Hollanda’nın RTL Televizyonu’nun, Tunceli yaylalarından görüntülerle verdiği haberinde, çobanlık yapan Türk genci Mahir’in Tilburg Üniversitesine gireceği haberi günün konusu oldu.
Sosyal medyada da milyonlarca kişi tarafından izlenen görüntüler, Hollanda’nın iyi bir eğitim ülkesi olduğu kanaatini perçinliyor.
İlhan KARAÇAY’ın haberi:
Türkiye’de çobanlık yapan bir gencin, Hollanda’nın Tilburg Üniversitesi’nde eğitim göreceğine dair görüntülü ve yazılı haberler, ülke gündemine damgasını vurdu.
RLT Televizyonu’nda yayınlandıktan sonra sosyal medyada da milyonlarca kişi tarafından izlenen röportaj İngilizce sözlü ve Hollandaca alt yazılıydı.
Gütmekte olduğu koyunlarının başında, elinde kitap olduğu halde İngilizce olarak yapılan söyleşi, Hollandaca altyazı ile yayınlandı.
Yapılan röportajdaki konuşması ile, kendine güveninin fazla olduğu anlaşılan Gündoğdu şunları söylüyordu: ‘Bildiğim kadarıyla ailemiz içinde hiç kimse üniversite tahsili görmedi. Ben de küçüklüğümden bu yana koyun güdüyordum ama kitabımı da elimden bırakmıyordum. Önce orta öğrenimimi tamamladım. Sonra da Robert Lisesi’ni bitirdim. Şimdi ise Hollanda’nın Tilburg Üniversitesi’nde Ekonomi ve işletme bölümüne gideceğim.
Hollanda’ya gidişim beim için zor olmayacak. Zira yalnızlığa çok alıştım.’
Roportajda konuşturulan Mahir’in babası ve büyük babası da, oğullarının Hollanda’da da başarılı olacağına inandıklarını belirtirlerken, ‘O her zorluğun üstesinden gelecek bir yapıya sahiptir’ dediler.
Mahir Gündoğdu’nun eğitim serüveni şöyle gelişmişti:
Tunceli’nin yaylalarında, ailesiyle çobanlık yapan Mahir Gündoğdu, 2016 yılında Temel Eğitimden Ortaöğretime Geçiş Sistemi sınavında 120 sorunun tamamını yaparak, Türkiye birincisi olarak İstanbul Amerikan Robert Lisesi’ne yerleşti. Gündoğdu, Hollanda’nın Tilburg Üniversitesi’nin ekonomi bölümüne yerleşmeyi hedefliyor.
Tunceli’nin yüksek kesimli yaylalarında ailesiyle birlikte geçimini sağladığı sırada hazırlandığı TEOG sınavında 120 sorunun tamamını doğru yanıtlayıp Amerikan Robert Lisesi’ne yerleşmeyi başaran Mahir Gündoğdu, bu yıl mezun oluyor.
Türkiye birinciliğiyle yerleştiği Robert Lisesi’nin ardından Gündoğdu, şimdi Pülümür’ün 2 bin 600 rakımlı Çobanyıldızı Yaylası’nda koyun güderek, Tilburg Üniversitesi’ne girmek için çalışıyor.
Koyun gütmenin yanı sıra, süt sağıp, peynir üreten Gündoğdu, aynı zamanda başvuruda bulunduğu Hollanda’nın sanat, sosyal bilimler, hukuk, ekonomi ve beşeri bilimler alanlarında uzmanlaşmış Tilburg Üniversitesi’ne girmek için, denklik sınavına hazırlanıyor.
Gündoğdu, Tilburg Üniversitesi’nin başvurusunun onayladığını, orada okuyabilmesi için ise, yıllık 12 bin euroya ihtiyacı olduğunu söyledi. Gündoğdu, “Şu anda okul bitti, mezun oluyorum. Hem sınav, hem de mezuniyet hazırlığı var. Okulum bitmeden Hollanda’dan birkaç okula başvurmuştum. Tilburg Üniversitesi’nden kabul aldım. Yaylada YKS’ye hazırlanıyorum” dedi.
Robert Lisesi’ni, tam burslu olarak tamamladığını anlatan Mahir Gündoğdu, “Okul dönemimde, Çemişgezek’in Yemişdere köyünde ailemin yanında koyun güdüp, sağımlarına da yardım ediyordum. Yaylalara çıkıyorduk. Yazın burada olmak hem beni motive ediyordu, hem de okul özlemimi arttırdığı için, daha hevesli oluyordum. Sabah kalktığımda beni hırslandıran durum, ailemin çabaladığını bilmekti. Yaylada yaşamak gerçekten çok zor. Evimiz yok, bir çadırda kalıyoruz. Şu anda okul bitti, mezun oluyorum. Hem sınav, hem de mezuniyet hazırlığı var. Okulum bitmeden, Hollanda’dan birkaç okula başvurmuştum. Tilburg Üniversitesi’nden kabul aldım. Şu anda yayladayım ve Yükseköğretim Kurumları Sınavı’na (YKS) hazırlanıyorum” dedi.
‘Burada internet bağlantısı da yok, kişisel gelişimim için, bol bol kitap okuyorum’
Üniversiteyi bitirdikten sonra, yayladaki çocukların okuması için mücadele edeceğini anlatan Gündoğdu, şöyle konuştu:
“Günde iki kez olmak üzere, 5 saat boyunca koyun sağıyoruz. Çobanımız koyunları gece güdüyor, ben de gündüz güdüyorum. Annem babamla tulum peyniri yapıyorum. İş aralarında ise, yanımda getirdiğim kitaplarla ders çalışıyorum, roman okuyorum. Burada internet bağlantısı da yok. Bu nedenle kişisel gelişimim için, bol bol kitap okuyorum. Tilburg, iyi olduğunu düşündüğüm uluslararası ekonomi bölümünü okuyarak, işimi kurmak istiyorum. İyi bir yere geldikten sonra, burada zorluklar içerisinde yaşayan insanlara yardım etme amacım var. Birilerinin burada yaşayan insanların elinden tutmaları gerekiyor. Burada hayatlar feda olup gidiyor. Çünkü bu durumda çok insan tanıdım.”
‘Her işte bize yardımcı oluyor, Robert Lisesi’nde okuduğu için, gurur meselesi yapmıyor’
Mahir’in babası Güzel Gündoğdu ise, çocuğunun yurt dışında okuyabilmesi için, bursa ihtiyaç olduğunu söyledi.
Oğluyla gurur duyduğunu ifade eden Gündoğdu, “Oğlumuzla gurur duyuyoruz. Okul yaz tatiline girdiği zaman, yaylaya geliyor. Koyun güdüyor, süt sağıyor, peynir yapımında yardım ediyor. Her işte bize yardımcı oluyor. Robert Lisesi’nde okuduğu için, gurur meselesi yapmıyor. Yılın 9 ayı okulda, 3 ayı da bizimle birlikte hayvancılıkta. Şu anda üniversiteye hazırlanıyor. Yurt dışındaki üniversitede okuyabilmesi için, yüklü miktarda para lazım. Bizim de durumumuz yok. Oğlumuzun okuyabilmesi için hayırsever insanlardan burs bekliyoruz. Yurt dışında okuduktan sonra, ülkemize faydalı bir çocuk olacak. Bundan eminim” diye konuştu.
Babasının gazetelerdeki görüntüsü, bir şairi dile getirmiş ve sonra da şarkılara konu olmuştu.
‘Gurbetçiliğin, milyonlar üzerinde yarattığı travma’ başlıklı ve hazin fotoğrafların yer aldığı ilk gurbetçi Şemsettin Mıhçı, arkasında temizlikçi çocuklar değil, topluma önderlik yapan çocuklar bıraktı.
İlhan KARAÇAY yazdı:
Avrupa’ya temizlik ve ağır işler için getirilen Türkler’in geride bıraktıkları çocukları, babaları gibi pis ve ağır işler değil, topluma önderlik edecek kadar başarılı işlere el atıyorlar.
Bu durumu ortaya serecek çok sayıda iş adamımız oldu.
Eğitim görerek, ünlü firmalarda ve devlet kurumlarında yüksek görevler üstlenenler oldu.
İçtimai durumları el verdiği için siyasete girip milletvekili, Belediye Meclis Üyesi ve senator olanlar da oldu.
Çok yakında sizlere tanıtacağım Salih Türker adlı bir gencimizin dillere destan olacak bir başarı öyküsü var.
Ama isterseniz ben size önce, buraya temizik ve ağır iş yapmak için gelen Şemsettin Mıhçı’nın geride bıraktığı kızı Songül’ün başarısından söz edeyim.
Bunun için de, daha önce yayınladığım iki haberden kısa bir giriş sunayım: (İki haberi de size atta yeniden sunacağım)
Hollanda’da müzisyenlik yapan Hüsnü Uysal, Hürriyet Gazetesi’nde birlikte çalıştığım Murat Çulcu’nun bir seri röportajında gördüğü fotoğraftan esinlenerek, elindeki kâğıda birkaç not düşmüştü. Hüsnü Uysal, 1982 yılında yazdığı o notları, 1984 yılında meydana gelen ırkçı olaylar nedeniyle sandığından çıkardı ve üzerinde bir çalışma yaparak ‘Özlem’ adlı bir şiir yazdı. Daha sonra bu şiiri şarkı yaptı.
Uysal’ın bu anısını 40 yıl sonra haber yaptım. Haberimin yayınlanmasından sonra, Sogül adlı bir bayandan mesaj geldi: ‘O fotoğraftaki adam benim babam’
Songül hanım, ‘Sizin şarkı yapış hikayesini okurken gördüğüm fotoğrafta, önde olan ve oturan sarı çizmeli adamı hemen tanıdım. Ama o fotoğraf çekildiği zaman 4 yaşındaydım ve babamı 2012’de kaybettim. Fotoğrafı anne ve ağabeyime gösterdiğim zaman, onlar da fotoğraftakinin babam olduğunu söylediler. Rahmetli olan babamın adı Şemsettin Mıhçı. Babamın omuz arkasında duran da Bahri amcammış.’ diye yazdıktan sonra, babasına ait fotoğraflar ile ‘Bu adam benim babam’ şarkısının klibini göndermiş. ( Göz yaşartacak olan bu klibi de aşağıdaki haberlerin sonunda bulacaksınız.)
Şimdi gelelim, bir temizlik işçisi veya ağır işçi olarak gurbete ilk çıkan yurttaşlarımızdan Şemsettin Mıhçı’nın, geride bıraktığı kızı Songül’ün başarı hikâyesine.
