Haberime tepki gösteren zavallı kişi, cevap yazmakta gecikince daha da çirkinleşti ve değil Don Kişot, Sanco Panza bile olamayacağını gösterdi.
“Belki bir toplantıda, sizin hakkınızda ne düşündüğümü gözlerinizin içine baka baka söyleyeceğim, diyen ‘Atsız’ rumuzlu bu zavallı, inşallah bu şansı elde edip, rezil olmaz.
Cevap hakkına çok saygılı olan bir gazeteci olarak, böylesi şaklabanlara hak ettiği eleştirinin dozuna bakmadan cevap veriyorum.
(Haberin Hollandacası en altta.
Nederlandse versie staat onderaan)
İlhan KARAÇAY yazdı:
Değerli okurlarım, Önceki gün sizlere, “ Kahpe Asala’nın yaptıklarını görmezden gelen Türk kökenli bir Hollanda siyasetçisi Coşkun Çörüz’e tepki” başlığı ile bir haber sunmuştum.
Bu haberime gelen reaksiyonların tamamı beni destekler nitelikteydi.
Ne var ki, bir gün gecikme ile, ‘Atsız’ rumuzlu bir kişi, altta yayınlayacağım bir eleştiri mektubu gönderdi.
Mektubu gönderen kişi okurum değildi. Zira, ne e-mail listemde ve ne de whatsapp’ımda ismi yer almıyordu. Mesajını web sayfama direkt yazmıştı ama, email adresinde qupe@gmail.com yazılıydı. Ama hem bu adres ve hem de ikinci gönderideki adres sahteydi.
Bazı insanlar var ki, tartışmaya değil kahramanlığa soyunur. Ama bu kahramanlık, rüzgâr değirmenlerine saldıran Don Kişot’unkinden bile komiktir.
Kendisini yine de okurum kabul ederek kibarca bir mektup yazmaya başladım. Mektubu yazıp göndermek biraz gecikmiş olacak ki, bu kişiden kısa bir mesaj daha geldi. Mesaj aynen şöyleydi:
“Sayın Karacay,
Benim, ahlaki çerçeve ve terbiye ile yazmış olduğum yorumu mu sildiniz!
Çünkü sizden farklı düşünüyordum.
Biraz önce yazdıklarımı, sizin hakkınızda ne düşündüğümü gözlerinizin içine baka baka söyleyeceğim. Belki de bir toplantıda!..”
Bunun üzerine kendisine, mesajını silmediğimi, web sayfasında aynen durduğunu ve kendisine cevap yazmakta olduğumu belirterek, cevabımı gönderdim.
Bu şahısın ikinci mektubuna çok kızdığım için, bugünkü yazımın başlıkları da çok sert oldu, özür dilerim.
Bakınız ne yazdı bu Don Kişot’un yamağı bile olamayacak Sanço Panza.
Sayın Karaçay, ‘Haberinize’ yanlış ve çarpıtılmış cümleyle başlamış olmanız hemen dikkatle göz kamastırıyor :
‘Hollanda İçişleri eski Bakanı’nın eşi olduğu için, Türk kuruluşlarının protokol listesinde bulunan bu siyasetçinin gördüğü lütuf, yurttaşlarımızı üzüyor.’
Sayın Coruz gençliğinden beri Türk gençlerine örnek bir genç ve insan olarak siyasete atılmıştır. Türk insanın haklarını ve muhafazakar bir aileden gelmesi dolayısıyla, özellikle inanan insanların haklarını savunmuştur. Siyaset yapmak için CDA’yı seçmesinin arkasındaki motivasyon da burada yatmaktadır. Çalışkanlığıyla içinde yaşadığı topluma Türk ve müslüman kimliği ile hizmet etmek için elinden geleni yapmaya çalışmıştır.
Yani demem o dur ki…. Coşkun eşinin nüfuzu ile değil, kendi emeği ve kendinin haketmiş olduğu bir iltifatla Türk kuruluşlarını protokol listesinde yeralmaktadır. Kaldı ki davet eden kuruluşlar Türk kuruluşları ve davet edilen kişi ise Hollanda siyasetine vakıf bir Türk asıllı insan.
