HOLLANDA’DA YENİ BİR BİLİMKURGU:TÜRK KIZI KİTAP YAZDI, HAYATI ZEHİR OLDU

HOLLANDA’DA YENİ BİR BİLİMKURGU:TÜRK KIZI KİTAP YAZDI, HAYATI ZEHİR OLDU

*Ailesine ‘roman yazıyorum’ dedi ama laf furyası ile ailesini   yerden  yere vurdu…

*23 yaşındaki Lale Gül, Türk ve islam geleneklerini sertçe   eleştiren  kitabının yayınlanmasından sonra evinden çıkamaz   oldu.

*Televizyonlarda ve gazetelerde günün konusu olan genç kız,         babası için ‘döllendiren’ annesi için de ‘irinli hamam böceği ve   faşist islam despotu’ yakıştırmasını yaptı.

*Din ve geleneklerine bağlı olan Türk kesiminden ölüm tehditleri   alan genç kız ‘yazarlığa tövbe’ dedi ama gelen cazip teklifler de   kafasını karıştırıyor.

İlhan KARAÇAY yazdı:

Bir Pazar gününüzü zehir etmek istemiyordum ama, Hollanda’da nelerin yaşandığını güncel olarak bilme hakkınız olduğu için bekletemedim. Ama söz, sizlere yarın iç açıcı bir yazı servis edeceğim. Yazının başlığını şimdiden müjdeleyim: Türkler Avrupalı mı?
Şimdi dönelim bugünkü konumuza…
Hollanda’da yeni bir ‘scienne fiction’ bilimkurgu filmi dönmeye başladı. Bu fimin başrol oyuncusu bu kez 23 yaşında Lale Gül adlı bir genç kızımız.
Ailesine ‘Roman yazıyorum’ diyen, ama roman yerine kendi hayatını yazarken Türk ve islam geleneklerini yerden yere vuran genç kızımız, gerek ailesinden ve gerekse din ve geleneklerine bağlı olan Türk kesiminden gördüğü tepkiler ve tehditler üzerine, hayata küserek dışarı çıkamaz hale geldi.
Kendi ifadesiyle, çeşitli çevreler tarafından lanet okunan genç kız, ‘Beni yuvasına pisleyen’ olarak anıyorlar diye dert yanarken, kalemini bir kenara attığını ve artık yazmayacağını belirtti.
Lale Gül’ün bir ilk olan kitabının adı ‘Ik ga leven’, yani ‘Yaşayacağım’. Ama öyle görülüyor ki, kitabında kullandığı hiciv, taşlama ve laf salatası nedeniyle hayatını zindana soktu. Kitapta kullandığı yazı dili, kendi deyimi ile yapısı olmayan, sokak dili ile yazılmış kaotik bir hikâye. Ama buna rağmen, kitapçılara sipariş verme yarışında ilk 10’na girmeyi başarmış.
Bakınız Lale Gül Hollanda medyasında nasıl değerlendirildi:

