 2016 voldoen aan de resterende benchmarks van het stappenplan voor visumliberalisering. Het voorstel vergezelt een verslag over de vooruitgang van Turkije bij de uitvoering van het stappenplan.

Eerste vicevoorzitter Frans Timmermans“De vooruitgang die Turkije met name de afgelopen weken heeft geboekt met betrekking tot de benchmarks van het stappenplan voor visumliberalisering, is indrukwekkend. Er zijn nog taken die dringend moeten worden uitgevoerd, maar als Turkije dit tempo volhoudt, zal het ook aan de laatste benchmarks voldoen. Daarom hebben wij een voorstel ingediend om de weg vrij te maken voor een besluit van het Europees Parlement en de lidstaten om de visumplicht af te schaffen, zodra aan de benchmarks is voldaan.”

Dimitris Avramopoulos, commissaris voor Migratie, Binnenlandse Zaken en Burgerschap, voegde hieraan toe: “De Turkse autoriteiten hebben sinds de Europees-Turkse top van 18 maart opmerkelijke vooruitgang geboekt en wij vertrouwen erop dat Turkije zo snel mogelijk op alle fronten resultaat wil boeken. Ervan uitgaande dat onverwijld aan alle benchmarks wordt voldaan, heeft de Commissie besloten een voorstel te doen om Turkije toe te voegen aan de lijst van visumvrije landen. Uiteraard zal de Commissie erop blijven toezien dat aanhoudend aan deze criteria wordt voldaan.”

Visumliberalisering voor Turkije is een essentieel onderdeel van de verklaring van de EU en Turkije van 18 maart 2016 waarin werd gesteld dat de uitvoering van het stappenplan voor visumliberalisering zou worden versneld teneinde de visumplicht voor Turkse burgers uiterlijk eind juni 2016 af te schaffen, mits aan alle benchmarks is voldaan. Als de medewetgevers het besluit om Turkije op te nemen in de lijst van visumvrije landen in juni willen goedkeuren, moet de Commissie haar voorstel begin mei indienen, zodat de nationale parlementen acht weken de tijd hebben.

In het vandaag vastgestelde voortgangsverslag worden de vorderingen beoordeeld die Turkije tot op heden heeft geboekt met de uitvoering van de benchmarks. Ook wordt uiteengezet aan welke benchmarks nog niet is voldaan en welke concrete maatregelen Turkije moet nemen om daarin verandering te brengen. Het gaat onder andere om corruptiebestrijding, gegevensbescherming, justitiële samenwerking met alle lidstaten, betere samenwerking met Europol en herziening van de wetgeving en de praktijken op het gebied van terrorisme.

In een aantal uitzonderlijke gevallen heeft de versnelde uitvoering van het stappenplan ertoe geleid dat nog niet aan een aantal benchmarks kon worden voldaan, waaronder de volledige invoering van biometrische paspoorten of de evaluatie van de uitvoering van de overnameovereenkomst tussen de EU en Turkije (die pas vanaf 1 juni volledig van toepassing wordt). De Commissie erkent dat de Turkse autoriteiten op andere punten goede vorderingen hebben gemaakt en zij moedigt hen aan de inspanningen dringend op te voeren om aan alle vereisten te voldoen, zodat de visumplicht eind juni kan worden afgeschaft.

Turkse burgers zullen visumvrij kunnen reizen naar alle lidstaten van de EU (met uitzondering van Ierland en het Verenigd Koninkrijk) en de vier geassocieerde Schengenlanden (IJsland, Liechtenstein, Noorwegen en Zwitserland). De vrijstelling van de visumplicht geldt alleen voor korte verblijven van hoogstens 90 dagen (binnen een periode van 180 dagen) voor onder meer zakenreizen, familiebezoek of toerisme. De vrijstelling van de visumplicht geeft geen recht om in de EU te werken. De overige voorwaarden voor toegang tot het Schengengebied blijven van toepassing: zo moeten de betrokkenen onder meer het doel van hun reis staven en bewijzen over voldoende bestaansmiddelen te beschikken.

Zoals voor alle landen die in bijlage II van de visumverordening zijn vermeld en wier onderdanen visumvrij naar Europa kunnen reizen, zal de begin 2014 ingevoerde vrijwaringsclausule ook gelden voor Turkse onderdanen die visumvrij reizen. Gezien de recente besprekingen met de lidstaten over het EU-visumbeleid in zijn geheel heeft de Commissie vandaag voorgesteld om dit opschortingsmechanisme te versterken, zodat lidstaten gemakkelijker melding kunnen maken van omstandigheden die eventueel tot opschorting kunnen leiden en de Commissie het mechanisme op eigen initiatief kan activeren.

Achtergrond

De Europese Unie is op 16 december 2013 de dialoog over visumliberalisering met Turkije aangegaan, parallel met de ondertekening van de overnameovereenkomst tussen de EU en Turkije. De dialoog over visumliberalisering is gebaseerd op het stappenplan naar een visumvrije regeling met Turkije. In dit document worden de vereisten vermeld waaraan Turkije moet voldoen voordat de Commissie het Europees Parlement en de Raad een wijziging van Verordening (EG) nr. 539/2001 kan voorstellen die Turkse burgers vrijstelt van de visumplicht voor korte verblijven van 90 dagen (binnen een periode van 180 dagen) voor zakenreizen, familiebezoek of toerisme in het Schengengebied.

De 72 vereisten van het stappenplan zijn in vijf thematische groepen onderverdeeld: veiligheid van documenten, migratiebeheer, openbare orde en veiligheid, grondrechten en overname van irreguliere migranten.

Op 20 oktober 2014 keurde de Europese Commissie haar eerste verslag goed over de vooruitgang van Turkije bij de uitvoering van het stappenplan voor visumliberalisering. Geëvalueerd werd of aan de verschillende vereisten was voldaan. Bovendien werden aanbevelingen gedaan met het oog op verdere vooruitgang bij de uitvoering van het stappenplan.

Tijdens de Europees-Turkse top van 29 november 2015, waarop het gezamenlijk actieplan van de EU en Turkije in werking trad, verheugde de EU zich over de toezegging van Turkije om sneller te voldoen aan de benchmarks van het stappenplan ten aanzien van alle deelnemende lidstaten. Turkije verbond zich ertoe het stappenplan sneller uit te voeren, onder meer door de toepassing van alle bepalingen van de overnameovereenkomst tussen de EU en Turkije te versnellen.

Op 4 maart 2016 heeft de Europese Commissie haar tweede verslag goedgekeurd over de vooruitgang van Turkije bij de uitvoering van het stappenplan voor visumliberalisering. In het verslag stelt de Commissie tevreden vast dat de Turkse autoriteiten zich thans betrokken en vastberaden opstellen.

Tijdens de Europees-Turkse top van 18 maart heeft Turkije zich ertoe verbonden het stappenplan nog sneller uit te voeren. In de gezamenlijke verklaring na deze bijeenkomst hebben de 28 staatshoofden en regeringsleiders van de EU zich ertoe verbonden de visumplicht voor Turkse burgers uiterlijk eind juni 2016 af te schaffen, mits aan alle 72 benchmarks van het stappenplan is voldaan.

 

DÜN, İSTANBUL’DA FUTBOL DÜNYASININ KALBİ ATARKEN, 56 YILLIK FUTBOL GEÇMİŞİM GÖZLERİMİ YAŞARTTI…

DÜN, İSTANBUL’DA FUTBOL DÜNYASININ KALBİ ATARKEN, 56 YILLIK FUTBOL GEÇMİŞİM GÖZLERİMİ YAŞARTTI…

UEFA Şampiyonlar Ligi kura çekimi, Haliç Kongre Merkezi’nde çekilirken, tüm dünya televizyonlarına yansıyan görüntüler arasında İtalyan teknik direktör Arrigo Sacchi de vardı. Futbol geçmişimde Sacchi ile görüşmem de vardı.

Bir film şeridi gibi gözlerimden kayan, futbol geçmişimden bazı kesitleri sizlere sunuyorum. Dosyalayınız ve okuma saatlerinizde zaman zaman inceleyiniz.

Şampiyonlar Ligi grupları İstanbul'da belli oldu - Kurabaz
Dünkü kura çekiminin yıldızları Hamit Altıntop ve Yaya Toure idi

İlhan KARAÇAY derledi:

‘Futbol’ deyip geçmeyiniz. Daha doğrusu bunu genelleştirip ‘spor’ olarak ele alabiliriz. Futbolun kadri çok büyüktür. Bunu ancak yaşayanlar bilir.
Naçizane şahsım, bugüne kadar tam 6 Dünya Futbol Şampiyonası, 1 Mini Dünya Futbol Şampiyonası ve 6 da Avrupa Futbol Şampiyonası izleme şansını yakalamıştım.

1974 Almanya, 1978 Arjantin, 1980 (Uruguay, Mini Dünya Futbol Şampiyonası), 1982 İspanya, 1986 Meksika, 1990 İtalya ve 1994 Amerika Birleşik Devletleri’nde yapılan Dünya Futbol Şampiyonaları’ndan başka, 1976 Yugoslavya, 1980 İtalya, 1984 Fransa, 1988 Almanya, 1992 İsveç ve 2000 Hollanda-Belçika’da yapılan Avrupa Futbol Şampiyonaları’nı yakından izledim. Bunlara ilaveten, izlediğim kulüpler şampiyonalarının sayısı da bir hayli çok.

Futbol müsabakaları öncesi ve sonrasında yaşananları değerlendirmeye kalkışırsanız, bu sporun önemini anlayabilirsiniz. Özellikle Dünya Şampiyonaları çok renkli ve zevkli geçer. Örneğin, Brezilyalılar’ın olmadığı bir şampiyona renksiz olur. Gittiğim Avrupa Şampiyonaları’nda bu eksikliği her zaman hissetmiştim.

‘Futbol’ denen bu eğlence ve yarış, insanları bazen kızdırıyor, bazen de sevindiriyor. Bu kızgınlıklar ve sevinçler çoğu zaman çılgınca oluyor. ‘Çılgınlık’ derken, eli sopalı ve bıçaklı holiganların çılgınlığından söz etmiyorum. Onların yaptığı ancak ‘vahşilik’ olarak nitelenir. Benim sözünü ettiğim ‘çılgınlık’ tatlı çılgınlıktır.

Bakınız, her konuda doyuma ulaşmış ülkelerin insanları bile, futboldaki zaferden sonra sokaklara nasıl dökülüyorlar. Doyuma ulaşmış ülkelerin insanları bile sokaklara döküldükten sonra, pek çok konuda aç kalmış ülkelerin insanları ne yapmaz ki?

Yarım asırdır Avrupa’da horlanan Türkler, her türlü spor müsabakası sonrasında, farklı yenilgiler nedeniyle ayrıca kahroluyordu. Ellerinde bayraklar ve flamalar ile statlara ve salonlara koşan Türkler hep hüsrana uğramışlardı. Hüsranın yerini sevincin almasına o kadar ihtiyacımız vardı ki…

Futbol turnuvalarından anılar:

Gazeteciliğe başladığım gençlik yıllarımdan sonra, 25 yaşında iken gelmiş olduğum Hollanda’da, profesyonel gazeteciliğe başlamıştım. Önce Tercüman, sonra da Hürriyet gazetesinde sürdürdüğüm gazeteciliğime, 1975 yılında TRT muhabirliğini de ekledim. Hollanda’nın NOS Televizyonu’nda da sürdürdüğüm görsel gazeteciliğimi, daha sonraki yıllarda çeşitli yayın kuruluşlarında devam ettirdim. Gazetecilikte ‘patron’ olduğum zamanlar da oldu. 1995 yılında GÜNAYDIN Gazetesi’nin Avrupa baskıları patronu olmuştum. Daha sonra DÜNYA Gazetesi’nin Avrupa baskıları patronluğunu üstlendim. SABAH, NTV, SHOW TV gibi yayınlarda da hizmetimi sürdürdüm.

Gazetecilik yaşamım boyunca ilginç konulara imza attım. Aslında bu ilginç konuların sayısı yüzlercedir ama, ben sizler için sadece onlarcasını seçtim.
Bu gönderimi dosyalayınız ve vakit buldukça okuyunuz.
İlginiz için şimdiden teşekkürlerimi sunuyorum.

Neçizane şahsım 1978’de Arjantin’de yapılan ‘Dünya Futbol Şampiyonasını’, iki yıl sonra 1980 yılında Uruguay’da yapıla ‘Mini Dünya Futbol Şampiyonası’nı Hürriyet gazetesi için izlemiştim.
1978’de, başta rahmetli Necmi Tanyolaç olmak üzere, ünlü gazeteciler Halit Kıvanç,Togay Bayatlı, Ertuğrul Akbay, Güven Taner, Hüseyin Kırcalı, Kemal Belgin, Erol Aydın, Hasan Sarıçiçek ve teknik direktör Metin Türel ile birlikteydik.

Arjantin’deki şampiyonada, Hollanda takımının şampiyon olması için yanıp tutuşuyordum. Hollanda’yı ne de olsa ‘Babavatan’ olarak seçmiştik bir kere…
Finale kadar yükselen Arjantin Milli Takımı’nın, Peru’ya karşı elde ettiği bol gollü galibiyet maçının, tamamen binbir tehdit sonucunda kazanıldığını en iyi bilenlerden biriydim. Zira, konaklamakta olduğum Liberty (Hürriyet) Oteli’nde Peru takımı da konaklıyordu. Arjantin turuvaya iyi başlamamıştı. Gruptan çıkması için Peru’yu en az 4-0 yenmesi gerekiyordu.

General Vidella başkanlığındaki ihtilal hükümeti, Peru’ya silah ve gıda yardımı teklif ederek maçın en az 4-0 galibiyetle bitmesini istedi. Bu da yetmedi, konakladığımız Liberty Oteli askerler tarafından abluka altına alındı ve futbolculara korku salındı. Sonunda Arjantin Peru’yu 6-0 yendi ve gruptan çıktı.

