*Yeni doğan torunu için, çok beğendiği bir kitabı, yazarına
imzalatıp hediye etti.
*Kitap, naçizane şahsımın,Türkiye-Hollanda Arasında 400 Yıllık Resmi İlişkiler ve Hollanda’ya Türk Göçünün 50’inci Yılı’ kitabı.
*Hediye eden dede: Osman Sezgin. Hediye edilen torun: Kerem
Varlık
Ne dersiniz, anlatacağım gelişme, dünyada bir ilk midir acaba?
Yeni doğmuş bir bebeğe alınması düşünülecek hediye ve oyuncakların sayısı bini bulur herhalde? Bu hediye ve oyuncaklar içinde ‘kitap’ hiç düşünülmemiştir sanırım.
Hiç kimsenin düşünmeyeceği bir hediye verme işlemini Osman Sezgin düşündü.
Osman Sezgin ile ilk temasımız 2018 mart ayında olmuştu. Bana şöyle bir soru yöneltmişti:
‘Sevgili İlhan bey, ben Hollandada yaşayan 2’nci kuşak Türk vatandaşlardan biriyim Yazılarınızı 38 yıldır beğenerek okuyorum. Siz duayen bir gazetecisiniz. Her konuda Hollanda’da yaşayan bizlere engin tecrübenizle ışık tutuyorsunuz.
Rahmetli babam, birinci kuşak olarak 1960’lı yılların başında Hollanda’ya geldi ve aile birleşimi oldu. 3 yıl önce Türkiye’ye geri dönüş yaptılar.
Sizden bir ricada bulunacağım. 1970’li yıllarda Hilversum radyosunda Türkçe yayın yapan programdaki spiker beyefendinin ismini rica edebilir miyim? Babamla kısa bir dostluğu olmuş. Babam sürekli o beyefendiden bahsediyor. Benden ona selamını iletmemi istiyor. Bu konuda bana yardımcı olursanız çok sevinirim. Şimdiden çok teşekkür ederim ve saygılarımı sunarım.’
Ben de kendisine, ‘Hilversum Radyosu’ndaki ilk Türk spiker Erkan Tapan idi. Türkiye’ye döndü ve Unilever’in Genel Müdürü oldu. Sonra da Sümerbank’ın Genel Müdürü oldu. Erkan Tapan’dan sonra radyodaki görevi İnaç Kutluer ve Ahmet Azdural üstlendiler’ yanıtını vermiştim.
Osman Sezgin’den ikinci mesajı geçtiğimiz ocak ayında aldım. O mesajda da şunlar yazılıydı: ‘İlhan bey, rica etsem lutfen sizin daha önce yayınladığınız kitabınızı imzalı olarak gönderir misiniz? Kerem adını koyduğumuz bir torunum oldu, ona hediye olarak vermek istiyorum. Siz duayen bir gazetecisiniz. Rahmetli babam da sizin yazılarınızı sürekli takip ederdi. Allah size uzun ömürler versin ilhan bey.’
Yeni doğan torunu için benden kitap isteyen Osman Sezgin beni etkilemişti. Hemen bir kitabı kılıfından çıkardım ve içine şunları yazdım: ‘Sevgili Kerem, okumayı öğrendiğin zaman eline alacağın bu kitaptan öğreneceklerin, senin anavatanımıza olan aidiyet hissini de güçlendirecektir.
Hollanda’ya gelmiş olan senden önceki nesillerin fedakârlıklarını da öğrenmiş olacaksın.
Gelişip büyüyünce, belki de göçmenlik hissi duymayacaksın inşallah!’
Kitabın postaya atılmasından bir gün sonra Osman kardeşimizden gelen mesaj şöyle oldu:
‘‘İlhan bey çok çok teşekkür ederim. Biraz önce, göndermiş olduğunuz imzalı kitabınızı aldım. İnanın bizi çok mutlu ettiniz. Göndermiş olduğunuz o muazzam eseri, torunum küçük Kerem’ciğin kucağına koydum ve ailece bir fotoğraf çektim. Babası ve kızım olan annesi de çok sevindiler. Amsterdam Vrij Üniversitesi mezunu olan damat Can Varlık, uluslararası bir şirkette bölüm şefi olarak çalışıyor. Erasmus Üniversitesi mezunu kızım Fatma da uzman psikolog olarak çalışıyor. Küçük Kerem için yazdığınız sözler bizi çok duygulandırdı. Sizin sözleriniz kızımda bir çağrı yarattı. Kızım bana, ‘Babacığım, şimdi göçmenliğin ne kadar zor olduğunu daha iyi anladım. Siz ve rahmetli dedem, bizlere iyi bir gelecek sağlamak için yıllarınızı verdiniz. Ne mutlu ki bizler de iyi bir eğitim aldık ve sizi gurulandırdık. Sizler hep göçmen işçi olarak aşağılandınız. Ama bizler bu ülkede söz sahibi konumuna ulaştık. Bunu da size borçluyuz.’ diyerek boynuma sarıldı. İnanın, o muazzam eserinizi bize ulaştırdığınız için çok memnun olduk. Torunum da okumayı öğrendiği zaman çok sevinecek ve size teşekkür edecektir inşallah.’’
İşte böyle değerli okurlarım.
Aslında, kitabım ile ilgili ilk ilginç gelişme değildi bu. Daha önce de bir baba, oğluna hediye etmek istediği kitabımı almak için evime kadar gelmişti. İşte o gelişin haberi:
İlhan Karaçay hayranı olan oğluna kitap hediye eden baba…
Gazeteci İlhan Karaçay’ın hayranı olan Ulaş, babası Binali Batman’dan bir istekte bulunur. İstek, İlhan Karaçay’ın yayınlamış olduğu ‘Türkiye-Hollanda Arasında 400 Yıllık Resmi İlişkiler ve Hollanda’ya Türk Göçünün 50’inci Yılı’ isimli kitaba ulaşmaktı.
İlhan Karaçay’a mesaj geçen Binali Batman, ‘Oğlum sizin hayranınızdır. Kitabınızı ona hediye etmek istiyorum, gönderir misiniz’ dedi. Bunun üzerine çok duygulanan Karaçay, ‘Ne demek, kitabımı evinize kadar gelip imzalayarak vermek isterim’ yanıtını verdi. Bu yanıta, ‘Siz zahmet etmeyin, kabul ederseniz biz sizin evinize gelelim’ dedi.
Daha sonra baba ve oğul ile evinde bir araya gelen İlhan Karaçay, kitabını imzalayarak kendilerine sundu. Fotoğraf çekilirken duygulanan üçlü, daha sonra tekrar buluşmak üzere vedalaştı.
Değerli okurlarım, söz benim kitabımdan açılmışken, daha sonra da ilginç bir gelişme olmuştu. O habere de bakalım lütfen:
İlhan Karaçay’ın 400’üncü Yıl kitabı, 18 yaşındaki öğrenci Burak’ın kurtarıcısı oldu.
Yüksek Okul’da Hollanda-Osmanlı ilişkileri üzerinde tez hazırlamak isteyen Burak Şahin, kaynak bulmada zorlanırken, İlhan Karaçay’ın kitabını tesadüfen buldu ve kaynak yaptı.
BERGEN OP ZOOM,- Hollanda’nın güneybatısında bulunan Bergen op Zoom’da VWO (Yüksek Okul) tahsili yapmakta olan 18 yaşındaki Türk öğrenci Burak Şahin, 5’inci sınıfa lâyık olduğunu ispat edebilmek için hazırlamak istediği Hollanda-Osmalı ilişkileri üzerindeki tezi için kaynak bulmakta zorlanırken, İlhan Karaçay’ın yayınlamış olduğu, ‘Türkiye-Hollanda Arasındaki Resmi İlişkiler’ adlı kitabı O’nun için kurtarıcı oldu.
Gazeteci-Yazar İlhan Karaçay’a Facebook’ta ulaşan Burak Şahin, ‘ Sayın Karaçay, okulda hazırlamak durumunda olduğum profil-proje için, ‘Hollanda Cumhuriyeti ile Osmanlı İmparatorluğu arasındaki ticari ilişkiler nasıldı’ sorusuna cevap ararken çok zorlandım. Ne kütüphanede ve ne de Google’de bana yardımcı olacak kaynak bulamadım. Bazı arkadaşlar bana sizin bu konuda bir kitap yayınladığınızı bildirdi. Ben de kitapçıya sipariş verdim ve kitabınızı ele geçirdim. Muhteşem bir kitap hazırlamışsınız. Tebrik ve teşekkür ederim.‘ şeklinde bir mesaj geçti.
İlhan Karaçay da genç öğrenciye, ‘Burak’çığım, beni çok mutlu ettin. Kitabımın proje hazırlamanda yardımcı kaynak olmasına sevindim. Bana biraz daha fazla bilgi ve fotoğraf gönder lütfen. Bu konuyu DÜNYA’da yayınlamak isterim.’ mesajını geçti.
Burak Şahin, konuyu anlatan Hollandaca bir yazı ile, kitapla çekilmiş bir fotoğrafını İlhan Karaçay’a gönderdi.
