Uzun yıllardır, Hollanda’nın Utrecht şehrinde yaşayan ressam ve kültürel bellek mimarı Semiramis Öner, “Hatıra Kurucular” adlı kişisel sergisiyle, geçmişin gölgeleri arasından sızan umut ışıklarını bugünün renkleriyle buluşturuyor.
Hollanda’daki Fahri Konsolosumuz Titus Kramer’den anlamlı ziyaret ve destek: “Sanat, ortak hafızamızın en kalıcı dilidir”
(Haberin Holandacası en altta. Nederlandse versie is onderaan)
İlhan KARAÇAY yazdı:
İstanbul’un kalbinde, tarih ile geleceğin el sıkıştığı bir mekânda; Galata’nın göbeğinde yükselen Metrohan, 2025 ilkbaharına eşsiz bir kültür olayıyla ev sahipliği yapıyor.
Uzun yıllardır, Hollanda’nın Utrecht şehrinde yaşayan ressam ve kültürel bellek mimarı Semiramis Öner, “Hatıra Kurucular” adlı kişisel sergisiyle, geçmişin gölgeleri arasından sızan umut ışıklarını bugünün renkleriyle buluşturuyor. Serginin açılışı, sanatseverleri olduğu kadar, diplomatik dünyayı da Metrohan’a taşıdı.
Türkiye’nin Amersfoort Fahri Başkonsolosu Titus Kramer, sergiyi bizzat ziyaret ederek yalnızca resimlere değil, bu resimlerin içinden yankılanan tarihe, kimliğe ve kültürel köprülere dikkat çekti.
GEÇMİŞİN PORTRELERİNDE KOLEKTİF BELLEK
Semiramis Öner’in “Hatıra Kurucular” sergisi, üç ana bölümde izleyiciyle buluşuyor. Serginin ilk bölümü olan “İstanbul Portreleri”, sanatçının 1995 yılından bu yana İstanbul sahaflarından topladığı 1890-1940 yıllarına ait stüdyo fotoğraflarından oluşan bir seçkiye dayanıyor. Kendi hazırladığı pigmentlerle Kuzey Rönesansın tekniklerini harmanlayan Öner, bu anonim yüzleri büyük boyutlu yağlı boya tuvallere dönüştürerek, adeta geçmişin içinden bugüne açılan pencereler yaratıyor. Her bir yüz, unutulmuş bir hayatın, bastırılmış bir duygunun taşıyıcısı olarak izleyiciye bakıyor. Semiramis Öner, “Resmettiğim kişiler artık sadece yüz değil, birer hafıza nesnesi” diyor.
EŞYALARIN SESSİZ ŞİİRİ: “HATIRA MASASI”
Serginin ikinci bölümü olan “Hatıra Masası”, yalnızca görsel değil, duygusal bir deneyim sunuyor. Sanatçının resmettiği fotoğraflarda gördüğü objeler, semaverler, saatler, mektuplar, gözlükler bir zamanların gündelik hayatını temsil eden sessiz tanıklar olarak uzun bir masada sergileniyor. Bu masa, bireysel anıların kolektif belleğe evrilmesini izleyiciye hem görsel hem duygusal olarak aktarıyor. Öner’in bu yaklaşımı, tıpkı Utrecht Belediyesi için dört yıl boyunca üzerinde çalıştığı Barış Tablosu gibi, tarihsel olayları sıradan insanların hayatları üzerinden anlatma çabasının devamı niteliğinde.
GELECEĞİN ÜTOPYASI: UMUDUN RENKLERİ
Serginin son bölümü, tam anlamıyla bir içsel sığınak: Türkiye’nin Ütopyası. Sanatçı bu bölümde, kaotik bir dünya tablosunun ortasında umutla yeşeren, sevgi ve dayanışmayla şekillenen bir gelecek tahayyül ediyor. Bu resimler, politik değil ama derinlemesine insani bir vizyonun parçası. Semiramis Öner, bu bölümle ilgili şöyle diyor: “Dünya karmaşadayken, sanatçı ütopyaya sığınır. O ütopyayı resmeder, çünkü başka türlü yaşamak mümkün değildir.”
TITUS KRAMER’İN ZİYARETİ:
DİPLOMASİ İLE SANATIN KESİŞİM NOKTASI
18 Nisan 2025 tarihinde Metrohan’da açılan “Hatıra Kurucular” sergisine anlamlı bir ziyaret gerçekleşti. Türkiye’nin Amersfoort Fahri Başkonsolosu Titus Kramer, sergiyi bizzat gezerek hem sanatçı Semiramis Öner’e hem de serginin sunduğu tarihsel derinliğe duyduğu hayranlığı dile getirdi. Bu ziyaret, yalnızca bir protokol gereği değil; aynı zamanda sanat ve diplomasi arasındaki güçlü bağların canlı bir göstergesiydi.
Titus Kramer, yalnızca bir fahri başkonsolos değil, aynı zamanda İstanbul’un kültürel yaşamına yakından bağlı, sanatın dönüştürücü gücüne inanan bir figür. Uzun yıllardır İstanbul’da yaşayan ve şehri ikinci bir vatan olarak gören Kramer, özellikle kültürel işbirliklerine verdiği destekle tanınıyor. Hem Hollanda-Türkiye ilişkilerinde hem de kültürel diplomasi alanında aktif bir rol üstlenen Kramer, geçmiş yıllarda Hollanda’dan gelen sanatçıların İstanbul’da sergilenmesine aracılık etmiş, aynı zamanda Türk sanatçıların Avrupa’da görünür olmasına katkı sağlamıştı.
Metrohan’daki ziyareti sırasında Titus Kramer, Semiramis Öner’in eserlerine yalnızca bir sanat izleyicisi gibi değil, adeta bir “hafıza diplomatı” gibi yaklaştı. Her portredeki bakışa uzun süre bakan Kramer, özellikle “Hatıra Masası” karşısında duraksayarak, eşyalara dokunmadan dikkatle inceledi. Ardından şunları söyledi: “Bu sergi, zamansız bir köprünün üzerinde yürüyor. Semiramis Hanım, yalnızca geçmişi anlatmıyor, bizi geleceğe de hazırlıyor. Türkiye ve Hollanda gibi tarih boyunca farklı kimliklerin buluştuğu ülkelerde, sanat bu çeşitliliği bir zenginlik olarak sunma fırsatıdır. Ve ben bu fırsatın, bu masada yankılandığını görüyorum.”
Kramer’in özel ilgi gösterdiği bir diğer nokta, Semiramis Öner’in daha önce Utrecht için yaptığı Utrecht Barışı temalı tablo oldu. Kramer, bu tablonun yalnızca Hollanda tarihinde değil, Avrupa tarihinin ortak belleğinde önemli bir yere sahip olduğunu vurguladı: “Semiramis Öner’in Utrecht Barışı’nı resmetmesi, bir Türk sanatçının Avrupa barış tarihine dokunması demekti. Bu çok sembolik bir hareketti. O tablo, bir köprüdür. Bugün de burada, Metrohan’daki bu sergiyle aynı köprü yeniden kuruluyor.”
Kramer’in ziyaretinde dikkat çeken bir başka yön de, genç sanatçılarla ve sergi küratörleriyle yaptığı uzun sohbetlerdi. Sanata yalnızca koleksiyoncu gözüyle değil, kültürel etkileşim alanı olarak bakan Kramer, genç kuşaklara da örnek bir kültür elçisi figürü çiziyor.
Titus Kramer’in ziyareti, “Hatıra Kurucular” sergisinin taşıdığı uluslararası etkiyi ve sanatın sınır tanımayan gücünü bir kez daha gözler önüne serdi. Onun İstanbul’daki kültür sanat ortamına yaptığı katkılar ve gösterdiği içten ilgi, diplomatların yalnızca elçi değil, bazen hafıza bekçileri ve kültürel köprü kurucuları da olabileceğini kanıtlıyor.
UTRECHT BELEDİYE BAŞKANININ TEBRİĞİ
Hollanda’nın Utrecht şehrinde ikamet eden sanatçının İstanbul’daki sergisine gidemediği için, büyük üzüntü duyduğunu belirten Utrecht Belediye Başkanı Sharon Dijksma, konuyla ilgili olarak kendisini ziyarete gelen Titus Kramer’e duygularını açıkladı.
Semiramis Öner’e, Kramer aracılığı ile tebriklerini sunan Belediye Başkanı Dijksma, bundan sonraki ilk sergiye mutlaka katılacağı hakkında söz verdi.
Sanatçının uluslararası alanda tanınmasını sağlayan eserlerinden biri, hiç kuşkusuz 1713 Utrecht Barışı’nı konu alan anıtsal tablosudur. Bu tablo, Utrecht Antlaşması’nın 300’üncü yıl dönümüne özel olarak 2008 yılında düzenlenen yarışmada, bine yakın eser arasından seçilmişti.
24 Aristokratın barışı imzaladığı anı resmeden bu dev tablo, yalnızca bir sanat eseri değil; Avrupa tarihinin en önemli kırılma noktalarından birinin görsel ifadesi olarak da değer taşıyor.
Utrecht’teki törende ilk kez izleyiciyle buluşan bu eser, yalnızca estetik değil, kültürel diplomasi açısından da simgesel bir anlam taşıdı. Semiramis Öner’in dört yıl boyunca durmaksızın, hafta sonları dahi çalışarak tamamladığı bu eserde, barışın kırılganlığı ve kalıcılığı arasında sıkışmış insanlık tarihi adeta tuvale kazınmış durumda.
Bu etkileyici proje, 2008 yılında Utrecht Barış Anlaşması Vakfı, Utrecht Şehir Müzesi ve Oudaen Restorasyon Vakfı iş birliğiyle oluşturulan bir sanat konseyinin kararıyla hayat buldu. Konsey, tarihin en önemli barış antlaşmalarından birini imzalayan 24 aristokratın portrelerini tuvale taşıyacak sanatçıyı belirlemek üzere Fransa ve Hollanda’dan bine yakın ressamın eserlerini titizlikle değerlendirdi. Sonunda, bu tarihsel sorumluluk, Türk ressam Semiramis Öner Mühürdaroğlu’na emanet edildi.
Bu görevin kolay kazanılmadığını dile getiren Öner, dört yıl boyunca ara vermeksizin, hafta sonlarını dahi çalışmaya adadığı yaratım sürecini şöyle ifade etti: “Bu tablo, yalnızca boyadan ve fırçadan ibaret değil. İçinde dört mevsim, dört yıl, dört yüzyıllık bir hikâye taşıyor. Bugün burada, nihayet insanlarla buluştu. Tepkiler ise, beklediğimden çok daha dokunaklı.”
Eserin oluşum sürecinde, sanatçının en büyük destekçisi olan eşi Cumhur Öner de duyduğu gururu dile getirdi: “Bu tablo, sadece eşimin emeğini değil, aynı zamanda Avrupa’nın savaşlarla yoğrulmuş tarihinden doğan bir barış umudunu taşıyor. Eşim, bu umudu resmederek tarihin suskunluğuna bir ses, barışa ise bir yüz kazandırdı.”
Semiramis Öner’in Utrecht’teki Oudaen binasında sergilenen eseri, izleyicisini yalnızca tarihsel bir ana tanıklık ettirmiyor; aynı zamanda savaş ve barış arasında gidip gelen Avrupa’nın karmaşık geçmişine de görsel bir pencere aralıyor. Barışın imzalandığı o anı, renklerin, yüz ifadelerinin ve mekânsal derinliğin diliyle anlatıyor.
Bu tablo, tarih kitaplarının sessiz sayfalarında kaybolmuş bir anı değil; günümüzün karmaşasında hâlâ yankılanan bir barış çağrısıdır. Tıpkı Utrecht’in, zamanında Avrupa’nın diplomasi merkezi hâline gelmesi gibi, Semiramis Öner’in eseri de bugün, sanat yoluyla diyalogun ve hatırlamanın zarif bir vesilesine dönüşüyor.
ZAMANLAR ARASINDA YOLCULUK
Semiramis Öner’in “Hatıra Kurucular” sergisi, yalnızca sanatsal bir başarı değil, aynı zamanda insan belleğiyle bir yüzleşme ve uzlaşma deneyimi. Metrohan’da açılan bu sergi, İstanbul’un geçmişine duyulan özlemi ve geleceğine dair beslenen umudu aynı anda sunuyor. Sergi, 29 Haziran 2025’e kadar her gün (Pazartesi hariç) 10.00-18.00 saatleri arasında ücretsiz olarak ziyaret edilebilir.
Ziyaretinizi ertelemeyin. Çünkü bu sergide yalnızca tablolar değil, zamanın kendisi konuşuyor.
*******************
DE TENTOONSTELLİNG VAN SEMİRAMİS ÖNER İN METROHAN, İSTANBUL, TREKT VEEL BELANGSTELLİNG
Semiramis Öner is een schilder en architect van het cultureel geheugen die al vele jaren in Utrecht woont, brengt met haar solotentoonstelling “Herinneringsbouwers” de hoopvolle lichtstralen uit het verleden samen met de kleuren van vandaag.
Van de sporen van het verleden naar de droom van de toekomst:
De tentoonstelling ‘Herinneringsbouwers’
Een betekenisvol bezoek en steun van onze ereconsul in Nederland, Titus Kramer:“Kunst is de meest blijvende taal van ons gedeelde geheugen.”
Door İlhan KARAÇAY
In het hart van Istanbul, op een plek waar geschiedenis en toekomst elkaar de hand reiken, is Metrohan gelegen in het centrum van Galata het toneel van een uitzonderlijke culturele gebeurtenis dit voorjaar van 2025.
Semiramis Öner is een schilder en architect van het cultureel geheugen die al vele jaren in Utrecht woont, brengt met haar solotentoonstelling “Herinneringsbouwers” de hoopvolle lichtstralen uit het verleden samen met de kleuren van vandaag. De opening van de tentoonstelling trok niet alleen kunstliefhebbers, maar ook vertegenwoordigers uit de diplomatieke wereld naar Metrohan.
Türkiye Honoraire Consul van Amersfoort, Titus Kramer, bracht een persoonlijk bezoek aan de tentoonstelling en benadrukte niet alleen de schilderijen, maar ook de geschiedenis, identiteit en culturele bruggen die erin weerklinken.
COLLECTIEF GEHEUGEN IN PORTRETTEN UIT HET VERLEDEN
De tentoonstelling “Herinneringsbouwers” van Semiramis Öner bestaat uit drie hoofdsecties. De eerste sectie, getiteld “Portretten van Istanbul”, is gebaseerd op een selectie studiofoto’s uit de periode 1890-1940, verzameld door de kunstenaar sinds 1995 in antiekwinkels in Istanbul. Öner, die Noord-Europese renaissancetechnieken mengt met zelfgemaakte pigmenten, transformeert deze anonieme gezichten tot grote olieverfschilderijen en creëert als het ware ramen die vanuit het verleden opengaan naar het heden. Elk gezicht kijkt de toeschouwer aan als een drager van een vergeten leven en een onderdrukt gevoel. Öner zegt: “De mensen die ik schilder zijn niet slechts gezichten, maar objecten van herinnering geworden.”
DE STILLE POËZIE VAN OBJECTEN: DE HERINNERINGSTAFEL
De tweede sectie van de tentoonstelling, “De Herinneringstafel”, biedt niet alleen een visuele, maar ook een emotionele ervaring. De objecten die te zien zijn in de geschilderde foto’s samovars, horloges, brieven, brillen worden tentoongesteld op een lange tafel als stille getuigen van het dagelijks leven van weleer. Deze tafel maakt de evolutie van individuele herinneringen naar collectief geheugen tastbaar voor het publiek, zowel visueel als gevoelsmatig. Deze benadering van Öner sluit aan bij haar vier jaar durende werk aan het Vredesschilderij voor de gemeente Utrecht, waarin ze historische gebeurtenissen via het alledaagse leven van gewone mensen vertelt.
DE UTOPIE VAN DE TOEKOMST: KLEUREN VAN HOOP
De laatste sectie van de tentoonstelling is een innerlijke toevluchtsoord: de Utopie van Turkije. In deze sectie verbeeldt de kunstenaar een toekomst die, ondanks de chaos in de wereld, ontkiemt met hoop, liefde en solidariteit. Deze werken zijn niet politiek, maar vormen een diep menselijk visioen. Semiramis Öner beschrijft dit als volgt: “Wanneer de wereld chaotisch is, zoekt de kunstenaar zijn toevlucht in utopie. Hij schildert die utopie, want er is geen andere manier om te leven.”
HET BEZOEK VAN TITUS KRAMER:
WAAR DIPLOMATIE EN KUNST SAMENKOMEN
Op 18 april 2025 vond een betekenisvol bezoek plaats aan de tentoonstelling “Herinneringsbouwers” in Metrohan. Türkiye Honoraire Consul van Amersfoort, Titus Kramer, bezocht de tentoonstelling persoonlijk en sprak zijn bewondering uit voor zowel de kunstenares Semiramis Öner als de historische diepgang van het werk. Dit bezoek was niet slechts een diplomatiek gebaar, maar een levend bewijs van de krachtige band tussen kunst en diplomatie.
Titus Kramer is niet alleen een Honoraire Consul, maar ook een figuur die nauw verbonden is met het culturele leven van İstanbul en gelooft in de transformerende kracht van kunst. Kramer staat bekend om zijn steun aan culturele samenwerkingen, zowel binnen de Nederlands-Turkse relaties als op het gebied van culturele diplomatie. Hij heeft in het verleden geholpen bij tentoonstellingen van Nederlandse kunstenaars in Istanbul, en hij heeft ook bijgedragen aan de zichtbaarheid van Turkse kunstenaars in Europa.
Tijdens zijn bezoek aan Metrohan benaderde Titus Kramer de werken van Semiramis Öner niet slechts als een kunstliefhebber, maar als een ware “geheugendiplomaat”. Hij keek lang naar elk portret en stond met aandacht stil bij de Herinneringstafel, waarbij hij de objecten nauwgezet maar met respect bekeek. Hij zei: “Deze tentoonstelling beweegt zich over een tijdloze brug. Mevrouw Semiramis vertelt niet alleen het verleden, zij bereidt ons ook voor op de toekomst. In landen als Turkije en Nederland, waar verschillende identiteiten elkaar al eeuwen ontmoeten, biedt kunst de mogelijkheid om deze diversiteit als rijkdom te presenteren. En ik zie deze rijkdom terug in deze tafel.”
Een ander punt van bijzondere belangstelling voor Kramer was het schilderij over de Vrede van Utrecht dat Öner eerder maakte. Hij benadrukte dat dit werk niet alleen belangrijk is binnen de Nederlandse geschiedenis, maar ook in het gedeelde geheugen van Europa. In zijn woorden: “Dat Semiramis Öner de Vrede van Utrecht schilderde, betekent dat een Turkse kunstenaar de geschiedenis van de Europese vrede heeft aangeraakt. Dat is een symbolisch gebaar. Dat schilderij is een brug. En vandaag, hier in Metrohan, wordt diezelfde brug opnieuw gebouwd.”
Een ander opvallend aspect van Kramer’s bezoek was zijn lange gesprekken met jonge kunstenaars en curatoren van de tentoonstelling. Kramer, die kunst niet slechts als een verzamelobject beschouwt, maar als een gebied van culturele interactie, treedt op als een voorbeeldige culturele ambassadeur voor jongere generaties.
Het bezoek van Titus Kramer liet opnieuw zien hoe groots de internationale impact van de tentoonstelling “Herinneringsbouwers” is en hoe kunst landsgrenzen overstijgt. Zijn oprechte belangstelling en zijn bijdrage aan de culturele scene van Istanbul bewijzen dat diplomaten soms niet alleen vertegenwoordigers zijn, maar ook wachters van het geheugen en bouwers van culturele bruggen.
GELUKWENS VAN DE BURGEMEESTER VAN UTRECHT
Burgemeester Sharon Dijksma van de Nederlandse stad Utrecht sprak haar grote spijt uit dat zij de tentoonstelling van de kunstenaar, woonachtig in Utrecht, in Istanbul niet kon bijwonen. Ze deelde haar gevoelens hierover met Titus Kramer, die haar hierover kwam bezoeken.
Via Kramer stuurde burgemeester Dijksma haar felicitaties aan Semiramis Öner over, en beloofde dat ze de eerstvolgende tentoonstelling zeker zal bijwonen.
HET GEZİCHT VAN DE VREDE: HET MONUMENTALE WERK VAN SEMİRAMİS ÖNER İN UTRECHT
Een van de werken die de internationale bekendheid van de kunstenares heeft vergroot, is ongetwijfeld haar monumentale schilderij over de Vrede van Utrecht uit 1713. Dit werk werd geselecteerd uit bijna duizend inzendingen in een wedstrijd ter gelegenheid van het 300-jarig jubileum van het Verdrag van Utrecht in 2008. In dit monumentale schilderij, dat de ondertekening van de vrede door 24 aristocraten uitbeeldt, ligt een visuele expressie van een van de belangrijkste keerpunten in de Europese geschiedenis.
Tijdens de ceremonie in Utrecht werd het schilderij voor het eerst aan het publiek getoond. Het droeg niet alleen esthetische waarde, maar had ook een symbolische betekenis in termen van culturele diplomatie. Öner werkte vier jaar onafgebroken, zelfs in de weekenden, aan dit werk, waarin de kwetsbaarheid en duurzaamheid van vrede bijna tastbaar zijn geschilderd.
Dit indrukwekkende project kwam in 2008 tot stand op initiatief van de Stichting Vrede van Utrecht, het Centraal Museum Utrecht en de Stichting Oudaen Restauratie. Een speciaal samengestelde kunstcommissie selecteerde, uit bijna duizend inzendingen van kunstenaars uit Frankrijk en Nederland, de Turkse kunstenares Semiramis Öner Mühürdaroğlu om deze historische opdracht te vervullen: het portretteren van de 24 aristocraten die de vredesovereenkomst ondertekenden.
Öner gaf aan dat het geen eenvoudige selectie was. Vier jaar lang werkte zij onophoudelijk aan dit kunstwerk, zonder vakanties, zelfs in de weekenden: “Dit schilderij bestaat niet alleen uit verf en penseel. Het draagt in zich vier seizoenen, vier jaren en vier eeuwen geschiedenis. Vandaag is het voor het eerst onder de mensen. En de reacties… die zijn ontroerend.”
Haar echtgenoot, Cumhur Öner, die haar tijdens het hele proces steunde, sprak zijn trots uit: “Dit schilderij weerspiegelt niet alleen de inspanning van mijn vrouw, maar ook de hoop op vrede die voortkomt uit de oorlogszuchtige geschiedenis van Europa. Door dit te schilderen heeft zij de stilte van de geschiedenis een stem gegeven en de vrede een gezicht.”
Het werk van Semiramis Öner, tentoongesteld in het Oudaen-gebouw in Utrecht, nodigt de toeschouwer uit om niet alleen getuige te zijn van een historisch moment, maar ook om door een visueel venster te kijken naar het complexe verleden van Europa, waarin oorlog en vrede voortdurend met elkaar in strijd zijn.
Dit schilderij is geen vergeten scène uit een geschiedenisboek; het is een actuele oproep tot vrede, weerklinkend in de onrust van vandaag. Net zoals Utrecht ooit het diplomatieke hart van Europa werd, vormt het werk van Semiramis Öner nu een verfijnd middel tot dialoog en herinnering via de kracht van kunst.
EEN REIS TUSSEN TIJDEN
De tentoonstelling “Herinneringsbouwers” van Semiramis Öner is niet alleen een artistiek succes, maar ook een confrontatie en verzoening met het menselijk geheugen. Deze tentoonstelling in Metrohan toont tegelijkertijd het verlangen naar Istanbuls verleden en de hoop op zijn toekomst. De tentoonstelling is gratis te bezoeken tot 29 juni 2025, dagelijks van 10:00 tot 18:00 uur, met uitzondering van maandag.
Stel uw bezoek niet uit. Want in deze tentoonstelling spreken niet alleen de schilderijen, maar de tijd zelf.
*Yapılanma ve uyum sürecinin ardından, Amersfoort’taki Fahri Konsolosluğun artık kendi ritmini bulduğu görülüyor.
*Başlangıç aşamasında bazı zorluklarla karşılaşılmış olsa da, konsolosluk çalışmaları şu anda yapılandırılmış ve hedef odaklı bir şekilde sürüyor.
*Konsolosluk, hizmetlerini genişletmeye ve yerel toplumla olan bağlarını güçlendirmeye hazır.
*İş dünyasının tanınmış isimlerinden Titus Kramer, Amersfoort Fahri Konsolosluğu’nda yaşanan aksaklıkları birer birer çözüme kavuşturuyor.
*Konsolosluk yönetimi, toplumun her kesimiyle yapıcı diyaloglar kurmaya kararlı.
*İş dünyasından akademisyenlere, insan hakları savunucularından sivil toplum kuruluşlarına ve medyaya kadar uzanan geniş bir çevreyle ilişkiler düzenli olarak ele alınacak.
(Roportajın Hollandacası en altta. Nederlandse versie is onderaan)
Röportaj:İlhan KARAÇAY
Bugün sizlerle, daha önce çeşitli vesilelerle ele aldığım ve zaman zaman yapıcı eleştirilerde bulunduğum Amersfoort Fahri Konsolosluğu’na dair son derece önemli gelişmeleri paylaşmak istiyorum.
Hatırlayacağınız üzere, bu yeni konsolosluk bir süredir hem Türkiye kökenli toplumun hem de Hollanda’daki bazı paydaşların gündeminde yer alıyordu. Kuruluş aşamasında yaşanan bazı aksaklıklar ve iletişimdeki kopukluklar dikkatlerden kaçmamış, ben de bu süreci yakından takip ederek sizlere aktarmıştım.
Ancak bugün bambaşka bir tabloyla karşınızdayım.
Geçtiğimiz günlerde, Hollanda’da iş dünyasının saygın isimlerinden biri olan ve aynı zamanda Amersfoort Fahri Konsolosu olarak görev alan Titus Kramer ile çok kapsamlı bir görüşme gerçekleştirdim. Daha önceki yazılarımda da kendisinden övgüyle bahsetmiş, özellikle iş dünyasındaki başarılarına dikkat çekmiştim. Bu kez, doğrudan kendisiyle yaptığım görüşmede konsoloslukla ilgili birçok konuyu tüm açıklığıyla masaya yatırdık.
Fahri Konsolosumuz Titus Kramer (solda) ile, beraberinde sekreteri Mehmet Keskin (ortada) olduğu halde, Hilversum otobaanı kenarında bulunan Witte Bergen Hotel-Restoranında buluştuk.
Bu yazıda sadece görüşmenin detaylarını değil, aynı zamanda size hitaben kaleme aldığım bir mektubu da paylaşacağım. Biraz uzun olabilir ama hem içerik hem de yaklaşım bakımından oldukça önemli bir metin olduğunu düşünüyorum. Okumanızı özellikle rica ediyorum.
Mektubun ardından ise Titus Kramer’in sorulara ve eleştirilere nasıl yanıt verdiğini, hangi adımları atmayı planladığını ve konsoloslukta ne gibi değişimlerin yaşandığını ayrıntılı olarak aktaracağım.
Değerli Okurlarım ve Kıymetli Dostlarım,
Kimi, onu “Allah’ın lütfu”, kimi de “tabiatın eseri” olarak adlandırsa da; insan dediğimiz varlık, bu dünyada eşit olmayan koşulların ortasında çırpınan, bazen kaderine, bazen kendi tercihlerine mahkûm bir canlıdır. Aklıyla övünen, ancak çoğu zaman aklının kıymetini bilmeyen biz insanlar; yaşam denen büyük sahnede, çoğu kez bulunduğumuz yere ve şartlara göre şekil ve pozisyon alıyoruz.
Kimimiz refah içinde yaşarken, kimimiz yoklukla boğuşuyoruz. Sağlıklı olanlarımız kadar hastalıkla pençeleşenler de var. Bazılarımız zenginlik içinde, bazılarımız yoksulluğun gölgesinde bir ömür sürdürüyoruz. Rütbeli olanlarımız da var, rütbesiz olanlarımız da…
Cumhurbaşkanı’ndan mahalle bekçisine, profesörden öğretmene, avukattan polise, subaydan mühendise kadar toplumun çeşitli kademelerinde görev yapan birçok “rütbeli” insan mevcut. Ve tabii ki bu rütbeler arasında, bir de ‘gazeteci’ sıfatını taşıyan bizler varız.
Ancak bu rütbe de, tıpkı diğerleri gibi; kimi zaman onurla, kimi zaman da ne yazık ki sorumsuzca taşınıyor. Doğruya doğru, eğriye eğri diyebilen, kalemini vicdanına danışarak kullanan gazeteciler olduğu gibi; gerçeği eğip büken, kendi menfaatine göre haber yazanlar da var. İşte ben, bugün sizlerle, ‘gazeteci’ rütbesinin hakkını vermeye çalışan biri olarak, içimi dökmek istiyorum.
Geçmişte de defalarca belirttiğim gibi, ben bu mesleği altmış yıla yaklaşan bir süredir dürüstlük, tarafsızlık ve korkusuzlukla icra ettiğime inanıyorum. Hayatım boyunca hiçbir mahalleye, siyasete, kimliğe ya da renge yaslanmadım. CHP kökenli bir ailede büyümüş olmama rağmen, hiçbir siyasi partinin derneğine veya yapılanmasına katılmadım. Çünkü gazeteciliğin ancak mesafesini koruyarak topluma gerçek anlamda hizmet edebileceğine yürekten inandım.
Beşiktaş sevgim çocukluk yıllarımdan beri kalbimde olsa da, spor yazılarımda her zaman objektif olmaya gayret ettim. Hollanda’da kurulan Beşiktaş Derneği’ni takip ettim ama hiçbir zaman üye olmadım. Alevi kimliğimle gurur duydum, inancımı her zaman içimde saygıyla taşıdım ama hiçbir Alevi derneğine katılmadım. Çünkü tarafsızlığın, kişinin kendi aidiyetlerini gizlemesi değil; o aidiyetleri kimseye dayatmadan, herkese eşit mesafede durarak yazabilmesi olduğuna inandım.
