TÜRKÇE’YE YAMALANMAYA ÇALIŞILAN SON İKİ KELİME: EXPAT VE BOUNTY

TÜRKÇE’YE YAMALANMAYA ÇALIŞILAN SON İKİ KELİME: EXPAT VE BOUNTY

Expat, ‘Gurbetçi’ anlamını taşıyor ama, ‘elit’ olanlar kastediliyor.

Bounty, çikolata markası ama, ‘dışı siyah, içi beyaz’lar kastediliyor.

Yabancı kelimeler, anadil için yararlı mı, zararlı mı tartışması var.

(Haberin Hollandacası en altta)
(Nederlandse versie van het bericht is onderaan)

Afbeelding met windmolen, buitenshuis, hemel, gras Automatisch gegenereerde beschrijving
İlhan KARAÇAY araştırdı ve yazdı:

Türkçemize yamalanmış olan binlerce yabancı dil kelimesine eklenecek iki aday kelime daha var.
Bunlardan biri ‘ha girdi ha girecek’ olan Expat, diğeri de ‘girmeye aday’ Bounty kelimeleridir.
Bir toplantı davetiyesinde gözüme çarpan ‘Expat’ kelimesini ben daha önce ‘gurbetçi’ olarak kullanmıştım ama, aynı kelimenin bir davetiyede yer alması, bu kelimeyi araştırmama yol açtı.

Toplantı, Dünya Türk İş Konseyi DTİK’in Avrupa Komisyonu Başkanı Turgut Torunoğulları’nın organizasyonuydu. Altta görüntüsünü bulacağınız davetiyedeki, “Hollanda’da profesyonel iş hayatında bulunan Türk expatlarla bir araya geleceğimiz” ibaresi kafamı karıştırmıştı.

Afbeelding met tekst, schermopname, Lettertype, ontwerp Automatisch gegenereerde beschrijving

Yaptığım araştırmada, expat kelimesinin ilk karşılığının, “gurbetçi” olduğunu gördüm.
Araştırmamı derinleştirdiğim zaman da, bu kelimenin daha nitelikli bir anlam taşıdığını gördüm.

Bir yerde Expat için şöyle deniliyordu: “Expat, Latince kökenli expatriate kelimesinden gelmekte olup, doğduğu ülke dışında çalışan bireyleri tanımlamak için kullanılır. Göçmenlikten farklı bir statüsü bulunan Expat, yüksek nitelikli çalışanları ifade eder.”

Bir başka yerde Expat’ın karşısında şunlar yazılıydı: “Expat, doğduğu ya da vatandaşlığının bulunduğu ülke dışında, bir şirket, üniversite, hükümet veya sivil toplum kuruluşu tarafından belirlenen görevleri yerine getirmekle sorumludur. Hizmet verdiği kurumun faaliyet gösterdiği sektöre bağlı olarak görev tanımı farklılıklar arz eden Expatın genel görevleri şunlardır;

Şirket tarafından kendisine tayin edilen görevleri yerine getirmek,
Üniversitenin belirlediği araştırma faaliyetlerini gerçekleştirmek,
Sivil toplum kuruluşları adına hareket etmek ve sosyal projeler tasarlamak,
Ülke yasal düzenlemelerine uygun çalışmalar gerçekleştirmek,
Çalışmalarını periyodik raporlar halinde ilgili birimlere iletmek,
Mesleki gelişimi sürdürmek.”

Afbeelding met tekst, grafische vormgeving, tekenfilm, panorama Automatisch gegenereerde beschrijving

Expat deyiminin, sadece yurt dışına giden nitelikli olan kişiye değil, yurt dışına çalışmaya giden herkes için kullanıldığını belirten iddialar da var. O iddiayı, şu satırlar arasında bulabiliriz:

“Expat, İngilizce “expatriate” kelimesinin kısaltılmış haline denilen bir kelime. Aslında, Latince “ex” ve “patria” kelimelerinin birleşmesiyle ortaya çıkmış bir kavram. Ex = dışarıdan, patria = ülke anlamına geliyor. Genelde çalıştıkları firma tarafından başka ülkelere gönderilen insanlar expat olarak adlandırılıyor, aynı zamanda bu kelime günümüzde yurtdışında çalışmaya giden herkesi kapsıyor da diyebiliriz.”

