‘Noel Baba’ diye fotoğraflananlardan biri, Demreli Sint Nikolaas’tır, diğeri ise İskandinavyalı Noel Baba’dır.
Yılbaşı ise, Noel ile ilgisi olmayan, yeni bir yıla girişin başlangıç kutlamalarıdır.
İlhan KARAÇAY yazdı:
Hıristiyan aleminin bugün ikinci gününü kutladığı Noel Bayramı hakkında çeşitli varsayımlar dile getirilir. İskandinavyalı Noel Baba ile, Demreli Sint Nikolaas ve Yılbaşı kutlamaları birbiri ile karıştırılır.
İskandinavyalı Noel Baba Demreli Sint Nikolaas
Gerek Noel Baba ve gerek se Sint Nikolaas gerçeğini aşağıda sizlere sunacağım.
Ama önce , 2016 yılında, eski hakemlerden olan, şimdiki spor yorumcusu Ahmet Çakar’ın bir falsosu için yazdığım yoruma bakalım.
Daha sonra da Noel Baba, Sint Nikolaas ve Yılbaşı konularına değineceğim.
İlhan Karaçay’ın Ahmet Çakar’a cevabı. Noel Baba, adamın daniskasıdır, bacadan girmez, kapıdan girer.
Ünlü eski hakemlerimizden Ahmet Çakar, her hafta ahkam kestiği spor programlarından birinde, konularla hiç alakası olmadığı halde bir laf etmişti Laf şöyleydi:”Noel baba’yı hiç sevmem. Adam olsa kapıdan girer; niye bacadan giriyor kardeşim? Yemişim Noel Baba’yı.”
Bu lafı duyunca midem bulanmıştı doğrusu.
Kocaman ve tahsilli bir adamın ”Yemişim Noel baba’yı” gibi argo bir cümleyi kullanması hiç hoş olmadı.
Benim sevgili meslektaşım Yüksel Aytuğ da SABAH’taki (GÜNAYDIN eki de olabilir), Ahmet Çakar’ın bu hakaretini, ‘Yılın Lafı’ olarak köşesine koymuş. ‘Kocaman ve tahsilli’ dediğim Ahmet Çakar, Tıp tahsili yapmış ve pratisyen doktor olarak göreve başlamıştı. Babası Mustafa Çakar da bir hekimdi. Ama sonra hakem de oldu. Ahmet Çakar da babası gibi hekimlikten sonra hakemliğe başladı.
Tanışmışlığımız da vardır Ahmet Çakar ile.
1994’de ABD’de yapılan Dünya Futbol Şampiyonası sırasında, New York’ta aynı yemek sofrasını paylaşmıştık. Aynı masada sevgili dostum Fatih Terim de vardı. Ahmet Çakar eşi ile birlikteydi ve çok kibar bir insandı.
Ama nedense, çıktığı Tv programlarında yorumculuk yaparken ukalalığı ile göze çarpmaya başladı. O’nun bu tavrı birilerinin hiç hoşuna gitmemiş olacak ki, bir tetikçi tarafından silahla vurulmuştu.
Ne yazık kı, televizyon programlarında yorumculuk yapmakta olanların bazıları, patavatsız konuşmaları ile dikkat çekmeye çalışırlar. Bunlardan biri de benim Mersinli hemşehrim Erman Toroğlu’dur. Kendilerine verilen mikrofonları fuzuli laflarla işgal edip durur bu tip adamlar.
Biz konumuza dönelim ve Ahmet Çakar’ın Noel baba için söylemiş olduğu yakışıksız sözleri ele alalım.
Ahmet Çakar, tarihi bilmediği için böylesi bir laf etmiştir. Zira, Ahmet Çakar tarihi bilseydi, Noel Baba dediği adam ile Sint Nicolaas’ın değişik kişiler olduğunu da bilirdi. Tarihi bilseydi, evlere bacadan girdiğini sandığı kişinin Demreli (Myra-Patara) Sint Nicolaas olduğunu bilirdi.
Tarihi biliyor olsaydı, Sint Nicolaas’ın evlere bacadan girmediğini, bir eve bacadan hediye attırdığını bilirdi.
Aziz Sint Nicolaas Demre’de yaşamış olan İlhan Karaçay Demre’de Sint Nikolaas bir bir din adamıydı. heykeli önünde.
Ben, Sint Nicolaas’ın yaşamını öğrenmek için Demre’ye gittim ve araştırdım.
Sint Nicolaas, Anadolu’nun bu şirin kentinde yaşayan sevimli bir insandı. Babası tüccardı. yani zengin bir ailenin çocuğuydu.
O’nun yaşam öyküsünü detaylı bir şekilde öğrenmek isteyenler, bu yazının altındaki uzunca öyküe bakabilirler.
Sint Nicolaas’ın ‘baca’ iddiasına gelince…
Nicolaas yardımsever bir insandı. Yaşadığı yerdeki fakirlere yardım ederdi.
Nicolaas’ın yaşam öyküsünde çeşitli rivayetler vardır.
Bu rivayetlerden birine göre, yaşadığı yerde fakir bir aile vardı. Üç kızı olan bu fakir ailenin kızları parasızlıktan evlenemiyormuş. Kızların kötü yola düşmesinden korkan Nicolaas, bu kızların evlerine pencereden hergün altın para attırırmış.
Kızlar bu durumdan çok korkmuşlar ve pencereleri kapamışlar. Sint Nicolaas, yamağı olan zenci çocuğa, ‘Dama çık ve bacadan at’ emrini vermiş.
Bu durum karşısında zengin olan baba, kızlarını teker teker evlendirmiş.
İşte, hikaye bu kadar basit.
Ahmet Çakar’ın, kapıdan girmeyip bacadan girdiğini öne sürerek hakaret ettiği Noel (Sint Nicolaas) hikayesinin aslı budur işte.
**************
Sint Nicolaas ile Noel Baba’nın aynı kişiler olmadığını, ve asıl hikayeyi öğrenmek istiyorsanız, alttaki uzun yazıyı okuyunuz.
İlhan KARAÇAY gitti, gördü ve yazdı…
Sint Nikolaas ve Myra
Hollanda’da ‘çocukların sevgilisi’ konumundaki Sint Nikolaas’ın, Anadolu topraklarındaki Myra’da doğduğunu bilenler olduğu gibi bilmeyenler de çoktur. Hollanda’da Myra’nın nerede olduğunu sorduğunuz zaman, akıllarına ilk gelen ülke İspanya olur.
Her yılın 5 aralık günü, Sint Nicolaas’ın gelişini kutlayan çocuklar hediyelere boğulur ve bu gün çocukları çok mutlu eder.
25 yıl önce, Sint Nikolaas’ın, bu gün adı Patara ve Demre olan yerlerde doğduğunu ve rahip olduğunu belirten bir yazıyı gönderdiğim Hollanda medyasından bazıları bu yazıyı kullanmış ve başta Enschede’deki Tubantia gazetesi olmak üzere bazı gazeteler ise bu yazıyı bana posta ile geri göndererek, ‘Bilginize ihtiyacımız yoktur’ gibi bir mesajla terniye sınırını aşmışlardır.
Geçen ay yolumuz Demre’ye düştü. Gittik ve Sint Nikolaas’ın rahip olduğu
kiliseyi ziyaret ettik. Sorduk, soruşturduk ve tarih sayfalarını karıştırdık. Sonuçta biz de Sint Nikolaas’ı sayfalarımıza aktarmayı yeğledik.
Bütün dünyada “Noel Baba” adıyla tanınan, Avrupa ülkelerinde çoğunlukla Santa Klaus olarak bilinen Aziz Nicholaos, Anadolu’da yaşamış bir din adamıdır. Günümüz İtalya’sının Sicilya Adası, Napoli, Bari, Almanya’nın Frieburg ve hatta Amerika’da New York kentinin koruyucu azizi olma derecesine varan önemi, her yılın 6 Aralık günü (Hollanda’da 5 aralık) yapılan anma törenleri ile daha da pekişmektedir.
Günümüzde Santa Klaus, hiç şüphe yok ki, İskandinavya ülkelerindeki iyilik sever çocukların koruyucusu ve sevindiricisi olan Noel Baba efsanesi ile Myra’lı Aziz Nicholaos’ın kişiliklerinin birleştirilmesiyle, yarı dinî ve çok popüler bir tipin doğmasıyla oluşmuştur. Bu tipin kökünün İskandinavya ülkelerinin çok eski inançlarından alındığı, Noel Baba’nın geyikler tarafından çekilen bir kızakla dolaşmasından anlaşılır. Halbuki gerçek Myra’lı Aziz Nicholaos’ın yaşadığı yerler hiç kar yağmayan Akdeniz kıyılarıdır. Onun zor durumda olan çocukları, insanları koruyucu kişiliği, kuzeyin kutsal bir varlığı, belki de çok erken çağların karanlıklarında kaybolmuş bir tanrısıyla birleşerek, Noel geceleri ortaya çıkan, çocuklara hediyeler getiren sempatik bir ihtiyara dönüşmüştür. Ne derece gerçeklere aykırı olursa olsun, Hıristiyan ülkelerinde Noel Baba, özellikle çocukların heyecanla bekledikleri sevimli bir kişi olarak yaşamaktadır.
Aziz Nicholaos’ın hayatı hakkında, azizlerin birçoğunda olduğu gibi fazla bir şey bilinmez. Sonraları pek çok efsane ile hayatı süslenmiştir. Tahıl ticareti yapan bir ailenin çocuğu olduğu bilinir. Hayatına dair yazılan dinî kitaplarda, göğün bir hediyesi, ana-babasının dualarının ve verdikleri sadakaların bir meyvesi, fakirlerin kurtarıcısı olarak dünyaya geldiğine işaret edilmiş, daha bebek iken mucizeler yarattığına inanılmıştır.
Aziz Nicholaos’ın ölüm günü tüm Hıristiyanlarca 6 Aralık olarak kabul edilir. Ancak bu tarihin kesin bir kaynağa dayandığı söylenemez. Azizden bahseden en eski kaynaklar olan, VI. yüzyıla ait “Vita Sionitae” ile “Vita de Stratelatis” adlı eserler de kesin bir ölüm tarihi vermezler. Bu kaynaklarda sadece Azizin doğum yerinin, Likya’nın en büyük limanı Patara olduğu kaydedilmiştir. Hıristiyanlığın ilk yıllarında Havari Paulos’un, Patara’da kaldıktan sonra yoluna devam etmesi, Patara’ya İncil’de adı geçen kentlerden biri olma özelliğini kazandırmıştır. Bu bölümde Havari Paulos’un arkadaşı Luke ile üçüncü seyahatleri sonunda, Miletos’tan Kudüs’e dönerken Patara’da kaldıkları ve buradan muhtemelen daha büyük bir gemiye binerek seyahatlerine devam ettikleri anlatılır.
