BİR ERMENİ YALANI DA HOLLANDALI YAZARDAN…

BİR ERMENİ YALANI DA HOLLANDALI YAZARDAN…

24 Nisan’da piyasaya sürülen kitapta, Ermeni iddiaları tekrarlanırken, kitap tanıtımı yapılan haberlerde de gerçekler anlatılmıyor.

Hollanda parlamentosunun 3’e (Üçü de DENK Partili) karşı 142 oyla kabul ettiği sözde soykırımı onaylamayan ve sadece ‘üzücü soykırım meselesi’ diye geçiştirdiği hükümete baskı devam ediyor.

(Arşivinizde saklayabileceğiniz Türkçe ve Hollandaca 30 sayfa)

İlhan KARAÇAY yazdı:
Her yıl 24 Nisanlarda, ısıtılarak önümüze temcit pilavı gibi konan sözde Ermeni soykırımı meselesi, dünyanın çeşitli ülkelerinde olduğu gibi, Hollanda’da da gündeme oturtuldu.
Hollanda’daki gündemde bu defa, Dirk Roodzant adlı bir yazarın ‘De Armeense Gruwelen- Ermeni Vahşeti’ adlı kitabı var.
Kitap, planlanmış bir şekilde tam da 24 Nisan’da piyasaya sürüldü.
39.00 euro gibi çok pahalı bir fiyata piyasaya sürülen kitabın tanıtımını yapan gazeteler de, yalan yarışına katılarak, hepimizin bildiği gibi pek çok ‘sözde’ şeyler yazdılar.
Hollanda’da yayınlanan kitapta yeni bir şey yok. Bugüne kadar hep uydurulmuş hikâyelerle dolu olan kitapta, ayrıcalıklı olarak, sadece Hollanda’da gerçekleşmiş olan birkaç konuya değinilmiş.
Bu konulardan biri, 1917 yılında Hollanda’da kurulmuş olan ‘Ermeni Komitesi’ oldu. Genelde politikacıların üye oldukları bu komite, Ermenilere yardım amacı taşıyordu.
Kitaptaki diğer bir konu da, Hollanda gazetelerinin olaylara ilgisiz kalmış olmalarıymış.
Örneğin, o sıralarda Türkiye’de hiçbir Hollandalı muhabir yokmuş. Hollanda’da yayınlanan haberlerin tamamı ya ajanslardan veya diğer ülke muhabirlerinden alınmış.
Kaldı ki, Hollandalı bir gazeteci olan George Nypels’in 1920’de Algemeen Handelsblad’a göndermiş olduğu yazıyı görmezden geliyorlar.
Ben de, Hollanda gazetelerine o eski yazıların tamamını göndererek, bu laubaliliğe son verilmesi gerektiğini belirttim.
Altta ekleyeceğim Hollandaca yazıların tümü, Hollanda medyasına ve parlamenterlere gönderilmiştir.
Vaktiniz oldukça bakınız ve okuyunuz lütfen:
Öncelikle, Ermeni davası ile ilgili olarak yayınladığım haber ve yorumlardan ötütürü almış olduğum güzel bir teşekkürden söz etmek istiyorum. Bu konuda almış olduğum uzun mektubun ilk satırlarını sizlere sunuyorum.
Sayın İlhan KARAÇAY;
 SÖZDE ERMENİ SOYKIRIMI ile ilgili çalışmalarınızdan ötürü ÖZEL BÜRO GRUBU adına teşekkürlerimizi sunuyoruz.
 ÖZEL BÜRO KİMDİR ? FAALİYETLERİ NELERDİR ?
Bizler, ÖZEL BÜRO grubu adı altında ülkemizi yakından ilgilendiren konular hakkında internet ve diğer ortamlarda araştırma yapan, üyelerimize yapılan araştırmalarla ilgili bilgi veren, beyin fırtınası yaparak ülkemizin halihazırdaki sorunlarına cevap arayan, INTRO’muzda yer alan konularla ilgili diğer araştırmacılara karınca kararınca bir ufuk düzeyi temin etmeyi amaçlayan, hiç bir legal yada illegal kuruluşla organik bağı olmadan tamamiyle sivil insiyatifle oluşturulmuş bir gurubuz.
ÖZEL BÜRO İSTİHBARAT GRUBU hakkındaki geniş bilgileri
www.ozelburoistihbarat.com adresinde bulabilirsiniz.
İŞTE 1920’DE YAYINLANAN O HABER.
(Hollandaca orijinali altta)
Algemeen Handelsblad
Amsterdam
25.05.1920-Salı
ERMENİSTAN
Türk-Ermeni Sorunu
Balkanlarda görev yapan bir gazeteci arkadaşımızdan aşağıdaki ilginç mektubu aldık. Bu mektubun içeriği, Ermeni sorununa Batı Avrupa’daki alışılageldik görüşten farklı bir bakış getiriyor. Bu gazeteci arkadaşımızın tarafsızlığına büyük güvenimiz var. Onun olayları değerlendirmesi daima kanıtlara dayandığı için, yazılarını yorumsuz olarak ve hiç bir değişiklik yapmadan olduğu gibi yayınlıyoruz.
Aynen Sultan Abdülhamit devrinde olduğu gibi, bugünlerde Kilikya’dan yeniden çok sayıda Ermeninin katledildiğine dair çirkin haberler geliyor. (Fransız işgali altındaki Adana, Gaziantep, Maraş ve Urfa’daki Ermeni zulmune ve katliamlarına karşı Kuvvayı Milliye Hareketleri) Konuyu çoktan unutmuş olan dünya kamuoyu, bu haberlerle yeniden şok oldu. Aslında din uğruna yapılan bu iğrenç katliamları savunmaya ve koruma altına almaya hiç niyetim yok. Fakat her gerçeğin iki yönü vardır. Olaylar sırasında Türkiye’yi parçalayıp yıkmak isteyen itilaf devletleri ve basını, propaganda yaparak Kilikya’daki Ermeni kıyımını Türklere karşı bilinçli olarak kullandılar ve bütün yıkımın Türkiye tarafından yapıldığını iddia ettiler. Önemli olan gerçeğin ne olduğunu bulmaktır. Bu bilinçle, sözü edilen bu kitlesel katliamdan gerçekte yalnızca Türklerin sorumlu olamayacağını gözler önüne sermek istiyorum.
Bu konuda fikrimi söyleme hakkını kendimde buluyorum. Çünkü Birinci dünya savaşı süresince Türkler ve Ermenilerin birbirleriyle nasıl bir nefret ile boğuştuklarını çok açık bir şekilde gözlerimle gördüm.
1918 baharında Rusların yenilgisinin sonucunda Türkiye yeniden saldırıya geçtiginde ve peygamberin mukaddes bayrağı Osmanlı ülkesinin dışında da dalgalandığında, ki Küçük Kaynarca anlaşmasından beri hiç böyle olmamıştı; ben kendimi Ermeni-Rus sınır bölgesinde buldum ve Türklerin Kafkasya’da ki ilerlemelerine şahit oldum.
Savaşı yaşayan bir kişi, bir ülke ve ulusunu tanımak için savaş halinden daha iyi başka bir fırsat olmadığını kabul edecektir. Bu durumda bütün insani canavarlıklar büyük bir şiddetiyle ortaya çıkar. Savaşımın gerektirdiği kaba güç kullanma ile, kültür ve uygar davranışlar kaybolur. O sıralar Avrupalı olarak bir tek ben, bu kritik ortamda bulunuyordum. Bu durumda söylenebir ki Türklerin Rus- Ermenistan’ına ilerleyişi sırasındaki olayların tek Avrupalı şahiti bendim.
Seyahatime başlamadan önce Ermeni yanlısıydım. 1916-1917’de İstanbul’daki kalışım sırasında, Ermenilere yapılan toplu katliam hakkında, az çok bilgisi olan Avrupalılardan ve Türkiye Ermenilerinden yeteri kadar tiksindirici, çirkin ayrıntılar duymuştum. Bu kişiler Türkleri suçlu ve Ermenileri de, barbar Türklerin masum kurbanları olarak görüyorlardı.
Türklerle aram yeterince iyi olduğu için, bu hassas konuda, hiç bir Avrupalının konuşmaya cesaret edemeyecegi şeyleri sorabiliyordum. Türklerin bana karşı olan davranışları, benim Ermenilerin suçsuz, Türklerin de suçlu olduğuna dair inancımı kuvvetlendiriyordu. Çünkü ben Ermeni olayları ile ilgili bilgi almak için, soru sorduğumda Tüklerden şöyle yanıt alıyordum: “Bizim hakkımızda anlatılanların hepsi doğru. Biz 1 milyon Ermeniyi kestik. Bu korkunç bir katliamdı. Fakat biz bu konuda haklıydık ve bu suçtan ötürü ancak kendimize karşı sorumluyuz.” Bütün çabalarıma rağmen bu konuda ayrıntılı ve olayların gerçek nedenleri hakkında bilgi elde edemiyordum. Ben de bu durumda şöyle bir yargıya varabiliyordum: Orada Hristiyanlara karşı fanatik bir din savaşı güdülüyordu. Bu olaylar Ermenistan’ın dünyayla tüm ilişkisinin kesildiği Yukarı Ermenistan’da meydana geliyordu. Orada Ermeniler Türklerin insafına terk edilmişti.
1918 ilkbaharında Trabzon’a geldim. Bilindiği gibi kıyıdan Ermenistan’in dağlık bölgelerine giden tek yol buradandır. Trabzon 1915’de Ermeni katliamını yaşamıştı. 3 yıl sonra bu kentte yaşayan Rumlar ve Avrupalı Levantenler bana Trabzon surları içinde olan inanılmaz vahşeti; Trabzon sokaklarında nasıl Ermeni kanı aktığını, Ermeni mahallelerinin nasıl alev alev yandığını, bu olaylardan günler haftalar sonra bile çocuk cesetlerinin Platana limanındaki Bizans duvarına vurduğunu anlatıyorlardı. Ben yanmış yıkılmış mahalleleri gördüm. Bana bunların bir zamanlar Ermeni mahalleleri olduklarını anlattılar. Bana Hristiyan kiliselerini gösterdiler. Bunlar Ermeni kiliseleriymiş. İnsanlar gübre yığınlarını eşelerken hala kemikler ve ceset artıkları buluyorlarmış. Bana bunların Ermenilere ait olduklarını anlattılar.
Bütün bunlar, insanın hiç unutamayacağı korkunç izlenimlerdi ve herkes bir tek şey diliyordu: “Tanrı bizi ve herkesi bu barbarlıktan ve Müslümanların düşmanlığından korusun.”
Bütün bu olanlardan dolayı ben lanetlerimi yağdırırken şüphesiz ki Hristiyanların tarafını tutması lazım gelen sıradan yaşlı bir Fransiskaner papazı başını salladı ve “Yanılıyorsunuz“, dedi. “Sadece Türkler suçlu değildir. . Avrupa’dan gelen ve Avrupa kültür anlayışıyla Asyayı değerlendiren biri olarak, doğal olarak bu halkın yok edilmesi suçuna karşı lanetlerini yağdıracaksın. Fakat senin gördüklerin ve sana anlatılanlar, gerçeğin tamamı değildir. Bütün bunları anlayabilmen için olayları bir Asyalı gibi görmen ve yorumlaman gerek. Şunu unutma ki burada yüzyıllardır birbirlerinden nefret eden ve birbirine kin güden iki halk var. Burada iki farklı zihniyet var: Ermeni ve Türk zihniyeti. Bu iki düşman görüşteki insanlar birbirlerinin yok edilmesi gerektiğine inanırlar. Evet 1915’de Ermeniler yok edilmişlerdi, her şey onlara karşydı ve yenilgiyi kabullenmek zorundaydılar. Fakat insan şuna inanıyor ki, eğer aynı konuma Ermeniler sahip olsalardı onlar da Türklere aynısını yapacaklardı. Benim raporlarımdan ve benim Beyazıt, Van, Erzurum ve Erzincan’daki görevlilerden aldığım raporlardan biliyorum ki 1915’de Ruslarla savaş başladığında Ermeniler, Türk ordusunun arkasından isyana kışkırtıldılar ve Türk köy ve kasabalarını yıkıp, yerle bir ettiler. Daha sonra Türkiye’de olan olaylar işte Ermenilerin bu ilk düşmanca tutumu nedeniyle başlamıştır. Kabul ederim ki çok korkunç şeyler oldu; Şimdiye kadar görülmemiş bir biçimde çok kan aktı. Fakat Ermeniler bu kan gölünün oluşmasında suçsuz değillerdi. Türkler gereğinden fazla ileri gittiler, fakat suç yine sadece Türklerde değildi. Suç Avrupalılarda görülmeyen çok derin nefretlerin oluştuğu, Asyalı düşünce tarzındaydı ve bu düşünceyle yapılan savaşta vahşice davranışlar ortaya çıkıyordu. “
” Örneğin Trabzon’a bak. Yanmış, yıkılmış Ermeni semtlerini gördün, fakat yerle bir edilmiş Türk mahallelerini de gördün mü? Henüz daha taze Türk mezarlarına da dikkat ettin mi? Hayır mı! Haydi git ve gör. Ermeniler de aynı pozisyonda oldukları zaman Rus ordusunun korumasında zafer kazandıklarında, 1915′ de yaşananlar tekrarlandı. Fakat bu sefer Türkler, Ermenilerce katledildi. Ermeniler, nerede bir Türk bulsalar onu acımasızca kesip doğradılar, nerede bir cami görseler onu yağmalayıp yaktılar. Türk mahalleleri yakıldı, duman ve alev içinde kaldı. Tıpkı bir zamanlar Ermeni semtlerinde olduğu gibi. Şimdi Anadolunun içlerine gidip savaşın bütün bu izlerini takip edebilirsin: Bayburt’da, Erzincan’da,, Erzurum ve Kars’da. Oralarda daha dumanı tüten yığınlar göreceksin; daha çok kan ve ceset koklayacaksın. Ancak bunlar Türklerin ölüleri olacaktır.”
Fransiskaner rahip bana gerçekleri söylemişti. Aylarca Ermenistan ve Kürdistan(Doğu Anadolu ve Kafkasya) içlerinde yolculuk yaptım ve gerçekten de rahibin bana anlattıklarının doğru oldugunu gördüm. Rus ordusunun geri çekilmesinden ve bunu takip eden barış anlaşmasından sonra, sözün ona Ermeni ordusu( Ermeni çeteleri) çeşitli operasyonlar yaptı. Bu çeteler Rusların çekildikleri bu Türk bölgelerini işgal ettiler. Ruslar işgal sırasında Türklerin canlarını ve mallarını koruyorlardı. Rusların geri çekilmesinden hemen sonra olanlar ise, yürek parçalayıcıdır. Küçük Türk yerleşim birimlerindeki insanlar, General Antranik ve Murat’ın çeteleri tarafından tek bir canlı kalmayıncaya kadar katledildi. Camiler son taşına kadar tahrip edildi.
Bu bulunmaz fırsatı yakalayan Ermeniler, beklentilerini, hayallerini bayağı genişlettiler ve neredeyse bütün Anadolu sanki onların olacakmış gibi davranmaya başladılar. Anadolu’da yaşayan Türklerle, yaşayan son erkeğe, son kadına ve son çocuğa varıncaya kadar hesaplaşabileceklerini ve onları yok edeceklerini umuyorlardı. Ben Erzincan’da yıkıntılar arasında yatan yüzlerce boğazlanmış Türkün cesedini gördüm. Kuyuların içine ışık tuttuğumda cesetlerle dolu olduğunu gördüm. Açılan toplu mezarlarda yüzlerce kadın ve erkek cesetlerinin üstüste yığılmış olduğunu kendi gözlerimle gördüm. Bunları kim yapmıştı? Zafer kazanan Ermeniler tabiki. Böyle manzaralar sürekli olarak Yukarı Ermenistan yollarında, Kürdistan ve Rusya-Ermenistan’nda bana eşlik etti. Türkler’inde şimdi tekrar bir zafer kazandıklarında öç almaları ve öfkeyle misilleme yapmaları şaşırtıcı mıydı dersiniz? Şunu da itiraf etmeliyim ki, Rusya Ermenistan’ına yürüyüşleri sırasında Türkler tarafından yapılan öldürmeler de sürdü. Sarıkamış sınırının karşı tarafında birbirine yakın Ermeni yerleşim yerleri ateş ve demirle yerle bir edildi. Asya’nın bu vahşi ülkesinde şimdi zafer kazananlar, önceki zafer kazananlara karşı korkunç vahşi bir öfke duyuyorlardı. Halkların halklara karşı bu acımasız davranışlara nasıl kışkırtıldıklarını, bu acımasız nefreti, bizim Avrupalı beyinlerimiz anlamaz. Fakat biz Yukarı Ermenistan denilen bu bölgenin uygarlığı ile, Avrupa halklarının eski kültürünün karşılaştırılabileceğini düşünmemeliyiz. Çünkü buralarda yaşayan halkların milliyetleri yoktur, fakat çeteleri vardır. Bunu şöyle açıklamak mümkün. Buralarda iki çete karşılaştığında, bu taraflardan birinin imha edilmesi demek oluyordu. Bu nedenle bugüne kadar Büyük Ağrı Dağları’nda birlikte yaşamak için uzlaşmak, ortayolu bulmak diye birşey düşünülemez. Bunun yerine yanlızca imha etmek geçerlidir. Yukarı Ermenistan’ın çıplak dağlarında bir anlaşma yoktur, sadace ölüm kalım mücadelesi vardır. Kazanan yaşar, kaybeden ölür….
Benim Aleksandropol’de(Gümrü) kalışım sırasında orada yaşayan insanların düşünce yapısına ışık tutan şöyle bir olay oldu. Bir gün Alagöz dağları yönünden bir top atışı duyuldu. Türk sınırı arkasında korku içinde yaşayan Ermeni halkı bunu şöyle açıklamışlar; İngilizler Türklere karşı ilerliyorlar ve Türkler birkaç saat içinde yenilmiş olacaklar. Birden Türk sınırının gerisinde bir ayaklanma oluştu ve Ermeni köylerindeki zayıf Türk nöbetçileri şeytanca işkencelerle öldürüldü. Fakat ortada Ermenilerin geldiklerini sandıkları İngilizler yoktu. Olayın aslı şu idi: Kafkas Ermenilerinden bir birlik önce Türk cephesini yarmayı denemişler. Top atışı sesleri bu yüzdendi. Bu çatışma birkaç saat sonra bitti. Fakat sıra intikam almaya gelmişti. Türk askerlerinin sinsice katledildiği Ermeni köyleri yakılmaya başlandı. Bu durumda Ermenilerin hiç suçu olmadığı söylenebilir mi?
Tamamen Türklerin eline geçen Aleksandropol(Gümrü) kenti bir Ermeni kentiydi ve ben burada Türk işgaline rağmen günlük işlerini güçlerini yapan, şehrin ileri gelen Ermenileri ile tanıştım. Bu kişiler Ermeni çetelerinin düşüncesiz davranışları nedeniyle Türklerin bir gün öç alacakları düşüncesiyle sürekli korku içinde yaşıyorlar ve bir gün sırf bu yüzden yok olacaklarına inanıyorlardı. Ermeni halkının bir kısmı, ki buna ileri gelenleri diyebilirim, Türklerle barışcı bir anlaşma yapılmasının taraftarıydılar. Çünkü şimdi beraber yaşamak zorundaydılar ve karşılıklı bir antlaşma, bu cinayetlere bir son verebilirdi. Fakat halkın büyük bölümü ve çeteler yani sözde Ermeni askerleri, barışın adını bile etmiyorlardı. Onların sloganı: ” Ya biz, ya da onlar; birimizden biri yok olmalı” idi.
Düşününüz, Antlaşma ve barış isteyenler, Ermeni halkının büyük çoğunluğu tarafından lanetleniyordu. İçinde bulunduğum Ermeni çevrelerinden bazı insanlar bana açıkça şöyle diyorlardı: ” Şimdi Türkler başa geçti, ancak biz pek yakında tekrar başa geçtiğimizde elimize geçirdiğimiz hiç bir Türk’ü sağ bırakmayacağız. Onlarla bizim aramızda bir anlaşma olması mümkün değil. Asırlardır görülecek bir hesabımız var onlarla. Sürtüşmemiz, halkımızın tarihi kadar eskidir. Bu savaşım, Türklerin ülkemize gelmesiyle başladı. Bu savaş ya biz, ya da onlar yok olana kadar sürecektir. Biz barış istemiyoruz. Lanet olsun Türklerle dostluk kuranlara!”
İste o zamanlar Ermenilerin düşünceleri böyleydi. Ermenilerin bağımsızlıklarını kazanma ümitleri pek yoktu. Zaferi kazanan Ay-Yıldız’ın(Türklerin) ise bütün Rus- Ermenistan’ını ele geçirecegi görülüyordu.
İşte bunları duyduktan sonra, şimdi Türklerin geri çekilip de, Türk yerleşim yerleri tekrar Ermenilerin eline geçtikten sonra olanları tahmin etmek, herhalde zor olmasa gerektir.
Uzlaşmalar ancak uygar halklar arasında olabilir. Vahşi Asya’nın halkları arasında sadece nefret ve yok etme duyguları vardır. Evet, Türkler suçludur, katlettiler, ancak ellerine fırsat geçince aynı katliamları yapan Ermeniler acaba daha az mı suçlular? İnsan Asya’yı sadece Asyalı bakış açısıyla değerlendirebilir.
Haberin Hollandaca orijinali
Algemeen Handelsblad
Amsterdam
25.05.1920 van Dinsdag
ARMENIE
De Armenisch-Turksche kwestie
Van een onzer medewerkers in den Balkan ontvingen wij den volgenden interessanten brief, waarvan de inhoud een anderen kijk geeft op de Armenische quaestie dan de in West Europa gebruijkelijke. Wij stellen in de objectiviteit van dezen medewerker het grootste vertrouwen. – Zijn betoogtrant bevat het bewijs dat hij dit verdient – en drukken daarom zijn correspondentie ongewijzigd en zonder commentaar af.
Evenals onder de regering van Sultan Abdulhamit komen uit Cilicie weer weerzinwekkende berichten over massaslachtingen van Armeniers, waardoor de zenuwen van de tamelijk afgestempte wereld weer opniew worden geschokt. Het valt mij in de verste verte niet in om slachtingen, door wie de ook worden gehouden, te rechtvaardigen en den weerzinwekkendsten van alle moorden, de gooddienstmoord, in bescherming te nemen. Maar elke waarheid heeft twee kanten, en wanneer de Armeensche perspropaganda het Armeensche bloodbad in Cilicie teger de Turken weet uit te buiten, in dezen zin, dat zij daardoor de volledige vernietiging van Turkije door de Entente bewerkt, dan meen ik dat het in het belang der waarheid is, om te onderzoeken of werkelijk alleen de beestachtigheid van de Turken aan deze massamorden schuldig is.
Ik geloof, dat ik eenig recht heb om dit uit te maken, want ik had gelegenheid om Turkije gedurende den oorlog bij wijze van spreken, in neglige te zien en wel juist daar, waar de Armeensche en Turksche stammen in den meest verbitterden haat elkaar te lijf gaaan.
In de lente van het gedenkwaardige jaar 1918, toen ten gevolge van de Russische nederlaag, Turkije het offensief weer begon, en de vlag van den profeet zegevierend in vreemde landen woei, wat sinds den vrede van Küçük Kaynarca niet meer gebeurd was, bevond ik mij in het Armeeinsch-Russische grensgebied, en maakte een deel van den Turkschen opmarsch in het voornamelijk door Armenieers bewoonde gebied mee.
Een ieder die weet wat oorlogvoeren betekent, zal moeten toegeven, dat er geen betere gelegenheid is, om een land en volk te leren kennen, als juist in den oorlog, waar alle menselijke hartstochten met geweld tot uiting komen, en waar het laagje cultuur en veinzerij voor de ruwe, hoogere noodzakelijkheid van de oorlogsvoering verdwijnen. Als eenige Eoropeaan bevond ik mij toen ter tijd in de kritieke omgeving en ben misschien de eenige Europeesche getuige ervan geweest op welke wijze de gebeurtenissen gedurende den Turkschen opmarsch in Russisch-Armenie zich hebben toegedragen, en hoe deze beide volkeren tot elkander stonden.
Voordat ik mijn reis begon, was ik reeds Armenisch gezind. Ik had gedurende mijn oponthoud te Konstantinopel, in de jaren 1916/17, genoeg weerzienwekkende details over de Armeensche massamorden in Turksch-Armenie gehord en de Europeanen, die meer of minder goed over de gebeurtenissen in Armenie ingelicht waren, gaven dan Turken alleen de schuld en beschouwden de Armeniers als de onschuldige offers van den Turkschen goddiensthaat en van de dierlijke hartstochten van een barbaarsch volk.
Mijn verhouding tot de Turken was goed genoeg om hen ook over dit netelige punt, wat een Europeaan bijna niet te berde durft te brengen, te spreken. De houding der Turken moest mij in mijn overtuiging sterken, dat de Armeniers onschuldig waren en de Turken alle shuld hadden. Want met een eigenaardige bruuske afwijzing werd mij steeds door iedereen Turk, wien ik ver het pro en contra van de Armeensche quaestie om inlichtingen vroeg, geantwoord: “Ja alles is waar wat men over ons verteld. Wij hebben een millionen Armeniers afgemaakt; het was afschuwelijk bloodbad, maar wij waren in ons recht en wij zijn daarvoor alleen tegenover ons zelf verantwoording schuldig.” Het gelukte mij niet nog verdere details, of de gronden van deze verschrikkelijke daden te, weten te komen. En ik kon alleen tot den slotsom komen ….. In de loogelaten hartstochten van den oorlog het goddienstfanatiesme tegenover de Cristenen zich liet gaan, waar het maar gelegenheid daartoe zag. En dat gebeurde in het hoogland van Armenie, waar de van de gehele wereld afgesneden. Armenieers aan den Turken overgeleverd waren.
In het voorjaar van 1918 kwam ik in Trabzon van waaruit -gelijk bekend is -de einige beganbare weg naar binnenland van Hoog-Armenie loopt.
Trabzon zelf was in 1915 getuige van een Armeensch bloedbad en drie jaar later wisten Grieken en Levantijnsche Europeanen mij nog in kleuren en geuren te vertellen van de onbeschrijfelijke gruwelscenes, die zich binnen de oer-oude muren van de Trabzon in 1915 afgespeeld hebben. Hoe op de straten van Trabzon het bloed der Armeniers vloeide! Hoe de Armeensche wijken in rook en vlammen opgingen en nog dagen en weken na het bloedbad de lijken van kinderen tegen den oer-ouden Konstantijnschen dijk en in de haven van Platana aanspoelden. Ik zag geruineerde streken en men vertelde mij, dat dit eens Armeensche wijken waren geweest. Men toonde mij Cristelijke kerken. Dit waren de kerken der Armeniers. Men rakelde de mesthoopen op en beenderen en vergane lijken kwamen te voorschijn. Dat zijn lijken van Armeniers, zeide
men mij.
Dit zijn zulke ontzettende gewaarwordingen, die men nooit vergeet en die bij iedereen maar een wensch doen opkomen: God behoede onsen een ieder voor deze barbaarscheid en voor den godsdiensthaat der Mohammeden!
Maar een prior der Franciskaner monniken, een envoudige oude prister, die ongetwijfeld aan de zijde van de Cristenen stond, schudde zijn hoofd, toen ik in verwenschingen tegen de Turken uitbrak. “Gij vergist u” zeide hij, “de Turken hebben niet alleen schuld. Ja voor iemand die uit Europa komt en die met Europesche begrijpen over Azie will oordeelen, die zal de misdaad van het uitroeien van dit volk verwenschen. Maar het is niet de geheele waarheid, die gij gezien en gehoord hebt. Gij moet deze dingen door een Aziatische bril bekijken en begrijpen, dat hier twee volken elkaar met eeuwenouden haat en verbittering te lijf gaan. Men heeft hier twee mentaliteiten, de Turksche en de Armeeensche en beide mentaliteiten zeggen, dat een van hen te gronde gaan. Ja, in 1915 waren het Armeniers, die te gronde zijn gegaan.Alles werd tegen hen in werking gesteld, en zij moesten de nederlaag lijden. Maar zijt gij er wel van overtuigd, dat de Armeniers in dezelfde omstandigheden niet hetzelfde zouden hebben gedaan of deden? Ik heb mijn rapporten van missies, uitgezonden door mijn orde in Beyazıt, Van, Erzurum, Erzincan; uit de rapporten weet ik, dat in 1915 toen de oorlog met Rusland begon, het de Armeniers waren, die achter het Turkse leger de revolutie aanwakkarden en de Turksche dorpen en nederzettingen ontvolkten en met den grond gelijk maakten. De verdere gebeurtenissen, die daarna in Turkije voorvielen, waren alleen de gevolgen van deze eerste vijandelijke houding der Armeniers. Ik geef toe, dat er verschrikkelijke dingen gebeurd zijn; er is zooveel bloed gevloid als nog nooit te voeren. Maar onschuldig waren de Armeniers aan het ontstaan van het bloedbad niet. En wanneer de Turken dan verder gegaan zijn dan nodig was, dan ligt daarvan de schuld niet alleen bij de Turken, maar bij de mentaliteit van Azie, waar de volkenhaat dieper gaat dan bij de Europesche volken en waar de oorlog beesachtige vormen aanneemt.”
“Zie b.v. naar Trabzon. Gij hebt de platgebrande Armeensche wijken gezien, maar hebt hij ook de platgebrande Turksche wijken aanschouwd? Hebt gij op de nog frissche graven van de Turksche bevolking gelet? Neen! Ziet toen de Armeniers zich in de zelfde positie bevonden als de Turken, toen zij zegevierend voortrukten onder de bescherming van het Russische leger, toen herhaalde zich het schouwspel van het jaar 1915, maar toen moesten de Turken het ongelden. Waar de Armeniers een Turk vonden, daar werd hij onbarmhartig neergehouwen, waar zij een Turksche moskee zagen werd deze geplunderd en in brand gestoken. Turksche wijken gingen even goed in rook en vlammen op als Armeensche wijken. Gij gaat thans het land in en gij zult de sporen van den oorlog kunnen volgen: Bayburt, Erzincan, Erzurum en Kars. Gij zult nog rookende puinhoopen zien; gij zult nog bloed en lijken ruiken, maar dat waren echter Turkse lijken.”
De Franciscaner pater heeft slechts de waarheid gezegd. Maandenlang ging ik dwaars door Armenie en Kurdistan en ik vond bevestigd, wat hij mij verteld had. Na den terugtocht van het Russische leger, die op de Russische vreede volgde, namen de troepen van het z.g. Armeensche leger, de militaire operaties in de bezette Turkse gebieden over. Gedurende de Russische bezetting beschermden de Russen het leven en eigendommvan de Turken. Wat na dan terugtocht van de Russen gebeurd is, is hartverscheurend. De kleine Turksche nederzettingen werden door de benden van generaals Adronits en Murat tot den laatsten man afgemaakt, kerken tot den laatsten steen vernield.
Toen waren de Armeensche verwactingen nog hoog gespannen. Hun plannen reikten ver, omspanden het geheele Turksche rijk. En zij hoopten dat zij met den erfvijand zouden kunnen afrekenen tot den laatsten man, de laatste vrouw, het laatste kind. Ik heb in Erzincan ruines gezien, waar honderden lijken van gewurgde Turken lagen tusschen de puinhoopen. Ik heb licht laten schijnen in putten, die vol lijken waren. Ik heb met eigen ogen gezien, dat graven open gemakt werden, waarin mannen-en vrouwenlijken overelkaar lagen, bij honderden. Wie hadden dit gedaan? Die overwinnende Armeniers.
Deze tooneelen vergezelden mij op den verren, langen weg door Opper-Armenie, Kurdistan tot in Russisch-Armenie. En is het een wonder, dat de Turken, toen zij weer overwinnaars waren, wraak namen, kwaad met kwaad vergolden? Ik moet erkennen dat tijdens den Turkschen opmarsch naar Russisch- Armenie het moorden voortgezet werd door de Turken. Aan den anderen kant van de grens van de Sarıkamış werden de Armeensche vestigingen, die daar tamelijk gezaaid zijn, ontvolkt met vuur en ijzer. De meest verbitterde volkshaat woedde tegen de vroegere overwinnaars, thans overwonnenen , in den beestachtigen vorm, een wild land van Azie eigen. Onze Europeesche hersens begrijpen deze onverbiddelijke haat niet, die volkeren tegen volkeren opzweept tot de ergste gruweldaden. Maar wij mogen niet vergeten, dat Opper-Armenie een land is, waarvan de beschaving vergeleken kan worden met de oer-cultuur der Europeesche volkeren. De volkeren daar zijn geen naties, doch horden. En zoals in den oertoestand der volkeren een ontmoeting van twee hordende vernitiging beteekende van een dezer twee, zoo is men in de bergen om den Grooten Ararat heden ten dage nog niet bedacht op samenleven, doch op vernietiging. In de kale bergen van Opper-Armenie bestaat er geen compromis, alleen strijd op leven en dood. De overwinnaar leeft, de overwonnene kan alleen sterven.
Tijdens mijn verblijf in Alexandropol(Gümrü) gebeurde het volgende, dat een goed licht werpt op de mentaliteit van de menschen aldaar. Uit de richting van de bergengroep Alagöz hoorde men op een dag kanongedonder. De Armenische bevolking, die achter het Turksche front in angst en beven leefde, legden dit kanongedonder zoo uit, dat de Engelschen oprukten tegen de Turken. En zij leefden in de overtuiging, dat de Turken binnen enkele uren verslagen zouden zijn. Onmiddelijk ontstond achter het Turksche front een opstand, en de zwakke Turksche posten in de Armenische dorpen werden op de geraffineerde manier dood gemarteld. Maar de Engelsen kwamen niet. Een detachement van Kafkas- Armeniers had getracht door het dunne Turksche front te breken. Vandaar het kanongedonder. En toen het gevecht een paar uur later voorbij was, kwaam de wraak. De dorpen, waarin Turksche soldaten vermoord waren werden vernietigd. Kan men zeggen, dat de Armeniers geen schuld hadden?
In Alexandropol zelf, in een zuiver Armeensche stad, waar, niettegenstaande de Turksche bezetting, de Armeniers rustig hun werk deden , kwam ik veel in aanraking met toonaangevende Armeniers. Zij leefden voortdurend onder een verschrikkelijke angst, dat op een dag door een onbedachtzame handeling van Armeensche benden de Turken wraak zouden nemen en dat zij dan het eerst er aan zouden moeten gelooven. Een gedellte van Armeensche volk, het beste deel- was voor een vreedzame overenstemmming met de Turken. Men was nu eenmaal gedwongen samen te leven. En dan zou toch alleen verdraagzaamheid een eind kunnen maken aan het moorden. Mat het grootste gedeelte en de benden, de zoogenaamde militairen wilden van vreede niets weten. Hun leuze was : “Zij of wij, een moet te gronde gaan.”
De mannen, die verdraagzaamheid en verzoeninig predikten, werden verwenscht door het gros van het Armeensche volk. Men zei mij openlijk in Armeensche kringen: “Nu zijn de Turken baas. Maar spoedig zullen wij weer heer en meester zijn en dan zullen we geen enkelen Turk, die in onze handen komt in leven laten. Tusschen ons is geen overeenstemming mogelijk. Wij hebben een rekening eeuwen oud te vereffenen. Onze strijd is zoo oud als ons volk. Deze strijd begon op den dag, waarop de Turken in ons land kwamen en zal tot den dag duren, waarop wij op zij te gronde gaan. Een verzoening willen wij niet. Vervloekt zijn zij , die vriendschap sluiten met de Turken. “
Zoo was de stemming in een tijd, waarin de Armenen geen hoop hadden ooit van de Turken bevrijd te worden. Het zag er naar uit, alsof de overwinnende halve maan geheel Russisch- Armenie tot zich zou trekken.
Hiernaar kan men beoordelen, wat er gebeurd is, toen de Turken moesten terugtrekken en de Turksche vestiginggen weer in handen van de Armeniers vielen.
Een vergelijk is alleen mogelijk tusschen beschaafde volkeren. Bij de volkeren van het wildste Azie bestaat alleen haat en vernietiging. “De Turken zijn schuldig. Zij hebben gemoord.” Zijn echter de Armeniers minder schuldig, die ook hebben gemoord, zoodra daartoe de macht bezeten?
Azie kan men alleen beoordeelen met Aziatische ogen.
ARŞİVİNİZDE SAKLAYABİLECEĞİNİZ ESKİ HABERLER
Wouter Bos ‘’Soykırım kelimesi dikkatsiz olarak olarak kullanıldı.
Sosyal demokrat İşçi Partisi Lideri Wouter Bos, Parti Genel Başkanı Michiel van Hulten, milletvekilleri, Nebahat Albayrak, Milletvekilleri adayları Keklik Yücel, Huri Şahin, Ali Saraç ve AB sözcüsü Frans Timmermans ile birlikte ortak bir basın toplantısı düzenledi.
 