Yukarıdaki anlatılanlara baktığım zaman, ben şahsen ‘expat’ deyimini, yurdunu terketmiş her insan için kullanmamız gerektiğine inanıyorum. İnsanları ‘elit meslekli’ ve ‘amele’ diye ayırmanın yersiz olduğunu düşünüyorum.
Doktor, avukat, mühendis, araştırmacı, tesviyeci, montör, marangoz gibi meslek sahipleri için expat, amele için sadece gurbetçi demek, ayrımcılıktan başka bir şey değildir.
Bu nedenle, ben şahsen, expat deyimini, yurdunu terketmiş olan herkes için kullanmayı tercih edeceğim.

BOUNTY

Afbeelding met voedsel, snoep, banketbakkerij, Snack Automatisch gegenereerde beschrijving
Bu sözcüğü hepimiz, özellikle Türkiye’dekiler, bir çikolata markası olarak biliriz.

Bounty, Mars, Incorporated tarafından üretilen ve uluslararası pazarda satılan bir çikolatadır. 1951 yılında Birleşik Krallık ve Kanada’da tanıtıldı. Başlangıçta sadece sütlü çikolata ile kaplıydı.

Bounty Türkiye’ye Hollanda’dan ithal ediliyor. Ürünün tek adedi 28,5 gr. olup ikili ambalajlarda satılıyor.

Bounty sözcüğünün tabii ki başka yerlerde kullanıldığı da biliniyor.

Örneğin, Türkçe’de, İngilizce’den tercüme, cömertlik anlamında kullanıldığı oluyor.

Bounty sözcüğü aşağıdaki hallerde de kullanılıyor:

– İngilizcede, ödül, lütuf: bir kuruluş tarafından sunulan bir miktar para veya başka bir   ödül.
– HMAV Bounty, 1789 yılında Bounty İsyanı’nın patlak verdiği gemi,
– Bounty Adaları, Yeni Zelanda’nın güneydoğusunda bir grup ada,
– Bountytrog, Yeni Zelanda’nın güneybatısında okyanus tabanında bir çöküntü,
– Mel Gibson ve Anthony Hopkins’in başrollerini paylaştığı, Bounty’deki isyan hakkında
bir film,
– Bounty (albüm), Norveçli şarkıcı-söz yazarı Haakon Ellingsen’in albümü,
– Bounty (çikolata), hindistan cevizi ile doldurulmuş bir çikolata,
– Bounty (Star Trek), Amerikan televizyon dizisi Star Trek: Enterprise’ın bir bölümü,
– Bounty (atraksiyon), Wavre’deki Walibi Belçika eğlence parkında artık kaldırılmış bir
atraksiyon,
– Bounty (takma ad), beyaz gibi davranan siyah bir kişi için takma ad.

Afbeelding met strip, tekst, Menselijk gezicht, schets Automatisch gegenereerde beschrijving

Şimdi bu bounty sözcüğünün de Türkçeye bir başka anlamla girmesi ihtimal dahilinde.
Bu sözcük Hollanda’da, içi başka-dışı başka insanlar için de kullanılıyor. Değerli dostum Mustafa Özcan, geçenlerde bu konuya değinmiş ve bounty sözcüğünün içi ile dışı aynı olmayan, işgüzar veya istismarcı kişiler için kullanıldığını yazmış.