Lale Gül, kitabının yayınlanmasından iki hafta sonra çok naif davrandığını ve budalalık yaptığını kabul etti. Amacı, kendini örnek göstererek, Amsterdam’da yaşayan bir genç kızın, aşırı islam toplumu içindeki boğuşmalı yaşamını anlatmaktı. Yazacaklarından ötürü evde zorluk çekeceğini hiç hesaba katmamıştı. Sonuçta anne ve babası kırık Hollandacaları ile bir şeyin farkına varmayacaklardı ve sonunda da, ‘Amaaan, kulaktan dolma sözlerle yazılmış bir roman’ diyecekti.
Ama bu düşünce ne yazık ki suya düştü. Kitabın yayınlanmasından iki hafta sonra çıktığı Televizyon programından sonra, Gül ailesinin telefonları kilitlenmişti. Aile bireyleri, tanıdıklar ve tanımadıkları hesap sormaya başlamışlardı. Kitap, Türk toplumu içinde utanç yaratıcıydı.
Lale anlatıyor: ‘Babam, titreyen elleri ile tuttuğu telefondan herkese cevap vermeye çalışıyordu. Zira ben kendilerine bir aşk hikâyesi yazdığımı söylemiştim. Ama babam her gelen telefondan anladıklarıyla, benim neler yazdığımı öğrenmişti. O sırada babam bana ‘Kızım, ne yaptın sen, aile yaşamımızı sokağa döktün.’ diye feryat etti.’
‘Yaşayacağım’ adlı kitapta başrolü oynarken laf salatası yaptığını unutmuştu. Evde müzik dinlemek, öpüşme sahnesi olan film seyretmek ebeveyler tarafından yasaklanmıştı. Makyaj, ziynet ve selfi fotoğraf çekmek yasaktı. Doğum günü kutlamak ve dışarı çıkmak yasaktı. Okul gezisine gitmek, tatile bir erkek aile bireyi olmadan gitmek yasaktı. Erkek arkadaş edinmek, hele hele sevgili edinmek kesinlikle yasaktı.
Ama başrol oyuncusu yasakların olmadığı bir yaşam istiyordu. Kitabında da soruyordu: ‘Ne yani, bir ev bitkisi olarak mı yaşayacaktım? Evleneceğim, gülme yoksunu, Kur’an yutmuş bir uyuşuk erkeği seçecek olan beni döllendirenler, yaşamam gereken seksüel ilişkinin nasıl olması gerektiğini de mi anlatacaklar? Bunun için mi yaşayacağım? Allah benim bu trajedime sevinecek mi?’
Lale Gül kitabında, annesi arasındaki geçimsizliği, bir erkek arkadaşıyla ilişkisi nedeniyle çektiği zorlukları anlatırken, babasından ‘Beni döllendiren’, annesinden de ‘irinli hamam böceği ve faşit islam despotu’ diye söz ediyor.
‘Amacım, zehirleyici dil kullanmak değildi’ diyor Lale Gül ve ekliyor: ‘Amacım, yaşadığım gerçekleri yazmak ve kararı okuyuculara bırakmaktı. Ama yazım sırasında ebeveynlerime kızdım ve kızgınlığımı okuyucuların da bilmesini istedim.’
Lale Gül’ün anne ve babası, 1990’lı yıllarda Hollanda’ya göç etmişlerdi. Amsterdam’ın bir mahallesinde ikamet ediyorlardı. Annesi, üç çocuğa bakan bir ev kadınıydı. Babası ise postacı ve tren temizliği işleri yapmıştı. Lale, o günleri şöyle anlatıyor: ‘Amsterdam’da ikamet ediyorlardı ama, geldikleri köyü hiç terk etmemiş gibiydiler. Türk televizyonlarını izliyorlar ve kendi geleneksel norm ve değerlerinden kopamıyorlardı. Benim kot pantolon giyinmemden bile rahatsız oluyorlardı. Ne de olsa komuşulardan çekiniyorlardı. Sofu müslüman olarak cennet ve cehenneme inanıyorlar. Çocuklarının ahirette cayır cayır yanmasını istemiyorlardı. Bu nedenle bize bazı kısıtlamalar koymuşlardı. Annem, benim günahlarımın kendisine kaydolacağına inanıyordu. Allah’ın ona, ‘Kızın şeytanın peşine takıldığı zaman sen ne yaptın’ diye soracağına inanıyordu.
Lale’ye göre, müslüman kızların çoğu aynı baskı ve kurallar içinde yaşıyordu. Ama çoğunluğun da bu baskı ve kurallara uymadığını görüyordu. ‘Amsterdam Üniversitesi’nde, yüksek eğitimli müslüman kızlar ile konuşurken, onların da evden dışarı çıkamadıklarını ve arkadaş edinemediklerini duyuyordum. Ama onlar bu duruma isyan etmiyorlardı. Okula geldikleri zaman başörtülerini çıkarıyorlar ve gizlice arkadaşları ile buluşuyorlardı. Ama toplum içinde bununla mücadeleden kaçınıyorlardı.’ diyor Lale.
Lale’nin bu konudaki serüveni Kur’an okulunda başlamıştı. (Gazete Kur’an okulunun bağlı olduğu kuruluşun adını yazmış ama ben bundan imtina ediyorum.)
6 yaşından 17 yaşına kadar her Cumartesi ve Pazar günleri, Kur’anı ezbere öğreniyordu. Öğrenciler islam norm ve değerleri çerçevesinde öğrenim görüyorlardı. Lale’nin tuhafına giden, kendi görüş ve düşüncelerinin ne olduğunun sorulmaması idi. Kaldı ki gittiği ilkokulda buna imkân veriliyordu. Ama hafta sonları buna şansı yoktu ve kendi düşüncelerini yutmak zorundaydı. Kur’an hocasına ‘Neden biz başımızı örtüyoruz ama erkeklere hiçbir kural yok’ diye sormuş. Aldığı cevap şu olmuş:’Bu soruyu senin kulağına şeytan üfürdü.’
Lale Gül kitabında, Batılı görüşler ile peygamber öğretisini barıştırmak istiyordu. Şöyle diyor Lale: ’16 yaşında iken YouTube’de solcu Türkler’in filmlerini izliyordum. Onlara göre dini kurallara körü körüne bağlanmak yerine, günün şartlarına göre hareket etmek mübahtır. O zaman memnun olmuştum ve bundan böyle kimlerle özdeşleşeceğimi öğrenmiştim.’
Lale şöyle devam ediyor: ‘Bir hafta sonra sınıfta, eşcinselliğin bir hastalık olduğunu söylediğim zaman doçentimiz çok kızmış ve bunun hipokrit (münafık-riyakâr) bir düşünce olduğunu, hipokritlerin de çoğu zaman ateistlerden (inançsızlardan) daha kötü olduklarını belirtmişti’
18’inci yaşından itibaren kendisinin ‘islamofoob’ (islam korkusu) olduğunu belirten Lale Gül şöyle diyor: ‘O zaman dini inancın, insan yaşamındaki etkisinden endişe duymaya başlamıştım. Eşcinsel veya feminist kadınların yaşayabileceği hiçbir islam ülkesi yoktur. Kadın imam veya bir eşcinselin camiye girmesi gibi, islamı modernleştirme girişimleri hep baltalanmıştır. Yayınlanan dini tekstlerdeki yorumlar, peygamber öğretisini zayıflatınca, Hollanda-Türk toplumu içindeki tutuculuk SGP ( Dini Parti) oryantallığına dönüşüyor.’
Lale Gül, kitap yazımından çok önce, 2019’da görüşlerini sosyal medyada duyurmaya başladığı zaman, sağ görüşlü twitter kullanıcıları tarafından baştacı edildi. Bir anda kendisini De Telegraaf yazarı Wierd Duk, Forum Demokrasi Partisi lideri Thierry Baudet ve TV programcısı Fidan Ekiz öğle yemeğine davet ettiler. Bu buluşmalardan çok memnun olmuştu. Zira bu cesur görüşlerini destekliyorlardı. Baudet, kendisini parti propagandası toplantılarına davet etti. Ama 23 yaşındaki Lale, bu davete icabet etmediği için de memnun oldu. ‘Öyle umut ediyordum ki Baudet, bu yapısal konulara değinecekti. Ama öyle olmadı.’ diyor Lale.