Gerek parti, gerek kendimin seçtiği iletişim şekli ve gerekse bu kelimenin dikkatsiz olarak kullanılmasında ise bu hususta üzgünüm.
Wouter Bos ‘Malumunuz, artık adet haline getirdiğimiz Türk medyasıyla bu görüşmeyi bu yıl da tekrarlıyoruz. Bu günün en önemli konusu Ermeni meselesi. Ben, daha doğrusu biz, şunun farkındayız: Son dönemlerde gerek partinin ve gerekse benim bu tartışmadaki görüşlerimiz hakkında çok yanlış anlaşılmalar meydana gelmiştir. Bunun sebebi şu ana dek bu mesele hakkında gerek parti, gerek kendimin seçtiği iletişim şekli ve gerekse bu kelimenin dikkatsiz olarak kullanılmasında ise, bu hususta üzgünüm. Bu meselenin çok önemli olduğunu, gerek yandaşlarımızın, gerek üyelerimizin çoğunun nezdinde çok önemli olduğu ve halen de önemli olduğu anlaşılmıştır. Bu nedenle bu hususa bugün açıklık getirme fırsatı bana verildiği için de ayrıca müteşekkirim. Bu hususa ilk önce şu tespitle açıklık getirmek istiyorum: PvdA partisinin Ermeni meselesi hususundaki görüşü, Hollanda’daki diğer siyasi partilerinin ve aynı zamanda Hollanda hükümetinin aynısıdır. Bu görüş: Yüzyılın başında Türk ve Ermenilerin de katıldığı savaşta çok kişi yaşamını yitirmiştir. Türkiye’nin Avrupa Birliğine katılmasıyla sonuçlanacağı bu süreçte Türkiye’de kendi tarihinin bu kısmıyla da yüzleşip çözüme kavuşturması gerektiğini düşünmekle birlikte, bu konuyu şu anda aynı zamanda yürürlükte olan başka bir tartışmayla ayırt etmemiz gerektiğini düşünüyorum. Bu tartışmanın salt uluslar arası hukuki tartışma olduğu ve yine Cenevre sözleşmesinin unsurlarının kesin şartlarına göre, de bir soykırım olup olmadığı tartışması hakkında, gerek hükümet gerekse diğer partiler ve bizim partimizin görüşü bu hususta görüş belirtmemekte.
Hukukçular çözsün
Fakat ama bu soruna özellikle hukukçular ve tarihçiler tarafından araştırılması gerektiğini ve Türkiye’nin Avrupa Birliğine katılım sürecinde tarafların bu konuda bir çözüme ulaşmaları ve tabiî ki ilk planda Türkler ve Ermeniler, biz çözüme ulaşmalarını ümit ediyoruz. Bu kapsamda Türkiye’nin arşivlerini açmaya hazır olmasını sevinçle karşılıyor Ermenilerinde Türkiye’nin çözüme katkı adına yapmış oldukları adımı aynı bir şekilde yapmalarını ümit ediyoruz. Bu konuda kısaca anlatacağımız budur.
Oylarınızı parti programlarına göre verin
Türk seçmenlerin 22 Kasımda yapılacak seçimlerde bu soruna bağlı kalarak değil, partinin programında öngördüğü temel ilkeleri dikkate alarak oylarını kullanmalarını bekliyoruz. Hollanda son yıllarda çok değişmiştir. Bir takım reformlar gerekliydi, Hükümette biz olsaydık, bizde bir takım ekonomik reformları gerçekleştirmek zorunda kalırdık. Fakat gördük ki bu ekonomik reformlar sonucunda insanlar arasındaki farklılıklar artmıştır. Fakir zengin arasındaki farklar, yerli yabancı arasındaki farklar, hasta ve sağlıklı insanlar arasındaki farklar, bu ekonomik reformların farkına varan insanlar ve fark etmeyen insanlar arasındaki farklar gitgide büyümüştür. Gelecek seçimlerdeki alacağımız en büyük karar bu farklılıkları büyüteceğiz mi veya köprüler kurup bu farklılıkları azaltacak mıyız? Bu sonuncusu bizim seçimimiz ve ana mesajımızdır.
Yaşanılabilinir Hollanda için çalışacağız
Biz Hollanda’nın yaşanmak için iyi bir ülke olduğuna inanıyoruz daha sosyal bir ülke olduğuna ve fakir ve zengin, yabancı ve yerli arasındaki bu farkları azalttığımız takdirde yeniden güçlenebileceğimize inanıyoruz. Programımız buna yöneliktir. Dayanışmanın tekrar kazanılması, büyük şehirdeki problemli semtleri insanları, buradan kaçtığında kendini şanslı hissetmeleri yerine tekrar buralara gelmek istedikleri semtler haline getirmek istiyoruz. Programımız aynı zamanda Hollanda da ki mevcut tüm yetenekleri şu an kenarda kalmış olan yetenekler dahil, kullanmaya yöneliktir. Çünkü biz Çin veya Endonezya rekabetinden korkmaya gerek olmadığını ve dayanışmanın gelecekte de ödenebilir halde tutmak için herkesin elini taşın altına koyması gerekir. her şeyden ve herkesten istifade etmemiz gerekir ve bu ülkede insanlar arasında meydana gelen farklılıklar, halen çok fazla olan işsizlik ve gençler arasında işsizlik oranında ve yine bu grup içerisinde yabancıların büyük oranı oransız yüksek olması çok fazla yetenek kullanılamamaktadır. Bu o insanlar için kötüdür ve toplum olarak ta bunu kaldıramayız. Bu seçim programımızın ana mesajıdır, yani ülkenin hangi şekilde görünmesini istediğine yönelik ve geleceğinizi birlikte nasıl organize edeceğinize yönelik bir mesaj.
İş piyasasında ayrımcılık ve fakirlik bu dönemde had safada
Bu anlatım aynı zamanda Türk yandaşlarımızın da 2 nedenle ilgisini çekecektir. Birincisi, maalesef hala orantısız bir ölçüde Türk uyruklu insanlar fakirlik ve iş piyasasında ayrımcılıkla karşılaşmaktalar ve var olan tüm yeteneklerinden istifade etme fırsat olmadığını. Bizim Hollanda toplumuna mesajımız ayrımcılık istemediğimizi ve herkesin katılmasını istediğimizi ve yeteneklerini kullanmasını istediğimizi ifade ederken bu özellikle bu insanlar için geçerlidir. İkinci neden kanaatimce Hollanda’da ki çoğu Türk uyruklu insanlar kendilerini hala PvdA partisinin mesajına bağlı hissettiklerini ve az önce andığım farklılıkların arttığı ve bu nedenle de Hollanda da yerli ve yabancı farklılıklar çok daha keskin ve daha büyük olmuştur. Geçen senelerde Hollanda da çok sert ve kutuplaştırıcı bir entegrasyon tartışması yaşadık. Belki bazen çözümü yakınlaştırmak için bazen sert ve kutuplaştırıcı olmanız gerekir, fakat son senelerde kutuplaşmanın çözümü daha da uzaklaştırdığını görüyoruz.’’
Albayrak, ‘’Wouter Bos bu ülkede birleştirici olacak’’
Parti listesinin ikinci sırasında yer alan milletvekili Nebahat Albayrak’da ülkenin onca sorunu ve tartışılması gereken noktalar varken, Ermeni iddialarının gündeme taşınmasını doğru bulmadığını söyledi. Nebahat Albayrak ‘Özellikle önceden listede 2. sırada olmamdan dolayı gurur duyuyorum. Bende bu hususta çok söylemler ve sorular duydum ve PvdA’nın yabancıların emansipasyon hakkında düşündüğünü bildiğinizde sadece yabancı olmanız yeterli değildir. Zayıf semtlerde kısıtlamaya gitmek doğru olmaz ve yabancı çocukların diplomasız okuldan ayrılması kabul edilemez. Söylemek istediğim tek şey var. Ben Wouter Bos’un farklı bir Hollanda’yı temsil ettiğini ve bu nedenle de bu ülkenin başbakanı olmasını istiyorum. Çünkü o sadece az önce anlattığı o köprüyü değil ve Hollanda’da şu anda ihtiyacımız olan diğer köprülerde kurabileceğini de inandığım için. O bu ülkede birleştirici olacaktır ve yine o ülkemizi sırtı dik ve gururla yurt dışında da savunacağı için Wouter Bos’ın listesinde 2. olmamdan dolayı tekrar gururluyum’ dedi.
          