Bunun yanında haberinizin, çelişkiyle dolu; Sayın Coruz’un, protokol listesinde bulunmasından dolayı yurttaşlarımızın üzüldüğünü belirtiyorsunuz… Oysa Coruz’u davet edenler ise Türk kuruluşları, yani yurttaşlarımızın kuruluşları. Bu ne lahana bu ne turşu!.. Bu yaklaşımızından şu anlam çıkıyor. Yurttaşlarımızın kuruluşları yurttaşlarımızı temsil etmiyor!..
Üzülerek belirtmeliyim ki Türkiye’deki siyasi atmosfer ve onun içinde yer alan ‘gazetecelik ve habercilik’ meslek anlayışı, sayenizde Hollanda’ya da taşınmaya çalışılıyor. Sevgili Coşkun’un adını içinde Asala bulunan cümlelerle oluşturulmuş bir hikaye içinde anmanız ne benim vicdanıma ne de Türklerin ve müslümanların vicdanına sığmamıştır, sığmayacaktır.
Coşkun Coruz hakkındaki bu haberinizin üslubunu ve onun hakkında yaratmak istediğiniz imajı çirkin buluyor ve kınıyorum.
Ben de bu kişiye alttaki kibar mektubu yazdım:
Sayın Atsız,
Öncelikle uzun ve nazik mektubunuz için teşekkür ederim.
Zahmet edip düşüncelerinizi paylaştığınız için memnunum, ancak vardığınız sonuçların bir kısmına katılmıyorum.
Başından söyleyeyim: Benim yazımın konusu Coşkun Çörüz’ün kişiliği, yaşam öyküsü ya da geçmişteki başarıları değildir.
Konu, onun sözde Ermeni soykırımı konusundaki açık ve net siyasi tutumudur.
Benim yazım, Çörüz’ün Hollanda medyasına verdiği demeçte, “bu iddiaların Türk toplumu tarafından içselleştirilmesi gerektiğini” savunmasına ilişkindir.
Bu, önemsiz bir detay değil, tam tersine derin bir kırılmanın sebebidir.
Çünkü bu sözler, yıllarca Türk toplumunun içinde saygı görmüş birinin ağzından çıktığında, aynı toplumda derin bir hayal kırıklığı ve acı yaratmıştır.
KONUMUZ KİŞİ DEĞİL, AÇIKÇA İFADE EDİLMİŞ BİR TUTUMDUR
Sayın Çörüz, 2006 yılında Hollanda’nın Trouw gazetesine verdiği demeçte, 1915 olaylarını “soykırım” olarak tanımlayan 2004 tarihli Meclis kararının Türk toplumu tarafından kabul edilmesi ve içselleştirilmesi gerektiğini söylemiştir.
Ayrıca bu görüşü, Türk toplumu içindeki en sert muhaliflere karşı bile savunacağını da açıkça belirtmiştir.
Bu, elbette onun hakkıdır. Ancak bu kadar net bir siyasi tavır, tarihsel olarak büyük bir haksızlık olarak görülen bir konuda, Türk milletinin en derin duygularına dokunur.
ASALA terörünün yarattığı acıları hâlâ unutmamış olan Hollanda’daki Türkler için bu mesele sadece akademik bir tartışma değildir, hâlâ kanayan bir yaradır.
Dolayısıyla benim yazım, Çörüz’ün “iyi” ya da “kötü” biri olup olmadığıyla değil, sözlerinin toplumsal ve vicdani etkisiyle ilgilidir.
ASALA TRAVMASI VE EMPATİ EKSİKLİĞİ
1970’li ve 80’li yıllarda ASALA terör örgütü tarafından diplomatlarımızın katledilmesi, hâlâ unutulmamış bir travmadır.
Böyle bir acı geçmişin varlığını dikkate almadan, “Ermeni soykırımının kabul edilmesi gerektiği” yönünde konuşmak, kaçınılmaz olarak empati eksikliği olarak algılanır.
Bir gazeteci bu acıyı görmezden gelemez.
Benim görevim pohpohlamak değil, toplumumun hislerini yansıtmaktır.