Lale Gül, kitabının yayınlanmasından sonra da ilgi odağı oldu. Kendi pozisyonunda olan pek çok genç kadından aldığı mektuplarda tavsiyeleri soruldu. Okuyucular da onun kültüre bakış açısını tebrik ettiler. O da bir yazar olan Franca Treur’den aldığı mektupta, aynı konulara değinilecek olan bir kitap yayınlayacağını öğrendi.
Lale, islam karşıtları tarafından takdir ediliyordu ama evdeki durum bambaşkaydı.
Kitabın yayınlanmasından iki hafta sonra katıldığı televizyon tartışma programından sonra, ‘verem ol’ tehditleri başladı. Kitapta adından bahsettiği (Açık ismi yazmıyorum) dini kuruluşun başkanının telefon ederek kendisini mahkmeye vereceğini belirten Lale, ‘Amcalarımdan biri evime geldi ve bana ‘pis fahişe kızı’ dedi ve ağzımdaki dişlerin hepsini kıracağını söyledi. Annem de bana, ‘Amcana hak vermeden edemeyeceğim. Zira sen yazdığın kitapla bunu hak ettin’ dedi.’
Lale, artık sokakta tanınıyor ve tehdit ediliyordu. Bunun için savcılığa şikâyette bulundu. Evden dışarı çıkamaz oldu. Babası da, komşuların hesap sormasından korktuğu için dışarı çıkamaz oldu. Kitabın yayınlanmasından sonra camiye de gitmez oldu. Ama, postacılık işi için yine de sokaklara çıkma mecburiyetinde kalıyordu..
Lale anlatıyor: ‘Babam mahallede mektup dağıtırken, kendisine ‘Senin kızın da ikinci Ebru Umar oldu. ( O da yazdıkları nedeniyle Türkiye’den Hollanda’ya sınır dışı edilmişti) Neden kızına engel olamadın?’ diye soruyorlar. Babam da onlara ‘Ne yapayım, boğazını mı keseyim, söyleyin’ diye cevap veriyor. Babam eve gelince, ‘İnsanlarımızın nasıl olduğunu biliyordun, bunu hesaba katamaz mıydın’ diye azarlamaya devam ediyor.’
Dışarıdan gelen tehditlere karşı babası, 20 yaşındaki erkek kardeşi ve 22 yaşındaki yeğeni tarafından korunduğunu belirten Lale ekliyor: ‘Kardeşim insanları uyarıyor. Kardeşim ‘kim kız kardeşime dokunursa benden çekeceği var’ diyor. Onun desteği olmasaydı şimdiye çoktan tokatlanmıştım.’
Lale, diğer aile fertlerinden de destek bekliyordu. Ama onlar kendisine sırtlarını çevirdiler. Bu da çok zoruna gidiyor ve ekliyor: ‘Bana yuva pisleten diyorlar. Ama ben kendi hayatım diye yazdım. Kendi hikâyemi anlatmak hakkım yok mu? Bunu tekrarlamaya devam edeceğim. Ama birbirimizi anlayamıyoruz.’
Lale, aynı zamanda kendisini suçlu buluyor ve devam ediyor: ‘Öncelikle, kötü bir düşüncem yoktu, Sadece hikâyemi dökmek istiyordum. Ama pratikte bu böyle olmadı. Ebeveynlerimin bu yüzden hastalandıklarını görüyorum. Annem iki haftadır yatakta kıvarıp duruyor. Annem kız kardeşime şöyle diyor.’Bana felç inerse veya kendimi öldürürsem, bu Lale’nin kabahatidir.’ Bu da kardeşimi çok üzüyor. Dün kardeşim bana, ‘Bunu bir daha yapmayacağına dair söz ver. Annemin başına bunların gelmesini istemiyorum’ diyerek ağlamaya başladı.’
‘Olanları Hollandalı arkadaşlarıma anlattığım zaman bana, ‘Bu olağan durum karşısında kendini suçlu bulma’ diyorlar. Ama ben bunların hepsini hesaba katmadan hareket ettim.’ diyen Lale’ye diğer aile fertleri sırt çevirmişti ama kendi anne ve babası sırt çevirmemişti. Lale şöyle devam ediyor: ‘Bu durum en çok anne ve babamı zor durumda bıraktı. Annem ve babam bana yine de teklifte bulundular ve şöyle dediler:’Öyle sanıyoruz ki, şimdi pişmanlık duyuyorsun. Kitabın için seni af ediyoruz. Ama bir daha hiçbir tartışma ortamına girmeyeceksin.’
Lale bu durumdan çok memnun olduğunu söylüyor ve şöyle diyor: ‘Yazdığım kitap ile görüşlerimi tüm dünyaya duyurdum. Hollanda, Türk toplumunun içinde bulunduğu durumu öğrenmiş oldular. Böylece amacıma ulaştım sayılır. Şimdi kepengi indirdim. Annem ve babam ile bağdaşmak için yazmaya ‘stop’ diyorum’
Ama bu alınması çok zor bir karardı. Bunu da şöyle yorumluyor Lale: ‘İçimi kemiren bir his var. Benim için iyi bir yetenek diyorlar. Geçen hafta çok sayıda telefon geldi. Aylık dergi Elle’ye yorum yazmam istendi. Katıldığım Televizyon programı için sürekli katılım teklifi geldi. Türkiye cumhurbaşkanı Erdoğan hakkında konuşmam istendi. Bu nedenle kariyerli ve kamuoyu oluşturan bir yazar olma rüyaları görüyorum. Ama bunları yapmamam lâzım. Böylece yarayı deşmekten başka bir şey yapmış olmam. Aksi takdirde, bir daha asla düzelmez.’
Yıllarca çırpındıktan sonra elde etmek istediği serbestliğe ulaşmıştı Lale.
‘Baş örtüsü kullanmaya mecburiyetim yok, makyaj yaparak da dolaşabilirim. Yaz gelince kumsalda da uzanabilirim. Türk-Hollandalı pek çok kadının bunları nasıl elde ettikleri hakkında çok şeyler okudum. Tiyatrocu Nazmiye Oral ve televşzyon yapımcısı Fidan Ekiz’in, evlerine Türk olmayan erkeklerle gittiklerini de okudum. Bu gelişmeler bana hep umut veriyor. Demek ki bir gün bana da bu yol açılabilir diye düşünüyorum hep.’ diyor.
Lale anlatmaya devam ediyor: ‘Biliyorum, Nazmiye ve Fidan bu konuda tabii ki birer istisnadır. Ben bir Hollandalı erkekle eve gidemem ve artık yayın da yapamam. Kendimi buna alıştırmaya çalışacağım. Bunlar ebeveynlerimin bana sunacakları en iyi toleranstır. Ben anne ve babam ile vedalaşmak istemiyorum. Erkek ve kız kardeşim ile gizlice anlaşmak da istemiyorum. Çocuklarım olduğu zaman, anne anne ve dede diyebilmelerini istiyorum.’
Son olarak şunu söyleyebiliriz: Lale, şimdilerde anne ve babasının bilgisi dışında son mülakatlarını yapıyor. 23 yaşındaki yazarın kariyeri başlamadan bitiyor. Üniversitedeki eğitimine devam edecek. İleride evleneceği ve mutlu bir evlilik süreceği bir Türk erkek bulacak. Çok ileride belki yine kalemi eline alacak ve yazacak. Ama bunu şimdi hiç düşünmeyecek. Romanının filme çekilmesi için ciddi teklifler alan Lale, bunun gerçekleşmesi halinde, başına gelecekleri şimdiden bildiği için, bu teklifi de geri çevirdi.
Kendisiyle yaptığım bu görüşme bir umutsuzluk görüşmesi miydi acaba?
Lale, gülerek cevap veriyor: ‘Sana başka bir hikâye anlatmak isterdim. Zira benim yaşamım bir masal değildir.’