Aziz Nicholaos’ın İ.S.III. yüzyıl sonlarında Patara’da dünyaya geldiği ve Myra’ya papaz olana dek, gençlik yılarının Patara’da geçtiği söylenmektedir. Gençliğinde Filistin ve Mısır’a yaptığı seyahatlerden söz edilmiş, yaşadığı devrin İmparator Konstantinos dönemi veya III. yüzyıl sonu ile IV. yüzyıl başı olduğu belirtilmiştir. Ölümünden sonra Avrupa’nın birçok kentinde adına kiliseler inşa edilmiştir ki, bunlar arasında VI. yüzyılda İstanbul’da inşa edilen Bazilika en göze çarpan yapıdır. Rusya ve Yunanistan’ın en saygın Azizi olarak tanınmış, çocukların mahkûmların, denizcilerin ve gezginlerin koruyucusu olarak saygı görmüştür.
Yaşantısı ve mucizeleri hakkında gerçekliği tartışılacak, sayısız hikâyeler anlatılmıştır. Piskopos olma kararının kehanetlere veya seçim toplantısı kararına göre, ertesi günü kiliseye giren ilk adam olmasına dayanılarak verildiği söylenir. Diğer hikâyeler, İmparator Dioeletianus devrinde (284-305) Hıristiyanlara yapılan zulümler sırasında çektiği acılarla ilgilidir. İnancından dolayı hakimler tarafından tutuklanıp zincire vurulmuş, birkaç yıl sonra Hıristiyan İmparator Konstantinos tarafından serbest bırakılarak Myra’ya geri dönmesi sağlanmıştır.
Bir başka hikâyede Azizin İ.S. 325 yılında Nicaca’da (İznik) toplanan Konsüle katıldığı anlatılır. Bir keresinde İmparator Konstantinos’un rüyasına girerek, haksızlıkla ölüme mahkûm edilmiş olanları serbest bırakmasını söyler. Bir keresinde de Mısır’dan İstanbul’a giden bir gemiden aldığı hububatla Myra halkını açlıktan kurtarır. Ancak gemi İstanbul’a vardığında yükünde hiçbir eksilme görülmez. Bu belki de Aziz’in, denizcilerin patronu olmasına bağlanan mucizelerden biridir. Çünkü, Akdeniz’de seyreden gemicilerin sefere çıkmadan önce birbirlerine iyi dilek olarak “Dümenini Aziz Nicholaos tutsun” demeleri gelenek olmuştur. Aziz’in sağlığında din adamı olarak çalıştığı Likya sahilleri, Akdeniz’in en önemli denizcilik merkezi, burada yaşayanlar da Akdeniz’in ünlü denizcileriydi. Bu nedenle, Aziz’in denizle ilgili birçok mucizesine din kitaplarında da rastlanır.
İki hikâye aynı zamanda onun, çocukların da patron azizi olduğunu gösterir. Birinde insanlar açlıktan kırılırken, kasap üç genci evine davet edip satmak için uykularında parçalar. Aziz Nicholaos, bunu duyar duymaz kasabın evine koşar ve gençleri yeniden diriltir. Bir diğerinde fakir bir tüccar, kızlarını evlendirmeye gücü yetmeyince, onları satmayı düşünür. Aziz Nicholaos, tüccarın evine üç kese dolusu para atarak, kızları kötü yola düşmekten kurtarır. Bu hikâyeden çocukların Santa Klaus gününde hediye almalarının sebebi olduğu gibi Avrupa’da rehinecilerin, dükkânlarına üç altın top asma geleneğinin de kaynağı olduğuna inanılır. Aziz’in resminin ikonalar da üç altın top ile tasvir edilmesinin sebebi de bu hikâyeye dayandırılır.
Noel Baba Kilisesi
Aziz Nicholaos öldüğünde yapılan kilise veya şapel 529 yılındaki depremde yıkılınca daha büyük belki de bazilika tipinde bir kilise yapılmıştır. Peschlow, büyük apsisin güney tarafında eşit apsisli iki küçük mekân ile bugünkü binanın kuzey yan nefinin büyük kısmının bu ilk yapıya ait olduğunu tahmin etmektedir.
Bu kilise VIII. yüzyılda zelzele veya Arap akınlarıyla yıkılmış, daha sonra tekrar yenilenmiştir. 1034 yılında Arap donanmasının denizden yaptığı akınlarla harap olmuştur. On yıl harap durumda kalan kilisenin 1042’de Bizans İmparatoru IX. Konstantin Monomakhos ve eşi Zoe tarafından tamir ettirildiği kitabesinden anlaşılmaktadır. XII. yüzyılda binaya bazı ekler yapılmış, kilise tekrar onarılmıştır.
XIII. yüzyılda Türklerin eline geçen Myra’da, kiliseyi serbestçe ibadet etmek için kullandığını ve kilisede bazı onarımların yapıldığını anlıyoruz. 1738’de büyük kilisenin yanındaki şapel tamir edilmiştir. 1833- 1837 yılları arasında Anadolu’yu gezen C. Texier, Myra’ya da uğramış ve kitaplarında kiliseden bahsetmiştir. Ondan on yıl kadar sonra 1842 yılı Mart ayında Teğmen Spratt ile Prof. Forbes de Myra’ya gelmiş, kilisenin bir krokisini çıkarmışlar ve kilisenin yanında bir manastırın olduğunu görmüşlerdir. 1853 yılında Kırım Harbi sırasında Ruslar kilise ile ilgilenmişler ve burada bir Rus kolonisi kurmak için Anna Golicia adındaki Rus kontesi adına toprak almışlardır. Ancak Osmanlı Devleti işin siyasî yönünü farkedince Rusların aldıkları toprakları geri almış, yalnızca kilisenin onarım istekleri kabul edilmiştir. Böylece 1862 yılında August Salzmann adında bir Fransız, Nicholaos Kilisesi’nin onarımı ile vazifelendirilmiştir. Bu restorasyonlar kilisenin aslını bozacak kadar kötü yapılmıştır. Bu restorasyon sırasında 1876’da bugün görülen çan kulesi de ilave edilmiştir.
Birçok kentin koruyucu azizi olan Noel Baba’ya adanmış iki bine yakın kilise bulunmaktadır. O’nun yaşam öyküsü ve mucizeleri birçok kitapta yer almış, ancak en eskisi 750-800 yılları arasında Byzantion’da Stadion Manastırı Başkeşişlerinden Michael tarafından yazılmıştır.
IV. yüzyılda burada bulunan tek kubbeli kilisenin güneyine VIII. yüzyılda haç şeklinde bir şapel ile kuzey tarafına da eklemeler yapılmıştır. Ayrıca 1862-63 senelerinde de binaya dış narteks ile iç narteksin bazı kısımları ilave edilmiştir. Bugün iki sütunu ayakta kalmış bir avludan bir iki basamakla Bizans Devri’nde ilave edilmiş güney nefine inilir. Haç biçimli bu bölümün doğu kısmında üç kemerli pencereye sahip bir apsis yer alır. Apsisin önünde orijinal stylobat ile ortasında altar kaidesi hâlâ görülür. Apsis nişinin içinde yer yer renkleri kaybolmuş ve belirsizleşmiş aziz figürleri vardır. Bunların altındaki küçük niş içindeki fresko Noel Baba’ya aittir. Bu bölüm ve esas kilisenin güneydoğu şapelinin tabanlarında farklı desenlerde mozaik panolar görülür. Batı yönünde merdivenlerin karşısındaki niş içerisinde İsa, Meryem ve Yahya freskoları vardır. Buradan iyi muhafaza edilmiş kapı bizi, lahitlerin bulunduğu kısma, yani haç biçimli şapelin uzun kısmına çıkartır. Lahitlerin yer aldığı nişler içindeki freskolar bugün net olarak görülmese bile çeşitli aziz tasvirlerini içeren freskolar ile bezenmiştir. Kuzey duvarındaki ilk nişle sütunların üzerinde Meryem freskosu ilginç örneklerdir. Noel baba freskosunun bulunduğu ikinci niş sütununun ters konduğu yazılarından anlaşılmaktadır.
Nişler içinde yer alan lahitlerden birinci niş içindeki akarthus yaprakları ile süslü Roma Devri lahdinin Noel Baba’ya ait olduğu kabul edilir. Hatta Noel Baba’nın denizcilerin de azizi olmasından dolayı lahdin üzerinin balık pulu desenleriyle süslendiği söylenir. 20 Nisan 1087’de Bari’li korsanlar, Noel Baba’nın kemiklerini almak için lahdi kırmışlar, bazı kemikleri alarak Bari’ye götürmüşlerdir. İkinci niş ile karşısındaki nişte bulunan lahitler sadedir. Burada nişler içindeki lahitlerden başka yerde iki mezar daha bulunmaktadır. Buradan bir kapı ile kilisenin iri blok levhalarla döşeli avlusuna geçilir. Avluda ise bir niş içerisinde boşaltılmış iki mezar bulunur. Yanında bulunan mermer üzerinde haç ve çapa motifi Noel Baba için yapılmış olmalıdır. Solda duvar içine yerleştirilmiş mezardaki kitabede 1118 tarihi yer alır.
Avludan önce dış nartekse, sonra üç kapı ile ana mekâna (naos) açılan iç nartekse geçilir. Burası gruplar halinde piskoposların resmedildiği freskolarla süslenmiştir. Buradan geçilen esas mekân üç kemerle yan neflere açılır. Ana mekânın güneyinde iki nef vardır. İkinci nefte niş içindeki lahitte Noel Baba’nın mezarı olduğu söylenir ise de üzerindeki kadın erkek kabartması bunun böyle olmadığını gösterir. Yan nefin karşısındaki niş içerisinde ise bir başka mezar vardır. Kuzey nefin kubbesinde Hz. İsa ve 12 havarinin freskoları bulunur. Yanda ise yan nefin kazısı yapılmaktadır. Bu kazının yapıldığı nefin batı kısmında ise üç oda bulunur. Binanın ortasında pencereli ve kasnaklı bir kubbenin olması gerekirken, Salzmann yaptığı tamir sırasında mekânın üstünü kapatarak, kesme taştan kaburgalı büyük bir çapraz tonoz kullanmıştır.