Siz yazımda bir çelişki olduğunu söylüyorsunuz: Hem “Türk kuruluşları Çörüz’ü davet ediyor” diyorsunuz, hem de “vatandaşlar bundan rahatsız” diyorsunuz diyorsunuz.
Ama tam da mesele bu — aynı toplum içinde farklı sesler vardır.
Gazetecinin görevi bu farklı sesleri gizlemek değil, görünür kılmaktır.
PROTOKOL KONUSUNA GELİNCE
Yazımda, Sayın Çörüz’ün özellikle eşi Judith Uitermark’ın İçişleri Bakanı olduğu dönemde, Türk kuruluşlarının protokol listelerinde sıkça yer aldığını belirttim.
Bu bir suçlama değil, somut bir gözlemdir.
Önceleri kendisini bu tür etkinliklerde pek görmezdik.
Eşi bakan olduktan sonra ise, resmi toplantıların ön sıralarında sık sık görünmeye başladı.
Bu bir rastlantı olabilir, ama gazeteci olarak bunu belirtmek doğal ve gereklidir.
Çünkü geçmişte sözleriyle toplumu incitmiş bir kişinin, aynı toplumun etkinliklerinde “onur konuğu” gibi ağırlanması, ister istemez yeni kırgınlıklara yol açar.
Birinin kariyerini ve emeğini kabul etmek, onun sözlerinin yol açtığı duygusal etkiyi sorgulamaya engel değildir.
Hele ki kendisi uzun yıllar “Türk toplumunu temsil eden siyasetçi” olarak görülmüş biriyse, bu temsilin sorumluluğunu da taşımak durumundadır.
FASLI GENÇLER HAKKINDAKİ AÇIKLAMASI
Siz Çörüz’ün her zaman adaleti ve toplumsal düzeni savunduğunu yazmışsınız.
Bu elbette saygıdeğer bir niyettir.
Ama unutmayalım ki kendisi milletvekiliyken yaptığı bir açıklamayla da büyük tartışma yaratmıştı:
Faslı gençlerin davranışları konuşulurken, “Sadece gençler değil, onların ebeveynleri de cezalandırılmalıdır” demişti.
Ben o dönemde bu sözü haber yapmış ve eleştirmiştim.
Çünkü böyle genelleyici yaklaşımlar, çözüm üretmek yerine damgalamayı derinleştirir.
Bunu bugün anmamın sebebi, Çörüz’ü kötülemek değil, siyasetçinin sözlerinin toplum üzerinde ağır bir etkisi olabileceğini göstermektir.
Ermeni iddiaları konusunda da mesele tam olarak budur: Kamuoyu önünde söylenen her söz, o toplumun duygularına dokunur.
YAZIMIN AMACI
Benim amacım basit:
Toplumun, milli onurunu hedef alan söylemler karşısında hissettiği kırgınlığı dile getirmek.
Çörüz’ün topluma hizmet etmiş biri olduğunu inkâr etmedim, etmiyorum da.
Ama şunu söylüyorum: “Ermeni soykırımı Türk toplumu tarafından içselleştirilmelidir” sözleri, sadece siyasi değil, insani olarak da incitici olmuştur.
Bir milletin onurundan söz ederken kastettiğim, kibir değil; haksız bir ithamı “doğru” olarak kabullenmeme iradesidir.
YENİDEN DÜŞÜNME ÇAĞRISI
Benim dileğim açık:
Sayın Çörüz, aradan geçen yıllardan sonra o sözlerine yeniden bakabilsin.
O sözlerin, istemeden de olsa, ne kadar çok insanı yaraladığını fark etsin.
Ve bir gün, yıllarca dostluk ve saygı gördüğü toplumuna dönüp diyebilsin ki: “Bu konunun neden bu kadar hassas olduğunu şimdi daha iyi anlıyorum.”
Bu bir zayıflık değil, aksine bir olgunluk göstergesi olurdu.
Çünkü hakikat öfkeyle değil, bilgiyle ve vicdanla savunulur.
Benim niyetim kimseyi kötülemek değildir.
Ama bir demokraside, kamuya açık sözler de kamu önünde tartışılabilir.
Benim yazım bir saldırı değil, bir aynadır.