Bir başka örnek: Hollanda’da Türk Seyahat Acentaları Birliği’ni kuran kişi olmama rağmen, seyahat bürosu işlettiğim halde oraya dahi üye olmadım. Çünkü bir gazetecinin gerçek kimliği, hangi yapının parçası olduğundan değil, ilkelerine olan bağlılığından kaynaklanır. Kurucu olmak başka, bağımsız kalmak başka bir şeydir.
Bugün kaleme aldığım bu yazıda da aynı hassasiyetle hareket ediyorum. Kalemim hiçbir zaman ne sağa kayar, ne sola. Onun yönü sadece hakikatin peşindedir. Bir zamanların o meşhur deyişiyle ifade edeyim: “Ne sağcıyım, ne solcu… futbolcuyum futbolcu.”
Bu noktada şunu da açık yüreklilikle ifade etmek isterim: Tarafsızlık ilkemi sürdürürken, elbette sempati duyduğum kişi ve kuruluşlara dair yazılarımda hoşgörülü bir üslup benimsedim. Ancak antipati beslediğim kişi ve kurumlara dair yazılarımda bile hiçbir zaman art niyetli olmadım. Eleştiri gerekiyorsa, ölçüsünü aşmadan ama gereken sertlikle yazdım. Ne dost için güzelleme yaptım, ne de mesafeli olduğum biri hakkında karalama peşinde oldum.
Tıpkı, geçtiğimiz aylarda Hollanda’da hizmet vermeye başlayan Türkiye’nin Fahri Konsolosluğu ile ilgili kaleme aldığım yazılarda olduğu gibi…
Amersfoort kentinin Woudenberg ilçesinde açılan bu yeni temsilcilik, ilk günlerinden itibaren toplumun dikkatini çeken bir oluşum oldu. Türkiye adına diplomatik temsil görevini yürütecek olan Fahri Konsolos Titus Kramer’in ve ekibinin davranış ve yaklaşımları ise doğal olarak yakından takip edilmekteydi. Ben de bir gazeteci olarak, kamuoyunun merak ettiği bu yeni yapı hakkında gözlemlerimi ve değerlendirmelerimi paylaşma sorumluluğu hissettim.
İlk yazılarımda, konsolosluk görevine atanan iş insanı Titus Kramer’in ve çalışma arkadaşlarının, diplomatik teamüllerle örtüşmeyen bazı tavırlarını ve iletişim eksikliklerini dile getirdim. Zira bu makam, yalnızca bir ofis değil; Türkiye’yi temsil eden, vatandaşlarımızın başvuracağı ve yönlendirme bekleyeceği ciddi bir sorumluluğu da beraberinde taşıyor. Haliyle ilk izlenimlerin özenli ve ölçülü olması beklenirdi. Ben de kalemimi bu hassasiyetle kullandım.
Doğrusu, bu eleştirilerime karşı sert ya da kırıcı tepkiler bekliyordum. Ancak tam tersine, Titus Kramer ve ekibinden oldukça nazik, olgun ve yapıcı bir yaklaşım geldi. Bu tavır beni hem şaşırttı hem de memnun etti. Eleştiriye açık, diyaloga değer veren bir duruş, bir gazeteci için takdir edilecek bir durumdur.
Bu olumlu yaklaşım sonrasında, ben de bu kez Titus Kramer’in Hollanda’daki iş dünyasında elde ettiği başarıları, kurduğu ilişkileri ve taşıdığı itibarı ön plana çıkaran bir yazı kaleme aldım. Çünkü objektiflik sadece eleştiriyle değil, hakkı teslim etmekle de mümkündür. Ancak bu yapıcı yazının ardından bir teşekkür mesajı beklerken, uzunca bir sessizlik dönemi başladı. Gönderdiğim röportaj sorularına da yanıt gelmedi.
Bu mesafenin nedeni, ne kırgınlıktı, ne de kibir…
Zamanla anladım ki, yaşanan ilk temasların yarattığı tereddütler tam olarak ortadan kalkmamıştı. Bu noktada, araya giren ortak dostlarımızın çabaları sayesinde, buzlar çözülmeye başladı. Sağduyunun hâkim olduğu bir ortamda, karşılıklı anlayışla bir araya geldik. Yüz yüze yapılan bu görüşme, ön yargıların yerini açık iletişime bıraktığı, yapıcı bir buluşma oldu.
Görüşmemiz sırasında bir kez daha hissettim ki, Titus Kramer’in bu önemli görevi ciddiyetle, sorumlulukla ve zamanla gelişecek bir olgunlukla sürdürebileceğine dair güçlü işaretler var. Kendisinde bu misyonu hakkıyla taşıyacak irade ve birikimi gördüm.
Görüşmenin sonunda birlikte bir hatıra fotoğrafı çektirdik. Ben de röportaj sorularımı yeniden ve bu kez daha sıcak bir ortamda kendisine sundum. Sayın Kramer, bu kez tüm samimiyetiyle, içten ve açıklayıcı cevaplar verdi.
İŞTE O RÖPORTAJ
Sorular ve yanıtlar:
Karaçay: Sayın Kramer, oldukça olumlu bir ilk tanışmamızın ardından daha az hoş bir yazışma süreci yaşadık. Yine de sizin de tıpkı benim gibi toplumun refahı için çaba gösteren bir kişi olduğunuzu biliyorum. Bu yüzden size önce bir soru değil, geçmişteki etkileşimimizi kendi bakış açınızdan değerlendirmeniz için bir fırsat sunmak istiyorum.
Kramer:“Benim için bir durumu değerlendirmeden önce kişileri daha iyi tanımak ve anlamak çok önemlidir. Bu nedenle bazı mesajlara cevap veremedim ve sürece dahil olmadan önce sakin kalmaya çalıştım, bu da konuya dahil olan herkese saygımdan kaynaklanıyor. Onursal konsolosluk görevine başladığımda toplumdan yoğun bir ilgiyle karşılaştık, bu da Onursal Başkonsolosluk kurumuna büyük bir ihtiyaç olduğunu gösterdi. Hedeflerimize ulaşmak için hemen profesyonel bir şekilde çalışmaya başladık; bu süreçte Mehmet Keskin ve Seyit Seme’den destek aldım.”
Karaçay: Konsolosluğunuzun, özel şirketinizle aynı binada bulunması bazı çevreler tarafından eleştiriliyor. Ticari ve diplomatik çıkarlar arasında karışıklık yaşanabileceği öne sürülüyor. Bu dengeyi nasıl sağlıyorsunuz?
Kramer:“Bir Fahri Konsolosluk, devletin resmi konsolosluğu değildir. Onursal Konsolos, kendi çalışma alanından ülkesini temsil eder. Pek çok Onursal Konsolos, kendi iş yerinde konumlanır; böylece konsolosluk faaliyetlerinde iç lojistikten faydalanabilir. Onursal Konsoloslar maaş almaz, tam tersine bu görev maliyetlidir. Ben de paramı başka bir yer kiralamaya değil, topluma fayda sağlayacak hedeflerimize harcamayı tercih ederim.”
Karaçay: Konsolosluk bünyesinde Türk kadınlarının haklarını korumak adına kurduğunuz yapıya, Hollanda’daki Türk kadın örgütlerinden bazı tepkiler geldi. Bu yapıyı değiştirmeyi düşünür müsünüz?
Örneğin böyle bir iç yapı kurmak yerine, var olan kadın kuruluşlarını aktif şekilde desteklemek daha akılcı olmaz mı? Bu konudaki görüşünüz nedir?
Kramer:“Onursal Konsolosluk olarak biz projeleri koordine ediyoruz; temelde herhangi bir yapı kurmuyoruz. Bu durumda da yardımımıza ihtiyaç duyan kadın örgütleri için bir iletişim noktasıyız. Kadın örgütlerinin kadınlar tarafından daha iyi yönlendirilebileceğine inandığımızdan Özlem Kaymaz, bu konuda konsolosluk adına koordinasyonu sağlamak üzere görev aldı. Diğer kadın hareketleriyle birlikte programların uygulanmasını üstlenebilir. Konsolosluk bu çalışmalar için bir merkez noktası olarak kullanılabilir.”
Karaçay: Sanıyorum bu açıklamanız birçok kişi tarafından olumlu karşılanacaktır.
Eğer Türk kadın kuruluşları size başvurursa, nasıl destek projeleri geliştirilebilir?
Kramer: “Şu ana kadar bazı kadın kuruluşlarıyla temas kurduk ve bu yönde çalışmaya devam ediyoruz. Sağlayacağımız destek sayesinde kadın hareketlerinin hedeflerine daha etkin şekilde ulaşmasını umuyoruz.”
Karaçay: Hollanda’daki Türk iş insanları dernekleriyle ilişkiniz nasıl gelişiyor? Konsolosluk çatısı altında bir iş birliği mi hedefliyorsunuz, yoksa farklı bir yol mu izliyorsunuz?
Kramer:“Türk iş dünyası dernekleriyle iş birliği yapıyoruz ve üyelerini ziyaret ediyoruz. Onları, sorun yaşayan firmalar için 155 Vakfı ve KOBİ Enstitüsü (IMK) gibi kuruluşlarla tanıştırıyoruz. Amacımız Türk girişimcileri desteklemek. Hollandalı girişimcilere ise Türkiye’de iş yapma konusunda danışmanlık veriyoruz. Bu konuda da Türk hükümeti adına danışmanlık ve takip yapan Ethem Tokgözlü ile yakın çalışıyoruz.”
Karaçay: Hollanda’da büyüyen genç Türk nesille ilgili özel hedefleriniz var mı? Onlarla köprü kuracak ya da Türkiye ile bağlarını güçlendirecek projeler düşünüyor musunuz?
Kramer:“Genç nesil için NL/TR Business Network ile çalışıyoruz. Bu ağa üye olunabiliyor ve iki ayda bir toplantılar düzenleniyor. Toplantılarda çalışma hayatı, Türkiye gibi konular ele alınıyor. Ayrıca okul/üniversite programları üzerinde çalışıyoruz. Amacımız yaz değişim programları gibi projeleri hayata geçirmek.”
Karaçay: Sizce onursal konsolosluğun önceliği diplomatik temsil mi olmalı, yoksa daha çok sosyo-kültürel iş birliği mi?
Kramer:“Ben kendimi bir ‘diplomat’ olarak görmüyorum ve bu şekilde çalışmak da istemem. Ben bağ kuran bir girişimciyim. Görevimi daha çok iş dünyası ve sosyo-kültürel iş birliği kapsamında görüyorum. Bu da diplomatik dünyaya güzel bir katkıdır.”
Karaçay: Türk toplumu çok çeşitli bir yapıdan oluşuyor. Sadece iş insanları değil, sanat-kültür dünyasından kişiler ve çeşitli sorunlar yaşayan göçmenler de buna dahil. Konsolosluk bu çeşitliliğe nasıl yaklaşıyor?
Kramer: “Konsolosluk olarak dört ana alan belirledik:
*Türkiye ve Hollanda arasında iş dünyası bağlantıları
*Sanat ve kültür
*Hollanda-Türkiye arası öğrenci değişimi
*Kadın güçlendirme (Türk kadın hareketleriyle iş birliği)”
Karaçay: Medyayla olan ilişkinizi nasıl şekillendirmeyi planlıyorsunuz? Topluma düzenli olarak bilgi vermeyi düşünüyor musunuz?
Kramer:“Bağımsız medya bizim için çok önemli ve iş birliğine açığız. Onursal Konsolosluk olarak Türk toplumuna yardımcı olmak istiyoruz. Toplum içindeki bölünmeler, hedeflere ulaşmayı zorlaştırıyor. Konsolosluk, sosyal medya ve internet sitesi üzerinden aktif olarak faaliyetlerini duyuruyor. Ne yaptığımızı ve neyi önemsediğimizi (çevrim içi olarak da) göstermeyi önemsiyoruz.”
Karaçay: Konsolosluk faaliyetlerinde toplumdan gönüllü destek almayı planlıyor musunuz? Komisyonlar ya da danışma kurulları oluşturmayı düşünüyor musunuz?
Kramer: “Onursal Başkonsolosluk bir kamu görevi değil, bir onur görevdir. Bu yüzden toplumdan gelecek yardımlar her zaman memnuniyetle karşılanır. Komisyon ya da danışma kurulu kurmak gibi bir planımız yok; ancak işimizi daha iyi yapmak için bazı alanlarda kurum ve kuruluşlardan danışmanlık alıyoruz.”
Karaçay: Hollanda’daki iş dünyasındaki başarılarınız biliniyor. Diplomasi alanında da benzer bir başarı hedefliyor musunuz?
Kramer:“Daha önce de belirttiğim gibi ben bir diplomat değilim, ama işimde diplomasiye yer veriyorum. Genelde Onursal Konsoloslar yılda birkaç faaliyetle yetinir. Ben ise bir girişimci olarak aktif bir konsolosluk yürütmek istiyorum. Türk ve Hollanda kurumları, hükümetleri ve iş dünyaları arasında bağ kurmak istiyorum. Tecrübelerime göre yapılacak çok iş var. Herkesi memnun etmek mümkün olmasa da iyi bir Onursal Konsolos olmak için elimden geleni yapmaya kararlıyım.”
Karaçay: Bahsetmediğimiz ama paylaşmak istediğiniz başka projeler var mı?
Kramer:“Şu anda Türk-Hollanda Haring Partisi’nin ilkini düzenlemek için çalışıyoruz. Bu etkinlikte Türk ve Hollandalı iş insanları bir araya gelecek. Ayrıca öğrenci değişimi gündemimizde ve Türkçeye daha fazla dikkat çekmek istiyoruz. Kadın programımızda kadın güçlenmesi ve entegrasyon konularını öne çıkarıyoruz. Türk sanat ve kültürüne odaklanıyoruz. Yakın zamanda Utrechtli sanatçı Semiramis Öner’in İstanbul’daki sergisine dikkat çekmek için oradaydım. Ayrıca Emin Batman’ın House of All Vakfı’nın projesine de destek veriyoruz.”
Karaçay: Çok teşekkür ederim. Okurlarımla ve vatandaşlarımızla paylaşmak istediğiniz başka bir konu var mı?
Kramer:“Web sitemiz – www.hcgturkije.nl – üzerinden okurlar, yaptığımız faaliyetleri çevrim içi olarak takip edebilir.”
Karaçay: Son olarak okurlarıma ne söylemek istersiniz?
Kramer:“Birlikte çalıştıkça toplum olarak daha ileri gideriz. Kutuplaşmanın arttığı bu dönemde, birbirimize her zamankinden daha fazla ihtiyacımız var. Umarım ben de Onursal Konsolosluk aracılığıyla bu sürece katkı sunabilirim.”
Karaçay: Çok teşekkür ederim.
Kramer:“Ben de bu keyifli röportaj için size çok teşekkür ederim. Başlangıçta zorluklar yaşamış olsak da, hem siz hem ben iyi bir ilişki kurmanın önemini gördük. Sizi daha iyi tanımaktan dolayı minnettarım.”
Titus Kramer, Vatikan’daki tüm çiçek düzenlemelerinden sorumlu müteahhit olarak görev yapmaktadır. Yaptığı titiz ve estetik çalışmalardan son derece memnun kalan merhum Papa, bir ziyareti esnasında Kramer’e özel bir teşekkür sunma arzusuyla onu huzuruna davet etti. Bu anlamlı buluşmada, ikili bir araya gelerek samimi bir şekilde el sıkıştı.
(Kramer’in Vatikan ilişkilerini en alttaki haberimde bulacaksınız)
*******************************
Üstteki röportajın Hollandacasını hemen altta bulacaksınız. En altta da Titus Kramer hakkında daha önce yayınlamış olduğum bir haberi yeniden tekrarlıyorum.
Het Nederlandstalige interview hierboven vindt u direct hieronder. Helemaal onderaan herhaal ik ook een eerder gepubliceerd nieuwsbericht over Titus Kramer.
*********************
HONORAİRE CONSULAAT AMERSFOORT BEGON WAT STROEF, MAAR STAAT NU OP DE RAİLS
*Na een periode van opbouw en aanpassing lijkt het Honoraire Consulaat van Amersfoort nu zijn ritme te hebben gevonden.
*Hoewel er in de beginfase enkele moeilijkheden werden ervaren, functioneert het consulaat inmiddels gestructureerd en doelgericht.
*Het consulaat is klaar om zijn diensten uit te breiden en de band met de lokale gemeenschap te versterken.
*Titus Kramer, een bekende naam uit het Nederlandse bedrijfsleven, lost de knelpunten binnen het Ereconsulaat van Amersfoort stap voor stap op.
*De consulaire leiding is vastbesloten om constructieve dialogen aan te gaan met alle lagen van de samenleving.
*Relaties met een breed scala aan partijen van het bedrijfsleven tot academici, van mensenrechtenverdedigers tot NGO’s en de media zullen op regelmatige basis besproken worden.
Interview: İlhan KARAÇAY
Vandaag wil ik belangrijke ontwikkelingen met u delen over het Honoraire Consulaat van Amersfoort, dat ik eerder bij diverse gelegenheden onder de loep heb genomen en soms ook met opbouwende kritiek heb benaderd.
Zoals u zich wellicht herinnert, stond dit nieuwe consulaat de afgelopen tijd zowel op de agenda van de Turks-Nederlandse gemeenschap als van enkele andere belanghebbenden in Nederland. De opstartfase werd gekenmerkt door enkele knelpunten en communicatieproblemen, die ik als journalist nauwgezet heb gevolgd en met u heb gedeeld.
Vandaag presenteer ik echter een geheel ander beeld.
Onlangs had ik een uitgebreid gesprek met Titus Kramer, een gerespecteerd figuur in het Nederlandse bedrijfsleven en de huidige Ereconsul van Amersfoort. In eerdere artikelen heb ik al met lof over hem geschreven en met name zijn zakelijke successen belicht. Deze keer bespraken we in een persoonlijk onderhoud in alle openheid tal van onderwerpen met betrekking tot het consulaat.
Wij hebben onze Honoraire consul, Titus Kramer (links), samen met zijn secretaris Mehmet Keskin (midden), ontmoet bij het Witte Bergen Hotel-Restaurant aan de kant van de snelweg bij Hilversum.
In dit artikel deel ik niet alleen de details van dat gesprek, maar ook een brief die ik speciaal voor u heb opgesteld. Het is wellicht een wat langere tekst, maar naar mijn mening zeer de moeite waard vanwege de inhoud en de benadering. Ik hoop dan ook dat u de tijd neemt om deze te lezen.
Na deze brief zal ik uitgebreid verslag doen van de antwoorden die Titus Kramer gaf op mijn vragen en kritiekpunten, evenals de stappen die hij voornemens is te zetten en de veranderingen die reeds binnen het consulaat zijn doorgevoerd.
Beste lezers en waardevolle vrienden,
Sommigen noemen hem “een zegen van God”, anderen “een product van de natuur”; maar de mens is een wezen dat zich in deze wereld staande probeert te houden tussen ongelijke omstandigheden, soms overgeleverd aan het lot, soms aan zijn eigen keuzes. Wij mensen, die trots zijn op ons verstand maar vaak de waarde ervan niet erkennen, nemen in het grote toneelstuk dat het leven is vaak een vorm aan die past bij onze omstandigheden en positie.
Sommigen van ons leven in weelde, anderen worstelen met armoede. Er zijn zowel gezonde mensen als mensen die vechten tegen ziekte. Sommigen leven in overvloed, anderen in de schaduw van tekort. Er zijn mensen met een titel en mensen zonder… Van president tot wijkagent, van professor tot leraar, van advocaat tot politieagent, van officier tot ingenieur — velen dragen een functie binnen de samenleving. En ja, onder al die functies bevinden zich ook wij, de journalisten.
Maar ook deze titel wordt, net als vele andere, soms met eer en soms helaas zonder verantwoordelijkheid gedragen. Er zijn journalisten die hun pen gebruiken in overleg met hun geweten en die het goede durven benoemen als goed en het verkeerde als verkeerd. Maar er zijn er ook die de waarheid verdraaien en schrijven ten bate van hun eigen belang. Vandaag wil ik mij tot u richten als iemand die probeert recht te doen aan de titel ‘journalist’.
Zoals ik al vaak heb aangegeven, beoefen ik dit vak al bijna zestig jaar met eerlijkheid, objectiviteit en moed. Mijn hele leven heb ik mij niet aangesloten bij een politieke stroming, ideologie, identiteit of kleur. Hoewel ik ben opgegroeid in een familie met wortels in de CHP, heb ik mij nooit aangesloten bij een partij of organisatie. Ik geloof namelijk dat journalistiek alleen oprechte dienst kan doen aan de samenleving als zij haar afstand bewaart.
Mijn liefde voor Beşiktaş draag ik al sinds mijn jeugd, maar in mijn sportjournalistiek heb ik altijd geprobeerd objectief te blijven. Ik volgde de Beşiktaş Vereniging in Nederland, maar werd nooit lid. Ik ben trots op mijn Alevitische identiteit en draag mijn geloof met respect, maar heb mij nooit aangesloten bij een Alevitische vereniging. Want ik geloof dat echte neutraliteit niet betekent dat je je afkomst verbergt, maar dat je zonder deze op te dringen aan anderen iedereen gelijk behandelt.
Een ander voorbeeld: hoewel ik een van de oprichters was van de Unie van Turkse Reisagenten in Nederland, werd ik daar geen lid van. Want de ware identiteit van een journalist komt niet voort uit lidmaatschap, maar uit trouw aan principes. Oprichter zijn is één ding, onafhankelijk blijven iets anders.
Ook bij het schrijven van dit artikel houd ik mij aan dezelfde gevoeligheid. Mijn pen neigt nooit naar links of rechts. De enige richting die mijn pen kent, is die van de waarheid. Zoals het bekende gezegde luidt: “Ik ben geen rechtse, ik ben geen linkse… ik ben een voetballer, een voetballer.”
Op dit punt wil ik ook met openhartigheid het volgende uitspreken: terwijl ik mijn principe van onpartijdigheid blijf hanteren, heb ik in mijn artikelen over personen en instellingen waarvoor ik sympathie voel, natuurlijk een genuanceerde toon aangenomen. Maar zelfs in mijn artikelen over personen en instellingen waarvoor ik antipathie voel, ben ik nooit kwaadwillig geweest. Wanneer kritiek nodig was, heb ik die geuit zonder de grenzen te overschrijden, maar met de nodige scherpte. Ik heb geen lofzangen geschreven voor vrienden, noch heb ik geprobeerd om mensen waarmee ik afstand houd zwart te maken.
Net zoals in mijn eerdere artikelen over het Ereconsulaat van Turkije, dat de afgelopen maanden in Nederland van start is gegaan…
Deze nieuwe vertegenwoordiging, geopend in de wijk Woudenberg in de stad Amersfoort, trok vanaf de eerste dag de aandacht van de gemeenschap. De houding en benadering van ereconsul Titus Kramer, die de diplomatieke vertegenwoordiging van Turkije op zich zal nemen, en zijn team, werden vanzelfsprekend nauwlettend gevolgd. Als journalist voelde ik dan ook de verantwoordelijkheid om mijn observaties en evaluaties over deze nieuwe structuur, waar het publiek nieuwsgierig naar is, te delen.
In mijn eerste artikelen sprak ik over bepaalde gedragingen en communicatieproblemen van zakenman Titus Kramer en zijn team die niet strookten met diplomatieke gebruiken. Want deze functie is niet zomaar een kantoor; het brengt ook een serieuze verantwoordelijkheid met zich mee als vertegenwoordiger van Turkije, en als aanspreekpunt voor onze burgers. Het was dan ook te verwachten dat de eerste indruk zorgvuldig en evenwichtig zou zijn. Vanuit die gevoeligheid heb ik mijn pen gehanteerd.
Eerlijk gezegd verwachtte ik felle of kwetsende reacties op mijn kritiek. Maar integendeel, van Titus Kramer en zijn team kwam een bijzonder beleefde, volwassen en constructieve benadering. Deze houding verraste en verheugde mij. Een open houding ten opzichte van kritiek en het waarderen van dialoog is iets wat een journalist weet te waarderen.
Na deze positieve benadering schreef ik vervolgens een artikel waarin ik de successen, relaties en reputatie van Titus Kramer in de Nederlandse zakenwereld belichtte. Want objectiviteit is niet alleen mogelijk door kritiek, maar ook door erkenning te geven waar dat terecht is. Maar in plaats van een bedankje op dit constructieve artikel te ontvangen, begon er een lange periode van stilte. Ook op de interviewvragen die ik had gestuurd, kwam geen reactie.
De reden voor deze afstand was noch gekwetstheid, noch arrogantie… Gaandeweg begreep ik dat de twijfels die waren ontstaan door het eerste contact, niet volledig waren verdwenen. Op dat punt begonnen dankzij de inzet van gezamenlijke vrienden de verhoudingen te ontdooien. In een sfeer van gezond verstand en wederzijds begrip kwamen we samen. Deze ontmoeting, die persoonlijk plaatsvond, werd een constructieve samenkomst waarin vooroordelen plaatsmaakten voor open communicatie.
Tijdens ons gesprek voelde ik opnieuw dat er sterke signalen zijn dat Titus Kramer deze belangrijke taak met ernst, verantwoordelijkheid en een zich met de tijd ontwikkelende volwassenheid kan vervullen. Ik zag in hem de wilskracht en de capaciteiten om deze missie naar behoren te dragen.
Aan het einde van de ontmoeting maakten we samen een herinneringsfoto. Ik overhandigde hem opnieuw mijn interviewvragen, dit keer in een warmere sfeer. De heer Kramer gaf dit keer oprecht, open en verhelderende antwoorden.
INTERVIEW
Nu is het tijd voor de antwoorden op de vragen die ik stelde aan de Honoraire Consul Titus Kramer.
Hier zijn de vragen en antwoorden:
Karaçay: Meneer Kramer, we hadden een prettige eerste kennismaking, gevolgd door minder prettige correspondentie. Toch weet ik dat u, net als ik, een persoon bent die zich inzet voor het welzijn van de samenleving. Daarom geef ik u eerst geen vraag, maar de gelegenheid om onze eerdere interacties vanuit uw perspectief te evalueren.
Kramer: “Het is voor mij altijd belangrijk om eerst personen beter te leren kennen en te begrijpen alvorens ik op situaties in kan en wil gaan, daarom heb ik op een aantal berichten niet kunnen reageren en heb ik de rust proberen te bewaren uit respect voor alle personen die het aan gaat. Bij de start van het honorair consulaat kwam er uit de gemeenschap veel over ons heen, dit bevestigde dat er een grote behoefte is aan het instituut Honorair Consul-Generaal, we hebben getracht ons direct professioneel in te zetten om onze doelen te kunnen bereiken, hierbij heb ik hulp gekregen van Mehmet Keskin en Seyit Seme.”
Karaçay: Het feit dat uw consulaat zich in hetzelfde gebouw bevindt als uw privébedrijf, wordt door sommige kringen bekritiseerd. Men suggereert dat dit kan leiden tot verwarring tussen zakelijke en diplomatieke belangen. Hoe bewaakt u hierin de balans?
Kramer: “Een Honorair Consulaat is geen overheids Consulaat, als Honorair Consul vertegenwoordig je een land vanuit je eigen werkterrein, veel Honorair Consuls zijn gevestigd in hun eigen werkomgeving om zodoende gebruik te kunnen maken van de interne logistiek bij activiteiten van het consulaat, een Honorair Consul wordt niet betaald; het kost geld! Vanuit mijn perspectief stop ik liever geld in de doelen die we willen bereiken voor de gemeenschap dan het huren van een andere locatie.”
Karaçay: Er zijn reacties gekomen van Turkse vrouwenorganisaties in Nederland op de organisatie die u binnen het consulaat hebt opgericht om de rechten van Turkse vrouwen te beschermen. Zou u hier geen wijziging in kunnen aanbrengen?
Bijvoorbeeld: Zou het niet verstandiger zijn om in plaats van zo’n interne structuur, bestaande vrouwenorganisaties actief te ondersteunen?
Wat is uw visie hierover?
Kramer: “Het Honorair Consulaat coördineert projecten, zet in principe zelfs niets op, we zijn in dit geval het aanspreekpunt voor vrouwenorganisaties die onze hulp kunnen gebruiken, aangezien vrouwen organisaties beter aangestuurd kunnen worden door vrouwen heeft Özlem Kaymaz zich beschikbaar gesteld om namens het consulaat dit te coördineren, zij kan samen met de andere vrouwenbewegingen uitvoering geven aan de programma’s het consulaat kan gebruikt worden als centrale meeting point.”
Karaçay: Ik denk dat uw uitleg hierover door de meeste mensen positief zal worden ontvangen. Als Turkse vrouwenorganisaties zich tot u wenden, wat voor soort ondersteuningsprojecten kunnen er dan worden ontwikkeld?
Kramer: “Er zijn inmiddels vrouwen organisaties benaderd en dat blijven we vanuit het consulaat ook doen, wij hopen door onze ondersteuning dat vrouwenbewegingen beter gepast hun doelen gaan bereiken.”
Karaçay: Hoe ontwikkelt zich uw relatie met de verenigingen van Turkse ondernemers in Nederland? Streeft u naar samenwerking onder het dak van het consulaat, of volgt u een andere koers?
Kramer: “We werken samen met de Turkse ondernemingsverenigingen en brengen bezoek aan hun leden, we brengen ze in contact met o.a. stichting 155 (voor bedrijven in problemen) en met IMK (Instituut Midden- en Kleinbedrijf), alles is er op gericht om de Turkse ondernemers verder te helpen en voor Nederlandse ondernemers adviseren wij hoe zaken te doen in Turkije daarin werken we nauw samen met oa. Ethem Tokgözlu welke namens de Turkse overheid adviezen en opvolging geeft.”