Babasının kaldığı Rotterdam’ın banliyösü olan Maasluis’te yaşayan Songül, herkesin beklediği gibi temizlikçi olmadı. Babasının yarattığı imkânlarla eğitim gördü ve kendisine toplumda üst düzey zemin hazırlayacak diplomalar aldı.
Songül’ün açmış olduğu Hayvan Gıda Bankası, diğer yardım kuruluşlarından da destek görüyor. Fotoğrafta, Songül (solda) Rijmond Sokak kedileri Vakfı’ndan Marjorie van Katwijk (ortada), Ineke Jochem (sağda) görülüyor.
İşlerinde çok başarılı olan Songül, fakir insanlar için kurulan ‘Gıda Bankası’nı örnek alarak, sokakta dolaşan hayvanlar için ‘Hayvan Gıda Bankası’ kurdu. Bir vakıf altında kurduğu bu oluşum için çeşitli yerlerden yardım alma başarısını gösteren Songül, medyada yer alan haberler nedeniyle Rotterdam ve çevresinde çok tanınıyor ve seviliyor.
Verdiği demeçlerde, evlerinde hayvan barındıranlar arasında çok fakirler olduğunu ve hayvanlarına yeterli yiyecek veremediklerini belirten Songül, kendilerine başvuran herkese, sorgusuz sualsiz hayvanları için yiyecek verdiklerini söylüyor.
Konuyla ilgili olarak Belediye Başkanı ile görüştüklerini belirten Songül, ‘Belediyenin desteğini de aldığımız zaman, hizmetimiz daha da gelişecek ve hayvanların yemi evlerine kadar götürülecek’ dedi.
MÜSLÜMAN MEZARLIĞI
Songül’ün açmak istediği müslümanlar için özel mezarlık, Maasluis’te bir göl kenarından yeni açılan şehir mezarlığının içinde yer alacak.
Bulunduğu bölgede yaptığı bu başarılı faaliyet sayesinde çok sevilen Songül, şimdi de müslümanlar için özel bir mezarlık açılması için harekete geçti.
Maasluis’te bir göl kenarında kurulan yeni şehir mezarlığı içinde, müslümanlar için ayrı bir bölüm isteyen Songül’ün, bu isteğini de elde edeceğine inanılıyor.
İşte ilk haber:
HÜSNÜ UYSAL’DAN EZİLMİŞLİĞİN VE HORLANMANIN ŞARKISI: ÖZLEM
17 Haz 2021 |
Ünlü sanatçımız Hüsnü Uysal, gazetede gördüğü bir fotoğraftan etkilenerek yazdığı şiiri besteleyerek, gurbetçilerin tercümanı olmuştu.
Zengin bir kariyere sahip olan Hüsnü Uysal, Hollanda’da sürdürdüğü çalışmalar ile dikkatleri çekmeye devam ediyor.
Müzik çalışmalarının yanı sıra, öykü, hikâye, masal anlatıcılığı yapan sanatçımız, kitap yazıyor ve film çekimleri yapıyor.
İlhan KARAÇAY yazdı:
Bu haberde sizlere anlatacağım Hüsnü Uysal’ı, daha önceki bir haberimde tanıtmıştım.
O haberde nedense gündeme gelmeyen bir konuyu, yıllar sonra Uysal’ın uyarısı ile şimdi gündeme getiriyorum.
Yıllardır gurbette yaşayan yurttaşlarımızın maruz kaldıkları ayrımcılığı, aşağılanmayı ve horlanmayı dile getirir dururuz…
Hüsnü Uysal, tam 40 yıl önce gördüğü bir fotoğraftan etkilenerek, duygularını şiir olarak karalamaya başlamıştı.
Hürriyet gazetesinde yıllarca birlikte çalıştığım ve hatta ırkçılık konusunda ortak çalışma yaptığım sevgili Murat Çulcu, bu konuda bir seri röportaj yayınlamıştı. Hüsnü Uysal, işte o röportajın tanıtım fotoğrafını görmüştü. Bakınız neler diyor Hüsnü Uysal:
‘Yıl 1982, gazetelere bakarken gözüme takılan bir fotoğraf ilgimi çekmişti. Bu fotoğrafla ilgili yazıyı da okuyunca bayağı duygulanmıştım. O resme tekrar tekrar bakıp resimdeki kişiye: ‘Sana söz veriyorum. Bir gün senin için bir beste yapacağım.’ Diye seslenmiştim.
Seslenmiştim ama, aradan iki yıl geçtikten sonra bana bu konuda ilham gelmişti.
Yıl 1984, yabancı işçilere yapılan bir takım aşağılamar, olumsuz davranışlar beni oldukça etkilemeye ve üzmeye başlamıştı.
Bir gün yolda yürürken kaldırım taşları ve benim yürüyüşümün ritmi sanki bana bir ilham veriyordu. Mırıldanmaya başlamıştım. Böylece bestemin ilk dörtlüsü ortaya çıkmış oldu.
ÖZLEM Dağları taşları Dereyi tepeyi aştım Çoluğu çocuğu Kadınımı geride bıraktım Ocağımdan ayrılınca Düştüm eller arasına Onlar mı ben mi yabancı Anlayamadım hala Nakarat Evim ocağım taşım toprağım Sıla hasretiyle yanarım Hiçbir zaman tükenmeyecek Benim özlem duygularım Ağır işler verildi bana Yılmadan çalıştım altında Çocuklarımın lokmasını Topladım ter damlalarımda Bu toprağın insanı olsam da Sevmediler sevemediler Alın terimde Boğulsam da Görmediler göremediler
Evde kalemimi elime alıp o anda gelen duygularımı kağıda işledim. Yazdığım bu sözlerin melodisini de zaman içerisinde geliştirmeye çalıştım. Sözleri daha sonra kendi kişiliğimin üzerine çevirip başlığını da ‘Özlem’ olarak değiştirdim.
Bugün de benim için hala yabancılar konusunda geçerliliğini koruyor bu sözler.’
ÖZLEM
Dağları taşları dereyi tepeyi aştım
Çoluğu çocuğu kadınımı geride bıraktım
Ocağımdan ayrılınca düştüm eller arasına
Onlar mı ben mi yabancı anlayamadım hala
Evim ocağım taşım toprağım sıla hasretiyle yanarım
Hiçbir zaman tükenmeyecek benim özlem duygularım
Ağır işler verildi bana yılmadan çalıştım altında
Çocuklarımın lokmasını topladım ter damlalarımda
Bu toprağın insanı olsam da sevmediler sevemediler
Alın terimde Boğulsam da görmediler göremediler
Söz ve Müzik: Hüsnü Uysal
18 Ekim 1984 – 31 Ağustos 2003 16
Mayıs 2006 İstanbul 11. Noteri tarafından tescil edilmiştir/
Telif hakları Hüsnü Uysal’a aittir. İzinsiz kullanılamaz.
…ve göz yaşartan ikinci haber:
GURBETÇİLİĞİN MİLYONLAR ÜZERİNDE YARATTIĞI TRAVMA
Bir gurbetçi fotoğrafı üzerine şarkı yapan Hüsnü Uysal’a, fotoğraftaki gurbetçinin kızından gelen mektup ve klip yürekleri yaralayacak nitelikte.
‘Bu adam benim babam’ şarkısının klibi ve fotoğraftaki adamın hikâyesi, milyonlarca gurbetçinin çektikleri çilelerin ağırlığını ortaya seriyor.
‘Elinde tahta bavul ve ayağında çarık’ edebiyatının geride kaldığı o günlerden, geldiğimiz bu günlerdeki fark yüreğimizi serinletiyor.
İlhan KARAÇAY yazdı:
Sirkeci Garı’ndan Almanya’nın Münih kentine kalkan ilk trenlerin hikayesi tam 60 yıl önce başlamıştı. Yaşadıkları toprakları, tanıdıkları insanları ve sevdiklerini geride bırakıp, çok uzaklarda yeni bir hayata başlamak için çıkmışlardı bu yola. Daha iyi yaşamak için, ikamet ettikleri yerlerde sokakları bile görmeden pansiyondan işyerine gidiş gelişler, onları kahrediyordu.
Binbir umutla geldikleri gurbette, en ağır ve en pis işleri yapmak için Ankara’da seçilirlerken dişlerine kadar muayene ediliyor ve makatlarına parmak sokuluyordu.
Geldikleri gurbette alın teri ve emek sarfederlerken, 20 kişi ranza yataklarda yatırılıyor, yeteri kadar gıda alamıyor, hastalıklarına inanılmıyordu.
Hasretini çektikleri insanlar ile mektuplaşarak mutlu oluyorlardı. İzin vakti geldiği zaman, gittikleri köylerinde, elerindeki polaroid makinelerle çektikleri fotoğrafları gurbete taşıyarak hasretlerini gideriyorlardı.
Yaşadığımız şimdiki çağdaki teknolojik imkânların hiçbiri yoktu. Kısa dalga Ankara radyosunu dinlemek için, radyo cihazının başında kümeleniyorlardı.
Para biriktirip yurtlarına geri dönüp yatırım yapma planları tabii ki gerçekleşmedi.
Aile birleşimleri başladı. Ama bu durum Almanlar’ın hoşuna gitmedi. Almanya’da Mölln ve Solingende evleri yakılarak katledildiler. Hollanda’nın Rotterdam ve Schiedam kentlerinde Türkler’in evleri ve işyerleri talan edildi. Hastalananların evine fabrika doktorları baskın yaptılar. ‘Hasta değilsin’ dediler ve gönderildikleri işyerlerinde can verenler oldu. Almanlar ile dayanışma içinde olup grevlere katılmak istediler ama, ‘sizin grev hakkınız yok’ diye tutuklandılar.
Almanlar ile dayanışma içinde olmak için 27 yurttaşı ile greve katılan Baha Targün, grubun sözcülüğünü yaptığı için tutuklanmıştı.
TOPLUMA UYUM VE GİRİŞİMCİLİK
Gurbetçilerimizin topluma uyumları zor olmadı. İşçilikten patronluğa geçiş epey zaman aldı ama yine de başarılı başladı ve başarılı devam ediyor. Berlin Duvarı’nın yıkılışını bile fırsata çevırerek, yol kenarına döşediği eşyaları satarak girişimciliğe başlayanların yanında, onlarca ve hatta yüzlerce personel çalıştıran işadamlarımız oldu.
Tahsillerini tamamlayarak, önemli kurumlarda ve işyerlerinde yönetici pozisyonuna girenlerimiz oldu.
Siyasete soyunarak milletvekilliği, İl Genel Meclisi Üyeliği, Belediye Meclis Üyeliği ve hatta Bakanlık mertebesine ulaşanlarımız oldu.