           AYAAN HİRSİ ALİ VE EBRU UMAR

Lale Gül, yayınlamış olduğu kitap ile, islamı yeren yazarlar zincirine katılmış oldu.
Bu yazarlardan biri de Somalili Ayaan Hirsi Ali idi. 2004 yılında Theo van Gogh ile birlikte, islam karşıtı Submission filmini yapmıştı. Bu nedenle van Gogh öldürülmüş, Ayaan Hirsi Ali de, hayatından endişe edildiği için ABD’ye sürgüne gönderilmişti.
Ne ilginçtir ki, solcu görüşlerle sivrilen Ayaan Hirsi Ali, ABD’de konservatif (tutucu) görüşlü bir Düşünce Kuruluşu olan Hoover Instituut’te çalışıyor.
Ama Lale Gül, Hirsi Ali ile kıyaslanmasını da doğru bulmuyor ve ‘O bir şahane insandır. O benim ancak ustam olabilir’ diye övgü yağdırmayı da ihmal etmiyor.
EBRU UMAR
Babası patoloji doktoru, annesi göz doktoru olan Ebru Umar, 2004 yılında öldürülen Theo van Gogh ile birlikte çalıştı. Çeşitli gazetelere yazdığı yorumlarda, müslümanların ve Türkler’in gözüne battı. Tehditler aldığı için savcılığa başvuruda bulundu.
23 Nisan 2016 günü, Kuşadası’nda polis tarafından tutuklandı. Suçu, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’a hakaret suçuydu. Bu tutuklama iki ülke arasında siyasi krize yol açtı. Daha sonra Hollanda Dışişleri’nin baskısı sonucunda sınır dışı edildi.
Sevgili Okurlarım,
Bugünkü yazım iç açıcı değildi. Hoş, dünyanın neresine giderseniz gidin, göçmenler için yazılacaklar arasında bu gibi konular yer alır.
Kanada’ya, Yeni Zelanda ve Avustralya’ya göç etmiş olan Hollanda toplumları içinde de gelişmemişliklere rast gelebilirsiniz. Bu, göçün bir kaderidir. Burnumuzun dibindeki Paris yakınlarında koloni halinde yaşayan Hollandalılar içinde de bunlar yaşanmaktadır. Mesele, dışa açılamamak ve kendi içlerinde boğulma meselesidir.
Yarın sizlere iç açıcı bir yazı servis edeceğim.
Yazımın başlığı ‘Türkler Avrupalı mı?’
Hem de bir Hollandalı gazetecinin görüşleriyle…

 

İLHAN KARAÇAY BİR BİLİNMEYENİ AÇIKLIYOR: REMBRANDT ‘TÜRK PORTRESİ’ ÇİZMİŞ

İLHAN KARAÇAY BİR BİLİNMEYENİ AÇIKLIYOR: REMBRANDT ‘TÜRK PORTRESİ’ ÇİZMİŞ

İlhan KARAÇAY bir bilinmeyeni açıklıyor:

Mozart ve Beethoven’in Türk Marşı’nı bestelediklerini biliyoruz. Rembrandt da Türk Portresi çizmiş

*Osmanlı İmparatorluğu’nun korku saldığı yıllardan sonra,
Türk kıyafetleri giyerek ve Türk kahvesi içerek sempati
beslenilen yıllarda, Önce Mozart ve sonra Beethoven Türk
Marşı’nı bestelemişlerdi.

*Ünlü Hollandalı ressam Rembrandt da, o yıllarda Türkler’den etkilenmiş ve bir   Türk Portesi çizmişti.

Değerli Okurlarım,

‘Türkler Avrupa’ya uygun mu?’ başlıklı bir araştırma yazısı okurken, altında ‘De Turk’ resimaltı yazısı bulunan bir portre görünce donup kaldım.
‘Türk’ başlıklı bir portre karşısında neden donup kalacakmışım?
Donup kalmamın nedeni, bu portreyi, Hollanda’nın dünyaca ünlü ressamı Rembrandt’ın çizmiş olmasıdır.

55 yıldır yaşadığım Hollanda’da, bugüne kadar hiç duymadığım bu gerçeği araştırmak için girdiğim Google’da da konuyla ilgili Türkçe bir şey bulamadım. Google’de Hollandaca aradığım bu konu hakkında kısa da olsa birkaç satır bulabildim ama yeterli bilgi yoktu.

Okuduğum ‘Türkler Avrupa’ya uygun mu?’ başlıklı yazıda yayınlanan
‘De Turk’ adlı portrenin altında sadece şunlar yazılıydı:
‘Türkiye ile Avrupalılar arasındaki ilişkiler yüzyıllar öncesine dayanıyor. Ticaretin yanında kültür etkinlikleri de çok iyi durumdaydı. Avrupa ile savaşlar sona erdikten sonra, Avrupalılar Türkler’e sempati ile bakmaya başlamışlardı. Türk giysileri ve Türk kahvesi revaçtaydı. O sıralarda Wolfgang Amadeus Mozart, Osmanlı müziğinden esinlenerek ‘Rondo alla Turca’yı bestelemişti.
Daha sonra Beethoven de bu kervana katıldı ve ‘Türk Marşı’nı besteledi.
Tabii ki Rembrandt da bu kervana katılmaktan den geri kalmadı ve ‘De Turk’ portresini çizdi.’

Fotoğraflı olarak gördüğüm ve okuduğum bu ilginç gelişmeden sonra yaptığım araştırmada sadece şunu buldum:
‘Rembrandt’ın eserleri arasında, kendisine ait olmadığı iddia edilenler de var. Bunlardan ikisinin kendisine ait olmadığı kesin. Ama O’nun, ortak çalışma ile gerçekleştirdiği iddia edilen iki eser de var. Bu iki eserden biri de ‘De Turk’tür. Zira, Rembrandt bu eseri bir öğrencisi ile birlikte çizmiş.’

Varsın öyle olsun. Farzedelim ki Rembrandt bu eseri bir öğrencisi ile birlikte çizmiş olsun. Tabloları milyonlarca dolara satılan ve dünyanın en önemli müzelerinde sergilenen Rembrandt’ın eserleri arasında bir de ‘Türk Portresi’ olması gurur verici değil mi?

Rembrandt’ın (bir öğrenci ile ortaklaşa) çizdiği ‘De Turk’ portresi en son Washington’da sergilenmiş.
Takip edeceğim. Portre Avrupa’ya getirilir getirilmez öğreneceğim ve sizlere bilgi vereceğim.

MOZART ve BEETHOVEN

Rembrandt’ın ‘De Türk’ Portresinden söz ederken, Mozart ve Beethoven’in eserlerinden de söz edildi.
İsterseniz şimdi bu iki sanatçının o eserlerine ait haberlere de bir göz atalım:

Wolfgang Amadeus Mozart için Türklerin ayrı bir önemi vardır, Türkler için de Mozart’ın. Mozart Türklerle, müzik ve töreleriyle gençlik çağlarından başlayarak ilgilenmiştir.

Osmanlılar’ın Viyana’yı kuşatmaları sırasında ve sonrasında, Avrupalılar, özellikle de Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nun yurttaşları Türklerle yakın ilişkilere girmiştir. Kuşatma dağılıp Viyana kurtulunca, daha önce korkulan düşman artık merak konusu olmaya başlamıştır. Osmanlı giysileri hem erkekler hem de kadınlar arasında moda olmuş, Mozart’ın da tiryakisi olduğu Türk kahvesi Viyanalılar’ın yaşamına bir daha çıkmamak üzere girmiştir. Mehter takımının vurmalı ve üflemeli çalgıları da Avrupa askeri bandolarını etkilemiş, mehter müziğinden Mozart başta olmak üzere çok sayıda besteci yararlanmıştır.