Karaçay: Heeft u specifieke doelen met betrekking tot de jonge generatie Turken die opgroeit in Nederland? Denkt u aan projecten om bruggen te slaan of hun band met Turkije te versterken?
Kramer: “Voor de jonge generatie werken we o.a. samen met NL/TR Business netwerk, een netwerk waar men lid van kan worden en waar twee maandelijkse bijeenkomsten geregeld worden waarin thema’s werken, Turkije etc aan de orde komen, daarnaast werken we aan school/universiteits programma’s waarbij we streven naar (zomer) uitwisselingsprogramma’s.”
Karaçay: Denkt u dat de prioriteit van het ereconsulaat ligt bij diplomatieke vertegenwoordiging of eerder bij sociaal-culturele samenwerking?
Kramer: “Ik denk niet dat ik als “diplomaat” mijn werk kan en moet doen, ik ben een verbinder ondernemer en zie mijn taak meer binnen een zakelijke sociaal-culturele samenwerking, een mooie toevoeging aan de diplomatieke wereld.”
Karaçay: De Turkse gemeenschap is zeer divers. Niet alleen ondernemers, maar ook mensen uit de kunst- en cultuurwereld en migranten met uiteenlopende problemen maken er deel van uit. Hoe gaat het consulaat om met deze diversiteit?
Kramer: “Het Consulaat heeft vanuit zijn functie 4 onderdelen gedefinieerd.
*Zakelijke verbindingen in Nederland en Turkije
*Kunst en Cultuur
*Uitwisseling studenten Nederland-Turkije
*Vrouwen Empowerment (samenwerking Turkse vrouwenbewegingen)
Karaçay: Hoe denkt u de relatie met de media vorm te geven? Gaat u regelmatig informatie met de gemeenschap delen?
Kramer: “Wij vinden een vrije vorm van media zeer belangrijk en werken graag samen, voor het Honorair Consulaat is het van belang dat de Turkse gemeenschap erbij geholpen wordt, het consulaat heeft behoefte aan ondersteuning en positieve berichtgeving, verdeeldheid in de gemeenschap maakt het behalen van doelen lastiger.
Het Honorair Consulaat zelf doet ook aan actieve berichtgeving op haar social media en website, we vinden het belangrijk om (online) te laten zien waar we voor staan.”
Karaçay: Heeft u plannen om bij consulaire activiteiten steun te krijgen van vrijwilligers uit de gemeenschap? Overweegt u commissies of adviesraden op te richten?
Kramer: “Aangezien een Honorair Consul-Generaal een ere consulaat is en geen vast beroep, is hulp vanuit de gemeenschap altijd gewenst, het ligt niet in de plan om commissies of adviesraden op te richten, om ons werk beter te kunnen doen vragen we op een aantal punten al advies aan de verschillende instanties en bedrijven.
Karaçay: Uw successen in de zakenwereld zijn algemeen bekend in Nederland. Heeft u ook plannen om succesvol te zijn op diplomatiek vlak?
Kramer: “Zoals al eerder geschreven ben ik geen diplomaat, dat betekent niet dat ik geen diplomatie toepas in mijn werkzaamheden, in veel gevallen zie je dat een Honorair Consul zich beperkt tot een aantal activiteiten per jaar, als ondernemer wil ik een aktief consulaat zijn die de juiste verbindingen kan leggen en de gemeenschap kan helpen met verbinding tussen Turkse en Nederlandse instituten, overheid en ondernemingen, uit ervaring blijkt dat er veel te doen is en dat we met elkaar tot betere resultaten kunnen komen en ook ik ben me ervan bewust dat ik het niet voor iedereen goed kan doen, maar de intentie om een goede Honorair Consul te zijn blijft.”
Karaçay: Zijn er toekomstige projecten die ik niet heb genoemd, maar die u graag met ons wilt delen?
Kramer: “We zijn op dit moment druk bezig met de eerste Turks/Nederlandse haringparty, een bijeenkomst waar Turkse ondernemers en Nederlandse ondernemers elkaar treffen, verder staat op de agenda uitwisseling van studenten, met daarbij gekoppeld meer aandacht voor de Turkse taal, we zijn aan het kijken hoe we de Turkse taal meer onder de aandacht kunnen brengen, ons vrouwen programma waarin centraal aandacht gevraagd wordt voor vrouwen empowerment&integratie, aandacht voor de Turkse kunst en cultuur, ik ben net terug om aandacht te vragen voor een prachtige tentoonstelling in Istanbul van mevrouw Semiramis Öner – een kunstenares uit Utrecht, we steunen een project van stichting House of All van Emin Batman.”
Karaçay: Heel hartelijk dank. Zijn er nog andere onderwerpen of projecten die u met mijn lezers en onze burgers wilt delen?
Kramer: “Via onze site – www.hcgturkije.nl – kunnen lezers online meekijken welke activiteiten we doen en waar we aandacht voor vragen.”
Karaçay: Wat zou u tot slot aan mijn lezers willen zeggen?
Kramer: “Door zoveel mogelijk samen te werken komen we als gemeenschap verder, in een tijd van polarisatie hebben we elkaar harder nodig dan ooit, ik hoop dat ik daar vanuit het Honorair Consulaat mijn steentje aan kan bijdragen.”
Karaçay: Hartelijk dank.
Kramer: “Ik wil u hartelijke bedanken voor het plezierige gesprek, onze start ging wat stroef maar zowel u als ik hebben het belang ingezien van een goede verstandhouding ik ben u dan ook dankbaar dat we elkaar beter hebben leren kennen!”
Titus Kramer is als aannemer verantwoordelijk voor alle bloemendecoraties in het Vaticaan. De overleden paus, die zeer tevreden was over het zorgvuldige en esthetische werk van Kramer, wilde hem tijdens een bezoek persoonlijk bedanken en nodigde hem uit voor een ontmoeting. Tijdens deze betekenisvolle bijeenkomst schudden de twee elkaar hartelijk de hand.
**********************************
TÜRKİYE’NİN HOLLANDA UTRECHT BÖLGESİ FAHRİ KONSOLOSU TİTUS KRAMER
(Haberin Hollandacası Türkçeden sonra Nederlandse versie van het bericht is onderaan)
Hollanda’da çok ünlü olan Titus Kramer ile ilk tanışmamız bir resepsiyonda gerçekleşmişti.
Türkiye’nin Utrecht (Amersfoort) Fahri Konsolosu olmak için başvuru yaptığını biliyordum.
Resepsiyondaki konuşmamızda, başvurusuna hâlâ cevap verilmediğini belirtirken, bunun nasıl çabuklaştırılabileceğini de sormuştu. Ben de kendisine, ‘Araştıracağım ve size döneceğim’ demiştim.
Bir süre sonra, 1 Ağustos 2024’te Ankara’dan olumlu cevap alan Kramer, Türkiye’de geçirdiği bir trafik kazasında ölümden döndü ve işe başlama ve açılışı 4 Ekim 2024’te yapabildi.
Titus Kramer’in Woudenberg’deki açılış törenindeki hoş olmayan görüntüler ve eleman seçimi konusunda ağır eleştirilerde bulunmuştum. Kravat takmayan kendisi ve üç elemanının yanı sıra elemanlarının yetersiz ve liyakatsız olduğunu vurgulamıştım. Bu eleştiriler üzerine Kramer ile yazıştık ve sonrasında yüz yüze görüştük. Karşılıklı hoşgörü ve medeni davranış göstererek barışmış olduk.
İşte şimdi, çok güzel ve önemli meziyetlere sahip olduğunu, araştırarak öğrendiğim Titus Kramer’in yaptıklarını ve yapacaklarını anlatmaya çalışacağım.
Ama önce, kendi anlatımıyla Titus Kramer:
“Çeşitli sektörlerde hissedar, girişimci ve danışma kurulu üyesi olarak aktif bir şekilde çalıştım ve çalışıyorum. Bu sektörler arasında telekomünikasyon (Baron), leasing sektörü (ProfiLease), IT (Hands Group/OSA Software) yer almaktadır. Kendi iş deneyimlerimden yola çıkarak, devamsızlık ve iş sağlığı hizmetleri konusunda hisse sahibi ve Galliata Grubu BV’nin yönetim kurulu başkanı olma motivasyonum oluştu. “İş sağlığı dünyasından başlayarak, önleme, hastalık devamsızlığı ve yeniden entegrasyon alanlarında daha iyi hizmet sunmak büyük bir meydan okuma oldu.
Galliata’da (Capability) yönetim kurulu başkanı olarak görev yaptığım dönemde, küçük işletmelerin (KOBİ’ler) devamsızlığın etkileri, bununla nasıl başa çıkılacağı ve hem işveren hem de çalışan için devamsızlığı nasıl iyi bir şekilde sonlandıracağı konusunda hiçbir fikirlerinin olmadığını fark ettim. Pratikte, KOBİ’lerin devamsızlığın etkileri, finansal sorunlar, iş yükü ve şirket içindeki atmosferin değişmesi nedeniyle batmakta olduğunu gördüm.
Bu nedenle www.Preventh.nl sigorta şirketini kurdum (KOBİ’ler için eksiksiz devamsızlık bakım sigortası). Bu sigorta, devamsızlığın önlenmesine ekstra dikkat eder, hem işveren hem de çalışan için devamsızlık (iş sağlığı) konusunda aktif yardım sağlar ve yeniden entegrasyon sırasında süreçleri hızlandırmak ve iyileştirmek için Preventh araçları sunar. Tüm bunlar tek bir fiyat altında sunulmaktadır.
Yaklaşımımızla, işvereni ve çalışanı aktif hale getirerek daha düşük primler ve daha az devamsızlık sağlıyoruz”
Türkiye’nin Fahri Konsolosluğu, Titus Kramer’in, Woudenberg’teki şatosunda yer alıyor.
Kramer, kendisini çok kısa anlatmış.
İşte, şimdi benim araştırarak yazdığım Titus Kramer.
Yazımın sonunda yazmam gereken yorumu önceden yazıyorum. Diğer bilgiler daha sonra:
Titus Kramer’in Türkiye’nin Utrecht (Amersfoort) Fahri Konsolosluğu görevini yerine getirirken, Türkiye’nin çıkarlarına zarar vermeden çalışabileceği konusunda birkaç önemli faktörü değerlendirmem gerekiyor.
Titus Kramer’in iş dünyasında geniş bir deneyime sahip olduğu, özellikle iş sağlığı, güvenliği ve turizm sektörlerinde başarılı projeler yürüttüğü bilinmektedir. Corendon Tourism Group gibi büyük bir kuruluşun parçası olarak Türkiye’de yatırımları ve faaliyetleri bulunmaktadır. Bu deneyimler, Kramer’in diplomatik görevlerini yerine getirirken profesyonel bir yaklaşım sergileyebileceğini göstermektedir.
Kramer’in Türkiye ile olan güçlü ticari bağları, onu bu görev için daha uygun hale getirmektedir. Türkiye’de yatırımları bulunan bir iş adamı olarak, ülkenin ekonomik ve kültürel çıkarlarını koruma ve geliştirme konusunda motive olduğu söylenebilir. Bu durum, Türkiye’ye zarar vermeden konsolosluk görevini yerine getirme olasılığını artırmaktadır.
Fahri konsolosların rolü genellikle ekonomik, ticari, kültürel ve bilimsel ilişkileri geliştirmek üzerine odaklanır. Kramer’in mevcut ticari ağları ve Türkiye ile olan bağlantıları, bu tür görevleri etkin bir şekilde yerine getirmesine yardımcı olabilir. Ayrıca, fahri konsolosluk görevleri genellikle diplomatik olmayan, destekleyici roller içerir, bu da Kramer’in uzmanlık alanlarına uygun düşmektedir.
Titus Kramer, az sonra açıklık kazandıracağım, Corendon Foundation Başkanlığı ve diğer sosyal sorumluluk projeleriyle tanınmaktadır. Bu tür projeler, onun toplumda ve iş dünyasında güvenilir ve saygın bir figür olduğunu göstermektedir. Bu güven ve itibar, diplomatik ilişkilerde olumlu bir etki yaratabilir.
Her ne kadar Kramer’in iş dünyasında başarılı ve güvenilir olduğu bilinse de, diplomatik görevlerin doğası gereği bazı zorluklar ve çıkar çatışmaları yaşanabilir. Ancak, Kramer’in mevcut tecrübesi ve Türkiye ile olan ilişkileri göz önüne alındığında, bu tür zorlukları aşma konusunda yetkin olabileceğini söylenebilirim.
Titus Kramer’in, Türkiye’nin Utrecht (Amersfoort) Fahri Konsolosluğu görevini, Türkiye’ye zarar vermeden başarılı bir şekilde yerine getirebileceği konusunda iyimserlik taşıyorum. Onun geniş iş deneyimi, Türkiye ile olan ticari bağları ve sosyal sorumluluk projelerindeki aktif rolü, bu görevi etkin bir şekilde sürdürebileceğine dair güçlü göstergelerdir. Ancak, her diplomatın karşılaşabileceği potansiyel zorlukları göz önünde bulundurmak da önemlidir.
Şimdi gelelim, Titus Kramer’in diğer meziyetlerine:
Titus Kramer, Hollanda’nın iş dünyasında tanınmış bir girişimci ve Türkiye’nin Utrecht (Amersfoort) Fahri Konsolosu olarak görev yaparken, kendisinin doğum tarihi ve aile geçmişi hakkında spesifik bilgilere ulaşmak zor olsa da, Kramer’in iş dünyasındaki başarıları ve diplomatik görevleri onun ailesinden aldığı değerler ve eğitimle şekillendiğini göstermektedir.
Kramer, genç yaşlardan itibaren iş dünyasına ilgi duymuş ve bu alanda kendini geliştirmek için çeşitli eğitimler almıştır. İş sağlığı ve güvenliği alanında uzmanlaşarak kariyerine başlayan Kramer, bu alandaki girişimcilik faaliyetleriyle dikkat çekmiştir. Arbo-ondernemer (iş sağlığı ve güvenliği girişimcisi) olarak birçok projede yer almış ve iş sağlığı alanında önemli katkılarda bulunmuştur.
Kramer’in kariyerindeki önemli dönüm noktalarından biri, Corendon Foundation’ın başına geçmesi olmuştur. Corendon Foundation, sosyal sorumluluk projeleri ve kültürel etkinlikler ile bilinen bir vakıftır. Kramer, bu vakıf aracılığıyla çeşitli sosyal ve çevresel projelere destek vermektedir. Ayrıca, Corendon Tourism Group’un bir parçası olarak Türkiye’de ve diğer ülkelerde turizm sektöründe de aktif rol almaktadır. Corendon Hotels & Resorts kapsamında Türkiye’de Grand Park Lara ve Corendon Playa Kemer gibi otelleri işletmektedir.
Titus Kramer, konsolosluk görevinde ekonomik, ticari, kültürel ve bilimsel ilişkileri teşvik ederek, Türkiye’nin çıkarlarını koruyacaktır. Kendisinin Türkiye ile olan güçlü ticari bağları ve Hollanda’daki iş dünyasındaki deneyimi, bu rolü etkin bir şekilde yerine getirmesine olanak tanımaktadır.
Kramer, iş dünyasındaki başarılarının yanı sıra, sosyal sorumluluk projelerine verdiği önemle de tanınmaktadır. Corendon Foundation aracılığıyla yürüttüğü projeler, onun topluma ve çevreye olan duyarlılığını göstermektedir. İş dünyasındaki profesyonel yaklaşımı ve sosyal sorumluluk konusundaki duyarlılığı, onun geniş bir çevrede saygınlık kazanmasını sağlayacaktır.
Titus Kramer, Türkiye’de yatırım yapan ve Corendon Foundation’ın başında olan bir iş adamı olarak, özellikle turizm sektöründe aktif bir yer almakta ve Türkiye’de birkaç otel işletmektedir. Corendon Hotels & Resorts’un bir parçası olarak faaliyet gösteren otelleri arasında, Antalya’daki Grand Park Lara ve Corendon Playa Kemer bulunmaktadır. Bu oteller, genellikle lüks hizmetler sunmakta ve aile dostu konseptlere sahip olmalarıyla bilinmektedir.
Corendon Foundation, sosyal sorumluluk projeleriyle de öne çıkmaktadır. Bu vakıf, çeşitli sosyal ve çevresel projelere destek vermekte ve toplum üzerinde pozitif bir etki yaratmayı amaçlamaktadır.
Corendon Vakfı, Kraliyet Konservatuarı’nın en iyi yeteneklerini destekliyor
Kraliyet Konservatuarı, Corendon Vakfı’nın yeni ortağı olmasından mutluluk duyuyor. Corendon Vakfı, doğal afetler veya savaşlar gibi son derece zor koşullarla karşı karşıya kalan yetenekleri destekliyor. Corendon Vakfı’nın desteğiyle eğitimlerine devam edebiliyorlar.
Corendon Vakfı Başkanı Titus Kramer, bu konuda şunları söylüyor: : “Corendon Vakfı olarak en zor koşullarda bile eğitimin ve yaratıcılığın gücüne inanıyoruz. Birlikte, yeteneklere, karşılaştıkları zorluklar ne olursa olsun müzik ve dansa olan tutkularını geliştirmeye devam edebilecekleri ve hayallerinin peşinden koşabilecekleri bir platform sağlamaya çalışıyoruz.’
Dünyanın her yerinden öğrenciler Lahey Kraliyet Konservatuarı’nda bir araya geliyor. En üst düzeyde müzik çalmak veya dans etmek için eğitilirler. Kraliyet Konservatuarı’nın birçok mezunu şu anda dünyanın en iyi müzisyenleri ve dansçıları arasında yer alıyor. “
Corendon Vakfı Hakkında
2011 yılında Atilay Uslu tarafından kurulan Corendon Vakfı, yerel projeleri destekleyerek tatil destinasyonlarını iyileştirmeye ve daha sürdürülebilir hale getirmeye kendini adamış bağımsız bir vakıftır. Vakıf, otel ortakları, STK’lar ve yerel yönetimlerle birlikte çalışmaktadır. Destek, Corendon çalışanlarının mali katkıları ve zaman ve uzmanlık taahhüdünden oluşur. Vakıf, sürdürülebilir girişimlere yatırım yaparak hem yerel sakinler hem de Corendon müşterileri için yaşanabilir destinasyonlara katkıda bulunuyor.
Titus Kramer, iş dünyasında elde ettiği başarılar ve Türkiye’nin Utrecht (Amersfoort) Fahri Konsolosu olarak üstlendiği görevle, her iki ülke arasında önemli bir köprü görevi yapacaktır.
Onun kariyerindeki başarıları ve sosyal sorumluluk projelerine olan bağlılığı, hem Hollanda’da hem de Türkiye’de olumlu bir etki yaratacaktır. Kramer’in profesyonel ve kişisel değerleri, onun bu görevde Türkiye’ye zarar vermeden, aksine fayda sağlayarak çalışabileceğini göstermektedir.
PAPA’YI ZİYARET
Titus Kramer, Hollanda’da ve uluslararası alanda çeşitli etkinliklere ve yardım projelerine de katılmaktadır. Örneğin, Vatikan’daki Aziz Petrus Meydanı’nın, her yıl Hollanda çiçekleriyle süslenmesi etkinliğine katkıda bulunan önemli kişilerden biridir. Bu tür etkinliklere yaptığı katkılar, kültürel ve dini etkinliklere verdiği önemi göstermektedir.
Ayrıca, Titus Kramer’in Hollanda’da ve uluslararası düzeyde tanınmış çeşitli ödüller aldığı ve saygın bir konuma sahip olduğu bilinmektedir. Onun bu tür etkinliklere katılımı ve desteği, sosyal sorumluluk ve hayırseverlik konusundaki bağlılığını da ortaya koymaktadır.
Titus Kramer, içinde bulunduğumuz yılın 05 Nisan günü, Çiftçi Partisi Lideri Caroline van der Plas, zamanın Dışişleri Bakanı Hugo de Jonge ve birkaç siyasi kişilikle birlikte, Paskalya vesilesiyle, Hollanda çiçekçilik sektörü tarafından her yıl düzenlenen etkinliğe katılmak üzere Roma’ya gitmişti. Papa Franciscus ile görüşenler arasında bulunan Karmer, bu etkinlikte Arbo (iş sağlığı ve güvenliği) girişimcisi olarak tanımlanmıştı. Kramer’in, bu rolüyle hem Hollanda’da iş dünyasında hem de Türkiye Fahri Konsolosu olarak diplomatik ilişkilerde önemli bir konuma sahip olduğu anlaşılıyor.
Titus Kramer için söyleyebileceğim son sözlerim şu olur:
Çok yönlü ve çok başarılı ve de deneyimli bir iş adamı.
İş dünyasının tüm kurallarını biliyor ve uyguluyor.
FAHRİ KONSOLOS VE KONSOLOSLUK NE YAPAR?
Fahri Konsoloslar ve konsolosluk, kendilerine verilen bu ulvi görevi şöyle yaparlar:Bir Fahri Konsolos, görevini gönüllü olarak ve genellikle tam zamanlı bir iş olarak yapmayan bir diplomattır. Genellikle bulunduğu ülkenin vatandaşı olan veya o ülkeyle güçlü bağları olan kişiler arasından seçilir. Fahri Konsolosların görev ve sorumluluklarını ve bu görevin önemini şu şekilde yorumlayabiliriz:
Fahri Konsoloslar, kendi ülkelerini bulundukları ülkede temsil ederler. Kültürel, ticari ve diplomatik etkinliklerde yer alarak ülkelerini tanıtırlar.
İki ülke arasındaki dostane ilişkileri güçlendirmeye çalışırlar. Ticaret ve yatırım fırsatlarını teşvik ederler. İş insanlarını, yatırımcıları ve ticari heyetleri destekleyerek iki ülke arasındaki ekonomik ilişkilerin gelişmesine katkı sağlarlar. Kendi ülke vatandaşlarına yardım ve destek sağlarlar. Bu, pasaport yenileme, vize işlemleri, hukuki danışmanlık gibi hizmetleri kapsayabilir.
Kendi vatandaşlarının haklarını ve çıkarlarını korumaya çalışırlar.
Kültürel etkinlikler düzenleyerek ülkeler arasındaki kültürel bağı güçlendirirler.
Eğitim programları, burslar ve öğrenci değişim programları ile iki ülke arasındaki eğitim işbirliğini desteklerler.
Fahri Konsoloslar, diplomatik ilişkilerin güçlenmesine yardımcı olurlar. Resmi diplomatik misyonların olmadığı veya sınırlı olduğu yerlerde önemli bir rol oynarlar.
Doğal afetler, siyasi krizler veya diğer acil durumlarda kendi ülke vatandaşlarına ve bulundukları ülkeye destek sağlarlar.
İki ülke arasında kültürel ve ekonomik bir köprü görevi görürler. Bu, hem ülkeler arası anlayışı artırır hem de ekonomik kazançlar sağlar.
Bazı durumlarda, bir ülkenin başka bir ülkede resmi büyükelçiliği veya konsolosluğu bulunmayabilir. Fahri Konsoloslar bu boşluğu doldurarak temel konsolosluk hizmetlerini sağlarlar.
Fahri Konsoloslar, diplomatik ve ekonomik ilişkilerin geliştirilmesinde, kültürel anlayışın artmasında ve kendi vatandaşlarının ihtiyaçlarının karşılanmasında önemli bir rol oynarlar. Bu gönüllü pozisyon, ülkeler arası ilişkilerin daha güçlü ve verimli olmasına katkı sağlar.
Hem ticari ilişkiler konusunda hem de konsolosluk işlemlerini yerine getirme noktasında çok önemli olan Fahri konsolosluk, ülkeler arası olan önemli işlemlerinin yapılması konusunda görevi bulunan bir kurumdur.
Ülkeler, Başkonsolosluk açamadığı dünya şehirlerinde, saygın olan gönüllüler bularak, bu görevi bahşederler.
****************************
TITUS KRAMER, HONORAIR CONSUL
VAN TURKIJE IN NEDERLAND
Mijn eerste ontmoeting met de beroemde Titus Kramer in Nederland vond plaats tijdens een receptie. Ik wist dat hij had gesolliciteerd voor de functie van Honorair Consul van Turkije in Utrecht (Amersfoort). Tijdens ons gesprek op de receptie vertelde hij dat hij nog steeds geen antwoord had ontvangen op zijn sollicitatie en vroeg hoe dit proces kon worden versneld. Ik beloofde hem dat ik het zou onderzoeken en hem zou informeren.
Na een tijdje kreeg Kramer op 1 augustus 2024 een positief antwoord uit Ankara. Kort daarna overleefde hij ternauwernood een verkeersongeluk in Turkije en kon hij op 4 oktober 2024 beginnen met zijn nieuwe functie en de openingsceremonie houden.
Tijdens de openingsceremonie in Woudenberg heb ik stevige kritiek geuit op de selectie van zijn medewerkers en de presentatie. Naast het feit dat hij en zijn drie medewerkers geen stropdas droegen, benadrukte ik ook dat zijn team incompetent en niet gekwalificeerd was. Na deze kritiek wisselden Kramer en ik schriftelijke correspondentie en ontmoetten we elkaar vervolgens persoonlijk. We bereikten een vreedzame oplossing door wederzijds begrip en beleefd gedrag te tonen.
Nu wil ik graag vertellen over de indrukwekkende kwaliteiten en de toekomstige plannen van Titus Kramer, die ik na grondig onderzoek heb leren kennen.
Maar eerst, in zijn eigen woorden, Titus Kramer: “Ik ben actief geweest als aandeelhouder, ondernemer en lid van verschillende adviesraden in verschillende sectoren, waaronder telecommunicatie (Baron), leasing (ProfiLease), en IT (Hands Group/OSA Software). Vanuit mijn eigen werkervaringen raakte ik gemotiveerd om aandeelhouder en voorzitter van de raad van bestuur van Galliata Groep BV te worden op het gebied van verzuim- en arbodiensten. De uitdaging was om betere diensten te bieden op het gebied van preventie, ziekteverzuim en re-integratie. Tijdens mijn periode als voorzitter van de raad van bestuur bij Galliata (Capability), realiseerde ik me dat kleine en middelgrote ondernemingen (MKB’s) geen idee hadden hoe ze met de gevolgen van verzuim om moesten gaan. In de praktijk zag ik dat MKB’s failliet gingen door de financiële problemen, de werkdruk en de veranderde sfeer binnen het bedrijf als gevolg van verzuim. Daarom richtte ik www.Preventh.nl op, een verzekeringsmaatschappij die zich richt op volledige verzuimzorg voor MKB’s. Deze verzekering besteedt extra aandacht aan preventie, biedt actieve hulp bij verzuim (arbo) voor zowel werkgever als werknemer, en versnelt en verbetert de re-integratieprocessen met de tools van Preventh. Dit alles wordt aangeboden tegen een vaste prijs. Met onze aanpak zorgen we voor lagere premies en minder verzuim door zowel werkgever als werknemer actief te betrekken.”
Het Honoraire Consulaat van Turkije is gevestigd
in het kasteel van Titus Kramer in Woudenberg.
Kramer houdt zijn verhaal kort. Nu mijn bevindingen over Titus Kramer:
Aan het einde van mijn artikel zal ik mijn conclusie geven. Hier zijn enkele overwegingen waarom Titus Kramer geschikt is voor de functie van Honorair Consul van Turkije in Utrecht (Amersfoort), zonder schade aan de belangen van Turkije te veroorzaken.
Titus Kramer heeft uitgebreide ervaring in het bedrijfsleven en heeft succesvolle projecten geleid op het gebied van arbeidsgezondheid, veiligheid en toerisme. Hij heeft investeringen en activiteiten in Turkije als onderdeel van een grote organisatie zoals de Corendon Tourism Group en Acibadem medical centre nederland. Deze ervaringen tonen aan dat Kramer een professionele aanpak kan hanteren in zijn diplomatieke taken.
Kramer’s sterke zakelijke banden met Turkije maken hem geschikt voor deze rol. Als zakenman met investeringen in Turkije kan hij gemotiveerd zijn om de economische en culturele belangen van het land te beschermen en te bevorderen. Dit verhoogt de kans dat hij de consulaire taken zonder schade aan Turkije zal uitvoeren.
De rol van honorair consuls is meestal gericht op het bevorderen van economische, commerciële, culturele en wetenschappelijke relaties. Kramer’s bestaande zakelijke netwerken en connecties met Turkije kunnen hem helpen deze taken effectief uit te voeren. Bovendien zijn de taken van honorair consuls meestal ondersteunend en niet-diplomatiek van aard, wat goed aansluit bij Kramer’s expertise.
Titus Kramer is ook bekend om zijn rol als voorzitter van de Corendon Foundation en zijn betrokkenheid bij andere maatschappelijke projecten zoals stichting beter lopen. Deze projecten tonen aan dat hij een betrouwbare en gerespecteerde figuur is in de samenleving en het bedrijfsleven. Dit vertrouwen en respect kunnen een positieve invloed hebben op diplomatieke relaties.
Hoewel Kramer bekend staat om zijn succes en betrouwbaarheid in het bedrijfsleven, kunnen er door de aard van diplomatieke taken uitdagingen en belangenconflicten ontstaan. Gezien Kramer’s ervaring en zijn banden met Turkije, ben ik echter van mening dat hij in staat zou moeten zijn deze uitdagingen te overwinnen.
Ik ben optimistisch dat Titus Kramer de functie van Honorair Consul van Turkije in Utrecht (Amersfoort) succesvol kan vervullen zonder schade aan Turkije te veroorzaken. Zijn uitgebreide zakelijke ervaring, zakelijke banden met Turkije en zijn actieve rol in maatschappelijke projecten zijn sterke indicatoren dat hij deze rol effectief kan vervullen. Het is echter ook belangrijk om de potentiële uitdagingen te erkennen die elke diplomaat kan tegenkomen.