O GÜNLERDEN BU GÜNLERE
Gurbetçilerimizin atlattıkları badireler o kadar çok ki, bunları kitaplara döken yazalarımız oldu.
Hatta şarkı yapanlar bile oldu.
İşte o şarkı yapanlardan biri de, Hollanda’da yaşayan müzisyen Hüsnü Uysal’dı.
İki hafta önce 17 Haziran günü yayınladığım haberimde, Hüsnü Uysal’ın, 1982 yılında bir gazetede gördüğü fotoğraftan esinlenerek, önce güfte yazdığını, sonra da beste yaptığını belirtmiştim.
Yayınlamış olduğum bu haber büyük ilgi toplamıştı. Gerek şahsıma ve gerekse Hüsnü Uysal’a gelen mesajlar bunu anlatıyordu.
BU YAZIYI YAZMAMA NEDEN OLAN MESAJ
Hüsnü Uysal’a öyle bir mesaj geldi ki, bana aktarılan bu mesajı okuduğum, ve ekinde gönderilen şarkı klibini dinlediğim zaman çok duygulandım. Utanmadan söyleyeyim, göz yaşı da döktüm.
Konu şuydu: Hürriyet’te birlikte çalıştığım sevgili meslektaşım Murat Çulcu, 1982 yılında gurbetçilerimizin serüvenlerini anlatan 9 bölümlük bir dizi yayınlamıştı. O yayınlarda, yukarıda gördüğünüz fotoğraf da yer almıştı. Hüsnü Uysal bu fotoğraftan çok etkilenmiş ve cebinden çıkardığı bir kâğıda bir şeyler yazmaya başlamıştı. İki yıl sonra 1984 yılında, yabancılara yapılan baskı ve aşağılamaların çoğaldığı bir anda, eski notlar üzerinde çalışan Uysal, ‘Özlem’ adını koyduğu bir güfte yazmış ve sonra da bunu şarkı yapmıştı.
İşte bu hikâyeyi anlatan ve dinleten bir haber yapmıştım.
SONGÜL’DEN GELEN MESAJ
Hüsnü Uysal’a gelen mesajlar içinde biri vardı ki, dillere destan şekilde yazılacak bir hikâyeyi yaratacaktı.
Evet, Songül isimli bir bayan,‘O fotoğraftaki adam benim babam’ diye yazdıktan sonra bir de ‘Bu adam benim babam’ şarkısının klibini göndermiş.
Şöyle yazıyordu Songül hanım: ‘Sizin şarkı yapış hikayesini okurken gördüğüm fotoğrafta, önde olan ve oturan sarı çizmeli adamı hemen tanıdım. Ama fotoğrafın çekildiği zaman 4 yaşındaydım ve babamı 2012 yılında kaybettim. Fotoğrafı anne ve ağabeyime gösterdiğim zaman, onlar da fotoğraftakinin babam olduğunu söylediler. Rahmetli olan babamın adı Şemsettin Mıhçı. Babamın omuz arkasında duran da Bahri amcammış.’ Babalarının, önce Almanya’da çalıştığını, daha sonra Hollanda’nın Arnhem kentine taşındığını belirten Songül hanım, şimdi Hollanda’nın Rotterdam kentindeki Maasluis banliyosunda yaşıyor. Babası ile ilgili klibi takip ettiğimiz zaman, Şemsettin Mıhçı’nın da Maasluis’te kaldığı anlaşılıyor. Songül hanım, babalarının fotoğrafını yıllar sonra benim haberimde gördüklerinden sonra çok duygulandıklarını belirterek, bir de klip hazırladıklarını ve bunu youtube koyduklarını belirtmiş.
‘Bu adam benim babam’ şarkısı eşliğinde, o babanın fotoğrafları ile süslenmiş klibi seyretmek için aşağıdakini tıklayınız.
İşte böyle değerli okurlarım:
Songül hanımın göndermiş olduğu mesajında, bir Hayvan Gıda Bankası kurmuş olduğunu ve açılışa davet için geç kaldığını belirtmiş. Web sayfasına baktığım zaman, meşakkatler görmüş ve ezilmiş birinci nesil göçmenlerden birinin kızının, bugünkü durumu beni çok mutlu etmişti.
Birinci nesil gurbetçilerimizin, aile birleşiminden sonra yaşamaya başladıkları konut sorunu ve çocukların eğitim sorunu yıllarca sürmüştü. Şimdilerdeki halimize şikâyet ederken, birinci nesilin yaşadıkları ile kıyasladığımız zaman, arada dağlar kadar fark olduğunu ve hatta bugün cennette yaşadığımızı bile söyleyebiliriz.
‘Bu adam benim babam’ şarkısını Fatih Kısaparmak’tan dinlerken göz yaşı dökmemek elde olmuyor.
O babaların hakkını ödeyebilmek için dikmekte olduğumuz anıtlar büyük alam taşımalıdır.
Son olarak Hollandalı Türk girişimcilerin Kadıköy’e diktikleri ‘Umuda Yolculuk Antını’na devlet tarafından gösterilmeyen ilgi çok üzücüdür.
Umuda Yolculuk Anıtı’nın önemini iyi anlatamayanlar ve anlamak istemeyenler, birinci nesil gurbetçilerimizin hak ettikleri minnet borcumuza saygı duyacaklardır.
SAYGISIZ, KÜSTAH VE ASIK SURATLI BİR ADAMI KİM İSTER Kİ?
O’NU ÖYLE BİR BOZMUŞTUM Kİ, HAYATININ DERSİNİ ALMIŞTI.
Hollanda milli takımına yeni bir teknik direktör arayan Futbol Federasyonu, Luis van Gaal ile anlaşma aşamasında, futbolculardan gelen bir reaksiyon üzerine şaşırıp kaldı.
İngiliz gazetesi The Mirror’a göre, Vilgil Van Dijk’in başını çektiği bir grup futbolcu, Van Gaal’ı istemiyorlar. Futbolcular Amsterdamlı Henk ten Cate’yi istiyorlar ama, bu isim daha önce teklifi ret etmişti.
Futbolcular bir şeyler biliyorlar ki, böylesi bir tepkiyi koydular.
KÜSTAH ve SAYGISIZ
Luis van Gaal, mesleki yaşamı boyunca küstahlıkları ile gündeme gelen adam oldu.
O’nunla ben de bir tartışma yaşamıştım.
Aslında bu tartışmayı, Türk meslektaşlarımı savunmak için yapmıştım.
SHOW TV’nin o zamanki spor müdürü sevgili dostum İlker Yasin, bir Beşiktaş maçı öncesinde benden bir röportaj istemişti. Bu röportajda mutlaka Luis van Gaal’ı da istiyordu.
O zaman ‘Onur Üyesi’ olduğum Ajax’ın Basın Yetkilisini aramış ve randevu almıştım.
Ajax’ın eski stadına gittiğim zaman Türk medya meslektaşlarımın hepsi oradaydı. Stadın futbolcu cafesinde Van Gaal’ın gelmesini beklerken, diğer meslektaşlarım da yanıma geldiler.
Futbolcular ile sohbet ederken Luis van Gaal içeri girdi. Tüm futbolcuların bulunduğu cafede beni işaret ederek, ‘Seninle randevum var’ dedi ve diğer meslektaşlarımı işaret ederek, ‘Sen, sen, sen, sen ve sen dışarı!’ diye çirkince bir tutum sergiledi.
Çok kızmıştım bu harekete. ‘Hop hop’ dedim ve ‘Sen benim meslektaşlarıma nasıl böyle davranırsın? Bu davranışından sonra benim seninle görüşmeye ihtiyacım kalmadı’ diyerek, arkadaşlarımı da alarak dışarı çıktım.
Anında ANP Ajansı’nı aradım ve Türk gazetecilerin Van Gaal ve Ajax’ı boykot edeceklerini söyledim. Bu haber anında yayınlandı ve Hollanda spor dünyası adeta çalkalandı.
Eve geldiğim sırada Ajax’ın o zamanki Başkanı Michael van Praag telefonla aradı ve neler olduğunu sordu. Ben de durumu izah ettim. ‘Aaah o hep böyledir, yarın gel, ben sizi barıştırırım’ diyen Van Praag’a sadece ‘Bakarız’ demekle yetindim.
Durumu İlker Yasin’e anlattığım zaman çok üzüldü. ‘Abi madem ki Başkan barıştırırım dedi, ne olur git barış ve bizim röportajı da yap’ diyen İlker Yasin’i kıramadım ve Başkan’ı arayarak ertesi gün için yeni bir randevu ayarladım.
Ertesi gün Ajax stadına gittiğim zaman, Van Gaal’ın saha ortasında beni beklediğini söylediler. O’na doğru yürürken, ‘ Ooooo, boykot sona erdi galiba’ diye iğneleme yapmadan geçemedi.
Sonunda fotoğrafta gördüğünüz röportajı yaptım ve Ajax ile ilgili bir de klip hazırladım.
(Altta bu kilibi görebilirsiniz)
İşte böyle değerli okurlarım. Benim, Türk meslektaşlarımın onurunu savunmak için yaptığım böylesi bir boykot eyleminin ardından, Van Gaal’ın skandal yaratan pek çok davranışı olmuştur.
Van Gaal’ın medya mensupları ile tartışmaları meşhurdur. Bir gün televizyonlarda canlı yayınlanan bir basın toplantısında, yanımda duran Finlandiyalı bir bayan gazeteci, Van Gaal’a bir soru yöneltti. Van Gaal’ın ilk reaksiyonu şu oldu: ‘Önce benim adımın nasıl söyleneceğini öğren.’ Gazeteci bayan da karşılık olarak, ‘Siz her isimi doğru mu söylüyorsunuz? Takımınızdaki Finlandiyalı futbolcunun adını söyler misiniz’ diyen gazeteci bayan, ‘Litmanen’ diyen Van Gaal’a ‘O isim öyle söylenmez böyle söylenir’ diye bir düzeltme yaptığı zaman ortalık kahkahaya boğuldu.
İşte şimdi Hollanda millitakımında yer alan futbolcular, böylesi bir adamla birlikte olmak istemediklerini belirtiyorlar.
Araştırmacı kimlikleri, korkusuz kalemleri ve haykırdıkları gerçekler nedeniyle suikasta kurban giden başarılı gazeteciler arasında pek çok dostum vardı.
Öldürülüş nedenlerini, ‘düşüncesizlik’ olarak niteleyenler haklı mı?