Yazısında 18, yaşında olduğunu, Bergen op Zoom’da ‘Regionale Scholengemeenschap RSG ‘t Rijks’ okulunda VWO 5’inci sınıfta tahsil yaptığını, hobilerinin siyaset, müzik ve seyahat olduğunu belirten Burak Şahin, projesinin diğer öğrencilerinki gibi kolay ve basit bir proje olmaktan çok, zor ve zengin bir konuyu kapsamasını istediğini yazdı.
Burak Şahin, tarih öğretmeni bayan Koster ile birlikte şu sorulara yanıt aradığını yazdı:
1: Seksen Yıl Savaşı sırasında, Hollanda Cumhuriyeti ve Osmanlı İmparatorluğu arasındaki ilişkiler nelerdir ? Unutulmuş olan ticaretini Levanten ticareti nasıl başlamıştır?
2: Hollanda Cumhuriyeti ve Osmanlı İmparatorluğu arasındaki ticari ilişkiler Hollanda’nın Altın Çağında nelerdi ?
3: Atatürk ve onun kurduğu hükümetlerin bu ilişkilerde yeri nedir, ne katkıda bulunmuştur ?
4: Hollanda ve Türkiye arasındaki mevcut ticari ilişkiler nelerdir? Bu soruda 60’lı yıllarda gelen Türk gurbetçilerin rolü nedir?
Çalışmasını bir anket ile desteklemeyi, bir uzman ile de söyleşi yapmayı amaçlayan Burak Şahin, bu çalışmayı 2014’ün mayıs ayında tamamlaması ve teslim etmesi gerektiğini yazmış.
Şöyle diyor Burak Şahin:
‘Bu dört sorunun yanı sıra, pratik bir parça da yapmam gerek, bu da bir anket veya bu konu hakkında çok bilen bir kişi olarak görüşme olabilir.
Bu soruşturmanın en zor kısmı güvenilir bilgi toplamak . Internette çok bilgi var, ama çok dolu veya konuyu tartışmakta değil . Örnek Ben 1935 yılında Hollanda-Türk Dostluk Derneği hakkında hiç bilgi bulamadım internette. Aramaktan sonra mutlulukla sayin İlhan Karaçay in yazdigi kitabi buldum: Hollanda-Türkiye’nin resmi ilişkilerin 400 yıllı. Bu kitap benim tüm sorulara cevap verecegini inaniyorum.
30 Mayıs 2014 tarihinde benim profil proje / araştırma doçentime teslim etmem lazım. Araştırma bittiğinde internette yayınlamayı düşünüyorum.’
Değerli okurlarım, Kitabım hakkında daha önce yazılanlara bir kez daha göz atmanızda yarar olacağını sanıyorum.
İlhan Karaçay’dan, 400 yıllık Türkiye-Hollanda ilişkilerini anlatan muhteşem bir kitap…
İlk imzalı kitap Prenses Maxima, Başbakan Yardımcısı Ali Babacan, Rotterdam Belediye Başkanı Ahmed Aboutalep ve İstanbul Belediye Başkanı Kadir Topbaş’a verildi.
AMSTERDAM,- 45 yıldır Hollanda’da yaşayan gazeteci İlhan Karaçay, 2012 yılı boyunca çeşitli etkinliklerle kutlanan, 400 yıllık Türkiye- Hollanda ilişkilerini gözler önüne seren muhteşem bir kitap yayınladı.
Fotoğrafta, Prenses Maxima (solda), İstanbul Belediye Başkanı Kadir Topbaş, İlhan Karaçay ve Türkiye’nin Rotterdam Başkonsolosu Togan Oral ile, biraz sonra sahiplerini bulacak olan masadaki 4 kitap görülüyor.
Kitabın, İlhan Karaçay tarafından imzalanan ilk örnekleri, Rotterdam’da yapılan ‘400’üncü yıl kutlamalarının kapanış şöleninde’, Hollanda Prensesi Maxima’ya (şimdi Kraliçe), bu şölen için Hollanda’ya gelen Başbakan Yardımcısı Ali Babacan’a, Rotterdam Belediye Başkanı Ahmed Aboutaleb’e ve İstanbul Belediye Başkanı Kadir Topbaş’a sunuldu.
Kitaba ilk kez sahip oldukları için mutlu olduklarını belirten bu dörtlü, İlhan Karaçay’ın, Hollanda ve Türkiye’ye önemli bir tarihi eser kazandırdığını belirterek ‘Bu nedenle İlhan Karaçay’ı kutlarız’ dediler.
Rotterdam Belediye Başkanı A.Ebutaleb Zamanın Başbakan Yardımcısı Ali Babacan
Tam 466 sayfadan oluşan renkli fotoğraflı, kuşe kağıtlı ve sert kapaklı kitap, ilk etpta 20 bin adet basıldı. 15 bini Hollanda’da 5 bini de Türkiye’de pazarlanmaya başlanılan kitap için, hiç bir kuruluştan sübvansiyon, sponsorluk ve reklam almayan İlhan Karaçay, kitap masraflarının satıştan çıkacağına inanıyor.
İlhan Karaçay, 20 bin baskı ile yetinilmeyeceğini, zira şimdiden 1000’er, 500’er ve 100’erlik siparişler aldığını, kitabın tanıtım kampanyası sonuda da satışların artacağına inandığını belirtiyor.
Geçen hafta vefat eden İstanbul Belediyesi eski Başkanı Kadir Topbaş İbrahim Görmez, zamanın Egitim Bakanı Bakanı Plasterk’e Karaçay’ın kitabını hediye ediyor
Hollanda ve Türkiye’de kitap dağıtım firmaları aracılığı ile ve internet satış kanallarıyla 100 bini aşkın kitabın satılacağına inandığını belirten İlhan Karaçay, ‘Bu kitabı okuyanlar iki ülkeye aşık olacaklar’ iddiasında bulunuyor.
İlhan Karaçay, önemli bir tarih hazinesi sayılabilecek olan bu kitabın, yılbaşında, bayramda, doğum gününde eşe, dosta ve çocuklara armağan edilebilecek en güzel bir hediye paketi olacağını belirttikten sonra, ‘Bu kitap, okullarda ders aracı olarak da kullanılabilir, Zira Zwolle kentindeki bir kolejden 100 adetlik bir sipariş geldi bile…’ dedi.
466 sayfalık kitaptan kesitler:
* 80 yıl süren İspanya savaşı galibiyetinde Osmanlı’nın rolü neydi?.
* Hollanda devletini, muhalif ülkelere rağmen ilk tanıyan Osmanlı oldu.
* Hollandalı tüccarlar, Osmanlı ilişkileri nedeniyle başarılı oldu.
* Hollanda’nın büyük maddi kaynağı olan lale, Türkiye’den kaçırılmış.
* Osmanlı-Hollanda ilişkilerinden tarihi belge ve fotoğraflar.
* Hollanda Kraliyet Ailesi ile Türkiye Cumhuriyeti arasındaki sıcak
ilişkilerden belgeler ve fotoğraflar.
* 50 yıl önce başlayan Türk işçi göçünden nefis hikayeler ve fotoğraflar.
* Hollandalılar ile evli Türkler’in 32 yıl önceki hayat hikayeleri.
* Kitabın yazarı İlhan Karaçay’ın 45 yıllık gazetecilik öyküsü.
*Sevgililer Günü’nü mübah saymayanlara, Hollandalı Aşk Profesörü’nden destek:
*Aziz Valentine, eşcinsel olduğu için kafası kesilmiş.
*Başlığa bakıp, iddiaya katıldığımı sanmayınız. Yorumumu sonuna kadar okuyunuz
İlhan KARAÇAY’ın yorumu:
14 Şubat 496 yılından bu yana, yani tam 1523 yıldır tüm dünyada kutlanmakta olan ‘Sevgililer Günü’, bir iddiaya göre, romantik bir aşkın acı sonundan kaynaklanmamış.
Sevgililer Günü’nün kahramanı Valentine adında bir rahptir.
Hz. İsa’nın doğumundan sonra üçüncü yüzyılda Roma’da yaşamış olan Aziz Valentine, o zamanlar halkı içinde korku estiren Kral Claudius’un evlenmeyi yasaklaması nedeniyle ortaya çıkmış bir kahramandı.
Claudius, savaşa göndereceği askerlerin, aile, eş ve çocuk gibi ilişkilerden etkilenmemeleri için bu yola başvurmuştu. Bu emre uymayanların kafası kesiliyordu. Bırakın evlenmeyi, el ele tutuşan erkek ile kızların da kafası kesiliyordu.
Aziz Valentine ise, seçmiş olduğu Hırıistiyanlık dininin böyke bir uygulamayı kabul etmeyecek kutsal bir din olduğunu öne sürerek bu duruma isyan ediyordu.
İşte o zaman genç kız ve erkekler Aziz Valentine’ye başvuruyorlar ve kilise kurallarına göre gizlice evleniyorlardı.
Bu durumu öğrenen Kral Claudius, emirlerini hiçe sayan Aziz Valentine’nin kafasını kestirmişti.
Aziz Valentine’nin katledilişi halkın büyük bir kesimini çok üzmüştü ama, Kral korkusuyla hiç kimse sesini çıkaramamıştı.