Laten we nu kijken naar de andere kwaliteiten van Titus Kramer: Titus Kramer is een bekende ondernemer in het Nederlandse bedrijfsleven en vervult zijn rol als Honorair Consul van Turkije in Utrecht (Amersfoort). Hoewel specifieke informatie over zijn geboortedatum en familieachtergrond moeilijk te achterhalen is, tonen Kramer’s successen in het bedrijfsleven en zijn diplomatieke taken aan dat hij is gevormd door de waarden en opleiding die hij van zijn familie heeft meegekregen.
Kramer heeft van jongs af aan interesse getoond in het bedrijfsleven en heeft verschillende opleidingen gevolgd om zichzelf in dit vakgebied te ontwikkelen. Hij begon zijn carrière als ondernemer in IT en daarna met een specialisatie in arbeidsgezondheid en veiligheid, en trok de aandacht met zijn ondernemingsactiviteiten in deze sector. Als arbo-ondernemer heeft hij deelgenomen aan veel projecten en belangrijke bijdragen geleverd op het gebied van arbeidsgezondheid.
Ook een belangrijk keerpunt in Kramer’s carrière was zijn aanstelling als voorzitter van de Corendon Foundation. De Corendon Foundation staat bekend om haar maatschappelijke projecten en culturele evenementen. Kramer ondersteunt via deze stichting verschillende sociale en milieuprojecten. Bovendien speelt hij een actieve rol in de toerismesector in Turkije en andere landen als onderdeel van de Corendon Tourism Group. Onder Corendon Hotels & Resorts behoren hotels zoals Grand Park Lara en Corendon Playa Kemer in Turkije.
Titus Kramer zal als consul economische, commerciële, culturele en wetenschappelijke relaties bevorderen en de belangen van Turkije beschermen. Zijn sterke zakelijke banden met Turkije en zijn ervaring in het Nederlandse bedrijfsleven stellen hem in staat deze rol effectief te vervullen.
Naast zijn zakelijke successen staat Kramer ook bekend om zijn inzet voor maatschappelijke projecten. De projecten die hij via de Corendon Foundation leidt, tonen zijn betrokkenheid bij de samenleving en het milieu. Zijn professionele benadering in het bedrijfsleven en zijn aandacht voor maatschappelijke verantwoordelijkheid zullen hem helpen een gerespecteerde figuur te blijven in een brede kring.
Als zakenman die investeert in Turkije is Kramer actief in projectontwikkeling en toerisme, met een grote liefde voor de prachtige havenplaats Gocek.
De Corendon Foundation onderscheidt zich ook door haar maatschappelijke projecten. Deze stichting ondersteunt verschillende sociale en milieuprojecten en streeft ernaar een positieve impact op de samenleving te hebben.
Corendon Foundation ondersteunt de beste talenten van het Koninklijk Conservatorium Het Koninklijk Conservatorium is verheugd om de Corendon Foundation als nieuwe partner te verwelkomen. De Corendon Foundation ondersteunt talenten die worden geconfronteerd met zeer moeilijke omstandigheden, zoals natuurrampen of oorlogen. Dankzij de steun van de Corendon Foundation kunnen ze hun opleiding voortzetten.
Titus Kramer, voorzitter van de Corendon Foundation, zegt hierover: “Als Corendon Foundation geloven we in de kracht van onderwijs en creativiteit, zelfs onder de moeilijkste omstandigheden. Samen proberen we een platform te bieden waar talenten, ongeacht de uitdagingen waarmee ze worden geconfronteerd, hun passie voor muziek en dans kunnen blijven ontwikkelen en hun dromen kunnen najagen.”
Studenten van over de hele wereld komen samen aan het Koninklijk Conservatorium in Den Haag. Ze worden opgeleid om op het hoogste niveau muziek te spelen of te dansen. Veel afgestudeerden van het Koninklijk Conservatorium behoren nu tot de beste musici en dansers ter wereld.
Over de Corendon Foundation De Corendon Foundation, opgericht in 2011 door Atilay Uslu, is een onafhankelijke stichting die zich inzet voor het verbeteren en duurzamer maken van vakantiebestemmingen door lokale projecten te ondersteunen. De stichting werkt samen met hotelpartners, NGO’s en lokale overheden. De steun bestaat uit financiële bijdragen van Corendon-medewerkers en toezeggingen van tijd en expertise. Door te investeren in duurzame initiatieven draagt de stichting bij aan leefbare bestemmingen voor zowel lokale bewoners als Corendon-klanten.
Met zijn successen in het bedrijfsleven en zijn rol als Honorair Consul van Turkije in Utrecht (Amersfoort) zal Titus Kramer een belangrijke brug vormen tussen de twee landen. Zijn professionele en persoonlijke waarden tonen aan dat hij deze rol kan vervullen zonder schade aan Turkije te veroorzaken, en zelfs ten goede kan komen aan beide landen.
BEZOEK AAN PAUS
Titus Kramer neemt ook deel aan verschillende evenementen en hulpprojecten in Nederland en internationaal. Zo is hij een van de belangrijke personen die bijdraagt aan de jaarlijkse bloemenversiering van het Sint-Pietersplein in Vaticaanstad. Zijn bijdrage aan dergelijke evenementen toont zijn waarde voor culturele en religieuze activiteiten.
Daarnaast is het bekend dat Titus Kramer verschillende prijzen heeft ontvangen in Nederland en internationaal en een gerespecteerde positie heeft. Zijn deelname aan en steun voor dit soort evenementen benadrukt zijn toewijding aan maatschappelijk verantwoord ondernemen en filantropie.
Op 5 april van dit jaar reisde Titus Kramer, samen met Caroline van der Plas, de leider van de BoerBurgerBeweging, de toenmalige Minister van Buitenlandse Zaken Hugo de Jonge en enkele andere politieke figuren, naar Rome om deel te nemen aan het jaarlijkse evenement van de Nederlandse bloemenindustrie ter gelegenheid van Pasen. Kramer, die ook werd gepresenteerd als ondernemer in Arbo (arbeidsomstandigheden en veiligheid), was een van de mensen die paus Franciscus ontmoetten. Dit evenement benadrukt Kramer’s belangrijke positie in zowel de Nederlandse zakenwereld als in zijn diplomatieke rol als Eerstehulpconsul van Turkije.
Mijn laatste woorden over Titus Kramer zijn de volgende: Een veelzijdige, succesvolle en zeer ervaren zakenman. Hij kent en past alle regels van het bedrijfsleven toe.
************************** WAT DOET EEN HONORAİRE CONSUL EN EEN HONORAİRE CONSULAAT?
Ereconsuls en hun consulaten vervullen deze eervolle taak op de volgende manier:
Een Honorair Consul is een diplomaat die zijn taak vrijwillig en meestal niet als fulltime baan uitvoert. Ze worden meestal gekozen uit mensen die burger zijn van het gastland of sterke banden daarmee hebben. De taken en verantwoordelijkheden van Honorair Consuls en het belang van deze functie kunnen als volgt worden samengevat:
Honorair Consuls vertegenwoordigen hun land in het gastland. Ze promoten hun land door deel te nemen aan culturele, commerciële en diplomatieke activiteiten. Ze proberen vriendschappelijke relaties tussen de twee landen te versterken en bevorderen handels- en investeringsmogelijkheden. Ze ondersteunen zakenmensen, investeerders en handelsdelegaties en dragen zo bij aan de ontwikkeling van economische betrekkingen tussen de twee landen. Ze bieden hulp en ondersteuning aan hun landgenoten. Ze proberen de rechten en belangen van hun landgenoten te beschermen. Door het organiseren van culturele evenementen versterken ze de culturele band tussen de landen. Ze ondersteunen educatieve samenwerking tussen de twee landen via studieprogramma’s, beurzen en uitwisselingsprogramma’s.
Honorair Consuls helpen bij het versterken van diplomatieke relaties. Ze spelen een belangrijke rol op plaatsen waar officiële diplomatieke missies niet aanwezig of beperkt zijn. In geval van natuurrampen, politieke crises of andere noodsituaties bieden ze ondersteuning aan hun landgenoten en aan het gastland. Ze fungeren als een culturele en economische brug tussen de twee landen, wat zowel wederzijds begrip als economische voordelen oplevert. In sommige gevallen kan een land geen officiële ambassade of consulaat in een ander land hebben. Honorair Consuls vullen deze leemte op door basisconsulaire diensten te verlenen.
Honorair Consuls spelen een belangrijke rol bij het ontwikkelen van diplomatieke en economische relaties, het vergroten van cultureel begrip en het vervullen van de behoeften van hun landgenoten. Deze vrijwillige positie draagt bij aan sterkere en efficiëntere relaties tussen landen.
Het Honorair Consulaat, dat van groot belang is voor zowel handelsrelaties als consulaire procedures, is een instituut dat verantwoordelijk is voor belangrijke internationale transacties. Landen wijzen deze functie toe aan gerespecteerde vrijwilligers in wereldsteden waar ze geen Consulaat-Generaal kunnen openen.
Üçüncü nesilden 60 Türk ile yapılan söyleşiler kitabı büyük beğeni kazandı.
Birinci nesil Türklerden dördüncü nesile gelenler, toplum içindeki ağırlıklarını koruyorlar.
(Haberin Hollandacası en altta. Nederlandse versie van het bericht is onderaan)
İlhan KARAÇAY’ın haberi:
Bir göç hikâyesi, üç kuşaktır devam eden bir kimlik arayışı ve geleceğe uzanan yeni bir ses… Hollanda’ya Türk göçünün 60’ıncı yılı dolayısıyla düzenlenen anlamlı etkinlikte, “Üçüncü Kuşakla Konuşmalar” adlı kitap, Amsterdam’da, tarihi NDSM Tersanesi’nde tanıtıldı. Bu etkinlik sadece bir kitap tanıtımı değil, aynı zamanda dört kuşağın aynı mekânda buluştuğu bir hafıza ve gelecek kurma çabasıydı.
GÖÇÜN BAŞLADIĞI YERDEN YENİ BİR BAŞLANGIÇ
20 Yıl önce, NDSM Tersanesinde düzenlenen törende, birinci nesil Türkler’e ödülleri verilmişti. 57 yıl önce, aynı birinci nesil, NDSM’de çalışırlarken, Atatürk Kampında şahsım ile bir röportaja katılmışlardı. Dün akşam aynı yerde üçüncü nesil Türkler ile bir toplantı yapılarak durum değerlendirilmesi yapıldı.
40 Yıl önce kapatılan Atatürk Yurdu’nun yerindeki sokağa Atatürk adı verilirken, aynı yere bir de Yurtta Sulh Cihanda Sulh yazılı bir anıt yapıldı. Hâlâ korunmakta olan bu anıt ve sokak, her yıl 10 Kasımlarda ziyaretçi akınına uğruyor ve buketler bırakılıyor.
Kitap tanıtımı, 1960’lı yıllarda Hollanda’ya gelen ilk Türk işçilerinin çalıştığı NDSM Tersanesi’nde yapıldı. O dönemin “Atatürk Kampı” da yine aynı bölgedeydi. Bugün Amsterdam Belediyesi’nin sanat merkezi olarak hizmete sunduğu bu mekânda, artık ebru ve hat sanatının temsilcisi Okan Akın’ın atölyesi de yer alıyor. Bu atölyede bir zamanlar dedelerin çalıştığı yerde, torunlar konuştu, anlattı, düşündü.
Bir zamanlar, Türk işçilerinin ayakta tuttuğu NDSM Tersanesi, kapandıktan sonra yıkılmadı ve Belediye tarafından bir sanat-kültür yuvası haline getirildi.
Etkinlik, sadece fiziksel olarak değil, simgesel anlamda da kuşakları bir araya getirdi. Katılımcılar arasında birinci nesil göçmenlerin yanı sıra, onların çocukları, torunları ve hatta dördüncü kuşaktan gençler de vardı. Aynı salonun içinde, farklı kuşaklardan insanlar aynı hikâyenin farklı dönemlerini temsil ediyordu.
KİTABIN YARATICISI VEYİS GÜNGÖR’ÜN KONUŞMASI
Türkevi Araştırmalar Merkezi Başkanı Veyis Güngör, kitabın doğuşu ile ilgili olarak şunları söyledi:
“Değerli misafirler, kıymetli katılımcılar,
Bugün burada, Hollanda’daki Türk varlığının 60’ıncı yılında, geçmişle geleceği buluşturan çok anlamlı bir etkinlikte bir araya gelmenin mutluluğunu yaşıyoruz. Hepiniz hoş geldiniz.
Bu kitabı hazırlamak için üçüncü nesil Türklere bir çağrıda bulunduk. Amacımız, yalnızca bireysel hikâyeleri kayda geçirmek değil, aynı zamanda bu topraklarda doğmuş, büyümüş, kök salmış bir neslin nasıl düşündüğünü, ne hissettiğini ve nereye doğru yol almak istediğini anlamaktı. Türkiye ile Hollanda arasında 1964 yılında imzalanan işgücü anlaşmasının 60’ıncı yılı vesilesiyle başvuranlar arasından 60 kişiyi seçtik. Her biri kendi sesiyle, kendi üslubuyla bizlere içtenlikle hikâyesini anlattı.
Bu anlatıları titizlikle derleyen, Ankara Yıldırım Beyazıt Üniversitesi Sosyoloji Bölümü’nden Araştırma Görevlisi M. Mustafa İyi beyefendiye huzurlarınızda teşekkür etmek istiyorum. Kendisi büyük bir emekle ve özenle bu kitabın derlemesini yaptı ve ortaya bugünkü gibi güçlü bir çalışma çıktı.
Ve işte şimdi, bu kitabın tanıtımı için seçilen 60 kişinin 30’u aramızda. Burada, bu tarihi mekânda, NDSM Tersanesi’nde… Bir zamanlar dedelerinin, çalıştığı bu alanda, bugün onların torunları konuşuyor, düşünüyor, hatırlıyor.
Bugün sadece bir kitap tanıtmıyoruz. Bugün, dört kuşağın aynı mekânda, aynı amaç etrafında birleştiği bir anlam inşa ediyoruz. Bu kitap, üçüncü kuşağın sadece konuşmaları değil; aynı zamanda bir aidiyet, bir direnç, bir umut manifestosudur.
Gençlerin anlattıklarından çok şey öğrendik. Onların kimliklerini nasıl tanımladıkları, nasıl mücadele ettikleri, neleri yadırgadıkları, neleri benimsedikleri bizlere çok şey söylüyor. Gördük ki, bu kuşak artık yalnızca “göçmen” değil. Bu kuşak kendini, hem Hollanda’ya hem Türkiye’ye aynı anda ait hissediyor.
Bazıları diyor ki: “Artık Türkiye’ye gömülmek istemiyorum. Oğlum burada büyüyor. Onun koştuğu topraklar benim de toprağım.” İşte bu cümle bile başlı başına bir dönüşümün kanıtı.
Kitapta aktarılan hikâyeler sadece bireysel deneyim değil, bir toplumun Avrupa’daki kolektif hafızasına ışık tutan belgeler niteliğindedir. Türkevi Araştırmalar Merkezi olarak, bu projenin bir parçası olmaktan gurur duyuyoruz.
Bu kitap, geleceğe kalacak. Yarın, dördüncü ve beşinci kuşaklar geriye dönüp baktığında, bu sayfalarda sadece hikâyeleri değil, köklerini, direnişlerini ve en önemlisi seslerini bulacaklar.
Hepinize tekrar teşekkür ediyor, emeği geçen herkesi gönülden kutluyorum.
Sağ olun, var olun.”
KUŞAKTAN KUŞAĞA DEĞİŞEN KİMLİK ALGISI
Kitapta yer alan gençlerin ifadeleri, artık sadece göçmen kimliğiyle tanımlanmak istemediklerini gösteriyor. Kimlikleri sabit değil; sürekli dönüşüm içinde, melez, katmanlı ve esnek.
Bir katılımcı şöyle diyor: “Kendimi herhangi bir kalıba sığdırmak istemiyorum. İki ülke arasında tercih yapmak anne ile baba arasında tercih yapmaya benzer.”
Bu ifade, Türk gençlerinin artık yalnızca “azınlık” ya da “göçmen” değil, hem Türkiye’ye hem de Hollanda’ya ait, ikili aidiyeti içselleştirmiş bireyler olduklarını gösteriyor. Bu durum sadece kimlik tanımında değil, şehir aidiyetinde de görülüyor: “Hollandalı değilim ama Amsterdamlıyım.”
TOPLUMSAL KABUL VE SEMBOLLER ÜZERİNDEN AİDİYET
Bir başka gencin ifadesi, çok daha somut bir deneyim üzerinden anlam kazanıyor: “Utrecht’te bir kitapçıda kartpostallara bakarken yeni yapılan caminin de bir kartta yer aldığını gördüm. Dedim ki, benim camimi de sembol olarak kabul etmişler. O an beni de kabul ettiklerini hissettim.”
Bu cümle, üçüncü kuşağın yalnızca kültürel olarak değil, simgesel olarak da tanınma ihtiyacını gösteriyor. Dışlanma değil, görünürlük ve dahil edilme isteği var.
AYRIMCILIK, DİRENÇ VE DENGE ARAYIŞI
Gençler, ayrımcılığı ve dışlanmayı da açık yüreklilikle ifade ediyor. Ancak bunu yalnızca bir mağduriyet değil, aynı zamanda kendi bakış açılarını şekillendiren bir deneyim olarak görüyorlar: “Ayrımcılığı yaşamadım ama belki de bakış açım nedeniyle hissetmedim.”
Bu ifade, hem bireysel direncin hem de psikolojik savunma mekanizmalarının nasıl işlediğini ortaya koyuyor. Bununla birlikte, siyasal temsil konusunda ciddi bir boşluk hissi mevcut. Özellikle DENK Partisi’ne olan destek, bu arayışın bir tezahürü: “DENK seçimlerde duygusal çıkışlar yapıyor. Irkçılık var ama bunu birlikte çözmeliyiz.”
SONSUZ MEZARLIK TARTIŞMALARI VE KALICILIK ARAYIŞI
Göçün geçicilik fikriyle başlamasına rağmen, artık üçüncü kuşak için kalıcılık çok daha baskın bir duygu. Bir gencin şu sözleri, bu dönüşümün en çarpıcı örneklerinden biri: “Bir zamanlar Türkiye’ye gömülmek isterdim. Ama şimdi oğlum burada büyüyor. Onun koştuğu yerde defnedilmek isterim.”
Bu duygular, artık Avrupa’da doğan ve büyüyen kuşakların, yalnızca yaşamadıkları, aynı zamanda yaşlanacakları ve ölecekleri yer olarak Avrupa’yı gördüğünü ortaya koyuyor. Bu bir yerleşiklik ve “vatandaşlık” bilincinin içselleştirilmesidir.
HAFIZADAN GELECEĞE: BİR DİASPORA TANIKLIĞI
Bu çalışma, yalnızca bireysel deneyimlerin aktarımı değil, aynı zamanda bir diaspora hafızasının da kayıt altına alınmasıdır. Türkevi Araştırmalar Merkezi’nin desteklediği proje, hem Avrupa’daki Türklerin kolektif belleğine katkı sağlıyor hem de göç sosyolojisine yeni bir açılım sunuyor. “Sandıklarından daha fazla bir Avrupa kimliği var. Buradakiler kendine Türküm diyorlar ama sandıkları kadar Türk değiller.”
Bu çarpıcı analiz, göçün yalnızca geçmişe ait bir mesele olmadığını, bugün hâlâ devam eden bir kimlik inşası süreci olduğunu hatırlatıyor.
Kitap, yazarı tarafından imzalanarak katılımcılara hediye edildi.
HISTORISCHE BIJEENKOMST TER GELEGENHEID VAN 60 JAAR TURKSE AANWEZIGHEID IN NEDERLAND: BOEK “GESPREKKEN MET DE DERDE GENERATIE” GELANCEERD
Het boek met interviews met 60 Turken uit de derde generatie kreeg veel lof.
Van de eerste tot de vierde generatie behouden de Turken hun gewicht binnen de samenleving.
Bericht van İlhan KARAÇAY:
Een migratieverhaal, een zoektocht naar identiteit die al drie generaties duurt en een nieuwe stem die reikt naar de toekomst… Ter gelegenheid van het 60-jarig jubileum van de Turkse migratie naar Nederland, werd het boek “Gesprekken met de Derde Generatie” gepresenteerd in de historische NDSM-werf in Amsterdam. Deze bijeenkomst was niet alleen een boekpresentatie, maar ook een poging om geheugen en toekomst samen te brengen door vier generaties op dezelfde plek bijeen te brengen.
EEN NIEUW BEGIN OP DE PLEK WAAR DE MIGRATIE BEGON
Twintig jaar geleden werden op de NDSM-werf prijzen uitgereikt aan Turken van de eerste generatie. En 57 jaar geleden, terwijl diezelfde generatie op de werf werkte, namen ze deel aan een interview in het Atatürk-kamp. Gisterenavond vond op dezelfde locatie een bijeenkomst plaats met de derde generatie, waarin hun huidige positie werd besproken.
In de straat waar ooit het 40 jaar geleden gesloten Atatürk Internaat stond, werd niet alleen de straatnaam “Atatürk” gegeven, maar werd ook een monument geplaatst met de inscriptie “Vrede in het land, vrede in de wereld”. Dit monument wordt nog steeds onderhouden en elk jaar op 10 november bezocht door vele mensen die bloemen achterlaten.
De boekpresentatie vond plaats in de NDSM-werf, waar in de jaren ’60 de eerste Turkse gastarbeiders werkten. Ook het toenmalige “Atatürk-kamp” bevond zich in deze buurt. Tegenwoordig is deze locatie een kunstcentrum van de gemeente Amsterdam. Daar bevindt zich ook het atelier van Okan Akın, vertegenwoordiger van de ebru- en kalligrafiekunst. Op een plek waar ooit grootvaders werkten, spraken nu hun kleinkinderen.
De NDSM-werf, ooit in stand gehouden door Turkse arbeiders, werd na sluiting niet gesloopt, maar door de gemeente omgevormd tot een centrum voor kunst en cultuur.
Het evenement bracht generaties niet alleen fysiek, maar ook symbolisch samen. Onder de aanwezigen waren migranten van de eerste generatie, hun kinderen, kleinkinderen en zelfs jongeren uit de vierde generatie. Binnen dezelfde ruimte vertegenwoordigden mensen uit verschillende generaties elk een ander tijdsgewricht van hetzelfde verhaal.
TOESPRAAK VAN VEYIS GÜNGÖR, INITIATIEFNEMER VAN HET BOEK
De voorzitter van het Turkse Onderzoekscentrum Türkevi, Veyis Güngör, zei over het ontstaan van het boek:
“Beste gasten, waardevolle aanwezigen,
Vandaag beleven we samen een betekenisvolle gebeurtenis die verleden en toekomst verbindt in het kader van 60 jaar Turkse aanwezigheid in Nederland. Hartelijk welkom.
Voor dit boek deden we een oproep aan de derde generatie. Ons doel was niet alleen hun persoonlijke verhalen vast te leggen, maar ook te begrijpen hoe deze generatie – geboren, opgegroeid en geworteld in deze samenleving – denkt, voelt en hun toekomst ziet. Uit de aanmeldingen kozen we 60 mensen, ter gelegenheid van het 60-jarig jubileum van het arbeidsverdrag dat Nederland en Turkije in 1964 sloten.
Iedereen vertelde openhartig zijn of haar verhaal, op geheel eigen wijze.
Ik wil graag in het bijzonder de heer M. Mustafa İyi, onderzoeker aan de afdeling Sociologie van de Universiteit Yıldırım Beyazıt in Ankara, bedanken voor zijn zorgvuldige redactie van dit boek.
Vandaag zijn 30 van de 60 geïnterviewden hier, op deze historische locatie, de NDSM-werf… Op de plek waar ooit hun grootvaders werkten, spreken, denken en herinneren nu hun kleinkinderen.
We presenteren vandaag niet alleen een boek. Vandaag bouwen we betekenis, waarin vier generaties samenkomen met hetzelfde doel. Dit boek is niet slechts een reeks gesprekken van de derde generatie; het is ook een manifest van verbondenheid, veerkracht en hoop.
We hebben veel geleerd van wat de jongeren deelden – hoe ze hun identiteit benoemen, hoe ze vechten, wat ze afwijzen en wat ze omarmen. Deze generatie ziet zichzelf niet langer alleen als ‘migrant’. Ze voelen zich thuis in zowel Nederland als Turkije.
Sommigen zeggen: ‘Ik wil niet meer in Turkije begraven worden. Mijn zoon groeit hier op. De grond waar hij rent, is ook mijn grond.’ Alleen die zin al is het bewijs van een diepgaande transformatie.
De verhalen in dit boek zijn meer dan persoonlijke getuigenissen ze zijn documenten die licht werpen op het collectieve geheugen van een gemeenschap in Europa. Als Türkevi Onderzoekscentrum zijn we trots deel te mogen zijn van dit project.
Dit boek zal blijven bestaan. Morgen, wanneer de vierde en vijfde generatie terugkijkt, zullen ze in deze pagina’s niet alleen verhalen vinden, maar ook hun wortels, hun strijd en – vooral – hun stem.
Ik dank jullie allen nogmaals, en feliciteer iedereen die heeft bijgedragen vanuit het hart. Dank jullie wel.”
VERANDERENDE IDENTITEITSBELEVING PER GENERATIE
De jongeren in het boek geven aan zich niet langer te willen laten definiëren als alleen maar migrant. Hun identiteit is niet vast, maar voortdurend in ontwikkeling: hybride, gelaagd en flexibel.
Zoals een deelnemer zegt: “Ik wil mezelf niet in een hokje stoppen. Kiezen tussen twee landen voelt als kiezen tussen mijn moeder en mijn vader.”
Deze uitspraak toont aan dat jonge Turken zichzelf niet langer als minderheid of migrant zien, maar als mensen die zich thuis voelen in beide landen. Dat geldt ook voor hun stedelijke identiteit: “Ik ben geen Nederlander, maar wel een Amsterdammer.”
ERKENNING DOOR SYMBOLEN EN MAATSCHAPPELIJKE ACCEPTATIE
Een andere jongere vertelt over een concrete ervaring:
“Toen ik in een boekwinkel in Utrecht naar ansichtkaarten keek, zag ik dat de nieuwe moskee ook op een kaart stond. Toen dacht ik: ze hebben ook mijn moskee geaccepteerd als symbool. Op dat moment voelde ik me ook geaccepteerd.”
Deze woorden maken duidelijk dat de derde generatie niet alleen cultureel, maar ook symbolisch erkend wil worden. Ze zoeken geen uitsluiting, maar zichtbaarheid en inclusie.
DISCRIMINATIE, WEERBAARHEID EN DE ZOEKTOCHT NAAR BALANS
De jongeren spreken openlijk over discriminatie en uitsluiting. Toch zien ze dat niet alleen als slachtofferschap, maar als ervaring die hun perspectief vormt:
“Ik heb geen discriminatie gevoeld, maar misschien komt dat doordat ik er anders naar kijk.”
Deze zin laat zien hoe persoonlijke weerbaarheid en psychologische verdedigingsmechanismen functioneren.
Wat politieke vertegenwoordiging betreft, voelen ze echter een duidelijk gemis. De steun voor de partij DENK weerspiegelt deze zoektocht:
“DENK maakt emotionele statements tijdens verkiezingen. Racisme bestaat, maar we moeten dat samen oplossen.”
DEBAT OVER BEGRAAFPLAATSEN EN DE ZOEKTOCHT NAAR BESTENDIGHEID
Hoewel migratie begon met het idee van tijdelijk verblijf, overheerst nu bij de derde generatie het gevoel van blijvendheid.
Zoals een jongere zegt: “Vroeger wilde ik in Turkije begraven worden. Maar nu groeit mijn zoon hier op. Ik wil begraven worden waar hij rent.”
Deze gevoelens tonen aan dat generaties die in Europa zijn geboren en getogen, dit continent nu niet alleen zien als plek om te leven, maar ook om oud te worden en te sterven. Het is een vorm van vestiging en geïnternaliseerd burgerschap.
VAN HERINNERING NAAR TOEKOMST: EEN DIASPORA-GETUIGENIS
Deze studie is niet alleen de overdracht van persoonlijke ervaringen, maar ook een registratie van het geheugen van de diaspora. Het project, gesteund door het Türkevi Onderzoekscentrum, draagt bij aan het collectieve geheugen van Turken in Europa én biedt nieuwe inzichten in de migratiesociologie. “Ze hebben meer een Europese identiteit dan ze denken. Ze zeggen dat ze Turks zijn, maar ze zijn niet zo Turks als ze denken.”
Deze opvallende analyse herinnert ons eraan dat migratie geen verleden tijd is, maar een voortdurend proces van identiteitsvorming.
Het boek werd gesigneerd door de auteur en overhandigd aan de deelnemers.
Hollanda’daki Türk çoğunluk soruyor:
“Bu konuyu yorumlamak sana mı kaldı, Lale Gül?”
Aynı çoğunluk şu noktada birleşiyor: Mağduriyet bir anlatı değil, bizzat hakikatin kendisi olmalı. Ne var ki bazıları için bu, gerçeği ifşa etmenin değil, sesini yükseltmenin ve dikkatleri üzerine çekmenin bir yolu hâline geliyor.
Kendi mağduriyetinden başka hiçbir şeyi duymayan,susturulmuş değil, yükseltilmiş bir ses olan Lale Gül zırvalarına devam ediyor.
(Hollandacası en altta. Nederlandse versie onderaan)
İlhan KARAÇAY yorumladı:
Lale Gül yine sahnede. Bu kez de sokakta duyulan ezan sesini tartışmaya açıyor; ama öyle yapıcı bir tartışma değil bu. Yine bildiğimiz, provokatif, “Ben söyleyince gerçek oluyor” havasında bir yazı kaleme almış. Eline geçen her sosyal gerilimi kişisel şöhretine yatırım fırsatına çevirme konusunda istikrarlı.
Şimdiki konu, Ezan Yasağı.