Kimine göre ‘Evet’ kimine göre de ‘Hayır’ olan bu sorunun bendeki cevabı:
‘Ben hep düşündüm ve içinde yaşadığım mafya grupları ile aşırı ve fanatik siyasi ve dini gruplara kurban olmayacak kadar tedbirli davrandım.’
Çok yakın arkadaşım Kâmil Başaran, 7 Kasım 1989’da öldürülmeden önce yaptığımız görüşmede, ‘Dikkatli ol’ tavsiyeme, ‘Ben dikkatli olursam gazeteciliği kim yapacak’ demişti.
Hollanda’da, sokak ortasında kurşunlanarak öldürülen Peter R. de Vries adlı ünlü gazetecinin geride bıraktığı izler, günlerce yazılacağa ve konuşulacağa benziyor. ‘Korkusuz gazeteci’ olarak ün yapan R.de Vries’in katil zanlıları yakalandı ama, cinayetin ardındaki sır perdesi daha bir süre kapalı kalacak gibi. Zira R.de Vries’in öldürülme şekli akılları kurcalıyor.
Peter R. de Vries’in derin güçler tarafından mı öldürüldüğü sorusu da ortada dururken, Hollandalıları ve Hollanda’da yaşayan yabancı kökenlileri de üzüntüleriyle baş başa bırakalım ve bizim medya kurbanlarımıza bakalım.
Türkiye’de gerek Osmanlı ve gerekse Cumhuriyet döneminde işlenen gazeteci cinayetlerinin sayısı yüzü geçmiştir. Cumhuriyet tarihinde ise 11 gazeteci öldürülmüştür. Çoğu dostum olan bu gazeteciler içinde en iyi dostum, 7 Kasım 1989 tarihinde, gazetedeki bürosunda kurşunlanarak öldürülen Kâmil Başaran’dır.
Kâmil Başaran, Mersin’in Erdemli İlçesinde öğretmenlik yaparken, Hürriyet gazetesine muhabirlik de yapıyordu. O’nunla dostluğumuz o tarihlerde başladı. Küçücük Erdemli’den pek çok haber üretme başarısını gösteren Kâmil, hemen hemen her gün Hürriyet sayfalarında imzası yayınlanan bir eleman olmuştu. Kâmilin bu başarısı İstanbul’daki Hürriyet yönetiminin de dikkatini çekmiş olacak ki, ona yazı işlerinde iş teklifi gelmişti.
Öğretmenliği bırakarak İstanbul’a giden ve göreve başlayan Kâmil, daha sonra Hürriyet bünyesin’de yayınlanan GAZETE’nin yönetimine geçti.
Kâmil, korkusuz bir gazeteciydi. Suç dünyası ile yakından ilgileniyor ve bu dünyanın haberlerini yayınlıyordu.
Hollanda’ya dönüş yaparken İstanbul’da gazeteyi ziyaretim sırasında kendisiyle son kez görüşmemde, ‘Dikkatli ol’ tavsiyeme, ‘Ben de dikkat edersem gazeteciliği kim yapacak?’ diyecek kadar mesleğine bağlı olan Kâmil, maalesef bir manyağın kurşunları ile hayata veda etti.
Hakkı Morgül adlı bir lokantacı tarafından gazetedeki çalışma odasında kurşunlanan Kâmil, tam iki buçuk ay komada kaldıktan sonra hayata gözlerini yumdu.
Sanırım o günden sonra gazeteler, ünlü yazarlarını korumak için güvenlik mensuplarını işe almaya başladılar.
Öldürülen ünlü gazetecilerden Çetin Emeç de iyi bir dostumdu.
Naçizane şahsım, Hürriyet’in Benelüks temsilciliğini yaparken, ‘başına buyruk’ bir gazeteciydim.
Türkiye’ye veya bir başka ülkeye giderken izin almaalışkanlığım yoktu. Türkiye’ye gidişlerimde, Genel Yayın Müdürlüğü yaptığı yıllarda ziyaretine gittiğim rahmetli Emeç, ‘Kuşlar geleceğini söylememişti’ diye takılırdı.
Gazeteye uğramışken, Çetin Emeç’e uğramamak olmazdı tabii.
İyi ama, o zamanlar Çetin Emeç ile görüşmek de bir hayli zordu. Gazetedeki en ünlüler bile randevu alamadıkları için, kapıyı açıp kafayı hafifçe içeri sokarlardı. Çetin Emeç ‘Gel buyur’ demeden içeri giremezlerdi. Aynı şey rahmetli Nezih Demirkent için de geçerliydi. Bir gün gazeteye uğramıştım ve sekreterine ‘Beni görüştür’ dediğim zaman, ‘Öğleden sonra gel’ cevabını almıştım. Ben ise yolcuydum ve gitmem gerekiyordu. Kapıyı açıp kafamı içeri sokma eylemine sıcak bakmadığım için, görüşme yapamadan Hollanda’ya gelmiştim.
Ama daha sonra mesajı almıştım. Mesaj garbis Keşişoğlu tarafından verilmişti: ‘Çetin bey kendisine uğramadığın için üzülmüş. (aslında kızmış diyecekti)’
Daha sonra kendisini telefonla arayarak durumu izah etmiş ve kızgınlığını gidermiştim.
7 Mart 1990 günü, yüzleri kar maskeli iki hain tarafından otomobilinde kurşun yağmuruna tutulan Emeç, maalesef olay yerinde can vermişti.
GAZETECİLİK YAŞAMIMDAKİ TEHDİTLER
1967’de başlayıp günümüze kadar 54 yıldır devam eden gazetecilik yaşamımda, tarafsız ve tedbirli bir çizgi takip etmeme rağmen, pek çok defa tehdit edildim ve polis korumasına alındım.
Ama şunu itiraf etmeliyim ki, gurbetçi yurttaşlarımızı ilgilendiren haber ve yorumlarımda taraflıydım. Taraflılığım, yurttaşlarımdan yanaydı. Yurttaşlarımdan yana yaptığım yayınlar nedeniyle saldırıya uğrayışımın nedenine az sonra değineceğim.
O zamanlar çalışmakta olduğum ‘Hürriyet’ gazetesi, ismine lâyık ‘Liberal’ bir yayın politikası izliyordu. Bu nedenle, liberallıktan uzak aşırı uçlar bizden hoşlanmıyordu ve hatta düşman kesiliyorlardı. Ben ise liberallıktan da öteye, her kesime karşı sıcak davranmaya çalışıyordum.
CHP kökenli bir aileden geldiğimi ve gençlik yıllarımda CHP’de görev yaptığımı sık sık belirttiğim halde, buradaki hiç bir CHP hareketine karışmadığım gibi, haber ve yorumlarımda da tarafsızlığımı korudum.
Beşiktaşlı olduğum halde, burada kurulan Beşiktaşlılar Derneği’ne üye olmadım.
Hollanda’da benim inisiyatifim ile kurulan Türk Seyahat Acentaları Birliği’ne, seyahatçı olduğum halde yönetici olmadığım gibi üye de olmadım.
Aynı durum Türk İşadamları Derneği için de geçerliydi.
Hollanda’da Alevi Dernekleri’nin ilk girişimlerinde başı çektiğim halde, bu derneğe de üye olmadım.
Velhasıl, tarafsızlığım o kadar somut tu ki, bu yüzden bana ‘renksiz’ gözüyle bakılabilirdi.
SALDIRI VE TEHDİTLER
1976 yılında Hollanda Yabancılar Yasası düzenlenirken, yaptığımız yayınlarda bu yasa taslağındaki bazı maddelere karşı çıkıyordum. Hollandaca olarak da yaptığımız yayınları, Utrecht’teki büromuzun vitrinlerine asıyordum. Bu yasa taslağını 10 bin kişi ile protesto eden bir mitingden sonra bir gece yarısı büromun camları kırıldı. Camların tamirinden sonra ikinci kez saldırı oldu.
Durumu öğrenen Lahey Büyükelçimiz, benim haberim yokken, Rotterdam Başkonsolosumuzu Utrecht Emniyet Müdürü ile konuşmaya göndermişti.
Emniyet müdürü bir gün beni kahve içmeye davet etti. Daveti memnuniyetle kabul ettim ama, meğer ki kahveyi kalabalık bir ekip ile içecekmişim. Emniyet Müdürü’nün odasında 8 kişi vardı. Hoş beşten sonra, ‘Buradaki beyler Lahey’den geldiler. Görüşmemizi banda alabilir miyiz’ diyen Emniyet müdürü bana direkt olarak, ‘Bizimle çalışır mısınız?’ dedi. Emniyet Müdürü bana açıkça İstihbarat Örgütü’ne çalışmam için teklifte bulunmuştu. ‘Bu teklifi neden bana yapıyorsunuz?’ diye karşı bir soru yönelttiğim zaman da şu cevabı aldım: ‘Eeee, Türk istihbaratına çalıştığınıza göre, bize de çalışabilirsiniz demek:’ Uzunca düşündükten sonra ‘Ben sizin örgüte çalışmam’ diye anlamlı bir cevap verdim.
Bu kez Müdür sordu: ‘Neden’. Cevabım şuydu: ‘Sizin örgütünüz çok zayıf bir kadroya sahip, benim Türk istihbaratına çalıştığımı iddia edecek kadar zayıf.’ Müdür bu kez şunları söyledi: ‘İyi de Karaçay, büronun camları kırıldı diye, Başkonsolosunuz taaa Rotterdam’dan buraya geldi ve sizi iyi korumamızı istedi, buna ne diyeceksiniz?’ Ben de o zaman Hürriyet’in dördüncü kuvvet olarak ne kadar güçlü olduğunu, benim başıma kötü bir şeyin gelmesi halinde, buradaki büyükelçimizin de başına Ankara’dan bir şeyler gelebileceğini anlattım ve, ‘Siz benim yayınlarımı iyi takip ederseniz zaten bir eleman kazanmış olacaksınız. Zira ben her konuyu tarafsızlık içinde yayınlıyorum.’ dedim.
Eminim ki, Hollanda istihbaratı benden başka daha yüzlerce Türk’e aynı teklifi yapmışlar ve bir yığın Türk ajan elde etmişlerdir.
SAĞ VE SOLDAN TEHDİT VE KORUMA
12 Eylül darbesinden önce yaşanan sağ-sol kavgaları yurt dışına da taşmıştı. Hürriyet, yayınları ile ne sağı ne de solu memnun etmiyordu. Ben de tarafsızlığım ile aynı intibayı bırakmıştım.