Sevgilileri birleştirmek suçu nedeniyle 269 yılında öldürülen Aziz Valentine, ölümünden 227 yıl sonra 496 tarihinde, ruhu şadolacak bir şekilde ödüllendirilmişti.
Zamanın Papa’sı Gelasius, 14 Şubat 496’da, her 14 şubatı ‘Sevgililer Günü’ olarak ilan etti.
İşte o tarihten bu yana her yıl tüm dünyada 14 şubat günü ‘Sevgililer Günü’ olarak kutlanıyor.
Sevgililer Günü, 1800 yıllardan sonra Amerika’da Esther Howland’ın ilk Sevgililer Günü kartını yollamasından bu yana, günümüzde daha çok sayıda insanın kutladığı toplumsal bir olay haline geldi. Bunun doğal sonucu olarak olayın ticari yönü çok gelişti. Neredeyse herkes her yıl 14 Şubat’ta sevgililerine veya eşlerine bu günün ruhu ile bütünleşen, karşı tarafa sevgilerini anlatan hediyeler veriyor. Bu hediyelerin başında ise sade ama bir o kadar anlamlı çiçekler geliyor. Sevginizi, alacağanız çikolata veya yollayacağınız bir kart ile de anlatmanız mümkün. Kısacası bu özel günde yanınızda gerçekten sevdiğiniz birisinin olması ve sevginizin karşılığının olduğunu bilmek herhalde hepsinden çok ama çok daha önemli.
Hıristiyan alemindeki bu gelişme, Müslümanlar’ın tutucu kesimi tarafından dışlanıyor.
Hollanda’da ‘Aşk Profesörü’ olarak tanınan Renzo Verwer, De Telegraaf gazetesinde yayınlanan bir röportajında, Aziz Valentine’yi ‘eşcinsel’ olarak tanımladı ve bu yüzden kafasının kesildiğini iddia etti.
Tutucu Müslümanları memnun edecek olan bu idianın doğru olup olmadığı tartışmaları bakalım ne getirecek.
Tüm dünyada, evlenmeleri yasak olan rahipler hakkında eşcinsellik dedikoduları sürüp giderken, Aziz Valentine’nin de eşcinsel olduğu iddiası pek önem taşımıyor.
Ama, Aziz Valentine’nin, eşcinsel olduğu için öldürüldüğü iddiası üzerinde durmak lazım.
O zamanın Kralı Claudius, eşcinsel oldukları iddia edilen diğer rahipleri cezasız bırakırken, Aziz Valentine’yi neden öldürtsün ki?
Sağlıklı ve mantıklı düşünceye göre, Aziz Valnetine, Kral’ın emrine karşı çıkarak sevgilileri evlendirdiği için öldürmüştür.
Hollandalı ‘Aşk Profesörü‘nün bu son iddiası, her zaman olduğu gibi, eşcinselliği öne çıkaran basit bir reklam girişimidir.
Eşcinsellik konusu, Hollanda’da zaten her daim ön planda reklamı yapılan bir illet olmaya devam edecektir.
Cinsel tercihi ne olursa olsun, evlenmeleri yasaklanan gençleri birleştirdiği için kafası kesilen Aziz Valentine’yi, her 14 şubatta, sevgililerimize birer çiçek vererek anmaya devam edelim.
HINCAL ULUÇ’UN HİKAYESİ
Sevgililer Günü olarak kutladığımız bu günün nasıl doğduğu hakkında çeşitli rivayetler var.
Değerli dostum Hıncal Uluç her yıl bu günü yazar. Sevgililer Günü’nü Türkiye’ye 1980 yılında kendisinin kazandırdığını da anlatır. Bir de sık sık tekrarladığı bir hikayesi vardır Hıncal’ın.
Bir delikanlı ile bir genç kız birbirlerine deli gibi âşık olurlar. Birbirlerini o kadar çok severler ki, nişanlanmaya karar verirler. Genellikle nişanlılar birbirlerine hediyeler sunarlar. Ancak delikanlı yoksuldur ve hediye alacak parası yoktur. Sahip olduğu tek zenginlik, ona dedesinden kalan saattir.
Genç kızın zenginliği de saçlarıdır. Delikanlı, sevgilisinin güzel saçlarını düşünerek ona gümüş bir tarak almak ister. Bunun için de dedesinden kalan kol saatini satmaya karar verir. Aynı şekilde genç kızın da sevdiği erkeğe nişanlılık hediyesi alacak parası yoktur. O da yaşadığı yerin en büyük tüccarına giderek, kestirdiği saçlarını satar. Eline geçen parayla da sevdiği adamın saatine altın bir köstek satın alır ve nişanlanacakları gün buluştuklarında genç kız nişanlısına, onun sattığı saat için bir köstek; delikanhysa genç kıza, kızın kestirdiği saçlarını taraması için gümüş bir tarak hediye eder.
Hediyelerin kullanılacağı alan kalmamış olsa da niyet ve fedakârlık unutulmayacak kadar büyük ve önemli boyuttadır.Türk kültüründe hediye alışverişi, verildiği zamanlara göre çeşitlilik göstermektedir.
BU DA BİR BAŞKA RİVAYET
Sevgililer Günü’nün başlangıç tarihi eski Roma İmparatorluğu zamanına uzanıyor. Eski Roma’da 14 Şubat günü bütün Roma halkı için önemli bir gündü. Çünkü bu günde Roma tanrı ve tanrıçalarının kraliçesi olan Juno’ya duyulan saygıdan ötürü tatil yapılırdı. Juno ayrıca Roma halkı tarafından kadınlık ve evlilik tanrıçası olarak da biliniyordu. Bu günü takip eden 15 Şubat gününde ise Lupercalia Bayramı başlıyordu. Bu bayram halkın genç nüfusu için büyük önem taşıyordu. Bunun nedeni ise yaşantıları kesin kurallar ile sınırlandırılmış, bunun doğal sonucu olarak bir birliktelik yaşama şansı olmayan bu gençler sadece bu bayram süresince bile olsa birbirlerinin partneri oluyorlardı. Hangi genç bayanın hangi genç erkek ile bir çift oluşturacağı eski bir gelenek olan ve Lupercalia Bayramı’nın arife günü yapılan bir çekiliş ile belli oluyordu. Romalı genç kızlar isimlerini küçük kağıt parçalarının üzerine yazıp bir kavanoza koyuyorlardı. Genç Romalı erkkeler ise kavanozdan bu kağıtları çekerek üzerinde hangi kızın ismi yazıyorsa o kızla bayram eğlenceleri boyunca beraber oluyorlardı. Bu birliktelikler birbirine aşık olan çiftler için bayram süresinin dışına taşıp genellikle evlilikle sonlanıyordu. İmparator 2. Claudius, Roma’yı kendi katı kuralları ile zalimce yöneten bir hükümdardı. Onun için en büyük problem ordusunda savaşacak asker bulamamaktı. Ona göre bu durumun tek sebebi Romalı erkeklerin aşklarını ve ailelerini bırakmak istememeleriydi. İşte bu yüzden Roma’daki tüm nişan ve evlilikleri kaldırdı. Aziz Valentine de Claudius’un hükümdarlığı zamanında Roma’da yaşayan bir papazdı. Kendisi gibi papaz olan Aziz Marius ile birlikte Claudius’un yasağına rağmen gizlice çiftleri evlendirmeye devam etti. Ancak imparator bu durumu bir süre sonra öğrendi. Aziz Valentine insanları evlendirmeye devam ettiği için tutuklandı ve yaptıklarının cezası olarak sopa ile dövülerek öldürüldü. Milattan sonra 270 yılının 14 Şubatı Hristiyan şehitliğine gömüldü. Aynı zamanlarda Roma’daki putperestler, şubat ayı içinde kutlanan Lupercalia Bayramı’nı kendi putperest tanrıları için kutluyorlardı. Bayram öncesi yapılan geleneksel çekilişi ise seromoniye bağlı kalarak kendileri için uygulamaya başladılar. Hristiyan Kilisesi’nin ilk kurulduğu yıllarda hizmet veren papazlar bu törenlerin, özellikle de evlenmemiş gençlerin putperestler ile birlikte anılmasından rahatsız oldukları için bir çözüm buldular. Bu gençlerin isimlerinin azizlerle birlikte anılmasını istedikleri için Lupercalia Bayramı’nın başladığı günü Aziz Valentine Günü olarak kutlamaya başladılar. O gün bugündür her yılın 14 Şubat’I Sevgililer Günü olarak kutlanmaya devam ediyor ve yeryüzünde kadın ve erkek beraber olduğu sürece de kutlanmaya devam edecek gibi.