Arjantin, Hollanda ile birlikte finale kadar yükselmişti. Hiç unutamadığım o final maçını Hollanda kaybetmişti. Hollanda’nın o zamanki yıldızı Rensenbrink, son dakikadaki fırsatı gole çeviremedi. Top direğe çarparak geri döndü. Uzatmada Arjantin maçı 3-1 kazandı.

Titreyerek seyrettiğim maç sonunda resmen ağlamıştım.

Her zaman yazmışımdır. Avrupa Futbol Şampiyonaları, Dünya Futbol Şampiyonaları gibi renkli olmuyor. Güney Amerikalılar ve Afrikalılar turnuvalara renk katıyor. Özellikle Brezilyalılar şampiyonaların en renkli görüntülerini yaratıyorlar. Öyle ki, Dünya Şampiyonaları’nda, en ilgi duymayacak ülkelerin maçları bile seyirci rekoru kırıyor.

Biz Türkler de bu konuda az değiliz ha!
Hiç unutamayacağım bir anı da, 1982’de İspanya’da yapılan Dünya Futbol Şampiyonası sırasında yaşandı. Bu şampiyonaya Türkiye katılmamıştı. Ama Barcelona’nın Ramblas meydanında gece yarısı şenliklerinde bir grup Beşiktaşlı taraftarın açtıkları Türk ve BJK bayrakları etrafında yapılan danslar beni çok duygulandırmıştı. O fotoğrafı çekme ve Hürriyet’te yayınlama şansı da bana nasip olmuştu.

metin, kişi, insanlar içeren bir resim Açıklama otomatik olarak oluşturuldu
Spor gazeteciliği kariyerimde, Real Madrid’in efsane Başkanı Santiago Bernabeu ile 1972’de görüşmem, Hollanda’nın efsane futbolcusu Johan Cruyff’a, 1969’da ‘Sarı fare’ (rakiplerini fındık faresi gibi yediği için) lakabını takmam ve Maradona ile 1980’de ilk röportajı yapmış olmam, anılarımın en güzellerindendir.

Şimdi her şey Oranje için. Portakalları desteklemek bize yakışan bir hareket olacaktır.
Portakalların her galibiyetinden sonra yapılacak olan şenliklere biz de Türk bayrakları ile katılmalıyız ve Hollandalılar ile dayanışma içinde olduğumuzu göstermeliyiz.
Hup Holland hup !!!

Tanju Çolak ile bir nostalji…

Değerli Okurlarım,
Size bir Tanju çolak nostaljisi anlatacağım ve ondan sonra da bol fotoğraflı futbol geçmişimi uzun uzun anlatacağım. Önce Tanju Çolak hikâyesi:

Yıl 1989. Şubat’ın birinci günü. Monaco’da, 1987-1988 sezonunda Avrupa Gol Kralı’na altın ayakkabı verilecek. Futbol dünyasının gözü, kulağı Monaco’da. Ama binlerce futbol adamı da Monaco’da.
Günün kahramanının bir Türk oluşu çok garipseniyordu.

Evet, Altın Ayakkabı’yı bir Türk, yani Tanju Çolak alacaktı. Dile kolay, 38 gol atmıştı Tanju.

metin, kişi, dik, poz içeren bir resim Açıklama otomatik olarak oluşturuldu

Her büyük futbol etkinliğinde olduğu gibi, o gün ben de oradaydım.
Hem de, Tanju Çolak’ı transfer etmek isteyen dev kulüplere satacak adam olarak.

O günlerde Wasteels adlı bir firmanın organizasyonu ile Hollanda’dan Türkiye’ye direkt tren seferleri düzenlenmişti. Wasteels’in Hollanda’daki Danışmanlık Bürosu TMF’in müdürü ile dostluğumuz vardı. TMF’ın Monaco’daki kardeş kuruluşu, Tanju Çolak’ın transfer işlerini üstlenmek istiyordu. İşte o sırada Monaco’da bu firma ile bir durum değerlendirmesi yaptık. Tanju’yu bu firmaya götürdüm. Durumdan çok memnun olan Tanju bu firmaya transfer konusunda yetki verdi.

metin, kişi, bina, poz içeren bir resim Açıklama otomatik olarak oluşturuldu

Kimler yoktu ki Tanju’yu isteyenler arasında?
Real Madrid, Barcelona, A.C. Milan, İnter Milan, AS Roma, Monaco, Arsenal, Liverpool, Ajax ve Bayern Münih. (Yukarıdaki fotoğraf)
Şans mı, tesadüf mü, siz ne derseniz deyin. 1 Şubatta Altın Ayakkabı’yı alan Tanju, 1 Mart’ta, yani 30 gün sonra Monaco’ya karşı sahaya çıkacaktı. Hem de Monaco’da. Tanju ve görücüler için büyük bir fırsattı bu.
Ve o gün geldi çattı.
Tanju’yu seyretmeye gelen dev kulüplerin başkanlarını ve transfer yetkililerini maç öncesi Stade Luis II’nin kapısı önünde topladım ve fotoğrafladım. Sonra hep birlikte Tanju’yu seyretmeye başladık. Görücüler, sahada dolaşıp duran Tanju’ya bakıyorlar ve sonra da bana dönüp, “Bu ne iştir, bir şey anlamadık” der gibi işaret yapıyorlardı. Ama biraz sonra bir mucize gerçekleşti. Prekazi Tanju’ya mükemmel bir top uzatmıştı. Eee, Tanju bu, fırsatı hiç kaçırır mı? Prekazi’nin soldan mükemmel ortaladığı topa Tanju, 3 kişinin arkasından gelip önlerine geçerek ve de uçarak kafayı vurmuş ve maçtaki tek golü kaydetmişti. Görücüler bu defa bana döndüler ve baş parmaklarını havaya kaldırarak zafer işaretleri yaptılar.

Görücüler maç sonrasında, Tanju’nun iyi bir golcü olduğunu gördüler ama, O’nu bir kez de rövanş maçında izlemek istediklerini söylediler.

Tanju için biçilen fiyat, o tarih için çok astronomik idi: 10 milyon Dolar.

O zaman çalıştığım Günaydın gazetesinin birinci sayfa manşeti de bu idi:Tanju’nun değeri 10 milyon Dolar.

Rövanş maçı, Galatasaray’ın cezası nedeniyle Köln’de oynanacaktı. 15 Mart akşamı aynı görücüler bu kez Köln’deydiler. Maç Prekazi ve Weah’ın golleri ile 1-1 bitmiş ve Galatasaray Avrupa Şampiyon Kulüpler Kupası’nda yarı finale yükselmişti ama Tanju bu kez gol atamamıştı.

Üzücüdür ama, pazarlığın 10 milyon dolardan başladığı bu transfer görüşmelerinden sonra, Tanju’ya hiç bir kulüpten ciddi bir talep olmadı.

FOTOĞRAFLARLA FUTBOL YAŞAMIM

metin, kişi, takım içeren bir resim Açıklama otomatik olarak oluşturuldu
56 Yıllık gazetecilik yaşamımda, spor haberleri ve yorumları ile verdiğim hizmeti göz önünde tutan, Orhan İçin yönetimindeki Uluslararası Futbol Tenisi Federasyonu, şahsıma da bir ödül lutfunda bulunmuştu. Bu ödülü ünlü teknik direktör Abdullah Avcı’nın elinden almıştım.

metin, açık hava, gök, kişi içeren bir resim Açıklama otomatik olarak oluşturuldu
Rinus Michels’in yarattığı total futbol ile büyüyen Hollanda’nın Ajax takımı ve milli takımın beyni olan Johan Cruyff ile birlikte göründüğümüz bu fotoğrafta, ünlü antrenörlerimizden Doğan Akı (ortada) Ünal temel (solda) ve Michels’in takipçisi Macar Stefan Kovacs da yer aldı. Kovacs daha sonra Fransa’ya total futbolu aşılayan adam oldu.


Hollanda’nın yetiştirmiş olduğu ünlü ve değerli futbolculardan De Boer kardeşlerden Frank, Galatasaray’da da fotbol oynamıştı. Şimdi Hollanda milli takımının başında olan Frank De Boer ve Ronald De Boer ile eski günlere dayanan bir fotoğrafımız.

poz içeren bir resim Açıklama otomatik olarak oluşturulduGazetecilik yaşamımda, Hollanda’nın dışında, diğer ülkelerin ünlü futbol adamları ile de görüşmelerim oldu. Üstteki fotoğrafta, İtalya milli takımı teknik direktörü Arrigo Sacchi, alttaki fotoğrafta da teknik direktör Giovanni Trappattoni ile değişik tarihlerde.

metin, bina, kişi, adam içeren bir resim Açıklama otomatik olarak oluşturuldu

metin, kişi, dik, takım içeren bir resim Açıklama otomatik olarak oluşturuldu
1980’li yıllarda İtalyan takımı AC Milan’a şampiyonluklar kazandıran ve 1988 Avrupa Şampiyonası’nda Hollanda’yı şampiyon yapan Marco van Basten, Ruud Gullit, ve Galatasaray’da da oynayan Frank Rijkaart ile bir anımız.

metin, kişi içeren bir resim Açıklama otomatik olarak oluşturulduBir zamanlar Brezilya’nın dünya çapında yıldızı olan ve Fenerbahçe’de teknik direktörlük yapan ve iki kez şampiyonluk kazandıran Didi, daha sonra Suudi Arabistan’a transfer oldu. 1978 yılında Suudi Arabistan’da ziyaret ettiğim Didi ile bir maç esnasında (üstte), altta ise iki değişik enstantane.

metin, adam, kişi, dik içeren bir resim Açıklama otomatik olarak oluşturuldu

metin, kişi, duvar, iç mekan içeren bir resim Açıklama otomatik olarak oluşturuldu
Bir zamanlar Alman futbolunun en büyük yıldızı olan Gerd Müller ile futbolculuk yıllarında (üstte) ve Tanju Çolak’ın Altın Ayakkabı Ödülü aldığı Monaco’da (aşağıda) görülüyoruz.

metin, kişi, adam, takım içeren bir resim Açıklama otomatik olarak oluşturuldu

metin, kişi, açık hava, grup içeren bir resim Açıklama otomatik olarak oluşturuldu
İngiltere futbolu dendiği zaman akla gelecek olan iki eski isim Boby ve Jacky Charlton kardeşlerden Jacky ile, 1976 Avrupa Şampiyonası sırasında Belgrad’da.

metin, çayır, açık hava, kişi içeren bir resim Açıklama otomatik olarak oluşturuldu Futbol Şampiyonalarını izlerken, futbolun dışında magazin haberi bulmakta da az hünerli sayılmam. İşte 1982’de İspanya’da yapılan Dünya Şampiyonası’nda yıldızlaşan Brezilyalı Zico’nun eşini, çocukları ile bir otelde bulmuştum. Zico daha sonra 2006 yılında teknik direktör olduğu Fenerbahçe’yi şampiyon yapmıştı.

metin, adam, kişi, poz içeren bir resim Açıklama otomatik olarak oluşturuldu
Futbol faaliyetlerimi anlatırken Guus Hiddink’i atlamam mümkün değil. Hollanda’nın en başarılı teknik direktörlerinden biri olan Hiddink’in Fenerbahçe’ye gelişi sırasında tercümanlığını ve mihmandarlığını ben üstlenmiştim. Fenerbahçe’de başarılı olamayan ve ‘Hollanda köylüsü’ olarak aşağılanan Hiddink bir de kadın skandalına maruz kalmıştı.

kişi, iç mekan, dik içeren bir resim Açıklama otomatik olarak oluşturuldu
Neden sadece yabancılar olsun? Bizim de futbolda ünlülerimiz var. İşte bu ünlülerden biri de Fatih Terim. Fatih terim ile 1992 Avrupa Futbol Şampiyonası sırasında İsveç’in Malmö kentinde birlikte olmuştum.

İtalyan futbolu dendiği zaman, Roberto Baccio akla gelen en ünlü golcülerden sayılır.
İşte Baccio’yu, 1990 Dünya Şampiyonası sırasında Roma’da ancak böyle yakalayabilmiştim

çayır, açık hava, kişi, alan içeren bir resim Açıklama otomatik olarak oluşturuldu
Spor gazeteciliği yıllarımda, futbol oynamayı da ihmal etmezdim. Hem de büyük takımlarda… Fotoğrafta gördüğünüz 10 numara Hollanda ve Ajax’ın büyük yıldızı Piet Keizer’dir. Ajax’ın ünlü Başkanı Jaap van Praag beni kulübün onur üyesi yapmıştı. Bu nedenle Ajax’ın antremanlarına da serbestçe katılırdım. İşte bir antreman sırasında, sırtımda Johan Cruyff’ın 14 numarası ile Ajax’a karşı oynadım ve bir de gol attım.

çayır, kişi, oynama, spor içeren bir resim Açıklama otomatik olarak oluşturuldu

metin, kişi, adam, duvar içeren bir resim Açıklama otomatik olarak oluşturuldu
Real Madrid’in teknik direktörü Miguel Munoz, miyonlarca futbolseverin kalplerinde yer tutat Real Madrid’i defalarca şampiyon yapmıştı.

metin, gazete içeren bir resim Açıklama otomatik olarak oluşturuldu
Spor muhabirliğim, sadece futbol ile sınırlı değildi tabii. Ünlü boksör Muhammed Ali’yi mağlup eden Joe Fraizer ile de görüşmem olmuştu. Fraizer, Hürriyet’te yayınlanan fotoğraflarını gördükten sonra, ‘Allah Allah, demek ki Türkiye’de de bu kadar ilgi görmüşüm ha?’ demişti.

metin, gazete içeren bir resim Açıklama otomatik olarak oluşturuldu1976’da Yugoslavya’da yapılan Avrupa Futbol Şampiyonasından bir Hürriyet kupürü.

metin, kitap içeren bir resim Açıklama otomatik olarak oluşturuldu metin içeren bir resim Açıklama otomatik olarak oluşturulduİzlediğim, Avrupa ve Dünya Şampiyonalarından ikisi…

Şimdi gelelim Maradona’nın, ‘Dünyanın en iyi futbolcusu’ olup olmadığına.
Her zaman yazmış ve söylemişimdir. Benim için dünyanın en iyi futbolcusu Johan Cruyff’tır.
Zamanınızı alacağım ama, Cruyff için yazdığım görüşümü burada yinelemek istiyorum.