Erdinç siyaset dışına itilmedi.Yerel çalışmaları sürüyor
Wouter Bos, son olarak Milletvekili adaylığında liste dışı kalan Erdinç Saçan’ın tamamen siyaset dışına itilmediğini, partinin yerel örgütünde çalışmasını sürdürdüğünü belirtti. Bos, Türk kökenli aday Saçan’ın Ermeni iddiaları konusunda partinin genel görüşüyle çeliştiği için çıkarıldığını yineledi ancak listeden atılmasından da üzüntü duyduğunu söyledi.
Sosyal Demokrat İşçi Partisinin Avrupa Birliği sözcüsü, Frans Timmermans da bir gazetecinin, Ermeni konusu Türkiye’nin AB’ye üyelik sürecinde kıstas olmamasına rağmen parti olarak bu konuya neden bu denli önem verdiklerine ilişkin sorusuna karşılık, bu konunun Kopenhag Kriterleri arasında yer almadığını kabul ettiğini, ancak bunun yalnız Hollanda’nın değil, Avrupa’nın bir meselesi olduğunu savundu.
********************************************************************************
      Biz uyarmıştık ama dinlemediler…
Ermeniler, Hollanda’nın başına bela oldular!

* Kendi ülkelerinden kaçanlar bile kıyıma uğradıklarını iddia ediyorlar.
* Ama Hollandalı yargıçlar bu yalanlara inanmıyorlar.
* Sınır dışı kararlarına rağmen sırra kadem basan Ermeniler, çocuklarını
geride bırakarak, istismar yollarına başvuruyorlar.
C:\Users\Ilhan\Desktop\Subat 2019 Bultenine girecekler\IMG_1555.jpg
Hollanda’daki Türk göçmen tarihinin başından bu yana, sıkça cereyan eden saçma Ermeni iddialarının yaşattığı kargaşa devam ediyor.
Bir zamanlar, saçma iddialara inanan Hollandalılar’a, ‘Yapmayın, etmeyin, bunlar bir gün sizin başınıza bela olacak’ diye uyarılarda bulunmuştuk.
İşte, o günlerde uyarılarımıza kulak tıkayan Hollandalılar, şimdilerde ceremeyi çekmeye başladılar.
Nedir Hollandalılar’ın çekmeye başladıkları cereme?
Ermenistan’dan (Dikkat ediniz, Türkiye’den değil, kendi ülkelerinden) gelip Hollanda’dan sığınma talep edenlerin sayısı bir hayli arttı.
Yargı kararlarına rağmen, sınırdışı edilmekten kurtulmak için kayıplara karışan Ermeniler, ülkenin en büyük gazetelerinden ve de sosyal demokrat görüşlü olan De Volkskrant’a iki sayfa halinde konu oldular.
Sığınmacı Ermeniler arasında en çok dikkat çekenlerden biri, Armina Hambartsjumian adlı kadının 2 çocuğu ile birlikte sığınma isteğinin ret edilişiydi. Sınırdışı edilirken, Howick (13) ve Lili (12) adlı çocuklarını gizli bir adrese bırakıp ülkesine tek başına dönen annenin dramatik hikayesi Hollanda’da gündemden düşmemişti. İki çocuğun da sınırdışı edşlmesi gerektiğine karar veren Danıştay’a rağmen, Hollanda parlamentosu özel bir oturumda bu çocuklara ikamet izni verilmesini sağlamıştı.
Hollanda’da bu durumda olan tam 740 Ermeni var.
700 Ermeni, ülkede özel olarak açılan sığınma evlerinde yaşıyor.
Ermeni başvurularının yüzde 90’ı ret ediliyor.
389 Ermeni gitti ama bunların yüzde 64’ünün nereye gittiği belli değil.
Akılları başlarına geldi
Hollanda’da sığınmacılara yardım eden görevlilere göre, ret kararlarından sonra en çok sorun çıkaran sığınmacıların Ermeniler olduğunu belirtiyorlar.
Sığınma istekleri ret edilenlerin hukuki işlerine bakan STUV kurumu hukukçularından Guyonne Metsers şöyle diyor: ”Ermenistan’daki ortam tabii ki iç açıcı değil. İnsanların kendilerine ve çocuklarına daha iyi bir yaşam için arayış içinde olmaları da doğaldır. Ama sığınmacı olmak için belli kurallar vardır. Bu kurallara uymayanlar ülkelerine geri gitmek mecburiyetindedir. Bize başvurular arasında, akla hayale gelmeyecek korkutucu durumlar vardır. Örneğin, Kongo’dan gelen bir sığınmacının o ülkeye geri dönmesi düşünülemez. Zira hemen katledilirler. Ama Ermenistan’da böyle bir durum yoktur.”
D:\FOTOGRAFLARIN TAMAMI-isimlendirildi.Dec 2017\Ermeni dvasi anlatildi.JPG
Lahey’de yaptığımız basın toplantısının kupürü.
Nasıl başladı?
Hollanda’ya ilk Ermeni ve Süryani sığınmacılığı Twente bölgesindeki Enschede, Almelo ve Hengelo kentlerinde başlamıştı. Türkiye’den göç eden Ermeni ve Süryaniler, ”Orada, Hıristiyan olduğumuz için bize saldırılıyor, kesim hayvanlarımız öldürülüyor, çocuklarımıza tecavüz ediliyor” gibi iddialar ile, Hollandalılar’ın yumuşak kalplerine girmeye başlamışlardı. Bu işi oradaki bir avukat üstlenmişti. Öyle ki, ilticacı Ermeniler kendilerini daha çok acındırmak için kiliselere sığınmaya başlamışlardı. Hollanda medyasının körüklemesiyle, Hollandalılar’ın Türkler’e bakış açısı değişmeye başlamıştı.
Bu gelişme tüm Türkler’i çok rahatsız etmişti.
İşte bu nedenle biz medya mensupları olarak Lahey’de bir basın toplantısı düzenlemiştik.
Hollanda medyasına bilgi vermek için düzenlediğimiz bu basın toplantısında, ‘Bakın, biz bu Ermeni kardeşlerimize sığınma hakkı verilmesini candan istiyoruz. Ama bunların ortaya attıkları suçlamalar çok aşırı. Bu yüzden Hollandalı komuşularımız bize ‘Hıristiyan düşmanı’ olarak bakmaya başladılar. Biz bundan çok rahatsızlık duyuyoruz.’ diyerek çeşitli belgeler sunduk.
Bizim bu girişimimizden sonra, Mardin’e giden bir Hollanda TV ekibi, oradaki halk ile ve Ermenicede çeşitli şekilde adlandırılan rahiplerle yaptıkları söyleşilerde, herhangi bir eziyetin yaşanmadığını ortaya koydular.
Ermeni ve Süryani yalanları birkaç yıl daha sürdükten sonra sönüp gitti.
Ama daha sonra, Türkiye’den değil, Ermenistan’dan gelen sığınmacı derdi başladı.
Zor günler yaşadık
Sözde Ermeni soykırımı konusunda Hollanda’da pek çok zorluklar yaşadık.
Assen kentinde kurulan bir Ermeni Anıtı öncesinde çok hareketli davrandık ama önleyemedik.
Aynısı Almelo kentinde yaşandı. Ermeniler bu kez kilisenin içinde bir Anıt diktiler.
Daha sonra, Ermeni iddialarının ‘Soykırım’ olarak tanınması için Hollanda parlamentosunda oylama yapıldı. Bu oylama öncesinde Başbakan Yardımcısı olan İşçi Partili Wouter Bos ile görüşmüş ve yaptıklarının yanlış olduğunu söyleyerek, 1920 yılında, Handels Blad gazetesine yazan bir Hollandalı araştırmacının yazılı metnini sunmuştum. O zaman soykırım iddiası onaylanmamıştı.
Ama daha sonra bu konu yeniden gündeme geldi. Bakın o zaman ne yazmıştım:
Ülkeler arası sorunların yargılandığı Yüksek Adalet Divanı ile tüm dünyada ün yapan LAHEY, son yıllarda kurulan Savaş Suçluları Mahkemesi ile ününe ün katıp, insan hakları konusunda hayranlık kazanırken, Lahey Parlamentosu’nda alınan iğrenç bir karar, hem şaşırttı ve hem de nefret uyandırdı.
Türkiye’yi, ‘Ermenilere soykırım yaptı’ suçlaması ile oylayan Hollanda parlamentosundaki oturuma katılan 145 üyeden 142’sinin tamamı ‘kabul’ oyu verirken, Türkler’in kurduğu DENK partili 3 milletvekili ‘ret’ oyu verdi.
Kendi geçmişlerini görmezden gelen Hollandalılar, sözde Ermeni Soykırımı’nı ikinci ve hatta üçüncü kez mecliste tartıştılar ve kabul ettiler.
D:\FOTOGRAFLARIN TAMAMI-isimlendirildi.Dec 2017\Ermenileri baskisi sonucu CDA partisi milletevilligi listesinden atilan Osman Elamci Ayhan Tonca ve PvdA partisi milletvekilligi listesinden atilan Erdinc Sacan.JPG D:\FOTOGRAFLARIN TAMAMI-isimlendirildi.Dec 2017\Wouter Bos (Basbakan Yardimcisi) ilhan Karacay.JPG
Erdinç Saçan-Ayhan Tonca-Osman Elmacı Wouter Bos-İlhan Karaçay
Hollandalılar daha önce, siyasi partilerin seçim aday listelerinde yer alan Erdinç Saçan, Ayhan Tonca ve Osman Elmacı adlı 3 Türk’ü, sözde soykırımı tanımadıkları için adaylık listelerinden çıkarmışlardı.
Şimdi de Hollanda parlamentosunda yeni bir komedi sergilendi.
Hollanda’da koalisyon ortağı Hıristiyan Birliği (CU) milletvekili Joel Voordewind tarafından hazırlanan ‘Ermeni Soykırımı’nın tanınması’ önerisine
Türkiye kökenli milletvekilleri tarafından kurulan DENK partisi dışındaki tüm partiler destek verdi. Öneri, 3’e karşı 142 oyla kabul edildi.
Meclis, hükümetten ‘Nitelikli soykırımı kabul etmesi’ talebinde bulunmadı. Hollanda hükümeti, soykırım yerine, ‘Soykırım Meselesi’ demeye devam edecek.
Hollanda geçici Dışişleri Bakanı Sigrid Kaag, alınan bu kararın hükümetin tanıması anlamına gelmediğini, ama 24 Nisan’da Ermenistan’daki ‘soykırımı anma törenine’ hükümeti temsilen bir heyet göndereceklerini söyledi.
Sigrid Kaag, hükümetin, 1915 olaylarıyla ilgili ‘Ermeni Soykırımı’ iddiası konusunda itidallı davranılması gerektiği düşüncesinde olduğunu belirtti.
*******************************************************************************
Brief vanuit Turkse zijde…
Geachte heer/mevrouw,
De laatste ontwikkelingen, waarbij de Nederlanders van Turkse afkomst
hun drie volksvertegenwoordigers kwijt zijn geraakt, is een dieptepunt voor de democratie. Het is een uniek geval in de Nederlandse geschiedenis.Wij betreuren, als Nederlanders van Turkse afkomst, het voorgeval van de volksvertegenwoordigers waarbij de vrije mening monddood is gemaakt.
Het voorgeval is een grote klap voor de politieke participatie van de Nederlanders van Turkse afkomst. De jonge generatie Nederlanders van Turkse afkomst zijn vanwege hun vrije mening uit het politieke veld geslagen, onder het mom van de zogenaamde Armeense genocide.
Als Nederlanders van Turkse afkomst zijn we erg ongerust over deze politieke
ontwikkelingen in Nederland. In een vrij democratisch land als Nederland
kunnen we onze vrije mening kennelijk niet vrij uiten. Hiermee wordt het recht zich kandidaat te stellen uit handen genomen vanwege de verkondiging van de vrije mening die overigens niet de mening van de politieke partij hoeft te zijn. Hierdoor zijn wij diep bedroefd en betreuren de politieke en maatschappelijke ontwikkelingen van de laatste tijd.
Het is betreurenswaardig dat de jarenlange investeringen ten behoeve van het wederzijdse begrip en de investeringen ten behoeve van de vrije mening op deze manier teniet worden gedaan.
Er leven ruim 600 duizend Nederlanders van Turkse afkomst, die in hun dagelijkse leven deelnemen aan het maatschappelijk verkeer in Nederland. Als Nederlanders van Turkse afkomst zijn wij loyaal aan Nederland en aan de hier geldende waarden en normen . Wij zijn volop geïntegreerd in de Nederlandse samenleving en maken deel uit van de gehele Nederlandse samenleving. Dit doet niets af aan het feit dat de in Nederland woonachtige Nederlanders van Turkse afkomst zich juist vanwege deze afkomst zich bezig houden en interesseren voor kwesties aangaande Turkije en de Turkse geschiedenis. Het politieke standpunt van de Armeniërs wordt eenzijdig en blindelings overgenomen zonder enige vorm van onderzoek in te stellen naar de feitelijke afspiegeling daarvan. Hierdoor worden de in Nederland woonachtige Nederlanders van Turkse afkomst diep gekwetst.
Aan de vooravond van de verkiezingen zijn we diep geschokt over het feit dat drie kandidaat-volksvertegenwoordigers door ongegronde redenen uitgeschakeld zijn uit de Nederlandse politieke arena. Dit is een dieptepunt in de geschiedenis van de democratisch verworven vrije mening. Partijen zouden niet van individuele kandidaten mogen verlangen dat zij een standpunt innemen over de Armeense kwestie, waarover niet alleen wereldwijd politiek maar tevens ook wetenschappelijk nog zoveel discussie over bestaat. De vermeende kwestie tussen Turkije en Armenië is nooit in de geschiedenis gedefinieerd als genocide. Het Maltatribunaal dat in het kader van de Armeense kwestie kort na WO-I is ingesteld, is juist afgebroken omdat er geen bewijs voor genocide tegen de Turkse officieren was. Dit Maltatribunaal heeft in 1921 (slechts enkele jaren na WO-I) alle Turkse officieren onschuldig verklaard en vrijgesproken. Nu bijna een eeuw later tracht men de Nederlandse volksvertegenwoordigers en daarmee ook de kiezers voor het blok te zetten door deze onuitgesproken kwestie doorslaggevend te verklaren voor de verkiesbaarheid van hen.
Laten we ons baseren op geschiedkundige feiten en niet op losse uitspraken. Hierbij dient duidelijk vast te staan dat de Turks-Armeense kwestie in geen geval kan worden vergeleken met de Holocaust in WO-II. Hierbij refereren wij naar het onderzoek van de Amerikaanse Professor in Geschiedenis en Demografie verbonden aan de Universiteit in Louisville, Justin McCarthy. Het verbaast ons dan ook dat ondanks diverse duidelijke bronnen, een aantal politieke partijen zich achter de Armeense standpunt verscharen.
Hierbij vragen wij u dan ook nadrukkelijk rekening te houden met de maatschappelijke
consequenties van uw politiek keuzes. Wij vragen u hierbij dan ook zich te houden aan het democratische beginsel genoemd in artikel 7 van de Nederlandse grondwet. Daarnaast wensen wij een vreedzame samenleving waarbij wederzijds begrip en respect één van de pijlers vormt van de Nederlandse samenleving.
*****************************************************************************
ROTTERDAM,- Integratie-wethouder Orhan Kaya irriteert zich mateloos aan de discussie over de ‘Armeense genocide’ die op het moment wordt gevoerd.
CDA en PvdA hebben drie kandidaat-Tweede Kamerleden van de lijst gehaald, omdat zij de erkende volkerenmoord uit 1915 ontkennen. Een rondgang van deze krant leerde gisteren dat ook Turks-Rotterdamse politici de moord op tenminste 800.000 Armeniërs weigeren als ‘genocide’ te bestempelen. ,,Wat is dit toch een vervelende vraag,” aldus Kaya. ,,Het lijkt wel op een klopjacht op Turkse raadsleden. Iedereen moet plots kleur bekennen, en dan nog wel over zo’n gevoelig onderwerp als genocide. Dit is enorm beladen, daar kan je toch niet even 1-2-3 antwoord op geven?”
Kaya, zelf van Koerdische afkomst, zegt geen zin te hebben in deze discussie. ,,Als historici het als genocide bestempelen, geloof ik dat. Maar dit zijn echt niet de belangrijkste problemen die Rotterdammers op het moment bezighouden. Hier kom ik geen stap mee verder. Deze zaak hoort thuis in het Europees parlement.”
Wel begrijpt de GroenLinks-wethouder dat landelijke politieke partijen Turken van de kieslijst halen als ze ‘openlijk en uit eigen beweging’ de Armeense genocide ontkennen.
Volgens westerse historici is de moord op de christelijke Armeniërs in de nadagen van Ottomaanse Rijk een bewuste zuiveringspolitiek geweest van de Turkse overheersers. In Turkije is het daarentegen strafbaar om over genocide te spreken.
PvdA-wethouder Hamit Karakus pleitte, net als partijgenoot Nebahat Albayrak, voor een ‘grondig en objectief’ onderzoek naar de gebeurtenissen.
(Ermeni tarihçi Dabağyan: “Soykırım değil”)
Armeense historicus Dabağyan:
“Geen genocide”

De Armeense historicus Levon Panos Dabağyan is het helemaal zat. Volgens Dabağyan wordt de discussie rondom de vermeende  Armeense ‘genocide’ van 1915 al te lang gedomineerd door Dashnaktsutyun (afgekort tot Taşnak; de Armeense Revolutionaire Vereniging).

Dabağyan legt nadrukkelijk uit in zijn boek ‘The Armenian Relocation’ op het feit dat er sinds 1915 (nog) steeds geen direct bewijs is gevonden, dat de Osmaanse overheid er nauw bij betrokken was. Hierop concludeert Dabağyan dat  het dan “maar geen genocide genoemd moet worden. Er is tenslotte geen direct bewijs voor, en het indirecte bewijs werd tijdens de Maltatribunalen niet als belastend genoeg gezien waardoor alle Osmaanse Turken werden vrijgelaten.”

Wat nu belangrijk is volgens Dabağyan is de toekomst tussen de twee volkeren: “in 1915  zorgde Dashnaktsutyun voor massale Armeense opstanden binnen het Osmaanse Rijk waardoor vele honderdduizenden Osmaanse Turken en Armeniërs het leven lieten, deze Dashnaktsutyun nu  zit in de Armeense regering en zijn ze weer verantwoordelijk voor het armoedige  leven van de Armeniërs. De Turken zijn in Malta vrijgesproken van schuld, nu moeten we Dashnaktsutyun berechten voor hun decennialange onderdrukking van het Armeense volk.”

Regeringspartij Dashnaktsutyun spendeert jaarlijks vele miljoenen dollars aan Armeense lobbygroepen over de hele wereld om zo druk uit te oefenen op de Westerse regeringen om de ‘genocide’ te erkennen. Dit terwijl Armenië tot één van de armste landen ter wereld behoort en vele Armeniërs een armoedig leven leiden. Het geld kan volgens Dabağyan veel beter besteed worden “aan een
noemenswaardig bestaan van de Armeniërs dan aan extreemnationalistische waanideeën van Dashnaktsutyun over een Groot-Armenië”.

*******************
(Türkiye Enstitusü de iddiaları çürütüyor)

Turkije Instituut ontkracht aantijgingen van 1,5 miljoen doden bij de Armeense kwestie

Het toonaangevende Turkije Instituut in Den Haag heeft in april 2009 aangegeven dat er in de  Armeense ramp van 1915 “ongeveer 600.000 tot 800.000 Armeniers zijn gestorven.” Wat ook opviel in het onderzoek van het instituut, waar medewerker Marjanne de Haan
haar scriptie over ‘de rol van de Armeense kwestie in de Turks-Europese
betrekkingen’ schreef, was het consequente gebruik van het woord
“genocide kwestie”.

Turkije Instituut, opgericht door oud-minister en tevens hoogleraar Brinkhorst alsmede hoogleraar Turkse Studies Erik-Jan Zürcher, geeft verder ook aan dat het gebrek aan intentie ook naar voren komt in de archieven. Er is namelijk nog steeds geen document gevonden
waarin het Osmaanse bestuur opdracht geeft tot ‘vernietiging’ van het Armeense
volk. De Armeense groepen die in de 20ste eeuw documenten
overhandigden aan rechtbanken werden al snel ontmaskerd als fraudeurs, omdat
onderzoek aantoonde dat de documenten vervalsingen waren. Hedendaags
accepteert geen van de serieuze objectieve historici deze documenten; de Armeense
lobbygroepen, waaronder socioloog Vahakh Dadrian, erkennen de documenten wel maar laten daarmee hun subjectiviteit blijken.
Hiermee komen we gelijk op het
grote probleem van de Armeense lobbygroepen, het academische debat wordt
gehinderd door de vele vervalsingen van documenten door Armeense
fanatiekelingen. Ook misbruiken “politieke tegenstanders van Turkse toetreding
tot de EU, Turkije’s ontoegeeflijke standpunt over de kwestie als een
blijk van ongeschiktheid”, aldus de website van het Turkije Instituut.