Şahsıma direkt bir tehdit gelmemişti ama, Utrecht polisi evime gelerek, bir grup tarafından öldürüleceğim ihbarını aldıklarını ve bu nedenle de beni ve çocuklarımı koruma altına alacaklarını belirtti. Ben ise, bunun sahte bir ihbar olabileceğini ve korumaya gerek olmadığını söylemiştim. Ama polis beni çelik yelek giymeye mecbur etti. O zaman aylarca çelik yelekle dolaşmak mecburiyetinde kalmıştım.
Hollanda’da ikinci tehdidi, yeni taşındığımız Amsterdam bürosunda almıştım. Asistanım Fatma’ya gelen bir telefonda, ‘Karaçay’ı öldüreceğiz, sen yanında olursan seni de öldürürüz’ denilmişti.
Asistanım Fatma, o kadar korkmuştu ki, ofisi kapatarak evine kaçmıştı. Durumu polise bildirmedim ama bu kez polis beni buldu ve tehdidin vahametini anlattı.
Tahminime göre, o günlerdeki yayınlara baktığım zaman, Utrecht’teki tehdit sağ kesimden, Amsterdam’daki tehdit de sol kesimden gelmiş olabilirdi.
DİNİ BÜTÜN KARDEŞLERİMİN TEHDİDİ
Anlatmadan geçemeyeceğim bir tehdit daha yaşamıştım. Biri sağ kesimden, diğeri sol kesimden gelen tehditlerden sonra, bu kez dini bütün kardeşlerimden iki tehdit ve küfür mektubu gelmişti.
O zamanlar Yarı devlet kuruluşu olan NOS adlı Hollanda televizyonunda Türkler için Pasaport adlı haftalık bir program yayınlıyordum. Tam o sırada dinci bir yayın kurumu olan İKON Televizyonu, JONEKO adlı bir film yayınlayacaktı. Film tamamen Hıristiyanlık propagandası idi.
İngilizce olan filmin alt yazı tercümesi Hollandaca değil Türkçe olarak yapılıyordu. Bu haberi alınca, hem kendi programımda ve hem de Hürriyet’te, İKON televizyonunun neden Türk izleyiciler için tercüme yaptığını sorguladım. Yayın öncesi ve sonrasında sertçe eleştirdiğim film yayınlandıktan sonra bana gelen iki mektupta, ne anam, ne karım ve ne de çocuklarım bırakılmıştı.
Ama ne yapsın benim dini bütün kardeşlerim. Hollanda televizyonu dendiği zaman akıllarına ilk gelen İlhan Karaçay oluyordu. Nereden bilsinler, Hollanda’da bir birinden bağımsız televizyon kuruluşlarının varlığını.
Joneko adlı filmin Türkler’i çok kızdırdığına dair haberin Hollanda medyasında, ‘Hürriyet muhabiri İlhan Karaçay, ‘Mide bulandırıcı bir film’ dedi şeklinde yer aldı.
MAFYA HABERLERİ
Malumunuzdur, Hollanda o zamanlar eroin ticaretinin merkeziydi. Bu nedenle de mafya mensupları kapağı Hollanda’ya atmışlardı.
Oflular’ın, Heybetliler’in, Baybaşinler’in, Altın Tabacalı ve Mercedesli Mehmetler’in ve daha pek çok ünlü mafya mensubunun cirit attıkları yıllar yaşadık.
Böyle olunca da, haliyle bolca mafya haberi de gelişiyordu.
Sorarım size, mafya haberi yaparken hangi gazeteci, eşeklemesine cesurca davranabilir.
Ünlülerden biri polis takibine takılmıştı. Yakalandığı otomobil, Heineken Bira Fabrikaları’nın sahibinden satın alınmış zırhlı otomobildi. Haberi yazdım ve gazeteme gönderdim. Ama daha sonra, üç kuruşluk bir kurşunla öldürülebileceğimi hesaba katarak gazeteyi aradım ve haberde imzamı kullanmamalarını ve ‘Ankara istihbaratından aldığımız bir habere göre’ diye yayınlamalarını istedim.
Hasan Heybetli tutuklanmış ve hapse atılmıştı. Büyük atraksiyonlarla hapishaneye girdim, fotoğraf makinemi de soktum ve Heybetli ile fotoğraflı bir mülakat yaptım.
Heybetli, şimdi de ismini açıklamayacağım bir şarkıcı ile Amsterdam’da bir otelde kalıyordu. Kadın, otele yakın Bijenkorf mağazasında alış veriş yaptıktan sonra dışarı çıkarken, kapıda güvenlikçiler tarafından arandı ve hırsızlık yaptığı saptandı. Kadın kleptoman idi. Bu haberi heybetli korkusundan değil, sırf o hasta şarkıcıyı rezil etmemek için yazmadım.
Bir başka konu Hüseyin Baybaşin röportajının yayınlanamamasıydı.
Burada bir bayan meslektaşım, ömür boyu hapse mahkum olan Hüseyin Baybaşin ile görüntülü bir röportaj yapmıştı. Ama bu röportajı yayınlatamıyordu. Bayan meslektaşımdan aldığım o röportajı önce yazıya döktüm ve yazılı bir röportaj hazırladım. Sonra da Türkiye’deki ‘Korkusuz’ gazetecilerden birine gönderdim. Ne var ki, Baybaşin’in anlattıkları o kadar derindi ki, o korkusuz arkadaş da yayınlayamadı bu kaseti. Sonra İstanbul’a gittim ve çalışmakta olduğum NTV televizyonuna verdim. NTV, bu röportajı 13.00 haberlerinden sonra yayınlanacağına dair anonslar yapmaya başladı. Ama nedense bu anonslar saat 11.00’de durduruldu. Yani NTV de, içeriğindeki derin iddialar nedeniyle bu röportajı yayınlayamadı.
O zaman çalıştığım GÜNAYDIN gazetesi’ne uğradım. Yazı İşleri’nde bu kasetten söz ettim ve yayınlanamadığını söyledim. Yayın müdürümüz, ‘Röportaj yazılı var mı İlhan?’ diye sordu. ‘Var ama benim imzam ile yayınlanmasını istemem’ dedim. Bunun üzerine ‘Tamam ben kendi imzamla yayınlarım’ diyen yönetmenime bu haberi verdim. İnanır mısınız, haberi imzasıyla yayınladığı günün gecesinde evi kurşunlanmıştı.
İşte böyle değerli okurlarım. Gazeteci dostlarımız öldürülüyor. Ölenlerin arkasından bir yığın laf ediliyor. ‘Şöyle yapmasaydı, böyle yapmasaydı öldürülmezdi’ deniliyor.
Ne dersiniz, acaba ben, şöyle yapmadığım ve böyle yapmadığım için mi bu güne kadar öldürülmedim?
BASIN ŞEHİTLERİ GÜNÜ (ŞEHİT GAZETECİLER GÜNÜ)
Türkiye Gazeteciler Cemiyeti, 1996 yılında, 6 Nisan’ı ‘Basın Şehitleri Günü-Şehit Gazeteciler Günü’ olarak kabul etti.
Gazeteci Hasan Fehmi Bey’in suikasta kurban gittiği 6 Nisan 1909 tarihini baz alan Cemiyet, bundan sonra 66 gazetecinin kurşunlarla ve bombalarla öldürüldüğünü bildirdi.
Gündeme dair tüm gerçekleri çıplak bir gözle, bağımsız ve özgür biçimde duyurmayı amaçladığı için öldürülen tüm gazetecileri saygıyla anıyor ve bu saygının devamını diliyorum.
Abdi İpekçi / Milliyet (İstanbul 1 Şubat 1979) 12 Eylül öncesinin terör döneminde, birlik, beraberlik ve barış düşüncesini savunan yazılarıyla ön plana çıkan Milliyet Gazetesi Genel Yayın Müdürü ve Başyazarı Abdi İpekçi, 1 Şubat 1979 akşamı gazeteden Nişantaşı’ndaki evine giderken Mehmet Ali Ağca tarafından otomobilinde uğradığı silahlı saldırı sonucu yaşamını yitirdi.
Ümit Kaftancıoğlu / TRT (İstanbul 11 Nisan 1980) TRT yapımcılarından olan Ümit Kaftancıoğlu 13 yaşındaki kızını okula götürürken 3 terörist tarafından yaylım ateşine tutuldu. Adı ilk kez duyulan “Müslüman kardeşler birliği” adlı örgüt saldırıyı üstlendi. Gazetelere telefon eden örgüt üyesi “Kaftancıoğlu, şehit gazeteci İsmail Gerçeksöz’ün intikamı için cezalandırılmıştır.Bütün kültür güçlerinin uşakları cezalandırılacaktır” dedi.
Adem Yavuz / Anka Ajansı (Kıbrıs 27 Ağustos 1974)
Kıbrıs harekatını takip eden Adem Yavuz ‘un 14 Ağustos 1974 günü gazeteci arkadaşı Ergin Konuksever ile birlikte Rum kesiminde kılavuz şoförlerinin yanlış yola girmesi nedeni ile araçlarının önü RUM tedhiş örgütü EOKA militanları tarafından kesilerek makineli tüfeklerle taranmıştır.Saldırı da Ergin Konuksever omzundan yaralanmış, Adem Yavuz ise hayatını kaybetmiştir.
;Ahmet Samim/Sada-yı Millet – (İstanbul 19 Temmuz 1910)
Basın yaşamına, II.Meşrutiyet’ten sonra “Osmanlı” gazetesinde başlayan Ahmet Samim 1909’daki 31 Mart olaylarından sonra Hilâl gazetesinin yazı işleri müdürü oldu. İngiliz yanlısı olduğu söylenen Ahmet Samim, Alman yanlısı İttihat ve Terakki Cemiyeti aleyhinde sert, ateşli yazılar yazdı. İleri fikirli ve cesur bir gazeteci olan Samim, vurularak öldürüldü.
Ahmet Taner Kışlalı/ Cumhuriyet (Ankara 21 Ekim 1999) Ahmet Taner Kışlalı, 21 Ekim 1999 günü saat 09.40’da Ankara’daki evinin önünde uğradığı bombalı saldırı sonucu hayatını kaybetmiştir.
Ali Kemal / Peyam-ı Sabah (İzmit 1922)
Damat Ferit Paşa hükümetlerinde Maarif ve Dahiliye nazırlığı yapmış, bu esnada Milli Mücadele aleyhine sert tutumlar göstermiştir. Kurtuluş Savaşı’nın zaferinden sonra İstanbul’da tutuklanarak İzmit’te Nurettin Paşa’ya teslim edildi. Nurettin Paşa ile görüştükten sonra dışarı çıkarken kumandanlık karargahı önünde bekleyen topluluk tarafından linç edildi.