Dilerim ki Sayın Çörüz ve onu hâlâ onurlandıran bazı kuruluşlar, bunun bir düşmanlık değil, toplumumuzun ortak hafızasına saygı çağrısı olduğunu anlar.
Kendi halkının acısına sırtını dönmek, ne kadar iyi niyetli olursa olsun, uzaklaştırır.
Umarım bu tartışma daha fazla bölünmeye değil, daha fazla anlayışa yol açar.
Gerçeği öfke olmadan, onurumuzu da övünmeden koruyabildiğimiz bir zeminde buluşmak dileğiyle.
Değerli Okurlarım,
Gördüğünüz gibi, “Umarım bu tartışma daha fazla bölünmeye değil, daha fazla anlayışa yol açar. Gerçeği öfke olmadan, onurumuzu da övünmeden koruyabildiğimiz bir zeminde buluşmak dileğiyle.” diye son bulan mektubuma, bu densiz kişi bana “sizin hakkınızda ne düşündüğümü gözlerinizin içine baka baka söyleyeceğim. Belki de bir toplantıda!..” diye kabaca bir not düşmüş.
Eee, ben de dilerim ki bu zavallı şahıs böyle bir şans elde edemez.
Çünkü bazı karşılaşmalar, medeniyetin değil, sabrın sınavıdır.
Bir ömürdür kalemimle doğruyu savunmaya, haksızlığa karşı dimdik durmaya çalıştım. Kim ne derse desin, benim derdim kimseyi küçük düşürmek değil, gerçeği unutturmamaktır. Çünkü unuttuğumuz her acı, bir gün yeniden yaşanır. Benim dileğim, geçmişi inkâr edenlerle değil, geçmişten ders çıkarabilen insanlarla aynı sofrada oturabilmektir. Ne öfkeyle, ne kinle; yalnızca vicdanın sesiyle konuşabildiğimiz bir geleceği hep birlikte kurmak dileğiyle.
**************
DE WANEN VAN EEN DON QUIJOTE DIE EEN ‘GENOOCIDE-STEUNER’ PROBEERT TE VERDEDIGEN
De arme ziel die boos werd op mijn bericht, verloor zijn zelfbeheersing toen hij te laat reageerde. Zo liet hij zien dat hij niet eens in de schaduw van Don Quichot kan staan — Sancho Panza zou voor hem nog te hoog gegrepen zijn.
“Misschien zal ik u ooit, tijdens een bijeenkomst, recht in de ogen kijken en vertellen wat ik echt van u vind,” schreef deze ongelukkige onder het pseudoniem ‘Atsız’.
Laten we hopen dat hij die kans nooit krijgt, want de schaamte zou ondraaglijk zijn.
Als journalist die het recht op antwoord altijd respecteert, geef ik zulke clowns een weerwoord zonder mij te bekommeren om de dosis kritiek die ze verdienen.
Door İlhan KARAÇAY
Beste lezers,
Onlangs bracht ik een artikel met de titel: ‘Reactie op de Turkse politicus van Nederlandse afkomst, Coşkun Çörüz, die de misdaden van de laffe ASALA negeert’.
Alle reacties die ik daarop ontving, waren ondersteunend van aard.
Toch ontving ik, met een dag vertraging, een kritisch bericht van iemand met het pseudoniem ‘Atsız’, dat ik hieronder zal weergeven.
De afzender was geen vaste lezer van mij — zijn naam stond niet in mijn e-maillijst of WhatsApp-contacten. Hij had zijn boodschap rechtstreeks op mijn website geplaatst, met het e-mailadres qupe@gmail.com. Maar zowel dat adres als het tweede dat hij later gebruikte bleken vals te zijn.
Er zijn mensen die niet in discussie willen gaan, maar zichzelf als held zien. Alleen is hun ‘heldhaftigheid’ komischer dan de windmolens van Don Quichot.
Toch beschouwde ik hem als een lezer en begon beleefd een antwoord te schrijven. Kennelijk duurde het iets te lang, want al snel kwam er een tweede bericht. Dat luidde letterlijk als volgt:
“Mijnheer Karaçay,
Hebt u mijn reactie, die ik met moreel fatsoen en beleefdheid schreef, verwijderd?