Ne Maradona, ne Pele, ne Messi ne Ronaldo…

DÜNYA’YA GELMİŞ EN BÜYÜK FUTBOLCU TARTIŞMASIZ JOHAN CRUYFF’TIR

F:\FOTOGRAFLARIN TAMAMI-Tot apr.2019\Johan Cruyff-ilhan Karacay (2).jpg F:\FOTOGRAFLARIN TAMAMI-Tot apr.2019\Johan Cruyff-ilhan Karacay (1).tif
Johan Cruyff ile ilk görüşmem 1978 yılında, son görüşmem de 1984’te oldu.

O’nunla ilk röportajımı yaptığım yıl 1968 idi. Hollanda’dan Amerika’ya gitmek üzereydim. Tam o sırada Tercüman gazetesinin Spor Müdürü merhum ağabeyimiz Necmi Tanyolaç’tan bir telgraf almıştım: İlhan, Fenerbahçe Ajax ile eşleşti STOP. En seri şekilde röportaj ve fotoğraflarını bekliyorum STOP. Özellikle Johan Cruyff ile mutlaka görüş ve fotoğrafla STOP.

İşte o anda Amerika yolculuğumu erteleme kararı almıştım. Johan o zaman 19 yaşındaydı. Kendisini o tarihten iki yıl önce Amsterdam’da Beşiktaş’a karşı izlemiştim. O zaman Hollanda’da tesadüfen bulunuyordum. Hollanda’ya gelip yerleşimim 1967’de oldu.
Johan Cruyff’ı yazmak ve tarif etmek çok zordu. O genç yaşında iken, ileride bir futbol efsanesi olacağına kesin gözüyle bakılıyordu.

13 Kasım 1968’de oynanan maçı Ajax 2-0 kazanmıştı. Ama bu maçın bir de rövanşı vardı. İşte onun için ertelediğim Amerika seyahatimi askıya aldım. Rövanş maçında da Ajax 0-2 galip gelmişti.
O zaman Johan Cruyff’a ‘Sarı Fare’ adını ben koymuştum. Sarı olduğu için değil, rakiplerini bir fındık faresi gibi yediği için.
Düztabandı Johan Cruyff. Bu nedenle askere alınmadı. Ama aynı ayaklarla fotbol sahalarında bale yapıyordu adeta. Bunu, düztaban ayaklarını gösteren bir fotoğraf ile haber yapmıştım.

Johan Cruyff’ın Ajax’ta oynadığı süre boyunca, O’nu her iki haftada bir Ajax Stadı’nda izliyordum. Zira o zaman kulübün Başkanı dostum Jaap van Praag beni ‘Onur Üyesi’ yapmış ve şeref tribününde yerimi ayırmıştı.

Ne var ki, Johan 1973 yılında Barcelona’ya transfer olduktan sonra maçlara gitmez oldum.
Zira benim seyretmek istediğim sadece Cruyff’tı.
Neden mi?
Çünkü O, dünyaya gelmiş geçmiş en iyi futbolcuydu. Futbolu ayaklarından önce aklıyla oynuyordu. Topa vuruşları, bilardo topuna dokunuş gibiydi. Yani topu istediği tarafa yönlendirebiliyordu.

14 Numara adlı dokümanter filmini izleyenler O’nun bu konudaki maharetlerini çok iyi bilirler.
Cruyff, bir başka dokümanter filminde bilardo masasındaki vuruşu, futbol sahasında top ile aynen yaptı ve topa bilardo topu gibi istikamet verdirmişti.

Cruyff, hangi takımda oynadıysa şampiyon yaptı. Şampiyon yapamadığı tek takım, Hollanda milli takımıydı.
Barcelona’dan Hollanda’ya dönüş yaptığı zaman Ajax ile anlaşamamıştı. Menajerliğini yapan mücevheratçı kayınpederi Cor Coster O’nu Feyenoord’a satmıştı.
Feyenoord çok kötü durumdaydı. Ama Cruyff aynı yıl Feyenoord’u da şampiyon yaptı.

Futbolu iyi takip edenler, Cruyff’ın yeteneğini de çok iyi biliyorlardı. Şahsen ben de futbol uzmanı olan arkadaşlarım ile hep tartışırdım. Kimi ‘Enbüyük Pele’ derdi, kimi de ‘En büyük Maradona’. Ama ben hep itiraz ettim. Cruyff başlı başına bir takımdı. Yılan gibi kaçan çalımları ve topa vuruşları ile göz zevkine hitap eden Cruyff, bir maestro gibi takımı da yönetiyordu.

Futbolda aktif olduğu yıllarda bile sigara içiyordu. Bir gün doktoru ona, ‘Sigarayı bırakmazsan öleceksin’ dedi. O ne yaptı biliyor musunuz?  Sigarayı değil, futbolu bıraktı.

Şimdi, hiç kimse, ‘Hangi futbolcu daha iyiydi‘ tartışmasına girmesin. Lütfen, bilgisayarda tüm arama motorlarına bakın. Johan Cruyff’ın maçlarını izleyin. İnanın ki, öyle zevk alacaksınız ki, ne Messsi, ne Maradona ve ne de Pele, size futbolu O’nun kadar sevdiremez.

Toprağın bol olsun ve de Allah rahmet eylesin Johan !

Ajax, Türk takımları ile pek çok kez karşılaşmıştı. Beşiktaş, Fenerbahçe, Bursaspor ile karşılaşmış olan Ajax’ın, 1993’te Beşiktaş ile oynadığı maçtan önceki TV röportajımı izleyebilemk için alttaki linke tıklayınız lütfen.

Yazımı biraz daha uzatıyorum ama zevkle okuyacağınızı sanıyorum:

Ajax’ın geçmişi ve futbol dehaları

Ajax’ın geçmişini anlatırken Kovacs’tan da söz etmek gerekir. Rinus Michels’in 1971 yılında kazandırdığı Avrupa Şampiyonluğundan sonra, Michels’in yerine gelen Stevan Kovacs, devam ettirdiği Total Futbol sayesinde 1972 ve 73 yıllarında da Avrupa şampiyonluğunu Ajax’a kazandırdı. Kovacs daha sonra transfer olduğu Fransa milli takında da Total Futbol’u uygulayan Kovacs, Fransa futbolunun bugünkü gücüne kavuşmasında büyük rol oynamıştı.

Futbol, şimdilerde spor olmaktan çıkmış, profesyonel bir para kazanma makinesi haline gelmiştir.
Bosman kararından sonra, büyük sermaye sahipleri ünlü futbol kulüplerini ele geçirmeye başladılar. Özellikle İngiltere, İspanya, Almanya ve İtalya gibi büyük futbol ülkelerindeki kulüplere ilgi duyan büyük sermaye, beklenen başarıyı elde etti. İşte bu nedenle de bugün 4 İngiliz takımı Avrupa kupalarının finalinde yer aldılar.

Şimdi yeni nesil okurlarımız diyecekler ki: ´Sen ne anlarsın futboldan?´
Evet bu çok yerinde bir soru.
Eski nesil bilir ama, yeni nesil bilmez.
Benim futbol dünyasındaki yaşamım 1967´de başladı.

Benim gibi yurtdışında gazetecilik yapanlar, gazetecilikte muhabirliğin ve yorumculuğun her dalına konmuşlardır.Yurt içindekiler gazeteciliği, ya spor, ya ekonomi, ya politika veya magazinci olarak yaparlar.
Kaldı ki biz yurtdışındaki gazeteciler, haberciliğin her türlüsüne dalış yapmışızdır.
Yani, yurtdışındaki muhabirlerin bilgi ve deneyim dağarcığı, bu nedenle yurt içindekilerden daha zengindir.

Önce, özellikle yeni nesil okurlarım için futboldaki otoritemi kısaca anlatayım. Gençlik çağımda, Mersin´de sadece Ulus Gazetesi´ne politika yazarken, 1967 yılında geldiğim Hollanda´da Tercüman gazetesine muhabir oldum. İşte, futbol muhabirliği ve daha sonra futbol yazarlığı yaşamım böyle başladı.
Fenerbahçe tam 10 Kasım günü Schiphol´a inmişti. Futbol heyecanı 10 Kasım´ı unutturmuş ve havaalanında saz çalınmış, dansöz oynatılmıştı. Aynı gece Amsterdam´daki İstanbul Restaurant´ta Ajax ve Fenerbahçe ekibi eğlenmişti.

Ben, talimat üzerine özellikle Johan Cruyff, Piet Keizer ve Jack Swart ile ilgileniyor ve röportajlar yapıyordum. Pek de sarışın olmayan Johan Cruyff´a ´Sarı fare´ lakabını takmıştım. Sarı olduğu için değil, bir fındık faresi gibi rakiplertini yiyip bitirdiği için.

Spor muhabirliğim, daha sonra  transfer olduğum Hürriyet gazetesinde devam etti.
´Árap Samim´ lakaplı, şimdi rahmetli olan Samim Var  ağabeyimiz, dünya futbolunun duayen yazarlarındandı. Samim ağabey ile pek çok spor etkinliğinde beraber çalıştım. Samim ağabey gerçekten dünyada bir simgeydi. Hiç unutmam. Bir Real Madrid-Ajax maçı için birlikte Madrid´e uçmuştuk. Bizi havaalanında kim karşıladı biliyor musunuz?
Söyleyeyeim: İspanya Futbol Fererasyonu Başkanı.
Başkan bizi aynı gece bir balık lokantasına götürdü. Masamıza denizden ne çıktıysa getirdiler. Tabağıma konan sülükleri yemek istemeyince, Samim ağabeyimin ´Ye ulan, yemezsen çok ayıp olur” deyişini ve benim de o sülükleri yiyişimi hiç unutamam.

Samim Var gibi bir ustanın yanında pek çok şampiyonaları izledim ve deneyim kazandım. Daha sonra 1974 Almanya, 1978 Arjantin, 1982 İspanya,  1990 İtalya ve 1994 ABD´deki Dünya Futbol Şampiyonaları, 1976 Yugoslavya, 1980 İtalya, 1984 Fransa, 1992 İsveç ve 2000 Hollanda-Belçika Avrupa Şampiyonalarını izledim ve yazdım. Ayrıca 1980´de Uruguay´da Yapılan Mini Dünya Şampiyonasını da Hürriyet adına izleyen tek Türk gazetecisiydim. Öyleki, Hürriyet´teki imzalarım 9 sütun büyüklüğünde yayınlanırdı.
Böylece 6 Dünya, 7 de Avrupa Şampiyonası izlemiş bir gazeteci oldum.
Spor yazarlığım Fotospor ve Fanatik gazetelerinde sürdü.

İşte benim futbol geçmişim böyle.
Bugün gazetelerde ve televizyonlarda okuduğunuz ve izlediğiniz spor yazarları ve spikerlerinin yüzde 80´ni benim yakın dostlarımdır.
Eskiden gazetecilikten kazandıkları paralarla karınlarını doyuramayan arkadaşlarımız, televizyon kanallarının çoğalması ile birlikte çok para kazanır duruma geldiler. Bunlardan bazıları biraz şımardılar. Yorum yaparken ahlak ve insaf sınırlarını aştılar. Bir antrenör veya futbolcuyu tenkit ederken, kişiliklerine saldırdılar ve onların ekmek kapılarını kapatmaya çalıştılar.
Futbolcu veya antrenör için eleştiri yapmak başka şey, “Kovun bu adamı, ne işi var bu kulüpte”  demek başka bir şeydir. Ama ne yazık ki, bazı yorumcu arkadaşlarımız egolarını tatmin etmek için başkalarının ekmek parasıyla oynayacak düzeyde yorumculuk yapıyorlar.

Bir şey daha var. Yıldız futbolcular iyi oynamadan da takıma yarar sağlarlar.
Chevcenko, İbrahimovic, Ronaldo, Ronaldinho ve Inzaghi gibi futbolcular her maçta iyi mi oynuyorlar ? Ama bu futbolcular, futbolu çok iyi bilen teknik adamlar tarafından 90 dakika sahada tutuluyorlar.

MARADONA

*O’nunla 1980’de Uruguay’da konuşan ilk Türk gazetecisi bendim

* Bir futbol cambazıydı ama yararlı bir futbolcu değildi

* Uruguaylı hakem Edgardo Codesal’a göre, çok kötü bir insandı

kişi, mavi içeren bir resim Açıklama otomatik olarak oluşturuldu

İlhan KARAÇAY anlatıyor:

O’nu ilk seyreden ve O’nunla ilk konuşan bir Türk gazetecisi olarak ‘Tam bir futbol cambazıydı’ diyebilirim.
Beynindeki bir damarda pıhtı oluşması nedeniyle ameliyat yapılan ünlü futbolcu Diego Maradona, taburcu olduktan sonra geldiği evinde geçirdiği kalp krizi nedeniyle hayatını kaybetmişti.
Maradona için, ’Dünyanın en iyi futbolcularından biri’ diyenlere katılıyorum ama, ‘Dünyanın en iyi futbolcusu’ diyenlere katılmıyorum.

İyi bir insan olup olmadığı konusuna açıklık getirmek için de, Uruguaylı futbol hakemi Edgardo Codesal’ın şu sözlerini belirtmekle yetiniyorum: “65’inci dakikada Monzon’a kırmızı kart gösterdiğimde, Maradona, bana bağırıp FIFA’nın hırsız olduğunu söyledi. Onu da oyun dışına göndermeliydim. O şimdiye kadar tanıdığım en kötü insan. Eğer kuralları uygulasaydım onu maç başlamadan önce oyundan tüm stada hakaretten ihraç etmeliydim. Karşılaşma öncesinde ülkesinin milli marşını ıslıklayan Almanya taraftarlarına küfür etti ve orta parmağını gösterdi.’