Türklerle ilgili konular müzikli sahne oyunlarının en gözde malzemesi durumuna gelmiş ve bu gelişme 18. yüzyılda Avrupa’da “Türk Operası” akımını yaratmıştır. Bu akımın sayısı yüzü aşan örnekleri arasında en ölümsüz olanı ise Mozart’ın ‘Saraydan Kız Kaçırma” adlı eseri olmuştur.

Korsanlar tarafından kaçırılarak Osmanlı sarayına, ya da paşa konağına satılan bir Avrupalı genç kızın, vatanındaki sevgilisi tarafından bin türlü hile ve desiseye başvurularak kaçırılması temasını işleyen “Saraydan Kız Kaçırma” operası, Mozart’ın Türk müziği motiflerine ve harem hikâyelerine olan ilgisinin bir ürünüdür. Bu ünlü eser, Mozart’ın yeni yerleşik olduğuViyana’da kendisine duyulan hayranlığın artmasına, imparatorun gözüne girmesine ve Alman operasının İtalyan stilinin egemenliğinden bir ölçüde kurtulmasına yol açmıştır.

Mozart’ın Türk müziğinin ritmik, ezgisel ve tınısal özelliklerine duyduğu ilgi ve sevda sadece operalarla sınırlı kalmamıştır. Dünyanın “Türk Marşı” diye adlandırdığı ünlü eser, Mozart’ın en sevilen eserleri arasındaki yerini bu yüzyılımızda da korumaktadır.
“Türk Marşı” aslında K.V. 331 La major piyano sonatının “Alla Turca” başlıklı son rondo bölümüdür.

Beethoven ve Türk Marşı

Müzik tarihinin efsanevi isimlerinden biri olan Ludwig van Beethoven,
8 engelli çocuğa sahip bir ailenin son oğludur.
Kendisinden 14 yaş büyük olan Mozart‘tan bir süre dersler almış, Mozart erken yaşta öldükten sonra, çalışmalarına Haydn ile devam etmiştir.
47 yaşında tamamen sağır olduktan sonra da beste yapmıştır.
Meşhur 9. senfonisi bu döneme aittir.

‘Copying Beethoven’ (Beethoven’i Anlamak) filminde hayat hikayesi anlatılmaktadır.
Beethoven’in 2/4’lük bu Türk Marşı’nda da askeri ritimleri farkedebilirsiniz.
Türk rap sanatçısı Ceza, Mozart’ın Türk Marşı’na 2012 yılında Türkçe söz yazdı ve parçaya bir klip çekildi.

Kaynak: BEYHAN ASMA

 

HOLLANDA’DA PROPAGANDA VE LOBİCİLİK DERSİ VEREN TÜRK KIZI:DAHRAN ÇOBAN

HOLLANDA’DA PROPAGANDA VE LOBİCİLİK DERSİ VEREN TÜRK KIZI:DAHRAN ÇOBAN

Nienke adında 17 yaşındaki kız arkadaşıyla organize ettiği protesto gösterisi, Hollanda medyasında geniş yer aldı.

Medya kendilerini, ‘Nienke ve Dahran, medyayı ve Bakanları nasıl etkilediler’ başlığı ile övdü.

İlhan KARAÇAY

Önceki gün yayınladığım, Türkiye ve Türkler’in lobicilik anlayışıyla ilgili yazımdan bir gün sonra, Hollanda medyasında yer alan bir haber, ‘tesadüfün böylesi’ dedirtti.
Bu haberde ‘‘Nienke ve Dahran, medyayı ve Bakanları nasıl etkilediler’ başlığını görünce, hem kahramanlardan birinin Türk kızı oluşu ve hem de benim ilgi alanımı kapsadığı için dikkatlice okudum.
Haberin kahramanları, 25 yaşındaki Dahran Çoban ve 17 yaşındaki Nienke Luijckx, başkanlıklarını yaptıkları öğrenci kuruluşları adına küçük ama nitelikli bir protesto gösterisi organiz etmişlerdi. Bu gösteri sessiz bir gösteri olacak ve sadece 20 kişi katılacaktı.
Gösterideki protesto amacı, korona salgını nedeniyle alınan önlemleri protesto edenlere katkı idi.
Dahran, Ulusal Öğrenci Danışma Kurulu (Interstedelijk Studenten Overleg ISO)’nun başkanıydı. Nienke ise, 17 yaşına rağmen Öğrenci Dayanışma Komitesi (Aktie Komitee Scholieren LAKS’)ın başkanıydı.
Dahran ile Nienke, emek harcadıkları organizasyonun ses vermesi için, herkese örnek olacak çalışmalar yaptılar. Sessiz olacağı ve 20 kişi için izin aldıkları gösteri Lahey’de yapılacaktı. Bunun iyi duyurulması için temas geçmedikleri medya ve siyasetçi kalmadı. Eğitim Bakanı Van Engelshoven ile defalarca görüşen ikili, yarı devlet kuruluşu olan NOS Televizyonu ile de sıkı temasa geçmişlerdi. NOS, önce haber için çekimi ret etmişti. Ama onlar pes etmedi ve sonunda kabul ettirerek, haberin yayılmasını sağladı.
Daha sonra yazılı ve görsel medyanın peşlerinden koştuğu Dahran ve Nienke, toplum ile dayanışma içinde olmanın kendileri için bir görev olduğunu ve bundan mutluluk duyduklarını belirttiler.
Medya, bu ikilinin bireysel olarak yaptıkları diğer başarılı faaliyetlerden de sitayişle söz ett.
Başarılı ikili, sabah saat 06’larda basın bülteni gönderdiklerini ve duyurular yayınladıklarını söylerken, ‘ses çıkarmak için tabii ki çok çalışmak lâzım’ dediler.