Was dat omdat ik anders dacht dan u?
Ik zal u, misschien tijdens een bijeenkomst, recht in de ogen kijken en vertellen wat ik echt van u vind!”
Daarop antwoordde ik hem onmiddellijk dat ik zijn bericht niet had verwijderd — het stond nog steeds op mijn website — en dat ik bezig was met een reactie.
Omdat zijn tweede bericht zo grof was, heb ik de titel van mijn artikel vandaag iets scherper geformuleerd. Excuses daarvoor.
Lees zelf wat deze man schreef, die nog niet eens de knecht van Don Quichot, Sancho Panza, kan worden genoemd.
Geachte Karaçay,
Uw “berichtgeving” opent direct met een onjuiste en misleidende zin die onmiddellijk in het oog springt:
“Omdat hij de echtgenoot is van de voormalige Nederlandse minister van Binnenlandse Zaken, staat deze politicus op de protocollijsten van Turkse organisaties — iets wat veel van onze landgenoten stoort.”
De Heer Coruz is vanaf zijn jeugd een voorbeeldige jongeman en een voorbeeld voor Turkse jongeren geweest, en als zodanig is hij de politiek ingegaan. Hij heeft steeds de rechten van Turkse mensen verdedigd, en vanwege zijn achtergrond uit een conservatief gezin, in het bijzonder de rechten van gelovige mensen. Zijn motivatie om voor het CDA te kiezen als politieke partij is hierop gebaseerd. Door zijn inzet en arbeidsethos heeft hij zich altijd ingespannen om de samenleving waarin hij leeft, te dienen met zijn Turkse en islamitische identiteit.
Kortom, het punt is dit: Coşkun staat niet op de protocollijst van Turkse organisaties vanwege de invloed van zijn echtgenote, maar vanwege zijn eigen inspanningen en op basis van een compliment dat hij rechtmatig heeft verdiend. Bovendien zijn de uitnodigende organisaties zelf Turkse organisaties en de genodigde is een persoon van Turkse afkomst die thuis is in de Nederlandse politiek.
Tevens stelt uw berichtgeving, vol tegenstrijdigheden, dat burgers verdrietig zouden zijn vanwege de aanwezigheid van De Heer Coruz op de protocollijst… Terwijl degenen die Coruz hebben uitgenodigd, juist de Turkse organisaties zijn – dus de organisaties van onze burgers zelf. Dit is een volstrekte tegenstrijdigheid! Uit deze benadering valt op te maken dat de organisaties van onze burgers hun eigen achterban niet zouden vertegenwoordigen!
Het moet mij met spijt constateren dat het politieke klimaat in Turkije en de daarbij behorende opvatting van “journalistiek en berichtgeving” dankzij u naar Nederland wordt getransponeerd. De wijze waarop u de naam van de geachte Coşkun in een verhaal plaatst dat is opgebouwd uit zinnen waarin “Asala” voorkomt, past noch in mijn moreel besef, noch in dat van Turken en moslims, noch zal het dat ooit doen.
Ik vind de toonzetting van uw berichtgeving over Coşkun Coruz en het imago dat u tracht te creëren, misplaatst en keur dit ten strengste af.
Ik schreef deze persoon de volgende beleefde brief:
Geachte heer Atsız,
Allereerst wil ik u bedanken voor uw uitgebreide en beleefde brief.
Ik waardeer het dat u de moeite heeft genomen om te reageren, al deel ik uw conclusies niet.
Laat mij meteen duidelijk stellen: het onderwerp van mijn artikel was niet de persoon Coşkun Çörüz – niet zijn levensloop, niet zijn verdiensten, niet zijn karakter – maar zijn duidelijk geformuleerde politieke houding met betrekking tot de zogenaamde Armeense genocide.
Mijn stuk ging over zijn uitspraak in de Nederlandse media, waarin hij pleitte voor het “verinnerlijken” van deze beschuldiging door de Turkse gemeenschap. Dat is geen klein detail, maar een fundamentele stellingname die, uitgesproken door iemand van Turkse afkomst die jarenlang door zijn landgenoten met respect werd bejegend, diepe teleurstelling en pijn heeft veroorzaakt binnen diezelfde gemeenschap.