Aziz Nicholaos’ın piskoposluk yaptığı ve bu nedenle tüm Orta Çağ boyunca ününü sürdüren Myra önemli bir Lykia kenti olup ismi “Yüce Ana Tanrıçasının yeri” anlamına gelmektedir. Lykia dilinde “Myrrh” olarak geçen Myra, Demre ovasını kuzeybatıdan çeviren dağların denize bakan yamacına kurulmuştur. Önce bugünkü kaya mezarlarının üzerindeki tepeden kurulan şehir daha sonraları aşağıya inerek genişlemiş ve Lykia’nın çok önemli altı büyük kentinden birisi olmuştur. Kentin M.Ö. IV. yüzyılda basılan ilk sikkesi üzerinde ana tanrıça kabartması vardır.
Antik kaynakların M.Ö. I. yüzyıldan itibaren Myra’dan bahsetmelerine rağmen, kaya mezarlarından ve bastıkları sikkelerden, şehrin en az M.Ö. V. yüzyılda varolduğu anlaşılmaktadır.
Şehrin içinden geçen Demre Çayı (Myros) deniz ticaretini geliştirmiş ancak korsanların kolayca baskın yapmalarına neden olmuştur. Bu nedenle Myralılar limanları Andriake’de, nehrin ağzına bir zincir gererek bu baskınları durdurmaya çalışmışlardır. M.Ö. 42’de Sezar’ı öldüren Brutus asker toplamak için Lykia’ya gelmiş, Xanthos’u aldıktan sonra komutan Lentulus’u para toplamak için Myra’ya göndermiştir. Myralılar buna karşı çıkmışlar ve kendilerini müdafaa etmeye çalışmışlarsa da komutan nehrin ağzına gerilen zincirleri kırarak şehre girmiştir. M.S. 18’de Tiberius’un evlatlığı olan Germanicus ve karısı Agrippina burayı ziyaret etmişler ve Myralılar limanları olan Andriake’ye onların heykellerini dikerek kendilerine olan saygılarını göstermişlerdir. M.S. 60’da ise St. Paul Roma’ya giderken Myra’da gemi değiştirir. Eski kaynaklar Myra ile Limyra arasında gemi seferlerinin yapıldığını kaydederler.
Lykia Birliği’nin metropolisi olan Myra M.S. II. yüzyılda büyük bir gelişme göstermiş, burada Lykialı zengin kişilerin yardımları ile birçok yapı yapılmıştır. Örneğin Oinoandalı Licinius Langus 10.000 dinar vererek tiyatro ve portikoyu yaptırmıştır. Ayrıca Rhodiapolisli ve Kyeanaili Iason’un da Myra’nın imarı için çok yardım ettigini kitabelerden anlıyoruz. Aziz Nicholaos’ın Myra’da başpiskoposluk yaptığı II. Theodosion (408 – 450) zamanında Myra’nın Lykia Bölgesi’nin başşehri olduğu bilinmektedir. Şehir, VII. yüzyıldan başlayarak IX. yüzyıla kadar devamlı Arap akınlarına uğramış, 809 yılında Harun El Reşit’in komutanlarından birisi Myra’yı zaptetmiştir. 1034 tarihinde Arapların yaptığı deniz hücumlarında St. Nicholaos Kilisesi yıkılmıştır. Arap akınlarının verdiği huzursuzluk, Myros Çayı’nın sık sık taşması, bu taşma nedeniyle gelen toprakla bazı yapıların dolması ve bu arada meydana gelen depremler şehrin terk edilmesine neden olmuştur.
Tiyatronun üzerindeki dağda bulunan akropolde fazla bir şey kalmamıştır. 1842’de Myra’yı ziyaret eden ve akropole çıkan Spratt burada küçük taşlardan başka bir şey kalmadığını görmüştür. Roma Devri’nden kalma şehir surlarında yer yer Hellenistik Devir’den kalma ve hatta M.Ö. V. yüzyıla ait olan duvar kalıntıları bulunmaktadır. Tiyatronun yakınında şehre doğru giderken, yolun sonunda hamam veya bazilika olabilecek geç devir kalıntıları görülmektedir.
Myra’nın su ihtiyacı Demre deresinin aktığı vadi kenarındaki kaya yüzüne açılan kanallarla karşılanmaktaydı. Bugünde bu kanalları görmek mümkündür. Myra’nın diğer yapıları bugün toprak altında olup gün ışığına kavuşacakları zamanı beklemektedirler. Myra’ya gelirken yol üzerindeki Karabucak mevkiinde, günümüze kadar iyi korunmuş Roma Devri mezar anıtı dikkati çeker.
Çay ağzındaki Myra’nın limanı olan Andriake’nin üzerinde kehanet merkezi olmasıyla ünlü Sura antik kenti Sura’dan birkaç km uzaklıktaki Gürses’te ise Trebenda antik kenti yer alır. Myra’nın görkemli tiyatrosu oldukça sağlam olarak günümüze kadar gelebilmiştir. Arkasındaki dik dağın yamacında kurulan tiyatronun caveası büyük ölçüde kayalara oyulmuştur. Tiyatro daha sonraları arena olarak da kullanılmış, bu nedenle bazı düzenlemeler yapılmıştır.
Kaya mezarlarıyla ünlü Myra’da mezarlar hemen tiyatronun üzerinde ve doğu taraftaki nehir nekropolü denilen yerde olmak üzere iki yerde toplanmıştır.
Hollanda’ya geldiğim 1967 yılından bu yana tam 53 yıl geçti. Demokrasisine (!), lalesine, yel değirmenine, futboluna ve de sarışınlarına hayran kaldığım Hollanda’da, ‘Bir gün gelecek, tüm bu hayranlıklarımız sona erecek’ diye hiç düşünmemiştim.
Ne yazık ki o düşünmediklerim, şimdilerde başımıza bela oldu.
Parlamentoya, medyaya ve düşünürlere kulak verdiğimiz zaman, çok demokrat olduklarını sandığımız yukarıda sözünü ettiğim unsurların, aslında gizli güçler tarafından pompalandığını yeni yeni öğrenmeye başladık.
Hollanda belki de, yukarıdaki unsurlar ile övülmeye değer bir ülkeydi. Dünya’daki bazı gelişmeler, halklar üzerinde korkutucu izler bırakmaya başlayınca, Hollanda da değişim rüzgârlarının etkisinde kalmış olabilir.
Öyle ya, bir zamanlar Glimmerveen ve Janmaat gibi faşist ırkçılara hiç yüz vermeyen Hollandalılar, 11 Eylül sendromu ile ile kabuk değiştirdiler ve Wilders gibi ırkçılara puan vermeye başladılar.
Çok güvendiğimiz sosyal demokrat görüşlü siyasi partiler de Hollanda’daki değişime ayak uydurdular ve hiç beklemediğimiz kararlar alarak bizleri hayal kırıklığına uğrattılar.
Önceleri, sözde Ermeni soykırımı konusunda bizi sıkıştırmaya başlayan siyasi partiler, sözde soykırımı tanımadıkları için Türkler’i seçim listelerinden attılar.
Gerçekleri belgeleri ile önlerine attığımız politikacılar, bu girişimlerimizi hiç kaale almadılar.
Eskiden Türk kökenli insanları seçim listelerinde aday gösteren siyasi partiler, şimdilerde sadece ayrılıkçı Türk kökenlileri ayıklayarak listelere koymaya başladılar.
İşte ondan sonra Hollanda ile Türkiye ve Türkler arasında bir sürtüşme yaşanır oldu.
Aslında bu sürtüşme 2014 kasım ayında başladı. Zamanın Dışişleri Bakanı Bert Koenders, Tunahan Kuzu ile Selçuk Öztürk’ün İşçi Partisinden ayrılışı sırasında, Din İşleri Müşaviri Mustafa Ünver’in bir beyanatına çok kızmıştı.
Hem ‘Din İşleri Müşavirliğini’ hem de ‘Hollanda Diyanet Vakfı Başkanlığını’ yürütmekte olan Ünver, kendi twitter hesabından ingilizce olarak şöyle yazmıştı: ‘I would like to congratulate Mr. Tunahan Kuzu and Mr. Selçuk Öztürk on their honest and courageous stances’ (‘Tunahan Kuzu ve Selçuk Öztürk’ün bu cesur tavrını tebrik ediyorum’)
Bakan Koenders da buna çok kızmış ve herkesin twitterde görüş belirtebileceğini ama bu konunun Türkiye ile âlâkası olmadığını, konunun sadece Hollanda’yı ilgilendirdiğini belirtmişti.
Daha sonra, Başbakan Yardımcısı ve Sosyal İşler Bakanı olan İşçi Partili Lodewijk Asscher, ortada hiçbir neden yokken, 5 Türk kuruluşu hakkında soruşturma yaptıracağını açıkladı. Hükümetin entegrasyon politikasını beğenmediklerini açıklayan milletvekilleri Tunahan Kuzu ile Selçuk Öztürk, bu konuda Asscher ile anlaşamayınca partilerinden ihraç edildiler. Bunun üzerine, Kuzu ile Öztürk DENK Partisi’ni kurdular.
Kuzu ile Öztürk’ün oluşturdukları DENK Partisi, yapılan ilk seçimde 3 sandalye kazanınca siyaset arenasında bir çalkalanma oldu. Ondan sonra bu partiye ‘Erdoğan’ın partisi’ damgasını vurdular.
Sosyal İşler Bakanı Ascher’in, ‘soruşturma yapacağım’ dediği 5 Türk kuruluşundan biri olan Hollanda Diyanet Vakfı, geçen yılın sonunda Meclis Soruşturması’na tabi tutuldu. Üzerindeçok tartıştığımız bu soruşturmadan sonra hazırlanan rapor, bu yılın 25 haziranında Meclis Başkanı Arip’e sunuldu.
Konu, yurtdışından sağlanan bağış paraları ile karanlık işlerin yapılmasını kapsıyordu. Diyanet Vakfı için, yurtdışından para yardımı aldığına dair hiçbir belirti bulamayanlar, Türk devletinin yardımları ile suçluluk aramaya çalıştılar. Tabii ki asıl niyet, Diyanet Vakfı’nı kapatmaktı.