Maradona Arjantin’de yapılan 1978 Dünya Futbol Şampiyonası’nda yoktu. O zaman Arjantin’in yıldızı Mario Kempes idi. Maradona, bir sonraki yıl ismini duyurmaya başladı ve Uruguay’da 1980 sonunda başlayan Mini Dünya Kupası’nda yıldızlaştı.

Mini Dünya Kupası, Dünya Kupası’nın 50’nci yılı anısına 30 Aralık 1980 – 10 Ocak 1981 tarihleri arasında Uruguay’ın başkenti Montevideo’da düzenlendi. O döneme kadar Dünya Kupası’nda şampiyonluk yaşayan altı takım; Arjantin, Batı Almanya, Brezilya, İngiltere, İtalya ve Uruguay davet edilse de, İngiltere’nin katılmaması sebebiyle turnuvaya Hollanda dahil oldu. Ev sahibi Uruguay finalde Brezilya’yı yenerek ve tüm maçlarını kazanarak şampiyon oldu. Uruguaylı Waldemar Barreto Victorino 3 golle ilk gol kralı oldu. Federal Almanya’nın puan alamadan ve İtalya’nın galibiyet alamadan turnuvayı kapatması sürpriz oldu.

Takımlar, üçer takımdan oluşan iki gruba ayrıldı ve tek maç üzerinden lig usulü turnuva sistemiyle grup maçları oynandı. Açılış maçı 30 Aralık 1980’de 65.000 kişinin izlediği Montevideo Centenrio Stadı’nda oynandı ve ev sahibi Uruguay, Hollanda’yı 2-0 yendi.
Gruplarını ilk sırada tamamlayan Uruguay ile Brezilya finalde karşı karşıya geldi. Rakibini Jorge Wálter Barrios Balestrasse ve Waldemar Barreto Victorino golleriyle 2-0 yenen ev sahibi Uruguay, tıpkı ilk Dünya Kupası’nda olduğu gibi, bu ilk turnuvanın da şampiyonu oldu.

metin, gazete içeren bir resim Açıklama otomatik olarak oluşturuldu

Turnuvanın yıldızı tabii ki Maradona idi. Bu turnuvaya Türkiye’den katılan tek gazeteci bendim. Montevideo’dan geçtiğim haber ve fotoğraflarım, sekiz sütunluk imzam ile yayınlanıyordu.
Yani, bu turnuvada Maradona nasıl yıldızlaştıysa, naçizane şahsım da Türkiye’de o derece ünlenmiştim.

Maradona ile görüşmek, her gazetecinin ilk arzularından biriydi. Turnuva başlamadan önce izlediğimiz bir antreman sırasında, tüm gazeteciler Maradona’yı takibe almışlardı. Ama ben, Maradona’nın gazetecilerden kaçacağını tahmin ediyordum. Yanımda duran Telegraaf gazetsinin fotoğrafçısına kendi makinemi vererek, ‘Bak ben giriş kapısını tutacağım. Maradona aranızdan kaçarsa ben O’nu kapıda yakalarım. Benim için deklanşöre bir kere bas yeter. Ondan sonraki iş sizin’ dedim.
Düşündüklerim aynen gerçekleşti. Herkesin arasından fırlayan Maradona çıkış kapısına ulaştığı zaman benim açık kollarım ile karşılaştı. Kendisine, ‘Dur bakalım, burada tüm gazeteciler seni bekliyor, nereye kaçıyorsun’ dediğim Maradona’yı durdurdum. Gazeteciler kendisi ile en az yarım saat konuşma fırsatı bulmuş oldular.

Maradona ile çakilmiş olduğum filmi Hürriyet’e göndermek için hemen havalimanına gittim ve filmin içinde bulunan zarfımı kargoya verdim.

Daha sonra karşılaştığım Telegraaf gazetesinin muhabiri Jan de Deugd bana, ‘Sen neden hep futbolcularla fotoğraf çektiriyorsun’ diye sordu. Ben de kendisine, ‘Bak, ben dünyanın bir ucunda gerçekleşen eden bir organizasyonu takip ediyorum. Benim ülkemdeki insanlar bunu televizyonlardan ve gazetelerden takip ediyorlar. Böylesi önemli bir organizasyonu benim de yakından izlediğimi göstermem lâzım’ dedim.
Bunun üzerien bana, ‘Sizin okuyucunuzun size güveni yok demek’ diyen Jan de Deugd, ertesi gün kendi gazetesinde yayınlanan röportajı ile bana karşı madara oldu. Zira, ertesi gün elimize geçen Telegraaf gazetesinde, Maradona ile tam sayfalık bir röportaj yayınlanmıştı. Çok iyi biliyorum ki, antreman çıkışındaki konuşmalardan başka, Maradona hiç kimse ile görüşmemişti. Ben de Hollandalı meslektaşıma, ‘Ne oldu Jan, sana çok güvenen okurlarını böyle mi aldatıyorsun’ demeden edemedim.

Değerli Okurlarım,
Ünlü futbol adamları ile yaptığım görüşmelerin fotoğrafları o kadar çok ki, hepsini bu yazıya eklemeye kalkışırsam, web sayfamı çökertebilirim. En azından daha 100 ünlü ile görüşmelerimi ve fotoğraflarımı ekleyebilirim. Bu fotoğrafları ilhankaracay.com sayfasında bulabilirsiniz.

LİDL ve KAUFHOF’ta ALIŞ-VERİŞ YAPAN GURBETÇİYİ AŞAĞILAYAN ARİSTOKRAT (!) YAZAR…

LİDL ve KAUFHOF’ta ALIŞ-VERİŞ YAPAN GURBETÇİYİ AŞAĞILAYAN ARİSTOKRAT (!) YAZAR…

Gurbetçileri, ‘defolu don satın alan ucuzcu’ ve ‘Oto mezarlığı müdavimi’ diye suçlayan yazarın kendisi, ucuz sigara almak için İstanbul’dan Kapıkule’ye kadar direksiyon sallamıştı.

Okurlar tarafından ağır protestolara maruz kalan bu yazar hakkında, meslektaşları da ağır eleştirilerde bulunmuşlardı.
Kim mi bu yazar? Altta okuyunuz.

İlhan KARAÇAY yazdı:

Değerli okurlarım, bugün eşim ile çarşıda dolaşırken, ucuzluğu ile meşhur olan market zinciri LİDL’a da uğradık. Kalitede, diğer marketlerden fazla bir farklılık olmamasına rağmen, fiyatlar gerçekten çok daha ucuzdu.

Bugünkü konumuz ne alış-veriş, ne de ucuzluk değil.
LİDL adını görünce, aklıma hemen yine ucuzculukta önde giden zincirlerden Alman KAUFHOF adı geldi.
Tam 18 yıl önceydi. 4 Eylül 2004 günü Avrupa DÜNYA gazetesinde ‘Aristokrat (!) yazar’ başlıklı bir haber yayınlamıştım. Bu haberi 18 yıl sonra sizlere yeniden hatırlatırken, şimdi nerelerde olduğunu bilmediğim o yazarın adını anmaktan imtina edeceğim. Hoş, o yazarın kimliğini aşağıda gerek kendi yazısından ve gerekse gelen reaksiyonlardan öğrenmiş olacaksınız ama, ben yine de kendisinden ‘Aristikrat’ diye söz edeceğim. Zira, 18 yıl sonra bir polemiğe yolaçacak bir gelişmeyi tekrarlarken, o ‘Aristokrat’a saldırmış olmak istemiyorum.

O zamanlar Hürriyet’te yazarlık yapan bu ‘Aristokrat’, yazdığı bir yorumunda, KAUFHOF’tan ucuz alış veriş yapan yurttaşlarımızı yerden yere vurmuş ve aşağılamıştı. Gurbetçileri, ‘Türkiye’deki eşe dosta ve akrabalara defolu ucuz hediye götürmekle’ suçlayan ‘Aristokrat’, aynı yazısında, kendisinin ucuz sigara almak için İstanbul’dan Kapıkule’ye kadar direksiyon salladığını belirtirken, kendi cimriliğini hiç dikkate almamıştı.

metin, insanlar, grup, alan içeren bir resim Açıklama otomatik olarak oluşturuldu
Ucuzluğu ile tanınan LİDL marketi önünde bekleşen müşteriler

Ben de bu yazıya karşılık Avrupa DÜNYA’da bir yorum yayınlamış ve bir hafta sonra da okurlarımızdan bu ‘Aristokrat’ için gelen protesto mesajlarını sıralamıştım.
‘Aristokrat’, kırmış olduğu pot üzerine başlattığım yayınlardan o kadar rahatsız olmuştu ki, rahatsızlığını, gazetemizin sahibi rahmetli Nezih Demirkent’e kadar götürmüştü.

Rahmetli Demirkent beni telefonla aramış ve, “Tamam İlhan, bu aristokrat konusunu bitir artık” demişti.

Şimdi size önce o ‘Aristokrat’ın yazmış olduğu nefret yaratan yazıyı, arkasından da gelen reaksiyonları tekrarlayayım ve o zaman Hürriyet’in Genel Yayın Müdürü olan Ertuğrul Özkök’ün, nasıl bir ‘yazar’ yaratan adam olduğunu anlatayım. Öyle ya, ‘yazar’ yaratmakta ünlü olan Özkök, nasıl ki Brüksel muhabiri olan ‘Aristokrat’ı ‘yazar’ yaptıysa, 1975’te Hollanda’da şantöz-dansöz olarak izlediğimiz Pakize Suda’yı da ‘yazar’ olarak yutturmuştu.

Önce ‘Aristokrat’ın nefret yaratan yazısı:

Gurbetin kapısı

  

EN feráh Sinan kubbesinin sükûnetini aramaya, geçende Edirne’ye gitmiştim.

Tiryákisi olduğum cigaralar bittiğinden de, belki ‘free shop’larda vardır umuduyla, hazır oraya kadar gelmişken bir de Kapıkule’ye uzanayım dedim.

Bulamadım ama, TIR kamyonları hariç sınırın bomboş olmasına sevindim.

* * *

SEVİNDİM, zira sanmıştım ki, Balkan arbedesinden beri E-5’i terk edip ayaklarını uçağa alıştıran ‘gurbetçiler’, savaş bitince tekrar eski göçebe adetine döndüler.

Sanmıştım ki, izin vakti geldi miydi, Fransa Lyon’undan veya Felemenk Utrecht’inden çelik kuşa kurulup, üç saat sonra ‘anavatan’a inmek ‘lüks’ünü kanıksadılar.

Sanmıştım ki, o üç saat yerine üç gün boyunca hem bizzat kendilerini yollarda helák etmek, hem de aynı yollarda başkalarını ‘fitil etmek’ rezaletini artık unuttular.

Sanmıştım ki, ‘araba sevdası’ndan bir türlü vazgeçemiyorlarsa, İtalya’dan feribota binip, güvertenin püfür püfür Akdeniz havası ve kamaranın mışıl mışıl ‘sıla rüyası’, Çeşme’ye, İzmir’e, İstanbul’a böyle rahat bir yolculuk ertesinde ulaşıyorlar.

Yani sanmıştım ki ve sevinmiştim ki, ‘Alamancı’lar artık ‘Alamancı’ değildir.

* * *

YANILMIŞIM ve de hevesim kursağımda kaldı.

Demek ben hududa gittiğimde henüz Ağustos’un ‘avdet vakti’ gelmemişti ki, aradan birkaç gün geçti, gazetelerde çarşaf çarşaf haberler çıkmaya başladı.

‘Kapıkule’de izdihamdan geçilmiyor?’

‘Türkiye’den Avrupa’ya dönen gurbetçiler’ sınırda saatlerce bekliyor.’

Bu arada da, aynı ‘gurbetçiler’in ağzından ‘orada ‘yabancı’ diye, burada ise ‘Alamancı’ diye dışlanıyoruz’ türünden ‘serzeniş’ röportajları yayınlanıyor.

Dobra dobra söyleyeyim, vız gelir, tırıs geçer ve kendi düşen ağlamaz.

‘Gurbetçi’ler, nam-ı diğer ‘Alamancı’lar karayolundaki sınır kalabalığından ve ‘anavatan’daki Türklerin ‘küçümsemesi’nden yakınıyorlarsa, umurumda değil.

* * *

BAŞTA belirttim, uçağa binsinler. Olmadı, feribot aktarmalı gidip gelsinler.

Kimse onları üç bin kilometre yolu kelle koltukta; üstelik, başkalarının kellesini de götüren bir ‘şoför performansı’yla, aynı anda ‘kavimler göçü’ne zorlamıyor.

Hadi, eskiden ‘yeni Alamancı’ydılar ve de Türkiye’nin ‘kıtlık dönemiydi’.

Dolayısıyla, Avrupa oto mezarlıklarındaki bilumum hurda minibüsleri toplayıp içine balık istifi doluşmalarını; ‘köylüme hediye’ diye de, üçüncü sınıf ‘Kaufhof’ donu denklerini tavana yüklemelerini, sonra, güzergáhtaki cenaze levazımatçılarını zengin ede ede ‘gurbet, sıla, gurbet’ yoluna dökülmelerini anladık diyelim.

Ama, artık o devirler çoktaan bitti.

* * *

EVET bitti ve kendileri acenteden gıcır otomobil çekecek kadar zenginleştiler.

Türkiye’de ise şimdi yok, yok. Hele hele, defolu don hediyeye hiç ihtiyaç yok.
O halde, kabin tuvaletine ‘tünememek’ ve dönüş bagajında tarhana çuvalını bağlamak kaydıyla, kurulun uçağa ve paşa paşa seyahat edin yahu. Daha da ucuz…

Ama eğer mutlaka vasıta istiyorsanız,‘anavatan’ın en ücra havaalanlarında bile kredi kartıyla emrinize amade gelen otomobilleri kiralayın. Biraz paraya kıyıverin.

Sen sağ, ben selámet, başka bir yazıda enine boyuna irdeleyeceğim o ilkel ve o köhne ‘gurbetçilik’ten bir nebze kurtulabilmek için, bu, zorunlu bir ‘başlangıç’tır.