Şimdi, “bounty” sözcüğü Türkçe’de yaygın olarak kullanılmak istenirse, bu kelimenin Türkçe’ye girmesi ve belirli bir anlamı ifade etmesi gerekecektir. Örneğin, Hollanda’da olduğu gibi “dışı kara ama içi beyaz” anlamına gelmesi için belirli bir bağlamda kullanılabilir. Türkçe’nin dinamik doğası ve kültürel etkileşimler göz önüne alındığında, yeni kelimelerin ve deyimlerin dilimize girmesi mümkündür. Ancak, bu kelimenin yaygın kullanımı ve kabulü için belirli bir süre kullanılması gerekebilir.

TÜRKÇE’DEKİ YABANCI KELİMELER

Bu konuyu Google’de araştırırken karşıma pek çok iddialı yazılar çıktı.
Özellikle, Meftun.Art ve BillDill sayfalarında bulduğum tanımlar ve iddialar şöyle:

Dil; yaşamın yapı taşı, iletişimin kaynağıdır. İnsanlar arası bilgi aktarımını ve anlaşmayı sağlayan bu yapı her gün gelişir, değişim gösterir. Canlı bir yapıya sahip olan dil, onu konuşan milletin en önemli hazinesi ve geleceğe bırakacağı mirasıdır. Kendi içinde geçirdiği evrime ek olarak diğer diller ile kurduğu ilişkiler sonucunda da belirli değişimlere uğrayabilir. Farklı dönemlerde toplu olarak da dile girebilen bu kelimeler, gerektiği anda müdahale edilmezse diller arası etkileşimin verdiği olumlu sonuçlar, yerini yabancı kelimelerin istilasının yaratacağı olumsuzluklara bırakabilir.Bunun sonucunda ise dilin ve doğal olarak milletin kimliğine, benliğine zarar gelir. Her dilin yaşayabileceği bu durumu, Türkçenin de bazı dönemlerde yaşadığını söyleyebiliriz.

Yüzyıllardan beri konuştuğumuz dil, zaman içerisinde pek çok farklı milletin diliyle karışmıştır. Küreselleşen dünya ve hızla gelişen teknoloji, bilgi ve dünyadaki farklı milletlerle kurulan ekonomik, siyasal ilişkiler, dilimize yabancı kelimeler girmesine sebep olmuştur. Bunun yanında sosyal hayatta yabancı kelimeler hemen her gün karşımıza çıkar: Yabancı diziler, yabancı müzikler, yabancı kitaplar, yabancı kafe ve restoran isimleri vb. Dünyada bir olayı veya nesneyi karşılayan kelimenin Türkçede bir karşılığının bulunamaması da bu yabancı kelimelerin dilimize girmesine sebep olmuştur. Bu sebeple bugün konuştuğumuz dil içerisinde pek çok farklı milletin dil değerlerini taşır.

Günlük hayat, yabancı kelimeleri en sık kullandığımız yerlerden birisidir. Farkında olmadan izlediğimiz dizilerden, filmlerden ve dinlediğimiz müziklerden kulak aşinası olduğumuz yabancı kelimeleri bir süre sonra günlük yaşamda da kullanmaya başlarız. Bunlardan ilk ve en basit örnek “merhaba, selam” anlamına gelen “hello, hi” kelimeleridir. Bu kelime karşılığını hemen herkesin bildiği ve her 10 insandan 9’unun kullandığı bir yabancı kelimedir. Bunların dışında, “yes, no, thanks vb.” temel olarak kullandığımız sözcükler en çok kullandığımız yabancı kelimeler olarak karşımıza çıkar.