Diyanet Vakfı’na yapılan utanmazlık ile demokrasisi yaralanan Hollanda, şimdi de ‘Bozkurtlar’ dedikleri Ülkücüler ile ‘Milli Görüş’e gönül verenlere karşı cephe aldılar. Hollanda medyasının son haftalardaki ana konularından biri bu oldu.
‘Bozkurtlar’ diye adlandırılan Ülkücüler ile, ‘Milli Görüşçüler’ diye adlandırılan inançlılara neden yasak getirilmek istendiğine gelince: Ne yapacağını şaşıran Hollandalılar, Almanlar’ın ne yaptığına bakmaya başladılar ve Bukalemun gibi kopyacılığa tevessül etmeye başladılar. Ortada hiçbir neden yokken, sırf Türkiye’ye sevdalı oldukları için yasak getirilerek kapıtılmaya çalışılan bu iki kuruluş için,daha ne gibi suçlamaların yapılacağını merak ediyorum.
Şaşıran ve şaşırtan Hollanda’da bekleyeceğiz ve göreceğiz.
Türkiye’nin en deneyimli foto muhabiri Zozo Toledo’nun ardından…
Türkiye’de cemiyet fotoğrafçılığı denince akla ilk gelen isim Zozo ile, ‘Ajda Pekkan-Ünlü İşadamı’ ilişkisini ebedileştirmiştik.
83 yaşına ulaşan Don Jose De Toledo En Salinas ile hatıralarım arasında, Lahey’deki Eurovision Şarkı Yarışması’nda yaşananlar ilk sırada yer alır.
‘Türkiye’nin en eski ve en renkli cemiyet fotoğrafçısı’ olarak nitelendirilen Don Jose De Toledo En Salinas’ın hayatını kaybettiğini üzüntü ile öğrendik.
Aslında, ‘Türkiye’nin en deneyimli ve başarılı foto muhabiri’ olarak anılması gereken Zozo için, ne yazık ki ‘Türkiye’nin ilk paparazzisi’ ünvanını yapıştırdılar. Magazin Gazetecileri Derneği bile, yayınladığı başsağlığı mesajında, “Türkiye’nin bilinen en eski ve en renkli cemiyet fotoğrafçılarından ilk paparazzi, dostumuz, Don Jose De Toledo En Salinas bilinen adıyla Zozo Toledo’yu kaybetmenin derin üzüntüsünü yaşamaktayız.” ifadesi kullanıldı.
Zozo ile 1970 yılında İstanbul Hilton Oteli’nde tanışmıştım. Daha sonra onunla pek çok cemiyet toplantısında karşılaşmıştık. Son karşılaşmamız, 1980 yılında, Lahey’de yapılan Eurovision Şarkı Yarışması sırasında ve sonrasında gerçekleşmişti.
Eurovision Şarkı Yarışması’nda Türkiye’yi Ajda Pekkan temsil ediyordu. Ajda Pekkan, ünlü bir işadamı ile aşk ilişkisi yaşıyordu.
Şimdilerde rahmetli olan o işadamı ile Ajda Pekkan ilişkisini hiçbir gazete yayınlayamıyordu. Zira, çeşitli iş dallarında piyasaya hakim olan o işadamı, Türkiye’de yayınlanan tüm gazetelerin Anadolu’ya dağıtılmasını sağlayan firmanın da patronuydu. Bu nedenle tüm gazete ve dergilerin patronlarının, onunla bozuşmaması gerekiyordu.
Ajda Pekkan’ın Lahey’e gelmesinden sonra, muhabirliğini yaptığım Hürriyet Gazetesi’nin tek hakimi rahmetli Nezih Demirkent bana, ‘ ……. Bey Hollanda’ya geliyor. O’nu karşıla, oteline yerleştir, kaldığı sürece ilgilen. Ama bu ara Ajda Pekkan ile birlikte fotoğrafını çek. Bu fotoğrafı çekemezsen, ceketini alır ve Hürriyet’te ayrılırsın’ demişti.
Daha sonra büyük bir medya patronu olan o işadamının adını ben hiç açıklamadım. Ama benimle bir röportaj yapan Yavuz Nüfel, o röportajda bu isimden söz etti. Daha sonra da o aşkın gizli ismi ifşa edilmiş oldu.
Bu yazının asıl kahramanı Zozo Toledo’nun da rol aldığı, ‘Ajda Pekkan-ünlü işadamının Lahey buluşması’nın hikâyesini, pek çok medya organında yayınlanan Yavuz Nufel’in kaleminden okuyunuz:
Haber Dükkânı
Yavuz NUFEL yazdı
Gazetecilik deyince, anılar O’nda su dolu baraj gibidir.
Dile kolay, 1967 yılında başlayan serüvenin her anı dolu dolu günler, haftalar, aylar ve yıllar.. Olaylar ve insanlar.
Su dolu anılar barajının kapaklarından biri açılmaya görsün; coşkun sular gibi çağlayıveriyor İlhan Ağabey usta; Ardı ardına sıralanıyor, efsane sanatçılarla, sporcularla, gazetecilerle, dünyanın çeşitli ülkelerinde çeklilmiş, siyah beyaz fotoğraflarda kalan anıları… .
Bu yazacaklarım da o anı dolu barajdan en dikkate değer olanı:
Hürriyet gazetesinin ‘tek adam’ yönetimi ile yönetildiği yıllara doğru yöneliyor anı deryasında sular. O “tek adam” devri Rahmetli Nezih Demirkentli yıllardır.
İlhan Karaçay’ın muhabirlik becerisine çok güvenen Demirkent’in yakın dostları iyi bilir. Konu İlhan Karaçay olunca, bazen dostları ve meslektaşları ile bu konuda iddiaya da girermiş Demirkent.
Söyleşimizde bu iddialardan söz ediyoruz. ‘Nedir bunlar, nedir olaylar, yaşananlar, nerden kaynaklanıyor bu sonsuz güven İlhan Ağabey’ diyorum:
1970’li yılların sonu 1980’li yılların başında, ünlü popstar Ajda Pekkan’ın ünlü bir işadamı ile yaşadığı aşk hikayesi, dönemin magazin basınında gündemde ilk sıradaki yerini koruduğu, fakat hiç bir gazetenin cesaret edip yazamadığı da ayrı bir gerçektir!
Yazacak olsalar bile ispat etmek için fotoğraf gerekir ki, kimse iş adamının korkusundan, yaptırım gücünden çekindiğinden, böyle bir şeye cesaret edemez. Patronlar muhabirlerine, “Bu ilişkiyi görüntüleyin” diye görev vermez/ veremez…
Bilinen fakat fotoğraflanamayan Ajda Pekkan ile ünlü işadamı ilişkisi, bilinse yazılsa bile fotoğrafsız ne işe yarar ki..
“Ben bu ilişkiyi fotoğraflatırım” diye iddiaya giren Nezih Demirkent, Ajda Pekkan’ın Eurovizyon Müzik Yarışması’na katılmak için gittiği Hollanda’nın Lahey kentinde, kendisiyle buluşacak olan ünlü iş adamı için İlhan Karaçay’a talimat verir: “İlhan, Ajda ile aşk ilişkisi olan iş adamı …… Hollanda’ya geliyor. Kendisini havalanından al, Lahey’e götür, yakından ilgilen ve sonra da Ajda ile birlikte fotoğraflarını çek ve bana gönder. Bunu yapamazsan ceketini alırsın ve Hürriyet’ten ayrılırsın.”
İşte, Ajda Pekkan ve ünlü işadamı ilişkisi
Erovizyonda derceceye gireceğimize kesin gözü ile baktığımız, ” Petrol” şarkısını hatırlamayan yoktur. Ajda Pekkan Eurovizyon Şarkı Yarışması için Hollanda’ya gelir Ertuğrul Akbay ile İlhan Karaçay’ı bir kez de 1980’de Hollanda’da karşı karşıya getirmesi açısından, ‘Kaderin cilvesi’ olarak baktığım bu buluşmayı önemli buluyorum. .
Böyle olunca, Arjantin’de başlayan Ertuğrul Akbay ile İlhan Karaçay kapışmasının rövanşı Lahey’de kaçınılmaz olur…
O zamanlar Hürriyet’i ‘Tek adam’ olarak yöneten rahmetli Nezih Demirkent, Ajda ile aşk yaşayan ünlü bir işadamının tek kare fotoğrafı için neler dediğini yukarıda yazmıştım.
Unutanlar için bir kez daha hatırlatmakta yarar var. Rahmetli Demirkent Karaçay’ı telefonla arar ve direktifi verir: ” İlhan; ünlü işadamı ……. bugün Hollanda’ya gidiyor. Havalanından al ve ilgilen. Sonra da bir ara Ajda ile birlikte fotoğrafını çek ve bana gönder. Bu işi yapamazsan ceketini alır ve Hürriyet’ten gidersin ha ! ”
Aldığı direktif doğrultusunda hareket eden Karaçay, işadamını havaalanından alır ve Lahey’deki otele götürürken işadamını da uyarmayı ihmal etmez: “Ajda ile birlikte fotoğrafınızı çekeceğim ve Nezih beye göndereceğim. ” Bu sözler üzerine işadamı dudaklarını büküp, başını yukarı kaldırarak, ‘Kesinlikle yapamazsın’ anlamına gelen bir işaret yapar.
Karaçay da “Bak, ben bu fotoğrafı çekeceğim ve göndereceğim. Gerisine karışmam, gerisi size kalmış” der.
Ertesi gün, Lahey’deki otelde ünlü işadamı, Ajda Pekkan , İlhan Karaçay ve eşi otururken Ertuğrul Akbay içeri girer ve yanlarına gelir. Bu, Karaçay ile Akbay’ın arasında başlayacak ikinci yarışın başlama düdüğü olur adeta.
Eurozvizyon Şarkı Yarışması için Türkiye’den gelen kafilenin başkanlığını TRT’nin en ünlü spikerlerinden Bülent Özveren yapmaktadır. O yıllarda TRT Hollanda muhabirliğini de yapan Karaçay, Özveren’e, “Bak, bu Ertuğrul Ajda ile ne yapmak isterse bana bildir ha !” diye rica eder.
Karaçay, rakibinin, Ajda Pekkan’ı bir camiye götürüp dua ederken fotoğraf çekeceğini öğrenir. “İyi bir işti” diyor Karaçay ve bunun karşılığında bir şey yapmak zorundadır
O da Ajda’yı alıp Hollanda’nın otantik kasabası Volendam’a götürmeyi planlar ve Bülent Özveren’den bu izni de kopartır.