Çetin Emeç / Hürriyet (İstanbul 7 Mart 1990)
Yüzleri kar başlığı ile maskelenen iki terörist otomobilinin arka koltuğunda gazetesini okumaya hazırlanan dönemin Hürriyet gazetesi yönetim kurulu üyesi ve yazarı Çetin Emeç’i çapraz ateşe alıp kurşun yağmuruna tuttular.Vucuduna 7 kurşun isabet eden Emeç olay yerinde hayatını kaybetti.
Metin Göktepe / Evrensel (İstanbul 8 Ocak 1996) Metin Göktepe 8 Ocak 1996 günü Ümraniye Cezaevi’nde öldürülen tutukluların cenazesini izlemek üzere Alibeyköy’e gitmişti. Ancak, “Sarı Basın Kartı” olmadığı gerekçesiyle ilçeye sokulmadı. Haberi izlemekte “ısrarcı” davranınca da, gözaltına alındı ve yüzlerce insanla birlikte Eyüp Kapalı Spor Salonu’na götürüldü. Burada polislerin şiddetli cop darbeleriyle dövülerek öldürüldü.3 yıl süren davada ilk karar 19 Mart 1998’de çıktı. 5 sanık polis “kastı aşan müessir fiilden” 7’şer yıl 6’şar ay hapis cezasına çarptırıldı.
Halit Güngen / İkibine Doğru (Diyarbakır 18 Şubat 1992) 2000’e doğru dergisinin Diyarbakır bürosu kimliği belirsiz kişilerce saldırıya uğradı. Saldırganlar gazeteci Halit Güngen’i öldürerek büroya Molotof kokteyli attılar. Ağır yaralı olarak Diyarbakır Devlet Hastanesi’ne kaldırılan Güngen, kurtarılamayarak 21 yaşında hayatını kaybetti.
Hasan Fehmi Bey / Serbesti (İstanbul 6 Nisan 1909)
Serbest Gazetesi yazı işleri müdürü olan Hasan Fehmi Bey, Galata Köprüsü’nden geçtiği sırada kurşunlara hedef oldu.
Hasan Tahsin / Hukuk-u Beşer (İzmir 27 Temmuz 1919) 15 Mayıs 1919’da İzmir’e çıkan Yunan Efzun Alayı askerlerine karşı Türk direnişini başlatan sembol isim oldu. İlk kurşunu alayın sancaktarı teğmene sıkarak öldüren Hasan Tahsin ardından kurşunu bitene kadar devam etti. Panikleyen Efzun Alayı toplu bir saldırı olduğunu zannederek ilk başta dağıldıysa da, ardından ağır silahlar ile savaş gemisinden savunmaya geçti.Açılan ateşle Hasan Tahsin 31 yaşındayken yaşamını yitirdi.
İsmail Gerçeksöz /Ortadoğu (İstanbul 4 Nisan 1980)
İsmail Gerçeksöz 4 Nisan 1980 günü oğlu ile birlikte evinin önünde, komünist militanlar tarafından düzenlenen silahlı bir saldırı sonucunda hayatını kaybetti.
İzzet Kezer / Sabah (Cizre 23 Mart 1992)
Cizre’de PKK’nın yaptığı Nevruz gösterilerinin fotoğraflarını çekmeye çalışan İzzet Kezer ve arkadaşları güvenlik güçlerinin yaylım ateşinden korunmak için yakınlarında bulunan bir binaya sığındılar.Ellerinde beyaz bayrakla açılan ateşi durdurmaya çalışan İzzet Kezer polis panzerinden
Kamil Başaran / Gazete (İstanbul 7 Kasım 1989)
Gazete Gazetesi muhabiri Kamil Başaran, bir yazısına sinirlenen lokanta sahibi Hakkı Morgül tarafından çalışma odasında tabancayla vuruldu. İki buçuk ay komada kalan Kamil Başaran kurtarılamadı.
Kutlu Adalı / Yeni Düzen (Kıbrıs 8 Temmuz 1996) KKTC‘de köşe yazarlığı yapan ve resmi görüşe muhalif yazılarıyla bilinen Kutlu Adalı 6 temmuz 1996 gecesi evinin önünde vurularak öldürüldü.Olay faili meçhul cinayet kapsamında görülmektedir ve cinayetle ilgili sır perdesi hala aralanamamıştır.
Musa Anter / Özgür Gündem (Diyarbakır 20 Eylül 1992) Özgür Gündem ve Yeni Ülke gazetelerinin yazarı Musa Anter Diyarbakır’da arkadaşı Orhan Miroğlu ile yürürken uğradığı silahlı saldırı sonucunda 74 yaşında hayatını kaybetti.
Sabahattin Ali / Marko Paşa (Edirne 1948) Pasaport alarak yurtdışına gitmeye çalışan Sabahattin Ali bu fikrini yasal yollardan hayata geçiremeyince Bulgaristan’a kaçmaya karar vermiştir. Bu girişim sırasında, sonradan Millî Emniyet’le bağlantısı olduğu anlaşılan Ali Ertekin adlı kişi tarafından Bulgaristan sınırında öldürülmüştür.
Selahattin Turgay Daloğlu (İstanbul 9 Eylül 1996) Yıllarca Fatsa’da bulunan ve 12 Eylül dönemini yaşayan insanlarla çeşitli söyleşiler yapan Selahattin Turgay Daloğlu 9 Eylül 1996’da İstanbul’daki evinde öldürüldü.
Turan Dursun / İkibine Doğru veYüzyıl Dergileri(İstanbul 4 Eylül 1990)
2000’e doğru dergisinde dini konularda yazılar yazan Turan Dursun Koşuyolu’nda saldırıya uğrayarak 7 kurşunla öldürüldü.
Uğur Mumcu / Cumhuriyet (Ankara 24 Ocak 1993) Gazetecilik hayatı başarılarla dolu olan Mumcu 24 Ocak 1993 tarihinde uğradığı bombalı saldırı sonucu hayatını kaybetti. Ölmeden önce ayrıca polis-mafya-siyaset ağının derin boyutlarını araştırmaktaydı.
Hrant Dink /Agos (İstanbul 19 ocak 2007) 19 Ocak 2007 tarihinde saat 15:00 sularında, genel yayın yönetmeni olduğu Agos gazetesinin Şişli Halaskargazi caddesi üzerindeki binası önünde uğradığı silahlı saldırı sonucu hayatını kaybetti.
Sami Başaran / Gazete (İstanbul 7 Kasım 1989) Gazete Gazetesi muhabirlerinden Sami Başaran, Mardinli Aşiret Reisi Cemal Sincar ve adamları tarafından röportaj randevusu aldığı Aksaray’daki bir büroda kurşunlandı. Olay yerinde can veren Başaran, 25 yaşındaydı.
Zeki Bey / Şehrah- İstanbul 10 Temmuz 1911 Şair Hüseyin Kami / Alemdar- Konya 1912 veya 1914 Silahçı Tahsin / Silah ve Bomba– İstanbul 27 temmuz 1914 Krikor Zohrab / Gazeteci, Yazar– Urfa 1915 Diran Kelegyan / Sabah Gazetesi Baş Yazarı-Çorum 13 Ağustos 1915 İştirakçi Hilmi / İştirak,Medeniyet– İstanbul 1922 Hikmet Şevket-1930 Ali İhsan Özgür / Politika– İstanbul 21 Kasım 1978 Cengiz Polatkan / Hafta Sonu– Ankara 1 Aralık 1978 İlhan Darendelioğlu / Ortadoğu– İstanbul 19 Kasım 1979 İsmail Gerçeksöz / Ortadoğu– İstanbul 4 Nisan 1980 Muzaffer Feyzioğlu / Hizmet– Trabzon 15 Nisan 1980 Recai Ünal / Demokrat-İstanbul 22 Temmuz 1980 Mevlüt Işık / Türkiye– Ankara 1 Haziran 1988 Seracettin Müftüoğlu / Hürriyet– Nusaybin 29 Haziran 1989 Gündüz Etil-1991 Mehmet Sait Erten / Azadi-Denk Diyarbakır 1992 Cengiz Altun / Yeni Ülke– Batman 25 Şubat 1992 Bülent Ülkü / Körfeze Bakış-Bursa 1 Nisan 1992 Mecit Akgün / Yeni Ülke– Nusaybin 2 Haziran 1992 Hafız Akdemir / Özgür Gündem– Diyarbakır 8 haziran 1992 Çetin Ababay / Özgür Halk– Batman 29 Temmuz 1992 Yahya Orhan / Özgür Gündem– Ceylanpınar 9 Ağustos 1992 Hüseyin Deniz / Özgür Gündem– Ceylanpınar 9 Ağustos 1992 Yaşar Aktay / Serbest– Hani 9 Kasım 1992 Hatip Kapçak / Serbest-Mazıdağı 18 Kasım 1992 Namık Tarancı / Gerçek-Diyarbakır 20 Kasım 1992 Kemal Kılıç / Yeni Ülke-Şanlıurfa 18 şubat 1993 Mehmet İhsan Karakuş– Silvan 13 Mart 1993 Ercan Gürel / HHA– 20 Mayıs 1993 İhsan Uygur / Sabah– İstanbul 6 Temmuz 1993 Rıza Güneşer / Halkın Gücü– 14 Temmuz 1993 Ferhat Tepe / Özgür Gündem– Bitlis 28 Temmuz 1993 Muzaffer Akkuş / Milliyet– 20 Eylül 1993 Nazım Babaoğlu / Gündem– 12 Mart 1994 Erol Akgün / Devrimci Çözüm-1994 Seyfettin Tepe / Yeni politika-28 Ağustos 1995 Reşat Aydın / AA, TRT- 20 Haziran 1997 Ayşe Sağlam Derince– 3 Eylül 1997 Abdullah Doğan / Candan Fm-Konya 13 Temmuz 1997 Ünal Mesutoğlu / TRT İzmir– 8 Kasım 1997 Mehmet Topaloğlu / Kurtuluş– Adana 1998 İsmail Cihan Hayırsevener-Bandırma 19 Aralık 2009 Nuh Köklü -İstanbul 17 Şubat 2015 Mustafa Cambaz-İstanbul 15 Temmuz 2016
Ulusal Araştırma Dürüstlük Anketi Bürosu’nun açıklamasına göre,
12 araştırmacıdan biri kasıtlı sonuçla sahtekârlık yapıyor.
Aynı Büro, bilim adamlarının yarısının, uygunluk sınırını aştıklarını ikrar etiklerini belirtiyor.
Ben de, geçmişte yapılan pek çok araştırmanın ısmarlama olduğunu iddia etmiş ve ‘Zavallılar’ diye başlık atmıştım.