Hollanda’da çeşitli İslam gruplarına ait, 250 kadarı Türkler’e ait, toplamda 500 kadar cami var. Bu camilerin bir kısmı, bağlı oldukları belediyelerden, sadece Cuma günleri, yani haftada bir kez, mikrofonla ezan okunmasına ve hoparlör ile duyurulmasına izni almış. Bazı ırkçı politikacılar bu
uygulamanın yasaklanmasını istiyorlar.
Ezan sesi, çocukluğumun sabahlarına, öğlelerine, akşamlarına eşlik eden, zamanın akışını anlamlandıran bir çağrıydı benim için. Mikrofon yoktu o zamanlar; sesi taşıyan, sadece müezzinin nefesiydi. O yüzden ezanla kurduğum bağ, bir teknolojik yükseltmenin değil, bir insanın kalbinden süzülüp gelen sesin saflığına dayanıyor. Ezanı ilk okuyan Bilâl-i Habeşî’nin sesi gibi: derin, davetkâr ve içli… Bu yüzden ezanın her daim kalbe hitap etmesi gerektiğine inanıyorum; duvara değil, cama değil, kulağa değil sadece kalbe.
Bugün, ezanın hoparlörle duyurulmasına dair çekincelerimi dile getirmek, inancıma ya da geleneğe bir mesafe koyduğum anlamına gelmiyor. Aksine, bu sesi gürleştirmenin, bazen onu ruhundan uzaklaştırdığını düşünüyorum. Ezan bir çağrıysa, çağrının etkisi, ne kadar uzaktan değil, ne kadar içten geldiğiyle ölçülmeli. Ama Hollanda’daki mesele başka bir yerde duruyor.
Burada mesele, sesin yüksekliği değil, varlığının kabul edilip edilmemesi. Ve bu bağlamda, sadece haftada bir gün duyulan ezanın bile bir tahammül sınavına dönüştürülmesi, birlikte yaşamanın asıl zorluğunu gösteriyor bize.
Ezan sesinden rahatsızlık duyanların, bu rahatsızlıklarını ifade etme hakkını savunmak başka bir şey; demokratik ve hoşgörülü bir yorum yapan birini, “İslamofobi kartı oynuyor” diyerek küçümsemek bambaşka bir şey. Mesela televizyon yapımcısı Paul Römer’in gayet dengeli ve anlayışlı bir şekilde, “Bu bir gelenek, bu toplumda birlikte yaşamayı öğrenmeliyiz” şeklindeki sözlerine karşılık Lale Gül’ün tepkisi şöyle: “Şahsen ben böyle ‘argümanlardan’ nefret ediyorum, çünkü bu, yapıcı İslam eleştirisi gibi başlayan her tartışmayı hemen boğuyor.”
Peki bu agresif yaklaşım, gerçekten “yapıcı bir tartışma”yı mı besliyor, yoksa zaten gergin olan sosyal iklimi daha da mı kutuplaştırıyor?
Paul Römer
Lale Gül hanımın bir başka cümlesiyle devam edelim: “Römer’in argümanı dakika başı daha da can sıkıcı hale geldi.” sözlerine katılmak zorunda değilsin elbette. Ama yıllardır medya dünyasında yer alan bir ismin fikirlerini, bu kadar küçümseyici, bu kadar alaycı bir üslupla sunmak, ne gazetecilik etiğine ne de sağduyuya sığar. Römer’in yaklaşımında asıl mesele, birlikte yaşamanın yollarını aramak. Lale Gül’ün yazısında ise tartışma değil, bastırma var.
Lale Gül hanım, kaçınılmaz şekilde Wilders’i anıyor, “Bu yüzden insanlar konuşamaz hale geliyor, oylar da Wilders’a gidiyor,” diyor. Bu da artık klasikleşmiş popülist bir hamle: “Benim gibi düşünmezseniz, ülke aşırı sağa kayar.” diyor.
Lale Gül’ün geçmişte kaleme aldığı ve onu kamuoyunda tanınır hale getiren kitabı ‘Yaşayacağım’, kuşkusuz kişisel deneyimlerine dayanıyor. Ancak bu kişisel anlatımın içinde geçen bazı ifadeler, sadece kendi ailesine değil, çok daha geniş bir kesime yönelik ağır genellemeler içeriyor.
Annesi için “irinli hamam böceği” ifadesini kullanması ya da babasını sadece “döllendiren” bir figür olarak tanımlaması, edebi bir dilin ötesine geçiyor. Bu tarz betimlemeler, yalnızca ailevi kırgınlıkları aktarmıyor; aynı zamanda muhafazakâr aile yapısını aşağılayan, hatta şeytanlaştıran bir dile dönüşüyor.
Bu noktada sormak gerekiyor:
Kendi geçmişinde ailesine karşı bu denli acımasız bir dil kullanmış bir kişinin, bugün toplumsal bir konuda üstelik inanç, aidiyet ve birlikte yaşama kültürü gibi çok hassas bir konuda, bir hakem gibi konuşması ne kadar meşrudur? Kendi ailesine tahammülü olmayan biri, farklı inanç ve yaşam biçimleri arasında köprü kurma iddiasında bulunabilir mi?
Lale Gül’ün şimdi “ezan sesi rahatsız eder mi, etmez mi” tartışmasında ortaya attığı üslup da bu soruları yeniden akla getiriyor. Evet, birey olarak bu konudaki fikrini ifade etme hakkı vardır. Ama bu fikir, farklı görüşleri küçümseyerek, yapıcı olmayan bir dille sunulursa, ortaya katkı değil, yeni bir kutuplaşma çıkar.
Bir yanda Paul Römer gibi, “Herkese alan açalım, farklılıklara alışalım” diyen bir yaklaşım, öte yanda onu “ezan karşıtı söylemleri susturmak için İslamofobi kartı oynayan biri” olmakla itham eden Lale Gül. Hangi taraf daha çoğulcu, hangi taraf daha hoşgörülü?
Bu yazı sadece bir fikir ayrılığı değil; kimsenin “tek hakikat” temsilcisi olmadığı bir toplumda, kimin gerçekten çoğulculuktan yana olduğunu sorgulama çağrısıdır.
Ve bir daha soralım:
Bu konuyu yorumlamak gerçekten sana mı kaldı, Lale Gül?
Lale Gül, ‘Yaşayacağım’ ile edebiyat dünyasına adım attığında, medyada kendisine hemen bir yer açıldı. “Cesur kız” olarak sunuldu, “baskıcı bir İslamcı ailede büyümüş ama zincirlerini kırmış modern kadın” anlatısının sembolü haline geldi. Röportajlar, televizyon programları, paneller… Her yerde o vardı. Ve neredeyse her platformda aynı tema: Ben susturuldum, bastırıldım, şimdi konuşuyorum.
Fakat dikkatli bakanlar için bu mağduriyet anlatısının ne kadar konforlu bir alana dönüştüğü de ortadaydı. Çünkü bir kez “mağdur” kimliğini benimsediğinizde, söylediğiniz her şey kutsanıyor, eleştiriye kapatılıyor. Hele bir de İslam’ı ya da göçmen kökenli aile yapısını hedef alıyorsanız, bir kesim için alkışlanmanız garanti. Lale Gül de tam olarak bunu yaptı.
Bu pozisyon ona hem görünürlük hem de dokunulmazlık sağladı. Eleştirildiğinde hemen “beni susturmak istiyorlar” refleksiyle cevap verdi. Oysa fikir dünyasında herkesin sorgulanabilir olması gerekir. Ama Lale Gül, hem tartışma başlatıyor hem de tartışılmaz olmak istiyor.
Daha da ilginci: Kendisini yıllarca bastıran bir kültürden geldiğini söyleyen biri olarak, şimdi o bastırılma dilini tersinden yeniden üretiyor. Römer örneğinde olduğu gibi, farklı düşünen birini küçümseyerek, onun sesini değersizleştirerek… Bu kez susturan rolünde kendisi var.
Bu çelişkiyi fark etmek gerek:
Bir zamanlar “konuşmasına izin verilmeyen” Lale Gül, bugün farklı seslere “sus” diyen bir figüre dönüşüyor.
Medyanın da bu noktada sorumluluğu büyük. Çünkü her farklı konuda Lale Gül’ü konuk etmek, ona “yine ne söyleyecek acaba?” diye alan açmak, onu sadece bir yazar değil, bir tür otoriteye dönüştürdü. Ancak bu otoritenin beslendiği şey, çoğu zaman yapıcı bilgi ya da diyalog değil; daha çok kişisel kırgınlıklar, kimlik siyaseti ve ajitasyon.
Lale Gül’ün söylemlerine baktığımızda, kendisini özgürlüklerin ve çoğulculuğun savunucusu olarak konumlandırdığı görülür. Ancak iş pratiğe gelince, bu savununun sınırlarının oldukça dar çizildiğini fark ediyoruz. Kendi yaşam tarzını benimsemeyen, onun seküler doğrularını sorgulayan ya da farklı bir dini hassasiyete sahip olan herkes, ya “gerici”, ya “baskıcı”, ya da “susturulması gereken” olarak kodlanıyor.
Yani Lale Gül’ün savunduğu “çoğulculuk”, aslında yalnızca kendisiyle aynı doğrultuda düşünenler için geçerli. Ötekilere yer yok. Römer örneğinde gördüğümüz gibi, hoşgörülü bir bakış açısı bile, eğer onun çizdiği sınırlar içinde değilse, küçümsemeyle, imayla, hatta alayla karşılanabiliyor.
Bu tavır, çoğulculuk değil; aksine, tek doğruya indirgenmiş bir dünya görüşünün dayatmasıdır. Bir yandan “birey özgürdür” denilirken, diğer yandan toplumsal değerleri savunanlar “arkaik”, “çağ dışı” ya da “tehlikeli” ilan ediliyorsa, orada samimiyetten söz edemeyiz.
Lale Gül’ün bu yaklaşımı, özellikle göçmen kökenli toplulukları ilgilendiren meselelerde daha da sivriliyor. Kendisi o camianın içinden çıkmış biri olarak artık o camiaya dışarıdan bakan, hatta çoğu zaman yukarıdan konuşan bir figüre dönüşmüş durumda. Ama bu dışarıdan bakış, anlayışla değil, hesaplaşma ve küçümseme üzerinden kuruluyor.
Bu durum, onu okuyan ve destekleyen bazı kesimler için belki etkileyici olabilir. Ama farklı kesimlerin bir arada yaşadığı bir toplumda, böylesi dışlayıcı bir dilin, uzlaşmadan çok kırılma getireceği açık. Eleştirdiği muhafazakâr çevrelerin aynasına dönüştüğünün farkında mı, emin değiliz. Ama söylemleri her geçen gün daha fazla “benim gibi değilsen sus” anlayışına kayıyor.
Toplumsal meseleleri konuşmamız gereken her an, neden hep aynı isimler çağrılıyor?
Özellikle Lale Gül gibi, bireysel travmalarını toplumsal genellemelere dönüştürerek dikkat çeken figürler neden bu kadar merkezde? Cevabı zor değil: Medya, çarpıcı olanı sever. Ve Lale Gül, “çarpıcı” olmayı çok iyi biliyor.
Ama bu tercihin uzun vadede toplum için bir bedeli var. Çünkü sürekli aynı sesi duymak, başka seslerin duyulmasını engeller. Aynı yüzler, aynı bakış açıları, aynı türden mağduriyet anlatıları… Bunlar bir yerden sonra gerçek çeşitliliği boğar.
Ezan tartışmasında da gördük ki, mesele artık sadece ses düzeyi değil; kimlerin ne kadar konuşma hakkı olduğuna dair bir savaş veriliyor. Ve bu savaşta, “konuşan” olmak kadar, “susturan” olmak da bir güç göstergesi. Lale Gül bu gücü kendi lehine ustaca kullanıyor; ama bunu yaparken toplumsal dengeyi gözetmiyor. Tersine, zaten kırılgan olan çizgileri daha da keskinleştiriyor.
Eleştiri getirmekten çekinmeyelim. Fakat eleştirinin dili, kimlik değil ilke temelli olmalı. Lale Gül, eleştirel düşünceyi teşvik eden biri olmak yerine, sık sık “ben yaşadım, ben bilirim” diyerek tartışmaları kişiselleştiriyor. Bu yaklaşım, sağlıklı bir kamusal tartışmayı mümkün kılmıyor. Bilakis, sesi çok çıkanın haklı olduğu bir atmosfer yaratıyor.
Bu yüzden Hollanda’daki Türk çoğunluk soruyor:
“Bu konuyu yorumlamak sana mı kaldı, Lale Gül?”
Aynı çoğunluk şu noktada birleşiyor: Mağduriyet bir anlatı değil, bizzat hakikatin kendisi olmalı. Ne var ki bazıları için bu, gerçeği ifşa etmenin değil, sesini yükseltmenin ve dikkatleri üzerine çekmenin bir yolu hâline geliyor.
Kendi mağduriyetinden başka hiçbir şeyi duymayan, susturulmuş değil, yükseltilmiş bir ses olan Lale Gül zırvalarına devam ediyor.
Bu hafta sıkça konuşulan konu şuydu: sokakta hoparlörle yapılan İslami ezan çağrılarının sesi. SGP ve JA21 kısa süre önce bunun yasa ile yasaklanmasını önerdiler. Bu noktada sadece sesin yükseltilmesine karşı olduklarını vurguladılar; yükseltilmeden yapılan çağrılarda bir sorun görmediler. İçerikle de ilgili bir itirazları yoktu; sadece ses kirliliği söz konusuydu. 2017 yılında kırk camide hoparlörlü ezan vardı. Şimdi bu sayı elli.
Ezan çağrısının destekçileri, örneğin televizyon yapımcısı Paul Römer, WNL Goedemorgen programında bunun bu kadar büyütülmemesi gerektiğini düşünüyor. “Buna alışmalıyız, birbirimize alan tanımalıyız, bu Müslümanlar için bir gelenek,” dedi. Hatta argümanında İslamofobi kartını bile kullandı: “Siz Hollanda’daki Müslümanlarla ve değişen kültürle sorununuz var,” diyerek SGP milletvekili André Flach’a yüklendi.
Bu sözleriyle, Flach’ın ve onun temsil ettiği insanların kaygılarının samimi olmadığını, sadece kaba bir yabancı düşmanlığı olduğunu ima etti. Sanki Müslümanlarla ilgili her eleştiri, hemen Müslümanlardan ve yabancılardan nefret etmek anlamına geliyormuş gibi. Şahsen ben böyle “argümanlardan” nefret ediyorum, çünkü bu, yapıcı İslam eleştirisi gibi başlayan her tartışmayı hemen boğuyor. Sonuç: insanlar artık bir şey söylemeye cesaret edemiyor ve Wilders (aşırı sağcı politikacı) oyları topluyor.
Römer’in argümanı dakikalar geçtikçe daha da can sıkıcı hale geldi. “Bir zamanlar bir kilise çanının yanına taşınma fırsatım olmuştu ama yapmadım, çünkü her pazar sabahı çanla uyanmak istemedim,” dedi. Biraz sonra ise: “Ve eğer bu çağrıları rahatsızlık olarak yaşıyorsan, mahallendeki insanlarla konuşmalısın,” dedi.
Bay Römer’in, çok kültürlü mahallelerdeki insanların çoğunun ev sahibi değil, sosyal konut kiracısı olduğunun ve bu nedenle oradan taşınamayacaklarının farkında olmadığı anlaşılıyor. Ayrıca camiler yasal haklarına dayandıkları için mahalledeki insanlarla konuşmanın pek bir anlamı olmadığını da anlamıyor gibi. Bu konuyla ilgili yıllardır süren tartışmadan da hiç haberi yok gibi, çünkü şimdiye kadar komşuların şikayetleri üzerine bir caminin hoparlörle ezan okumayı durdurduğu hiç görülmedi.
Johan Derksen’in Utrecht’te bir camiye yakın oturan kızı da bu durumu yaşadı, Derksen pazartesi günü VI programında anlattı: “Ezan sesleri mahallede yankılanıyor, benim için sorun değil ama neden tüm şehir buna tanık olmak zorunda?”
Römer, tam anlamıyla bir “nimby” (not in my backyard – benim arka bahçemde olmasın) kişiliğine sahip. Bu, belli gelişmelere veya projelere karşı çıkan ama bunlar başka yerde gerçekleşirse sorun etmeyen insanlar için kullanılan bir terimdir.
IJburg’da rüzgâr türbinlerinin kurulmasına karşı çıkan protestolar nedeniyle popülerleşen bu terim, orada yaşayan insanların yaşam kalitesinin düşeceği endişesiyle türbinlere karşı çıkmalarını kapsıyordu. “Amsterdam için rüzgâr türbinleri gerekli olabilir ama IJburg bu iş için uygun bir yer değil,” diyorlardı.
Neyse ki tartışmayı dürüstçe yürüten insanlar da var. Belediye Başkanı Halsema onlardan biri. Ona göre, İslami ezan çağrısı “Allahu ekber” sözleriyle başlıyor ve bu söz birçok insan için “şiddet” çağrışımı yapıyor. “Bunu inkâr edemem ve etmek de istemem,” demişti 2019’da belediye meclisinde.
Halsema’ya göre, camiler ezan çağrısını Hollandaca yapmalı. “Eğer amacınız normalleştirmekse, bana bu tamamen mantıklı geliyor,” dedi.
Din bilimci Tamimi Arab ise o zaman şöyle dedi: “Her halükarda Müslümanlar arasında hoparlör kullanılmasının dini olarak zorunlu olmadığı konusunda geniş bir fikir birliği var.”
O zaman seküler bir ülkede ne yapılması gerektiği bence gayet açık.
*******************************************
RIJK EN BEROEMD GEWORDEN DOOR POPULISME, NU STOORT LALE GÜL ZICH AAN DE EZAN…
De Turkse meerderheid in Nederland vraagt zich af:
“Moet jij dit nu per se becommentariëren, Lale Gül?”
Diezelfde meerderheid is het op één punt eens: slachtofferschap mag geen verhaal zijn, het moet een weerspiegeling van de waarheid zijn. Toch wordt het voor sommigen een manier om aandacht te trekken in plaats van om de waarheid te onthullen.
Lale Gül, die niets anders hoort dan haar eigen slachtofferschap, is geen onderdrukte stem, maar juist een versterkte. En ze blijft onzin verspreiden.
Commentaar van İlhan KARAÇAY:
Lale Gül staat opnieuw op het toneel. Dit keer opent ze een discussie over de oproep tot gebed op straat. Maar het is geen constructieve discussie. Zoals we van haar gewend zijn, is het een provocerend stuk met de sfeer van: “Als ík het zeg, is het waar.”
Ze weet elke sociale spanning om te zetten in een investering in haar persoonlijke roem.
Het huidige onderwerp: het verbod op de azan.
In Nederland zijn er zo’n 500 moskeeën, waarvan ongeveer 250 van Turkse gemeenschappen. Een deel hiervan heeft toestemming van hun gemeenten om slechts één keer per week, op vrijdag, de oproep tot gebed via een luidspreker te laten horen.
Sommige racistische politici willen deze praktijk verbieden.
Voor mij was de azan een oproep die mijn ochtenden, middagen en avonden in mijn jeugd vergezelde. Er waren toen geen microfoons; alleen de adem van de muezzin bracht de oproep over.
Daarom is mijn band met de azan gebaseerd op de puurheid van een menselijke stem, niet op technologische versterking – zoals de stem van Bilal al-Habashi: diep, uitnodigend en emotioneel..
De kern van het debat in Nederland
Het gaat hier niet om de volumesterkte, maar om de vraag of het geluid überhaupt geaccepteerd wordt.
Dat zelfs een oproep die slechts eenmaal per week klinkt tot een test van verdraagzaamheid wordt gemaakt, toont de werkelijke uitdaging van samenleven aan.
Er is een verschil tussen het recht van iemand om zich te storen aan het geluid van de azan, en het belachelijk maken van iemand met een gematigde mening door te zeggen dat diegene de “islamofobiekaart” speelt.
Paul Römer zei bijvoorbeeld op een evenwichtige en begripvolle manier:
“Dit is een traditie; we moeten leren samenleven.”
Lale Gül’s reactie?
“Ik haat dit soort ‘argumenten’, omdat ze elk constructief debat over de islam meteen de kop indrukken.”
Is deze agressieve benadering werkelijk bevorderlijk voor een constructieve discussie, of polariseert ze de reeds gespannen samenleving verder?
Over Paul Römer:
Nog een uitspraak van Lale Gül over Römer:
“Zijn argument werd met de minuut irritanter.”
Je hoeft het hier niet mee eens te zijn. Maar het minachtend en spottend presenteren van de mening van een ervaren mediapersoon getuigt niet van journalistieke ethiek of gezond verstand.
De klassieke populistische zet:
Lale Gül verwijst onvermijdelijk naar Wilders:
“Daarom durven mensen niet meer te praten en stemmen ze op Wilders.”
Een klassieke populistische tactiek:
“Als je niet denkt zoals ik, schuift het land naar extreemrechts.”
Is ze een bruggenbouwer, of een polariserende kracht?
Ze beschreef haar moeder ooit als een “etterende kakkerlak” en haar vader als “de bevruchter”. Zulke uitspraken gaan verder dan literaire expressie; ze demoniseren traditionele gezinnen.
Een eerlijke vraag:
Kan iemand die zo hard is voor haar eigen familie, werkelijk rechtvaardig spreken over gevoelige maatschappelijke onderwerpen zoals religie, identiteit en samenleven?
De comfortabele slachtofferschap van Lale Gül:
Toen ze haar boek Ik zal leven uitbracht, werd ze meteen door de media omarmd als “het dappere meisje” dat “de ketenen van een onderdrukkend islamitisch gezin heeft verbroken”. Overal was ze te zien.
Maar haar slachtofferschap werd een comfortabel schild. Wie zichzelf als slachtoffer presenteert, krijgt bescherming tegen kritiek. Zeker als de kritiek op islam of migrantenachtergrond gericht is.
Vrijheid voor wie?
Lale Gül presenteert zich als een voorvechter van vrijheid en pluralisme. Maar in de praktijk lijkt haar tolerantie te gelden voor wie haar visie deelt. Wie dat niet doet, is “achterlijk”, “onderdrukkend” of “gevaarlijk”.
Een nieuwe rol: de onderdrukker
Opmerkelijk genoeg is Lale Gül, die zegt onderdrukt te zijn door haar cultuur, nu zelf degene die anderen het zwijgen oplegt – zoals in het geval van Paul Römer.
Waarom altijd dezelfde stemmen?
Waarom worden telkens dezelfde mensen zoals Lale Gül uitgenodigd om maatschappelijke kwesties te bespreken?
Het antwoord is simpel: de media houden van het spectaculaire. En Gül weet hoe ze spectaculair moet zijn.
Echte diversiteit of slechts een echo van één stem?
De discussie rond de azan draait niet alleen om het geluidsniveau. Het is een strijd over wie er mag spreken en wie niet. En in die strijd is het niet alleen de spreker die macht uitoefent, maar ook de ‘tot zwijgen brenger’.
Lale Gül gebruikt deze macht vaardig – maar zonder rekening te houden met het maatschappelijk evenwicht.
Kritiek is nodig, maar met principes, niet met identiteit.
In plaats van constructieve dialoog kiest ze voor het persoonlijk maken van elk debat.
Dat draagt niet bij aan een gezond publiek gesprek, maar creëert een sfeer waarin wie het hardst roept, gelijk krijgt.
Daarom vragen we opnieuw: Moet jij dit nu per se becommentariëren, Lale Gül?
Lale Gül hakkında yazdığım daha önceki analizlerimden biri:
HOLLANDA’DA YENİ BİR BİLİMKURGU
*Ailesine ‘roman yazıyorum’ dedi ama laf furyası ile ailesini yerden yere vurdu…
*23 yaşındaki Lale Gül, Türk ve islam geleneklerini sertçe eleştiren kitabının yayınlanmasından sonra evinden çıkamaz oldu.
*Televizyonlarda ve gazetelerde günün konusu olan genç kız, babası için ‘döllendiren’ annesi için de ‘irinli hamam böceği ve faşist islam despotu’ yakıştırmasını yaptı.
*Din ve geleneklerine bağlı olan Türk kesiminden ölüm tehditleri alan genç kız ‘yazarlığa tövbe’ dedi ama gelen cazip teklifler de kafasını karıştırıyor.
İlhan KARAÇAY yazdı:
Bir Pazar gününüzü zehir etmek istemiyordum ama, Hollanda’da nelerin yaşandığını güncel olarak bilme hakkınız olduğu için bekletemedim. Ama söz, sizlere yarın iç açıcı bir yazı servis edeceğim. Yazının başlığını şimdiden müjdeleyim: Türkler Avrupalı mı?
Şimdi dönelim bugünkü konumuza…
Hollanda’da yeni bir ‘scienne fiction’ bilimkurgu filmi dönmeye başladı. Bu fimin başrol oyuncusu bu kez 23 yaşında Lale Gül adlı bir genç kızımız.
Ailesine ‘Roman yazıyorum’ diyen, ama roman yerine kendi hayatını yazarken Türk ve islam geleneklerini yerden yere vuran genç kızımız, gerek ailesinden ve gerekse din ve geleneklerine bağlı olan Türk kesiminden gördüğü tepkiler ve tehditler üzerine, hayata küserek dışarı çıkamaz hale geldi.
Kendi ifadesiyle, çeşitli çevreler tarafından lanet okunan genç kız, ‘Beni yuvasına pisleyen’ olarak anıyorlar diye dert yanarken, kalemini bir kenara attığını ve artık yazmayacağını belirtti.
Lale Gül’ün bir ilk olan kitabının adı ‘Ik ga leven’, yani ‘Yaşayacağım’. Ama öyle görülüyor ki, kitabında kullandığı hiciv, taşlama ve laf salatası nedeniyle hayatını zindana soktu. Kitapta kullandığı yazı dili, kendi deyimi ile yapısı olmayan, sokak dili ile yazılmış kaotik bir hikâye. Ama buna rağmen, kitapçılara sipariş verme yarışında ilk 10’na girmeyi başarmış.
Bakınız Lale Gül Hollanda medyasında nasıl değerlendirildi: Lale Gül, kitabının yayınlanmasından iki hafta sonra çok naif davrandığını ve budalalık yaptığını kabul etti. Amacı, kendini örnek göstererek, Amsterdam’da yaşayan bir genç kızın, aşırı islam toplumu içindeki boğuşmalı yaşamını anlatmaktı. Yazacaklarından ötürü evde zorluk çekeceğini hiç hesaba katmamıştı. Sonuçta anne ve babası kırık Hollandacaları ile bir şeyin farkına varmayacaklardı ve sonunda da, ‘Amaaan, kulaktan dolma sözlerle yazılmış bir roman’ diyecekti.
Ama bu düşünce ne yazık ki suya düştü. Kitabın yayınlanmasından iki hafta sonra çıktığı Televizyon programından sonra, Gül ailesinin telefonları kilitlenmişti. Aile bireyleri, tanıdıklar ve tanımadıkları hesap sormaya başlamışlardı. Kitap, Türk toplumu içinde utanç yaratıcıydı.
Lale anlatıyor: ‘Babam, titreyen elleri ile tuttuğu telefondan herkese cevap vermeye çalışıyordu. Zira ben kendilerine bir aşk hikâyesi yazdığımı söylemiştim. Ama babam her gelen telefondan anladıklarıyla, benim neler yazdığımı öğrenmişti. O sırada babam bana ‘Kızım, ne yaptın sen, aile yaşamımızı sokağa döktün.’ diye feryat etti.’
‘Yaşayacağım’ adlı kitapta başrolü oynarken laf salatası yaptığını unutmuştu. Evde müzik dinlemek, öpüşme sahnesi olan film seyretmek ebeveyler tarafından yasaklanmıştı. Makyaj, ziynet ve selfi fotoğraf çekmek yasaktı. Doğum günü kutlamak ve dışarı çıkmak yasaktı. Okul gezisine gitmek, tatile bir erkek aile bireyi olmadan gitmek yasaktı. Erkek arkadaş edinmek, hele hele sevgili edinmek kesinlikle yasaktı.
Ama başrol oyuncusu yasakların olmadığı bir yaşam istiyordu. Kitabında da soruyordu: ‘Ne yani, bir ev bitkisi olarak mı yaşayacaktım? Evleneceğim, gülme yoksunu, Kur’an yutmuş bir uyuşuk erkeği seçecek olan beni döllendirenler, yaşamam gereken seksüel ilişkinin nasıl olması gerektiğini de mi anlatacaklar? Bunun için mi yaşayacağım? Allah benim bu trajedime sevinecek mi?’
Lale Gül kitabında, kız kardeşi ile annesi arasındaki geçimsizliği, kız kardeşinin erkek arkadaşıyla ilişkisi nedeniyle çektiği zorlukları anlatırken, babasından ‘Beni döllendiren’, annesinden de ‘irinli hamam böceği ve faşit islam despotu’ diye söz ediyor.
‘Amacım, zehirleyici dil kullanmak değildi’ diyor Lale Gül ve ekliyor: ‘Amacım, yaşadığım gerçekleri yazmak ve kararı okuyuculara bırakmaktı. Ama yazım sırasında ebeveynlerime kızdım ve kızgınlığımı okuyucuların da bilmesini istedim.’
Lale Gül’ün anne ve babası, 1990’lı yıllarda Hollanda’ya göç etmişlerdi. Amsterdam’ın bir mahallesinde ikamet ediyorlardı. Annesi, üç çocuğa bakan bir ev kadınıydı. Babası ise postacı ve tren temizliği işleri yapmıştı. Lale, o günleri şöyle anlatıyor: ‘Amsterdam’da ikamet ediyorlardı ama, geldikleri köyü hiç terk etmemiş gibiydiler. Türk televizyonlarını izliyorlar ve kendi geleneksel norm ve değerlerinden kopamıyorlardı. Benim kot pantolon giyinmemden bile rahatsız oluyorlardı. Ne de olsa komuşulardan çekiniyorlardı. Sofu müslüman olarak cennet ve cehenneme inanıyorlar. Çocuklarının ahirette cayır cayır yanmasını istemiyorlardı. Bu nedenle bize bazı kısıtlamalar koymuşlardı. Annem, benim günahlarımın kendisine kaydolacağına inanıyordu. Allah’ın ona, ‘Kızın şeytanın peşine takıldığı zaman sen ne yaptın’ diye soracağına inanıyordu.