Fakat evdeki hesap çarşıya uymaz Volendam’a Ajdayı götürme planı iptal olur. Bunun üzerine Karaçay hemen başka bir plan yapar. Volendam’a gönderdiği bir elemanına, Hollanda’nın milli kıyafetlerinden satın alıp otele getirmesini söyler. Otele yakın olduğu için, Ajda Pekkan’ı Lahey’deki Minyatür Park Madurodam’a götürür.. Minyatür Parkta Ajda Pekkan’a Volendam’dan gelen milli kıyafetler giydirilir. Bir yığın fotoğraf çekilir. Daha sonra, konu müzik ve eurovizyon olduğu için, sokakta müzik yapan bir laternacı bulunur. Laternanın başında da Ajda Pakkan’ın boy boy fotoğrafları çekilir. Karaçay’ın fotoğrafları sadece Hürriyet Gazetesi’nde yayınlanmakla kalmaz. Başta Kelebek olmak üzere, Hafta Sonu, TV’de 7 Gün ve Gong dergilerinde birinci sayfadan yayınlanır…
Bütün bu işler arasında, Ajda Pekkan’ın işadamı ile fotoğrafını çekmek için ortam ya da fırsat henüz olmamıştır.
Yarışma fiyasko ile sonuçlanmış, Ajda Pekkan’ın Petrol şarkısı en sonlarda bir yerlerde kendine yer bulmuştu.
Hiçbir gazetecinin fotoğraf çekmeye teşebbüs bile edemediği işadamı …..,.. bey, Ajda Pekkan, İlhan Karaçay ve eşi Jeanne ile, fiyaskoyla sonuçlanan yarışma sonrasında otelin barına gittiler. Barda işadamı ile Ajda da kederlerinden içtikçe içerler.
Karaçay alkolün etkisiyle kontrolü zayıflayan işadamına hitaben: ” ….. kardeş bir hatıra fotoğrafı çekilelim mi?”
Alkolün de etkisiyle işadamı cesurca : “Çekin anasını satayım…” der
Karaçay, o anda barda dolaşan Hürriyet’in foto muhabiri Zozo Toledo’ya, “Zozo, gel bir fotoğrafımızı çek.” der.
Zozo, “Çekmem abi” deyince, Karaçay tekrar işadamına seslenerek,”Söyle şuna bir fotoğrafımzı çeksin”.
İşadamı, “Çek lan Zozo” der.
Zozo, “Abi şimdi sarhoşsun, yarın ayıkınca anamı bellersin” dese de
fotoğraflar çekilir, Ajda Pekkan ile ünlü işadamı aynı karede görüntülenmiştir artık…
Rahmetli Demirkent’in direktifi yerine gelmiş, Ertuğrul Akbay bir kez daha atlatılmıştır. Sıra, filmi İstanbul’a göndermeye gelmiştir. Karaçay aynı gece Schiphol Havalimanı’na gider ve zarfı kargoya verir.
Ertesi gün sabah otelde, İlhan Karaçay Ajda ile TRT için çekim yaparken, işadamı da Karaçay’ın eşi Jeanne’ye Türkiye’deki mal varlıklarını anlatmaktadır..
Karaçay röportajı bitirip geri döndüğünde, işadamımızın yatırımlarının hikayesi Eskişehir’de devam ediyordu.
İşadamı, Karaçay’a, “Dün ne oldu Karaçay, fotoğraf çekildi mi?” diye sorar.
Karaçay, “Fotoğraf çekildi ve dün gece kargoya verildi” deyince, işadamı hemen İstanbul’u arar. Yaveri Ali Üstün’e verdiği talimat aynen şöyledir: “Bugün gazeteleri dolaşın. Benim ile Ajda’yı görüntüleyen fotoğraflar gitmiş. Çaresine bakın!”
Rahmetli Nezih Demirkent, ertesi günün akşamı Hafta Sonu gazetesinin birinci sayfasını tamamen o fotoğraflarla doldurur. Manşet oldukça manidardır: . “İlhan Karaçay, ünlü işadamı ve Ajda Pekkan’ı işte böyle görüntüledi.”
İşin ilginç yanı, o gazeteden ancak 100 adet basılmasıdır. Nezih bey, sırf iddia kazanmak için bunu yapar. Zaten gazetenin sahibi Erol Simavi bile işe müdahale etmek için baskı sırasında gazeteye bile gelir. Ama Demirkent baskıyı durdurmuştur bile.
Aynı akşam Anadolu’ya gazete götüren tüm kamyonlar durdurlur Anadolu baskıları erken basıldığı için gazeteler erkenden yola çıkmıştır. Zira, o yıllarda gazetelerin dağıtım, nakil işleri de o ünlü işadamının firmaları tarafından yapılıyordu.
Eurovizyon sonrasında İstanbul’a giden İlhan Karaçay, foto muhabiri Zozo ile Hilton’da karşılaşır. Zozo, “Ooooo İlhan bey, hoş geldin. Hoş geldin ama, işadamı …. abi seni bekliyor. Çekmecesinde Haftasonu gazetelerinin hesabını soracak” diye devam eder.
Karaçay ünlü ve gizemli işadamı ile buluşur ama en medeni ölçüler içinde ağırlanır.
Son olarak; “Kimdi İlhan ağabey o ünlü işadamı?” diye soruyorum
Karaçay yine, “Yavuz!… Yavuz! “ diye adımı iki kez arka arkaya söylüyor.
Belli o ismi vermeyecek.
Benim, “Ama gazeteci olarak bulmam hiç de zor değil abi” sözüm üzerine İlhan Karaçay; “Yavuz, bunları anlatırken amacım, birilerini deşifre etmek değil, paparazilik yapmak değil. Ben sana gazeteciliğin güzel ve hoş anlarını anlatıyorum” der.
Şimdi devir değişti. Karaçay’ın açıklamadığı o işadamının ismi, şimdilerde sosyal medyada dillendi bile. Internet sayfalarında, Ajda Pekkan ile ilişkisi olan o işadamının, bugün Beşiktaş’ın Başkanı olan Yıldırım Demirören’in babası Erdoğan Demirören olduğu ilan edildi bile. Bu nedenle, İlhan ağabeyin açıklamadığı ismin, benim burada açıklamamın ekstra bir zararı olmayacaktır.
Bakın, Ekşi Sözlük web sayfasında bu konuda hangi satırlar var: ” Erdoğan Demirören. Bir dönemler Ajda Pekkan’la büyük bir aşk yaşadığı dedikoduları ile cemiyet dünyasını sarsan eski kurt, şimdi ise eşinin dizinin dibinden ayrılmayan süt dökmüş kedi misalidir, yaşlanıp, torun torba sahibi olduğundandır herhalde….”
Bu öyküde de Karaçay’ın nasıl bir gazeteci olduğu, o dönemlerde bir fotoğraf karesinin bile ne şartlarda ve zorluklar içinde gönderildiğini düşünecek olursak, bugün dijital makineler, diz üstü bilgisayarlar, cep telefonları kameralar, internet ile anında haber, fotoğraf ve video görüntüleri dünyanın öbür ucuna ulaşmakta.
İstifa yüzsüzlüğünden kurtulmak için kesenin ağzını açan Hollanda hükümetinden, memnun etmeyen karar:
Memnun etmeyen kararın uygulaması da uzun sürecek.
Akil insanlar, hem hükümetin istifasını, hem de meblağın yükseltilmesini istiyor.
İlhan KARAÇAY’ın haber-yorumu
Geçen hafta yayınladığım ‘Hollanda Hükümeti Çatırdıyor’ başlıklı haberimde sözü edilen, ‘Suçsuz aileleri, haksız bir şekilde sahtekârlıkla itham eden vergi dairesi skandalı yüzünden istifası istenen hükümet’ konusu, Hollanda gündemindeki yerini koruyor.
Çocuk bakımı için yoksul ailelere verilen ödeneklerin durdurulması, yetmezmiş gibi, daha önce verilen ödeneklerin geri alınması, 11 bin aileyi büyük bir mağduriyete sürüklemişti.
İşin ilginç ve üzücü tarafı, vergi dairelerindeki birkaç sivri zekâlının, sözümona sahtekârlık araştırmasını sadece çifte tabiyetliler arasında aramasıydı.
Hollanda parlamentosundaki Meclis Araştırma Komisyonu
2012, 2013 ve 2014 yıllarında gerçekleşen vergi dairelerindeki kontrolların, sırf çifte vatandaşlara yapılmış olduğunu, bizzat vergi dairesi yüksek memurları ikrar etmişlerdi.
Uzun süren tartışmalardan sonra, konunun Meclis Araştırma Komisyonu tarafından ele alınması kararlaştırıldı.
Geçen ay yapılan meclis soruşturmasında, başta Başbakan Rutte olmak üzere, Bakanlar ve üst düzey yöneticiler sorgulanmış ve sorgulananların tamamının, ‘Görevlerini ihmal ettikleri’ kararına varılmıştı.
Soruşturma raporunun geçen hafta açıklanmasından sonra, Araştırma Komisyonu Başkanı Chris van Dam, ‘Böylesi bir kirli ve yetersiz yönetim ile dünya şampiyonu oluruz’ demişti.
Dün toplanan 10 kişilik Hollanda kabinesi, istifa yerine, yüzsüzlükten kurtulmak için, ‘Her aileye 30 bin euro tazminat’ kararı aldı. Ödemelerden sonra mağdur olan ailelerin tek tek ele alınacağını, daha fazla tazminatın hak edilip edilmediğine bakılacağını belirten karar, geniş bir kesimde memnuniyetsizlik yarattı.
30 bin euronun 9.500 aileye mayıs ayına kadar ödenmiş olacağının belirtilemesine de kızan akil insanlar, zaten 8 yıl gecikme ile mağdur olan ailelerin, daha da mağdur edilmemeleri gerektiğini ve tazminat bedelinin çok daha yüksek olması gerektiğini belirtiyorlar.
Sözünü ettiğim akil insanlardan biri de, ‘de Volkskrant’ gazetesinin köşe yazarı Bert Wagendorp’tur. Wagendorp, 3 Ocakta tekrar toplanacak olan Bakanlar Kurulu’nun, yaşanan bu ayıp karşısında mutlaka istifa etmesi gerektiğini belirtirken, ‘Şimdi istifasını açıklayan eski Bakan Lodweijk Asscher, zaten görevde değil. Asscher, mart ayında yapılacak olan seçim listesinden kendini çıkaracak mı?’ sorusu ile, istifanın gerekliliğini perçinliyor.