Milattan sonra ilk yüzyıllardan beri her yıl şubat ayının ondördünde kutlanan Sevgililer Günü’nün başlangıcı ile ilgili o günden günümüze kadar gelmiş çeşitli efsane ve hikayeler var. Bazı kaynaklara göre bu özel günün kutlanma sebebi Hristiyanlığı seçtiği ve bu inancından vazgeçmediği için öldürülen Romalı Aziz Valentine. 14 Şubat 270 yılında ölen Valentine’nin ölüm günü o günden sonra Sevgililer Günü olarak kutlanmaya başlanmış. Efsanenin başka bir yönü ise Aziz Valentine’nin İmparator Claudius hükümdarlığı ile aynı dönemde bir tapınakta papaz olarak hizmet vermesi ile ilgili. Claudius Valentine’i emirlerine uymadığı ve kendisine başkaldırdığı için tutuklatıp öldürdü. Bu olaydan 226 yıl sonra 496’da Papa Gelasius Aziz Valentine’i onurlandırmak için Şubat 14’ü Aziz Valentine Günü olarak belirlemiştir. Yıllar geçtikçe yavaş yavaş Şubat 14 sevgililerin, aşıkların birbirlerine aşk mesajları yolladığı bir gün haline geldi. Bununla pararel olarak Aziz Valentine de bütün sevenlerin koruyucu azizi haline gelip böyle anılmaya başlandı.
*Bir yanda umut kesilen hastaların fişini çeken zulmet,
diğer yanda can kurtarmak için özel uçak gönderen merhamet.
*Bir yanda ölüm için ötenazi uygulayan zihniyet,
diğer yanda hayat kurtarmak için çareler arayan yürek.
*Korona’ya yakalanan iki Türk’ün yaşam fişleri çekilmeden
harekete geçen Ankara’nın, iki ülke medyasındaki
değerlendirmesi.
Milli şairimiz Mehmet Akif, Avrupa medeniyetini anlatmaya çalışırken, acaba neden ‘Medeniyet dediğin tek dişi kalmış canavar’ demişti?
Mehmet Akif, mutlaka bizim göremediğimiz şeyler görmüş ve sezinlemişti.
Bu laf belki de o dönem için geçerliydi.
Ama şimdilerde bu lafı yeniden gündeme getirmek isteyenler olabilir.
Ben mümkün mertebe tarafsız kalmaya çalışacağım ama, bazı vurgulamalarımdan, yine de taraf olduğum anlaşılacaktır.
Pek çok kişi, tarihin derinliklerine indiği zaman şunu söyleyebilir: ‘Avrupalılar Gerçekten medeni mi? İnsanları hak, hukuk, adalete riayet eden insanlar mıdırlar? Avrupalılar, haçlı orduları ile gittikleri yerlere kan, gözyaşı, sömürü ve vahşetle çıkmadılar mı? Başta ABD ve Avrupa olarak günümüze kadar kan, gözyaşı, zulüm ve işkenceler yaparak, gittikleri yerleri sömürmediler mi? Köle pazarları kurarak insanları bir eşya gibi alıp satmadılar mı?’
Bu kadar lafı neden sarfettim biliyor musunuz?
Hollanda’da koronaya yakalanan ve umut kesilen iki Türk ve ailelerinin uğradığı mağduriyeti dile getirmek için.
Bu Türkler’den biri İlhan Duman, sonuncusu da Selahattin Kandaz’dır.
Bu iki yurttaşımızın, hastanede fişleri çekilmeden önce, Ankara’dan gönderilen özel uçaklarla Türkiye’ye naklediliş haberlerini hepiniz okumuşsunuzdur.
İşte ben şimdi o haberlere değineceğim ve Türk medyası ile Hollanda medyasının olaylara nasıl baktığını anlatacağım.
Önce, Hollanda medyasında yer alan bir habere bakalım:
‘Türkiye Sağlık Bakanlığı, korona pandemisi başladığından bu yana, diğer ülkelerden hastanelerde yatan 233 hastayı yurda getirdiklerini söylüyor. Bunların yarısının covid hastası olduğu belirtiliyor.
Hastaların 74’ü, 4’ü Hollanda’dan olmak üzere Avrupa Birliği’nden.
Türk hükümetine göre, bu hastalar, ikamet ettikleri ülkelerde sağlık bakımı açısından gerekli şekilde yararlanamıyorlar.
Dün akşam, bir yoğun bakım hastası Hollanda’dan Türkiye’ye uçuruldu. Hasta, Amsterdam’daki OLVG Hastanesi’nde yatıyordu. Sözü edilen bu Hollandalı Türk için tedaviyi durdurma kararı alınmıştı.
‘Bunu yapamazsınız’
İlhan Duman’ı almaya gelen Sağlık bakanlığı’na ait özel uçak ve Furkan Durmaz
Aynı hastaneden, ocak ayı sonunda 47 yaşındaki İlhan Duman da Türkiye’ye taşınmıştı.
NOS Televizyonu bu hastanın 23 yaşındaki oğlu Furkan Duman ile konuştu.
Doktorlar, pazar günü yoğun bakıma yatırılan hastanın oğlu Furkan’a, çarşamba günü tedavinin durdurulacağını söyledi
Doktorlar Furkan’a, ‘Tedaviye devam edersek acıları da devam eder. Hiçbir girişim ile kendisine yardım edemeyiz’ dediler.
Bu çok acı mesaja, ‘Bunu yapamazsınız, kabul etmem mümkün değil’ diyen Furkan’a, ‘Yasalara göre buna biz karar veririz’ dediler.
Furkan, ‘Birkaç gün içinde bir hastanın iyileşmeyeceğine nasıl karar verirsiniz?
Beyin çalışıyor, kalp atıyor, diğer organlarda bir arıza yok. Tedaviye neden son vermek istiyorsunuz?’ diye itiraz ediyor. Ama doktorlar fişi çekmekte direniyor.
Furkan mücadeleyi bırakmıyor ve Türkiye’den yardım istiyor. Önce Amsterdam’daki Türk konsolosluğunu arıyor. Konu sosyal medyaya yansıyınca bu kez Turkiye Sağlık Bakanlığı kendisini arıyor.
Hastanın dosyası Bakanlık tarafından incelendikten sonra Ankara’ya uçak ile götürülmesine karar veriliyor.
Hastane, Furkan’ın babasını havalimanına götürecek bir ambülans bulamıyor. Bunu Furkan’ın bulması ve ödemesi lâzım. Uçak ve hastane gibi diğer tüm mastarfları Türkiye üstleniyor.
İlhan Duman’ın yattığı Ankara’daki hastane ile temasa geçen NOS Televizyonu, Türk doktorlarının günlük verileri kontrol ettklerini, gün be gün değerlendirme yapıldığını ve hastanın hâlâ solunum cihazına bağlı olduğunu öğreniyor.
Amsterdam’daki hastane, tedavide yapılması gerekenlerin, doktorların kararları ile yapıldığını belirterek, ‘İyileşme umudu kesilince tedaviyi durdurma hakkımız var’ diyor.
Doktorların, hasta aileleri ile görüşerek kararı bildirdiklerini, ailelerin ‘Second opinion’ hakkını kullanarak bir başka ülke hastanesine götürme hakkın bulunduğunu belirten hastane yetkilileri, bunun masraflarının ailece kabul edilmesi gerektiğini söylüyorlar.
Türkiye için her zaman önemlisiniz
Türkiye’deki muhabir Mitra Nazar’a göre, Türk vatandaşıysanız ve Türkiye’de yaşıyorsanız, kalitesi ve itibarı çok iyi olan sağlık hizmetinden yararlanabilirsiniz. Hastane kapasitesi çok geniş olduğundan pandemi sırasında yoğun bakım sıkıntısı yaşanmadı. Türk hükümeti sık sık hep bu konuyu vurguladı.
Nazar’a göre, Avrupa diasporasındaki Türkler çok önemli bir seçmen kitlesi oluşturuyor. Bu nedenle dünyanın neresinde olursa olsunlar Türkiye için çok önemlidirler.
Gazete haberinde şu da vurgulanıyor: Bu haberde Türkiye’ye 233 hastanın uçakla taşındığı belirtildi Ama bu doğru değil. Doğrusu bu sayının yarısı olmalı.
Duman ailesinin bu haberdeki ifadeleri iki hafta önce Türk medyasında yayınlanmıştı. Furkan Duman da medyaya konuşmuştu. NOS TV ile telefonda konuşmuştu.
Türk medyası
Selahattin Kandaz’ı almaya gelen Sağlık Bakanlığı uçağı ve bayan Kandaz
İlhan Duman’a ait yaşananları Hollanda gazetesinden okumuştuk.
Şimdi de Selahattin Kanmaz için yayınlananları Türk medyasından okuyalım.
‘Türkiye’den uçak gelince Hollandalı doktorlar şoke oldu’, ‘Türkiye’den uçak gelecek dediğimizde bize güldüler’, ‘Hollandalı doktorlar inanamadı’, ‘Selahattin Kandaz’ın hayatına son vermek istiyorlar’, ‘Fişi çekilecek Türk korona hastası Türkiye’ye getirildi’ ve ‘Korona değil, bürokrasi öldürecekti’ gibi başlıklarla yayınlanan haberlerde, eleştirilmesi gereken Hollanda’ya karşı biraz insafsızca yüklenildiği görüşünde olalar var tabii.
Korona değil bürokrasi öldürecekti
Hollanda’nın, tedavisinde başarısız olduğu Selahattin Kandaz için Türkiye ambulans uçak gönderme kararı aldı.
Hollanda üç gündür ambulans ayarlayamadı, uçak bekledi.