Lale’ye göre, müslüman kızların çoğu aynı baskı ve kurallar içinde yaşıyordu. Ama çoğunluğun da bu baskı ve kurallara uymadığını görüyordu. ‘Amsterdam Üniversitesi’nde, yüksek eğitimli müslüman kızlar ile konuşurken, onların da evden dışarı çıkamadıklarını ve arkadaş edinemediklerini duyuyordum. Ama onlar bu duruma isyan etmiyorlardı. Okula geldikleri zaman başörtülerini çıkarıyorlar ve gizlice arkadaşları ile buluşuyorlardı. Ama toplum içinde bununla mücadeleden kaçınıyorlardı.’ diyor Lale.
Lale’nin bu konudaki serüveni Kur’an okulunda başlamıştı. (Gazete Kur’an okulunun bağlı olduğu kuruluşun adını yazmış ama ben bundan imtina ediyorum.)
6 yaşından 17 yaşına kadar her Cumartesi ve Pazar günleri, Kur’anı ezbere öğreniyordu. Öğrenciler islam norm ve değerleri çerçevesinde öğrenim görüyorlardı. Lale’nin tuhafına giden, kendi görüş ve düşüncelerinin ne olduğunun sorulmaması idi. Kaldı ki gittiği ilkokulda buna imkân veriliyordu. Ama hafta sonları buna şansı yoktu ve kendi düşüncelerini yutmak zorundaydı. Kur’an hocasına ‘Neden biz başımızı örtüyoruz ama erkeklere hiçbir kural yok’ diye sormuş. Aldığı cevap şu olmuş:’Bu soruyu senin kulağına şeytan üfürdü.’
Lale Gül kitabında, Batılı görüşler ile peygamber öğretisini barıştırmak istiyordu. Şöyle diyor Lale: ’16 yaşında iken YouTube’de solcu Türkler’in filmlerini izliyordum. Onlara göre dini kurallara körü körüne bağlanmak yerine, günün şartlarına göre hareket etmek mübahtır. O zaman memnun olmuştum ve bundan böyle kimlerle özdeşleşeceğimi öğrenmiştim.’
Lale şöyle devam ediyor: ‘Bir hafta sonra sınıfta, eşcinselliğin bir hastalık olduğunu söylediğim zaman doçentimiz çok kızmış ve bunun hipokrit (münafık-riyakâr) bir düşünce olduğunu, hipokritlerin de çoğu zaman ateistlerden (inançsızlardan) daha kötü olduklarını belirtmişti’
18’inci yaşından itibaren kendisinin ‘islamofoob’ (islam korkusu) olduğunu belirten Lale Gül şöyle diyor: ‘O zaman dini inancın, insan yaşamındaki etkisinden endişe duymaya başlamıştım. Eşcinsel veya feminist kadınların yaşayabileceği hiçbir islam ülkesi yoktur. Kadın imam veya bir eşcinselin camiye girmesi gibi, islamı modernleştirme girişimleri hep baltalanmıştır. Yayınlanan dini tekstlerdeki yorumlar, peygamber öğretisini zayıflatınca, Hollanda-Türk toplumu içindeki tutuculuk SGP ( Dini Parti) oryantallığına dönüşüyor.’
Lale Gül, kitap yazımından çok önce, 2019’da görüşlerini sosyal medyada duyurmaya başladığı zaman, sağ görüşlü twitter kullanıcıları tarafından baştacı edildi. Bir anda kendisini De Telegraaf yazarı Wierd Duk, Forum Demokrasi Partisi lideri Thierry Baudet ve TV programcısı Fidan Ekiz öğle yemeğine davet ettiler. Bu buluşmalardan çok memnun olmuştu. Zira bu cesur görüşlerini destekliyorlardı. Baudet, kendisini parti propagandası toplantılarına davet etti. Ama 23 yaşındaki Lale, bu davete icabet etmediği için de memnun oldu. ‘Öyle umut ediyordum ki Baudet, bu yapısal konulara değinecekti. Ama öyle olmadı.’ diyor Lale.
Lale Gül, kitabının yayınlanmasından sonra da ilgi odağı oldu. Kendi pozisyonunda olan pek çok genç kadından aldığı mektuplarda tavsiyeleri soruldu. Okuyucular da onun kültüre bakış açısını tebrik ettiler. O da bir yazar olan Franca Treur’den aldığı mektupta, aynı konulara değinilecek olan bir kitap yayınlayacağını öğrendi.
Lale, islam karşıtları tarafından takdir ediliyordu ama evdeki durum bambaşkaydı.
Kitabın yayınlanmasından iki hafta sonra katıldığı televizyon tartışma programından sonra, ‘verem ol’ tehditleri başladı. Kitapta adından bahsettiği (Açık ismi yazmıyorum) dini kuruluşun başkanının telefon ederek kendisini mahkmeye vereceğini belirten Lale, ‘Amcalarımdan biri evime geldi ve bana ‘pis fahişe kızı’ dedi ve ağzımdaki dişlerin hepsini kıracağını söyledi. Annem de bana, ‘Amcana hak vermeden edemeyeceğim. Zira sen yazdığın kitapla bunu hak ettin’ dedi.’
Lale, artık sokakta tanınıyor ve tehdit ediliyordu. Bunun için savcılığa şikâyette bulundu. Evden dışarı çıkamaz oldu. Babası da, komşuların hesap sormasından korktuğu için dışarı çıkamaz oldu. Kitabın yayınlanmasından sonra camiye de gitmez oldu. Ama, postacılık işi için yine de sokaklara çıkma mecburiyetinde kalıyordu..
Lale anlatıyor: ‘Babam mahallede mektup dağıtırken, kendisine ‘Senin kızın da ikinci Ebru Umar oldu. ( O da yazdıkları nedeniyle Türkiye’den Hollanda’ya sınır dışı edilmişti) Neden kızına engel olamadın?’ diye soruyorlar. Babam da onlara ‘Ne yapayım, boğazını mı keseyim, söyleyin’ diye cevap veriyor. Babam eve gelince, ‘İnsanlarımızın nasıl olduğunu biliyordun, bunu hesaba katamaz mıydın’ diye azarlamaya devam ediyor.’
Dışarıdan gelen tehditlere karşı babası, 20 yaşındaki erkek kardeşi ve 22 yaşındaki yeğeni tarafından korunduğunu belirten Lale ekliyor: ‘Kardeşim insanları uyarıyor. Kardeşim ‘kim kız kardeşime dokunursa benden çekeceği var’ diyor. Onun desteği olmasaydı şimdiye çoktan tokatlanmıştım.’
Lale, diğer aile fertlerinden de destek bekliyordu. Ama onlar kendisine sırtlarını çevirdiler. Bu da çok zoruna gidiyor ve ekliyor: ‘Bana yuva pisleten diyorlar. Ama ben kendi hayatım diye yazdım. Kendi hikâyemi anlatmak hakkım yok mu? Bunu tekrarlamaya devam edeceğim. Ama birbirimizi anlayamıyoruz.’
Lale, aynı zamanda kendisini suçlu buluyor ve devam ediyor: ‘Öncelikle, kötü bir düşüncem yoktu, Sadece hikâyemi dökmek istiyordum. Ama pratikte bu böyle olmadı. Ebeveynlerimin bu yüzden hastalandıklarını görüyorum. Annem iki haftadır yatakta kıvarıp duruyor. Annem kız kardeşime şöyle diyor.’Bana felç inerse veya kendimi öldürürsem, bu Lale’nin kabahatidir.’ Bu da kardeşimi çok üzüyor. Dün kardeşim bana, ‘Bunu bir daha yapmayacağına dair söz ver. Annemin başına bunların gelmesini istemiyorum’ diyerek ağlamaya başladı.’
‘Olanları Hollandalı arkadaşlarıma anlattığım zaman bana, ‘Bu olağan durum karşısında kendini suçlu bulma’ diyorlar. Ama ben bunların hepsini hesaba katmadan hareket ettim.’ diyen Lale’ye diğer aile fertleri sırt çevirmişti ama kendi anne ve babası sırt çevirmemişti. Lale şöyle devam ediyor: ‘Bu durum en çok anne ve babamı zor durumda bıraktı. Annem ve babam bana yine de teklifte bulundular ve şöyle dediler:’Öyle sanıyoruz ki, şimdi pişmanlık duyuyorsun. Kitabın için seni af ediyoruz. Ama bir daha hiçbir tartışma ortamına girmeyeceksin.’
Lale bu durumdan çok memnun olduğunu söylüyor ve şöyle diyor: ‘Yazdığım kitap ile görüşlerimi tüm dünyaya duyurdum. Hollanda, Türk toplumunun içinde bulunduğu durumu öğrenmiş oldular. Böylece amacıma ulaştım sayılır. Şimdi kepengi indirdim. Annem ve babam ile bağdaşmak için yazmaya ‘stop’ diyorum’
Ama bu alınması çok zor bir karardı. Bunu da şöyle yorumluyor Lale: ‘İçimi kemiren bir his var. Benim için iyi bir yetenek diyorlar. Geçen hafta çok sayıda telefon geldi. Aylık dergi Elle’ye yorum yazmam istendi. Katıldığım Televizyon programı için sürekli katılım teklifi geldi. Türkiye cumhurbaşkanı Erdoğan hakkında konuşmam istendi. Bu nedenle kariyerli ve kamuoyu oluşturan bir yazar olma rüyaları görüyorum. Ama bunları yapmamam lâzım. Böylece yarayı deşmekten başka bir şey yapmış olmam. Aksi takdirde, bir daha asla düzelmez.’
Yıllarca çırpındıktan sonra elde etmek istediği serbestliğe ulaşmıştı Lale. ‘Baş örtüsü kullanmaya mecburiyetim yok, makyaj yaparak da dolaşabilirim. Yaz gelince kumsalda da uzanabilirim. Türk-Hollandalı pek çok kadının bunları nasıl elde ettikleri hakkında çok şeyler okudum. Tiyatrocu Nazmiye Oral ve televşzyon yapımcısı Fidan Ekiz’in, evlerine Türk olmayan erkeklerle gittiklerini de okudum. Bu gelişmeler bana hep umut veriyor. Demek ki bir gün bana da bu yol açılabilir diye düşünüyorum hep.’ diyor.
Lale anlatmaya devam ediyor: ‘Biliyorum, Nazmiye ve Fidan bu konuda tabii ki birer istisnadır. Ben bir Hollandalı erkekle eve gidemem ve artık yayın da yapamam. Kendimi buna alıştırmaya çalışacağım. Bunlar ebeveynlerimin bana sunacakları en iyi toleranstır. Ben anne ve babam ile vedalaşmak istemiyorum. Erkek ve kız kardeşim ile gizlice anlaşmak da istemiyorum. Çocuklarım olduğu zaman, anne anne ve dede diyebilmelerini istiyorum.’
Son olarak şunu söyleyebiliriz: Lale, şimdilerde anne ve babasının bilgisi dışında son mülakatlarını yapıyor. 23 yaşındaki yazarın kariyeri başlamadan bitiyor. Üniversitedeki eğitimine devam edecek. İleride evleneceği ve mutlu bir evlilik süreceği bir Türk erkek bulacak. Çok ileride belki yine kalemi eline alacak ve yazacak. Ama bunu şimdi hiç düşünmeyecek. Romanının filme çekilmesi için ciddi teklifler alan Lale, bunun gerçekleşmesi halinde, başına gelecekleri şimdiden bildiği için, bu teklifi de geri çevirdi.
Kendisiyle yaptığım bu görüşme bir umutsuzluk görüşmesi miydi acaba?
Lale, gülerek cevap veriyor: ‘Sana başka bir hikâye anlatmak isterdim. Zira benim yaşamım bir masal değildir.’
AYAAN HİRSİ ALİ VE EBRU UMAR
Lale Gül, yayınlamış olduğu kitap ile, islamı yeren yazarlar zincirine katılmış oldu.
Bu yazarlardan biri de Somalili Ayaan Hirsi Ali idi. 2004 yılında Theo van Gogh ile birlikte, islam karşıtı Submission filmini yapmıştı. Bu nedenle van Gogh öldürülmüş, Ayaan Hirsi Ali de, hayatından endişe edildiği için ABD’ye sürgüne gönderilmişti.
Ne ilginçtir ki, solcu görüşlerle sivrilen Ayaan Hirsi Ali, ABD’de konservatif (tutucu) görüşlü bir Düşünce Kuruluşu olan Hoover Instituut’te çalışıyor.
Ama Lale Gül, Hirsi Ali ile kıyaslanmasını da doğru bulmuyor ve ‘O bir şahane insandır. O benim ancak ustam olabilir’ diye övgü yağdırmayı da ihmal etmiyor.
EBRU UMAR
Babası patoloji doktoru, annesi göz doktoru olan Ebru Umar, 2004 yılında öldürülen Theo van Gogh ile birlikte çalıştı. Çeşitli gazetelere yazdığı yorumlarda, müslümanların ve Türkler’in gözüne battı. Tehditler aldığı için savcılığa başvuruda bulundu.
23 Nisan 2016 günü, Kuşadası’nda polis tarafından tutuklandı. Suçu, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’a hakaret suçuydu. Bu tutuklama iki ülke arasında siyasi krize yol açtı. Daha sonra Hollanda Dışişleri’nin baskısı sonucunda sınır dışı edildi.
Ze zei tegen haar familie: “Ik schrijf een roman”, maar ze bekritiseerde hen hevig met haar woorden...
De 23-jarige Lale Gül kon haar huis niet meer verlaten nadat ze haar boek publiceerde, waarin ze scherpe kritiek uitte op Turkse en islamitische tradities.
Het jonge meisje, dat het gesprek van de dag werd op televisie en in kranten, beschreef haar vader als een “bevruchter” en haar moeder als een “etterende kakkerlak en fascistische islamitische despoot”.
Het meisje, dat doodsbedreigingen kreeg van de traditioneel religieuze Turkse gemeenschap, zei “ik zweer het schrijverschap af”, maar de aantrekkelijke aanbiedingen die ze ontvangt, brengen haar aan het twijfelen.
Artikel door İlhan KARAÇAY:
Ik wilde je zondag niet verpesten, maar omdat je het recht hebt om te weten wat er momenteel in Nederland gebeurt, kon ik het niet langer uitstellen. Maar beloofd: morgen zal ik jullie een opbeurend artikel brengen. Laat me alvast de titel verklappen: Zijn Turken Europeanen?
Laten we nu teruggaan naar ons onderwerp van vandaag…
Er draait een nieuwe sciencefictionfilm in Nederland. De hoofdrolspeler van deze film is dit keer een jong meisje van 23 jaar, genaamd Lale Gül.
Ze vertelde haar familie dat ze een roman aan het schrijven was, maar in plaats van een roman schreef ze haar eigen levensverhaal, waarin ze Turkse en islamitische tradities fel bekritiseerde. Vanwege de reacties en bedreigingen van zowel haar familie als de religieus-traditionele Turkse gemeenschap, raakte ze verbitterd en durft ze het huis niet meer te verlaten.
Volgens haar eigen woorden wordt ze door verschillende kringen vervloekt en beklaagt ze zich erover dat men haar “degene die haar nest bevuilde” noemt. Ze verklaarde haar pen neer te leggen en niet meer te zullen schrijven.
De titel van het debuutboek van Lale Gül is Ik ga leven – letterlijk: “Ik ga leven”. Maar het lijkt erop dat ze met de satire, spot en woordenvloed in haar boek haar leven tot een hel heeft gemaakt. De schrijfstijl die ze gebruikt heeft, is volgens haarzelf chaotisch, zonder structuur, en geschreven in straattaal. Desondanks wist het boek de top 10 van bestelde boeken in de boekhandels te bereiken.
Kijk hoe Lale Gül werd beoordeeld in de Nederlandse media:
Lale Gül schreef een boek over haar streng islamitische opvoeding en werd verketterd: ‘Ik word een nestbevuiler genoemd’
Lale Gül
Met haar debuutroman Ik ga leven gaf Lale Gül een inkijkje in de islamitische gemeenschap waarin ze is opgegroeid. Na publicatie keerde die gemeenschap zich tegen haar. Nu legt Gül haar pen neer, uit angst verstoten te worden.
Twee weken na de verschijning van haar boek moet Lale Gül (23) erkennen dat ze naïef is geweest. Ze had het plan opgevat een verhaal te schrijven dat is gebaseerd op haar eigen leven. Een boek over een Amsterdams meisje dat zich ontworstelt uit de grip van een streng islamitische gemeenschap. Bang dat dat thuis gedoe zou opleveren was ze niet. Haar ouders spreken gebrekkig Nederlands: die zouden niets van het boek hoeven meekrijgen. En wanneer ze er onverhoopt toch over zouden horen, zou Gül beweren dat ze het verhaal uit haar duim had gezogen. Het was immers een roman.
Dat plan is jammerlijk mislukt. De dag nadat ze bij talkshow Op1 had gezeten, stond de telefoon van de familie Gül roodgloeiend. Familieleden, kennissen, zelfs onbekenden kwamen verhaal halen. Het boek zou de gemeenschap te schande maken. ‘Met trillende handen stond mijn vader iedereen te woord. Ik had thuis gezegd dat ik een liefdesverhaal had geschreven. Maar met elk telefoontje kreeg papa een beter beeld van wat er echt in het boek stond. Hij zei: ‘Kind, wat heb je gedaan, je hebt ons hele gezinsleven op straat gelegd.’’
Het boek, met de titel Ik ga leven, leest als één lange tirade van het hoofdpersonage. Ze mag van haar ouders niet naar muziek luisteren of naar films kijken waarin wordt gezoend. Geen sieraden of make-up dragen en geen selfies maken. Geen verjaardagen vieren en beslist niet uitgaan. Niet op schoolreisjes of vakanties zonder mannelijk familielid. Vriendschap met jongens is ongepast, laat staan het hebben van een vriendje.
Terwijl de hoofdpersoon wel de behoefte voelt om zo te leven. Ze vraagt zich in het boek af wat ze met die verlangens moet. ‘Moet ik leven als een kamerplant? Moet ik dan dadelijk in een huwelijk treden waar alle seks uit is geramd nog voordat het begonnen is, omdat mijn verwekkers een volstrekt humorloze, Koranvaste lul voor mij hebben uitgekozen? Is dat waarvoor ik leef? Is God dan blij met mijn tragedie?’
Het boek biedt een verbluffend eerlijke inkijk in de belevingswereld van Gül. Ruzies tussen moeder en dochter worden in detail beschreven. Onverbloemde beschrijvingen van hoe het hoofdpersonage stiekem seks heeft met haar Nederlandse vriend worden afgewisseld met bespiegelingen over de islam. Haar ouders worden minachtend ‘verwekkers’ genoemd, moeder krijgt de bijnaam ‘Karbonkel de kakkerlak’ en ‘islamofascistische despotin’.
Die giftige toon was aanvankelijk niet de bedoeling, zegt Gül. ‘Ik was van plan om de gebeurtenissen zo feitelijk mogelijk op te schrijven en het oordeel aan de lezer te laten. Maar tijdens het schrijven werd ik weer boos op mijn ouders. Toen besloot ik: die woede mag de lezer best proeven.’
De dag nadat Lale Gül bij talkshow Op1 had gezeten, kwamen familieleden en kennissen verhaal halen. Het boek zou de gemeenschap te schande maken.Beeld Renée de Groot
De ouders van Gül emigreerden in de jaren negentig naar Nederland. Ze wonen in een Amsterdamse volkswijk. Haar moeder ontfermt zich als huisvrouw over de drie kinderen, haar vader werkt als postbode en treinschoonmaker. ‘Maar in hun hoofd hebben ze het Turkse dorp nooit verlaten. In Amsterdam omringen ze zich met Turken. Ze kijken naar Turkse tv-programma’s en kunnen hun traditionele normen en waarden niet loslaten. Ze zijn bang dat wanneer ik spijkerbroeken draag, hun reputatie in de gemeenschap wordt aangetast.’
Daarnaast speelt het geloof een grote rol. ‘Als devote moslims geloven ze in een hemel en hel. Ze willen niet dat hun kinderen in het eeuwige vuur zullen branden, daarom leggen ze mij beperkingen op. Mijn moeder gelooft bovendien dat mijn zonden voor haar rekening zullen komen. Op de dag des oordeels zal God vragen: wat deed jij, toen je dochter de duivel achterna ging?’
Volgens Gül hebben de meeste jonge moslima’s net als zij te maken met een strikte opvoeding. Toch vindt ze het opvallend dat de meerderheid daar niet onder gebukt lijkt te gaan. ‘Op de Vrije Universiteit, waar ik Nederlands studeer, spreek ik regelmatig hoogopgeleide moslima’s die niet zomaar mogen uitgaan of vriendjes mogen hebben. Die voelen minder de behoefte om openlijk te rebelleren. Ze doen op school hun hoofddoek af en nemen stiekem vriendjes. Maar de strijd in de gemeenschap gaan ze uit de weg.’
Güls strijd begon op de koranschool van de Turkse stichting Milli Görüs. Van haar 6de tot haar 17de leerde ze daar elke zaterdag en zondag koranteksten uit haar hoofd. Ook werden leerlingen er onderwezen in islamitische normen en waarden. Wat haar opviel, was het gebrek aan ruimte voor persoonlijke ontwikkeling. Terwijl ze op de basisschool werd aangespoord haar mening te geven, leerde ze in het weekend haar mening in te slikken. Toen ze zich hardop afvroeg waarom meisjes het hoofd dienden te bedekken en jongens niet, werd dat weggewoven. ‘Volgens de leraar zou die vraag me zijn ingefluisterd door de duivel.’
In haar boek beschrijft Gül hoe de hoofdpersoon blijft proberen westerse opvattingen te verzoenen met de leer van de Profeet. ‘Toen ik 16 was, keek ik naar YouTube-filmpjes van linkse Turken. Die vinden dat je de geloofsregels niet letterlijk moet nemen, maar moet herinterpreteren in onze tijdsgeest. Daar was ik zo blij mee: eindelijk vond ik mensen met wie ik me kon identificeren.’
‘Een week later zat ik in de les. Toen ik betwijfelde of homoseksualiteit een ziekte was, werd ik streng toegesproken. Dat waren gedachten van een hypocriet, zei de docent, en hypocrieten zijn vele malen erger dan ongelovigen. Want terwijl een ongelovige zich in de kaart laat kijken, zijn hypocrieten verraders van binnenuit, gehuld in hetzelfde uniform.’
Beeld Renée de Groot
Sinds haar 18de beschouwt Gül zichzelf als islamofoob. ‘Ik ben me zorgen gaan maken over de invloed van het geloof. Ik ken geen enkel islamitisch land waar het als homo, afvallige of feministische vrouw aangenaam leven is. Elke poging om de islam te moderniseren, van vrouwelijke imams tot moskeeën waar homo’s welkom zijn, worden tegengewerkt. Men ziet de herinterpretatie van een religieuze tekst als verzwakking van de leer – een van de redenen waarom de Turks-Nederlandse gemeenschap nog steeds zo conservatief is, een soort oriëntaalse SGP.’
Ze noemt het teleurstellend dat er amper progressieven zijn die haar inzichten op waarde schatten. ‘Links denkt: allochtonen hebben het al zwaar. Dus laten wij tegenwicht bieden aan de harde woorden van rechts en de loftrompet steken over de multiculturele samenleving. Maar geloof mij, daar bewijs je ons geen dienst mee. Durf te zeggen: jullie zien man en vrouw niet als gelijkwaardig, koranscholen staan integratie in de weg.’
Toen Gül zich in 2019 met die mening roerde op sociale media, werd ze door rechts georiënteerde twitteraars op het schild gehesen. Ze ontving uitnodigingen om te dineren van onder anderen Telegraaf-journalist Wierd Duk, Forum voor Democratie-voorman Thierry Baudet en talkshowpresentator Fidan Ekiz. Het waren prettige kennismakingen, vertelt ze, waarbij er bewondering werd getoond voor haar moed. Baudet nodigde haar uit om op campagnebijeenkomsten te komen spreken. Achteraf is de 23-jarige blij dat ze daar niet op is ingegaan. ‘Ik had toen de hoop dat Baudet een constructieve houding zou aanslaan. Nu wordt duidelijker dat dat niet het geval is.’
Ook na de publicatie van haar roman staat Gül in de belangstelling. Ze ontvangt berichten van jonge vrouwen die zich in haar situatie herkennen en om advies vragen. Lezers die haar danken voor het inkijkje in de cultuur. En brieven van collega-schrijvers als Franca Treur, die zelf ook een roman schreef over haar gelovige opvoeding en de debutant stimuleert door te gaan met schrijven.
Maar thuis hangt de vlag er anders bij.
De dag na het optreden bij Op1 brak daar ‘de pleuris’ uit. De voorzitter van Milli Görüs belde op en beloofde haar voor de rechter te slepen. ‘Een oom kwam langs en noemde me een ‘vieze hoerendochter’. Hij beloofde de tanden uit mijn mond te slaan. Mijn moeder zei: ‘Ik kan je oom niet eens ongelijk geven, je hebt er met dat boek om gevraagd.’’
Op straat werd ze herkend en gevolgd, waarna ze aangifte deed wegens intimidatie. Sindsdien is ze maar weinig het huis uit geweest. Ook haar vader wil liever niet naar buiten, om te voorkomen dat mensen verhaal komen halen. Sinds het verschijnen van het boek gaat hij niet meer naar de moskee. Maar vanwege zijn werk als postbode moet hij nog wel de straat op.
Gül: ‘Als hij in de wijk brieven rondbrengt, wordt hij met de nek aangekeken. Onbekenden zeggen: je dochter is een tweede Ebru Umar (uitgesproken Turks-Nederlandse opiniemaker, red.) geworden. Waarom heb je haar niet tegengehouden? Mijn vader zegt dan: ‘Wat wil je dat ik doe, moet ik haar keel doorsnijden?’ Als hij thuiskomt, zegt hij: ‘Je wist toch hoe onze mensen zijn. Kon je hier geen rekening mee houden?’
Tegenover buitenstaanders nemen haar vader, broertje (20) en neef (22) haar wel in bescherming. ‘Mijn broertje waarschuwt mensen: wie mijn zus aanraakt, krijgt met mij te maken. Zonder zijn steun was ik verloren. Dan had ik allang klappen gekregen.’
Gül had gehoopt op de steun van andere familieleden, maar die keren zich juist van haar af. Het valt haar zwaar. ‘Ik word een nestbevuiler genoemd. Maar wat ik heb opgeschreven is mijn leven. Het is toch mijn recht om dit verhaal te vertellen? Dat blijf ik herhalen, maar dat gaat er maar niet in. Het is alsof we langs elkaar heen praten.’
Tegelijkertijd voelt ze zich schuldig. ‘Eerst dacht ik: ik heb geen kwade bedoelingen gehad, ik wilde slechts mijn verhaal kwijt. Maar zo zit de praktijk niet in elkaar. Ik zie dat mijn ouders er ziek van worden. Mijn moeder ligt nu al twee weken in bed te jammeren. Tegen mijn 10-jarige zusje zegt ze: ‘Als ik een verlamming krijg of zelfmoord pleeg, is het Lales schuld.’ Dat maakt dat kind van streek. Gisteren kwam mijn zusje naar me toe. ‘Beloof me dat je niets meer doet’, zei ze huilend, ‘ik wil niet dat mama iets overkomt.’
‘Als ik dit aan Nederlandse vrienden vertel, zeggen ze: je moet je niet schuldig voelen, dit is niet hoe het hoort. En toch moet ik er rekening mee houden.’ Want een groot deel van haar familie heeft haar verstoten. Haar ouders nog niet. ‘Dat heeft mijn vader en moeder de grootst mogelijke moeite gekost. Ze boden me een keus. Ze zeiden: we gaan ervan uit dat je berouw hebt. We vergeven je het boek, op voorwaarde dat je je niet meer zult mengen in het publieke debat.’
‘Ik mag blij zijn met die reactie. Ik heb een boek geschreven en daarmee mijn verhaal de wereld in geslingerd. Nederland heeft een inkijkje gekregen in mijn gemeenschap, het doel is bereikt. Nu gaan de luiken weer dicht. Om mijn ouders tegemoet te komen, stop ik met publiceren.’
Of dat een makkelijke beslissing is? ‘Het blijft aan me knagen. Er wordt gezegd dat ik talent heb. Ik ben de afgelopen week talloze malen gebeld. Of ik columns wil schrijven voor het maandblad Elle. Of weer wil aanschuiven bij Op1 om over de Turkse president Erdogan te vertellen. Ik begin dan weer te dromen van een carrière als schrijver of opiniemaker. Maar dat moet ik niet doen. Anders wrijf ik alleen nog maar meer in de vlek. Dan komt het niet meer goed.’
Beeld Renée de Groot
Door jarenlang te rebelleren heeft ze bepaalde vrijheden verworven, zegt Gül. ‘Ik hoef geen hoofddoek meer op en mag met make-up op rondlopen. In de zomer kan ik op het strand liggen. Ik heb veel gelezen over hoe andere Turks-Nederlandse vrouwen zich hebben ontworsteld aan de grip van de gemeenschap. Ik las dat theatermaker Nazmiye Oral en presentator Fidan Ekiz beiden thuiskwamen met een niet-Turkse vriend. Die verhalen stemden hoopvol. Ik dacht: er is dus toch een pad denkbaar waarbij ik voor een Nederlandse vriend mag kiezen, zonder dat mijn ouders zich van me afkeren.
‘Nu weet ik: Nazmiye en Fidan waren uitzonderingen. Ik mag niet thuiskomen met een Nederlandse jongen, en ik mag ook niet meer publiceren. Daar berust ik in. Het lijken muizenstapjes, maar dit is de meest vergaande concessie die mijn ouders kunnen doen. En ik wil geen afscheid nemen van mijn ouders. Ik wil niet stiekem moeten afspreken met mijn broertje en zusje. Ik wil dat mijn kinderen straks grootouders hebben.’