Konu hakkında açıklama yapan yetkililer, bugüne kadar 9.500 ailenin başvurduğunu ama mağdur olanların toplam sayısının 26 bin olarak tahmin edildiğini, başvurmamış mağdur ailelerin başvurmaları halinde kendilerine de 30 bin euro tazminat verileceğini belirtiyorlar.
Mağdur olan aileler arasında, Türk kökenlilerin çoğunlukta olduğu biliniyor. Bu durumda, mağduriyete uğramış Türk ailelerinin de başvurmalarını tavsiye ediyorum.
Ödenek sahtekârlığı suçlamasını protesto edenlerden bir grup
ÖDENEK AÇIKLAMASI
Mağduriyette sözü edilen ‘Çocuk Bakım Ödeneği’, Hollanda devletinin, çalışan ebeveynlerin çocuklarının bakımı için verilen ödenektir. Ailenin gelir ve gider durumuna göre hesap edilen ödenek miktarı her ay ödenmektedir.
2012 yılında, bazı işgüzar vergi memurları, özellikle çite uyruklu ailelerin, sahte belgeler düzenleyerek ödenek aldıklarını iddia ederek sıkı bir takibata başladılar. 2012 yılında 3.403, 2013 yılında 7.466 ve 2014 yılında 189 aile, belgelerde sahtecilik suçlaması ile cezalandırıldı. Ödenekleri kesilen ailelerden, daha önce almış oldukları ödeneklerin tamamı geri istendi. Bu nedenle tam 11 bin aile mağdur edilmiş oldu.
Şimdi dikkatler, 3 Ocak’ta yapılacak olan Bakanlar Kurulu toplantısına çevrildi.
Bakalım, mağdur ailelere verilecek olan meblağ yükseltilecek mi ve de Hollanda hükümeti istifa edecek mi?
GENÇ GAZETECİ KARDEŞLERİME!
Hollanda’da hükümetin düşmesine kadar yol açabilecek bir skandal yaşanırken, bu skandalda mağdur olan aileler arasında Türkler’in de bulunduğu biliniyor. Biz gençlik yıllarımızda gazetecilik yaparken, bu gibi olaylarda, boynumuza taktığımız fotoğraf makineleri ile ülkeyi adım adım dolaşır ve ilgililerle röportajlar yapardık.
Ben şahsen şimdilerde aktif bir gazeteci değilim.
Ama gazeteciliği meslek edinmiş veya edinmek isteyen çok sayıda gencimiz var.
Bu gençlere tavsiyem, vergi daireleri tarafından haksız yere suçlandıklarına kanaat getirilen Türk ailelerini arayıp bulmaları ve kendileri ile röportaj yapmalarıdır.
Hadi bakalım gazeteci gençler.
*Roma medeniyetinin kurucuları olan Etrüskler
Anadolu’dan göç etmişler
*Leonardo Da Vinci’in İstanbul’a yapmak istediği köprü
*Cem Sultan’ın zehirlendikten sonra atından düşerek
öldüğü yer
*Napoli’deki Türk Mağarası’nın öyküsü
*Osmanlı İmparatorluğu’nun 1480’deki Otranto ve
1537’deki seferleri
İlhan KARAÇAY’ın,TRT ekibinden Prodüktör İsmail Elden, Yönetmen Sacit Şahin, Kameramanlar Hayrettin Demir ve Ercan İşsever ile çalışması.
TRT BELGESEL Kanalı için yaptığımız 5 bölümlük UZAKTAKİ DOSTLAR ve 8 bölümlük İZLER adlı programlardan, kağıda dökmediğimiz konular arasında İtalya da vardı.
Çok ilginç konuların yer aldığı İtalya çalışmamızı, çeşitli kaynaklardan yararlanarak sizlere sunuyorum.
Akdeniz’in incisi olarak anılan İtalya, başlangıçta Pisa, Genevo ve Venedik devletleriyle sınırlıydı. O devletler ile Osmanlılar arasında sık sık barış ve savaş dönemleri yaşandı.
Endülüs Emevi Devleti, İspanya’da 800 yıl hüküm sürerken, İtalya’daki halklar da, tam 250 yıl Müslüman boyundurluğunda yaşadı.
İtalya ile Türkiye Cumhuriyeti arasındaki ilişkiler, Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra bir dostluk çerçevesinde yaşandı.
İtalya’yı, araştırıcı gözler ile gezdiğiniz takdirde, ilginizi çekecek güzel konularla karşılaşabilirsiniz.
İşte bu konulardan biri de Anadolulu, Türkiyeli veya Türk denilebilecek olan Etrükslerdir.
ETRÜSKLER KİMDİR?
İtalya’da yaşamış olan Etrüskler’in Türk kökenli olup olmadığı tartışmaları hala bir sonuca bağlanamadı. Romalılardan önce yaşamış olan Etrüskler’in, Anadolu’nun batısından, yani Ege’den buraya göç ettikleri iddia ediliyor. Bazı tarihçiler, Türkler’in Orta Asya’dan geldiklerini öne sürerek, Anadolu’dan göçe zorlanan halkın da Türkiyeli olduğunu ve İtalya’ya gelenlerin de Etrüskler’i oluşturduğunu iddia ediyorlar.
Tarihçiler, son yıllarda yapılan DNA testlerinde, Etrüskler ile Ege’deki bölge insanlarının DNA’larının aynı olduğunu belirtiyorlar.
Torino Üniversitesi tarafından yaptırılan bir DNA testi araştırmasında, ETRÜSKLER ile Ege bölgesi insanlarının DNA’larında bir uyuşma olduğu ortaya çıktı.
Romalılar’ı yaratan ETRÜSKLER’in Türkiye kökenli olup olmadıkları tartışmaları hâlâ kesin bir sonuca bağlanmadı ama, bizim yaptığımız müzeler ve mezarlıklar ziyaretlerimizde, ETRÜSKLER’in Anadolu insanıyla çok benzeştiği kanaatine vardık. Belgeleri de görüntüledik. Bu da Etrüsklerin Lidyalılarla akraba olduğu tezini güçlendiriyor.
Etrüsklerin yaşadığı ve Etruria adı verilen bölge, Orta İtalya’da kuzeyden güneye 250 km. , Doğudan batıya da 150 km. boyutta bir yerdi.
İtalya’da Romalılardan önce yaşamış bir kavim.
Romalılar bunlara Etrüskler veya Tuskiler derken, onlar kendilerine Rasena (Asena) derlerdi. İtalya Yarımadasına göç ederek Arno ve Tiberis ırmakları arasında yerleşmişlerdi.
M.Ö. 3’üncü yüzyılda, Romalıların üstünlük kurmasıyla târihe karışan Etrüsklerin, İtalya’ya kara yoluyla kuzeyden, deniz yoluyla doğudan geldikleri târihçiler tarafından kabul edilmektedir. Son araştırmalar Etrüsklerin Anadolu’dan gittikleri tezini kuvvetlendirmektedir.
Türk Türeyiş Destanı’na göre, Asena diye adlandırılan insanların bir Kurt’tan türemiş oldukları iddia edilir. Etrüskler kendilerini Rasena (Asena) olarak bilmişler. Asena, Türk mitolojisinde önemli bir rol oynayan efsanevi bir dişi Kurt’tur. Eski Türklerin en mühim hükümdarlarının mensup olduğu Aşina, Zena, Asen veya Şunnu adı verilen sülale, efsaneye göre, bu dişi Kurt’tan türemiştir.
Etrüsklere ait heykellerde dikkate değer bir şekilde Asyalılara benzer bir yüz yapısı var. Giydikleri kıyafetler de Orta Asyalı göçebe kavimlerinin giydiklerine oldukça benziyor. Dilde de benzerlikler olduğu iddia ediliyor.
Etrüsk dili, Orta İtalya’da konuşulurdu. Sağdan sola, soldan sağa yazılan Etrüsk yazısı, büyük bir karmaşıklık ifâde eder. Okununca hemen anlaşılmaz. Anlaşılabilmesi için çeşitli metodların kullanılması gerekir. Hint-Avrupa dilleriyle teması olmasına rağmen, bu dil grubundan sayılmaz. Etrüsk dili yapı ve menşe bakımından aydınlatılmış değildir.
Metinlerde ve arkeolojik eserlerde, Etrüsklerin maddî hayâtı, şehir medeniyetinin zenginliği ile kendini gösterir. Kazılar sonucu mezarlardaki mücevher ve freskler, Etrüsklerin lükse düşkünlüğünü ve hayâta olan bağlılıklarını göstermektedir. Bunda dinlerinin de tesiri vardır. Yunanlılarda ve Romalılarda da görülen puta tapıcılık ve çok tanrıcılık, Etrüsklerde de görülür. İsimlerinde de benzerlik vardır. Apulu-Apollo, Artumes-Artemis, Tinia-Zeus, Maris-Mars tanrılarının isimleridir.
Etrüsklerin Anadolu’dan göçtükleri tezini savunanların gösterdikleri en önemli kanıt, Lemnos ( Limni ) mezar stelidir.
1885 yılında Limni adasında , Kaminia köyünde bulunan bir mezar steli bir anda dikkatleri bu teoriye çekmiştir. Stelin üzerinde bir savaşçı resmi ile, Etrüsk yazısına çok benzeyen bir yazı bulunuyordu. Bu stel MÖ yedinci yüzyıla tarihleniyordu ve adanın Atina’lılar tarafından MÖ 510 senesindeki zaptından çok önce idi.
Alttaki fotoğrafa tıkladığınız zaman, TRT BELGESEL KANALI İÇİN hazırladığımız Etrüskler programını 7’nci bölümde izleyebilirsiniz.
Bunun dışında Etrüskler’in ölü gömme adetleri (Örneğin ahşap odalar) , toplumsal hayatları (Örneğin kadına verdikleri önem) ve sanatları Anadolu’daki başka toplulukları hatırlatmaktadır.
Etrüskler, demircilikte çok ileri idiler. Altın ve bronz işlemekte gâyet usta olup, seramik işleri de yaparlardı. İki tekerlekli yarış arabalarını İtalya’ya bunlar getirdi. Etrüsk eserleri bakımından en zengin müzeler, Floransa, Romanya,Tarquinia’dır.