Sağlıkskandallarının adresi konumuna gelen Hollanda’da bir rezalet daha yaşandı. Koronavirüs tedavisi için hastaneye yatan Selahattin Kandaz (61) tedavi süreci biterken hastanede mikrop kapıp fenalaştı. Hastane, aileye yaşam destek ünitesinin fişini çekeceklerini bildirdi. Kandaz’ın eşi Emine Kandaz ile kızı Müberra Kandaz, Türkiye’den yardım istedi. Sağlık Bakanlığı’ndan ambulans uçağa izin çıktı.
ÜÇ GÜNDÜR UÇAK BEKLİYOR
Aile, geçtiğimiz cuma günü yaşam destek ünitesinden koparılması kararı verilen Kandaz’ın, Türkiye’ye naklini beklerken, ambulans rezaleti ile karşı karşıya kaldı. Hastane, Kandaz’ı havalimanına götürecek ambulans olmadığını bildirdi. Aile, çalmadık kapı bırakmadı. Avukatın araya girmesi ile durum sonuçlandı. Üç gündür havalanmayı bekleyen uçak, Kandaz’ın Türkiye’ye naklini gerçekleştirdi.
AVUKAT DEVREYE GİRİNCE ÇÖZDÜLER
Hollandalı avukat Anthony Wijnberg devreye girdi ve hastaneye hastanın haklarını sıraladı. Hastane yönetimine ambulans bulması için süre tanıyan avukat, aksi takdirde hukuki işlem başlatacağını bildirdi. Bu yola gerek kalmadan hastane ambulansı ayarladı.
TÜRKİYE’DE İYİLEŞECEĞİNE OLAN İNANCIM SONSUZ
Selahattin Kandaz’ın kızı Müberra, “Babam 51 yıldır gönüllü işlerde çalışarak bu ülkeye hizmet verdi. Babamı ölüme terk ettiler. 15 Ocak’ta hastaneye yattığında konuşuyor, gülüyordu. İyileşerek çıkmasını beklerken, her geçen gün daha da kötüye gittiği söylendi. Hastanede virüs kapmış. Türkiye bize sahip çıktı ama karşımıza ambulans sorununu getirdiler. Çok şükür o da büyük çaba sonrası çözüldü. Babamın Türkiye’de eski sağlığına kavuşacağına olan inancım sonsuz” dedi. Haber:Fatih Özyar
Hollanda‘da hasta haklarıyla ilgilenen ‘Zorgen na Coma’ Vakfı başkanı Osman Elmacı ve Denk Partisi üyesi Süleyman Koyuncu’nun desteğinin yanı sıra, ailenin avukatının devreye girmesiyle ambulans sorunu aşılarak Selahattin Kandaz Ankara’ya gönderildi.
Konuya dair kişisel Twitter hesabından açıklama yapan Dışişleri Bakan Yardımcısı Yavuz Selim Kıran, “Dünyanın neresinde olursa olsun vatandaşımızın yanındayız.” ifadesini kullandı.
İşte böyle sevgili okuyucular.
Medeniyet ile ilkellik arasındaki uçurumu görememek tabii ki çok vahim.
Medeniyet, bir insanın acı çekmesi halinde, kendi canına kıyma özgürlüğü olduğunu söylüyor. Ama diğer yanda da bir başka grup, insan canına kıymanın günah olduğuna ve hiç kimsenin Allah’ın verdiği canı alamayacağına inanıyor.
İdam cezasına, ‘Suçsuz olduğu yıllar sonra ortaya çıkarsa, bunun vebalini kim ödeyecek’ diyen medeniyet, ne var ki, ‘Umut kesilen hastanın daha sonra iyileşebileceği’ ihtimaline neden değer vermiyor?
Umut kesilen ve komaya giren ünlü ve önemli şahsiyetler aylarca ve yıllarca fişe takılı yaşatılırken, üç beş günlük masraftan kaçmak için, kendilerine göre ünsüzve önemsiz insanların fişi neden hemen çekiliyor?
Hastaya acı çektirmemek, tabii ki bir vicdan meselesidir. Bu kararı verirken, hastayı canları kadar seven aile fertlerinin görüş ve istekleri gözardı edilmemelidir.
TÜRK MEDYASININ BAŞÖĞRETMENİ OLAN NEZİH DEMİRKENT, 20’NCİ ÖLÜM YILDÖNÜMÜNDE GÖZYAŞLARI İLE ANILDI.
Türk basının duayen ismi Nezih Demirkent’i, ebediyete intikal edişinin 20’nci yılında bir kez daha sevgi, saygı ve özlemle andık. Nezih Demirkent için ailesi, meslektaşları, dostları, sevenleri ve DÜNYA çalışanlarının katılımıyla 11 Şubat perçembe günü Aşiyan Mezarlığı’ndaki kabri başında anma töreni düzenlendi.
Nezih Demirkent’in Türk basınının bir önderi ve yol göstericisi olduğu vurgulanarak şunlar söylendi: “Hem basına hem topluma öncülük yaptı. Türk basınını Anadolu ile tanıştıran Nezih Demirkent’tir. Yerel haberlere, bölge haberlerine büyük önem verdi. Bize de haberin tarafsızlığının, dürüstlüğünün önemini gösterdi. Mesleğimize saygıyı öğretti. Onun öğrettikleri bugün de bize yol gösteriyor, önderlik ediyor”
Nezih Demirkent’in vefatının 20’nci yılında Aşiyan’daki kabri başında düzenlenen törene katılan konuşmacılar, “Nezih Demirkent sadece bir yönetici değildi. Her zaman başvurduğumuz, her zaman yardımımıza koşan ağabeyimizdi. İnsan kimliği çok ön plandaydı. Sıkıntısı olan, derdi olan ona gelirdi. Kapısı her gazeteciye açıktı. Bizi uzlaştıran, birleştiren kişiydi. Hepimiz ona ‘ağabey’ derdik, hepimiz başımız sıkışınca ona koşardık. Gazetecilerin birlikteliği, yardımlaşması, dayanışması için sürekli çaba harcadı. Bunun ne kadar önemli olduğunu aramızdan ayrılmasından sonra daha çok anlıyoruz” mesajını verdiler.
Babıali’nin meslek gelişim okulunun en mümtaz öğretmeni olarak nitelenen Demirkent bir başöğretmendi. Demirkent okulunda yetişmiş pek çok gazeteci, gerek eseri DÜNYA’da, gerekse Türk basının çeşitli birimlerinde görev yapıyor.
Demirkent için pek çok yorumcu anekdotlar yazmışlardır. Yazılanlar arasında en çok beğenilen yazı, saygın gazeteci Oktay Ekşi’nin yorumuydu.
Naçizane şahsım da, rahmetlinin ölümünden hemen sonra yazmıştım.
Önce, 20 yıl önce yazmış olduğum o yazıya bakalım lütfen:
17 Şubat 2001 İlhan KARAÇAY yazdı…
Nezih Demirkentli nostalji
Günlerden 11 Şubat 2001 Pazar. Bu tatil gününün yatak keyfini çıkarmak için TRT’deki Pazar Panorama’yı izliyorum. Bu nedenle de hiç kaçırmadığım NTV haberini kaçırıyorum. Saat 10.20’de telefon çaldı. Arkadaşım Erdinç Örgüt aramıştı. Aniden “Başın sağolsun” dediğini duyunca aklıma ilk gelen Nezih Demir-kent oldu. Zira, arkadaşım Erdinç, ailemden haber alamazdı. Bir devlet büyüğü ölseydi TRT yayını keser ve yayınlardı, Birkaç saniye içinde beynimde Demirkent yaşadı.
Ve Erdinç’in ‘Nezih Ağabeyi kaybettik’ deyişi ile çöktüm. Hemen istanbul’a uçma hazırlığına başladım.
Günboyu mobil telefonum susmadı. Allah hepsinden razı olsun. Demir-Halk Bank’ın Genel Müdürü Merdan Araz, İstanbul Havayollan’nın eski Müdürü Berk Güden, Avrupa Türk Telecom’un sahibi Ali Yavuz, gazeteci ar-kadaşlanm Ünal Öztürk ve Ali Okşak, turizmci dostlanm Refik Selahiye, Cemal Kapıkıran ve Nebil Zeytunlu bana ilk teselli verenler oldu. Daha sonra pek çok tanıdık ve okur taziyelerini bildirdi.
33 yıllık meslek hayatımda benim babam, ağabeyim ve arkadaşımdı Demirkent. 1969 yılında Hürriyet’e girdiğim zaman Nezih Ağabey Hürriyet’in yan kuruluşu Yeni Gazete’de idi. 1971 yılında Hürriyet’in başına geçtiği zaman, Garbis Keşişoğlu yönetimindeki Avrupa nüshalannın basımı için Frankfurt’ta matbaa kurma çalışmalannı tamamladı. O zamanki en büyük rakibimiz Tercüman idi. Tercüman’ın tirajına ulaşmak bir hayal gibiydi. Ama Avrupa’da oluşturduğumuz ekip, her geçen gün tirajımızın yükselmesine yetmişti. Nezih Ağabey, bir süre sonra Ertuğ Karakullukçu’yu Avrupa baskıla-nnın başına getirdi. İşte bu atamadan sonra Hürriyet’in Avrupa baskılannın tirajı Tercüman’ın tirajını geçmeye başladı.