Orada ve burada dışlanan ‘Alamancılık’tan sıyırtabilmenin ‘ilk’ aşamasıdır.

Bol ticari TIR ve bol sınır otosu hariç, ‘anavatan’ tenha Kapıkule’yle sevinir.

                             ****************

‘Aristokrat’ın gurbetçiye tepeden bakan yukarıdaki yazısının devamı da gelecekti.

( Hoş, ikinci yazısı gelmedi ‘Aristokrat’ın. Aksine, rahmetli Demirkent araya girmeseydi, DÜNYA’da yayınlayacağım tepkiler ile daha da rahatsızlanacaktı).

Dilerim bundan sonraki yazılarında, gurbetçilerin dostlarına aldığı hediyelere
‘yırtık don’ (defolu don) deme aristokratlığından da vazgeçmiş olacaktır.

‘Aristokrat’ için o zaman yazdıklarıma bugün yeniden bakınca ve Google’de bir arama yapınca neler gördüm neler.
Benim yazdıklarımdan sonra pek çok meslektaşımız bu aristokrat hakkında çok kötü şeyler yazmışlardı. Bu yazılanları da sizlere aktarmaktan imtina edeceğim ama, o zamanki görüşümü yineleyeceğim.

Benim yazdıklarım :
Hürriyet’in Genel Yayın Yönetmeni dostumuz Ertuğrul Özkök, yazar yaratmakla ünlü bir yöneticidir. Nasıl ki, sahnelerde çıplaklığıyla yer alan ve bizlerin de 1975’te Hollanda’da şantöz-dansöz olarak izlediğimiz Pakize Suda’yı, ünlü bir ‘yazar’(!) yaptıysa, göreve geldiği ilk yılda, Brüksel’de muhabirlik yapan ‘Aristokrat’ı da ‘yazar’ yapmıştı. Özkök’ün Türkiye’deki yazar kadrosunu zenginleştirmesi tabii ki olumlu bir gelişmeydi. Brüksel’de haber peşinde koşan bir arkadaşımızın Hürriyet’e yazar olması tabii ki hepimiz için sevindiriciydi.

kişi, kadın, iç mekan, poz içeren bir resim Açıklama otomatik olarak oluşturuldu
Bir zamanların şantöz-dansözü olan Pakize Suda, Ertuğrul Özkök tarafından köşe yazarı yapılmıştı.

‘Aristokrat’ ile tanışırdık ama bir dostluğumuz olmadı. Giyimi, kuşamı, hareketleri ile bir ayrıcalık sergilerdi. Kendisini kıskanmazdık ama ona ‘aristokrat’ lakabını da takmıştık.

‘Aristokrat’ın yazdıkları sanki başka bir dildendi. Belki kendisinden başka çok az kimse onun yazdıklarını tam olarak anlayabilirdi.

Yazdığı hiç bir yorum gündem yaratmadı.

Ne sabuna, ne suya dokunan ayrıcalıklı bir aristokrat dili kullanırdı.

Her şeye rağmen ‘Aristokrat’ı zorla da olsa okumaya çalışırız.
31 Ağustos 2004 tarihli yazısına ‘Gurbetin kapısı’ başlığını koyunca, o yazıyı dikkatle okumak mecburiyetinde kalmıştık.

Bugüne kadar hep pahalı sanatçılardan, yazarlardan, filmlerden, romanlardan ve aristokratlardan söz eden ‘Aristokrat’, nasıl olmuş da gurbetçilerden söz etmişti. Merak ettik ve dikkatle okuduk.
Keşke okumaz olsaydık.
‘Aristokrat’, gurbetçilerin karayolu seyahatlerini tenkit ediyor.
Nasıl mı?
Sadece İstanbul’dan Edirne’ye yaptığı bir yolcuktan sonra gördükleri ile…
Sigara alabilmek için Kapıkule’ye kadar zahmet etmiş olan ‘Aristokrat’, hemen oracıkta uzmanlaşmış ve kara yolculuğunun ne kadar ahmakça bir tercih olduğunu vurgulamaya çalışmış.

Ne yazık ki bunu yaparken de ç u v a l l a m ı ş ‘Aristokrat’.

Karayolu seyahatinin yanlışlığını izah etmeye çalışırken, Anadolu insanına hakaret etmeyi de ihmal etmemiş olan ‘Aristokrat’. İnsanlarımızın eşe dosta götürdüğü manevi yönden çok pahalı olması gereken hediyelere de dil uzatmış ve: “Dolayısıyla, Avrupa oto mezarlıklarındaki bilumum hurda minibüsleri toplayıp içine balık istifi doluşmalarını; ‘köylüme hediye’ diye de, üçüncü sınıf ‘Kaufhof’ donu denklerini tavana yüklemelerini, sonra, güzergáhtaki cenaze levazımatçılarını zengin ede ede ‘gurbet, sıla, gurbet’ yoluna dökülmelerini anladık diyelim.” sözleriyle nefret toplamıştı.

Gurbetçinin ucuz mal alışını aşağılayan ‘Aristokrat’, kendisinin iki paket ucuz sigara almak için Kapıkule’ye kadar gidişini anlatırken de kendi cimriliğini ifşa ettiğinin farkına varmamış ve tongaya düştüğünün farkında olmamış.

metin, mağaza içeren bir resim Açıklama otomatik olarak oluşturuldu
’Aristokrat’, gurbetçiyi ucuzcu diye küçümsüyor ama, kendisi de ucuz sigara almak için İstanbul’dan Kapıkule’deki DutyFree’ye otomobil ile gitmeyi beceri sayıyor.

Değerli okurlarım, ben şahsen gurbetçinin karayolu çilesini yerinde saptayabilmek için son üç yıl arka arkaya otomobil yolculuğu yaptım ve yaşadıklarımı yazdım. Ben de yurttaşlarıma karayolunu tercih etmemelerini tavsiye ettim. Ama bu tavsiyeyi yaparken de edepli davrandım.

Yollarda neler olup bittiğini görme zahmetine katlanmadan, gazetelerden okudukları ile yetinerek yorum yazan ‘Aristokrat’ın, edepsiz davranıp davranmadığına artık siz karar verin lütfen.

Neredeeeeen nereye…
Taaa 2004’lerde yazdığım üzücü bir gelişme, yıllar sonra LİDL ve KAUFHOF’u hatırlayınca, 18 yıl sonra bugün yeniden gündeme geldi.
‘Aristokrat’ şimdi nerelerde bilemiyorum ama, 18 yıl önce kırmış olduğu potun yarattığı ezikliği daha uzun süre hissedecektir sanırım.

Eveeeet, şimdi gelelim 2004 yılında ‘Aristokrat’ için gönderilen potesto mesajlarına:

Eleştiri yazımı okuyanlardan mesaj yağdı. Gelen mesaj sayısı tamı tamına 123 idi.
Yani 123 duyarlı okurum hemen bilgisayarın karşısına geçti ve aklına geleni yazdı.
Yazılanlar sadece bana değil, bizzat ‘Aristokrat’a ve Hürriyet yöneticilerine de gönderildi.

Dostluğum olmasa da, tanıdığım bir meslaktaşıma karşı bir linç kampanyası açmak amacında değildim. Ama, yazısında güya kızdığı ve tutumlarını beğenmediği gurbetçiler için, “Dobra dobra söyleyeyim, vız gelir, tırıs geçer ve kendi düşen ağlamaz. Yakınmaları umurumda değil” diyebilecek kadar sorumsuz davranan ‘Aristokrat’ın düştüğü bu durum, benim için ‘vız gelip tırıs geçmedi.’
‘Kendi düşen ağlamaz’ da demiyorum. Hele ‘umurumda değil’i aklımdan bile geçirmiyorum.
‘Aristokrat’ın düştüğü bu durum beni çok üzdü.
Kendini bir ülke yöneticisi yerine koyarcasına, “Vız gelir, tırıs geçer, kendi düşen ağlamaz, yakınmaları umurumda değil” diyebilen kişinin ‘megaloman’lığından da şüphe edilir.
Hüsnü Mutlu isimli bir okurum mektubunda şöyle demiş: “Bizim içinde bulunduğumuz durumun, Hadi Uluengin’in umurunda olup olmayışı kimin umurunda ki?”

Okurum çok haklı olarak sormaya devam etmiş:
“Hadi Uluengin, bizim sorunlarımızı çözebilecek bir konumda mı ki, ‘vız gelir, tırıs gider, kendi düşen ağlamaz ve umurumda değil’ gibi laflar ediyor. Ona sormak lâzım: Sen kimsin be!?”

Aşağıda eleştirilerini okuyacaklarınızdan Ali Yavuz’un, “Sana kaufhoftan bir dantelli don alıp göndereyim mi?”, Dr, Kutlay Yağmur’un “Uluengin gibi solucanlar da vardır” şeklindeki ağır eleştirileri beni gerçekten üzdü.
Hadi Uluengin’in içine düştüğü bu durum için ‘Vız gelir, Tırıs gider, kendi düşen ağlamaz ve umurumda değil’ diyemiyorum. Amarım, Uluengin bundan bir ders almış olur.

Bana gelen 123 mesajdan ancak bir kaçını sütunlarıma aktarabiliyorum. Duyarlılık gösteren diğer okurlarımdan özür dilerim.

Sayın Hadi Uluengin,
İlhan Karaçay bey yazmış, okudum.
Yazınızı bir daha okudum.
Bu ne küstahlık. Bu ne kabalık. Bu ne ırkçılık!
Bizler Kapıkule’ye sigara almaya giden, sonradan görmüş küçük burjuva entellektüelleri değiliz.
İşçiyiz. Ekmek parası için çalışıyoruz.
Ülkemiz ekonomisine katkısı olan yatırımlar yapıyoruz.
Sözleriniz bilinçsiz ve asosyal.
Utrecht’ ten uçak kalkmıyor.
Kaufhoflardan defolu don alan Türk bilmiyorum, görmedim,duymadım.
Bunlar sizin ukalalığınız.
Kaufhoflar defolu don satmıyor.
Eğer illa da görmek isterseniz, size kaufhoftan dantelli bir don alıp size gönderebilirim.
Ali Yavuz
Avrupa Türk Telecom

Merhaba İlhan Abi,
Ellerin dert görmesin. Böyle densizlerin hakkından ancak sizin gibi usta kalemler gelir.
Ben genede tepkimi Hürriyet gazetesine bu yazıdan dolayı özür dilemeleri için bir mail göndereceğim
Yazılarını dikkatle okuyuruz
Her şey için teşekkürler
Kemal Küçük
Kitap.nl-Küçükler Kitapevi

Merhaba İlhan Bey,
Yazılarınızı ilgiyle okuyorum. Çok değişik yorumlarınız var. Bilhassa son dönemlerde Hollandalılara karşı tavırlarınızı ilgiyle okuyorum. Uluengin gibilere de dersini verdiniz.
Çok hoş değerlendirmeleriniz var.
Devamını beklerim efendim.
Saygı ve selamlarımla,
Sefa Akbulut

Sayın Ilhan Karacay,
Hadi Uluengin’in ‘aristokrat’lıkla falan hiç bir ilgisinin olmadığını eminim siz de
biliyorsunuzdur. Olsa olsa kendisiyle alay etmek için bu yakıştırmayı yapmışsınızdır.

Yazınızda gündeme getirdiğiniz Uluengin terbiyesizligini herkes bilmek zorunda.
Yazınızın sonundaki “geçmiş olsun” saptaması da çok isabetli. Maalesef Hadi Uluengin
denen adamın bu ilk gafı değil. Kendisi Türkiye Cumhuriyeti aleyhtarlığı yazılarının yanısıra, göçmen Türk düşmanlığı ile de iyi tanınır. Belki dikkatinizden kaçmıştır. Bundan iki yıl önce kendisi, göçmen Türk kadınları ile alay eden, göçmenleri aşağılayan bir dizi yazı yazmıştı. Kendisine tepki dolu yazılar yazmıştım ama medeniyetten uzak olduğu için yanıt verme gereği bile duymamıştı. Medeni insan olmanın en önemli göstergesi kendisine gelen yazılara cevap verebilmesidir. Bu yazılar eleştiri dolu olsa da medeni insan bunu içine sindirmeyi bilir. Kaldi ki Hadi Uluengin gibi kiralık kalemlerin göçmen düşmanlığına da şaşmamak gerekir. Onların misyonu bu aşağılama kampanyasına katkı vermektir. Efendilerine hoş görünmek, yarattıkları o “aristokrat” maskesini cilalamak için bunu yaparlar. Uluengin’in yazdığı yazının içeriğini tartışmak bile toplumbilime hakaret olur. Gelin ne gerekiyorsa onu yapalım.