Marzobotto, Perusia, Volaterrae ve Roma, Etrüsk güzel sanatlarının önemli örnekleri bulunan şehirlerdir. Şehircilik ve mîmâride göstermiş oldukları rolü buralarda görülebilir. Ölümden sonraki hayâta inanan Etrüskler ölülerini ev şeklinde yaptıkları içi süslü mezarlara gömerlerdi.
Da Vinci’nin İstanbul’a yapmak istediği köprü
Leonardo Da Vinci, İstanbul’da bir köprü yapımı için Sultan ikinci Beyazı’ta bir mektup göndermişti. Dünya’nın en büyük ve güzel köprüsünü inşa etmek için gönderilen mektuba cevap gelmez.
O mektup, 1952 yılında fark edilir. Dünya sanat ve bilim çevrelerinde büyük ilgiyle karşılanır. Köprü, 2001′de, Norveç’te üstgeçit olarak inşa edilir. Küresel ısınmaya dikkat çekmek için önce Antarktika’da buzdan bir maketi yapılır. Yine buzdan yapılan bir başka maketi, 1 Ocak 2008′de New York’taki BM binası önünde sergilenmeye başlanır.
Da Vinci yazdığı mektupta, Osmanlı Sarayı’na bir yel değirmeni, bir su boşaltma pompası, İstanbul boğazı için bir asma köprü ve Haliç için tasarlanmış kemerli bir taş köprü yapmak için teklifte bulunmuştu.
İtalyan ressam Leonardo Da Vinci’nin 1502’de Haliç için tasarladığı köprünün 500 yıl sonra yapımı birçok kez gündeme geldi. Sultan II. Beyazıt’ın talebiyle köprü projesi için çalışmaya başlayan Da Vinci’nin yaptığı çizimlere göre, tek açıklıklı 240 metre uzunluğundaki köprünün, 24 metre genişliğinde olması planlanıyordu. Ancak, dönemin mimarları, o günün teknolojiyle bu köprünün yapılamayacağını Sultan’a bildirince proje hayata geçmedi.
Eyüp-Sütlüce arasında yapılması planlanan köprü, İstanbul’un ‘2010 Avrupa Kültür Başkenti’ ilan edildiği sırada da tartışıldı Çırağan Sarayı’nın restorasyonunu yapan mimar Bülent Güngör de İstanbul Büyükşehir Belediyesi’ne Bağlı Kültür A.Ş.’nin eski genel müdürü Cengiz Özdemir’in önerisiyle köprünün projesini hazırladıklarını açıklamıştı.
Leonardo Da Vinci’nin dönemin Sultan’ı II. Beyazıt’a yazdığı mektup: Da Vinci bu mektupla, Beyazıt’a mimar ve mühendis olarak iş başvurusunda bulunmuştu.
CEM SULTAN’IN ATTAN DÜŞEREK ÖLDÜĞÜ YER
İlhan Karaçay, Cem Sultan’ın zehirlenmesinden sonra, atından düşerek öldüğü yeri buldu. Cem Sultan’ın atından düştüğü yer, Napoli’deki sarayın önüydü.
İtalya’daki ilginç çalışmalarımızdan biri de, Cem Sultan’ın hayata veda ettiği yerdeki çalışma oldu. Fatih Sultan Mehmet’in, Sultanlık yarışında çatışan iki oğlundan biri olan Cem Sultan’ın, Fransa’da 5 yıl tutuklu kaldığı şatoyu daha önce görüntülemiş, görsel ve yazılı olarak sizlere sunmuştum. (www.ilhankaracay.com’a bakınız(
Önce Rodos, sonra Vatikan, daha sonra Fransa’ya adeta sürülen Cem Sultan’ın masrafları, kardeşi Beyazıt tarafından bolca karşılanıyordu. Bu nedenle her ülke Cem Sultan’ı almak için yarışıyordu. Roma yeniden ağır bastı ve Cem Sultan’ı yeniden Vatikan’a getirdi.
Cem Sultan Roma’ya getirildikten sonra bu kez Napoli’ye gönderildi.
Bu kez, Cem Sultan’ın Napoli’de kaldığı sarayı bulduk.
Cem Sultan burada, etkisini geç gösteren bir madde ile zehirlenmişti. Zehirli maddeyi aldıktan 3 gün sonra burada atına binerken düşen Cem Sultan hayata veda etmişti.
Böylece de Cem Sultan’ın çok hazin yaşam öyküsü burada sona ermişti.
NAPOLİ’DE TÜRK MAĞARASI
İtalya’da işlediğimiz bir başka konu, adına Türk denen bir mağara oldu.
Roma’dan Napoli’ye sahil yolundan giderseniz, GAETA kasabasında karşınıza ‘GROTTA LES TURCO’ yazılı bir tabela çıkar.
Pek çok Türk’ün bilmediği bu mağaranın öyküsünü rehberimiz Erhan Sarıkaya anlattı. “Grotta del Turco” yani Türk Mağarası. Fatih döneminde İtalya’ya akınlar başladığı zamanlar, Napoli halkı Türk istilalarıdan korunmak için saklandıkları mağaraya ‘Türk’ adını vermiştir. Ve yüzyıllar önceki Atilla korkusunu hâlen üzerlerinden atamamış olacaklar ki, Osmanlıyı “Figli di Attila” yani ‘Atillanın çocukları’ diye anmaya başlamışlardı.
Grotto Les Turco (Türk Mağarası)
Türk Mağarası hakkında daha fazla bilgi İtalya’daki Türk mağarasını görmek isteyenler için biraz da rehberlik yapalım.
Gaeta, Türk Mağarası seyahati için ideal. Bölgede gezilecek yerleri görerek ve gizli saklı köşeleri keşfederek gününüzü en güzel şekilde geçirebilirsiniz. Seyahatinizde gezilecek yerleri ve yapılacak şeyleri bilmek istiyorsanız, Serapo Plajı ve Ariana Plajı beklentilerinizi karşılayacak.
Türk Mağarası Yakınında Nerede Konaklayabilirsiniz? Türk Mağarası’na 1,6 km mesafede 105 farklı otel var .
Bunlardan bazıları şunlar: Hotel Serapo: 3 Yıldızlı otel • ücretsiz kahvaltı • ücretsiz kablosuz İnternet • restoran • yürüyüşe uygun konum Hotel Mirasole International:4 Yıldızlı otel • ücretsiz kahvaltı • ücretsiz kablosuz İnternet • 2 restoran • merkezi Vacation Home Take a Break:3 Yıldızlı otel • ücretsiz kahvaltı • ücretsiz otopark • ücretsiz kablosuz İnternet • yürüyüşe uygun konum
Türk Mağarası Yakınında Görülecek Yerler Şeyler • Serapo Plajı
• Ariana Plajı
• Villa di Tiberio
• Sperlonga Limanı Türk Mağarası Yakınında Yapılabilecek Şeyler • Itri Kalesi
• Sperlonga Ulusal Arkeoloji Müzesi
OTRANTO SEFERİ
Osmanlı İmparatorluğu tarihinde biri 1480’de, Sultan Fatih Mehmed devrinde yapılan İtalya seferlerinden biri Otranto, diğeri de Sultan Kanuni Süleyman devrinde 1537’de yapılan, Pulya seferi olarak bilinen iki askeri harekat.
1.Otranto Seferi:
Sultan Fatih Mehmed, uzun süren Venedik Savaşı’na Osmanlı Devleti için uygun bir anlaşma ile son verdikten sonra, tasarılarına İtalya’nın fethi konusunu almıştı. İtalya’da görevlendirdiği casuslardan bu ülkenin durumunu inceleyerek öğrendiği gibi, İtalya’ya yapılan akınlarda bulunan komutanlarından da aldığı raporlarda onu, bu tasarıyı ele almaya yöneltiyordu. Bu komutanlardan Bosna sancakbeyi İskender Bey, padişahın dikkatini Pulya (Puglia) üzerine çekmekte idi. Selanik sancakbeyliğinden Avlonya sancakbeyliğine nakledilen Gedik Ahmed Paşa da, padişahtan Pulya üzerine sefer açılması için izin istemekte idi. Bu suretle tasarlanan İtalya fethi, Pulya’da üslenecek Osmanlı kuvvetleri ile, birkaç yıl içinde ilk safhası olmak üzere, Gedik Ahmed Paşa, Zenta, Kefalonya ve Ayamavra adalarının fethini tamamladı. Avlonya limanı, İtalya kıyılarına çıkacak Osmanlı kuvvetleri ve donanması için, bir üs haline getirildi.
Ertesi yılın 26 Temmuzunda Gedik Ahmed Paşa, 28’i kadırga olmak üzere, 132 gemi ve 4000 atlı ile İtalya sahillerine yöneldi. Osmanlı donanması her ne kadar Brindizi limanını hedef aldı ise de, bu limana 10 mil kalınca çıkan bir rüzgarla güneye sürüklendi ve 28 Temmuz günü, Osmanlı kuvvetleri, hiçbir mukavemetle karşılaşmadan, Otranto kıyılarına çıkmayı başardılar. Gedik Ahmed Paşa, Napoli Krallığı’nın veliahdı Alphons’u geri çekilmeye mecbur ettikten sonra Otranto Kalesi’ni fethetti. Daha sonra civarındaki kaleleri de ele geçirerek, Mora sancakbeyi Mustafa Bey’le birlikte yaptıkları akınlar sonunda, İtalya’da büyük korku yarattı. Bu durumda Avrupa krallarından yardım isteyen Napoli kralına damadı Macaristan kralı Mathias derhal cevap verdi. Magyar Balazs komutasında 600 kişilik bir kuvveti, başka bir söylentiye göre de 2.000 seçme atlıdan oluşan bir birliği İtalya’ya gönderdi. Gedik Ahmed Paşa ise, bu arada, Otranto Kalesi’ni takviye ederek sağlam bir üs meydana getirmişti.