Dus geeft Gül, zonder medeweten van haar ouders, de laatste paar interviews over haar boek. En dan komt er een einde aan de schrijverscarrière van de 23-jarige, nog voordat die echt van start is gegaan. Ze gaat haar studie Nederlands afmaken en wenst ‘in de vergetelheid te raken’. Ze zal een Turkse huwelijkspartner vinden en een gelukkig leven proberen te leiden. Misschien dat ze ooit nog eens de pen oppakt. Maar daar moet ze nu niet aan denken.
Of dat een onbevredigend einde is? Gül moet lachen. ‘Ik had je liever een ander verhaal verteld. Maar mijn leven is geen sprookje.’
AYAAN HIRSi ALi EN EBRU UMAR
Lale Gül sluit zich met haar boek aan bij een reeks publicisten die zich kritisch uitlaten over de islam. Een van hen is voormalig politicus Ayaan Hirsi Ali. In 2004 maakte zij samen met Theo van Gogh de korte film Submission, die de aanleiding zou vormen voor de moord op Van Gogh. Sindsdien woont Hirsi Ali in de Verenigde Staten. Daar is ze verbonden aan het Hoover Instituut, een conservatieve denktank. Vorige week verscheen haar boek Prooi. Daarin betoogt ze dat de instroom van moslimmigranten een gevaar vormt voor de rechten van de vrouw.
EBRU UMAR
Ebru Umar, van wie de vader patholoog en de moeder oogarts is, werkte samen met Theo van Gogh, die in 2004 werd vermoord. In haar columns voor diverse kranten viel ze op bij moslims en Turken, vaak op een controversiële manier. Ze ontving bedreigingen en deed hiervan aangifte bij het openbaar ministerie.
Op 23 april 2016 werd ze in Kuşadası gearresteerd door de politie. Haar misdrijf was belediging van president Recep Tayyip Erdoğan. Deze arrestatie leidde tot een diplomatieke crisis tussen Nederland en Turkije. Uiteindelijk werd ze onder druk van het Nederlandse ministerie van Buitenlandse Zaken uitgezet.
Hollanda Parlamentosu’nda oylanan soykırım ermeni iddiası, 3 DENK partili dışında tüm üyelerce onaylandı.
Bu bir tarih muhasebesi değil, siyasi bir dayatmadır. Bu dayatmanın ne gerçeği, ne vicdanı, ne de tarihî sorumluluğu vardır.
İlhan KARAÇAY
Geçtiğimiz hafta, aralarında Müslüman olmayan İsa Kahraman’ın da bulunduğu bir grup parlamenterin verdiği sözümona ‘soykırım önergesi’ kabul edilmişti.
Hollanda Parlamentosu’nun, 1915 olaylarını yeniden “soykırım” olarak tanıması ve bu karara yalnızca DENK Partisi’nin 3 üyesinin karşı çıkması, bir kez daha Batı siyasetinin çifte standardını ve tarihî gerçekleri ideolojik süzgeçten geçirerek yeniden yazma eğilimini gözler önüne serdi.
Yıllardır bu konuda araştırma yapan, yazılar yazan biri olarak artık çok net ifade ediyorum: Bu bir tarih muhasebesi değil, siyasi bir dayatmadır. Ve bu dayatmanın ne gerçeği, ne vicdanı, ne de tarihî sorumluluğu vardır.
BİR BATILININ KALEMİNDEN GERÇEĞİN İTİRAFI
Yıllar önce, 1920’de Hollanda’nın Algemeen Handelsblad gazetesinde çıkan bir yazıyı gün yüzüne çıkardım. O yazının yazarı, Hollandalı gazeteci George Nypels’ti. Nypels, 1918 yılında Ermeni-Rus sınırında bulunmuş, olayları yerinde görmüş ve birebir tanıklık etmiş bir isimdi. Nijpels, 1915 olaylarının bir “soykırım” değil, karşılıklı bir etnik çatışmanın ve savaşın dehşetini yansıtan trajik bir sonuç olduğunu bütün çıplaklığıyla gözler önüne sermiştir.
Nypels’in yazdıkları yalnızca bir savaş muhabirinin izlenimlerinden ibaret değildir. Onunki, olayları kendi gözleriyle görmüş, her iki tarafın da yaşadığı dramları içtenlikle aktaran, dönemin sosyal psikolojisine, siyasal denklemine ve kültürel kodlarına hâkim bir Batılının samimi itirafıdır. Onun sözleri aslında bugün dahi geçerliliğini koruyan bir gerçeği haykırmaktadır.
Üstte gördüğünüz, Nypels’in haber kupüründe yer alan içeriği, Hollandaca ve Türkçe olarak en altta bulacaksınız.)
GERÇEKLERLE ÇATIŞAN BATI ALGISI
Batı’da, özellikle 1980’lerden itibaren yükselen sözde “Ermeni Soykırımı” söylemi, tarihsel bir hakikat arayışından ziyade, siyasi ve ideolojik motivasyonlarla desteklenen bir hafıza inşasıdır. Bu inşa sürecinde, Osmanlı arşivleri, dönemin tanıkları ve karşılıklı acıları anlamaya yönelik çabalar görmezden gelinmiş, hatta sistematik olarak bastırılmıştır.
Hollanda’da son dönemde bu meselede alınan kararlar da, işte bu çarpık tarih okumasının tezahürüdür. George Nypels gibi gerçek gazetecilerin yazıları, bugün sistematik biçimde yok sayılmakta; yerine, tarihsel belgelere dayanmayan, çoğunlukla lobilerin etkisiyle şekillenmiş anlatılar yerleştirilmektedir.
PEKİ, NEDEN?
Çünkü bu tür “tanımalar”, Batı’nın hem kendi vicdanını rahatlatma çabasıdır, hem de uluslararası arenada Türkiye gibi, yükselen bölgesel güçlere karşı birer baskı kartı işlevi görmektedir. 1915 olayları gibi son derece karmaşık ve çok boyutlu bir tarihsel mesele, günümüzün siyasi araçlarına dönüşmekte, “soykırım” kavramı ise içi boşaltılarak bir propaganda silahı haline getirilmektedir.
GEORGE NYPELS’İN TANIKLIĞI NEDEN ÖNEMLİDİR?
Nypels’in yazısı sadece tarihsel bir belge değil, aynı zamanda bir zihniyet eleştirisidir. O, Avrupalı bakış açısının Doğu halklarını tek boyutlu, genellikle barbar ve ilkel gören oryantalist yaklaşımına karşı durarak, olayların her iki tarafındaki insani dramı anlamaya çalışmıştır.
Savaşın ve kaosun hâkim olduğu bir coğrafyada, hiçbir tarafın masum olmadığını, olayların tek yönlü anlatılamayacağını ısrarla vurgulamıştır. Özellikle Fransisken rahibin sözleri bu bağlamda çarpıcıdır: “Bu savaşta ne Türk ne de Ermeni tamamen suçsuzdur. Bu topraklarda çatışma, bir yaşam biçimi, bir kader halini almıştır.”
Bugün hâlâ bu uyarılara kulak verilmemesi, Ermeni iddialarının yalnızca politik zeminde değerlendirilip, tarihsel bir perspektiften yoksun olarak kabul edilmesi, gelecekte daha büyük sorunlara da zemin hazırlamaktadır.
ÇİFTE STANDARTLAR VE BATI’NIN SEÇİCİ HAFIZASI
Batı’nın tarih konusunda ne kadar seçici davrandığı ortadadır. Cezayir’de yüz binleri katleden Fransızlar, Belçika Kongo’sunda milyonlarca insanı köleleştiren sömürgeciler, Ruanda’daki katliamları görmezden gelenler; bugün kalkıp Türkiye’yi “soykırımcı” ilan edebiliyorlar.
Oysa kendi tarihleriyle yüzleşmemiş, sömürge geçmişlerini aklamamış devletlerin başka milletlerin tarihini mahkûm etmeleri, hem etik dışıdır hem de tarih ilmine ihanettir.
Hollanda Parlamentosu’nun aldığı bu karar, sadece Türk milletine değil, aynı zamanda tarihe ve akademik dürüstlüğe de bir saldırıdır.
Bugün “soykırım” söylemini en çok savunanların bir kısmı, bu olaylara dair Osmanlı arşivlerini bile incelememiştir. 1915 yılında Osmanlı’nın aldığı tehcir kararının ne amaçla yapıldığını, bölgedeki Ermeni çetelerinin ne gibi katliamlar yaptığını bilmeden ya da bilmezden gelerek bu söylemi sürdürüyorlar.
Bu iddiaların, tarihçiler yerine siyasetçiler tarafından dillendirilmesi bile başlı başına bir sorundur. Tarih, parlamento oylamalarıyla değil, belgelerle ve vicdanla yazılır. Ne yazık ki, Ermeni lobilerinin baskısı, Avrupa’daki bazı parlamentoları tarihi istismar etmeye sevk ediyor.
Bir milletin tarihi, siyasi pazarlıklara kurban edilmemelidir.
ARŞİVLER AÇIK, BUYURUN TARTIŞALIM
Türkiye yıllardır çağrı yapıyor: “Tarihi tarihçilere bırakalım. Arşivler açık. Herkes gelip inceleyebilir.” Ancak bu çağrılar karşılık bulmuyor. Çünkü mesele hakikati bulmak değil, Türkiye’yi köşeye sıkıştırmak.
Oysa bugün Doğu Anadolu’nun pek çok yerinde toplu mezarlar hâlâ sessizce haykırıyor: Van’da, Erzincan’da, Bayburt’ta, Kars’ta ve Erzurum’da Ermeni çeteleri tarafından katledilen binlerce Türk’ün kemikleri, bu tarihsel manipülasyonlara en güçlü cevaptır.
PEKİ, NEDEN ŞİMDİ VE NEDEN YİNE HOLLANDA?
Bu sorunun yanıtı hem basit hem karmaşıktır. Basit, çünkü Avrupa’daki bazı siyasi çevreler, Türkiye’yi köşeye sıkıştırmak için tarihî meseleleri araçsallaştırmayı kolay bir taktik olarak görmektedir. Karmaşık çünkü bu kararlar yalnızca Ermeni lobisinin baskısıyla alınmamaktadır. Aynı zamanda Türkiye’nin bölgede izlediği bağımsız dış politika, yükselen ekonomik gücü ve Avrupa’nın ikiyüzlü değer sistemine meydan okuması da bu kararlarda etkili olmaktadır.
Hollanda Parlamentosu’nun bu yıl aldığı kararda dikkate değer olan bir başka husus, her yıl 24 Nisan öncesi bu tartışmaların alevlendirilmesi ve neredeyse bir “tören” havasında yeniden gündeme taşınmasıdır. Aynı klişeler, aynı çarpık kaynaklar ve aynı siyasi şablonlar üzerinden sürdürülen bu kararlar, aslında bir vicdan muhasebesinden çok, diplomatik koz arayışının sonucudur.
Bu tür parlamenter oylamalarla Türkiye’ye mesaj verildiği sanılmakta ama gerçekte olan şey şudur: Bu kararlarla yalnızca Türk milletinin tarihi değil, Avrupa’nın kendi değerleri de zedelenmektedir. Zira adalet, ancak hakikatin peşinde koşarak sağlanır; yargısız infazlarla değil.
Bu tür siyasi manevralar, Türkiye’yi bastırmak için kullanılan yıpranmış yöntemlerdir. Ancak artık dünya değişiyor. Gerçekleri dile getirenler susturulamıyor. George Nypels’in 100 yıl önce yazdıkları, bugün yeniden arşivlerden çıkarılıyor ve genç kuşaklara anlatılıyor.
Biz gerçeklerin ne olduğunu biliyoruz. Belgeler elimizde. Vicdanlarımız temiz. Ve en önemlisi, bu ülkenin çocuklarına doğruları anlatmaya devam edeceğiz.
YILLARDIR BU GERÇEĞİ YAZIYORUM:
SUSMADIM, SUSMAYACAĞIM
Bu konuda yıllardır yazıyor, araştırıyor ve kamuoyunu bilgilendiriyorum. Birçoğu tarafından bilinmeyen belgeleri ortaya çıkardım. George Nypels’in 1920’deki yazısını bulup Türkçeye kazandırdığımda, bu belgelerle yüzleşmek istemeyenlerin nasıl sessiz kaldıklarını bir kez daha gördüm.
Bugüne kadar bu konuda onlarca yazı, belge, röportaj ve makale yayımladım. Hollanda basınına gönderdim, parlamenterlere ilettim, gazetelere gönderdim, basın bildirileri hazırladım. Ancak karşımızda ne yazık ki tarih değil, siyasetle çalışan bir mekanizma var.
Hollanda’da yayınlanan ve 24 Nisan’a denk getirilerek piyasaya sürülen “De Armeense Gruwelen Ermeni Vahşeti” isimli kitapta bile bu gerçeklere yer verilmedi. Nypels’in tanıklığı, bilerek göz ardı edildi. İşte bu yüzden, bizim görevimiz bir kat daha ağır. Bu gerçekleri anlatmaya devam etmeliyiz, çünkü biz sustukça tarihi başkaları yazar.
Ben susmadım. Bugüne kadar ne yazdıysam arkasındayım. Her yeni belgeyle, her yeni yalanla savaşmaya da devam edeceğim.
BU BİR TARİH MUHASEBESİ, DEĞİL, SİYASİ DAYATMADIR
Bu noktada net bir ayrım yapmak gerekir: 1915 olaylarının “soykırım” olup olmadığını tarihçiler tartışmalıdır; siyasetçiler değil. Ancak ne yazık ki, bu mesele, özellikle Batı’da akademik dürüstlükten uzak, tamamen lobilerin yönlendirdiği, duygulara hitap eden ve tek taraflı bir anlatıya indirgenmiş durumdadır. Oysa soykırım gibi ağır bir suçlama, yalnızca belgeler, tanıklar ve bilimsel analizler çerçevesinde ele alınabilecek kadar ciddi bir konudur.
GERÇEK GECİKİR AMA GELİR
Nypels’in tanıklığı gibi belgeler, Ermeni iddialarının yalnızca “Türkler masum Ermenileri kesti” anlatısından ibaret olmadığını gösteriyor.
Bugün, George Nypels’in 105 yıl önce yazdığı yazılar bile sansürleniyor, yok sayılıyor, görmezden geliniyorsa; bu, gerçeğin değil propagandanın peşinde koşan bir dünya düzeni ile karşı karşıya olduğumuzu gösterir.
Ancak yine de, gerçeğin bir huyu vardır: Gecikir ama mutlaka ortaya çıkar.
Ve bu gerçeği dillendiren sesler susmadıkça, tarih çarpıtılamayacak kadar güçlü kalacaktır.
Ermeni iddiaları meselesi, tarihsel gerçeklerin çarpıtılması ve siyasi çıkarların ön planda tutulmasıyla şekillenen, uzun süredir devam eden bir tartışmadır. 1915 olayları, Osmanlı İmparatorluğu’nun savaş koşullarında aldığı sevk ve iskân kararları çerçevesinde değerlendirilmelidir. Bu kararlar, güvenlik gerekçeleriyle alınmış olup, belirli bölgelerdeki Ermeni nüfusunun başka bölgelere taşınmasını öngörmüştür.
Ancak, bu tarihi olaylar, zamanla bazı çevreler tarafından “soykırım” olarak nitelendirilmiş ve bu iddialar uluslararası platformlarda siyasi baskı aracı haline getirilmiştir. Oysa ki, dönemin belgeleri ve tarafsız raporlar, bu iddiaların gerçeklerle örtüşmediğini göstermektedir. Örneğin, ABD’li General Harbord’un başkanlık ettiği heyetin raporu, Ermenilerin Osmanlı topraklarında gerçekleştirdiği isyan ve katliamları belgelemekte, ancak Osmanlı yönetiminin sistematik bir soykırım politikası izlediğine dair herhangi bir kanıt sunmamaktadır .
ERMENİSTAN BAŞBAKANI BİLE GERÇEĞİ GÖRDÜ
Günümüzde, Ermenistan’da bile bu iddialara yönelik sorgulamalar başlamıştır. Başbakan Nikol Paşinyan’ın açıklamaları, “soykırım” iddialarının, artık Ermenistan’ın dış politika öncelikleri arasında yer almadığını ve bu konunun daha çok tarihsel bir mesele olarak ele alınması gerektiğini göstermektedir .
Bu bağlamda, tarihi olayları objektif bir şekilde değerlendirmek ve siyasi çıkarlar uğruna çarpıtmamak önemlidir. Tarih, duygusal tepkilerle değil, belgeler ve objektif analizlerle anlaşılmalıdır. Bu yaklaşım, hem geçmişin doğru anlaşılmasını sağlar hem de gelecekte benzer hataların tekrarlanmasının önüne geçer.
Biliyorum, bu yazdıklarım birilerini rahatsız edecek. Ama olsun. Çünkü tarih, bir gün mutlaka gerçeği ortaya çıkarır. Bugün George Nypels’in 1920’de yazdıklarını yeniden ortaya koyabiliyorsak, bu bile bir şeydir.
Ben gazeteciyim. Ve gazeteci olarak görevim, neyin “olduğunu” değil, neyin “gerçek” olduğunu anlatmaktır. Gerçek ise nettir: 1915’te bir soykırım değil, iki halk arasında korkunç bir trajedi yaşanmıştır. Ve bu trajedi, sadece Ermenilerin değil, Türklerin de dramıdır.
Bir tarafın acısını kutsayıp, diğerini yok sayarsanız, adaletin değil, propagandanın parçası olursunuz.
Ben tarihçi değilim ama tanıklıkları okuyabilen bir hafızam, arşivleri inceleyebilen gözüm, belgeleri araştırabilen kalemim var.
Ve ben bu kalemi kırmayacağım.
GEÇMİŞTE YAZILANLAR VE ÇİZİLENLER
Ermeni tarihçi Dabağyan: “Soykırım yok”
Ermeni tarihçi Levon Panos Dabağyan artık tamamen bıkmış durumda. Dabağyan’a göre, 1915’teki sözde Ermeni ‘soykırımı’ konusundaki tartışmalar çok uzun zamandır Daşnaksutyun (kısaca Taşnak; Ermeni Devrimci Federasyonu) tarafından domine ediliyor.
Dabağyan, ‘The Armenian Relocation’ (Ermenilerin Göç Ettirilmesi) adlı kitabında, 1915’ten bu yana hâlâ doğrudan bir kanıt bulunamadığını, Osmanlı hükümetinin bu olaylara doğrudan dahil olduğuna dair bir bulgu olmadığını özellikle vurguluyor. Dabağyan buna dayanarak “o zaman bu bir soykırım olarak adlandırılamaz” sonucuna varıyor. Sonuçta doğrudan bir delil yoktur ve Malta yargılamaları sırasında sunulan dolaylı kanıtlar da yeterince güçlü bulunmadığı için tüm Osmanlı Türkleri serbest bırakılmıştır.
******************
DEN BOSCH’TAKİ KATEDRALİN İŞGALİ NEDENİYLE DÖRT TÜRK GAZETESİ GÜNAYDIN, HÜRRİYET, MİLLİYET VE TERCÜMAN BİR BASIN TOPLANTISI DÜZENLEDİ. BU TOPLANTIYA HOLLANDALI MESLEKTAŞLAR DAVET EDİLDİ. BU TOPLANTI SIRASINDA TÜRK GAZETECİLER, KATEDRALDEKİ İNSANLARIN GERÇEĞİ TAM OLARAK YANSITMADIKLARINI BELİRTTİLER.
Hollanda’ya kaçak olarak gelen Ermenilerin, Almelo şehrindeki uyanık bir avukatın, şeytani bir planına göre hareket ederek, kiliselere sığınmaya başlamışlardı. Medya her gün bu konuyu duygusal fotoğraflarla yayınlıyordu. Hollanda’da yaşan Türkler, komşularının bakışlarından bile sıkıntılı günler yaşıyorlardı. İşte o sırada birşeyler yapmamız gerektiğini belirterek, diğer medya mensubu arkadaşlar ile bir karar aldık ve bu durumu Hollanda medyasına anlatmaya karar verdik. Lahey’de organize ettiğimiz bir basın toplantısında gerçekleri ortaya serdik. Türk medyasının, Hollanda medyasına verdiği bilgiler, Hollanda medyasında geniş yer almıştı.
******************
Eildert Mulder, şahsımın Wouter Bos ile yaptığım görüşmeden sonra, yapılan olumlu açıklamaya kızarak, “Türk gazeteci İlhan Karaçay bu açıklamadan hoşlanmıştır” diye yazdı.
Ermeni Soykırımı / Gerçekle Vahşi Bir Tango Yazan: Eildert Mulder
İnkâr etmek, kabul etmek, yoksa hiç bahsetmemek mi? PvdA (Hollanda İşçi Partisi) hâlâ Ermeni soykırımı konusundaki tutumuyla ilgili ciddi şekilde zorlanıyor. Sonuçta ortada 130.000 Türk kökenli seçmenin oyu söz konusu. Wouter Bos- İlhan Karaçay
Bu, Hollanda-Türk gazetesi DÜNYA’nın genel yayın yönetmeni Ilhan Karacay için hoş bir an olmalı. PvdA lideri Wouter Bos, kısa bir süre önce, Hollanda’da görev yapan bir grup Türk gazeteciden özür dilemişti. Bu gazeteciler, köşe yazılarında Ermeni soykırımı ifadesini genellikle tırnak içine alarak ya da “sözde”, “yalanlar” ya da “iddialar” gibi eklerle kullanıyorlar.
*****************
Beş yıl önce yazdığım haber
HOLLANDA PARLAMENTOSUNDAKİ REZALET…
İlhan KARAÇAY
Ülkeler arası sorunların yargılandığı Yüksek Adalet Divanı ile tüm dünyada ün yapan LAHEY, son yıllarda kurulan Savaş Suçluları Mahkemesi ile ününe ün katıp, insan hakları konusunda hayranlık kazanırken, Lahey Parlamentosu’nda alınan iğrenç bir karar, hem şaşırttı ve hem de nefret uyandırdı.
Türkiye’yi, ‘Ermenilere soykırım yaptı’ suçlaması ile oylayan Hollanda parlamentosundaki oturuma katılan 145 üyeden 142’sinin tamamı ‘kabul’ oyu verirken, Türkler’in kurduğu DENK partili 3 milletvekili ‘ret’ oyu verdi.
İşte, kendi geçmişlerini görmezden gelen Hollandalılar, sözde Ermeni Soykırımı’nı ikinci ve hatta üçüncü kez mecliste tartıştılar ve kabul ettiler.
Hollandalılar daha önce, siyasi partilerin seçim aday listelerinde yer alan 3 Türk’ü, sözde soykırımı tanımadıkları için listelerden çıkarmışlardı.
Şimdi de Hollanda parlamentosunda yeni bir komedi sergilendi.
Hollanda’da koalisyon ortağı Hıristiyan Birliği (CU) milletvekili Joel Voordewind tarafından hazırlanan ‘Ermeni Soykırımı’nın tanınması’ önerisine
Türkiye kökenli milletvekilleri tarafından kurulan DENK partisi dışındaki tüm partiler destek verdi. Öneri, 3’e karşı 142 oyla kabul edildi.
Meclis, hükümetten ‘Nitelikli soykırımı kabul etmesi’ talebinde bulunmadı. Hollanda hükümeti, soykırım yerine, ‘Soykırım Meselesi’ demeye devam edecek.
Hollanda geçici Dışişleri Bakanı Sigrid Kaag, alınan bu kararın hükümetin tanıması anlamına gelmediğini, ama 24 Nisan’da Ermenistan’daki ‘soykırımı anma törenine’ hükümeti temsilen bir heyet göndereceklerini söyledi.
Sigrid Kaag, hükümetin, 1915 olaylarıyla ilgili ‘Ermeni Soykırımı’ iddiası konusunda itidalli davranılması gerektiği düşüncesinde olduğunu belirtip “Hollanda hükümeti, BM tarafından bağlayıcı bir karar ya da Srebrenitsa olayında olduğu gibi uluslararası mahkeme tarafından verilen bir hüküm olduğu zaman soykırımdan bahsedebilir” dedi.
Kaag, bunun Ermenistan ile Türkiye arasında bir sorun olduğunu dile getirerek “İki ülke birlikte çalışarak uzlaşmak için beraber adım atmalı ve yaşananları ortaya koymalı” çağrısı yaptı.
Hükümet protokolüne işaret eden Kaag, “Soykırımların tanınmasında, uluslararası mahkemelerin hükümleri, BM’nin bilimsel araştırma ve bulgularındaki açık ve net olan sonuçları Hollanda hükümeti için yönlendiricidir. Hükümet, Birleşmiş Milletler Güvenlik Kurulunun, Soykırımın Önlenmesi ve Cezalandırılması Sözleşmesi’ne göre hareket ediyor” diye konuştu.
Meclis oturumu sırasında söz alan hükümet ortağı Demokratlar 66 (D66) Partisi Milletvekili Sjoerd Sjordsma, “soykırımı” tanımanın Türkiye ve Ermenistan’ı uzlaştırmaya yönelik ilk adım olduğunu savundu.
ROUVOET’A MEKTUP
Araştırmacı yazar Gerard Scargo, Hollanda Hıristiyan Birliği Partisi Başkanı Rouvoet’a gönderdiği mektubunda özetle şunları yazmıştı: “Siz, Ermeniler’in soykırım iddialarını doğruluyor ve meclisten geçirmek istiyorsunuz ama, Ermeni iddialarının gerçek olup olmadığını da bilmiyorsunuz.
Size 1920’de Haldels Blad’da yayınlanan bir haber-yorumu gönderiyorum. Okuduğunuz zaman, iki tarafın da birbirlerine karşı acımasızca saldırdıkları ortadayken, neye dayanarak Ermeni iddialarını destekliyorsunuz?
İstanbul’da konuştuğum yazarlar ve Azerbaycan’da gözlerimle şahit olduğum ortama göre, Ermeniler geçmişin bedelini ne olursa olsun almak istiyorlar.
İnsanlık acısı tarif edilemez. O zaman da böyleydi, şimdi de…
Siz bir Hıristiyan olarak hangi tarafı seçiyorsunuz?”
*****************
HOLLANDALI GAZETECİNİN 1920’DE YAZDIKLARI
“Ermeni Soykırımı Yoktur” demeyi suça dönüştürecek kadar içlerine sızmış lobilerin esiri haline gelenlere ve kendi tarihlerinden kesit sunmak isteyenlere; 1920 yılında Hollanda gazetesinde çıkan haberin küpürünü (üstte) ve bu küpürün Hollandaca ve Türkçe metnini (aşağıda) sunuyorum.
Rus-Ermeni sınırında görev yapan George Nijpels’in, 1920 yılında Hollanda’nın Algeemen Handelsblad gazetesinde yayınlanan haberi; sözde Ermeni soykırımı iddialarının, zamanın savaş şartları içinde Türkleri nasıl tek taraflı resmetmeye çalışanların eseri olduğunu bir “Batılının” dilinden ortaya koyuyor.
Önce ismi açıklanmayan Hollandalı gazetecinin kim olduğunu da yıllar sonra buldum. Bu gazeteci 1885-1977 yılları arasında yaşamış olan George Nypels idi.
Nypels’in, sözde Ermeni soykırımı hakkındaki yazısını Türkçe ve Hollandaca olarak aşağıda bulacaksınız.
********************
Algemeen Handelsblad
Amsterdam
25.05.1920-Salı
TÜRK-ERMENİ SORUNU
Balkanlarda görev yapan bir gazeteci arkadaşımızdan aşağıdaki ilginç mektubu aldık. Bu mektubun içeriği, Ermeni sorununa Batı Avrupa’daki alışılageldik görüşten farklı bir bakış getiriyor. Bu gazeteci arkadaşımızın tarafsızlığına büyük güvenimiz var. Onun olayları değerlendirmesi daima kanıtlara dayandığı için, yazılarını yorumsuz olarak ve hiç bir değişiklik yapmadan olduğu gibi yayınlıyoruz.
Aynen Sultan Abdülhamit devrinde olduğu gibi, bugünlerde Kilikya’dan yeniden çok sayıda Ermeninin katledildiğine dair çirkin haberler geliyor. (Fransız işgali altındaki Adana, Gaziantep, Maraş ve Urfa’daki Ermeni zulmune ve katliamlarına karşı Kuvvayı Milliye Hareketleri) Konuyu çoktan unutmuş olan dünya kamuoyu, bu haberlerle yeniden şok oldu. Aslında din uğruna yapılan bu iğrenç katliamları savunmaya ve koruma altına almaya hiç niyetim yok. Fakat her gerçeğin iki yönü vardır. Olaylar sırasında Türkiye’yi parçalayıp yıkmak isteyen itilaf devletleri ve basını, propaganda yaparak Kilikya’daki Ermeni kıyımını Türklere karşı bilinçli olarak kullandılar ve bütün yıkımın Türkiye tarafından yapıldığını iddia ettiler. Önemli olan gerçeğin ne olduğunu bulmaktır. Bu bilinçle, sözü edilen bu kitlesel katliamdan gerçekte yalnızca Türklerin sorumlu olamayacağını gözler önüne sermek istiyorum.
Bu konuda fikrimi söyleme hakkını kendimde buluyorum. Çünkü Birinci dünya savaşı süresince Türkler ve Ermenilerin birbirleriyle nasıl bir nefret ile boğuştuklarını çok açık bir şekilde gözlerimle gördüm.
İşte, giysilerinden Türk oldukları anlaşılan bir grup insan, Ermeniler tarafından katledilen yakınlarının iskeletleri ile görülüyor.