*******************************************************************************
Mustafa Özcan hekelt vragenstellerij over Armeense genocide
“Het is duidelijk dat in deze periode in de Turks-Armeense regio verschrikkelijke wreedheden zijn begaan, maar of echt sprake is van genocide is niet onomstotelijk vastgesteld”. Aldus het GroenLinks raadslid Mustafa Özcan in antwoord op vragen van het huis-aan-huisblad Amersfoort Nu.
Hieronder de vragen van journalist Kees Quaadgras van Amersfoort Nu en de antwoorden van raadslid Mustafa Özcan van GroenLinks Amersfoort.
Geachte heer Quaadgras,
U vroeg mij per mail om een reactie op drie vragen. Deze doe ik u hierbij toekomen.
Vraag 1. Wat is uw standpunt over de vraag of in 1915 wel of geen genocide in Armenië heeft plaats gehad?
Het is duidelijk dat in deze periode in de Turks-Armeense regio verschrikkelijke wreedheden zijn begaan, maar of echt sprake is van genocide is niet onomstotelijk vastgesteld. Geleerden, nationaal en internationaal, zijn het daar onderling niet over eens. De Neder­landse wetenschapper Erik-Jan Zürcher en de Amerikaanse politicoloog Guenter Lewy houden genocide voor mogelijk, maar geven ook aan dat de verschillende bronnen politiek gekleurd zijn en dat hard bewijs daarvoor ontbreekt. Andere wetenschappers, zoals de Amerikanen Bernard Lewis en Justin McCarthy, zijn van mening dat genocide niet heeft plaats­gevonden. Zij spreken liever van deportaties. Voor genocide is het noodzakelijk te bewijzen dat een regering doelbewust heeft aangestuurd op volkerenmoord. Juist dat bewijs ontbreekt tot op heden.
Daarom pleit ik er voor dat Turkije en Armenië samen een onafhankelijk onderzoek opzetten en hun archieven openstellen om de waarheid boven tafel te krijgen. Nederland zou hierin kunnen bemiddelen. Alleen op deze manier heb je een gefundeerde basis voor een dergelijke beoordeling. Als daaruit zou blijken dat inderdaad een genocide heeft plaats­gevonden, dan ben ik ook bereid om die genocide te erkennen. Anders moeten diegene die ons met ongefundeerde argumenten beschuldigd hebben, hun excuses aanbieden aan het Turkse volk.
Ik heb begrepen dat er ook een wetsvoorstel van de ChristenUnie op de agenda van de Tweede Kamer staat over een verbod op ontkenning van genocide, inclusief de vermeende Armeense genocide. Ik heb grote moeite met dit wetsvoorstel, omdat dit mij dwingt om op een bepaalde manier te denken. Dit beschouw ik als een inbreuk op mijn recht van vrije menings­uiting en dat van vele Nederlandse Turken. Die dwang zou wel eens negatief kunnen uitpakken voor het integratie­proces in Nederland. Dat kan toch niet de bedoeling zijn.
Vraag 2. ben je nog steeds Turks, of genaturaliseerd tot Nederlander? Of wellicht een dubbele nationaliteit?
Voor u en voor anderen ben ik een Nederlandse of Amersfoortse Turk. Ik vind dit trouwens een rare vraag. Wat heeft dit met het Turks-Armeense conflict uit 1915 te maken?
Vraag 3. wat betekent dit antwoord voor mijn functioneren als raadslid?
Niets, zolang de vrijheid van menings­uiting heilig is voor ons en voor onze democratie.
Algemeen
De kwestie dat Turkse volksvertegenwoordigers aan de tand gevoeld worden over hun mening over een kwestie uit 1915 en daarvoor zelfs door hun partijen (CDA en PvdA) van de kandidaten­lijst worden gehaald, heeft mij pijnlijk geraakt. Dit heeft voor mij alles met de vrijheid van meningsuiting te maken. Er wordt, speciaal van de etnische kandidaten, een grotere politiek correctheid gevraagd, dan van welke andere kandidaat ook. Dat stuit veel Turken en Marokkanen tegen de borst. Zij zijn zwaar teleur­gesteld en keren zich af van de politiek. Dat kan toch niet de bedoeling zijn.
Gelukkig doet GroenLinks hier niet aan mee. Kandidaten bij GroenLinks worden niet van de lijst gehaald wanneer zij niet willen spreken over genocide op de Armeniërs door Turkije. Het past niet binnen GroenLinks om op deze wijze (zoals bij de PvdA en CDA) de fractie­discipline in te vullen. Ook vindt GroenLinks het onzin om Turkije op deze grond uit te sluiten voor het lidmaatschap van de Europese Unie. De huidige Turkse generatie mag niet enkel op deze kwestie in haar geschiedenis worden beoordeeld.
Het ging tot voor kort zo goed met de politiek participatie van Turkse gemeenschap in Nederland. PvdA en CDA hebben hier nu een ‘autobom’ onder geplaatst. Het lijken wel oude Polit­bureaus!
****************************************************************************
Een bloemenshow van 5 personen op de genoemde plek
In plaats van een haatmonument hebben zij bloemen neergezet
  • Het is duidelijk geworden dat het plan in Assen gesteund werd door Armenie
  • Om het haatmonument van 2 meter te plaatsen zijn 5 parlementariers naar Almelo gekomen
  • Het feit dat het plaatsen van het haatmonument niet doorging en een flop werd en waarover nu een nieuw besluit genomen moet worden vanwege de druk van de Turken, heeft de fanatieke Armeniers kwaad gemaakt
  • Na de Armeniers hebben ook de Syrische orthodoxe christenen geprotesteerd
Door: İlhan KARAÇAY
ASSEN/ALMELO,- Fanatieke Armeniers zijn kwaad geworden omdat de plaatsing van het haatmonument, dat de zogenaamde volkerenmoord moest symboliseren, in de Nederlandse plaats Assen niet doorging.
Naar aanleiding van de druk die uitgeoefend is door de Turkse organisaties heeft de gemeente Assen besloten om over dit onderwerp een nieuwe beslissing te nemen en deze keer wordt er geprotesteerd door de Armeniers.
“Ons democratisch recht is ons ontnomen, de gemeente heeft toegegeven aan de druk van de Turken”. Hiermee begonnen de fanatieken drukte te maken en zij hebben hun geloofsgenoten uit de omgeving van Twente, die tot nu toe hun mond niet open hebben gedaan, om hulp gevraagd.
Plan van Armenie
De persoon die in Assen als een “onschuldige Armeense landgenoot” op het toneel verscheen, bleek niet de enige te zijn die het haatmonument wil plaatsen. De Armenier, die eerder al “schooier” genoemd werd, bleek dit niet te zijn, maar het blijkt dat hij door de regering van Armenier gesteund is.
Toen het 2 meter hoge haatmonument op 24 april geplaatst zou worden met een ceremonie, kwamen de burgemeester en wethouders van de gemeente Assen erachter dat er 5 parlementariers uit Armenie over waren gekomen voor de uitvoering van dit verzoek, waarvan zij dachten dat het een “onschuldig persoonlijk verzoek” was en het bleek dat dit initiatief direct door de Armeense staat was georganiseerd. De burgemeester en wethouders van de gemeente Assen waren verbaasd toen zij hierachter kwamen.
Toen de 5 Armeense parlementariers, die samen met het monument naar de stad Almelo waren gekomen, daar gingen wachten en tegenover de Nederlandse media een verklaring aflegden waarin zij de regering om steun verzochten, zijn zij in hun eigen kuil gevallen.
De “Dove Sultan”, de burgemeester van Assen en haar medewerkers, die eerder al gewaarschuwd waren om de buitenlandse problematiek niet naar Assen te laten brengen, kwamen er achter dat dat wat zij zagen als een “onschuldig verzoek van een landgenoot” een gemeen plan was.
Een bloemenshow van 5 personen
De vreugde van de Armeniers om op 24 april het monument te gaan plaatsen op de begraafplaats te Assen was snel over. Ondanks de waarschuwingen van de Turkse gemeenschap tegenover de politie, zijn 5 Armeniers stiekem de begraafplaats binnengedrongen en hebben zij op de plek waar het monument geplaatst zou worden bloemen neergelegd.
Toen de Armeense parlementariers niet naar Assen konden komen vanwege de voorzorgsmaatregelen die de politie had getroffen om ongeregeldheden te voorkomen, hebben zij 24 april met een kerkdienst in Almelo herdacht.
Het verzoek wordt openbaar gemaakt
Het nieuwe verzoek voor een haatmonument in Assen is op 27 april openbaar gemaakt. De inwoners van Assen kunnen hun reacties op dit verzoek schriftelijk bij de gemeente bekend maken. Nadat het verzoek van de Armeniers officieel in de kranten heeft gestaan, zullen de Turken in Assen en de landelijke Turkse organisaties schriftelijke protesten gaan sturen.
En nu de Syrisch-orthodoxe christenen
De Syrisch-orthodoxe christenen, die al zolang als de Armeniers in de geschiedenis bezig zijn met activiteiten er de voorkeur aan hebben gegeven om onpartijdig te blijven, hebben in de stad Enschede een tent opgezet en zij hebben daar spandoeken opgehangen. Hiermee begonnen zij een protestactie waarbij zij beweren ook slachtoffer te zijn van volkerenmoord.
Toen wij naar Enschede gingen om deze protestactie van dichtbij mee te maken zeiden de Syrisch-orthodoxe christenen tegen ons: “Wij zullen het Turkije betaald zetten dat zij volkerenmoord hebben gepleegd tegen de Syrisch-orthodoxe christenen”.
Toen wij vroegen of zij op het ogenblik problemen hebben met Turkije of met de Islamitische Turken gaven zij het volgende antwoord: “Wij hebben op het ogenblik geen problemen met Turkije of met de Islamitische Turkse bevolking”. Toen wij vroegen of deze actie het gevolg was van de provocaties van de Armeniers, zeiden zij “Wij laten ons door niemand ophitsen.”
Een Syrisch-orthodoxe christelijke vrouw genaamd Targat, die speciaal voor de protestactie vanuit Zwitserland was gekomen vertelde dat zij al 85 jaar is opgegroeid met de verhalen van de volkerenmoord, “Vanaf mijn kindertijd zijn wij opgegroeid met de verhalen van de volkerenmoord. Deze verhalen hebben diepe sporen achtergelaten in onze hersenen. Het is niet mogelijk om dit te vergeten. Op 24 april hebben wij net als de Armeniers besloten om te protesteren.” zei zij.
De eerste keer een gemeenschappelijk protest
De Syrisch-orthodoxe christenen die leven in de Europese landen hebben tot aan de dag van vandaag geen gezamenlijk protest georganiseerd. De Syrisch-orthodoxe christenen worden herinnerd met de verhalen over de dagelijkse kwellingen die zij 20 jaar geleden hielden om asiel aan te kunnen vragen. Zij zochten hun toevlucht in de kerken en zeiden “De Turken hangen ons op, zij slachten ons af, zij verkrachten onze dochters en zij stelen onze dieren”. Dit waren de valse beschuldigingen die zij toen uitten om asiel aan te kunnen vragen, maar al een tijdje werd er niets meer van hen gehoord.
De dove Sultan is op het goede pad
Commentaar: İlhan Karaçay
De lezers van DÜNYA zullen zich herinneren dat wij geschreven hebben over het “haat-monument” , dat in Assen geplaatst zou worden. Toen het zeker was dat er een Armeens gedenkteken geplaatst zou worden op de begraafplaats in Assen heb ik in deze krant een “open brief aan de dove sultan” te weten de Burgemeester van Assen, mevrouw van As-Kleijwegt geschreven waarin ik kritiek uitte hierop.
Ondanks alle waarschuwingen van de Turkse vertegenwoordigers en de Turkse media vond de burgemeester dat het gedenkteken er toch moest komen, vanwege een brief die per ongeluk verstuurd was. Ik heb toen gezegd “Jullie kunnen dat monument niet plaatsen. Als jullie het toch plaatsen, dan zullen jullie terug moeten komen op deze beslissing”. Helaas voor de burgemeester moet zij nu inderdaad terugkomen op deze beslissing.
Om het onderwerp even in herinnering te brengen:
Een Armeense landgenoot die in Assen woont heeft een aanvraag ingediend bij de gemeente waarin hij verzoekt om een “haatmonument” te plaatsen op een belangrijke plaats wat de zogenaamde volkerenmoord moet symboliseren. De Burgemeester en wethouders hebben op deze aanvraag een negatief besluit genomen, maar het secretariaat van de gemeente heeft een verkeerd antwoord geschreven aan de aanvrager waarin staat dat zijn verzoek wel geaccepteerd wordt.
De Turkse organisaties vernemen via een Internet site dat er in Assen een “haatmonument” geplaatst zal worden en als dit nieuws van Internet in onze krant gepubliceerd wordt komen de Turkse organisaties, de ambassade en het consulaat-generaal in Deventer in actie.
Na DÜNYA besteden ook de andere Turkse kranten aandacht aan het onderwerp en daarna ontstaat de beroering. B en W krijgen spijt van de fout die er gemaakt is en zij komen met het argument dat er een juridisch probleem is. Dit hield in dat het verzoek wel zou worden ingewilligd, maar dat er geen monument zou komen, maar een grafsteen.
De Turkse organisaties in Assen zoeken steun bij de landelijke Turkse organisaties. Hierna komt het inspraak orgaan voor de Turken (IOT), wat is samengesteld uit de verschillende Turkse federaties in actie. Vertegenwoordigers van deze instantie hebben een gesprek met B en W gehad. De burgemeester heeft ondanks alle waarschuwingen en kritiek die tijdens dit gesprek geuit zijn, een vreemd persbericht laten opstellen. In dit persbericht staat dat het gesprek met de Turkse vertegenwoordigers heel positief is verlopen maar dat het “haatmonument” toch geplaatst zou worden.
Ook het bezwaar wat de Turken indienden bij de rechtbank te Assen werd afgewezen.
Tijdens al deze negativiteit hebben wij het lef getoond en beweerd dat het haatmonument niet geplaatst zou kunnen worden.
Om in herinnering te brengen wat wij toen gezegd hebben:
“Geachte mevrouw van As-Kleijwegt,
Vergeeft u mij dat ik u “dove sultan” noem. Maar als u wilt mag u ook boos worden op mij en na het lezen van het onderstaande naar de rechter toe stappen.
Als wij u geen “dove sultan” mogen noemen, hoe moeten wij u dan wel noemen, beste burgemeester?
Twee schooiers die in uw stad wonen verzoeken u om een gedenkteken te mogen plaatsen in uw mooie stad in verband met een bewering van hen van een eeuw geleden en u geeft hier toestemming voor zonder hierover na te denken. Eigenlijk had u er eerder wel over nagedacht en u had het geweigerd: Later was u toch verplicht om het verzoek te accepteren in verband met een procedurefout die er gemaakt was.
Ondanks alle bezwaren die de Turken gemaakt hebben, blijft u zeggen “Iedere inwoner van onze stad heeft het recht om te doen wat hij wil” en zo prbeert u zogenaamd een democratische les te geven.
Het zou wel mooi zijn als men zomaar op straat iedereen kon uitschelden en dat dit dan een democratisch recht genoemd wordt.
Beste burgemeester, waar is ons democratisch recht?
Terwijl u zegt “Ik doe mijn best om de rust in de stad te bewaren” geeft u wel degenen die de rust juist willen verstoren daarvoor de gelegenheid. Bent u zich daar bewust van?
In een artikel van mij wat wij eerder publiceerden heb ik ur ervoor gewaarschuwd dat, als deze schandelijke daad werkelijk uitgevoerd zou worden, deze steen niet op zijn plaats zou blijven staan. Ik heb u toen ook duidelijk gemaakt dat u deze opmerking als provocatie of als waarschuwing zou kunnen opvatten en dat u mij hiervoor kan aanklagen bij de officier van justitie. Daarna heb ik mij tot de Turken gericht en hen geadviseerd om zich niet voor de gek te laten houden en om met gezond verstand op de ontwikkelingen te reageren.
Maar ik laat mijn stem weer horen. Als er in Assen een steen komt, het maakt niet uit wat er op komt te staan, zal deze steen niet blijven staan. Om dit niet te kunnen voorspellen moet men wel dom zijn: Ik stel u nu de volgende vraag: “Kunt u de verantwoordelijkheid afleggen voor de dingen die zullen gebeuren als er onrust onstaat tussen de burgers terwijl u zogenaamd de democratie verkondigt?”
Zal ik u eens wat vertellen, beste burgemeester? U zult niet in staat zijn om de steen die dat stelletje schooiers daar wil plaatsen, neer te zetten. En als wordt de steen wel geplaatst, u zult zelf weer de beslissing nemen om de steen daar weg te halen. U zult dus terug moeten komen op uw eigen beslissing. In plaats van later terug te komen op uw beslissing kunt u dat beter nu alvast doen. Dit is beter voor de rust van de Turken en de Armeniers die in Nederland leven.”
De brief die ik schreef aan de burgemeester ging zo nog verder.
Maar wat is er na die dag gebeurd? Onze teksten en waarschuwingen hebben een plaats gevonden in de Nederlandse media. De politici hebben geluisterd naar deze waarschuwingen. Van links en rechts kwamen geluiden als “Turken uiten waarschuwingen met logische argumenten”. Wie weet is er zelfs bij de Centrale overheid in Den Haag hierover in de oren gefluisterd.
Daarna kwamen er geluiden van de raadsleden. Er werd gezegd dat zo’n beslissing niet door de Burgemeester en wethouders genomen kon worden, maar dat deze beslissing in het raad genomen moest worden. Daarna is er iets gebeurd waardoor de burgemeester opeens andere geluiden liet horen. Ze zei dat er opnieuw een aanvraag ingediend moest worden. Deze aanvraag zou openbaar gemaakt worden en bekend gemaakt worden via advertenties in de kranten. De mensen die hierop wilden reageren zouden schriftelijk kunnen reageren bij de gemeente. Daarna zou het raad de beslissing nemen.
Dit betekent dat de burgemeester een stap heeft gezet op een goed paadje.
We hopen dat zij in de toekomst stappen zet in de richting van de goede weg.
Nu is het de beurt van de Armeniers om te protesteren. De gemeente zou bezwicht zijn onder de druk van de Turken, ze zouden de wil van de Turken hebben ingewilligd, de Armeniers zouden ook democratische rechten hebben enz. enz.
Zoals u heeft gezien in ons bericht over dit onderwerp, is de hele toestand om het haatmonument niet begonnen met een aanvraag van een onschuldige Armenier. Dit is direct naar aanleiding van de wens van de Armeense regering gepland. Om deze reden kwamen er dan ook 5 parlementariers uit Armenie. Nu hebben de bestuurders en de politici van Assen gemerkt wat de eigenlijke opzet is van het geheel. Het ware gezicht van de personen die problemen van buiten Assen binnen willen halen is nu tevoorschijn gekomen.
Wij hebben al vaker geschreven dat wij niet over de geschiedenis willen discussieren. Maar als hierover een discussie op gang komt, dan doen we wel mee. Wij geloven dat het geen nut heeft om in dit moderne tijdperk wonden van een eeuw geleden open te krabben. Daarom richten wij ons nu tot onze Armeense vrienden. De meeste van ons leven als broeders naast elkaar. Niemand heeft problemen. In plaats van de vroegere fouten van beide kanten nu weer ter sprake te brengen, is het beter om binnen een logisch kader oplossingen te zoeken om te voorkomen dat dit soort van fouten in de toekomst weer gemaakt zullen worden.
Ik wil nog iets zeggen. Er zijn mensen die mij bedreigen en proberen bang te maken. Ik heb het nu tegen deze bedreigers: Jullie hebben het over de volkerenmoord van 100 jaar geleden, maar tot op de dag van gisteren werden er misdaden gepleegd door de ASALA waarvan de pijn nog niet over is.
Jullie hebben tientallen diplomaten van ons vermoord. Jullie hebben de volkomen onschuldige zoon van onze ambassadeur in Den Haag, de heer Ozdemir Benler, vermoord. Willen jullie aan deze lijst met misdaden nog een nieuwe toevoegen? En zal ik dan het slachtoffer zijn?
Als dat zo is, doe het dan maar. Ik zal niet uit angst mijn pen laten zwijgen. Ik verkies dan een eervolle dood.
De Republiek Turkije en alle mensen die hieraan verbonden zijn zijn geen mensen die graag buiten de grenzen treden die geschetst zijn door het verdrag van Loussanne. Wij hebben het toen geaccepteerd om ons tevreden te stellen met het land dat ons werd toegewezen. De Republiek Turkije wil geen land van anderen en verwacht ook niet dat anderen dit van haar willen. De Republiek Turkije en de hieraan verbonden mensen willen met iedereen in vrede leven.
Wij steken onze hand uit. Steekt u ook uw hand uit?
*************************************************************************
De gemeente Assen en het haat-monument
Door: İlhan KARAÇAY
De burgemeester van de gemeente Assen en de wethouders, die de wet moeten beschermen, misgunnen de Turken de afgelopen twee maanden, die zij in rust en vrede doorbrachten. Het lijkt net of de rust van deze periode ons betaald wordt gezet.
Hoewel wij partij zijn in deze zaak, willen wij ons niet partijdig opstellen. Het is toch logisch dat de bestuurders van een provincie-hoofdstad het principe hebben om alle inwoners van deze hoofdstad gelijk te behandelen. Natuurlijk zijn alle inwoners, van welke afkomst dan ook, voor hen gelijk. Natuurlijk is het zo dat de burgemeester en de wethouders waar wij het over hebben, een degelijke opleiding achter de rug hebben. Hun kennis van het leven, van sociale structuren en hun psychologische analyses zijn natuurlijk van hoog niveau. Natuurlijk is het zo dat deze bestuurders democraat zijn….. En omdat dat zo is, is het natuurlijk zo dat zij ook over mensenliefde bezitten. Het is goed, maar tellen de Turken en de landgenoten van Turkse origine voor deze bestuurders niet meer mee?
Zoals u vandaag in de kop van DUNYA kunt zien, hebben de burgemeester van Assen en de wethouders, gehoor gegeven aan het verzoek van Nicolai Romashuk, een landgenoot van Armeense origine en inwoner van de stad. Het verzoek van de Armeense landgenoot, dat maanden in behandeling was, was het onderwerp van een landelijke discussie, omdat het door de Turkse inwoners van de stad en de landgenoten van Turkse afkomst niet logisch gevonden werd.
Het is niet logisch dat de mensen die Nederland als vaderland hebben geaccepteerd problemen en onderwerpen gaan invoeren die niets met het leven in Nederland te maken hebben. Het zou veel natuurlijker zijn als de mensen van buitenlandse afkomst, die Nederland als vaderland hebben geaccepteerd, hun problemen op een democratische manier naar voren brengen en een oplossing voor deze problemen zouden zoeken. Maar het is niet goed om tijdens het zoeken naar oplossingen voor deze problemen acties te ondernemen die zelfs de rust van de Nederlanders waar zij mee samen leven verstoren.
Wij zijn er getuige van dat veel mensen die niet uit Nederland afkomstig zijn, maar die toch Nederland als vaderland verkozen de politieke vraagstukken van hun eigen land meenamen naar Nederland. Veel van deze mensen waren verkondigers van de democratie terwijl zij de democratische rechten van anderen opzij schoven. Zij verkondigden dat er in hun land van oorsprong een antidemocratisch en onderdrukkend regime was en zij voerden druk uit op Nederland om het regime van hun eigen land te verbeteren en hun acties veranderden in terreur. De Nederlanders reageerden hierop met de vraag: “Wat hebben wij met de problemen in jullie land te maken?”.
Natuurlijk wilden de Nederlanders wel dat er in de hele wereld democratie zou zijn, maar zij wilden niet dat hun rust verstoord werd om andere landen democratisch te maken.
Misschien is er een uitzondering.
U weet dat er Zuid-Molukkers in Nederland wonen. Zij zijn veel eerder dan wij in Nederland gekomen. U zult ook weten dat Indonesie, het land waar de Zuid-Molukken deel van uitmaken, een kolonie van Nederland was. Toen de Nederlanders Indonesie hun onafhankelijkheid gaven, hebben veel gebieden als de Zuid-Molukken ook hun onafhankelijkheid aangevraagd. Maar Nederland had geen oor naar de verzoeken van deze gebieden en heeft Indonesie als een enkel land onafhankelijk gemaakt. Natuurlijk kon Nederland toen ook anders doen als zij gewild had. Maar de Nederlanders vonden het belangrijk dat Indonesie een enkel land werd omdat het dan beter te controleren was.
De Zuid-Molukkers die in Nederland wonen, keurden de beslissing dat de Zuid-Molukken geen onafhankelijk land mocht worden van Nederland af. Zij hebben toen de “Regering van Zuid-Molukken in ballingsschap” in Nederland opgericht. Als ik het me goed herinner stond aan het hoofd van deze regering een respectabele man genaamd Manusama.
De Zuid-Molukkers hebben ook in de jaren daarna nog verzoeken gedaan bij de Nederlandse regering om hen te helpen bij het oprichten van een onafhankelijke staat. Toen zij merkten dat de Nederlandse regering niet reageerde op hun verzoeken, begonnen de Zuid-Molukkers acties te voeren. De meest onvergetelijke actie is het bezetten van een trein en een basisschool. De trein stond 21 dagen stil op de vlakte in de Beemster. Na 21 dagen werd de trein bevrijd door het leger en werden de 5 actievoerders –terorristen(!)- gedood. De kinderen uit de basisschool werden bevrijd door toedoen van een laxeermiddel wat in het eten werd gedaan.
De Nederlandse bevolking had toen genoeg van dit soort acties en vervloekte ze. Maar de toenmalige minister-president Den Uyl, heeft toen in een tv-uitzending ’s ochtends om 8.00 uur huilerig gesproken. Hij zei: “Na deze actie, die 21 dagen heeft geduurd, heeft onze regering een nederlaag geleden, want we hebben 5 kinderen verloren.” Den Uyl heeft hiermee laten zien dat hij het voorbeeld van de ‘Vader van het land’ was, want ook al waren het teroristen en actievoerders, hij accepteerde ze toch als zijn kinderen.
Ons onderwerp was de gemeente Assen en het haatmonument. U zult zich afvragen waarom de Zuid-Molukse zaak hierbij aangehaald wordt. Wel, we hadden het over het importeren van problemen. We willen hiermee het verschil laten zien. Het probleem van de Zuid-Molukkers werd wel ingevoerd in Nederland, maar Nederland had wel degelijk een vinger in de pap bij dit probleem. Daarom is het gedrag van de Zuid-Molukkers een uitzondering hierop.
En de Armeniers? Waarom willen zij een probleem van 100 jaar oud importeren in Nederland? Waarom willen zij recht tegenover de Turkse gemeenschap staan, die zegt: “Wij hebben helemaal geen problemen met de Armeense gemeenschap” en verstoren zij hiermee de rust? Laten we zeggen dat zij dit uit naieviteit gedaan hebben. Maar de bestuurders van Assen dan? Waarom tolereren zij dit onverantwoorde initiatief van een paar Armeniers waarmee zij de Turken willen beledigen en wat betrekking heeft op iets wat 100 jaar geleden heeft plaatsgevonden en waarvan de kern van waarheid nog steeds een punt van discussie is? Wij hebben de burgemeester van Assen “Dove Sultan” genoemd omdat zij onverschillig is voor alle reacties van de Turken uit Assen en uit de rest van Nederland. De burgemeester, mevrouw van As was hierover heel boos op ons en daarna leek het of zij tot bezinning kwam toen zij het eerste verzoek van de Armeniers afwees en toen heeft zij gezegd dat er een nieuwe aanvraag kon worden ingediend. Het tweede verzoek is wel gehonoreerd en zij heeft nu verklaard dat de Turken recht hebben om hiertegen in beroep te gaan.
Wat gaat er nu gebeuren? De Turken gaan weer een protestactie starten. Zij zullen weer een besluit nemen tot een grote protestmars. De kranten en de televisie zullen weer bol staan van dit onderwerp. Wij zullen weer wekenlang rennen en ons kwaad maken.
De conclusie?
Wij hebben de conclusie al eerder gepubliceerd en wij hebben tegenover de burgemeester van Assen het volgende beweerd: “U zult dat haat-monument niet kunnen neerzetten.” Deze bewering is nog steeds van kracht en zo lang als er Turken in Nederland leven zullen zij het niet toestaan dat er zo’n haat-monument geplaatst wordt. Het zou natuurlijk kunnen dat de burgemeester deze zaak als een zaak van eer beschouwt en dat zij toch doorzet, ondanks dat het tegen de mensenrechten, de democratie, de sociale en culturele realiteit ingaat. Maar de verantwoordelijke voor alle negatieve en pijnlijke ontwikkelingen die hierop volgen is toch weer de burgemeester van Assen.
******************************************************************
GroenLinks en de Armeense kwestie:
Onzin om Turkije op deze grond
uit te sluiten voor lidmaatschap
PvdA en CDA besloten onlangs dat kandidaten van Turkse afkomst het partijstandpunt in de Armeense kwestie moeten onderschrijven, namelijk dat de toenmalige Turkse natie genocide op de Armeniërs heeft gepleegd. Dit besluit heeft grote onrust veroorzaakt. Wat vraagt GroenLinks aan haar kandidaten van Turkse afkomst?
Wat doet GroenLinks in dit geval???
GroenLinks vraagt dat haar kandidaten niet!!!