Yazınızın sonundaki tespite geri dönmek istiyorum. Batı Avrupa’da yaşayan ve Türk
halkının çektiği çifte ayrımcılığa tanık olan vicdan sahibi her insan bu çileye dur demek
zorundadır. Hürriyet gazetesinde çalışan çok değerli insanların yanısıra, Uluengin gibi
solucanlar da vardır. Bu solucanların yazılarının en azından Hürriyet Avrupa’da yer
almasını istemediğimizi, Hürriyet’in hem temsilciliklerine hem de merkezine güçlü bir
şekilde duyurmak zorundayız. Bu, Hollanda’da yaşayan Türk halkına bir çağrı olarak
iletilmelidir. Göçmen Türkler kendilerini savunmazlarsa, Uluengin gibi solucanlar
aşağılama kampanyasına devam edeceklerdir.
Dostca selamlarımla,
Dr. Kutlay Yağmur
Hollanda Türkce Eğitim Vakfı Başkanı
BABYLON, Centre for Studies of Multilingualism
in the Multicultural Society Tilburg University
PO Box 90153
5000 LE Tilburg
The Netherlands
Tel: +31 13 466 2930
Fax: +31 13 466 3110

Merhaba İlhan KARAÇAY, (Pardon: Alamancı!)
Hadi Uluengin adlı biri Çok Satan Az Söyleyen bir gazetede “Gurbetin kapısı**” başlıklı yazısında ne kadar kelek, düşünce temelinde ne kadar yüzeysel, dar görüşlü, kişilik açısından ne kadar kıskanç, hazımsız, kalemiyle ve görüşüyle içeriksiz ve amaçsız, dikkatsiz olduğunu; eleştirmeden, geçmişi, ya da günün gerçeklerini bilmek zahmetine dahi katlanmadan, bir şeyler yazmış, laf ola beri gele kabilinden… O yazmış da, bu gazete neden başmış? Bu da ayrı bir sorun! Daha önce bu yazıyı bana dikkatimi çekmek için Yavuz NUFEL arkadaşım yolladığında. Ona: “İçim burkularak, üzülerek, buruk bir ruh haliyle okudum. Zavallı bir dar görüşlü bu yazar” yanıtını vermiştim. Aslında yukarıda, şimdi bu mektupta  yazdığım tanımlamaları es geçmiştim. Sizden de şimdi bu densizin okuru kızdırmak ve celallendirmekten başka bir işe yaramayan bu yazısını, bir kere daha posta kutumda bulunca, üstelik vakit ayırıp bir kez daha okuyunca, elimde olmadan reaksiyon gösteriyorum.
Bu yazı, “Türkçe’nin içine nasıl edilir?” konulu bir edebiyat dersi için çok güzel bir örnek olabilir.
Bu yazı Ahlak felsefesinde “Gerçekler nasıl çarpıtılır?” sorusuna güzel bir örnek olabilir.
Bu yazı bir gazete köşesinde bile çıkmış olsa Edebiyatın İlkelerini, kurallarını (EDEBİ OLMAK) çiğnememesi gerekirken Edepsizlik özelliğine çok güzel bir örnek oluşturmaktadır. Edep; ahlak kurallarını çiğnemeden, doğru ve hak olanı bulup yazmaktır.
Bu, sözüm ona, kendini bilmez yazara, yanıt vermek ona değer vermek anlamına gelir. O zavallı sarhoş bir gün Edirne E35 yollarında düşer, başını yarar.
Ama o gazeteye çok anlamlı, bu içeriği çürütür nitelikte, gerçekleri özetleyen bir yazı yazılabilir. Geride kalan 40 yıl nasıl özetlenebilirse…  Sanırım Karaçay, böyle bir yazıyı o gazetede, o sütüna yakın bir yerde yayınlatma gücüne de sahiptir. Bu SÖZ HAKKI, ya da teze karşı ANTİTEZ hakkı demek olur ki, her saygın gazete bu hakkı okurlarına vermelidir.
Kısacası, sevgili İlhan Karaçay, bu yazı, belki de gizli amacı olan huzursuzluk yaratmayı terbiye sınırlarını aşarak en güzel bir şekilde sergilemektedir. Aferin bu edepsizliği yapana, yazana, yazdırana ve gazetesinde basana/yayınlayana.
“Aferin!” çünkü başarılı olmuşlar, amaçlarına ermişler.

Hoş kal İlhan.
Halit Umar
www.anafilya.org

 

 

 

ATATÜRK’ÜN, KARADENİZ GEMİSİ İLE AVRUPA’YA KÜLTÜR ÇIKARMASI

ATATÜRK’ÜN, KARADENİZ GEMİSİ İLE AVRUPA’YA KÜLTÜR ÇIKARMASI

Avrupa limanlarına gönderilen Karadeniz Gemisi’nde, Kütahya Çinileri, halılar, Hacı Bekir lokumları, kehribar ve kıymetli taşlarla yapılmış süslemeler, yerli bezler ve işlemeler, antikalar, hububat, tıbbi ilaç, ahşap ve deri mamülleri, madenler, Bursa ve Hereke kumaşları teşhiri yanında, Türk insanının modernliği sergilenmişti.

Son günlerde kendisinde sitayişle söz edilen Eray Ergeç’in arşivlerde bulduğu veriler ile bir dökümanter yapılmıştı. İşte o dökümanterin hikâyesi.

Eray Ergeç, Hollanda’ya kazandırdığımız Türk lalesi hikâyesini yeniden canlandırmak için, İstanbul Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu’na, Hollanda Başkonsolosu taraından şlale hediye edilmesine de ön ayak olmuştu. (Haberi en altta)

metin, vapur, gemi, dağ içeren bir resim Açıklama otomatik olarak oluşturuldu

İlhan KARAÇAY derledi:

Hollanda televizyonu, Atatürk’ün 96 yıl önce Avrupa gezisine çıkan Karadeniz Gemisi hakkında “Türkiye 1926”dan bu yana Avrupalı olmak istiyor” başlıklı bir belgesel yayınlamıştı.
Üçüncü Kanal’da yayınlanan, ‘Andere Tijden’ (Başka Zamanlar) adlı programda, 1926 yılında Karadeniz Gemisi’nin 3 aylık Avrupa gezisi anlatıldı.
“Türkiye 1926’dan bu yana Avrupalı olmak istiyor” başlığıyla yayınlanan belgeselde, Türkiye’nin AB’ye üyelik başvurusuyla değil, cumhuriyetin kurulduğu ilk yıllarından bu yana çağdaş batı değerlerini benimsemiş bir ülke olduğu görüşüne yer verildi. Belgeselde, Türkiye’nin Karadeniz Gemisi ile başlayan tanıtım gezisinde, Batı ile arasındaki bütün engelleri kaldırmak istediği, bunun için “Seyyar Sergi” adıyla 1926 yılında 12 ülkenin 16 limanına uğradığı, bunlar arasında Amsterdam’ın da yer aldığı anlatıldı.

harita içeren bir resim Açıklama otomatik olarak oluşturulduKaradeniz Vapuru’nun seyahatinde izleyeceği güzergah haritası.

Hollanda’dan 1924 yılında alınan Karadeniz Gemisi, 1926’da üç aylık bir süre için dönemin tanınmış sanat ve kültür adamları ve Türk ihraç ürünlerinin yer aldığı bir sergiyle Avrupa ülkeleri turuna çıktı. Ziyaretler sırasında, gemideki sergi gezildi, akşamları ise balo düzenlendi. Zeki Üngör yönetimindeki Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası eşliğinde dans edildi. Ziyaret edilen kentin ileri gelenleri bu balolara katıldı. Belgeseli hazırlayan Fatush Production, tura katılanlar arasında Vala Nurettin, Kemalettin Kamu, Celal Esat Arseven, Bal Mahmut, ilk kadın milletvekili Mebrure Gönenç, Celal Bayar’ın gelini Zekiye Hanım ve Galip Bahtiyar. Atatürk tanıtım turuna gemiyi teftiş ettikten sonra Mudanya’dan katıldı ve Bandırma’da indi.

kişi, poz, dik, grup içeren bir resim Açıklama otomatik olarak oluşturuldu

Hollanda’dan 1924 yılında (Rotterdamsche Lloyd) firmasından alınan Karadeniz Gemisi, Atatürk’ün isteğiyle 1926 yılında Batı’ya üç aylık bir süre için, dönemin tanınmış sanat ve kültür adamları ve Türk ihraç ürünlerinin yer aldığı bir sergiyle, Avrupa ülkeleri turuna çıktı.13 Haziran 1926 sabahı Gazi Mustafa Kemal Atatürk, Mudanya Limanında gemiyi denetledikten sonra, bu yüzer serginin tarihi misyonunu tamamlaması dileğiyle startı verildi ve 10/07/1926’da S/S Karadeniz doğduğu sulara dönmenin sevinci içinde Hollanda kara sularındaydı. Gemi, Amsterdam’da Venler Doku’na alındı ve serginin ziyareti süresince halka sunulan etkinliklerin en unutulmazı, Zeki Öngören şefliğindeki orkestranın Centraal Park’ta verdiği klasik Batı Müziği konseriydi. 10 Temmuz 1926 günü Amsterdam limanına vardığında, geminin güvertesinde çalınan Hollanda Milli Marşı, Hollandalıları çok duygulandırdı ve binlerce ziyaretçi gemiye akın etti. Aynı gün Amsterdam Belediye Başkanı Willem de Vlugt ve T.C.Lahey Büyükelçisi Esat Bey de gemiyi karşılayıp gezdiler.

BELGESELİN ORTAYA ÇIKIŞ ÖYKÜSÜ

Her şey Hollanda’daki Fatusch firmasından araştırmacı Eray Ergeç’in, gazete ve arşivlerini tararken, 1926 yılında Hollanda’ya gelen bir Türk sergi gemisinin haberini görmesiyle başladı. Haber, Atatürk’ün isteğiyle, genç Türkiye Cumhuriyeti’ni tanıtmak amacıyla Avrupa limanlarını dolaşan seyyar sergi gemisi Karadeniz’in, Amsterdam limanına konuk oluşunu anlatıyordu.

Tarihin tozlu raflarında unutulan bu gemi ve düzenlenen sefer üzerine başlayan araştırmaların kapsamı, devreye Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi Bölüm Başkanı Prof. Dr. Bülent Çaplı ve ekibinin girmesiyle genişletildi. Bülent Özkam’ın desteğiyle ulaşılan arşivler taranıp, serginin son tanıkları ve onların yakınlarıyla görüşmeler yapıldıkça, gemi ve seyahatle ilgili ilginç hikayeler ortaya çıkmaya başladı.

açık hava, kişi, eski, grup içeren bir resim Açıklama otomatik olarak oluşturuldu

İki yılı aşkın bir süre boyunca, dünyanın önemli  arşivlerinde konu ve döneme dair araştırmalar yapıldı. Karadeniz’in Avrupa limanlarındaki ziyaretlerini gösteren görüntü, fotoğraf ve belgelere ulaşıldı. Seyyar serginin izini süren ekip, Garanti Bankası ve Netherlands Culture Fund’un katkılarıyla hazırladığı belgeselle Karadeniz gemisini gün ışığına çıkardı.

Genel koordinatörlüğünü Fatusch firmasından Gülay Orhan’ın üstlendiği  belgeselin hazırlıkları, dört merkezden sürdürüldü. Araştırma ve koordinasyon için Amsterdam kullanılırken, Bülent Çaplı ve Bülent Özkam çalışmalarını Ankara’dan yürüttü. Metin, Tannur Arat ve Nedim Olgun tarafından Ankara’da kaleme alınırken, belgeselin ” seyir defteri” bölümleri Kaptan Süreyya Gürsu, Celal Esat Arseven  ve Orhan Kızıldemir’in anılarından derlenerek hazırlandı. Birçok başarılı belgesel ve reklam filminin müziklerine imza atan Emre Irmak, belgeselin özgün müziklerini İstanbul’da yaptı. Belgeselin yönetmeni Soner Sevgili ise projeye ekibiyle birlikte Denizli’den katıldı. Kurgu ve post prodüksiyon, Kapo yönetimindeki genç bir ekip tarafından gerçekleştirildi.

KARADENİZ GEMİSİ HAKKINDA

* 4.731 gros tonluk Karadeniz gemisi, Avrupa yolculuğu öncesinde Haliç’e alınarak 3 ay boyunca bakım ve onarımdan geçti. Sefer kabiliyetini artırmak amacıyla her yeri elden geçirilen gemide, teksimatı Mimar Asım Bey tarafından yapılan satış ve numune daireleri oluşturuldu.

metin, iç mekan içeren bir resim Açıklama otomatik olarak oluşturuldu

Satış dairesine tekel ürünleri, İş Bankası şubesi, Kütahya Çinileri, halılar, Hacı Bekir lokumları, kehribar ve kıymetli taşlarla yapılmış süslemeler, yerli bezler ve işlemeler, sanayi nefise meşheri ve antikalar yerleştirildi. Numune dairesinde ise hububat, tıbbi ilaç, ahşap ve deri mamülleri, Beykoz fabrikası ürünleri, madenler, Bursa ve Hereke kumaşları teşhir edildi.

*Geminin sigara salonu, istihbarat bürosu olarak ayrıldı. Kışlık bahçesine TCDD’ nin reklamları kondu.

* Seferde, bir süvari, bir 2. kaptan, üç 3. kaptan , 7 güverte zabiti kaptan, bir doktor , 2 telsiz memuru ve 7 makine zabiti görev aldı.

* Kamalaralarda çalışacaklar, güverte ve makina görevlileriyle birlikte toplam 125 kişilik bir kadro oluştu.

* 95 kişilik sergi heyeti ve memurlarının yanı sıra, 47 kişiik Riyaset-i Cumhur Orkestrası, iaşe işleriyle meşgul olan 18 kişi de dahil edildiğinde, sefere toplam 285 kişi katıldı.

* Limanlara giriş-çıkış için 44 kılavuz kaptanın eşlik ettiği Karadeniz gemisinin seferi, 40 gün 16 saati seyir, 16 gün 6 saati limanda olmak üzere toplam 86 gün 22 saat sürdü. 2.778 ton kömür tüketerek 9.986 deniz mili kat eden gemi, 12 Avrupa ülkesinin 16 limanına uğradı.

* Gemide 16 balo düzenlendi, hariçte 36 ziyafete iştirak edildi.

* Sefer masraflarının 600.000 lira olduğu, bütün limanlarda gemiyi ziyaret edenlerin 65.000 kişiye ulaştığı tahmi ediliyor.

kişi, yer, dik, grup içeren bir resim Açıklama otomatik olarak oluşturuldu

SEKSEN ALTI GÜN SÜREN YOLCULUK

Belgeseli izleyenler, Avrupa yolculuğu öncesi Haliç’te üç ay süren özel bir bakıma alınmış Karadeniz Vapuru’nun dümen suyuna kapılıp, tam seksen altı gün süren yolculuğu, sefere katılan sanatçı, gazeteci, milletvekili, öğretmen, müzisyen ve denizcilerden oluşan toplam 285 kişinin, genç Türkiye Cumhuriyeti’ni “dosta düşmana tanıtmak için” nasıl olağanüstü bir çaba gösterdiğini, henüz üç yaşındaki Türkiye Cumhuriyeti milletvekillerinin buna kaynak bulmak için nasıl çırpındıklarını ibret ve gururla izliyor.