Tam yirmi yıl önce 28 Temmuz – 3 Ağustos tarihli haftalık DÜNYA Gazetesi’nde yayınladığım bir yorumun başlığı, ‘Zavallı Dagevos’ idi. Aynı yorumu ‘Arme Dagevos’ başlığı ile Hollandaca olarak da yazmıştım.
Zira o haftaki DÜNYA’nın manşeti, ‘Hollandalı araştırmacıya göre, Türkler entegre olamıyor’ du.
Bu araştırmacı, Hollanda’da çok tanınan J.Dagevos’tan başkası değildi.
Çok kızmıştım bu araştırmacıya ve şunları yazmıştım:
Bu haftaki DÜNYA‘nın sürmanşet haberinde yer alan, “Türkler entegre olamıyor” başlığının kahramanı araştırmacı
J. Dagevos, bizi çok şaşırttığı gibi, kızdırdı da…
Nasıl kızmayalım kî?
Biz, yıllardır entegrasyona ne kadar yatkın olduğumuzu vurgulayarak ve bunlardan örnekler göstererek övünüp durduk. Türklerin Hollanda yaşam biçimine çok çabuk adapte olabilmelerinin en büyük nedenlerinden biri, Türkiye devlet yapısının Avrupa devlet yapısıma yakın oluşudur. Mustafa Kemal Atatürk, Türkiye’ye, Avrupalılar gibi seculair (laik) yönetim tarzını getirmiştir. Arap ülkelerinin ve Vatikan’ın confessioneel (dine bağlı) yönetim tarzlarından uzaklaşan Türkiye’de yaşayan insanlar, dinlerine bağlı ama modem çağa ayak uyduran yaşam biçimini sevmişlerdir.
Şimdi gelelim araştırmacı J. Dagevos’un ‘Alameti farika’ buluntularına…
Sayın Dagevos, beni affedin ama, tam anlamıyla yumurtlamışsınız. Hem de tek sarılı değil iki sarılı bir yumurta bu.
Sizin ‘Alameti farika’ buluntularınızı bu sütunda sıralamaya gerek yok. Araştırmayı hangi ölçüler içinde yaptığınızı bilemiyorum ama, tam anlamıyla çuvalladığınızı yalnız ben değil, şimdi dünya alem biliyor. Zaten aldığınız tepkilerden de bunu anlamışsınızdır.
Şimdi size sorularım var sayın Dagevos: Bizim Faslı kardeşlerimiz ile yarış etmeye niyetimiz yok ama, son aylarda Hollanda için büyük bir sorun olan Faslı gençlerin yarattığı kriminal atmosferden kurtulabilmek için, Hollanda hükümetinin çaresizlik içinde nasıl çaba harcadığını bilmiyor musunuz? Faslı gençlerin bazılarının, Hollandalı akranlan ile bağdaşarak Hollanda yaşam biçimini benimsemiş olmaları da doğaldır. Ama bunu genellemenin doğru olmadığını bilmeniz lazımdı. Yani, üç beş Faslı gencin evlerinden koptuklan için Hollandalı arkadaş edinmiş olmalan, “Faslı gençler Hollanda’ya daha çabuk entegre oluyor” şeklinde yorumlanmamalı. Hele bunu, “Faslılar, Türkler’den daha çabuk entegre oluyor” şeklinde yorumlamak, yanlışın dışında ayıptır da…
Ben şahsen bu ayıbın arkasında bir de maksat arıyorum. Bu yaptığınız, amacını aşmış bir açıklama mı, yoksa kasıtlı bir açıklama mı?
İşte bu sorunun yanıtını aramak lazım.
Sayın Dagevos, siz “Türkler kendi işlerini kuruyorlar, kendi dillerini konuşuyorlar ve böylece entegrasyondan uzak duruyorlar” derken, sözünü ettiğiniz iş kuran Türk sayısının 10 bini geçtiğini biliyor musunuz? (Şimdi 20 bini geçti)
10 bin Türk işyerinde sadece Türklerin değil, binlerce Hollandalı’nm çalıştığın biliyor musunuz?
10 bini aşkın Türk işyerine onbinlerce Hollandalı müşteri geldiğini düşünemediniz mi?
Bu onbinlerce Hollandalı ile Türkçe mi konuşuluyor sayın Dagevos..?
Bu ne biçim bir araştırma ve ne biçim bir buluştur?
Sayın Dagevos, sizin de tanımış olabileceğiniz Dirk van der Broek süpermarketler zincirinin sahibi olan baba Van der Broek, yıllar önce bir röportajında, “Hollandalı esnafın geleceğini nasıl görüyorsunuz” şeklindeki bir soruya bakın ne cevap vermişti:”Siz hangi Hollandalı esnaftan söz ediyorsunuz, Hollanda’da geleceğin esnafı Türkler’dir.”
Dirk van der Broek bu sözleri 10 yıl önce söylemişti. ( Yani 30 yıl önce) Bu ünlü iş adamının 10 yıl önce keşfettiği bu gerçeği, siz daha teknolojik bir çağda araştırma yaparak dahi bulamamışsınız. Bu nedenle sınıfta kaldınız sayın Dagevos. Çünkü, insanlar yaşadıkları topluma ayak uydurumazlarsa esnaf da olamazlar. Esnaf olmak için dilbaz olmak lâzım. Dilbaz olmak için dil bilmek lâzım. Demek ki, bugün sayıları on bini aşan Türk esnaf, (şimdi 20 bin) sizin ‘bilmiyorlar’ dediğiniz Hollandaca dilini, hem de dilbaz gibi konuşabiliyorlar. Siz bunun bilincine varamayacak kadar cahil misiniz, yoksa bir yalancı mısınız?
“Türk çocukları eğitimde de geri kalıyorlar”mış. Bu gerçeği (!) nasıl buldunuz sayın Dagevos?
Siz, eğitimlerini tamamlayıp, çok önemli kurum ve firmalarda en iyi koltuklara oturan Türkler’in sayısını biliyor musunuz? Esnaflaşan ve iş adamı olan Türkler içinde, İT ve teknoloji dalında kaç kişinin cirit attığını biliyor musunuz?
Çocuklarırnıztn eğitimi için nasıl çaba harcadığımızı biliyor musunuz?
Üç beş tane fundementalist ailenin koyduğu eğitim yasağını tüm Türk toplumuna nasıl malediyorsunuz?
Resmen zırvalamışsınız sayın Dagevos, Türk’ün aile yapısının ne kadar sağlıklı olduğunu bilmeyecek kadar cahil
kalmışsanız, böyle bir araştırmanın sorumluluğunu neden üstlendiniz?
Türk insanının 1923’lerden beri nasıl giyindiğini bilmeyecek kadar cahil kalmış sizin gibilerin, hem de bilimsel araştırma yapan bu kurum için talihsizlik olduğunu bilmenizi isterim.
Sayın Dagevos, siz böylesi önemli bir araştırma yaparken, eğitimini başarı ile tamamlamış olanlarımızı, büyük işadamı olanlarımızı, benim gibi gazetecileri arayıp sordunuz mu?
Nasıl yaptınız bu araştırmayı Allah aşkına?
Üç kişiyle konuşup, sonra da evinize çöreklenip yazdığınız saçmalıkları rapor olarak sunduktan sonra kaç para aldınız?
Taşa değil, kayaya çarptınız değil mi Sayın Dagevos?
Siz, Türkler’den böylesi bir eleştiri gelebileceğini bile düşünemernişsinizdir. Zira, araştırma notlarınıza baktığımız zaman, Türkler’in kara cahil bir toplumdan oluştuğunu anlatmaya çatıştığınız anlaşılmaktadır.
Şimdi benim size bir tavsiyem var sayın Dagevos.
Siz sadece özür dilemekle kalmayın, yapmakta olduğunuz işi de bırakın. Çünkü siz bu işe layık değilsiniz.
Ne iş yapacağınızı da hiç düşünmeyin. Bizim boza ve meyan kökü suyu satanlarımız vardır. Bunların yaptığı iş aslında düşük bir iş değildir, ama siz yine de bu işi yeni bir meslek olarak sahiplenebilirsiniz. Sizi Amsterdam’ın Dam Meydanı’nda veya Lahey’in Binnenhof Meydanı’nda boza veya meyan kökü suyu satarken görmek çok hoş olacak.
Boyunuzun ölçüsünü aldınız mı sayın Dagevos?
Türk, tembel değildir. Türk, hırsızlık yapmaz. Türk, Atatürk’ün çizdiği yolda medeni, çalışkan ve uyanık bir yapıya sahip olarak ilerler gider. Bu ilerleyişin hangi boyutlara ulaşacağını 15-20 yıl sonra göreceğiz.
Hoşçakalın saym Dagevos…!
(Yukarıdaki yazının Hollandacasını en altta bulacaksınız)
Değerli Okurlarım,
Yukarıda eleştirdiğim araştırma gibi, pek çok ısmarlama araştırma ile karşılaşmışızdır.
Bir zamanlar, Hollanda hükümetinden 75 bin Euro alan bir kuruluş, ‘Türkiye’den evlenmeyin’ başlıklı bir araştırma yayınlamıştı. Bu araştırmaya göre, Hollanda’daki Türkler’in, Türkiye’den gelin veya damat getirmeleri entegrasyonu imkânsız hale getirebileceği gibi, akraba evliliklerinin de sağlıksız bir nesil yaratacağı belirtiliyordu.
Ben o zaman bu araştırmaya da karşı çıkmış ve araştırmanın 75 bin euroya mal olduğunu ortaya çıkarmıştım.
Bir araştırmacı da, Hollanda’daki Türk gençlerinin çoğunun, İŞİD’e sempati duydukları sonucunu çıkarmıştı.
Geçenlerde de, ‘Hollanda Ulusal Terörle Mücadele ve Güvenlik Koordinatörlüğü’nün bir araştırmasının sonucu, basına güya yansımıştı. Bu araştırmaya göre de, Erdoğan ‘salafist’, Hollanda’daki Türkler de ‘selefiliği besleyenler’ olarak açıklanmıştı.
Üstteki kupürde, ‘Hollanda’daki islamlaştırmada, Türkiye’nin direkt etkisi yok’ başlığı var.
Başta şahsım, ‘Hollanda’nın kahpelikleri, Türk toplumunu çileden çıkardı’ başlıklı bir yorumla tepkimi koyduğum gibi, pek çok kuruluş bu saçmalığı protesto etmiştik.