Şamatacı her yerde şamatacıdır

Haberde ilginç olan bir konu daha var.
Bizim görsel medyamızda sık görüleceği gibi, Hollanda medyasında da şamatacılık yapanlar vardır. Yani bui sadece Türk görsel medyasına vergi bir şey değildir.
Sessiz protesto gösterisini yayınlayan BNR Haber Radyosu’nun muhabiri, sessizlikten hoşlanmamış olacak ki, göstericilere ‘Böyle sessiz olmuyor ama. Bana biraz ses lâzım. Biraz gürültü yapar mısınız?’ diyor ve göstericiler de çaresiz olarak, ‘Yeeeee, oooooooo, buuuuu’ gibi sesler çıkardılar.
HOLLANDA’DAKİ TÜRK TOPLUMU AKTİF Mİ, UYUŞUK MU?  İlhan KARAÇAY cevap veriyor:

HOLLANDA’DAKİ TÜRK TOPLUMU AKTİF Mİ, UYUŞUK MU? İlhan KARAÇAY cevap veriyor:

*Başta, naçizane şahsım olmak üzere, pek çok kanaat ve toplum
önderinin faaliyetleri görmezden gelinirken, derneklerimize de
‘hemşehri cafeleri’ damgası vuranlar var.

*Birinci nesil babalar, binbir meşakkata katlanarak çocuklarının
iyi konuma gelmesi için mücadele ettiler. Tahsil gören, çalışan,
çabalayan çocuklar, işyerleri açarak, siyasete girerek, önemli
görevler üstlenerek, sporda, müzikte ve çeşitli sanat dallarında
 başarılı olarak, fedakâr babalarını mahcup etmediler.

*Yurtdışındaki Türk nesilleri, üzerlerine düşen görevi hakkıyla
yerine getirirken, devletimizi yönetenler bu gelişmelerin
neresindeler ve gereken görev yapılıyor mu?

Değerli Okurlarım,
Dün yayınladığım, ‘Hollanda’nın kahpelikleri Türk toplumunu çileden çıkardı’ başlıklı haber-yorumum, gerek Hollanda’da ve gerekse Türkiye’de iyi bir yankı yarattı. Ana akım gazeteler ile pek çok dijital haber portalı yazıma yer verdi.
Gelen reaksiyonların büyük bir çoğunluğu görüşlerimi desteklerken, bazıları da siyasi görüşleri nedeniyle, ‘Hollanda haklı değil mi?’ gibi görüş belirttiler.
Beni takip eden okurlarım çok iyi bilirler ki, bazı kesimlere mesaj vermek için yazdığım haber ve yorumların, yerine ulaşması için büyük efor harcarım. Gerektiği zaman yazım Hollandacaya çevrilir ve gerekli mercilerden başka medyaya da gönderilir.
Bunu 54 yıldır uyguluyorum.
Ne var ki, dün bana öylesine bir telefon geldi ki, telefonda konuşan etkili ve yetkili kişi,
‘Ne oldu yani, kendimiz yazıyoruz, kendimiz okuyoruz. Bunları Hollandaca olarak gerekli mercilere göndermek daha doğru olmaz mı?’ deyince şoke oldum.
Takdir beklerken tekdir gelmesi moralimi çok bozdu. Bozuk moralime rağmen, geçmişteki ve şimdiki çalışma şeklimi anlattığım yetkili ve etkili kişiye şöyle dedim:
‘Bakınız, ben yazılarımı gerektiği zaman Hollandacaya çevirir ve kamuoyu yaratmak için pek çok yere gönderirim. Geçen hafta yayınladığım ‘Ermeni iftirası’ haberimde Hollandaca bölümler de vardı. Ama ben artık çok yoruldum. Okurlarımdan bu yazıları gerekli yerlere göndermelerini rica ettim. Bu işi benden başka yapacak merciler olmalı.’
Telefon konuşmasından sonra çok huzursuz saatler geçirdim. Bilgisayardaki arşivimde arama yapmaya başladım. Geçmişte o kadar çok şeyler yapmışım ki, bunları anlatmaya kalkışırsam ansiklopedi olur.

40 yıl önce Hollanda Kraliçesi Juliana’ya göndermiş olduğum bir mektubun, Hollanda medyasında yer alış kupürünü buldum. Helmond şehrinde, Cumartesi günleri Türkçe ders alan çocuklara artık ders verilmeyecekti. Medyada geniş yer alan bu konu için çok şey yazdım. Sonunda Kraliçe Juliana’ya mektup gönderdim.
Daha sonra Kraliçe Beatrix’e ve Başbakanlara gönderdiğim mektuplar da var.
Hollanda’da Türklerin sorunları olduğu zaman, koşuşturup çabalamam, medyanın da dikkatinden kaçmıyordu. Bir fabrikada grev yaptıkları için işten kovulan Türkler için yaptığım mücadele, Hollanda medyasında, ‘Ombudsman Karaçay’ (Marko Paşa) şeklinde yer almıştı.
 