Hollanda ve Belçika benim sorumluluğumda idi. O yıllarda ulaştığımız tiraj rekor olmuştu. Bugün bile o günkü tiraja ulaşılamıyor. Nezih Demirkent, gazeteciliğin en ince yönlerini keşfetmiş bir yönetici olarak, tirajına ulaşılması bile hayal kabul edilen o zamanki Tercüman’ı geride bırakmayı başarmıştı. Bunun için hepimiz Hürriyet’i sırtımızda taşıdık diyebilirim.
Çok güçlüydü
Çok severdi Nezih bey Hollanda ve Belçika’yı. Hollanda’ya geldiği zaman Van Gogh ve Milli Müze’yi gezmeden gitmezdi. Onunla Hollanda’dan Belçika’ya otomobil ile bir seyahatimiz olmuştu. Başbakan Demirel Brüksel’e geliyordu. O günkü yayınlar nedeniyle Demirel, Hürriyet’e soğuktu. Demirel’in kalacağı otele geldiğimiz zaman lobinin en uzak köşesinde oturmuştuk. Başbakan Demirel otele geldiği zaman etrafında, sıkı bir koruma vardı. Hiç kimse
yanaştırılmıyordu. Hiç unutamıyorum. Demirel’in otel salonuna girişi ve asansöre binişinden sonra biri kulağına birşeyler fısıldadı. Demirel ellerini iki yana açtı ve asansörün hareketini önledi. Asansörden çıktı ve bizim oturduğumuz köşeye doğru yürümeye başladı. İşte o sırada Demirkent ayağa kalktı ve kendisine doğru gelen Demirel’e el uzattı. Tüm basın mensupları Demirel’in yanına yanaşamazken, aynı Demirel’in asansörden özel olarak çıkarak bizim oturduğumuz yere kadar yürümesi, Demirel’in Hürriyet’e ve Demirkent’e verdiği değeri ortaya koyuyordu.
Sağlamcıydı
Demirkent, muhabirlerine çok güvenirdi. Ama bir hata yapmamaları için de kontrol mekanizmasını çalıştırırdı. 1972 yılında Rotterdam’da Türkler’e saldırılar yapılıyordu. Günlerce süren bu saldınlarda Türk evleri yakılıyordu. Verdiğimiz haberler Türkiye’de de manşetlerde idi. İnanılması çok zor olan olayları aktarıyorduk. Nezih Ağabey, Delft’te ikamet eden yeğenine çaktırmadan görev vermiş bizi kontrol ettirmişti.
1976 yılında Beyaz Kelebekler’in “Sen gidince bak neler oldu” adlı şarkısı burada hit olmuştu. Radyo ve televizyonlar gün boyu bu parçayı yayınlıyordu. Geçen yıl hit olan Tarkan’ın “Şımank” adlı parçası “Sen gidince” kadar ünlenmemişti. Nezih bey ile ‘Sen Gidince’yi çarşıda pazarda da her an duyuyorduk. Beyaz Kelebekler’i tam üç kez duyduğu zaman bana anlamlı bir bakış savurdu. Otelden çıkıp Zwolle’deki bir matbaayı ziyarete giderken radyoda bir kez daha Sen Gidince’yi duyan Nezih Ağabey espriyi patlattı “Ulan ben gelmeden önce radyolara talimat mı verdin?”
Yayınlanmayanları yayınlardı
Türkiye’de medyanın yayınlayamadığı haberler vardı. Bazı kişilerin aleyhine yazmak zordu. Bunlardan biri de, o zaman Ajda Pekkan ile gizli aşk yaşayan ünlü bir işadamıydı. Bu işadamının Ajda Pekkan ile ilişkisi olduğunu hiçbir yayın organı yayınlayamamıştı. Ajda Pekkan’ın Eurovizyon Şarkı Yarışma-sı’na “Petrol” adlı şarkı ile Lahey’de katıldığı haftaydı. Nezih Ağabey İstanbul’dan aradı ve aynen şunları söyledi:
“İlhan, Ajda’nın sevgilisi işadamı…. bugün Amsterdam’a geliyor. Onu havaalanından al, oteline götür ve ilgilen. Ama daha sonra da ne yapıp yap, Ajda ile birlikte fotoğraflarını çek ve bizzat bana gönder. Bunu yapamazsan ceketini al ve git.”
Emir büyük yerden ve de şaka yollu tehditli gelmişti. Ünlü işadamını havaalanında uçak kapısından aldım. Ajda’nın kaldığı otele giderken kendisine, “Bak, Nezih Ağabey’den emir geldi. Senin Ajda ile resimlerini çekeceğim ve göndereceğim” uyarısını yaptım. Ünlü işadamı eliyle işaret edip “Geç” dedi. Ben de kendisine, “Bak ben senin resmini çeker ve gönderirim. Benden göndermek, senden de yayınlatmamak” dedim.
Ajda ve ünlü işadamı ile bir hafta birlikte oldum. Bu bir hafta boyunca resim çekmeye hiç yanaşmadım. Taa ki Ajda’nın Petrol şarkısı ile fiyasko yaşanana kadar. Yarışma sonrasında otelin bodrum katındaki barına gittik. Yanımda eşim de vardı. Ajda ile ünlü işadamı kederden bol bol alkol alıyorlardı. Gazetemizin ünlü sosyete fotoğrafçısı Zozo Toledo da oradaydı. İşadamına, “Şimdi fotoğraf çekilme zamanı. Şöyle dörtlü bir hatıra fotoğrafı çekilelim” deyince hiç itiraz gelmedi. İşadamı, “Çekin anasını satayım” dedi. Zozo’yu çağırdım ve fotoğrafımızı çekmesini istedim. Zozo “Çekmem abi” dedi. Ben de kendisine bunun bizim için bir hatıra fotoğrafı olduğunu, işadamının da onay verdiğini söylediğim Zozo, fotoğraf çekmemekte ısrar etti. İşadamı bu kez “Çek ulan Zozo” dedi.
Bunun üzerine Zozo, “Abi şimdi sarhoşsun, yarın ayılınca anamı bellersin” deyiverdi.Daha sonra Zozo fotoğrafımızı çekti ve film makarasını da bana verdi.
Otelden ayrıldıktan sonra zarf içine koyduğum filmi göndermek için Schiphol Havaalanı’na gittim ve kargo ile gönderdim. Ertesi sabah otel odasında buluştuğum Ajda ile işadamı neler olduğundan habersiz idiler. İşadamına filmin gittiğinf söyledim. Gazete dağıtımında çok etkili olan bu işadamı hemen İstanbul’daki sağ kolunu aradı: “Gazeteleri dolaş, akşam fotoğraflar çekilmiş. Git hepsini topla” emrini verdi.
Filmi alan Nezih Ağabey, Hafta Sonu Gazetesi’nin birinci sayfasının tamamını bizim fotoğraflarımız ile doldurup, “İşte işadamı ……….. ile Ajda’nın büyük aşkı” başlıklı bir haber koymuş. Bir hafta sonra İstanbul Hilton Oteli’nde karşılaştığım Zozo, bunun sonrasını bana şöyle anlattı: “Abi sorma yahu. Nezih Baba haberi tam sayfa koymuş. İşadamı önce Erol Bey’i aramış ve baskının durdurulmasını istemiş. Erol Bey baskıyı durdurmuş. İşadamı yola çıkan gazete yüklü kamyonları da durdurmuş.”
Geçtiğimiz eylül ayında Amsterdam’da matbaacılıkla ilgili İFRA Fuarı vardı. Nezih Ağabey bu gibi fuarları kaçırmazdı. “Eşimle geleceğim” demişti ama yine gelememişti. Her zaman olduğu gibi yine Garbis Keşişoğlu gelmişti ve raporu da ondan almıştı.
Affediciydi
1970’1i yıllardı. Utrecht’te Müslüman olmuş bir Hollandalı yaşıyordu. Bir İslam örgütünün lideri olan bu kişi Kur’an kursuna katılan Türk çocuklarına Atatürk düşmanlığı aşılıyordu. Birkaç velinin şikâyeti üzerine görüştüğüm bu kişi, hiçbir şeyi inkâr etmemiş ve konuşmaların banda alınmasına bile itiraz etmemişti. O günkü tartışmalı konuşmamızı aynı gece 12 sayfalık bir haber yapıp İstanbul’a geçmiştim. Sabah saat 09.00’da büromun önünde bekler bir vaziyette gördüğüm bu kişiyi içeri buyur ettim ve ziyaretinin sebebini sordum. Aldığım cevap şu oldu: “İlhan Bey, siz gittikten sonra arkadaşlar ile görüştük. Bu haberin yayınlanmaması için size ricaya geldim. Size söz veriyorum. Bundan sonra sadece din ile uğraşacağım. Siyasete ve Atatürk’e karışmayacağım.”
Adamın bu şekilde düşünmeye başlaması bile bizim için büyük bir kazançtı. Bu nedenle yazıyı yayınlamamak yayınlamaktan daha iyi sonuç verecekti. Nezih Ağabey’i aradım ve durumu anlattım. O da bağışlayıcı tarafını gösterdi ve haberi yayınlamadı. Ancak, Nezih Ağabey, kendi köşesinde bu kardeşimize bazı tavsiyelerde bulundu.