Fakat Fatih’in 19 Mayıs 1481’de ölümü, İtalya seferinin kaderini değiştirdi. Yeni hükümdar II. Bayezid’in Gedik Ahmed Paşa’yı, kardeşi Sultan Cem’in çıkardığı saltanat mücadelesinde görevlendirmek üzere geriye çekmesi, seferin duraklamasına yol açtı. Otranto’da Mustafa Bey komutasında kalan Türk kuvvetlerinin desteklenmemesi yüzünden Macar atlılarının karadan, Kalabriya dukasının ise Aragon ve Napoli gemilerinden 40 parçalık bir filo ile denizden yaptıkları kuşatma sonunda 10 Eylül 1481’de Otranto Kalesi teslim olmak zorunda kaldı. İtalyanlar, her şeye rağmen Ahmet Paşa’ı bir restaurant ve heykelde yaşatıyorlar
II. Otranto Seferi:
Sultan Kanuni Süleyman’ın 1536’daki Irakeyn seferinden sonra ele aldığı bu tasarı, yine İtalya fethini hedef almış bulunmaktadır. Kanuni, bu maksatla Fransa ile gizli bir de anlaşma yaparak, İtalya’daki devletçikleri kuzeyden Fransa eliyle sıkıştırmayı da tasarlamıştı. Bu tasarı, iki kademeli olarak geliştirilmiştir. Birinci kademede, bilhassa devletin Hıristiyan Arnavutlarının Osmanlı idaresine bağlanmaları sağlanmış; Kanuni, Avlonya üssüne geldiği zaman, burada 280 parça gemi, 4.000 yeniçeri, 600 topçu ve 10 sancakbeyi, kuvvetleri ile toplanmış bulunuyordu, İtalya’ya geçecek kuvvetlerin başına üçüncü vezir Lütfi Paşa, deniz kuvvetlerine de Barbaros Hayreddin Paşa komuta edeceklerdi. 23 Temmuz 1537’de Lütfi Paşa, yanında Rumeli beylerbeyi Mahmud Paşa olduğu halde, İtalya sahillerine çıktı. Castro ve Otranto kalelerini bir anda fethederek, otuz kadar müstahkem mevkii düşürdü. Böylece Osmanlı kuvvetleri, ikinci defa İtalya topraklarında bir köprü başı kurmuş oldular. Ancak, bu sırada, Fransa’nın, Alman İmparatorluğu ile anlaşarak, İtalya seferinden vazgeçmesi, Papa III. Paul’ün ısrarları ile, İmparatorluk filoları amirali Andrea Doria’nın Venediklileri Osmanlı Devleti’ne karşı saldırıya kışkırtması, Kanuni’nin uyguladığı politikada değişiklik yapmasına sebep oldu. Padişah, İtalya fethi tasarısını kaldırarak Venedik’e savaş açmakla, 13 Ağustosta, Lütfi Paşa’yı ordusu ile birlikte Otranto’dan geri çekti.
Yeni hedef olarak Korfu Adası seçilmiş olduğundan, bundan sonra seferin adı Korfu Seferi olarak değişmiş oldu.
Yeni Papa I. Franciscus, Otranto’da 15’inci yüzyılda Türklere karşı savaşmış 800’den fazla İtalyanı, ‘aziz’ ilan etti. Olayın gazetelere yansımasıyla Türk kamuoyu haberi, garip bir sessizlikle öğrendi. Aradan 533 yıl geçtikten sonra Otranto ve azizleri nereden çıkmıştı? Otranto neydi? Orada neler olmuştu? Yüzyıllar önce yaşamış insanlar, durup dururken neden aziz yapılmıştı? Yeni Papa’nın neden Otranto konusunu hatırlamış veya hatırlatmak istemişti? Otranto acaba neyin simgesidir ve ne ifade etmektedir?
Bir meydan okuma
Papa’nın bu kararının bir rastlantı olmayıp, bir amaç çerçevesinde alındığı, bir mesaj verilmek istendiği tahmin edilebilir. Olayın arka planında, büyük Fatih döneminde gerçekleştirilen bir deniz seferi yatmaktadır. Lâkin Otranto, bir askeri karşılaşmanın çok ötesinde bir anlam taşıyor olmalıdır ki Papalık yüzyıllar sonra anımsamak gereğini duymuştur.
Otranto seferi için Akdeniz’de, 15 ve 16’ncı yüzyılda, Türklerle Venedikliler arasında oynanan büyük stratejik oyunun ayrılmaz bir parçasıdır demek mümkündür. 1470 yılında, yani Fatih döneminde, Eğriboz alınmıştır.
Burası önemli bir üstür ve Venedik’in Akdeniz’deki çıkarlarına karşı ciddi bir darbe olarak görülmektedir. Venediklilerin buna yanıtı, Kıbrıs üzerindeki egemenliklerini pekiştirmek ve tahkim etmek olmuştur. Otranto seferi de, stratejik bağlamda, Fatih’in riskli, lâkin cesur ve kapsamlı bir karşı hamlesidir.
Otranto, İtalya çizmesinin altında, o zamanki Napoli Krallığına ait dilimizde Apolya veya Pulya’da denilen- Puglia bölgesinde yer almaktadır.
Yayılma stratejisi
Üstelik, Türklerin, Akdeniz’de, belki de bu çapta gerçekleştirdiği ilk çıkarma harekâtı denemesidir. Sefer, Akdeniz’deki deniz savaşları, deniz üstünlükleri ve yayılma stratejisi bakımından, tam anlamıyla bir stratejik meydan okumadır. Arkasında geniş bir hayal gücü, yüksek bir cesaret, üstün bir kurmay yeteneği gizlidir.
1480 yılında, Fatih’in emriyle başlayan sefer, ünlü Gedik Ahmet Paşa komutasında yürütülmüştür. Hem bir deniz, hem de bir kara üssü niteliğindeki Otranto’ya denizden ulaşmaya çalışmak, o dönemin Türk yayılma stratejisi açısından doğru karardır. Çünkü İtalya’nın kuzeyinden, kara yoluyla oraya ulaşmak, bol engelli, engebeli ve pahalı bir hedeftir.
Yani, oraya bir çıkarma harekâtı yapılmasıdır. Fatih Sultan Mehmet ve yetenekli komutanı Gedik Ahmet Paşa’nın, başarıyla uyguladıkları plan tam da budur. Gedik Ahmet Paşa, 1480 temmuzunda, 132 gemiye bindirilmiş, 18.000 kişi olduğu tahmin edilen bir kara kuvvetiyle harekete geçer. Çıkarma yapılır. Ardından, on beş gün içerisinde Otranto ele geçirilir.
Tarihsel boyutu
1481 yılında Fatih’in ölümüyle, Şehzade Cem, ağabeyi 2.Bayezid’e karşı ayaklanmış; o yüzden İstanbul’daki siyasal irade felç olmuştur. İktidar mücadelesi içerisindeki 2.Bayezid, Gedik Ahmet Paşa’yı yanına çağırmak zorunda kalmıştır. Komutansız kalan, denizden hiçbir destek alamayan Otranto’daki kuvvetler yenilmiş ve dağılmıştır. Sonuçta Türkler Otranto’da ancak on beş ay kadar dayanabilmiştir. Bu kadar kısa süren ve Türkler açısından yenilgiyle sonuçlanan bir olay, Papalık tarafından, neden 533 yıl sonra gündeme alınmaktadır?
Otrantolu azizlerin kilit sorusu işte budur.
Otranto bir simgedir. Papalık açısından onu asıl unutulmaz kılan savaşın kendisi değil, oylumu ve tarihsel boyutudur. Daha doğrusu Papalık açısından temsil ettiği tehlikedir.
Roma’nın, hiç beklenmedik bir noktadan tehdit altına girmesi; İtalya’nın ve Batı Akdeniz’in Türk egemenliği altına girmesi riski, Papalık bilinci açısından asla unutulmaması ve tekrarlanmaması gereken bir husus olarak, Otranto azizleri olayıyla gündeme getirilmektedir.
Ortak ticari alan
Otranto projesinin kalıcı olması halinde, Akdeniz’in ve Avrupa’nın bütün stratejik, demografik ve kültürel dengeleri değişecektir. Tıpkı İstanbul’un fethinde olduğu gibi, tarih başka bir derin mecrada akacaktır.
Eğer Otranto üzerinden Roma, orta İtalya ve muhtemelen kuzey İtalya, Türkler tarafından ele geçirilmiş olsa idi, Akdeniz ve Avrupa tarihinde derin bir kırılma yaratacağını söylemek yanlış bir tespit olmayacaktır.
Başarılı olması halinde, Otranto projesi, “pax-romana” gibi, belki Akdeniz’in bütününü kapsayan bir çeşit “pax-turcica” yaratacaktır.
Endülüs, Avrupa ve Türkiye’nin dinamikleri köklü değişikliklere uğrayacaktır. Endülüs uygarlığı büyük bir olasılıkla yok edilemeyecektir. Doğu ve Batı Roma herhalde aynı yönetim altında yeniden birleşecektir. Katolik ve Ortodoks Kiliseleri, doğu ve batı Hıristiyanlarıyla Müslümanlar aynı imparatorlukta birlikte yaşayacaktır.
Bunu da ötesinde, zenginlik ve jeopolitik güçler dengesi, büyük bir olasılıkla Akdeniz’de kalacak, bu deniz Türkler, İtalyanlar, Araplar, Güney Slavlar, Yahudiler ve diğerlerinin ortak ticari alanı olmaya devam edecektir.
Senaryo
Bu şimdi tasavvur edilmesi mümkün olmayan, farklı bir Akdeniz imgesidir. Aynı senaryonun devamı da farklı bir Avrupa ve farklı bir “Avrupa Birliği” kompozisyonudur. İşte Otranto’yu Papalık için unutulmaz kılan, 533 yıl sonra bile ürküten, telaşa sürükleyen de budur. Farklı bir Akdeniz ve farklı bir Avrupa ihtimalinin düşleri işgal etmesi.
Tabii ki gerçek başkadır. Ama, Otranto azizlerinin icat edilmesinin arkasında tam da bu senaryo yatmaktadır. I.Franciscus ile birlikte Papalık, bu senaryoyu kötümserlik ve endişeyle okumaktadır.
Böyle bir okuyuşun şimdi gündeme gelmesi pek hayra alamet değildir. Umalım ki, krizlerle boğuşan Avrupa’da, “Otranto Azizleri” yeni bir “ortak düşman” simgesine yol açmasın. Çünkü Avrupa’da, “Türk karşıtı” yeni ırkçı bir söylemden çok, istikrar ve işbirliğine ihtiyaç vardır..
Alttaki fotoğrafa tıkladığınız zaman, TRT BELGESEL KANALI için hazırladığımız
Otranto ve Türk mağarası programlarını 1’inci bölümde izleyebilirsiniz.