Daha ne anlatayım değerli okurlarım? Kaçak işçilere af yasası çıkarılması için yaptığım mücadeleler sırasında adım ‘Generaal pardon’a çıkmıştı. O zamanlar verdiğim mücadele sonrasında kaçak işçiler için af çıkmıştı. Zira o zaman Bakanlığa bağlı bir Çalışma Gurubu içinde yer alıyordum.
https://gazeteci.nl/wp-content/uploads/2018/02/A9DBBB57-FA81-4817-BE07-787441DF75E8.jpeg Hıristiyanlık propagandası yapmak için, Joneko adlı İngilizce bir Japon filmi, Hollandaca’ya değil, Türkçeye çevrilmişti. Sırf Türkler’i hedef alan bu film için de protesto kampanyası başlatan yine naçizane şahsımdı.
De Telegraaf gazetesi ile kavgalarım, siyasetçilerle tartışmalarım ve Hollanda televizyonunda yıllarca süren programlarım ile, Türk toplumuna hep yardımcı olmaya çalışmıştım.
Beni çok üzen ve 4 saat arşivde arama yapmama neden olan o telefondan 5 saat sonra Whatsapp’tan, etkili ve yetkili kişiye bir mesaj geçtim. Takdir beklerken tekdir gördüğüm için üzüntümü dile getirdim ve yapılması gerekenleri yazdım.
Etkili ve yetkili kişi sağolsun, bir dakika sonra beni yine telefonla aradı ve yanlış anlaşıldığını belirtti. Neler yapılması gerektiği konusunda yeniden konuştuktan sonra, çaylı-simitli bir sohbet randevusu ile durum yumuşadı.
Değerli okurlarım, konumuzun asıl kahramanları Hollanda’daki Türk toplumu idi. Ama bir telefon konuşması, beni daha çok kendimden söz ettirmeye zorladı. Özür dilerim.
Lobi oluşturmak aslında bir sanattır. Türkiye devletinin en zayıf kaldığı nokta da budur.
Bu işi İsrail, Yunanistan, Ermenistan ve ayrılıkçılar çok iyi yapıyorlar.
Lobi oluşturmanın bir yolu da bol bol para harcamaktır.
Hiç unutmam. Burada milletvekilliği yapmış olan Fadime Örgü beni bir öğle yemeğine davet etmişti. Parlamentodaki bu yemekte, ismini açıklayamayacağım Türkiye ve Kıbrıs Komisyonu Başkanı bir milletvekili de vardı. İnanır mısınız, o milletvekili, Türkiye’nin ilgisizliğinden şikâyet etmişti. ‘Başbakan mesut Yılmaz, beni eşimle Bodrum’da ağırlamıştı. Bana bol bol malzeme dolu dosyalar gelirdi. Kıbrıs’tan da gazete ve dosyalar gelirdi. Ama şimdi adeta unutuldum’ demişti bu milletvekili.
Anlayacağınız, lobi oluşturmak için bir değil onlarca milletvekili ile iyi ilişki şarttır.
Tabii ki bunun için de eleman ve para lâzımdır.
Dedim ya, lobicilik bir sanattır. Bir gün bir Bakan ile konuşurken, Avrupa Birliği konusu gündeme gelmişti. ‘Bizi kabul etmezler’ demişti o Bakan.
Nasıl cevap verdim biliyor musunuz?
‘Verin bana gerekli olan parayı, Türkiye’yi iki yıl içinde Avrupa Birliği’ne üye yaparım.’
İddialı bir çıkıştı bu değil mi?
Ama ne yazık ki durum böyledir sevgili okurlar.
Yeterli eleman ve para her türlü zorluğu atlattırır ve her kapıyı açar.
Ankara uyursa ve sadece yurtdışında yaşayan yurttaşlarımızdan fedâkârlık beklenirse bu işler yürümez. Eller cebe gitmezse ve yurttaşlarımızın kurmuş oldukları dernekler ‘hemşehri cafeleri’ olarak anılırsa hiç yürümez…
Bu nedenle ‘Devlet Baba’ya son sözüm şu olabilir:
Yurtdışında yetişmiş ve gelişmiş bir Türk toplumu var. Çoğu iş güç peşindeyken, bir kısmı da siyasi yalakalıkla meşguldur. Türk toplumu içinde öylesine akil kişiler vardır ki, (Almanya’da korona virüsüne aşı bulan iki Türk gibi), siyasi görüşü ne olursa olsun, bu kişilerle temasta olmak lâzım.
Kim bilir, belki de bu benim ülkem için son dileğimdir.
Yurtdışında yaşayan tüm ‘gurbetçiler’e selam ve saygılar.
Anavatan ve Yavruvatan’dakileri de unutmuyorum tabii…
HOLLANDA’NIN KAHPELİKLERİ TÜRK TOPLUMUNU ÇİLEDEN ÇIKARDI…

HOLLANDA’NIN KAHPELİKLERİ TÜRK TOPLUMUNU ÇİLEDEN ÇIKARDI…

Ülkenin en önemli organı tarafından hazırlanan bir raporda, Erdoğan düşmanlığı yapılırken, Türk toplumu da ‘zanlı’ durumuna düşürüldü.

Her seçim arifesinde sergilenen çirkinlikler yeniden sahneleniyor.

Sabır taşı çatlayan Türk toplumu, protestoya hazırlaıyor.

İlhan KARAÇAY yazdı:

Hollanda’da yaşayan 600 bini aşkın Türk ve Türk kökenlileri, her defasında rencide edici davranışlar ile üzen, ülkeyi yönetenler, her seçim arifesinde olduğu gibi, 17 Mart’ta yapılacak olan seçimlerin arifesinde de, alışılagelmiş çirkinliklerini sürdürüyorlar.

Hollanda’nın bu defaki yüzkarası çirkinliği, ülkenin en güvenilir kuruluşu olması gereken, kısa adı NCTV olan ‘Hollanda Terörle Micadele ve Güvenlik Koordinatörlüğü’den yayıldı.
Bundan böyle NCTV diye söz edeceğim bu kuruluş, sözümona ‘iyi bir çalışma’ sonrasında 30 sayfalık bir Türkiye ve Erdoğan raporu hazırlamış.
Ne var ki bu rapor, hükümete sunulmadan önce yine medyaya sızdırılmış. Geçmişte de sık sık rastladığımız bu sızdırma alışkanlığı, bu kez ciddiyeti ve etkinliği ile tanınan HP DE TİJD adlı organa yapılmış.

Hollanda’daki yayın, dünyanın dört bir yanındaki ülkelerde iktibas edildi. Haber Amerika’da da yayınlandı.

HP DE TİJD’de özeti yayınlanan sözümona gizli raporda, Türkiye Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın salafist grupları desteklediği ve bu grupların özellikle Hollanda’da yaşayan Türk gençleri üzerinde etkili olduğu belirtiliyor. Erdoğan’ın islami söylemleri ve tavrının, Hollanda Türklerini etkilediğinden endişe duyulduğu belirtilen raporda, daha da ileri gidilerek, Erdoğan’ın Yeni Zelanda’daki cami saldırısı ile ilgili yaptığı konuşması, 2019 yılında Utrecht’de meydana gelen ve dört kişinin hayatını kaybettiği tramvay saldırısıyla ilişkilendiriliyor. Raporda, ayrıca Hollanda’da bazı Türk kuruluşlarının selefiliği besleyen açıklamalar yaptıkları da iddia ediliyor.

Bu raporda, kesin olan bir şey var. O da toplumumuzun yeniden zanlı olarak gösterilmiş olmasıdır. Toplum algısında bir düşman görüntüsü yaratılarak, seçmenlerin sağlam ve güvenilir olarak gördüğü değerlere yöneleceği düşünülmüş. Anlaşılan Hollanda Tük Toplumu aynı anda iç ve dış düşman yaratmaya uygun görülmüş.

Hollanda’da, 9 Türk kuruluşunun temsilcilerden oluşan Türkler İçin Danışma Kurulu Başkanı olan Zeki Baran, konuyla ilgili olarak yaptıkları açıklamada şöyle diyor:

‘Hollanda Türkleri tüm toplumsal kesimler gibi, bu güzel ülkenin değerli bir parçasıdır. Ama artık her seçim öncesinde bu şekilde bazı çevreler tarafından art niyetli çıkarılan haberlerle, seçim kampanyalarının tartışma konusu haline gelmekten yorulduk.

Haberde iddia edildiği üzere, ülkemizin güvenliği açısından bir tehdit var ise bunun nasıl ve nereden kaynaklandığını tam olarak bilmek istiyoruz. Bu şekilde genellleyici ve belirsiz ifadelerle, Hollanda’da yaşayan Türkiye kökenli toplumun tümü zan altında bırakılamaz.’