Sonra ne oldu biliyor musunuz: Aynı kurum tükürdüğünü yaladı parlamentoya sunduğu araştırma sonucunu, ‘Türk müslümanlar aşırılıktan uzak duruyorlar ‘ ve ‘Erdoğan’ın dış Türkler’e etkisi yok’ olarak bildirdi.
Üstteki kupürde, ’12 Hollandalı araştırmacıdan biri, sahtekârlık yaptığını ikrar etti’ başlığı var.
Hollanda’da yapılan araştırmaların çoğunun, ısmarlama sonuçla yayınlandığı iddiam, güvenilir bir kuruluş olan, ‘Ulusal Araştırma Dürüstlük Anketi Bürosu’ tarafından doğrulandı.
Üstte kupürünü göreceğiniz haberde,
12 araştırmacıdan birinin sahtekârlık yaptığı belirtilirken, bilim adamlarının yarısının da, uygunluk sınırını aştıkları belirtiliyor.
Bilim adamlarına ve araştırmacılara gönderilen 62 bin mektuba, 6.800 kişiden yanıt geldiği ve gelen ikrarlara bakıldığı zaman da 12 araştırmacıdan birinin, yapılan araştırmalarda kasıtlı sonuç çıkardıkları anlaşılıyor.
Korona salgını sırasında yaptırılan pek çok araştırma ve anket sonuçlarının da kasıtlı olarak belirlendiği ifade edilen açıklamada, bu işlemlerin para kazanmak hırsıyla yapıldığı ileri sürülüyor.
Yukarıda belirtmiş olduğum ‘Zavallı Dagvos’ başlıklı yorumumun Hollandacası, medyada geniş yer bulmuş ve Hollanda’da günün konusu olmuştu. İşte o yorumun Hollandacası:
Arme Dagevos
Commentaar: İlhan KARAÇAY
Tijdens mijn loopbaan van 35 jaar in de journalistiek heb ik voor Tercüman, Hürriyet, TRT, NOS Paspoort, Sabah, Haber, Günaydin, NTV en DÜNYA bijna altijd artikelen geschreven over de ontwikkelingen in Nederland. Voor Hürriyet, Haber, Günaydin en DÜNYA heb ik daarnaast ook nog commentaren geschreven.
In bijna al mijn artikelen en commentaren heb ik positief over Nederland en de Nederlanders geschreven. Net zoals ik de laatste drie weken positief over Nederland schrijf (zie de twee commentaren verder op deze pagina).
Natuurlijk heb ik ook wel eens kritiek gehad op Nederland en de Nederlanders. De meeste kritiek had ik op de Nederlandse media. Soms had ik kritiek op de politici, op de politie of op de doktoren. Deze artikelen waren gedeeltelijk in het Nederlands en deze kranten werden naar 500 speciaal geselecteerde adressen toegestuurd.
Tussen de personen waarop ik kritiek had waren ook deskundigen, onderzoekers, sociologen, psychologen en antropologen. Het meest was ik kwaad op de antropologen die zogenaamd mensenkenners zijn. Eigenlijk zou ik de ontwikkelingen rustig moeten bekijken, maar ik ben vandaag ook erg boos.
De held van het verhaal wat vandaag op de voorpagina van DÜNYA staat, namelijk het artikel “Turken integreren niet”, de heer J. Dagevos heeft ons erg verbaasd en kwaad gemaakt…
Is het mogelijk om niet kwaad te worden? Wij hebben al jaren benadrukt dat we zo goed kunnen integreren en we hebben met veel trots de voorbeelden hiervan aangehaald. Natuurlijk waren wij trots omdat anderen ons hierom prezen. Dat de Turken zich snel kunnen aanpassen aan de Nederlandse levenswijze komt omdat de Turkse staat een structuur heeft die lijkt op de Europese structuur. Mustafa Kemal Ataturk heeft in Turkije een seculair systeem ingevoerd, net als dat van Europa. De bevolking van Turkije kent geen confessioneel systeem zoals in de Arabische landen en in het Vaticaan. Zij zijn gehecht aan hun geloof, maar hebben een levensstijl die past bij de moderne tijd.
Laten we nu eens kijken naar de “een van de zeven wereldwonderen”, bevindingen van de onderzoeker J. Dagevos….
Geachte heer Dagevos, vergeeft u het mij, maar u heeft “een ei gelegd”. U heeft zelfs een ei met twee dooiers gelegd. Het is niet nodig om de uitkomsten van uw “wereldwonder” onderzoek hier nogmaals te herhalen. Ik weet niet binnen welke normen u uw onderzoek heeft gedaan, maar u bent gezakt en dat weet ik niet alleen, maar de hele wereld. U zult dit zelf wel gemerkt hebben aan de kritiek die er is op het onderzoek.
Geachte heer Dagevos, ik heb een paar vragen. Wij willen geen wedstrijd doen met onze Marokkaanse broeders, maar weet u niet hoeveel moeite de Nederlandse overheid doet om verlost te worden van de criminele sfeer die de Marokkaanse jongeren gecreëerd hebben en die de laatste maanden een groot probleem voor Nederland is geworden? Nadat de Marokkaanse jongeren onder de controle van hun ouders zijn weggeglipt, is het logisch dat zij eerst leeftijdgenoten van hun eigen volk opzoeken en daarna ook Nederlandse leeftijdgenoten opzoeken. Het is logisch dat deze Marokkaanse jongeren, die van hun eigen huis verwijderen, contact zoeken met Nederlandse jongeren en dan kiezen voor een Nederlandse levenswijze. Maar u had moeten weten dat het niet goed is om dit te generaliseren. Het is niet zo dat je kan concluderen dat, omdat een paar Marokkaanse jongeren van hun huis verwijderd zijn en vriendschappen met Nederlanders hebben “de Marokkaanse jongeren beter integreren in Nederland”. Nog minder kan je zeggen dat “de Marokkanen sneller integreren dan de Turken”. Het is fout en een schande om dit te beweren…
Ik zoek achter deze bewering een kwade bedoeling. Is deze bewering er een die zijn doel voorbij is geschoten, of is het een opzettelijke bewering? Het antwoord op deze vraag moeten we zoeken.
Geachte Dagevos, u zegt “Turken hebben hun eigen bedrijven, praten hun eigen taal en integreren om deze redenen niet goed”, maar bent u zich ervan bewust dat er meer dan 10 duizend Turken zijn die een eigen bedrijf hebben? En dat er in deze meer dan 10 duizend Turkse bedrijven niet alleen Turken werken, maar ook duizenden Nederlanders? En dat er in deze meer dan 10 duizend Turkse bedrijven tienduizenden Nederlandse klanten komen? Geachte heer Dagevos, spreekt men met deze tienduizenden Nederlandse klanten Turks? Wat voor onderzoek is dit en wat voor conclusie is dit?
Geachte heer Dagevos, aan de eigenaar van de winkelketen Dirk van den Broek, vader van den Broek heeft men jaren geleden in een radio-interview gevraagd hoe hij de toekomst van de middenstanders in Nederland zag en kijk eens wat voor antwoord hij gaf: “Over welke Nederlandse middenstanders heeft u het, de toekomstige middenstanders van Nederland zijn de Turken.”
Dirk van den Broek heeft deze uitspraak 10 jaar geleden gedaan. Dit feit, wat deze bekende zakenman 10 jaar geleden al kon voorspellen, heeft u in dit technologische tijdperk niet kunnen vinden met uw onderzoek. Om deze reden bent u blijven zitten geachte Dagevos. Want als mensen zich niet aanpassen aan de gemeenschap waar zij zich bevinden, kunnen zij ook geen middenstander worden. Om middenstander te zijn moet je welbespraakt zijn. Om welbespraakt te zijn moet je de taal kunnen. Dit betekent dus dat al deze ruim tienduizend Turkse middenstanders de Nederlandse taal, waarvan u zegt dat zij het niet kunnen, goed kunnen spreken en welbespraakt zijn. Bent u zo naïef dat u dit niet ziet, of doet u dit met opzet?
“De Turkse kinderen hebben een achterstand in het onderwijs” volgens u. Hoe komt u aan dit feit geachte Dagevos? Weet u hoeveel Turken hun opleiding afmaken en op belangrijke plaatsen in instellingen en firma’s functioneren? Weet u hoeveel Turken er binnen de middenstand en de zakenlieden functioneren als IT-er en in de technologische sector? Weet u hoeveel moeite wij doen voor de opleiding van onze kinderen? Hoe kunt u de hele Turkse gemeenschap aanspreken op een verbod op onderwijs wat door een handjevol fundamentalisten wordt gesteld?
Geachte Dagevos, u kraamt gewoon onzin uit. Als u niet weet hoe sterk de Turkse gezinsstructuur is, waarom draagt u dan de verantwoordelijkheid van zo’n soort onderzoek? U weet niet hoe de Turkse mensen zich kleden sinds 1923 en u bent niet geschikt voor een instituut dat wetenschappelijk onderzoek doet, dat moet u wel weten.
Geachte Dagevos, terwijl u bezig was met zo’n belangrijk onderzoek, heeft u toen Turken die hun opleiding met succes hadden afgerond, grote zakenlieden, journalisten zoals ik, geraadpleegd? Hoe heeft u in Godsnaam dit onderzoek gedaan? Heeft u met drie mensen gesproken en bent u daarna in uw huis gaan zitten broeden op uw rapport? Hoeveel geld heeft u gehad voor deze onzin?
Geachte Dagevos, u heeft zich niet aan een steentje gestoten, maar aan een rots, vindt u niet?
U had niet verwacht dat er zoveel kritiek zou komen van de Turken. Want als we kijken naar de notities in uw onderzoek, dan zien we dat u de Turkse gemeenschap wilt afschilderen als een groep die oerdom is.
Ik heb een advies voor u geachte Dagevos. U moet niet alleen uw excuses aanbieden, maar u moet stoppen met het werk dat u doet. Want u bent niet geschikt voor dit werk.
U hoeft ook niet na te denken over wat voor werk u moet doen. Wij kennen verkopers van gierstdrank of zoethoutwater. Dit werk is echt niet minderwaardig. U kunt hier ook uw nieuwe beroep van maken. Het zou leuk zijn om u in Amsterdam op de Dam of in Den Haag op het Binnenhof tegen te komen terwijl u gierstdrank of zoethoutwater verkoopt.
Weet u nu wat u waard bent geachte Dagevos?
Turken zijn niet lui. Turken stelen niet. Turken gaan over de weg die Ataturk heeft uitgestippeld en zijn modern, ijverig en bijdehand en gaan altijd vooruit. 15-20 jaar later zullen we zien hoe deze vooruitgang er dan uit ziet.
Houd u goed, geachte Dagevos…