Ticaret Vekili Ali Cenani Bey’in meclis kürsüsünde, “Efendiler… Bir ticaret sergisi meydana getirmek kolay bir şey değildir. Bunun yerine bir seyyar sergi teşkilini düşündüm. Seyr-i Sefain’den bir vapur alalım. Mesela Karadeniz Vapuru’nu…” diye başlayan konuşmasının yarattığı ateşi, hummalı çalışmaları ve sonunda Marmara’nın solgun mavi sularını köpürterek yola çıkan beyaz bir geminin, Dolmabahçe’deki bir yatta, mavi gözleri çakmak çakmak, sarışın bir adam tarafından beyaz bir mendil sallanarak nasıl uğurlandığını görüyor. O sarışın adamın daha yedi yıl önce, 19 Mayıs 1919’da ülkeyi kurtarmak için Samsun’a böyle bir vapur yolculuğu yapmış olduğunu düşünenler de bir cumhuriyetin nasıl doğduğunu görüp alabildiğine gururlanıyor.

tablo içeren bir resim Açıklama otomatik olarak oluşturuldu

Kaynak: Lemi Özgen SkyLife Dergisi – Şubat 2007
Fotoğraf kaynağı: Lemi Özgen SkyLife Dergisi – Şubat 2007

kişi, kalabalık, eski içeren bir resim Açıklama otomatik olarak oluşturuldu

Değerli Okurlarım, Atatürk’ün, modern Türkiye’yi sergilemek için Avrupa limanlarına gönderdiği Karadeniz Gemisi ile ilgili olarak pek çok yayın yapılmıştı. Bu yayınlarda bazı hayalci yazarlar, Türk imajının bir parçası olan Fes konusunu suistimal etmişlerdir. Sizlere, o zaman Hollandalı bayan yazar Laura van Hasselt’in kaleme almış olduğu yazıyı tercüme olarak sunuyorum. Van Hasselt, Hollandalı bir meslektaşının, Fes konusunu nasıl suistimal ettiğini anlatan yazısının orijinal Hollandacasını altta bulacaksınız. Önce haberin tercümesi:

Sergi gemisi SS Karadeniz Amsterdam’ı ziyaret etti

içerik_2

Gemide Türk ürünlerinden bir seçki vardı ve seçkin bir grup gemiyle yola çıktı. Devlet orkestrası dahil. Temmuz 1926’da SS Karadeniz vapuru birkaç günlüğüne Amsterdam’a uğradı. Kemal Atatürk’ün modern Türkiye’sini tanıtmak için yüzen bir sergi. Ziyaret oldukça heyecan yarattı, ancak stereotipi klişeler inatçı kaldılar.

“Güzel bir Pazar günü, Amsterdam’ın yarısı dışarı çıkmıştı; diğer yarısı ise Vondelpark’ta temiz havanın ve yeşilliğin tadını çıkaracak.” diye yazmıştı Aigemeen Handelsblad muhabiri.
Günlerden 12 Temmuz 1926. Muhabire göre, dünya hâlâ güzel bir şekilde yaşamanın peşinde. Bir gün önce öğle üzeri Vondelpark’ta bir müzik programı izlemiş. Orada binlerce kişi tarafından izlenen orkestra, Karadeniz’in yolcularından oluşan fesli adamlardan kurulmuş. Bu son cümle çok çarpıcıdır. 1926’nın Amsterdam’ında böylesi egzotik ve fesli bir orkestrayı binlerce kişinin izlemiş olması çok ilginçti. Ama bu yazılan olmadı. Fesli bir tek kişi bile yoktu. Zira Türkiye’de fes kullanmak bir yıl önce yasaklanmıştı ve bunun cezası ölümdü. Amsterdam’daki Türk orkestrasında bir kişi dahi fesli değildi. Kimi fötr şapkalı, kimi de açık başlıydı. Fesli insanları kafasında yaratan tek kişi Algemeen Handelsblad muhabirinin kendisiydi.

Daha çok ‘Atatürk’ olarak anılan Mustafa Kemal Paşa, Türkiye’den uzaklarda yapılan bu gösterilerden gelen raporları dikkatle izliyordu. Vondelpark’taki gösterinin amacı, modern Türklerin artık fes veya peçe takmadığını göstermekti. Ayrıca, mükemmel Batı müziği de icra edebilen Türk orkestrası caz müziği ve hatta Schubert’ten de parçalar sundular. Ama gazetede bu güzellikler yoktu. Ne mutlu ki, Neyse ki, Türkiye cumhurbaşkanının Algemeen Handelsblad’ı görme ve okuma şansı yüksek değildi.

ELİT LAİKLER

Fes yasağı, ‘Türklerin Babası’ anlamına gelen Atatürk’ün radikal reform programının bir parçasıydı. Daha üç yıl önce Türkiye Cumhuriyeti ilan etmişti. 1923’te asırlık Osmanlı İmparatorluğu (‘Avrupa’nın hasta adamı’) ile padişahlar, türban ve fes dönemi sona erdi. Artık Türkiye çağdaş olmak zorundaydı. Atatürk, kendisi için fazla dindar, fazla eski kafalı veya fazla Doğulu olan her şeye savaş açtı. Yeni Türkiye cumhuriyetçi, laik ve her şeyden önce Avrupalı ​​olmalıydı. 1920’lerde Avrupa Birliği olsaydı ilk kapıyı Atatürk çalardı.
1926 yazında, yeni Türkiye’yi tanıtmak için, bir sergi gemisi önemli Avrupa limanından geçti: SS Karadeniz. Buharlı gemi aslen Rotterdam’dan geldi. SS Wilis olarak, yıllarca Hollanda’nın Doğu Hint Adaları’nda, Rotterdamsche Lloyd için yelken açmıştı. 1924’te Wilis, Türkiye’ye satıldı ve burada yeniden adlandırıldı ve modern Türkiye hakkında yüzen bir sergiye dönüştürüldü. Gemide her türlü Türk ürünü ve laik seçkinlerden seçilmiş bir grup vardı. Yazarlar, gazeteciler, mimarlar, filozoflar, işadamları, koca bir banka şubesi… Ve tüm devlet orkestrası, 50 kişilik.
Karadeniz, Haziran 1926’da Konstantinopolis’ten ayrıldı (resmi olarak 1930’dan itibaren İstanbul). Cezayir üzerinden 10 Temmuz’da Amsterdam’a gitmeden önce Barselona, ​​​​Le Havre, Liverpool ve Londra’ya gitti.
“Çok bulutluydu. Küçük dalgaların okşamasıyla Amsterdam’a doğru yola çıktık. Gemi bir kadının kalçası gibi hafifçe sallanıyor.” diye yazmış Kaptan Süreya Gürsu anılarında. Karadeniz, Hollanda-Amerika Hattı’nın Westerdoksdijk üzerindeki iskelesinde dört gün boyunca izlendi. Gemi daha sonra Hamburg, Stockholm, Leningrad, Kopenhag, Anvers, Marsilya, Napoli ve nihayet tekrar Konstantinopolis’e devam etti.

BAŞ OKŞAMA

2004’te, Avrupa Birliği’nin Türkiye’nin üyeliğine ilişkin kararından hemen önce, tarih programı ‘Andere Tijden (Başka Zamanlar)’ Karadeniz hakkında bir program yayınlamıştı. İki yıl sonra da ‘‘A Voyage into the Future’ (Geleceğe Yolculuk’) belgeseli takip etti).
Andere Tijden programında, sağ kalan son yolculardan biri olan Nevin Demirhan Pertev ile bir söyleşi yapmıştı. Nevin hanım, Almanya’da eğitim görmüş, Türk ordusunda general olan babasıyla seyahate çıkmasına izin verildiğinde henüz 16 yaşındaydı. Türk cumhurbaşkanının kafileye kişisel olarak iyi yolculuklar dilemek için Mudanya’ya nasıl geldiğini anlattı. Nevin hanım, o zaman elini öpmek istediği Atatürk’ün buna izin vermediğini ve türbansız açık başını okşadığını ve eğitimini tamamlaması için tavsiyede bulunduğunu anlatırken gözleri dolmuştu.
Eğitim, Atatürk’ün odak noktalarından biriydi. Sadece erkekler için değil, kadınlar için de. O zamanlar için istisnai olarak özgürdü. Örneğin, 1923’te göreve geldiğinde kadınlara oy hakkını kazandırdı. (Belçikalılar bunu ancak 1948’de yaptı. Hollanda ise, Atatürk’ten biraz önce davranmıştı.1919’da).
Atatürk, kadınların peçe kullanmasına açık bir muhalifti. Peçe hiçbir zaman tamamen yasaklanmadı. Ama pek çok Hollandalı’nın ve Amstedam Belediye Başkanı Willem de Vlugt’ün şaşkın bakışları arasında, Karadeniz gemisindeki kadınların hiç biri peçe takmamıştı.

Karadeniz gemisindeki gazeteci Bedia Arseven, Belediye Başkanı De Vlugt’u gezdirip bilgi vermişti. Arseven daha sonra The Illustrated Dergisi İçin “Güverteden mektuplar” başlıklı anılar yazdı. Amsterdam Belediye Başkanının “modern zarafetine” iltifat ettiğini, hatta peçe takmamasına şaşırdığını yazan Arseven. Aynı şaşkınlığı diğer ziyaretçilerin de yaşadığını belirtti.

Kaptan Gürsu ise anılarında şunları yazdı: “Bizim devrimimizle on dört asırlık gelenek çöktü ve kadınlarımız siyah örtü ve peçelerinin altından çıktılar. Artık modernler, çekici ve değerli görünüyorlar.” 

Algemeen Handelsblad  gazetesi de, ziyaretçileri Karadeniz’i gezdiren “Kemal Paşa diyarından enfes kızlar” nedeniyle şaşırmıştı tabii…

Halılar, gül yağı ve afyon

Amsterdam’a gelen diğer ziyaretçiler de etki antında kalmışlardı.  Rotterdamsche Courant gazetesi ise şunları yazmıştı: “Bu sabah Karadeniz’de gördüğümüz ürünler çok çeşitliydi. Halılar, ipek, tiftik, yün, badem, gül yağı, sabun, kehribar, lületaşı listenin başında yer alanlardı. Ağırlıklı olarak Çekoslovakya’nın alıcısı olduğu, keten püskülü ve keten, Adana’dan, doğrudan pamuk ağacından hasat ediliyor. Tütün, afyon ve sigaralar İzmir’den getirilmiş.
Afyon? Bu uyuşturucu, tütün ve sigarayla dünyanın en doğal şeyiymiş gibi aynı kefedeymiş gibi söz ediliyor. Aslında bu böyledir de…. Hollanda, koloniler sayesinde yüzyıllardır afyonla ilgili bir deneyime sahipti.  Doğu Hint Adaları’nda afyonun ithalatı, dağıtımı ve hazırlanması Hollanda devletinin elindeydi. 1919’dan bu yana bir afyon yasası vardı, ancak afyonun gerçekten kara listeye alınması, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra olacaktı. Bu nedenle bir Türk gemisi Hollanda’da ve diğer Avrupa limanlarında herhangi bir sorun yaşamadı.

NRC Gazetesine göre Hollanda, 1923’te Türkiye’den en az 111.651 kilo afyon ithal etti. Bu da ülkemizi İzmir’den en büyük uluslararası afyon alıcısı haline getirdi. Gazete, bunun nedenlerinden birini İzmir’den transit taşımaya bağlıyor.

Karadeniz’de, ayrı bir oda Türk Sanat Okulu tarafından heykel ve tablolarla süslendi. Doğal olarak gemide büyük bir Atatürk portresi de vardı. Gemide ziyaretçiler sadece bakmakla kalmıyor, aynı zamanda satın alabiliyorlardı. Örneğin puro boruları veya kolyeler.

Belediye başkanının yanı sıra Amsterdam Ticaret Odası başkan yardımcıları, H.R. du Mosch ve Lousbergh ve liman şefi W.M. van de Poll da yüzen sergiyi ziyaret etti. Ve tabii ki Türk konsolosu.
Sonuç olarak, çok başarılı bir ziyaret oldu.

 Üstteki haberin orijinal Hollandacası:

Tentoonstellingsschip SS Karadeniz bezoekt Amsterdam
Tekst: Laura van Hasselt

inhoud_2

Aan boord was een keur aan Turkse producten en een select gezelschap voer mee. Inclusief het staatsorkest. In juli 1926 deed het stoomschip de SS Karadeniz enige dagen Amsterdam aan. Een drijvende tentoonstelling die het moderne Turkije van Kemal Atatürk moest promoten. Het bezoek baarde veel opzien, maar de stereotiepen bleken hardnekkig.

“Op een mooien Zondag trekt half Amsterdam naar buiten; de andere helft – eenige overdrijving hierbij neme men voor lief – gaat van frissche lucht en groen genieten in het Vondelpark.” Het is 12 juli 1926 en de wereld zit nog prettig overzichtelijk in elkaar. Althans voor deze journalist van het Algemeen Handelsblad. Hij is de dag daarvoor bij een muziekmiddag in het Vondelpark geweest. Hoogtepunt was het optreden van een Turks orkest, opvarenden van het tentoonstellingsschip SS Karadeniz. “Er waren duizenden en duizenden, die naar de muzikale prestaties van de mannen, getooid met de fez, hebben geluisterd.”
Die laatste zin is opvallend. Niet vanwege de duizenden toehoorders, want zo’n exotisch optreden maakte je niet elke dag mee in het Amsterdam van 1926. Het vooruitzicht ‘echte’ Turken te zien, zal vast heel wat publiek hebben getrokken. Nee, opvallend zijn die musici “getooid met de fez”. De fez was namelijk sinds een jaar verboden in Turkije. En niet zo’n beetje ook: op het dragen van het traditionele Turkse hoofddeksel stond de doodstraf.
Waarom zouden deze Turken in Amsterdam, onder het oog van al die toeschouwers, dat risico lopen? Natuurlijk deden ze dat ook niet – ze zouden wel gek zijn. Op foto’s van het concert in het Vondelpark is geen enkele Turk te zien die een fez draagt. Sommigen hebben een hoed op, anderen zijn blootshoofds, maar een fez is nergens te zien. Behalve dan in het hoofd van de journalist van het Algemeen Handelsblad. Stereotiepe beelden kunnen verbazend hardnekkig zijn.
Mustafa Kemal Pasja, beter bekend als Atatürk, moet in het verre Turkije stevig hebben gestampvoet, tenminste als hem verslag is gedaan. Doel van het optreden in het Vondelpark was om te laten zien dat moderne Turken juist géén fez of sluier meer droegen. En dat ze bovendien uitstekend Westerse muziek konden spelen – jazz bijvoorbeeld of Schubert, zoals die zondag in Amsterdam. Maar dat stond dan weer niet in de krant. Gelukkig is de kans niet heel groot dat de president van Turkije het Algemeen Handelsblad is voorgelezen.