DÜNYA Avrupa
İstanbul’a her gidişimde, babam, ağabeyim ve arkadaşım Nezih Demirkent’i ziyaret etmeden geçemezdim. Üç yıl önce bir şubat günüydü. Kendisini ziyaret ettiğim sırada “Ne yapıyorsun?” diye sordu. NTV’ye haber geçtiğimi, yakında belki bir aylık dergi çıkarabileceğimi, belirtmiştim. Bana, “Dergiye ne gerek var. Al sana hazır bir DÜNYA. Burda bir ekip kur ve bunu haftalık olarak Hollanda ve Belçika’da yayınla” dedi. Hemen orada karar verdim ve Selçuk Onur yönetimindeki DÜNYA‘nm provasını yaptık. Üç yıl önce mart ayı sonunda başlattığımız Benelux baskısı sizlerin de desteği ile hâlâ yaşıyor. Nezih Ağabey’in anısına bunu yaşatmayı sürdürmek de hepimizin borcu.
***************
Evet Avrupa DÜNYA’yı yaşatmak hepimizin borcuydu ama, maalesef yaşatamadık.
****************
Saygın gazeteci ve yorumcuların başında gelen Oktay Ekşi ağabeyimizin, rahmetli Demirkent için yazmış olduğu yorumu okumanızı rica ederim:
BİNLERCE belki on binlerce anı arasından bu sütuna sığacak bir Nezih Demirkent portresi çıkarmak çok zor. Ama en azından yapmaya çalışmak zorunlu. Çünkü o, bir gazetecinin görevini yapmamasını hiçbir zaman affetmedi.
Nezih Demirkent tüm yaşamını gazetecilik çizgisi üzerine oturtmuştu. Onu yer, onu konuşur, onu yaşar, o dünyaya en küçük bir katkı sayılacak her şeye ve her yere koşardı.
İtibarlı bir gazetenin sahibiydi. Emeğiyle, yeteneğiyle ve azmiyle bir gazetecinin ulaşabileceği başarıların hemen hepsine ulaşmıştı. Mesleğin gerçek anlamdaki duayeniydi.
O tükenmez bir enerji, vefakár bir arkadaş ve eşsiz bir dost idi.
Saydığımız bu son iki niteliği özellikle son yıllarında çok daha belirgin şekilde ön plana çıkmıştı. Kurduğu ve başında bulunduğu müessesenin kapılarını, özellikle kendisiyle beraber çalışmış meslektaşları için sonuna kadar açmıştı. Arkadaşlığı ve dostluğu, saygın bir sosyal güvenlik kurumundan çok daha güven vericiydi. Demirkent spor muhabirliği ile başlayan meslek yaşamını, tüm kademelerin hakkını vererek ve hepsini kendi yetenek ve dirayeti sayesinde hak ederek en üst noktaya taşımıştı.
Halkın nabzını tutmayı bilirdi. Bu yeteneğini özellikle Hürriyet’in başında bulunduğu yıllarda çok iyi göstermişti. Hürriyet’in manşeti o yüzden Türk halkının o günkü sorununu, anında kamuoyuna yansıtırdı. Demirkent sadece iyi bir gazeteci değil, aynı zamanda iyi bir yönetici de olduğunu özellikle Hürriyet Gazetesi’ndeki yıllarında ispat etti. Nitekim basın dünyamızdaki kurumlaşmış gazeteyi ilk defa o, Hürriyet’te gerçekleştirdi. Özellikle 1970 sonundan yani Hürriyet’i yönetme sorumluluğunu üstlendiği tarihten, ayrıldığı 1981 yılı sonuna kadar geçen 11 yıl boyunca Hürriyet’i adeta sırtında taşıdı. Demirkent, kıdem tazminatı karşılığı Erol Simavi’den 1982 yılında aldığı Dünya Gazetesi imtiyazı ve baskı tesislerinden yararlanarak bugünkü Dünya Gazetesi’ni yarattı. Onunla kalmadı, kendi dağıtım ağını kurdu. Yan yayınlar çıkardı. Dış yayınların dağıtımını üstlendi. Kitapevleri açtı. Bunları yaparken dış dünyada özellikle gelişmiş Batı ülkelerinde gazetecilik ve yayıncılık faaliyetlerini günbegün izlemeyi hiç ihmal etmedi. Çünkü kafa ufku, basınımızın klasik ölçütleriyle anlatılamayacak kadar genişti.
Bu satırların yazarının Nezih Demirkent’le 1966’dan 1981 sonuna kadar süren yakın bir iş arkadaşlığı oldu. Bu uzun süre içinde elbette aynı görüşleri paylaşmadığımız birçok olay yaşadık. Ama karşılıklı saygımızı hiçbir zaman ve hiçbir sebeple geri plana itmedik. Nezih Demirkent artık maalesef yok. Ama Demirkent’in mesleğine ve meslektaşlarına yaptığı hizmet o kadar büyüktür ki, onu unutmak mümkün değildir.
Daha açık söyleyelim: Nezih Demirkent’i göz ardı eden bir Türk basın tarihi, eksiktir.
Yıllar önce, ‘Hollanda’da Hüsnü Uysal ününe ün katıyor…’ başlıklı haber ile tanıtmıştım. Şimdi, 60 yıl önceki lâle soğanı taşıyan posta arabası görgü şahitliği ile haber oluyor.
İlhan KARAÇAY
Geçtiğimiz ocak ayı içinde yayınlamış olduğum ‘ Türkiye’ye Övgü Yağdıran ve Laleyi Hollanda’ya kazandıran Adam: Busbecq’ başlıklı haberimi okuyan eski dost Hüsnü Uysal bana gönderdiği bir mesajında çok ilginç bir şahitliği dile getirdi.
Ortaokul öğrencisi iken, 30 Mart 1960 günü, Hollanda’ya sembolik olarak gönderilen, lâle soğanı yüklü bir at arabasının yola çıkışına şahit olduğunu belirten Uysal şunları yamış:
İlhan Bey,
Sizin 13 Ocak 2021 tarihinde kaleme alıp bizlere gönderdiğiniz ‘Türkiye’ye Övgü Yağdıran ve Laleyi Hollanda’ya kazandıran Adam: Busbecq’ başlıklı yazınızı büyük bir ilgiyle okudum.
Yazınınızın hemen hemen en son kısmında; ‘Posta arabası 30 Mart 1960 günü İstanbul’dan büyük törenlerle ayrıldıktan sonra, 400 yıl önceki rotayı takip etti. Selanik, Belgrat, Graz, Salzburg, Münih, Frankfurt, Bon ve Lahey şehirlerinden geçtikten sonra 38 günde Rotterdam’a ulaştı ve büyük bir törenle karşılandı.’ cümlesini okuyunca, tam 60 yıl öncesini hatırladım.
O yıllarda biz Londra Asfaltı Caddesi yanındaki Topkapı Mahallesi’nde ikamet ediyorduk. Ben ise Şehremini Ortaokulu’nda okuyordum. O yılki eğitim döneminde öğlenden sonra serbesttik.
‘Bu anımın geçtiği yer olan Londra Asfaltı Caddesi’nin internetten bulduğum o zamanlara ait iki fotoğrafı ekliyorum. Olay soldaki resmin sol tarafında oluşmuştu.
Londra Asfaltı Caddesi ise daha yeni tamamlanmış, İstanbul’un en modern asfalt yoluydu. Orta kısımda bazen çiçeklerle süslenir bazen de beyaz çakıllarla kaplı bu kısmı özel bekçiler tarafında gözlenir ve bizleri buraya pek yaklaştırmazlardı. Londra Asfaltı Caddesi o kadar tenhaydı ki bunu bugünkü trafikle kıyaslayamayız. Topkapı’dan Bakırköy istikametine doğru yolun iki tarafı küçük tepecikler, yemyeşil çayırlarla kaplı bomboş araziydi.
Evet 30 Mart 1960 günü okuldan çıktıktan sonra arkadaşlarımla Londra Asfaltı Caddesi yanında günümüzü geçiriyor beraber oynuyorduk. Topkapı Surları dışındaki benzin istasyonu yakınında küçük bir topluluk görünce ben ve arkadaşlarım ‘Ne oluyor burada?’ diye büyük bir merakla hemen yanlarına koşuştuk.
Orada gördüklerim; bir fayton, ama nasıl bir fayton? İkiden fazla at koşulmuştu önüne. Etrafında ise tarihsel giysileri ile dolaşan iri yarı bir bey ile bir hanım dikkatimi çekti. Bu beyin başındaki beresi, kısa tulum pantolonu ve altında uzun çorapları, hanımın ise üzerindeki kadife gibi kumaştan giysisi gözlerimden halen silinmiyor. Bir de üç ayak üstünde çekime hazır bir film kamerası. Herhalde tarihi bir film çekimi yapılıyor diye düşündüm. Ayrıca yarış bisikletleri ile yarışçılar, sanki bir tura hazırlanıyorlardı. Yarışçılardan birinin o güler yüzünü ise hiç unutamıyorum. Bu iki etkinliğin bir arada oluşunu halen çözümlemiş değilim.