GroenLinks gaat op dit moment niet uit van genocide in de Armeense kwestie. Er is teveel onduidelijkheid om te stellen dat sprake zou zijn geweest van volkeren­moord (moedwillig en opzettelijk) op de Armeniërs. Voor genocide is het noodzakelijk te bewijzen dat een regering doelbewust heeft aangestuurd op volkeren­moord en dat bewijs ontbreekt tot op heden. De Nederlandse wetenschapper Erik-Jan Zürcher en de Amerikaanse politicoloog Guenter Lewy houden genocide voor mogelijk, maar geven ook aan dat de verschillende bronnen politiek gekleurd zijn en dat hard bewijs ontbreekt. Andere wetenschappers, zoals de Amerikanen Bernard Lewis en Justin McCarthy, zijn van mening dat genocide niet heeft plaatsgevonden. Zij spreken liever van deportaties.
Onafhankelijk onderzoek
GroenLinks onderschrijft wel, mede op basis hiervan, dat in het tweede decennium van de vorige eeuw de Armeniërs in Turkije zijn mishandeld. Om daarover helderheid te krijgen wordt ervoor gepleit dat Turkije en Armenië samen een onafhankelijk onderzoek opzetten en hun archieven openstellen om de waarheid boven tafel te krijgen. Nederland zou hierin kunnen bemiddelen.
Geen kandidaten van de lijst
Maar kandidaten bij GroenLinks zullen niet van de lijst worden gehaald wanneer ze zich niet willen uitspreken over genocide op de Armeniërs door Turkije. Om Joost Langendijk (Europarlementariër) te citeren: “Het past niet binnen GroenLinks om op deze wijze (zoals de PvdA en CDA) de fractie­discipline in te vullen”.
Geen uitsluiting van Turkije voor EU-lidmaatschap
Ook vindt GroenLinks het onzin om Turkije op deze grond uit te sluiten voor lidmaatschap van de Europese Unie. De huidige Turkse generatie mag en kan niet enkel op deze kwestie in haar geschiedenis beoordeeld worden.
GroenLinks betreurt de gang van zaken
Het gaat GroenLinks aan het hart dat deze kwestie de verhoudingen zo op scherp lijkt te zetten, temeer daar het tot voor kort zo goed ging met de politieke participatie van Turkse gemeenschap in Nederland. PvdA en CDA hebben hier nu een bom onder geplaatst. En dat is vreselijk, omdat het verhindert dat iedereen in Nederland zich vrij in de openbare en politieke ruimte kan bewegen. GroenLinks is en blijft de partij die zich inzet voor burger­participatie, op alle niveaus, en met alle nationaliteiten die dit land tezamen vormen.

 

 

 

 

 

İLHAN KARAÇAY KRİPTO PARA GERÇEĞİNİ AÇIKLIYOR…

İLHAN KARAÇAY KRİPTO PARA GERÇEĞİNİ AÇIKLIYOR…

Ben kazandım. Bundan sonrası kazançtan kayıp olabilir.

Coin ile, yurtdışındaki yurttaşlarımızı dolandıran holdingler aynı taktiği mi uyguluyor?

İşi bilen kazanıyor, bilmeyen kaybediyor

Çok yıl önceydi. Çok iyi bir dostum, beraberinde bir Surinamlı olduğu halde küçük bir grubun katıldığı bir toplantı düzenlemişti. Konu, Bitcoin idi.

‘Bugün bin euro yatırırsan, bir yıl sonra 10 bin euro ve hatta daha fazla olabilir’ gibi laflar ediyorlardı. Ben de ‘Bunlar her kim ise, nereden kazanacaklar ve nasıl bu kadar kâr dağıtabilecekler’ diye sorduğum zaman, ‘Bunlar diye bir şey yok. Bu kişilerin sahibi olduğu bir oluşum değil. Böyle bir mekanizma kuruldu ve bu mekaizma yürütüldüğü sürece para çoğalacaktır’ yanıtını aldım.
Kafama hiç yatmayan hikâyeler dinledikten sonra, bu işin de, yıllar önce yurtdışındaki insanlarımızın birikimlerine göz diken holdinglerin hikâyesi aklıma geldi.
O günden bu güne yıllar geçti. Bitcoin gibi 9 bin coin daha türedi. Ne ilgiçtir ki, dünyada coin mekanizmasına müptela olan insanların içinde, Türkler dördüncü sırayı almışlar. Yani kocaman Çin, Amerika, Hindistan ve Rusya gibi yüzmilyonlarca nüfus içinde, 80 milyonluk Türkiye halkı, bu işe çok rağbet etmiş.
Önceki gün Türkiye’den çıkan bir haber dünyada büyük bir patlama yaptı. Kripto para borsası THODEX’in kurucusu Faruk Fatih Özer’in 2 milyar dolar ile yurtdışına kaçtığı haberi yayıldı.
THODEX’in bu dolandırıcılığı ile coin mekanizması arasında hiçbir bağ yoktur. Yaşanan, bir borsa soygunculuğudur. Coin konusu ile borsa yolsuzluğunu birbirine karıştırmamak gerekir.
‘Büyük coin’lerin yanında bir de küçük olan ‘Altcoin’ler vardır.
Şimdi sıkı durun ve yazacaklarımı lütfen anlamaya çalışın. Zira rakamlar kafanızı karıştırabilir.
Hiçbir zaman inanmadığım coin işine, nasıl olduysa ben de bulaştım. Bulaşmama da oğlum Ruşen neden oldu.
‘İlhan Karaçay da reklam yapıyor’ iddiasından kurtulmak için coin adı vermiyorum ve sadece ‘Altcoin’ diyorum. Bir Altcoin’in beheri 24 euro cent idi. Oğlum bana, ‘Bu coinden alalım. En kötü ihtimalle 10 cent düşer ama, yükselirse de çok yükselir’ diyerek 21 bin adet satın aldı. Bunun için 5.040.00 euro ödedim.
Artık hergün bu altcoin’e bakmaya başladım. 24 euro centten 35 euro cente yükseldiği zaman heyecanlanmıştım. Öyle ya yükselen her kuruş bana 210 euro kazandırıyordu. Aradan iki ay geçince benim coin 60 euro cent oldu. Yani toplamda 12.600.00 euro olmuştu. Oğlum’a 10 bin coin yani 6 bin euro geri almasını söyledim. Yarım saat sonra banka hesabımda 6 bin euro girdi.
Müteakip günlerde benim coinin bedeli 60’tan 30’a indi ve sonra da bu civarlarda dolaşıp durdu.
Ama ne olduysa geçen hafta oldu ve benim coin 159 cente yükseldi. Yani 11 bin coinim 17.490.00 euro olmuştu. Oğluma hemen 6 bin coin, yani 9.540.00 euro geri almasını söyledim. Yarım saat sonra hesabıma 9.540.00 euro girdi ve geriye kalan 5 bin coinim, 7.950.00 euro olarak kaldı.
4 ay içinde banka hesabıma 15.540.00 euro kâr girdiği gibi, düşüp kalkmakta olan bitcoin hesabımda da 5 bin coinim var. (Bugünkü değeri 5 bin euro etrafında dolaşıyor)
Şimdi kendi kendime söz verdim. Bundan sonra hiç alış yapmayacağım ve birkaç yıl bekleyeceğim. Nasıl olsa 15 bin euro kârdayım. Bakalım bizim coinler milyonları bulacak mı?
PÜF NOKTASI ÇOK ÖNEMLİ
Size bunları açık yüreklilikle yazmamın nedeni, sizi coin almaya teşvik etmek için değildir.
Aksine, bu konuda çok dikkatli olmanızı sağlamak içindir.
Dün oğlum Ruşen’e sordum: ‘Oğlum, bu durum ne kadar böyle devam eder? Bir gün bu çeşme kurumayacak mı? Veya, bu işte aracı olanlar parayı yok edemez mi?’ diye sordum.
Oğlumdan aldığım cevabı ben bile iyi anlamadım ama, anladığım kadarını size anlatayım:
‘Baba, ben bu coin sayfasına girdim ve sesnin belirlediğin meblağı havale ettim. Ama bu işlemi yaparken, bazı şeyleri bilmen gerekir. Örneğin ben, aynı sayfada bir cüzdan satın aldım. Bunun için 120 euro ödedim. Ve 21 bin coini bu cüzdana aktardım. Bundan sonra ortada aracı falan kalmadı.
Cüzdanın şifresi çok önemli. Şifreyi unutursan, paraları da unut. Yani bundan kurtuluş yok. Bu nedenle şifreyi unutmamak üzere bir yerlere koy. Hatta bir de yedek şifre veriliyor. Geçenlerde adamın biri şifresini unutmuştu. İkinci şifreyi de unuttuğu için 14 milyon doları kayboldu.’
Doğrusunu söylemem gerekirse, oğlumun anlattığı cüzdan satın alma meselesini pek anlayamadım.
O zaman şunu söylemek gerekecek: Bu işlere girmeden önce, bu işleri çok iyi bilen birinden mutlaka yardım alın. Aksi takdirde bu işlere girmeyin.
Benden tavsiyeler bu kadar. Bundan sonrasına siz karar verin artık…
BİR ZAMANLAR GAZETECİLİK…

BİR ZAMANLAR GAZETECİLİK…

Bir zamanlar Nezih Demirkentler’in ve Garbis Keşişoğlular’ın yönetimi, Hikmet Feridun Esler’in,
İlhan Karaçaylar’ın, Faruk Zapçılar’ın, Muammer Elverenler’in röportajları mumla aranır oldu.

Hürriyet, sınır ötesinde yayınlanan dünyanın en yüksek tirajlı gazetesiydi. Belçika, Hollanda ve Lüksemburg’u kapsayan Benelüks ilavesi de, Türkiye’de bölge yayıncılığında örnek alınacak nitelikteydi.

Türkiye’deki iletişim fakültelerinde gazetecilik tahsili yapanların, bölge gazeteciliğinin ne olduğunu anlamaları için, o günlerin Avrupa Hürriyet’lerini arşivlerde bulup incelemeleri tavsiye ediliyor.

‘Bir zamanlar’ diye başlayan film isimlerine aşina olduk artık.
Baş rollerini Charles Bronson, Henry Fonda ve Calaudia Cardinale’nin oynadığı, 1960 yapımı
‘Bir Zamanlar Batıda – Once Upon a Time in the West’ adlı filmi defalarca izlemişizdir.
Şimdilerde ise ‘Bir zamanlar Çukurova’ ve ‘Bir zamanlar Kıbrıs’ filmlerini izliyoruz.
Ben de bu isimlerden esinlenerek, ‘Bir zamanlar gazetecilik’ başlığı ile, dünün ve bugünün gazeteciliğini irdeleyeceğim. Kim bilir, belki bir gün bu isim ile de bir film yapılır.

İşte, dünün ve bugünün gazeteciliği…

Eskiden, bir gazeteye 10-15 bin tiraj artırma başarısını gösterenler, gazete patronları tarafından baş tacı yapılırdı. Asparagas gazeteciliği ile 100 bin tiraj alan, geçici hokkabazlar hariç tabii…
1970’li, 1980’li ve 1990’lı yıllarda, gazeteciliğin mutfağındaki tüm branşlardan anlayan uzman bulmak çok zordu.

‘Yoktu’ demeyip ‘zordu’ dememin nedeni, birilerinin var olduğunu anlatacağım içindir.
Var olan bu uzmanlardan biri, hatta en baştaki, rahmetli Nezih Demirkent’ti.
Hürriyet’in başına getirildiği zaman hem Genel Müdürlüğü ve hem de Genel Yayın Müdürlüğü görevini üstlenmesinin tek nedeni, Demirkent’in yukarıda belirtilen hususiyetlerdi.
Baskı işinden, ilan işine, eleman bulma işinden yazı işlerine ve rakip gözetlemeden dış haber kadrosu oluşturmaya kadar, uzmanlaşmış olan Nezih Demirkent, işte bu özelliği nedeniyle başarılı oluyor ve eline aldığı gazetelere tiraj kazandırıyordu.
Hürriyet’in başına getirildiği zaman, hem Genel Müdürlüğü ve hem de Genel Yayın Müdürlüğü’nü birlikte yürüten Demirken, bir süre sonra, Çetin Emeçleri, Seçkin Türesayları ve Erol Türegünleri medyaya kazandırmış bir usta olarak, ününe ün katmıştı.
Demirkent’in bir de yurt dışı becerisi vardı. Yurt dışı yayınlarını güçlendirmek için, Almanya’da Garbis Keşişoğlu’nu, Hollanda, Belçika ve Lüksemburg’da naçizane şahsımı, İstanbul’daki ekibin başına da Ertuğ Karakullukçu’yu getiren Demirkent, bu konuda da çok başarılı oldu.
Öyle ki, Avrupa yayınlarına daha önce başlamış olan Tercüman Gazetesi’nin, özellikle müteassıp okuyucular sayesinde elde etmiş olduğu tiraja ulaşmak hayal bile edilemiyordu. Yurt dışında kurduğu muhabir kadrosunu geliştiren Demirkent, bizler ile yaptığı istişareler sonrasında atraksiyon üzerine atraksiyon düzenliyordu.
Demirkent, önce, Tercüman’ın ünlü yazarı Murat Sertoğlu’nu kadroya dahil etti. Daha sonra O’nu Avrupa’ya gönderdi. Güreş tefrikacısı ve tarih yazarı olan Murat Sertoğlu ile pansiyon pansiyon dolaşıp okurlarla toplantılar yaptık.
Kadroya alınan bir diğer yazar da, Kıbrıs Türktür Derneği’nin kurucu ve Genel Başkanı olan Hikmet Bil de cabasıydı tabii…

Hollanda’nın en ciddi gazetelerinden NRC Handelsblad, Ertuğ Karakullukçu, garbis Keşişoğlu ve İlhan Karaçay üçlüsünün fotoğrafıyla yayınladığı tam sayfa haberinde, ‘Hollanda’da en çok satılan yabancı gazete’ ve ‘Hürriyet:Hollanda Türkleri’nin sesi’ başlıklarıyla yayınlamıştı.
Daha sonra Demirkent, vatandaşla bütünleşmek için, Türkiye’nin o dönem en iyi Hafız ve Mevlithanlarından oluşan bir grubu, başlarında merhum Hacı Hafız ve Mevlithan Nusret Yeşilçay olmak üzere, Almanya, İsviçre, Hollanda ve Belçika’da 28 Mevlit okuttu.
Bu mevlithanlar ile yine pansiyon pansiyon ziyaret ettiğimiz yurttaşlarımıza gereken mesaj verilmiş oldu.
Maalesef, bugün çok kişinin o yıllarda neler yapıldığından haberi bile yok…
Dünya’da sınır ötesinde yayınlanan en yüksek tirajlı, Avrupa’da basın camiasında örnek gösterilen Hürriyet Gazetesi, şimdilerde beceriksiz, konulardan bihaber sözde yöneticiler tarafından batırıldı…
Rahmetli Demirkent döneminin ‘Amiral gemisi’ Hürriyet, şimdi bir ‘sandal’ haline dönüştü.
Çok kişi Nezih Bey ve ekibinin ne yapmak istediğini kavrayamamıştı…
Bugün dahi, basın dünyasında bazıları, bir zamanlar Almanya ve Benelüks ülkelerinde gündemi tayin eden bu ekibin başarısını hazmedemedi, Hürriyet bünyesinde, mevcudu bile devam ettiremeyenler, gazetenin Türkiye ve Avrupa’da yerlerde sürünmesine yol açtılar.
ERTUĞ KARAKULLUKÇU
Spordan, sosyal ve kültürel haberlere, magazinden dış politikaya kadar haberleri yağdırdığımız, İstanbul’daki ekibin başında bulunan Ertuğ Karakullukçu, bu haberleri en iyi bir şekilde değerlendiriyordu.
Gece saat 01.00’lere kadar gazeteden ayrılmayan Karakullukçu, gazeteden ayrıldıktan sonra, uğradığı dost grubu içinde bir duble rakıyı ihmal etmemesine rağmen, ne hikmetse her sabah saat 09.00’da gazetesindeki görevinin başında oluyordu.
Kimler yoktu ki o zamanki Hürriyet’in yurt dışı kadrosunda. Üstte fotoğrafını göreceğiniz o kadrodaki isimleri hatırlayanlarınız olacaktır:
Ayaktakiler: Yılmaz Övünç, Korkut Pulur, Yalçın Bingöl, İsmail Atlı, Ertuğrul Akçaylı, Nezih Akkutay, Ertuğ Karakullukçu (Yurt dışı Baskılar Müdürü) Şener Apaydın, Mine Çokbilir, Suat Türker (Köln), Çetin Emeç (Genel Yayın Müdürü), Mehmet Demirel (İtalya), Yıldız Kafkas (İsveç), Erdinç Ispartalı (İsviçre), Rodolfo Bella (İtalya), Şerif Sayın (Belçika) Metin Doğanalp (Stuttgart), Sait İşler, İlhan Karaçay (Benelux), Tuğrul Cebeci, Ahmet Külahçı, Orhan İnci.
Oturanlar: Nusret Özgül (Belçika) Kamil Yaman (Avusturya-Berlin-Frankfurt), Ziya Akçapar (Yunanistan), Faruk Zapcı (İngiltere), Tevfik Dalgıç (İrlanda), Serdar Koçak (Münih), Ziya Melikoğlu (Düsseldorf), Ayhan Aydın (Berlin), Adnan Celepoğlu (sonradan Atik soyadını aldı), Abdullah Anapa (Stuttgart)
HÜRRİYET’İN HOLLANDA KADROSU