HET GAAT NIET OM DE PERSOON, MAAR OM HET STANDPUNT
De heer Çörüz verklaarde in 2006 in de krant Trouw dat hij het belangrijk vond dat de Turkse gemeenschap in Nederland de motie uit 2004 – waarin de gebeurtenissen van 1915 als “genocide” worden erkend – zou aanvaarden en internaliseren.
Hij zei bovendien bereid te zijn dit standpunt te verdedigen tegenover de felste tegenstanders binnen de Turkse gemeenschap, waaronder nationalistische groeperingen.
Dat is zijn goed recht, maar zulke woorden hebben een prijs.
Een dergelijk uitgesproken standpunt over een kwestie die door miljoenen Turken wereldwijd als een historische onrechtvaardigheid wordt ervaren, raakt aan het diepste niveau van collectieve herinnering en emotie.
Voor veel Turkse Nederlanders, wier families de terreur van de Armeense organisatie ASALA hebben meegemaakt of herdacht, is dit geen academische discussie maar een open wond.
Mijn artikel ging dus niet over de vraag of Coşkun Çörüz een goed of slecht mens is, maar over de morele en emotionele impact van zijn woorden op een gemeenschap waarvan hij zelf deel uitmaakt.
HET ASALA-TRAUMA EN HET GEMIS AAN EMPATHIE
De moorden die de Armeense terreurorganisatie ASALA in de jaren zeventig en tachtig pleegde op Turkse diplomaten hebben een litteken achtergelaten dat nog steeds voelbaar is.
Wanneer men in die context spreekt over het “accepteren van de Armeense genocide”, zonder die collectieve pijn in overweging te nemen, dan getuigt dat van een gebrek aan empathie.
Een journalist mag daar niet blind voor blijven.
Mijn taak is niet om te vleien, maar om de gevoelens en gevoeligheden van mijn gemeenschap zichtbaar te maken.
U noemt mijn artikel “tegenstrijdig” omdat ik enerzijds schrijf dat Turkse organisaties de heer Çörüz uitnodigen, en anderzijds dat burgers daar verdrietig om zijn.
Maar dat ís juist de kern van de zaak: binnen één gemeenschap bestaan verschillende stemmen, en het is journalistiek eerlijk om dat spanningsveld te laten zien in plaats van het te verdoezelen.
OVER HET “PROTOCOL”-ASPECT
In mijn bericht vermeldde ik dat de heer Çörüz vaak voorkomt op protocollijsten van Turkse organisaties, vooral sinds zijn echtgenote Judith Uitermark minister van Binnenlandse Zaken werd.
Dat is geen beschuldiging, maar een feitelijke observatie.
Voorheen zagen we hem zelden bij zulke bijeenkomsten. Pas toen zijn echtgenote in het kabinet zitting nam, verscheen hij vaker op de eerste rijen bij officiële evenementen.
Dat mag toeval zijn, maar het is legitiem voor een journalist om dat te benoemen, zeker wanneer die zichtbaarheid als een vorm van eer wordt ervaren door dezelfde gemeenschap die zich juist gekwetst voelt door zijn eerdere uitspraken.
Het erkennen van iemands loopbaan en toewijding sluit kritiek op de maatschappelijke gevolgen van zijn woorden niet uit.
Wie ooit als vertegenwoordiger van de Turkse gemeenschap werd gezien, draagt ook de verantwoordelijkheid om zorgvuldig met die positie om te gaan.
DE UITSPRAAK OVER MAROKKAANSE JONGEREN
U schrijft dat de heer Çörüz altijd opkwam voor rechtvaardigheid en sociale orde. Dat is te respecteren, maar we mogen ook niet vergeten dat hij als parlementariër een uitspraak deed die destijds veel stof deed opwaaien:
tijdens debatten over probleemgedrag van Marokkaanse jongeren stelde hij dat niet alleen de jongeren zelf, maar ook hun ouders gestraft moesten worden.
Ik heb die uitspraak destijds fel bekritiseerd, omdat zulke generaliserende voorstellen bijdragen aan stigmatisering in plaats van aan oplossing.