Merakımı yenemedim. Bizim gibi olayı gözleyenlerden birine ‘Amca kim bunlar? Ne yapıyorlar burada?’ diye sorunca, bu kişi bana, Lâlenin Hollanda’ya gidişinin 400’üncü anma töreni yapıldığını anlattı. Bu iri cüsseli bey ile hanımın Hollandalı olduklarını, bu fayton ile uzun bir yolculuk yapacaklarını sözlerine eklemişti. Evet 30 Mart 1960 günü şahit olduğum bu olay hiçbir zaman gözlerimden ve hafızamdan silinmedi.
O zamanki Hollanda üzerinde bildiklerim ise Coğrafya derslerindeki yarım sayfaya sıkıştırılmış bilgilerdi.
Benim bu anımı, yazınızı okuduktan sonra sizinle paylaşmak istedim.
Saygılarımla,
Hüsnü Uysal
Hüsnü Uysal’ın şahit olduğu posta arabasının kısaca öyküsü şöyle:
Lâle’nin Hollanda’ya kazandırılmış olmasının 400’üncü yılında, Holland ave İstanbul’da şenlikler yapılır. Hollanda’daki şenlikler ülke çapında gerçekleşir. Lâle soğanlarının Hollanda’ya gönderilişi sembolik olarak tekrarlanır.
Atlı bir arabaya doldurulan lâle soğanları, İstanbul’dan yola çıkar ve yukarıda bahsedildiği gibi Hollanda’ya doğru yola çıkar. Rotterdam’da karşılanan araba onbinlerce kişi tarafından karşılanır.
Hüsnü Uysal’ın bu hoş anısından sonra, isterseniz size kendi yeteneklerine ait eski haberini de okutayım:
Hollanda’da Hüsnü Uysal ününe ün katıyor…
Hollanda’da müzik çalışmalarının yanı sıra, son üç yıldır öykü, hikaye, masal anlatıcısı (verhalen verteller) olarak ün yapan Hüsnü Uysal, son olarak yayınlanan bir kitapta, Nasreddin Hoca’yı tasvir etti.
Geçenlerde Hollanda SBS6 televizyon kanalında ‘Ikinci Kariyer’ (Een Tweede
Carriere) filminde bir öyküsü yayınlanan Uysal, bu filmin müzık fonunu da düzenledi.
Bu yıl Appelmoes adlı yayın organının çıkardığı Eveline van de Putte ve
Veronica Nahmias’ın çalışması olan ‘De Hemelvrouw Wereldsprookjes voor
groot en klein’ kıtabında, Nasrettin Hoca’nın ‘Bir Bilginle Buluşma’
fikrasını da anlatan Uysal, Hollanda’da son günlerin en çok aranan ismi oluyor.
Hüsnü Uysal’ı tanıyalım: İstanbul’da doğan Hüsnü Uysal, genç yaşlarda gitar çalarak müziğe atildi. Pop ve rock müziğine kalbini vererek çesitli profesyonel gruplar ile çalıştı.
Türkiye’nin en tanınmış gruplarından biri olan ve jazz-rock stilinde müzik yapan yedi kişilik Kombo Orkestrası’nda gitarist-şarkıcı olarak sahne aldı. Chicago ve Bloot Sweat and Tears etkisinde kalan Kombo Band, ayrıca birçok tanınmış sanatçılarına da eşlik etti. Hüsnü Uysal’ın Türkiye’de Kombo Orkestrası ve diğer gruplara eşlik ettiği sanatçılar; Fatih Erkoç, Edip Akbayram, Nükhet Duru, Selda, Metin Ersoy, Tanju Okan, Esin Afşar, ve Seyyal Taner’dir.
1974 yılında Hollanda’ya gelen Kombo Band, şansını Avrupa’da, Batı müziği çalarak denemek istedi. Hollanda’nın tanınmış sahnelerinde, örneğin; Rollings Stones’un sahne aldığı Scheveningen Kurhaus’da, Rotterdam De Doelen’da konserler veren bu grup, yine o sıralar Hollanda’ya gelen Erol Büyükburç, Semiha Yankı, Erkin Koray ve Barış Manço’ya eşlik etti.
80’li yıllarda, Hollanda’da ilk kez Türk pop müzigi yapan, Dostlar Grubu’nun kurulmasında Hüsnü Uysal’ın katkısı oldukça büyüktür. Türk ve Batı müziği ögelerini kullanarak repertuarını geliştiren Dostlar, Hollanda toplumuna açılıp isim yapan ilk gruplardan biri oldu. Bu grup, Dünya Festivali’nin öncüsü olan Poetry Park’ta ve Hollanda’nın çesitli podyumlarında, örneğin; Herman Brood ve Fatal Flowers’un önünde sahne aldı.
Hüsnü Uysal ayrıca, ünlü Hollanda müzik gruplarıyla da çalışmalar yaptı. Yapmış olduğu aranjmanlar ve film müziklerinin yanı sıra 1999 yılında Türkiye’ye yönelik bir albümün yapımında, gitarist ve süpervizör olarak katkıda bulunmuştur.
Hüsnü Uysal, Rotterdam Konservatuarı’nın gitar bölümünde iki yıllık bir eğitim görmüştür. 2000 yılından itibaren Rotterdam’ın tanınmış müzik okulu SKVR’de, Türk pop müziği bölümünü başlatarak, bu çerçevede seminerler, grup ve gitar dersleri veren Hüsnü Uysal, Hollanda’da ilk kez Türk Pop müziği hocası ünvanını da taşımaktadır.
Hüsnü Uysal son yıllarda çalışmalarını, Türk pop ve rock müziği stilindeki bestelerine yöneltmiştir. Bunları gitarının eşliğinde, profesyonel bir anlamda sunmaktadır. Rotterdam Rijnmond televizyonu ve radyosu yayınlarında da izlenen Hüsnü Uysal’ın eserlerindeki duygusallık, onun etkili ve vurucu sahne performansı ile birleşerek izleyicileri etki altında bırakmaktadır. Ayrıca, Hollanda’da yayınlanan Vara Radyosu’nun “Spijkers met Koppen” adlı söyleşi programına katılan Hüsnü Uysal, Güney Hollanda’nın 2005 yılı Pop Müzigi Besteci-Şarkıcı Yarışması’nda, ikincilik ödülünü almıştır.
Hüsnü Uysal, son üç yıldır, müzık çalışmalarının yanında öykücülüğe de başlamıştır.
Hüsnü Uysal ikincilik ödülünü alırken
Guitarist, singer & songwriter
Hüsnü Uysal
Hüsnü Uysal is geboren in Istanbul. Hij speelt al vanaf zijn zestiende gitaar. Zijn hart heeft hij verpand aan pop & melodieuze rockmuziek.
In Turkije genoot hij vooral bekendheid als de gitarist van de bekende jazzrock formatie de Kombo Band , die zowel in Turkije als in Nederland populaire Turkse artiesten begeleidde.
De Kombo Band trad onder meer op in het Circus Theater en het Kurhaus.
Door Turkse- en Westerse muziekelementen samen te voegen, gaf Hüsnü Uysal zijn muzikale carrière een andere wending.
In 1982 richtte hij de Popgroep Dostlar op als één van de eerste Turkse Popgroepen in Nederland. Deze band trok langs het podiumcircuit, onder andere als voorprogramma van Herman Brood en Fatal Flowers.
Hüsnü Uysal is een veelzijdig mens. Hij speelde in verschillende Nederlandse groepen en coachte Turkse groepen. Twee jaar studeerde hij gitaar op het Rotterdamse Conservatorium en had jarenlang een muziekcolumn in het Turkse tijdschrift Ekin.
Sinds 2000 is hij popdocent bij de SKVR (Stichting Kunstzinnige Vorming Rotterdam) en is medeoprichter van de nieuwe studierichting Turkse popmuziek. Als eerste in Nederland is hij in 2002 benoemd tot Turkse Popmuziekdocent.
De laatste jaren zingt en speelt hij als solist eigen nummers. Zijn Turkse teksten over de ziele roerselen van de mens worden met zijn aparte stemgeluid en begeleiding op akoestische gitaar tot prachtige, dynamische liedjes.
Hij was diverse malen te horen op Radio en TV Rijnmond. Ook zong hij op diverse podia. Niet voor niets trad hij in 2003 op bij TV Rijnmond ‘Dak van Rijnmond’ en bij Radio Rijnmond bij Loes Luca en DJ Rene Broeder. En ook in de jaren daarvoor was hij te zien en te horen bij onder meer: The Little Cave Jongeren Centrum; Zomerpodium Rozentuin; Bibliotheektheater; Open Podium Schouwburgplein, Delfshaven en de Cultuurparade Noordplein.
In 2005 heeft hij opgetreden in het VARA radioprogramma ‘Spijkers met Koppen’ en de tweede prijs van de “Grote Prijs van Zuid-Holland”, in de categorie singer/songwriter heeft gewonnen.
Kortom, Hüsnü Uysal is een veelzijdige, kundige en enthousiaste muzikant, van veel markten thuis en altijd met groot enthousiasme. Een muzikant in hart en nieren.
“Professionaliteit en plezier spatten af van de Turkse pop van Hüsnü Uysal.”