Hürriyet’in Hollanda kadrosu, İlhan Karaçay’ın başkanlığında 24 kişiden oluşuyordu. Bu kadro, gazetenin Hollanda’da 5 bin tiraja ulaşmasını sağlamıştı. Gazetemizi dağıtan Van Gelderen firması, üzerinde 1.000.000 yazılı özel bez poşetler bastırmış ve okurlara armağan etmişti.
Bugün Türkiye’deki bölge gazetelerinin, o yıllarda Almanya ve Benelüks ekibinin yaptıklarını örnek almaları gerektiğini vurgulamayı da, meslektaşlarıma karşı bir borç addediyorum.
Öndeki sıra soldan sağa:
Telat Sağıroğlu (Haarlem), Turan Gül (Rahmetli oldu-Zaandam), Ünal Öztürk Yasemin Öztürk (Büro menajeri), İlhan Karaçay ( O zamanki kaptan) ( ??? ), Adil Aracı (Den Haag), Mustafa Koyuncu (Gorinchem), Ergür Dinçkal (Deventer), Muhlis Ayboğan (Venlo),
Orta sıra soldan sağa:
Ahmet Denk (Rotterdam-Rahmetli oldu), Kemal Özen, Hüseyin Torunlar (Zwolle),
(Leiden ???), Nizam Sunguroğlu, Ramazan Ardıç, (Heerlen ???)
Arka sıra soldan sağa:
Yahya Yiğittop, Necati Çavuşğlu (Utrecht), Şenol Ocaklı (Hoorn), ( ???),
Ali Esmer,

BAKINIZ BİR UZMAN NELER DİYOR
Hürriyet’in, Türkiye ve Türkiye dışında büyümesinde baş rol oynayan bir dostuma, yukarıda yazdıklarımı gönderdim ve, ‘Bu yazıma katkıda bulunup yardımcı olur musun?’ diye sordum.
Bakın o dost neler yazdı:
‘Analizinde, özellikle Benelüks ilavesi üzerinde dur. Bu ilave ile sınır ötesi gazeteciliğinde bir çığır açıldı ve Hollanda ile Belçika’daki Türk toplumundaki iş insanlarının reklamları alınmaya başladı. Genel baskılarda kullanılmadığı için, ilan fiyatları çok daha ucuz yapılmıştı. Öyle ya, Hollanda’daki bir firmanın faaliyeti, Almanya’daki okur için ilginç olmayabilirdi. Bu nedenle, ‘Almanya içi ve Almanya dışı’ baskılar yapılıyordu.
Ayrıca Hollanda ve Belçika için daha çok mahalli haber kullanımı mümkün oluyordu.
Ne yazık ki bu ilginç bölge haberciliği, daha sonra iş başına getirilen beceriksiz, gazete yönetiminden bihaber yöneticiler tarafından durduruldu.
Nezih Bey ile yurt dışı yayınlar ekibi, gazete içinde 70’li yıllardaki bir direnci kırarak, Hürriyet’i hakiki anlamda bir bölge gazetesi haline getirdi…
Gazetede bir grup,
İstanbul’da yayınlanan Hürriyet’ in, aynen Türkiye’de yayınlandığı gibi, (vefat ilanlarıyla dahi) Frankfurt’ta basılmasını arzu ediyordu. Halbuki Avrupa’daki yurttaş memleketi ile bağlarını koparmak istemezken, çevre haberleriyle de ilgilenmeğe başlamıştı. Avrupa’ da artık kalıcı olmak isteyenler, yaşadıkları ülkelerin sorunlarını merak etmeye başlamıştı…
Avrupa’da doğan daha sonraki kuşaklar içtimai durumlarını geliştirerek, işadamı, politikacı, Milletvekili ve hatta Bakan oldular.
Bu konuda Avrupa’daki Hürriyet çok önemli bir rol oynadı.
70’li, 80’li yılların Hürriyet’i , Türk toplumunun sesi haline gelmiş ve gündemi tayin etmeye başlamıştı.
Gazete bir şekilde Türklerin avukatlığına soyunmuştu…
Türkiye’deki iletişim fakültelerinde gazetecilik tahsili yapanların, bölge gazeteciliğinin ne olduğunu anlamaları için, o günlerin Avrupa Hürriyet’lerini arşivlerde bulup incelemeleri gerekir.
Bir zamanların Türk basınının amiral gemisi, bugün maalesef bir Haliç sandalı haline gelmiş durumda.
Dünya’da sınır ötesinde yayınlanan en yüksek tirajlı gazete olan Hürriyet, çoktan
İnternational Herald Tribune ve The Financial Times gibi, ülkelerinin dışında da basılan gazeteleri çoktan sollamıştı.
Yurttaşlarımız, gazeteyi yalnız günlük haberler için değil, gündemi merak ettiğinden alıyordu. Hürriyet herhangi bir haksızlıkta, vatandaşın yanında oluyordu.
Askerlik, emeklilik gibi büyük kampanyalarda da, Avrupa’daki Türklerin sesini Ankara’da duyurmak mümkün oluyordu.
Ertuğ Karakullukçu’nun günlük yazıları, vatandaşların haklarını savunuyordu…
Bu da Alman devlet ilgililerini çok rahatsız ediyordu…
Türkiye’ deki o günlerin Alman elçisi ile Almanya’da Federal hükümet ile devlet başkanı da rahatsızlıklarını dile getiriyordu. Almanlar ülkedeki yabancıların politik bilince ulaşmasını, hakkını arama yoluna gitmesini arzu etmiyordu.
Hürriyet’in ne kadar doğru yolda olduğu da bu şekilde ortaya çıkmış oluyordu…
Yurtdışında İlhan Karaçay olarak sen, Londra’da Faruk Zabcı ve Fransa’da Muammer Elveren, haber ve röportajlarınız ile, bir zamanların meşhur gezgin yazarı Hikmet Feridun Es’in takipçisi olmuştunuz.’
Hürriyet’in, Nezih Demirkent’ten sonra ikinci büyüğü sayılan dostum, bu yazıma eklemem gerekenleri şöyle sürdürdü:
‘Nezih beyin medyaya kazandırdıkları arasında rahmetli Seçkin Türesay, rahmetli
Erol Türegün, rahmetli Ergin İnanç ile rahmetli Tuncer Bicioğlu’ndan da söz et.
Nezih beyin Avrupa’ya gönderdiği mevlithanların başındaki rahmetli Hacı Hafız Nusret Yeşilçay çok modern görüşlü biriydi…
Belçika’da NATO
karargahında mevlit okurken, din adamlarına karşı mesafeli duran yüksek rütbeli subayları bile duygulandırmıştı…
Sıla’nın Sesi konserlerini de unutma…
Bu işleri gazetede en iyi şekilde organize eden rahmetli Kadıköylü Hulki İlgün’ün de ruhu şad olsun.
Avrupa Hürriyet o günün şartlarında, bir çok arkadaşın emekleriyle lider durumuna geldi. Sonradan yönetime gelip, yılların emeğini inkar ederek, yüzbinlerce Euro’yu ceplerine indirenler, acaba bugün utanıyorlar mı?
Çok kişi Hürriyet’ in bugün niçin yerlerde süründüğünü, bazı yerlerde bedava dağıtıldığını merak etmiyor.
120 bin net satışa ulaşan Avrupa Hürriyet, çoğu zaman Türkiye’deki matbaaya alınan makineleri finanse ederken, o günlerin patronu Erol Simavi’ye her ay binlerce Mark gelir elde ediyordu.’
İşte böyle değerli okurlarım. Gazetecilikte bir uzman dost, bu analizime eklemem için yukarıdakileri yazmış.
Eh, bunları benim tekrar etmeme gerek yok herhalde?
Hürriyet’e emeği geçenleri bu şekilde sizler de öğrenmiş oldunuz.

GARBİS KEŞİŞOĞLU

Hürriyet’in yurt dışında güçlenmesinde en büyük katkı sahibi olan Garbis Keşişoğlu’ndan biraz uzunca söz etmezsem, büyük bir haksızlık yapmış olurum. Hatta, Keşişoğlu’nun bu konuda, yurdışı güçlenişinin asıl kahramanı olduğunu belirterek…
Garbis Keşişoğlu, Hürriyet döneminden sonra, Asil Nadir’in satın aldığı GÜNAYDIN gazetesinin kadrosunu, Londra’dan rahmetli Nuyan Yiğit ile birlikte kurarken, Brüksel’deki buluşmamızda, şahsımı da Benelüks’ün sorumluluğuna getirdi.
Garbis Keşişoğlu, yurt dışında medya ile ilgili her gelişmeyi yakından takip ediyor, baskı ve teknoloji fuarlarını kaçırmıyor ve medya ile ilgili her toplantıya davetli olarak katılıyordu.
Sabah Gazetesi’ni alan Dinç Bilgin ve Hürriyet Gazetesi’ni alan Aydın Doğan’a da danışmanlık yapan Keşişoğlu, şimdilerde Miami’de yaşıyor.
Benim gibi, ilerlemiş yaşına rağmen medyadan kopamayan Keşişoğlu, pek çok gazete patronunun arayıp danıştığı bir uzman olduğu gibi, DÜNYA Gazetesi’ne de yazmaya devam ediyor.
Keşişoğlu’nun DÜNYA’da en son olarak yayınlanan yorumu, bana yukarıdaki yazıyı yazma fikrini verdi.
Keşişoğlu, yakından takip ettiği ABD Medyasını yazmış. Bir zamanlar Türkiye’de basının rotasını belirleyen Garbis Keşişoğlu, şimdilerde ABD basınını da şekillendirmeye çalışıyor.
Türkiye’de medya yöneticilerinin, yukarıdaki yazıda sözünü ettiğim bireylerden öğrenecekleri çok şey var.
Çok şey öğrenerek ve beğenerek okuduğum o yazıyı sizlere de sunuyorum.

ABD basını tartışıyor: Pandemi sonrası yenilenme şart, ama bu nasıl başarılır 

Garbis KEŞİŞOĞLU

Garbis KEŞİŞOĞLU
gkesisoglu@gmail.com
Pandemiden sonra geleneksel basının nasıl şekilleneceğine dair tartışmalar, Amerikan medya çevrelerinde yoğunluk kazandı. Yakın geleceğe ilişkin beyin fırtınalarında ağırlıklı görüş, sosyal medyanın giderek daha fazla belirleyici olacağı…
“Z” kuşağına gazete okutmanın neredeyse olanaksız olduğunda birleşiliyor ve geleneksel gazeteciliğin sosyal medya olanaklarından yararlanma yollarını hayata geçirmesi gerektiği vurgulanıyor. İlginç bir gelişme, The Wall Street Journal bünyesinde yaşandı…
Nüfus yapısındaki değişim, medyayı da etkiliyor
21. yüzyıl gazeteciliğinde, “Medya Çarı” diye bilinen Rupert Murdoch’un sancak gemisi The Wall Street Journal’ın ayrıcalıklı bir yeri var: The News grubu içinde para kazanan tek gazete.
Ama bu trend daha ne kadar devam edecek? Temel sorun şurada:
Amerikan toplumunun demografisi hızla değişiyor. Son yıllarda, Meksika hududundan akın eden Orta Amerikalılar Afrika’dan gelen siyahlar ve Asyalılar nedeniyle toplumda önemli değişiklikler oldu. Hispaniklerin oranı yüzde 19’a, Siyahlarınki ise yüzde 14’e yükseldi. Buna karşılık, Amerika’nın kuruluşunda önemli katkıları olan İrlanda, İskoç, İngiliz ve İtalyan asıllılarının oranları, gittikçe azalıyor. Bu yüzden abone sayılarında beyaz üyelerin payı giderek azalıyor ve o nedenle de yeni aboneler bulmak güçleşiyor.
Murdoch, geleceği okumak için raporlar hazırlatıyor
Durumun farkına varan 90 yaşındaki Murdoch, 2007 yılından beri yazı işleri bünyesinde gelecek ile ilgili raporlar hazırlatıyor. The Wall Street Journal, her sabah Murdoch’ un ilk okuduğu yayın olduğundan, gazetenin geleceği ile yakından ilgileniyor ve tavsiyelerde bulunuyor.
Wall Street Journal, diğer Amerikan gazetelerden çok önce, 1996’da dijital edisyonu için ödeme duvarını koymuş ve dijitale öyle giriş yapmıştı. Yani bedava okumaya izin vermedi. Oysa aynı yıllarda, bugünün lider gazetesi The New York Times, iş planlarında haberlerin ücretsiz olmasını savunuyordu… Başka bazı gazeteler de bunda ısrar ettiklerinden kapanma mecburiyetinde kalmışlardı. Wall Street Journal 1300 kişilik yazı işleri kadrosu ile para kazanmaya devam ederken, inovasyonu da hiç ihmal etmedi.
Kadın gazeteci yönetiminde 150 kişilik ekiple 250 sayfalık rapor
2018’de grupta 20 yıl çalışmış olan Matt Murray genel yayın müdürlüğünü üstlendi ve eski aboneleri rahatsız etmeden yenilikleri uygulamaya koymaya başladı. Ayrıca yeni dijital aboneler için bir strateji geliştirme ekibi kurdu. Bunun başına da Murdoch’un onayıyla, New York Times ‘da uzun yıllar önemli görevlerde bulunmuş olan bir kadın gazeteciyi, Louise Story ‘i getirdi.
Story’in ekibindeki 150 yazı işleri elemanı; gazetenin geleceği, politikasının nasıl olması gerektiği, sosyal medya trendlerinden nasıl yararlanılabileceği gibi konuları içeren kapsamlı ve radikal bir rapor hazırladı. 209 sayfalık rapor önce genel yayın müdürü Murray’in masasına konuldu.
…ve Murdoch’un sancak gemisinde gelecek için savaş başladı
Fakat Murdoch’un sancak gemisinde beklenmedik bir gelişme oldu; adeta savaş patladı:
Her türlü yetkiye sahip, geleceğin genel yayın müdürü gözüyle bakılan Story ‘nin raporu, genel yayın müdürü Murray ile Murdoch’un CEO olarak iş başına getirdiği Hollanda asıllı Almar Latour’un arasını açtı. Latour raporu benimserken yazı işlerindeki bazı gazeteciler eleştirilerden ve radikal önerilerden rahatsız oldu. Daha ılımlı bir yenilikçilik çizgisinden yana duran yayın yönetmeni Murray da bu grubun eğilimini benimsedi.
 Olayın ucu şuraya uzanıyor: Amerika’da polisin öldürdüğü siyahi George Floyd olayından sonra, Wall Street Journal yazı işlerindeki bir kısım gazeteciler bir araya gelerek, gazetenin bazı olaylarda rakiplerinin gerisinde kaldığını, ırkçılık olaylarının göz ardı edildiğini iddia ettiler.
Kadın okura, gençlere, sosyal adalete, ırkçılığa dikkat 
Story’nin raporunda da bu hususa dikkat çekildi. Bunun yanında;
– Yeni kadın okuyucuların, Beyaz olmayan genç iş insanlarının sorunlarına gazetedeki hikayelerde yeterince yer verilmediği ifade edildi.
– İçeriğin bu gözle ve daha sıkı biçimde gözden geçirilmesi tavsiye edildi.
– Haberlerde sosyal adalete özen gösterilmesi ve gelir dağılımındaki adaletsizliklere yer verilmesi önerildi.
Rapor üzerine, yazı işleri iki gruba ayrıldı…
Rapor, mesafeli bakan yayın yönetmeni Murray ile sahiplenen yayıncı Latour arasındaki rekabeti de körükledi.
Raporun verilmesinden bir ay sonra, grubun CEO‘su Will Lewis istifa etti.
Geleneksel reflekslere ters düşmeden yenilik yapma hüneri
Gelişmeler açıkça ortaya koydu ki, News Corp.‘un yenilenmeye ihtiyacı var. The Wall Street Journal dışındaki grup unsurları, geçen yıl bir milyar yüz milyon dolar kaybetti.
The Wall Street Journal’in içeriğinde değişiklikler yapılmasının gerekliliğinde herkes hemfikir… Fakat sorular var: Değişiklikler özellikle eski abonelere nasıl kabul ettirilecek? Gençler ve özellikle geleceğin okuyucuları olmaları hesap edilen “Z” kuşağının reaksiyonu ne olacak? Bu arada ırkçılıkla ilgili hikâyelere el atıldığında, müesses nizamı temsil eden beyazların gazeteye karşı tutumu nasıl şekillenecek? Gazetenin köklü geleneksel refleksleri çerçevesinde, önerilen yenilikleri mevcut ve yeni abonelere kabul ettirmek, anlaşılan o ki bir tür sihirbazlık hüneri gerektirecek.
Doğru teşhis tamam, şimdi sıra tedaviyi hayata geçirmekte
Amerikan basını bir dönüm noktasında… Toplum içindeki çeşitliliğe ayak uydurmak gerekiyor. Başka çıkış yolu yok. Yeni dijital yayınlar için işler daha kolay. Ama uzun yıllardır yazılı basında önemli bir pozisyona sahip olan The Wall Street Journal gibi bir köklü gazetenin işi oldukça zor.
Gazete, hiç olmazsa doğru teşhisi koymuş, şimdi doğru tedavinin araştırmalarını yapıyor.
İŞTE, İSLAMOFOBİYE KARŞI ALINMASI GEREKEN ÖNLEMLER

İŞTE, İSLAMOFOBİYE KARŞI ALINMASI GEREKEN ÖNLEMLER

600 kişiye sorulan, ‘Müslüman nefreti ve ayrımcılığı konusunda
ne yapılmalı?’ sorusuna 225 katılımcının verdikleri cevaplar.

‘Müslüman nefreti ve ayrımcılıkla mücadele etmek için ne yapılabilir?’
sorusu, geçtiğimiz ocak ayında yapılan bir anketteki sorulardan biriydi.
600 kişiye gönderilen bu soruyu toplam 225 katılımcı yanıtladı.
Republiek Allochtonie Başkanı Ewoud Butter’in 20 A4 sayfasında toparladığı anketi, ben de sizler için Türkçe olarak düzenledim.
Konunun Hollandaca metnini bu yazının sonunda bulabilirsiniz:
Yazımı, dünyanın çeşitli yerlerinde islamofobiye karşı yapılan protesto fotoğrafları ile süsledim.
Çok uzun ama, dosya olarak saklanılması gereken bir araştırma.

İlhan KARAÇAY

Anket, ‘İslamofobi ve Ayrımcılığa Karşı Kollektif’ ve ‘Emcemo’ tarafından yaptırıldı. Anket için 600 kişiye baş vuruldu. Kendilerine Müslüman ayrımcılığına ilişkin deneyimleri ve Müslüman ayrımcılığına karşı yapılabilecek olası müdahaleler hakkında sorular yönetildi.
Ankette, katılımcılara, geçtiğimiz yıl yayınlanan, İslamofobiye Karşı Manifesto’dan alınan bazı önlemler sunuldu . Ayrıca, seçim programlarından bazı noktalar da dile getirildi. Ankete katılanların büyük bir çoğunluğu en çok şu konulara önem verdiklerini belirttiler:
  • Aşırı sağcı radikalleşmeye daha fazla ilgi,
  • Anayasaya aykırı kanun tasarılarının yargı denetimi,
  • Daha fazla araştırma,
  • Müslüman ayrımcılığının polis tarafından kaydedilmesi,
  • Kampanyayı bildirme istekliliği,
  • Ulusal bir eylem planı,
  • Bir ulusal koordinatörün atanması.
Ankete katılanlardan küçük bir çoğunluk, burka yasağının kaldırılmasından ve camilerin güvenliği için ekstra paradan yanaydı.
Ayrıca, katılımcılara tedbirler için ek fikirleri olup olmadığı soruldu. Çoğunluğu Müslüman olan 225 katılımcı, somut önerilerle yanıt verdiler. Politika yapıcılar ve ayrımcılıkla mücadele etmek isteyen müslüman kuruluşlar için, ilham verici olabilecek zengin bir fikir listesi oluştu. Aşağıdaki önerileri tam anlamıyla ve olabildiğince yorum yapmadan sıralayacağız. Bu nedenle, bireysel tekliflerin istenebilirliği veya uygulanabilirliği hakkında herhangi bir açıklama yapmayacağız.
Katılımcıların bazılarının, bir öneri hakkında farklı düşündükleri anlaşıldı.