Ik noem dit voorbeeld niet om hem te kleineren, maar om te onderstrepen dat de woorden van een politicus zwaar wegen – ze kunnen verbinden, maar ook verdelen.
En precies daarom is zijn houding over de Armeense kwestie zo gevoelig: het gaat om de grenzen van morele verantwoordelijkheid in het publieke debat.
HET DOEL VAN MIJN ARTIKEL
Mijn tekst had één doel: de gevoelens van een gemeenschap verwoorden die zich miskend voelt door uitspraken die haar nationale waardigheid in twijfel trekken.
Ik heb nergens beweerd dat de heer Çörüz geen verdiensten heeft, of dat zijn inzet voor de samenleving niet oprecht zou zijn.
Maar ik blijf erbij dat zijn woorden over de “interne acceptatie van de Armeense genocide” niet alleen politiek, maar ook menselijk kwetsend waren voor een groot deel van de Turkse Nederlanders.
Wanneer men spreekt over “de eer van een volk”, bedoelt men niet trots om zichzelf, maar de weigering om een onrechtvaardige beschuldiging als waarheid te aanvaarden.
EEN OPROEP TOT HERBEZINNING
Mijn wens is eenvoudig: dat de heer Çörüz na al die jaren zijn vroegere uitspraken nog eens beziet, met de wijsheid die de tijd brengt.
Dat hij inziet hoeveel mensen hij destijds – onbedoeld wellicht – heeft gekwetst.
En dat hij, als iemand die jarenlang met respect binnen de Turkse gemeenschap leefde, ooit de moed vindt om te zeggen: “Ik begrijp waarom dit zo gevoelig lag.”
Dat zou geen teken van zwakte zijn, maar juist van kracht: het vermogen om te luisteren naar het hart van zijn eigen gemeenschap.
De waarheid hoeft niet met boosheid verdedigd te worden; zij vraagt om kennis, empathie en rechtvaardigheid.
Ik heb niemand willen demoniseren.
Maar in een democratische samenleving moeten publieke uitspraken ook publiek besproken kunnen worden.
Mijn artikel was zo’n bespreking – geen aanval, maar een spiegel.
Ik hoop dat de heer Çörüz, en ook de organisaties die hem blijven eren, begrijpen dat het hier niet gaat om afgunst of vijandigheid, maar om de wens om respectvol met ons collectieve geheugen om te gaan.
Wie de pijn van zijn volk negeert, hoe goedbedoeld ook, vergroot de afstand.
Laten we hopen dat deze discussie niet leidt tot meer verdeeldheid, maar juist tot meer begrip –
dat we samen blijven zoeken naar manieren om de waarheid te verdedigen zonder haat,
en de waardigheid te bewaren zonder verheerlijking.
Met vriendelijke groet, İlhan KARAÇAY
Beste lezers,
Zoals u ziet, eindigde mijn antwoord aan hem met de woorden: “Ik hoop dat dit debat niet tot meer verdeeldheid, maar tot meer begrip zal leiden — dat we elkaar kunnen ontmoeten op een grond waar waarheid zonder woede en eer zonder arrogantie worden beschermd.” Toch kon deze ongemanierde persoon het niet laten om mij opnieuw te schrijven: “Misschien zal ik u ooit recht in de ogen kijken en vertellen wat ik echt van u vind. Misschien tijdens een bijeenkomst!”
Wel, ik hoop van harte dat deze arme ziel die kans nooit krijgt.
Want sommige ontmoetingen zijn geen test van beschaving, maar van geduld.
Mijn hele leven lang heb ik met mijn pen geprobeerd de waarheid te verdedigen en recht te doen aan onrecht. Wat men ook zegt, mijn doel is nooit geweest iemand te vernederen, maar te voorkomen dat de waarheid wordt vergeten. Want elke pijn die wij vergeten, keert op een dag terug. Mijn wens is niet om tegenover ontkenners van het verleden te staan, maar om samen te kunnen zitten met mensen die eruit leren. Niet met woede, niet met haat, maar met de stem van het geweten. Moge wij samen een toekomst opbouwen waarin waarheid en waardigheid hand in hand gaan.