Seculiere elite
Het verbod op de fez was onderdeel van een radicaal hervormingsprogramma van Atatürk, wat zoveel betekent als ‘Vader der Turken’. Nog maar drie jaar eerder had hij de republiek Turkije uitgeroepen. In 1923 kwam er een definitief einde aan het eeuwenoude Ottomaanse Rijk (‘de zieke man van Europa’) en de tijd van de sultans, de tulband en de fez. Voortaan moest Turkije modern zijn. Atatürk trok ten strijde tegen alles wat hem te religieus, te ouderwets of te Oosters was. Het nieuwe Turkije moest republikeins zijn, seculier en vooral: Europees. Als er in de jaren twintig een Europese Unie had bestaan, had Atatürk als eerste aangeklopt.
Om het nieuwe Turkije te promoten reisde in de zomer van 1926 een tentoonstellingsschip langs een aantal grote Europese havens: de SS Karadeniz (‘Zwarte Zee’). Het stoomschip kwam oorspronkelijk uit Rotterdam. Als de SS Wilis had het jarenlang op Nederlands-Indië gevaren voor de Rotterdamsche Lloyd. In 1924 werd de Wilis verkocht aan Turkije, waar het een nieuwe naam kreeg en werd omgebouwd tot een drijvende tentoonstelling over het moderne Turkije. Met aan boord allerlei Turkse producten en een select gezelschap uit de seculiere elite. Schrijvers, journalisten, architecten, filosofen, zakenlui, een heel bankkantoor… En het voltallige staatsorkest, 50 man sterk.
De Karadeniz vertrok in juni 1926 uit Constantinopel (vanaf 1930 officieel Istanbul). Via Algiers voer het naar Barcelona, Le Havre, Liverpool en Londen, om op 10 juli af te koersen op Amsterdam. “Het was zwaar bewolkt. Met de liefkozing van kleine golven gingen we op weg naar Amsterdam. Het schip deint lichtjes, als de heup van een vrouw.” Zo beschrijft kapitein Süreya Gürsu in zijn memoires de tocht van IJmuiden naar Amsterdam. Daar was de Karadeniz vier dagen te bezichtigen aan de steiger van de Holland-Amerika Lijn, aan de Westerdoksdijk. Daarna ging het schip verder naar Hamburg, Stockholm, Leningrad, Kopenhagen, Antwerpen, Marseille, Napels en tenslotte weer Constantinopel.

Aai over het hoofd
In 2004, vlak voor een besluit van de Europese Unie over toetreding van Turkije, zond het geschiedenisprogramma Andere Tijden een programma uit over de Karadeniz (twee jaar later gevolgd door de documentaire ‘A Voyage into the Future’). In Andere Tijden vertelde een van de laatst overgebleven opvarenden over de reis. Nevin Demirhan Pertev was nog maar 16 jaar toen ze mee mocht op de reis, met haar vader, een generaal in het Turkse leger die in Duitsland had gestudeerd. Ze herinnert zich hoe de Turkse president aan boord kwam in Mudanya om het gezelschap persoonlijk een goede reis te wensen. Ze wilde zijn hand kussen, maar hij wimpelde het gebaar af. In plaats daarvan gaf hij haar een aai over het sluierloze hoofd en zei dat ze vooral haar studie moest afmaken.
Onderwijs was een van de speerpunten van Atatürk. Niet alleen voor mannen, maar ook voor vrouwen. Hij was uitzonderlijk geëmancipeerd voor die tijd. Zo voerde hij direct bij zijn aantreden in 1923 het vrouwenkiesrecht in. (Ter vergelijking: de Belgen deden dat pas in 1948 en Nederland was net iets eerder, in 1919). Atatürk was ook een verklaard tegenstander van de sluier voor vrouwen. Helemaal verboden is de sluier nooit geweest, maar geen van de vrouwen aan boord van de Karadeniz droeg er een – tot verbazing van velen, onder wie de Amsterdamse burgemeester, Willem de Vlugt.
De Vlugt kreeg een rondleiding van Bedia Arseven, een vrouwelijke journaliste die ook meereisde op de Karadeniz. Voor het Turkse Het geïllustreerde tijdschrift schreef ze “brieven van de boot”. Daarin vertelt ze dat de burgemeester haar complimenteerde met haar “moderne elegantie”, maar zich verbaasde over het feit dat ze geen sluier droeg. Dat laatste gold voor meer bezoekers van de tentoonstelling. Kapitein Gürsu schreef in zijn memoires: “Door onze revolutie zijn veertien eeuwen van traditie ingestort en zijn onze vrouwen onder hun zwarte doeken en sluiers te voorschijn gekomen. Ze zijn nu modern en zien er aantrekkelijk en waardig uit.” Ook het Algemeen Handelsblad was aangenaam verrast door de “bekoorlijke kortgeknipte dochteren uit het land van Kemal Pasja” die de bezoekers rondleidden op de Karadeniz.

Tapijten, rozenolie en opium
Ook verder waren de bezoekers in Amsterdam onder de indruk. De Nieuwe Rotterdamsche Courant schreef: “Het is wèl een verscheidenheid van producten, die we hedenochtend aanschouwden aan boord van de Kara-Deniz.” Er volgt een opsomming van al het moois aan boord: tapijten, zijde, mohair, wol, amandelen, rozenolie, zeep, amber, meerschuim (een Turkse steensoort). En de “voortbrengselen uit het plantenrijk”. Vlas, katoen uit Adana (“welke direct van den katoenboom wordt geoogst en waarvan vooral Tsjecho-Slowakije afneemster is”), tabak en sigaretten, opium uit Smyrna etc.
Opium? De drug wordt in één adem genoemd met tabak en sigaretten alsof het de normaalste zaak van de wereld is. En dat was het in zekere zin ook. Dankzij de koloniën had Nederland al eeuwenlang ervaring met opium. Sterker nog, de invoer, distributie en bereiding van opium in Nederlands-Indië waren in handen van de Nederlandse staat. Er bestond sinds 1919 wel een opiumwet, maar het zou tot na de Tweede Wereldoorlog duren voor opium echt op de zwarte lijst kwam. Vandaar dat een Turks schip zonder enig probleem met een voorraad in Nederland kon aanmeren – in heel Europa trouwens. Volgens de NRC importeerde Nederland in 1923 maar liefst 111,651 kilo uit Turkije. Daarmee was ons land de grootste internationale afnemer van opium uit Smyrna. Wel, voegt de krant eraan toe “in hoofdzaak echter voor transito-verkeer.”
Een aparte ruimte in de Karadeniz was met beelden en schilderijen ingericht door de Turkse Hogeschool voor de Kunsten. Vanzelfsprekend hing er ook een groot portret van Atatürk in het schip. Bezoekers konden aan boord niet alleen kijken, maar ook kopen. Sigarenpijpjes bijvoorbeeld, of halskettingen. Behalve de burgemeester, brachten ook de vice-voorzitters van de Amsterdamse Kamer van Koophandel, de heren H. R. du Mosch en Lousbergh, en havenmeester W.M. van de Poll een bezoek aan de drijvende tentoonstelling. En natuurlijk de Turkse consul. Al met al was het een zeer geslaagd bezoek.

BELGESELİ İZLEMEK İÇİN ALTTAKİ FOTOĞRAFA TIKLAYINIZ:

 https://www.youtube.com/watch?v=mPNXKiT1Vb0

İSTANBUL LALESİ, BELEDİYE BAŞKANI İMAMOĞLU’NA SUNULDU

Hollanda’nın İstanbul Başkonsolosu Bart van Bolthuis, orijinal ‘İstanbul Lalesi’ni Hollanda’dan getirerek İstanbul Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu’na hediye etti.

İlhan KARAÇAY’ın haberi:

çayır, açık hava, ağaç, zemin içeren bir resim Açıklama otomatik olarak oluşturulduiç mekan, bitki, çiçek, tablo içeren bir resim Açıklama otomatik olarak oluşturuldu

Hollanda’nın Ankara Büyükelçiliği’nde göreve başladıktan sonra, iki ülke arasındaki ilişkilerin önemini ortaya sermek için büyük uğraş veren Eray Ergeç, Türkiye’nin çeşitli yerlerinde yapılan ve ‘Büyük jest’ olarak kabul edilecek etkinliklerden, bir yenisinin daha haberini verdi.


Türkiye’den götürülen lale soğanlarını, iyi bir üretim sistemi ile çoğaltarak dünyanın dört bir tarafına satan ve bu nedenle zengin olan Hollandalılar, Türkiye’ye bu konudaki minnet borçlarını ödeyebilmek için ‘Atatürk’ adını verdikleri bir lale türü yetiştirmişlerdi.

Hollandalılar’ın son jestleri, yine bir lale sunumuyla gerçekleşti.
Lale çeşitleri arasında öyle bir güzeli vardı ki, son zamanlarda bu çeşit görünmez olmuştu.
Sözü edilen lale, Osmanlı döneminde İstanbul’un bazı köylerinde yetişiyordu ve bu nedenle de adına ‘İstanbul Lalesi’ denmişti.
İşte Hollandalılar bu kez nesli hemen hemen tükenmekte olan o laleyi yeniden buldular ve üretimini çoğaltmaya başlayarak dünya piyasasına sürme hazırlığına girdiler. Yeniden çoğaltılan ‘İstanbul Lalesi’ni, İstanbul’a getirip Belediye Başkanı’na hediye etme fikri kimden çıktı bilmiyorum ama, bunda Eray Ergeç’in katkısı olduğuna inanıyorum.

Hollanda’dan İstanbul’a götürerek, İstanbul Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu’na hediye eden Başkonsolos Barth van Bolthuis şu açıklamayı yaptı:

“Bu orijinal İstanbul Lalesi, dün Amsterdam’dan geldi. Bu güzel lalenin hikayesi 16. yüzyılda İstanbul’da Osmanlı bahçelerinde başladı. Laleler 17. yüzyılda Hollanda’ya gönderildi ve biz farklı laleler ürettik. Ticaretine başlayıp bütün dünyaya gönderdik. Şu an dünyada bir numaralı çiçek ihracatçısı olduk. Bütün bunların tarihi İstanbul lalesine uzanıyor. Umuyorum ki, 3 yüzyıl boyunca bizlere baharın ışığını vermiş olan bu orijinal lale, şimdi de içinde bulunduğumuz zorlu mücadelede, bizlere güven ve iç huzur için ilham olur.”

Getirilen lalenin Hollanda’da hala çok nadir yetiştirildiğini bildiren van Bolthuis, laleyi İstanbul’a getirmenin kendisi için bir onur olduğunu kaydetti.
Aslında, bir hafta önce Hollanda’ya İmamoğlu ile birlikte gitme planı yaptıklarını, ama koronavirüs nedeniyle bu planı uygulayamadıklarını belirten Bolthuis, Amsterdam seyahati sırasında İmamoğlu’na sürpriz yapmayı planladıklarını da kaydetti.

İMAMOĞLU: ÇOK DEĞERLİ BİR JEST

ağaç, açık hava, kişi, çayır içeren bir resim Açıklama otomatik olarak oluşturuldu

İstanbul Belediye Başkanı Başkanı Ekrem İmamoğlu Hollanda Başkonsolosu Bolhuis’e teşekkür etti.

 “Kıymetli Başkonsolosumuz Bolthuis’e teşekkür ediyorum. Bu günlerde Covid-19 mücadelesinden dolayı aslında birçok etkinliğimiz ya da birçok tasarladığımız düzenin dışında bir hayat yaşıyoruz. Korunarak ya da birbirimizi uzaktan selamlayarak. Onun için ben de buradan sizi selamlıyorum. Bu güzel İstanbul Lalesi için de teşekkür ediyorum. Biliyorsunuz lalenin ana vatanındayız, İstanbuldayız. Tabi 16. yüzyılda Hollanda’ya soğan gitmesiyele beraber Hollanda’da da yetiştirilmeye başlandı. Artık bütün dünya laleyi biliyor, İstanbul’da doğduğunu biliyor. Bu manada bu güzel İstanbul Lalesi’ni kendi yetiştirdikleri laleyi bize hediye etmelerini de çok değerli bir jest olarak görüyorum. Bu ve buna benzer kültürel köprülerin, Hollanda ile olan güzel ilişkilerimizi daha yukarılara daha iyi seviyelere taşımasını diliyorum. Bu noktada İstanbul her zaman üzerine düşen vazifeyi, sorumluluğu yerine getirecektir. Hollanda Türkiye ilişkilerinin daha iyi noktaya gitmesi için de yoğun çabalar içinde olacaktır. Elbette ben buradan bütün İstanbul halkı adına Hollanda’da Covid-19 sürecinde hayatını kaybedenlere de rahmet diliyorum. Umut ediyorum önümüzdeki günler, aylar ve yıllar hep birlikte elele bütün dünyanın bütünleşmesi ile insanlık adına güzel günler bizimle olsun. En az şu güzel lale kadar güzel günlerde buluşmak dileğiyle çok teşekkür ediyorum.”