İşte, 225 katılımcının sorulara verdikleri cevaplar:
1. Müslüman ayrımcılığını hedefleyen genel politika veya özel politika ne olmalı?
Müslüman ayrımcılığına odaklanmamak
  • Her tür ayrımcılığa dikkat etmek önemlidir. Ama tek bir ayrımcılık biçimine odaklanmamalı ve dayanışma teşvik edilmeli. İyi bilinmeli ki, tüm ‘gruplar’ ayrımcılık ve dışlanmanın hem kurbanı hem de failleri olabilirler.
  • Terimin, özellikle ayrımcılık kısmına odaklanmalı. Hem anti-Semitizm hem de Müslüman ayrımcılığı, kamusal söylemde ayrımcılık ve ırkçılık olarak kategorize edilmelidir.
  • Müslüman ayrımcılığının vahşice yayılmasına ilişkin ayrı bir başvuru noktası olmadığı için, discriminatie.nl’yi kullanmak lâzım.
Müslüman ayrımcılığına özellikle dikkat edilmeli 
  • Müslüman ayrımcılığına özel dikkat gösterilmesi gerekmektedir. Zira bu, pek çok Müslümanın yaşadığı bir dışlanma biçimidir. Ayrıca bu, kurumsallaşmış bir ayrımcılık biçimidir. Örneğin, Müslümanların haklarını ret etmek isteyen PVV, Forum ve SGP gibi partilerin meclisteki varlığına bakılması lâzım. Ancak burka yasağı veya Pocob gibi, pratikte sadece Müslümanları hedef alan yasa önerilerine de dikkat etmek lâzım.
  • Müslüman nefreti / ayrımcılığı, tıpkı anti-Semitizm’de olduğu gibi cezalandırılmalıdır.
2. Yönetim: İyi bir örnek verilmeli
Kapsayıcı politikalar uygulayın
  • Devlet, İslam’ın Hollanda toplumunun bir parçası haline geldiğini duyurmalı.
    Bu artık bir tartışma konusu değil, bu 1 milyon Hollandalı Müslüman için gerçektir.
  • Devlet, kapsayıcı dil kullanımını teşvik etmeli.
  • Başbakan, Müslümanlar da dahil olmak üzere, tüm azınlıkların önemli bayramlarına olumlu bir yaklaşımda bulunmalıdır.
  • DEvlet, camiler dahil olmak üzere, İslami kuruluşlarla çalışmalıdır.
  • Irk ve doğum yeri ne olursa olsun, herkes için zorunlu bir entegrasyon kursu ve katılım şart olmalı. Aksi takdirde, beyaz olmayan vatandaşlar için ayrımcı ve ırkçı katılım beyanı kaldırılmalıdır.
  • Bazı İslam bayramları ulusal bayram ilân edilmelidir.
Müslüman karşıtı yönetim durdurulmalıdır 
  • Devlet olarak, Müslümanları anayasal özgürlüklerinde kısıtlayan, dışlayan veya damgalayan Müslüman karşıtı politikayı durdurun. Örneğin, Cornelius Haga Lisesi’ne karalama, camilere dış finansman yasağı, hafta sonu okullarıyla mücadele etme arzusu, burka yasağı ile devletin kendisi Müslüman ayrımcılığının itici gücü olur.
3 Müslüman Ayrımcılığının Önlenmesi
Çeşitlilik politikası / Müslümanların temsilini teşvik etmek
  • Siyasette daha çok Müslümanın yer alma zamanı geldi.
  • Müslümanlar medyada daha çok görünmelidir.
  • Öğretim kadrosunda daha çok çeşitlilik.
  • İş dünyasının tepesinde, Müslümanlar da dahil olmak üzere daha fazla çeşitlilik.
  • Polis teşkilatında ve TV’lerde daha çok başörtülü kadın vs.
  • Kurbanların sesi daha çok duyurulmalı. Ayrıca kurbanlar, kararların alındığı masaya oturabilmeli ve kendi bakış açısını sunabilmelidirler. Özellikle Müslüman kadınlar, çoğu zaman ayrımcılığın ilk hedefi oldukları için.
  • Medyada sadece ‘liberal’ veya ‘laik’ Müslümanları değil, aynı zamanda ‘ortodoks Müslümanlar’ da konuk edilmeli.
  • Tüm Müslümanların ‘muhafazakar’ ve ‘farklı’ olmadığı vurgulanmalı. Bu ‘biz-onlar’ düşüncesini artırır. Hafif ve az Ortodoks olan Müslümanlara, daha fazla ilgi ve destek verilmeli.
  • Müslümanlar hakkında başka hikayeler sunun. İnsanların aynı yaşam sorunları ve kaygıları ile mücadele ettiğini öğrendiğinize dayanarak, Müslümanların hem benzerliklerini hem de muhtemelen belirli benzersizliğini gösteren daha kişisel portreler, genellikle aynı değerlere değer verir, ancak kısmen bunlarla uyumu sağlamak için yol gösterici farklı standartlar bulur. değerler. Müslümanların ‘öteki’ olarak istisnasızlaştırılması, arka plan olarak İslam’ın var olduğu hikayeler ön planda değil / sorunsallaştırılmamış.
  • Müslümanlar arasındaki çeşitliliği vurgulayın. Görüşler, gelenekler, alışkanlıklar, kökenler, yaşam tarzı ve dini yorumlar açısından farklılık gösteririz. Biz insan gibiyiz. Ayrıca ‘Müslüman’ sahip olduğumuz pek çok kimlikten sadece biri. Bazıları için bu diğerlerinden daha önemlidir.
Eğitim, öğretim ve öğretimde Müslüman ayrımcılığına karşı mücadele
  • İlkokullarda, ortaokullarda, öğretmen yetiştiren kolejlerde ve öğretmen yetiştirme kurslarında Müslüman ayrımcılığına daha fazla ilgi
  • Eğitimde ve öğretmen eğitiminde kapsayıcılığa (kapsayıcı didaktik ve pedagoji) daha fazla dikkat. 4 ila 18 yaş arası vatandaşlık ve yurttaşlık bilgisi zorunludur – nitelikli öğretmenler tarafından öğretilir
  • İslam’ın Hollanda’nın bir parçası olduğu eğitimde sabitlenmelidir. Avrupa’daki uzun İslam tarihi hakkında bilgi eksikliği yabancı düşmanı tavra katkıda bulunuyor.
  • Karşılıklı anlayışın daha fazla olması için yaşam felsefesi (tüm din ve inançların) zorunlu bir konu haline gelmelidir.
  • Müslümanları damgalayan öğretim materyalleri de dahil olmak üzere tüm damgalayıcı öğretim materyallerine eleştirel bir gözle bakın
  • (Müslüman) ayrımcılığına zorbalık muamelesi yapın. Zorbalık zararlı olabilir. Zorbalığın kabul edilmediği güvenli bir ortam sağlayın.
  • Biz duygumuzu güçlendirmek için kapsayıcı eğitime daha fazla yatırım yapın (VO-MBO-HBO)
  • Eğitim ve iş dünyasına, gençlere / çalışanlara / verenlere Müslüman ayrımcılığının ne olduğunu ve bununla doğrudan nasıl mücadele etmeleri gerektiğini gösteren bir araç seti tanıtın.
  • Çeşitli konferanslar, diyaloglar, e-öğrenme ve sabit politika yoluyla okullarda, şirketlerde ve belediyelerde farkındalık yaratın.
  • Müslüman ayrımcılığı, iktidar konumundaki çoğu insanın (artık) hiçbir hissiyatının olmadığı veya hatta bundan tamamen şüphelendiği bir dışlama biçimidir. Kültürel duyarlılık önemlidir, ancak genel olarak dini duyarlılık ve özel olarak da İslam’a karşı önemlidir.
  • Yetişkinlerin, inancınıza dayalı ayrımcılığın eğitim yoluyla yaratabileceği etkinin farkına varmalarına izin verin.
  • Çalışma ortamında kurumsal ırkçılığa ve İslamofobiye daha fazla dikkat edilmelidir. Çeşitli çalışma alanlarında girişimcileri, İK personelini ve personeli bilgilendirmeyi ve eğitmeyi düşünün.
Anonim başvuru ve kota
  • İsimsiz iş başvuruları yoluyla Müslümanların istihdamını teşvik edin.
  • Üst mevkilerde kadınların terfisi için birkaç yıldır kararlaştırıldığı gibi bir kota uygulanmalıdır.
Müslümanların medyada damgalanması ve temsil edilmesine daha fazla ilgi
  • Medyayı Müslüman nefret ve ayrımcılığa karşı mücadeleye dahil edin
  • ‘Siyaset’ ve ana akım medyada dil kullanımı ve ‘çerçeveleme’ konusunda farkındalık üzerinde çalışmak; örneğin Müslüman teröristler gibi terimler kullanılırken;
  • Görsel malzeme kullanımına dikkat edin. Basmakalıp resimlerden daha az yararlanın, her zaman Burka’daki Müslüman bir kadının fotoğrafına Müslümanlar hakkında bir metin eklemeyin
  • Medyadaki İslam’ı, alakasız olduğunda olumsuz şeylerle ilişkilendirmeyi bırakın. “İslam” genellikle sorumlu değildir, ancak yıkıcı gündemleri için İslam’ı gasp eden kişiler veya gruplardır.
  • Medyada İslam’ı bir milliyetle ilişkilendirmeyi bırakın. Kültür ve din iki farklı şeydir.
Yeni (kendi) enstitüleri 
  • Anti-Semitizmi, homofobiyi ve cinsiyetçiliği gündeme getiren güçlü çıkar grupları var. Henüz bu profesyonel organizasyonlara sahip değiliz. Hepimiz bunun, örneğin Meld Islamophobia gibi bir organizasyona sponsor olarak gerçekleşeceğinden emin olalım, böylece bağımsız olarak faaliyet gösterebilsinler (devam etsinler).
  • Müslümanların seslerini duyurabilecekleri kendi yayıncıları olmalıdır.
İlginç olun. Ayrıca kendi çevrenizdeki ayrımcılıkla mücadele edin
  • Müslümanlar olarak, kendi çevremizde, örneğin kadınlar, siyahlar, inançsızlar, eski inananlar veya başka türlü inananlar gibi ayrımcılığa karşı daha net bir pozisyon alırsak, Müslüman ayrımcılığına karşı daha güvenilir bir pozisyon alabiliriz.
  • Eklemek ve örneklendirmek gerekirse, henüz Müslüman olmadığım zaman Müslümanlar tarafından, daha sonra Müslüman olduğum için Müslüman olmayanlar tarafından ve sonra da diğer Müslümanlar tarafından ayrımcılığa uğradım çünkü zaten asla gerçek bir Müslüman olmayacaktım. Her şeyi ayrımcılık olarak deneyimliyorum.
  • Kendimiz için daha kesişimsel hale gelmeli ve örneğin kendi organizasyonlarımıza daha eleştirel bakmalıyız. Kuruluşların% 95’i etik çizgide örgütlenmiştir ve kadınlar yönetim kurulu düzeyinde neredeyse hiç katılmamaktadır. Bu değişmeli.
  • Al Nisa, SPEAK ve Meld Islamophobia gibi kadın örgütlerine ve Maruf gibi örgütlere çok daha fazla platform vermeliyiz.
Etkileyicilerin dağıtımı 
  • Sadece Müslümanları değil, aynı zamanda Müslüman nefretine karşı sesini yükseltmek isteyen gayrimüslimleri (ünlüleri) arayın.
  • Politikacılar, medya ve ünlülerin örnek bir rolü var. Ayrımcılığa ve ırkçılığa (her ne şekilde olursa olsun) karşı çok daha açık bir duruş sergilemesinin çok faydası olacaktır.
Müslüman olmayanlara ve Müslümanlara İslam hakkında daha fazla bilgi 
  • Daha da önemlisi, bu ülkedeki diğer vatandaşları İslam ve ayrımcılık konusunda eğitmek için Müslüman topluluğun açık bir inisiyatifi var.
  • Bilinmeyen sevgiyi göstermez ve Müslümanların da kendi dinleri hakkında daha fazla bilgi edinmeleri gerekir.
  • Gençleri İslam hakkında eğitmek (asmak) için (gençlik) imamları kullanın.
Diyalog 
  • İnsanları birbirleriyle daha fazla temasa geçirmemiz gerekiyor. O zaman pek bir fark olmadığı keşfedilecektir. Hepimiz insanız ve insanca muamele görmeyi diliyoruz.
  • Farklı nüfus gruplarını birbirleriyle temasa geçirerek, azaltılmış ayrımcılık ve fırsat eşitsizliğine odaklanın. Araştırmalar, Müslüman arkadaşları olan gayrimüslim gençlerin daha az damgalayıcı görüşlere sahip olduğunu gösteriyor.
  • Örneğin cami ziyaretleri yoluyla değişim düzenleyin.
  • Farklı topluluklar arasında etkileşimli yollarla köprüler kurun; “öteki” nin hiç de korkutucu olmadığını gösterin.
  • Çok kültürlü, gayri resmi buluşma yerleri için bütçe ayırın.
  • Ayrıştırmayı caydırın. Bu eğitimde zaten başlar: özel din eğitimine izin verilir, ancak buluşma, karşılıklı anlayış ve benzerleri için uygun değildir.
Sanat, kültür, tiyatro
  • Her şeyi ağırlaştırmayın, empatiyi teşvik edin ve hayal gücünü, sanatı, kültürü ve mizahı kullanın. Örneğin, Najib Amhali ve Ali B.
Bilgiyi artırın: daha fazla araştırma yapın 
  • Devletin dini profillemesinin istenmeyen etkilerini araştırın
  • Müslüman nefretini kimin desteklediğini araştırın.
  • Müslümanlar da dahil olmak üzere dini grupların topluma sosyal ve ekonomik katkısının ne olduğunu araştırarak netleştirin.
  • Müslüman ayrımcılığının nedenleri vardır. Araştırmalar, artan Müslüman ayrımcılığının nedenlerini, bunda kimlerin rol oynadığını ve bunun nasıl önlenebileceğini ortaya çıkarabilir.
  • İslam fobisinin ve Müslüman ayrımcılığının kimliğini korumayı seçen gençler üzerindeki sonuçları ve bunun topluma katılımı ne ölçüde engellediği araştırılmalıdır.
  • Gizemli misafirleri içeren daha fazla araştırma yapın veya aynı kişiyi bir Müslüman ve bir Müslüman olmayan olarak başvurarak yapın. Bu, sorunun nerede olduğunu netleştirir.
  • Doğruluk kontrolü yapın. Bazı siyasetçiler ve medyaya gerçeklerle daha çok mücadele edilmelidir.
Karşı radikalleşme: En büyük İslamofoblar aşırılık yanlılarıdır 
  • Müslümanlar olarak İslamcılığa, cihatçılığa dikkat etmeye devam etmeliyiz. Son grupların en mahvolanı biziz. Hepimizin düşmanı onlar. Bu tür bir aşırılık, daha büyük gruba karşı nefret uyandırabilir.
Konunun yabancı bir ülke / menşe ülke veya yabancı politikacılar tarafından ele geçirilmesine izin vermeyin
  • Müslümanlar olarak, Körfez ülkeleri gibi İslamofobiyi kendi siyasi amaçları için gasp eden ve kullanan yabancı hükümetlere veya savunma gruplarına karşı tetikte olmalıyız. Bundan uzak durmalıyız. Topluluklar olarak, örneğin camilerin finansmanı konusunda eleştirel bir bakış açısına sahip olmalı ve şeffaf olmalıyız.
  • Fas ve Türkiye gibi ülkeler diasporalarını kontrol altında tutuyorlar ve bunun tersine, diaspora bazen Hollanda’da bu ülkelerin (İslami) rejimleriyle ve politikalarıyla kasıtsız olarak ilişkilendiriliyor. Bundan ayrılabilmeliyiz. Bu nedenle Hollanda, istenmeyen bir durum olması halinde Hollandalıların ikinci vatandaşlıklarından vazgeçmelerine izin vermeleri için Türkiye ve Fas gibi ülkelere baskı uygulamalıdır.
4. Rapor edin ve kayıt olun
Raporlamayı teşvik edin 
  • Ayrımcılığın bildirilmesi, sorunun ölçeğinin bir resmini elde etmek için önemlidir. Ayrıca Müslüman nefretini normalleştirmemeliyiz. Bu nedenle olayları bildirmek için birbirimizi teşvik etmeliyiz
  • Müslüman ayrımcılığını bildirme eşiği düşürülmeli ve okulda, işyerinde veya belediyede bu tür sorunları ciddiye alan ve bunu bildirmek için yeterince güvende hissettiğiniz bir kişi bulunmalıdır.
  • Bilgi uçuranları koruyun. Şimdi, örneğin hükümette ve iş dünyasında suistimaller duyurulmuyor çünkü ihbarcılar kendilerini güvende hissetmiyor.
Polis Müslüman ayrımcılığını ciddiye almalı
  • Polis, Müslüman ayrımcılığını ayrı olarak yeniden kaydetmelidir. Ancak bu tek başına yeterli değildir. Ne yazık ki, sorun çoğu zaman insanların suçu bildirmekten çekinmemesi gerçeğinde yatmaktadır çünkü polis bunu ciddiye almamaktadır. Bu nedenle bir kültür değişikliği gerçekleşmelidir.
  • Polis teşkilatı içinde etnik profilleme de daha kesin olarak reddedilmelidir.
5 Mevzuat ve uygulama
  • Ayrımcı yasa tasarıları, anayasaya karşı bir hakim tarafından test edilebilmelidir. Bu aynı zamanda parti programları ve seçim programlarındaki ayrımcı öneriler için de geçerlidir.
  • Politikacılar için diğer vatandaşlarla aynı yasalar geçerli olmalıdır
  • Sosyal medyada ayrımcı siyasetçilere isim verme ve aşağılama
  • Politikacılar için, politikacıların anti-Semitik, ırkçı veya Müslüman karşıtı açıklamalarda bulunmalarına izin verilmediğini açıkça ortaya koyan bir davranış kuralları olmalıdır.
  • Facebook, Instagram vb. Platformlar aşırı ifadeleri kaldırmalıdır. İnternette potansiyel olarak suç oluşturan ifadeleri arayan ve ardından bu kişileri yargılayan bir Gerçek Zamanlı İstihbarat Merkezi oluşturun. “
  • Sosyal medya kullanıcılarına üçüncü taraf tepkilerini (yorumları) ılımlı hale getirmek için itirazda bulunun.
Eşit muamele: 
  • İslam’ın bir din değil, bir ideoloji olduğu hikâyesine karşı daha fazla tavır almalıyız. İslam bir dindir ve Müslümanlar diğer dini gruplarla aynı haklara sahiptir.
  • Herkes Hollanda’nın özgür bir ülke olduğunu ve herkesin olmak istediği kişi olabileceğini haykırıyor, ancak İslam hakkında konuştuğumuzda bu sona erecek gibi görünüyor! Sonra birdenbire giyim veya ne söyleyebileceğinizle ilgili her türden kural ortaya çıktı. ‘Özgürlük’ kelimesini garanti edemezseniz ikiyüzlü davranışı durdurun. Müslümanların diğer Hollandalılarla aynı şekilde görülüp muamele görmesini isterim.
Küfürü yasaklamak mı yoksa yasaklamak mı? 
  • İfade özgürlüğü harika bir şey, ancak nefret söylemine ve şiddete teşvik edilmesine izin verilmiyor. Birine ve / veya birkaç kişiye / millete kökeni veya dini nedeniyle hakarete uğradığında da çok daha eleştirel bakmak gerekir. İnanç nedeniyle hakaret etmek ifade özgürlüğü değildir.
  • Medya aracılığıyla İslam’ı damgalamak ve kışkırtmak yasaklanmalıdır. Bu ifade özgürlüğünün dışında. İslam’ı ve peygamberi sevmeyebilirsiniz ama peygambere azarlarsanız bunun milyonlarca insanı etkileyeceğini biliyorsunuz. Bu, kaosa, nefrete ve yıkıma ve muhtemelen birçok sosyal hasara neden olan isyanlara yol açabilir. Bundan kaçınılmalıdır.
  • Dayanıklılığımıza yatırım yapmalı ve hemen şikayet etmemeli veya bildirimde bulunmamalıyız. İslam adına çok güzel şeyler oluyor ama maalesef bir çok kötü şeyler de oluyor. Bu nedenle İslam hakkında şiddetli tartışmalar çok kültürlü, aşındırıcı bir topluma aittir. Hollanda toplumunun çoğunluğu (% 95) Müslüman değil, İslam’a katılmıyor ve tüm fikirlerin ve inançların alay edilmesi gerektiği fikriyle büyümüştür. Eğer gücenmiş hissedersen, ısır, şaka yap ya da kaymasına izin ver.
Cezalandırmak 
  • Savcılık, Müslüman ayrımcılığını daha ciddiye almalıdır. Günümüzde Müslüman ayrımcılığı davası nadiren mahkemeye çıkıyor. Bu aynı zamanda diğer ayrımcılık türleri için de geçerlidir.
  • İnançları nedeniyle insanları reddeden işverenler cezalandırılmalı ve devlet sözleşmesi alamazlar
Damgalayan şirketlerin ve medyanın isimlendirilmesi ve utandırılması (Müslümanlar) 
  • Cezadan daha önemlisi, önce ayrımcı kişiyle konuşun ve insanlık dışı yorumunun yaptığı zararı gösterin. Kişi yine de davranışını değiştirmeyi veya özür dilemeyi reddediyorsa, bu polisin sorunudur (görevlerine hazır olmaları şartıyla).
 ****************************************
Wat te doen tegen moslimhaat en moslimdiscriminatie?
De suggesties van 225 respondenten
Wat kan er gedaan worden om moslimhaat en moslimdiscriminatie tegen te gaan? Dit was een van de vragen in een verkennende peiling die in januari was uitgezet. In totaal gaven 225 respondenten een antwoord op deze open vraag. Het leverde 20 A4’tjes aan interessante suggesties op. In dit artikel geeft Ewoud Butter, geclusterd, een samenvatting van deze suggesties.
De verkennende peiling was uitgezet in opdracht van het Collectief tegen Islamofobie en Discriminatie en Emcemo. Ruim 600 respondenten namen deel. Er werd gevraagd naar ervaringen met moslimdiscriminatie en naar mogelijke interventies die tegen moslimdiscriminatie genomen zouden kunnen worden.
In de peiling werden aan de respondenten enkele maatregelen voorgelegd die afkomstig waren uit het vorig jaar gepubliceerde Manifest tegen Islamofobie.  Daarnaast kwamen enkele punten uit verkiezingsprogramma’s. Een ruime meerderheid van de respondenten gaf aan belang te hechten aan:
  • meer aandacht voor extreemrechtse radicalisering,
  • toetsing van wetsvoorstellen aan de grondwet door de rechter,
  • meer onderzoek,
  • registratie van moslimdiscriminatie door de politie,
  • campagne voor meldingsbereidheid,
  • een nationaal actieplan,
  • een nationaal coördinator aanstellen.
Een kleinere meerderheid was voorstander van de afschaffing van het boerkaverbod en extra geld voor de beveiliging van moskeeën.
Daarnaast vroegen we de respondenten of ze nog aanvullende ideeën voor maatregelen hadden. Hierop antwoordden 225 respondenten, voornamelijk moslims, met concrete suggesties. Het is een rijke lijst aan ideeën geworden, die inspirerend kunnen zijn voor beleidsmakers en voor organisaties die (moslim)discriminatie willen tegengaan. Ik geef de suggesties hieronder geclusterd, zoveel mogelijk letterlijk en zonder commentaar weer. Ik doe dus ook geen uitspraken over de wenselijkheid of de haalbaarheid van afzonderlijke voorstellen. Soms wordt uit de antwoorden duidelijk dat respondenten (totaal) verschillend over een aanbeveling denken.
1.Algemeen beleid of specifiek beleid gericht op moslimdiscriminatie?
Focus niet op moslimdiscriminatie
  • Aandacht voor alle vormen van discriminatie is goed, maar focus niet op 1 vorm van discriminatie, maar bevorder solidariteit. Het is goed te beseffen dat alle ‘groepen’ zowel slachtoffer als dader kunnen zijn van discriminatie en uitsluiting.
  • Richt je vooral op het discriminatie gedeelte in de term. Zowel antisemitisme als moslimdiscriminatie zou in het publieke discours onder de grote noemer van discriminatie en racisme geschaard moeten worden. Zo kun je mensen duidelijk maken dat het hier over medemensen gaat en geen gezichtsloze groep die de wereld bestuurt of i.d.
  • Geen apart meldpunt moslimdiscriminatie (wildgroei), maar gebruik maken van discriminatie.nl.
Geef wel specifieke aandacht aan moslimdiscriminatie 
  • Specifieke aandacht voor moslimdiscriminatie is nodig. Het is een vorm van uitsluiting die door veel moslims wordt ervaren. Daarnaast is het een geïnstitutionaliseerde vorm van discriminatie. Kijk bijvoorbeeld naar de aanwezigheid in de Tweede Kamer van partijen als de PVV, Forum en SGP die moslims rechten willen ontzeggen. Maar kijk ook naar wetsvoorstellen als het boerkaverbod of Pocob dat in de praktijk alleen op moslims is gericht.
  • Moslimhaat/discriminatie moet net zo bestraft worden als dat (terecht!) het geval is bij antisemitisme.
2. Beleid: geef het goede voorbeeld
Voer inclusief beleid
  • Straal als overheid uit dat de islam een onderdeel van de Nederlandse samenleving is geworden. Dit is geen punt van debat meer, dit is met 1 miljoen Nederlandse moslims een gegeven.
  • Stimuleer inclusief taalgebruik door overheden.
  • De premier moet op een positieve manier aandacht besteden aan belangrijke feestdagen van alle minderheden, dus ook moslims.
  • Werk als overheid samen met islamitische organisaties, waaronder moskeeën.
  • Een verplichte inburgeringscursus en participatieverklaring voor iedereen ongeacht van ras en geboorte plaats. Zo niet, dan de discriminerende en racistische participatieverklaring voor niet-witte burgers afschaffen.
  • Maak van een aantal feestdagen van de islam nationale feestdagen.
Stop met anti-moslimbeleid 
  • Stop als overheid met het anti-moslimbeleid dat moslims beperkt in hun grondwettelijke vrijheid, uitsluit of stigmatiseert. De overheid is zelf aanjager geweest van moslimdiscriminatie met bijvoorbeeld de hetze tegen het Cornelius Haga Lyceum, het verbod op buitenlandse financiering van moskeeën, het willen aanpakken van weekendscholen, het boerkaverbod etc.
3.Voorkomen van moslimdiscriminatie
Diversiteitsbeleid/ bevorder representatie van moslims
  • Het is tijd voor meer moslims in de politiek
  • Meer zichtbare moslims in de media.
  • Meer diversiteit in het lerarenkorps.
  • Meer diversiteit, waaronder moslims, in de top van het bedrijfsleven
  • Meer vrouwen met hoofddoek bij de politie, op tv etc..”
  • Veel vaker de stem van de slachtoffers laten horen. Zij moeten ook aan tafel kunnen zitten waar de besluiten genomen worden en hun perspectief weergeven. Vooral moslimvrouwen, aangezien ze heel vaak het eerste mikpunt van discriminatie zijn.
  • Vraag in de media niet alleen de ‘liberale’ of de ‘seculiere’ moslim als gast, maar ook de ‘orthodoxe moslim’
  • Benadruk dat moslims niet allemaal ‘conservatief’ en ‘anders’ zijn. Dat vergroot ‘wij-zij’ denken. Geef meer aandacht en steun voor de minder orthodoxe moslims.
  • Presenteer andere verhalen over moslims.  Meer persoonlijke portretten die zowel overeenkomsten als eventueel specifieke eigenheid van moslims laten zien aan de hand waarvan je leert dat mensen allemaal met dezelfde levensvraagstukken en zorgen kampen, veelal dezelfde waarden koesteren, doch deels andere normen leidend vinden om naleving van die waarden te waarborgen. De-exceptionaliseren van moslims als ‘de ander’, verhalen waarin islam als een achtergrond aanwezigheid is, niet voorop staat/ geproblematiseerd wordt.
  • Benadruk de diversiteit onder moslims. We verschillen in opvattingen, gebruiken, gewoonten, herkomst, leefstijl en religieuze interpretaties. We zijn net mensen. En bovendien: ‘moslim’ is maar een van de vele identiteiten die we rijk zijn. Voor de een is dit wat belangrijker dan voor de ander.
Ga moslimdiscriminatie in het onderwijs en met educatie en training tegen
  • Meer aandacht voor moslimdiscriminatie op basisscholen, middelbare scholen, pabo’s en lerarenopleidingen
  • Meer aandacht voor inclusiviteit (inclusieve didactiek en pedagogiek) in het onderwijs en op lerarenopleidingen. Burgerschap en maatschappijleer van 4 t/m 18 jaar verplicht onderdeel – gegeven door bevoegde docenten
  • In het onderwijs zou verankerd moeten worden dat islam onderdeel is van Nederland. Het gebrek aan kennis over de lange geschiedenis van de islam in Europa draagt bij aan de xenofobe houding.
  • Levensbeschouwing (van alle religies en levensovertuigingen) moet een verplicht vak worden zodat er meer wederzijds begrip komt.
  • Kijk kritisch naar alle vormen van stigmatiserend lesmateriaal, waaronder lesmateriaal dat stigmatiserend voor moslims is
  • Behandel (moslim)discriminatie als pesten. Pesten kan schadelijk zijn. Zorg voor een veilig klimaat waarin pesten niet wordt geaccepteerd.
  • Meer investeren in inclusief onderwijs om het wij-gevoel te versterken (VO-MBO- HBO)
  • Introduceer een toolkit binnen het onderwijs en bedrijfsleven wat jongeren/werknemers/gevers laat zien wat moslimdiscriminatie is en hoe ze dit direct moeten bestrijden.
  • Creëer bewustwording op scholen, bedrijven en gemeenten creëren door middel van diverse lezingen, dialogen, e-learnings en vast beleid.
  • Moslimdiscriminatie is een vorm van uitsluiting waar de meeste mensen in machtsposities geen feeling (meer) mee hebben of zelfs ronduit wantrouwend tegenover staan. Culturele sensitiviteit is belangrijk, maar ook religieuze sensitiviteit in het algemeen en in het bijzonder jegens de islam.
  • Laat volwassenen via trainingen bewust worden van de impact die discriminatie op grond van je geloof kan hebben.
  • Er moet meer aandacht komen voor institutioneel racisme en islamofobie binnen werkomgeving. Denk aan voorlichten en trainen van ondernemers, HR personeel en personeel op diverse werkgebieden.
Anoniem solliciteren en quota
  • Arbeidsparticipatie van moslims bevorderen door anonieme sollicitaties.
  • Er zou een quota moeten gelden net zoals een aantal jaren is afgesproken voor het bevorderen van vrouwen in topposities.
Meer aandacht voor stigmatisering en representatie van moslims in de media
  • Betrek de media bij de bestrijding van moslimhaat en discriminatie
  • Werk aan bewustzijn in ‘politiek’ en mainstream-media betreffende taalgebruik en ‘framing’; bijvoorbeeld bij gebruik van begrippen als moslimterroristen;
  • Let op gebruik van beeldmateriaal. Maak minder gebruik van stereotiep beeldmateriaal, zet bij een tekst over moslims niet steeds een foto van een moslima in burka
  • Stop met het associëren van de islam in de media met negatieve zaken wanneer dat niet relevant is. ‘De islam’ is meestal niet verantwoordelijk, maar wel individuen of groepen die de islam kapen voor hun destructieve agenda.
  • Stop in de media met het koppelen van islam aan een nationaliteit. Cultuur en godsdienst zijn 2 verschillende zaken.
Nieuwe (eigen) instituten 
  • Er zijn sterke belangenorganisaties die antisemitisme, homofobie en seksisme agenderen. Wij hebben deze professionele organisaties nog niet. Laten we er met zijn allen voor zorgen dat dit er wel komt door bijvoorbeeld een organisatie als Meld Islamofobie te sponsoren zodat ze onafhankelijk kunnen (blijven) opereren.
  • Moslims moeten een eigen omroep krijgen waarmee ze hun stem kunnen laten horen.
Wees interesectioneel. Pak ook discriminatie in eigen kring aan
  • We kunnen als moslims geloofwaardiger stelling nemen tegen moslimdiscriminatie wanneer we duidelijker stelling nemen tegen discriminatie in eigen kring van bijvoorbeeld vrouwen, zwarte mensen, niet-gelovigen, ex-gelovigen of anders – gelovigen.
  • Ter aanvulling en illustratie: ik ben gediscrimineerd door moslims toen ik nog geen moslim was, toen door niet-moslims omdat ik moslim was geworden en vervolgens door andere moslims omdat ik toch nooit een echte moslim zou worden. Ik ervaar het allemaal als discriminatie.
  • We moeten zelf intersectioneler worden en moeten bijvoorbeeld kritischer kijken naar onze eigen organisaties. 95% van de organisaties is langs ethische lijnen georganiseerd en vrouwen doen vrijwel niet mee op bestuursniveau. Dat moet veranderen.
  • We moeten veel meer een podium geven aan vrouwenorganisaties als Al Nisa, S.P.E.A.K. en Meld Islamofobie en aan organisaties als Maruf.
Inzetten van influencers 
  • Zoek niet alleen moslims, maar ook niet-moslims (BN’ers) die zich willen uitspreken tegen moslimhaat.
  • Politici, media en BN’ers hebben een voorbeeldrol. Het zou enorm helpen wanneer veel explicieter stelling nemen tegen discriminatie en racisme (welke vorm dan ook).
Meer voorlichting over de islam aan niet moslims en moslims 
  • Belangrijk is dat er duidelijk vanuit de moslimgemeenschap initiatief wordt getoond om andere burgers in dit land te onderwijzen over de islam en discriminatie.
  • Onbekend maakt onbemind en ook moslims moeten meer kennis opdoen over hun eigen religie
  • Zet (jeugd)imams in om (hang) jongeren te onderwijzen over de islam
Dialoog 
  • We moeten mensen veel meer met elkaar in contact brengen. Dan zal ontdekt worden dat er niet veel verschil is. We zijn allemaal mens en wensen ook menselijk te worden behandeld.
  • Focus op verminderde segregatie en kansenongelijkheid, waardoor verschillende populatiegroepen met elkaar in contact komen. Onderzoek wijst uit dat niet-moslim jongeren met moslim vrienden minder stigmatiserende denkbeelden hebben.
  • Organiseer uitwisseling, bijvoorbeeld door moskeebezoeken.
  • Ga op interactieve manieren bruggen bouwen tussen diverse gemeenschappen; laat zien dat de ‘ander’ helemaal niet zo eng is
  • Stel budget beschikbaar voor multiculturele, informele ontmoetingsgelegenheden.
  • Ontmoedig segregatie. Dat begint al in het onderwijs: bijzonder religieus onderwijs mag, maar het is niet gunstig voor ontmoeting, wederzijds begrip en dergelijke.
Kunst, cultuur, theater
  • Maak niet alles zwaar, maar stimuleer empathie en maak gebruik van verbeelding, kunst, cultuur en humor. Werk bijvoorbeeld samen met Najib Amhali en Ali B.
Vergroot kennis: doe meer onderzoek 
  • Doe onderzoek naar ongewenste effecten van religieuze profilering door de overheid
  • Onderzoek wie de moslimhaat sponsort.
  • Maak door onderzoek duidelijk wat de maatschappelijke en economische bijdrage van religieuze groepen, waaronder moslims, aan de samenleving is.
  • Moslimdiscriminatie heeft oorzaken. Onderzoek kan uitwijzen wat de oorzaken van groeiende moslimdiscriminatie zijn, wie daarbij een rol spelen en hoe het voorkomen kan worden.
  • Er moet onderzoek gedaan worden naar de gevolgen van islamfobie en moslimdiscriminatie op de jeugd die ervoor kiezen om hun identiteit te behouden en in hoeverre dit de participatie binnen de samenleving belemmert.
  • Doe meer onderzoek waarbij gebruik wordt gemaakt van mystery guests of waarbij een zelfde persoon als moslim en als niet-moslim solliciteert. Dat maakt duidelijk waar het probleem ligt.
  • Doe aan factchecking. Sommige politici en media moeten meer met feiten bestreden worden.
Ga radicalisering tegen: de grootste islamofoben zijn de extremisten 
  • Als moslims moeten we blijven letten op islamisme, jihadisme. We zijn zelf het meest de pineut van laatstgenoemde groepen. Het zijn vijanden van ons allen. Dit soort extremisme kan afkeer opwekken voor de grotere groep.
Laat het onderwerp niet kapen door het buitenland / herkomstland of buitenlandse politici
  • Als moslims moeten we alert zijn op buitenlandse overheden of belangenorganisaties die islamofobie kapen en gebruiken voor hun eigen politieke doelen, zoals de golfstaten. Daar moeten we verre van blijven. We moeten als gemeenschappen zelf ook kritisch kijken en transparant zijn over bijvoorbeeld de financiering van moskeeën.
  • Landen als Marokko en Turkije houden grip op hun diaspora en omgekeerd wordt de diaspora daardoor in Nederland soms ongewild geassocieerd met de (islamitische) regimes van deze landen en hun beleid. We moeten de mogelijkheid hebben daar afstand van te doen. Nederland moet daarom druk op landen als Turkije en Marokko uitoefenen dat Nederlanders afstand kunnen doen van hun tweede nationaliteit als deze ongewenst is.
4. Melden en registreren
Bevorder het melden 
  • Het melden van discriminatie is belangrijk om een beeld te krijgen van de omvang van het probleem. Daarnaast moeten we moslimhaat niet normaliseren. We moeten elkaar daarom aanmoedigen incidenten te melden
  • De drempel om moslimdiscriminatie te melden moet omlaag en er moet een persoon op school, de werkvloer of de gemeente beschikbaar zijn die dit soort onderwerpen serieus neemt en waar je je veilig genoeg bij voelt om het te melden.
  • Bescherm klokkenluiders. Nu komen misstanden, bijvoorbeeld bij de overheid en in het bedrijfsleven niet naar buiten, omdat klokkenluiders zich niet veilig voelen.
Politie moet moslimdiscriminatie serieus nemen
  • De politie moet moslimdiscriminatie weer apart gaan registreren. Maar dat alleen is niet voldoende. Het probleem ligt helaas ook vaak bij het feit dat men zich niet fijn voelt om aangifte te doen omdat de politie het niet serieus neemt. Daarom moet een cultuurverandering plaats vinden.
  • Binnen de politieorganisatie moet ook etnisch profileren nadrukkelijker worden afgewezen.
5.Wetgeving en handhaving
  • Discriminerende wetsvoorstellen moeten door een rechter aan de grondwet getoetst kunnen worden. Dat geldt ook voor discriminerende voorstellen in partijprogramma’s en verkiezingsprogramma’s.
  • Voor politici moeten dezelfde wetten gelden als voor andere burgers
  • Naming and shaming van discriminerende politici op social media
  • Er moet een gedragscode komen voor politici waarin duidelijk wordt dat politici geen antisemitische, racistische of anti-moslim uitspraken mogen doen.
  • Platforms als Facebook, Instagram etc. moeten eerder extreme uitingen verwijderen. Roep een Real Time Intelligence Center in het leven dat internet afzoekt naar mogelijk strafbare uitlatingen en vervolgens die mensen vervolgen.”
  • Een appèl doen op sociale media gebruikers om zélf derden-reacties (comments) te modereren.
Gelijke behandeling: 
  • We moeten meer stelling nemen tegen het verhaal dat de islam een ideologie is en geen godsdienst. De islam is een godsdienst en moslims hebben dezelfde rechten als andere religieuze groepen
  • Iedereen roept maar dat Nederland een vrij land is en dat iedereen mag zijn wie hij/zij wil zijn, maar het lijkt alsof dit stopt als we het over de islam hebben! Dan zijn er opeens wel allemaal regels over kleding of over wat je mag zeggen. Stop met het hypocriete gedrag als je het woord ‘vrijheid’ niet kan waarborgen. Ik zou graag willen zien dat moslims op dezelfde manier worden gezien en behandeld als de rest van de Nederlanders.
Godslastering verbieden of niet? 
  • Vrijheid van meningsuiting is een groot goed, maar hatespeech, en aanzetten tot geweld mag niet. Ook moet er veel kritischer gekeken worden wanneer iemand en of meerdere personen/volken worden beledigd vanwege hun herkomst of geloofsovertuiging. Beledigen vanwege het geloof is geen vrijheid van meningsuiting.
  • Stigmatiseren en provoceren van de islam dient verboden te worden via de media. Dit valt buiten de vrijheid van meningsuiting. Je mag de islam en de profeet niks vinden, maar als je de profeet uitscheldt weet dat je hierdoor miljoenen mensen raakt. Dit kan leiden tot chaos, haat en verderf en eventueel rellen met veel maatschappelijke schade. Dat moet voorkomen worden.
  • We moeten investeren in onze weerbaarheid en niet meteen gaan klagen of melden. Er gebeurt veel moois uit naam van de islam, maar helaas ook veel naars. Stevige discussies over de islam horen daarom thuis in een multiculturele, schurende samenleving. Het grootste deel (95%) van de Nederlandse samenleving is geen moslim, vindt de islam niets en is opgegroeid met het idee dat alle ideeën en geloven bespot moeten kunnen worden. Voel je je beledigd, bijt dan van je af, maak een grap of laat het van je afglijden.
Straffen 
  • Het Openbaar Ministerie moet moslimdiscriminatie serieuzer gaan oppakken. Nu komt zelden een geval van moslimdiscriminatie voor de rechter. Dat geldt ook voor andere vormen van discriminatie.
  • Werkgevers die mensen afwijzen op hun geloofsovertuiging moeten gestraft worden en kunnen geen overheidsopdrachten ontvangen
Naming and shaming van bedrijven en media die (moslims) stigmatiseren 
  • Nog belangrijker dan straffen: ga eerst het gesprek aan met de persoon die discrimineert en laat zien wat voor schade zijn/haar dehumaniserende opmerking aanricht. Weigert de persoon alsnog zijn gedrag aan te passen of excuses aan te bieden, dan is het een zaak voor de politie (mits die op haar taken is voorbereid).