Siyasi görüşü Erdoğan’ın siyasi görüşü ile bağdaşmayan ve Rotterdam Belediye Meclisi’nden İşçi Partisi üyeliği yapmış olan Zeki Baran şöyle devam ediyor:

‘Hollanda’da faaliyet gösteren yüzlerce Türk sivil toplum kuruluşu, yurtdışı kaynaklı aşırı akımlara karşı gençleri bilinçlendirmek amacıyla çalışmalar yapıyor. IOT Sosyal İşler Bakanlığı Toplum ve Entegrasyon Dairesi ile düzenli olarak görüşmelerde bulunuyor ve bu konu hiç gündeme gelmedi. IOT olarak son yıllarda aşırı akımlara karşı toplumu daha duyarlı hale getirmek amacıyla çok sayıda etkinlik gerçekleştirdik. Bu faaliyetlerden edindiğimiz deneyimler ışığında yeni tehlikelere karşı da çalışmalar yapmaya hazırız. Tüm toplumumuzu zan altında bırakan, şüpheli sandalyesine oturtan bir anlayış yararlı olmayacağı gibi, tam tersine toplum kesimlerini karşı karşıya getiren, ayrıştırmak isteyenlerin ekmeğine yağ sürecektir.’

Zeki Baran, raporu hazırlayan NCTV’nin Türk toplumundan özür dilemesi gerektiğini ve Türkler’i seçimlerde oy kullanmaya davet ettiği açıklaması şöyle son buluyor:
‘Bu düşüncelerden hareketle IOT olarak, Hollanda’da toplumumuzu tehdit eden yeni tehlikeler hakkında en kısa sürede bilgilendirilmek istiyoruz. Eğer böyle bir tehlike söz konusu değil ise NCTV’nin de Hollanda Türk toplumundan özür dilemesi yerinde olacaktır. Bu arada Hollanda’da yaşayan toplumumuzu 15, 16 ve 17 Mart 2021 tarihlerinde yapılacak demokrasi şölenine aktif olarak katılmaya davet ediyoruz.’

Raporun içeriğindeki saçmalıkların, sorunu nereye taşıyacağını hesaba katılmaması etkisini gösterdi bile: Zira, raporun basına sızmasından sonra Hollanda Parlamentosu’nda görüş bildiren çeşitli milletvekilleri ve siyasi parti sözcüleri, rapordan duydukları derin kaygıları dile getirerek Erdoğan’a ve Hollanda’daki Türkler’e karşı sert önlemler alınmasını istediler.

Rapor hakkında, Türkevi Araştırmalar Merkezi Başkanı Veyis Güngör de bakın neler yazmış:
‘Kesinleşmemiş, onaylanmamış ama dışarı sızdırılmış ve dahi iki ülkeyi ilgilendiren tartışmalara sebep olmuş raporun içeriği hakkında, elbette çok şey söylenebilir. Kaldı ki, Hollanda’da yetişen gençlerimiz, anında harekete geçip, twitter üzerinden raporda yer alan yorumların ne kadar yüzeysel, tek taraflı, ön yargılı ve izaha muhtaç olduğunu Hollandaca olarak bildirmişlerdir. Gençler, Hollanda’daki raporu hazırlayanların, Türkiye’de selefiliğin ne kadar marjinal olduğunu ölçemeyecek kadar, bilgisiz olduklarına dikkat çekmişler.
Örneğin İsa Yusibov, twitter hesabından yayınladığı 23 ayrı haberle, raporu ve ilgili kurumu topa tutmuş. Yusibov, yakın Türkiye tarihinden örnekler vermiş, Hizbullah’ın Türk sekülerlere saldırdığını, körfez ülkelerinin (selefilerin) Türkiye tavırlarını Den Haag’ın bilmemesinin mümkün olmadığını, durum böyleyken Erdoğan’ın Hollanda’da selefiliğin yayınlamasına nasıl yardım ettiğini sormuş.

NCTV’nin Türklerle ilgili gizli raporunun sızdırılması, Hollanda’daki Türk gençlerinde, yıllar önce yayınlanan Motivaction raporunu hatırlattı.
Hatırlanacağı gibi, 2014 yılında, Forum ve Motivaction kurumu, 300 Türk genci üzerinde bir anket uyguladı ve ortaya Türk gençlerinin ezici çoğunluğunun İŞİD sempatizanı olduğu sonucu çıkmıştı. Aslı astarı olmayan bu rapor, o günkü Sosyal İşler Bakanı Lodewijk Asscher’ın başını yıllarca ağrıtmıştı. Şimdi, gençler NCTV’nin raporunu duyunca, söz konusu raporu “Motivaction 2” olarak adlandırarak dalga geçiyorlar.

Velhasıl, Hollanda’daki Türk gençleri kendileri ve diğerTürklerle ilgili raporları pek ciddiye almıyorlar. Oyunun farkındalar. Kendilerinin araçsallaştırılmalarını da istemiyorlar. ‘Seçimler geliyor, Anti Erdoğan ve anti Türkiye söylemleri işe yarıyor’ diyor gençler.

Velhasıl, Hollanda’da bundan önce yapılan seçimler öncesinde olduğu gibi, bu yıl yapılacak seçimler öncesi de yine pis bir oyun sahneye konuldu. Ancak, Hollanda Türk toplumu ve özellikle Türk gençleri olayın farkındalar. Sosyal medya hesaplarından gereken cevabı veriyorlar. Oynanmak istenen çirkin oyunun farkında olduğumuzu, Hollanda karar vericilerinin de farkında olmalarını ümit ederiz.’

Hollanda’da Türkiye aleyhindeki yayın hastalığı yıllardır sürüyor. Yukarıdaki kupürde, iki yıl önce yayın yapan Vrij Nederland’ın, aynı haberi iki yıl sonra servis edilişi görülüyor.

İşte böyle değerli okurlarım. Hollanda’da bizim güvenliğimiz sağlayacak olan bir kuruluşun, hangi araştırma ve istihbarata dayanarak kaleme aldığı böylesi bir raporun inandırıcılığı yoktur tabii.
Marjinal kişilerle görüşerek rapor hazırlamak, Hollandalılar için en rahat yoldur. Geçmişte pek çok yaşanılan bu konular hakkında pek çok kez itiraz etmişliğim oldu. Yetkililere, ‘Biraz da benim gibi tarafsız kişilerle görüşün’ tavsiyesinde bulunmuşluğum da var.

Ne yazık kı, her zaman uyutulan bir Hollanda toplumu var. Hollanda toplumu, kendilerine sunulan televizyon görüntüleri ve gazete haberleri ile her zaman uyutulmuştur.
Ama, Veyis Güngör’ün de dediği gibi, ‘Türk gençleri uyumaz ve bu gibi yumurtaları da yemez.

Kalın sağlıcakla.