1918 baharında Rusların yenilgisinin sonucunda Türkiye yeniden saldırıya geçtiginde ve peygamberin mukaddes bayrağı Osmanlı ülkesinin dışında da dalgalandığında, ki Küçük Kaynarca anlaşmasından beri hiç böyle olmamıştı; ben kendimi Ermeni-Rus sınır bölgesinde buldum ve Türklerin Kafkasya’da ki ilerlemelerine şahit oldum.
Savaşı yaşayan bir kişi, bir ülke ve ulusunu tanımak için savaş halinden daha iyi başka bir fırsat olmadığını kabul edecektir. Bu durumda bütün insani canavarlıklar büyük bir şiddetiyle ortaya çıkar. Savaşımın gerektirdiği kaba güç kullanma ile, kültür ve uygar davranışlar kaybolur. O sıralar Avrupalı olarak bir tek ben, bu kritik ortamda bulunuyordum. Bu durumda söylenebir ki Türklerin Rus- Ermenistan’ına ilerleyişi sırasındaki olayların tek Avrupalı şahiti bendim.
Seyahatime başlamadan önce Ermeni yanlısıydım. 1916-1917’de İstanbul’daki kalışım sırasında, Ermenilere yapılan toplu katliam hakkında, az çok bilgisi olan Avrupalılardan ve Türkiye Ermenilerinden yeteri kadar tiksindirici, çirkin ayrıntılar duymuştum. Bu kişiler Türkleri suçlu ve Ermenileri de, barbar Türklerin masum kurbanları olarak görüyorlardı.
Türklerle aram yeterince iyi olduğu için, bu hassas konuda, hiç bir Avrupalının konuşmaya cesaret edemeyecegi şeyleri sorabiliyordum. Türklerin bana karşı olan davranışları, benim Ermenilerin suçsuz, Türklerin de suçlu olduğuna dair inancımı kuvvetlendiriyordu. Çünkü ben Ermeni olayları ile ilgili bilgi almak için, soru sorduğumda Tüklerden şöyle yanıt alıyordum: “Bizim hakkımızda anlatılanların hepsi doğru. Biz 1 milyon Ermeniyi kestik. Bu korkunç bir katliamdı. Fakat biz bu konuda haklıydık ve bu suçtan ötürü ancak kendimize karşı sorumluyuz.” Bütün çabalarıma rağmen bu konuda ayrıntılı ve olayların gerçek nedenleri hakkında bilgi elde edemiyordum. Ben de bu durumda şöyle bir yargıya varabiliyordum: Orada Hristiyanlara karşı fanatik bir din savaşı güdülüyordu. Bu olaylar Ermenistan’ın dünyayla tüm ilişkisinin kesildiği Yukarı Ermenistan’da meydana geliyordu. Orada Ermeniler Türklerin insafına terk edilmişti.
1918 ilkbaharında Trabzon’a geldim. Bilindiği gibi kıyıdan Ermenistan’in dağlık bölgelerine giden tek yol buradandır. Trabzon 1915’de Ermeni katliamını yaşamıştı. 3 yıl sonra bu kentte yaşayan Rumlar ve Avrupalı Levantenler bana Trabzon surları içinde olan inanılmaz vahşeti; Trabzon sokaklarında nasıl Ermeni kanı aktığını, Ermeni mahallelerinin nasıl alev alev yandığını, bu olaylardan günler haftalar sonra bile çocuk cesetlerinin Platana limanındaki Bizans duvarına vurduğunu anlatıyorlardı. Ben yanmış yıkılmış mahalleleri gördüm. Bana bunların bir zamanlar Ermeni mahalleleri olduklarını anlattılar. Bana Hristiyan kiliselerini gösterdiler. Bunlar Ermeni kiliseleriymiş. İnsanlar gübre yığınlarını eşelerken hala kemikler ve ceset artıkları buluyorlarmış. Bana bunların Ermenilere ait olduklarını anlattılar.
Bütün bunlar, insanın hiç unutamayacağı korkunç izlenimlerdi ve herkes bir tek şey diliyordu: “Tanrı bizi ve herkesi bu barbarlıktan ve Müslümanların düşmanlığından korusun.”
Bütün bu olanlardan dolayı ben lanetlerimi yağdırırken şüphesiz ki Hristiyanların tarafını tutması lazım gelen sıradan yaşlı bir Fransiskaner papazı başını salladı ve “Yanılıyorsunuz”, dedi. “Sadece Türkler suçlu değildir. Avrupa’dan gelen ve Avrupa kültür anlayışıyla Asyayı değerlendiren biri olarak, doğal olarak bu halkın yok edilmesi suçuna karşı lanetlerini yağdıracaksın. Fakat senin gördüklerin ve sana anlatılanlar, gerçeğin tamamı değildir. Bütün bunları anlayabilmen için olayları bir Asyalı gibi görmen ve yorumlaman gerek. Şunu unutma ki burada yüzyıllardır birbirlerinden nefret eden ve birbirine kin güden iki halk var. Burada iki farklı zihniyet var: Ermeni ve Türk zihniyeti. Bu iki düşman görüşteki insanlar birbirlerinin yok edilmesi gerektiğine inanırlar. Evet 1915’de Ermeniler yok edilmişlerdi, her şey onlara karşydı ve yenilgiyi kabullenmek zorundaydılar. Fakat insan şuna inanıyor ki, eğer aynı konuma Ermeniler sahip olsalardı onlar da Türklere aynısını yapacaklardı. Benim raporlarımdan ve benim Beyazıt, Van, Erzurum ve Erzincan’daki görevlilerden aldığım raporlardan biliyorum ki 1915’de Ruslarla savaş başladığında Ermeniler, Türk ordusunun arkasından isyana kışkırtıldılar ve Türk köy ve kasabalarını yıkıp, yerle bir ettiler. Daha sonra Türkiye’de olan olaylar işte Ermenilerin bu ilk düşmanca tutumu nedeniyle başlamıştır. Kabul ederim ki çok korkunç şeyler oldu; Şimdiye kadar görülmemiş bir biçimde çok kan aktı. Fakat Ermeniler bu kan gölünün oluşmasında suçsuz değillerdi. Türkler gereğinden fazla ileri gittiler, fakat suç yine sadece Türklerde değildi. Suç Avrupalılarda görülmeyen çok derin nefretlerin oluştuğu, Asyalı düşünce tarzındaydı ve bu düşünceyle yapılan savaşta vahşice davranışlar ortaya çıkıyordu. ”
” Örneğin Trabzon’a bak. Yanmış, yıkılmış Ermeni semtlerini gördün, fakat yerle bir edilmiş Türk mahallelerini de gördün mü? Henüz daha taze Türk mezarlarına da dikkat ettin mi? Hayır mı! Haydi git ve gör. Ermeniler de aynı pozisyonda oldukları zaman Rus ordusunun korumasında zafer kazandıklarında, 1915′ de yaşananlar tekrarlandı. Fakat bu sefer Türkler, Ermenilerce katledildi. Ermeniler, nerede bir Türk bulsalar onu acımasızca kesip doğradılar, nerede bir cami görseler onu yağmalayıp yaktılar. Türk mahalleleri yakıldı, duman ve alev içinde kaldı. Tıpkı bir zamanlar Ermeni semtlerinde olduğu gibi. Şimdi Anadolunun içlerine gidip savaşın bütün bu izlerini takip edebilirsin: Bayburt’da, Erzincan’da,, Erzurum ve Kars’da. Oralarda daha dumanı tüten yığınlar göreceksin; daha çok kan ve ceset koklayacaksın. Ancak bunlar Türklerin ölüleri olacaktır.”
Fransiskaner rahip bana gerçekleri söylemişti. Aylarca Ermenistan ve Kürdistan(Doğu Anadolu ve Kafkasya) içlerinde yolculuk yaptım ve gerçekten de rahibin bana anlattıklarının doğru oldugunu gördüm. Rus ordusunun geri çekilmesinden ve bunu takip eden barış anlaşmasından sonra, sözün ona Ermeni ordusu( Ermeni çeteleri) çeşitli operasyonlar yaptı. Bu çeteler Rusların çekildikleri bu Türk bölgelerini işgal ettiler. Ruslar işgal sırasında Türklerin canlarını ve mallarını koruyorlardı. Rusların geri çekilmesinden hemen sonra olanlar ise, yürek parçalayıcıdır. Küçük Türk yerleşim birimlerindeki insanlar, General Antranik ve Murat’ın çeteleri tarafından tek bir canlı kalmayıncaya kadar katledildi. Camiler son taşına kadar tahrip edildi.
Bu bulunmaz fırsatı yakalayan Ermeniler, beklentilerini, hayallerini bayağı genişlettiler ve neredeyse bütün Anadolu sanki onların olacakmış gibi davranmaya başladılar. Anadolu’da yaşayan Türklerle, yaşayan son erkeğe, son kadına ve son çocuğa varıncaya kadar hesaplaşabileceklerini ve onları yok edeceklerini umuyorlardı. Ben Erzincan’da yıkıntılar arasında yatan yüzlerce boğazlanmış Türkün cesedini gördüm. Kuyuların içine ışık tuttuğumda cesetlerle dolu olduğunu gördüm. Açılan toplu mezarlarda yüzlerce kadın ve erkek cesetlerinin üstüste yığılmış olduğunu kendi gözlerimle gördüm. Bunları kim yapmıştı? Zafer kazanan Ermeniler tabiki. Böyle manzaralar sürekli olarak Yukarı Ermenistan yollarında, Kürdistan ve Rusya-Ermenistan’nda bana eşlik etti. Türkler’inde şimdi tekrar bir zafer kazandıklarında öç almaları ve öfkeyle misilleme yapmaları şaşırtıcı mıydı dersiniz? Şunu da itiraf etmeliyim ki, Rusya Ermenistan’ına yürüyüşleri sırasında Türkler tarafından yapılan öldürmeler de sürdü. Sarıkamış sınırının karşı tarafında birbirine yakın Ermeni yerleşim yerleri ateş ve demirle yerle bir edildi. Asya’nın bu vahşi ülkesinde şimdi zafer kazananlar, önceki zafer kazananlara karşı korkunç vahşi bir öfke duyuyorlardı. Halkların halklara karşı bu acımasız davranışlara nasıl kışkırtıldıklarını, bu acımasız nefreti, bizim Avrupalı beyinlerimiz anlamaz. Fakat biz Yukarı Ermenistan denilen bu bölgenin uygarlığı ile, Avrupa halklarının eski kültürünün karşılaştırılabileceğini düşünmemeliyiz. Çünkü buralarda yaşayan halkların milliyetleri yoktur, fakat çeteleri vardır. Bunu şöyle açıklamak mümkün. Buralarda iki çete karşılaştığında, bu taraflardan birinin imha edilmesi demek oluyordu. Bu nedenle bugüne kadar Büyük Ağrı Dağları’nda birlikte yaşamak için uzlaşmak, ortayolu bulmak diye birşey düşünülemez. Bunun yerine yanlızca imha etmek geçerlidir. Yukarı Ermenistan’ın çıplak dağlarında bir anlaşma yoktur, sadace ölüm kalım mücadelesi vardır. Kazanan yaşar, kaybeden ölür….
Benim Aleksandropol’de(Gümrü) kalışım sırasında orada yaşayan insanların düşünce yapısına ışık tutan şöyle bir olay oldu. Bir gün Alagöz dağları yönünden bir top atışı duyuldu. Türk sınırı arkasında korku içinde yaşayan Ermeni halkı bunu şöyle açıklamışlar; İngilizler Türklere karşı ilerliyorlar ve Türkler birkaç saat içinde yenilmiş olacaklar. Birden Türk sınırının gerisinde bir ayaklanma oluştu ve Ermeni köylerindeki zayıf Türk nöbetçileri şeytanca işkencelerle öldürüldü. Fakat ortada Ermenilerin geldiklerini sandıkları İngilizler yoktu. Olayın aslı şu idi: Kafkas Ermenilerinden bir birlik önce Türk cephesini yarmayı denemişler. Top atışı sesleri bu yüzdendi. Bu çatışma birkaç saat sonra bitti. Fakat sıra intikam almaya gelmişti. Türk askerlerinin sinsice katledildiği Ermeni köyleri yakılmaya başlandı. Bu durumda Ermenilerin hiç suçu olmadığı söylenebilir mi?
Tamamen Türklerin eline geçen Aleksandropol (Gümrü) kenti bir Ermeni kentiydi ve ben burada Türk işgaline rağmen günlük işlerini güçlerini yapan, şehrin ileri gelen Ermenileri ile tanıştım. Bu kişiler Ermeni çetelerinin düşüncesiz davranışları nedeniyle Türklerin bir gün öç alacakları düşüncesiyle sürekli korku içinde yaşıyorlar ve bir gün sırf bu yüzden yok olacaklarına inanıyorlardı. Ermeni halkının bir kısmı, ki buna ileri gelenleri diyebilirim, Türklerle barışcı bir anlaşma yapılmasının taraftarıydılar. Çünkü şimdi beraber yaşamak zorundaydılar ve karşılıklı bir antlaşma, bu cinayetlere bir son verebilirdi. Fakat halkın büyük bölümü ve çeteler yani sözde Ermeni askerleri, barışın adını bile etmiyorlardı. Onların sloganı: ” Ya biz, ya da onlar; birimizden biri yok olmalı” idi.
Düşününüz, Antlaşma ve barış isteyenler, Ermeni halkının büyük çoğunluğu tarafından lanetleniyordu. İçinde bulunduğum Ermeni çevrelerinden bazı insanlar bana açıkça şöyle diyorlardı: ”Şimdi Türkler başa geçti, ancak biz pek yakında tekrar başa geçtiğimizde elimize geçirdiğimiz hiç bir Türk’ü sağ bırakmayacağız. Onlarla bizim aramızda bir anlaşma olması mümkün değil. Asırlardır görülecek bir hesabımız var onlarla. Sürtüşmemiz, halkımızın tarihi kadar eskidir. Bu savaşım, Türklerin ülkemize gelmesiyle başladı. Bu savaş ya biz, ya da onlar yok olana kadar sürecektir. Biz barış istemiyoruz. Lanet olsun Türklerle dostluk kuranlara!”
İste o zamanlar Ermenilerin düşünceleri böyleydi. Ermenilerin bağımsızlıklarını kazanma ümitleri pek yoktu. Zaferi kazanan Ay-Yıldız’ın(Türklerin) ise bütün Rus- Ermenistan’ını ele geçirecegi görülüyordu.
İşte bunları duyduktan sonra, şimdi Türklerin geri çekilip de, Türk yerleşim yerleri tekrar Ermenilerin eline geçtikten sonra olanları tahmin etmek, herhalde zor olmasa gerektir.
Uzlaşmalar ancak uygar halklar arasında olabilir. Vahşi Asya’nın halkları arasında sadece nefret ve yok etme duyguları vardır. Evet, Türkler suçludur, katlettiler, ancak ellerine fırsat geçince aynı katliamları yapan Ermeniler acaba daha az mı suçlular? İnsan Asya’yı sadece Asyalı bakış açısıyla değerlendirebilir.
**************
Yazının Orijinal Hollandacası
Algemeen Handelsblad
Amsterdam
25.05.1920 van Dinsdag
ARMENIE
De Armenisch-Turksche kwestie
Van een onzer medewerkers in den Balkan ontvingen wij den volgenden interessanten brief, waarvan de inhoud een anderen kijk geeft op de Armenische quaestie dan de in West Europa gebruijkelijke. Wij stellen in de objectiviteit van dezen medewerker het grootste vertrouwen. – Zijn betoogtrant bevat het bewijs dat hij dit verdient – en drukken daarom zijn correspondentie ongewijzigd en zonder commentaar af.
Evenals onder de regering van Sultan Abdulhamit komen uit Cilicie weer weerzinwekkende berichten over massaslachtingen van Armeniers, waardoor de zenuwen van de tamelijk afgestempte wereld weer opniew worden geschokt. Het valt mij in de verste verte niet in om slachtingen, door wie de ook worden gehouden, te rechtvaardigen en den weerzinwekkendsten van alle moorden, de gooddienstmoord, in bescherming te nemen. Maar elke waarheid heeft twee kanten, en wanneer de Armeensche perspropaganda het Armeensche bloodbad in Cilicie teger de Turken weet uit te buiten, in dezen zin, dat zij daardoor de volledige vernietiging van Turkije door de Entente bewerkt, dan meen ik dat het in het belang der waarheid is, om te onderzoeken of werkelijk alleen de beestachtigheid van de Turken aan deze massamorden schuldig is.
Ik geloof, dat ik eenig recht heb om dit uit te maken, want ik had gelegenheid om Turkije gedurende den oorlog bij wijze van spreken, in neglige te zien en wel juist daar, waar de Armeensche en Turksche stammen in den meest verbitterden haat elkaar te lijf gaaan.
In de lente van het gedenkwaardige jaar 1918, toen ten gevolge van de Russische nederlaag, Turkije het offensief weer begon, en de vlag van den profeet zegevierend in vreemde landen woei, wat sinds den vrede van Küçük Kaynarca niet meer gebeurd was, bevond ik mij in het Armeeinsch-Russische grensgebied, en maakte een deel van den Turkschen opmarsch in het voornamelijk door Armenieers bewoonde gebied mee.
Een ieder die weet wat oorlogvoeren betekent, zal moeten toegeven, dat er geen betere gelegenheid is, om een land en volk te leren kennen, als juist in den oorlog, waar alle menselijke hartstochten met geweld tot uiting komen, en waar het laagje cultuur en veinzerij voor de ruwe, hoogere noodzakelijkheid van de oorlogsvoering verdwijnen. Als eenige Eoropeaan bevond ik mij toen ter tijd in de kritieke omgeving en ben misschien de eenige Europeesche getuige ervan geweest op welke wijze de gebeurtenissen gedurende den Turkschen opmarsch in Russisch-Armenie zich hebben toegedragen, en hoe deze beide volkeren tot elkander stonden.
Voordat ik mijn reis begon, was ik reeds Armenisch gezind. Ik had gedurende mijn oponthoud te Konstantinopel, in de jaren 1916/17, genoeg weerzienwekkende details over de Armeensche massamorden in Turksch-Armenie gehord en de Europeanen, die meer of minder goed over de gebeurtenissen in Armenie ingelicht waren, gaven dan Turken alleen de schuld en beschouwden de Armeniers als de onschuldige offers van den Turkschen goddiensthaat en van de dierlijke hartstochten van een barbaarsch volk.
Mijn verhouding tot de Turken was goed genoeg om hen ook over dit netelige punt, wat een Europeaan bijna niet te berde durft te brengen, te spreken. De houding der Turken moest mij in mijn overtuiging sterken, dat de Armeniers onschuldig waren en de Turken alle shuld hadden. Want met een eigenaardige bruuske afwijzing werd mij steeds door iedereen Turk, wien ik ver het pro en contra van de Armeensche quaestie om inlichtingen vroeg, geantwoord: “Ja alles is waar wat men over ons verteld. Wij hebben een millionen Armeniers afgemaakt; het was afschuwelijk bloodbad, maar wij waren in ons recht en wij zijn daarvoor alleen tegenover ons zelf verantwoording schuldig.” Het gelukte mij niet nog verdere details, of de gronden van deze verschrikkelijke daden te, weten te komen. En ik kon alleen tot den slotsom komen ….. In de loogelaten hartstochten van den oorlog het goddienstfanatiesme tegenover de Cristenen zich liet gaan, waar het maar gelegenheid daartoe zag. En dat gebeurde in het hoogland van Armenie, waar de van de gehele wereld afgesneden. Armenieers aan den Turken overgeleverd waren.
In het voorjaar van 1918 kwam ik in Trabzon van waaruit -gelijk bekend is -de einige beganbare weg naar binnenland van Hoog-Armenie loopt.
Trabzon zelf was in 1915 getuige van een Armeensch bloedbad en drie jaar later wisten Grieken en Levantijnsche Europeanen mij nog in kleuren en geuren te vertellen van de onbeschrijfelijke gruwelscenes, die zich binnen de oer-oude muren van de Trabzon in 1915 afgespeeld hebben. Hoe op de straten van Trabzon het bloed der Armeniers vloeide! Hoe de Armeensche wijken in rook en vlammen opgingen en nog dagen en weken na het bloedbad de lijken van kinderen tegen den oer-ouden Konstantijnschen dijk en in de haven van Platana aanspoelden. Ik zag geruineerde streken en men vertelde mij, dat dit eens Armeensche wijken waren geweest. Men toonde mij Cristelijke kerken. Dit waren de kerken der Armeniers. Men rakelde de mesthoopen op en beenderen en vergane lijken kwamen te voorschijn. Dat zijn lijken van Armeniers, zeide
men mij.
Dit zijn zulke ontzettende gewaarwordingen, die men nooit vergeet en die bij iedereen maar een wensch doen opkomen: God behoede onsen een ieder voor deze barbaarscheid en voor den godsdiensthaat der Mohammeden!
Maar een prior der Franciskaner monniken, een envoudige oude prister, die ongetwijfeld aan de zijde van de Cristenen stond, schudde zijn hoofd, toen ik in verwenschingen tegen de Turken uitbrak. “Gij vergist u” zeide hij, “de Turken hebben niet alleen schuld. Ja voor iemand die uit Europa komt en die met Europesche begrijpen over Azie will oordeelen, die zal de misdaad van het uitroeien van dit volk verwenschen. Maar het is niet de geheele waarheid, die gij gezien en gehoord hebt. Gij moet deze dingen door een Aziatische bril bekijken en begrijpen, dat hier twee volken elkaar met eeuwenouden haat en verbittering te lijf gaan. Men heeft hier twee mentaliteiten, de Turksche en de Armeeensche en beide mentaliteiten zeggen, dat een van hen te gronde gaan. Ja, in 1915 waren het Armeniers, die te gronde zijn gegaan.Alles werd tegen hen in werking gesteld, en zij moesten de nederlaag lijden. Maar zijt gij er wel van overtuigd, dat de Armeniers in dezelfde omstandigheden niet hetzelfde zouden hebben gedaan of deden? Ik heb mijn rapporten van missies, uitgezonden door mijn orde in Beyazıt, Van, Erzurum, Erzincan; uit de rapporten weet ik, dat in 1915 toen de oorlog met Rusland begon, het de Armeniers waren, die achter het Turkse leger de revolutie aanwakkarden en de Turksche dorpen en nederzettingen ontvolkten en met den grond gelijk maakten. De verdere gebeurtenissen, die daarna in Turkije voorvielen, waren alleen de gevolgen van deze eerste vijandelijke houding der Armeniers. Ik geef toe, dat er verschrikkelijke dingen gebeurd zijn; er is zooveel bloed gevloid als nog nooit te voeren. Maar onschuldig waren de Armeniers aan het ontstaan van het bloedbad niet. En wanneer de Turken dan verder gegaan zijn dan nodig was, dan ligt daarvan de schuld niet alleen bij de Turken, maar bij de mentaliteit van Azie, waar de volkenhaat dieper gaat dan bij de Europesche volken en waar de oorlog beesachtige vormen aanneemt.”
“Zie b.v. naar Trabzon. Gij hebt de platgebrande Armeensche wijken gezien, maar hebt hij ook de platgebrande Turksche wijken aanschouwd? Hebt gij op de nog frissche graven van de Turksche bevolking gelet? Neen! Ziet toen de Armeniers zich in de zelfde positie bevonden als de Turken, toen zij zegevierend voortrukten onder de bescherming van het Russische leger, toen herhaalde zich het schouwspel van het jaar 1915, maar toen moesten de Turken het ongelden. Waar de Armeniers een Turk vonden, daar werd hij onbarmhartig neergehouwen, waar zij een Turksche moskee zagen werd deze geplunderd en in brand gestoken. Turksche wijken gingen even goed in rook en vlammen op als Armeensche wijken. Gij gaat thans het land in en gij zult de sporen van den oorlog kunnen volgen: Bayburt, Erzincan, Erzurum en Kars. Gij zult nog rookende puinhoopen zien; gij zult nog bloed en lijken ruiken, maar dat waren echter Turkse lijken.”
De Franciscaner pater heeft slechts de waarheid gezegd. Maandenlang ging ik dwaars door Armenie en Kurdistan en ik vond bevestigd, wat hij mij verteld had. Na den terugtocht van het Russische leger, die op de Russische vreede volgde, namen de troepen van het z.g. Armeensche leger, de militaire operaties in de bezette Turkse gebieden over. Gedurende de Russische bezetting beschermden de Russen het leven en eigendommvan de Turken. Wat na dan terugtocht van de Russen gebeurd is, is hartverscheurend. De kleine Turksche nederzettingen werden door de benden van generaals Adronits en Murat tot den laatsten man afgemaakt, kerken tot den laatsten steen vernield.
Toen waren de Armeensche verwactingen nog hoog gespannen. Hun plannen reikten ver, omspanden het geheele Turksche rijk. En zij hoopten dat zij met den erfvijand zouden kunnen afrekenen tot den laatsten man, de laatste vrouw, het laatste kind. Ik heb in Erzincan ruines gezien, waar honderden lijken van gewurgde Turken lagen tusschen de puinhoopen. Ik heb licht laten schijnen in putten, die vol lijken waren. Ik heb met eigen ogen gezien, dat graven open gemakt werden, waarin mannen-en vrouwenlijken overelkaar lagen, bij honderden. Wie hadden dit gedaan? Die overwinnende Armeniers.
Deze tooneelen vergezelden mij op den verren, langen weg door Opper-Armenie, Kurdistan tot in Russisch-Armenie. En is het een wonder, dat de Turken, toen zij weer overwinnaars waren, wraak namen, kwaad met kwaad vergolden? Ik moet erkennen dat tijdens den Turkschen opmarsch naar Russisch- Armenie het moorden voortgezet werd door de Turken. Aan den anderen kant van de grens van de Sarıkamış werden de Armeensche vestigingen, die daar tamelijk gezaaid zijn, ontvolkt met vuur en ijzer. De meest verbitterde volkshaat woedde tegen de vroegere overwinnaars, thans overwonnenen , in den beestachtigen vorm, een wild land van Azie eigen. Onze Europeesche hersens begrijpen deze onverbiddelijke haat niet, die volkeren tegen volkeren opzweept tot de ergste gruweldaden. Maar wij mogen niet vergeten, dat Opper-Armenie een land is, waarvan de beschaving vergeleken kan worden met de oer-cultuur der Europeesche volkeren. De volkeren daar zijn geen naties, doch horden. En zoals in den oertoestand der volkeren een ontmoeting van twee hordende vernitiging beteekende van een dezer twee, zoo is men in de bergen om den Grooten Ararat heden ten dage nog niet bedacht op samenleven, doch op vernietiging. In de kale bergen van Opper-Armenie bestaat er geen compromis, alleen strijd op leven en dood. De overwinnaar leeft, de overwonnene kan alleen sterven.
Tijdens mijn verblijf in Alexandropol(Gümrü) gebeurde het volgende, dat een goed licht werpt op de mentaliteit van de menschen aldaar. Uit de richting van de bergengroep Alagöz hoorde men op een dag kanongedonder. De Armenische bevolking, die achter het Turksche front in angst en beven leefde, legden dit kanongedonder zoo uit, dat de Engelschen oprukten tegen de Turken. En zij leefden in de overtuiging, dat de Turken binnen enkele uren verslagen zouden zijn. Onmiddelijk ontstond achter het Turksche front een opstand, en de zwakke Turksche posten in de Armenische dorpen werden op de geraffineerde manier dood gemarteld. Maar de Engelsen kwamen niet. Een detachement van Kafkas- Armeniers had getracht door het dunne Turksche front te breken. Vandaar het kanongedonder. En toen het gevecht een paar uur later voorbij was, kwaam de wraak. De dorpen, waarin Turksche soldaten vermoord waren werden vernietigd. Kan men zeggen, dat de Armeniers geen schuld hadden?
In Alexandropol zelf, in een zuiver Armeensche stad, waar, niettegenstaande de Turksche bezetting, de Armeniers rustig hun werk deden , kwam ik veel in aanraking met toonaangevende Armeniers. Zij leefden voortdurend onder een verschrikkelijke angst, dat op een dag door een onbedachtzame handeling van Armeensche benden de Turken wraak zouden nemen en dat zij dan het eerst er aan zouden moeten gelooven. Een gedellte van Armeensche volk, het beste deel- was voor een vreedzame overenstemmming met de Turken. Men was nu eenmaal gedwongen samen te leven. En dan zou toch alleen verdraagzaamheid een eind kunnen maken aan het moorden. Mat het grootste gedeelte en de benden, de zoogenaamde militairen wilden van vreede niets weten. Hun leuze was : “Zij of wij, een moet te gronde gaan.”
De mannen, die verdraagzaamheid en verzoeninig predikten, werden verwenscht door het gros van het Armeensche volk. Men zei mij openlijk in Armeensche kringen: “Nu zijn de Turken baas. Maar spoedig zullen wij weer heer en meester zijn en dan zullen we geen enkelen Turk, die in onze handen komt in leven laten. Tusschen ons is geen overeenstemming mogelijk. Wij hebben een rekening eeuwen oud te vereffenen. Onze strijd is zoo oud als ons volk. Deze strijd begon op den dag, waarop de Turken in ons land kwamen en zal tot den dag duren, waarop wij op zij te gronde gaan. Een verzoening willen wij niet. Vervloekt zijn zij , die vriendschap sluiten met de Turken. ”
Zoo was de stemming in een tijd, waarin de Armenen geen hoop hadden ooit van de Turken bevrijd te worden. Het zag er naar uit, alsof de overwinnende halve maan geheel Russisch- Armenie tot zich zou trekken.
Hiernaar kan men beoordelen, wat er gebeurd is, toen de Turken moesten terugtrekken en de Turksche vestiginggen weer in handen van de Armeniers vielen.
Een vergelijk is alleen mogelijk tusschen beschaafde volkeren. Bij de volkeren van het wildste Azie bestaat alleen haat en vernietiging. “De Turken zijn schuldig. Zij hebben gemoord.” Zijn echter de Armeniers minder schuldig, die ook hebben gemoord, zoodra daartoe de macht bezeten?
Azie kan men alleen beoordeelen met Aziatische ogen.