 

 

HOLLANDA’DA GÖNÜLLERDE TAHT KURAN BİR TÜRK: FİKRET BARIŞ

HOLLANDA’DA GÖNÜLLERDE TAHT KURAN BİR TÜRK: FİKRET BARIŞ

HOLLANDA’DA GÖNÜLLERDE TAHT KURAN BİR TÜRK:FİKRET BARIŞ

Hollandalı fotoğrafçı bayan Nilla Berretty-Van Loenen, otoyolu kenarında her gün gördüğü küçük çiftlik evini merak etti ve girdi.

Güvercinleri, tavukları ve bitkileri ile yaşayan konuksever bir Türk ile karşılaştı. 62 yaşındaki Fikret Barış için ‘Güvercin sütü üreticisi’ başlıklı yazı ve fotoğrafları iki sayfa halinde yayınlandı.

İlhan KARAÇAY

Hollanda’nın ‘de Volkskrant’ gazetesi, 7 fotoğraflı (digital haberde 10 fotoğraf) bir küçük çiftlik evi haberini iki sayfa halinde yayınlayınca, 62 yaşındaki Türk Fikret Barış, milyonlaca Hollandalı’nın kalbinde taht kurdu.
Ülkenin ünlü fotoğrafçılarından bayan Nilla Berretty-Van Loenen, sık sık geçiş yaptığı A50 otobanı kenarında gözüne çarpan küçük çiftlik evini hep merak etti. Bir gün, ani bir dönüş yaparak bu çiftlik evine girdi. O’nu elinde çaydanlığı ile Fikret Barış adlı 62 yaşında bir Türk karşıladı.
Çayını içerken kendisine ikram edilenleri de iştahla yiyen fotoğrafçı Nilla, Barış’ın ne kadar konuksever olduğunu hemen anlamış.

Fikret Barış, Akdeniz bölgesinde Antep Fıstığı ile ünlü bir yerde yaşamış. Tabii güzelliklerden kopup Hollanda’ya gelince, geride bıraktığı güzel manzaraları özler olmuş.
20 yaşında geldiği Hollanda’da üniversite okuyup mutlu bir yaşam sürdürmeyi planlayan Barış, amacına ulaşamamış ve önce bir dökümhanede, sonra da bir inşaat malzemeleri satan dükkânda çalışmış.

Son yıllarda bir pazar yerinde Türk yiyecekleri satmaya başlayan Barış, memeleketindeki manzaraya hasret kaldığı günlerden birinde, otoban kenarındaki bir tabelada ‘satılık’ ilanı görmüş. Verilen telefon numarasını aradıktan sonra gerçekleşen buluşmada 2.100 metrekare olan yeri satın almış.

Kendi zevkine göre düzenlediği bu küçük çiftlikte güvercin beslemeye başlayan Barış, güvercinlerini eğitmiş ve taklalar attırdığı gibi, postacılık da yaptırmış. Hindi beslemeyi de unutmamşış Fikret Barış. Tavuklarından elde ettiği yumurtalar ile de çeşitli beceriler yapan Barış, kendisini ziyarete gelenlere de cömertçe davranmış.

Fotoğrafçı Nilla’nın çektiği resimler ve anlattıklarını, bir başka bayan gazeteci Maryon Bolwijn kaleme alınca, Fikret Barış Hollanda gündeminde geniş yer aldı ve kalplerde taht kurdu.
Fikret Barış’ın gönüllerde taht kurduğu hükmene, dijital yayından sonraki reaksiyonlara bakarak vardım.

Fikret Barış’ın bu ilginç yaşamını iki sayfa olarak yayınlayan ‘de Volkskrant’ gazetesi, Hollanda’nın ikinci büyük gazetesidir.