Dil, bir milletin en önemli değerlerindendir. İçerisinde ait olduğu milletin kültürünü, din değerlerini, toplum değerlerini, hikayelerini, zaferlerini ve kayıplarını gelecekteki nesillerine taşır. Dil korunduğu sürece milletin geçmişi ve geleceği de korunur demektir. Bir millet için bu kadar önemli olan bir noktanın zaman içerisinde farklı dillerin boyunduruğuna girmesi pek çok insan fark etmese de aslında üzücüdür. Dilimizde yabancı kelime kullanımı her geçen gün artarken milli değerlerimizi korumak için bunun önüne geçmek gerekmektedir. Bu durumun en kolay yolu da Türkçede karşılığı bulunan yabancı kelimeleri tercih etmek yerine Türkçe karşılıklarını tercih etmektir. Kullandığımız dile sahip çıkmak da ülkemizi, milletimizi kalkındırmanın bir yoludur aslında. Onu ileriye taşımak gelecek için en önemli şeydir. Her açıdan bizim için bu kadar önemli olan bir noktayı atlamamak ve var olduğumuz kültürü ve milleti en iyi şekilde yarınlara taşımak için dilimizde yabancı kelime kullanmamalıyız.

Dilde yapılan denetimler ve erken müdahaleler dilin, diğer diller ile etkileşimi sonucunda bünyesine alabileceği yabancı kelimelerin olabildiğince az miktara indirilmesini sağlar. Canlı yapıda olan bu iletişim aracı, bünyesine aldığı her yeni kelimede biraz daha yozlaşacak ve kendi benliğinden uzaklaşacaktır. Şimdilerde ne kadar farklı dillere ait, kulağa hoş kelimelerin kullanılması bir sorun teşkil etmiyor gibi gözükse de bu durum her geçen gün dilin daha da tahrip olmasına sebebiyet vermektedir. Dilin biricik ve bir şeyleri çocuklar kadar hızlı öğrenip karmaşık yapısına katabileceğini unutmamak gerekirken olabildiğince kendi işleyişine uygun kelimeler türetmek önemlidir. İstenmeyen sonuçlardan biri olan dilin bozulması durumunu yaşamamak amacıyla alınan her önlem, geleceğe daha zengin bir lisan bırakmak anlamına gelmektedir.

Halkın ekseriyetinin, milletin diline girmiş kelimeler, menşeleri ne olursa olsun, artık o dilden, o milletin dilinden sayılır. Bugün modern Avrupa ilim ve san’at dillerinde kullanılan kelime ve tâbirlerin çoğu, dünyada birçok milletler tarafından kullanılmakta bulunduğu için, milletlerarası bir hüviyet kazanmışdır. Mahallî bâzı ufak telâffuz farkları ile bunlar hemen hemen aynı sayılır ve aynı mânada kullanılır: telefon, asansör, otopsi, vantilatör, reform, biyografi gibi…

Böyle bu şekilde binlerce fennî ve sınaî kelime, yabancı oldukları halde, dilimize girmiş ve yerleşmiştir. Şimdi bizim malûm Dil Kurumu ne yapıyor? Garip ve acayip bir ırkçı hamaratlığı ile, bu kelimelere mutlaka ve muhakkak Türkçe karşılıklar bularak dilimize sokmak hevesine düşüyor.. Lisanımıza uzun müddetten beridir girmiş bulunan ecnebi ıstılah ve tâbirlere el atmak ve onları sözde Türkçeleştirmeğe kalkmak ne derece doğru ve mantıkîdir? İşte uydurulan bâzıları:

Emeç, yelleç, dengelem, düzeltim, arıtımevi, inerçıkar, yıldırı, düşlem, tartaç…
Evet, baskül bir “tartaç” tır ama, her tartaç baskül değildir! Sonra, “reform” başka şeydir, “düzeltme”  başka… üstelik “düzeltim” buluşu da uydurmadır.

Rafineri’ye biz Türkler “tasfiyehane” deriz, artık bunu “arıtımevi” yapmanın mânası yoktur! Nasıl ki posta-hâne, pasta-hâne gibi kelimelerimiz de vardır ve tamamen Türkçe sayılmalıdır.

Dil Kurumu böyle ciddî olmayan buluşlar ortaya atarken, TRT denen Kurum da, bu zihniyetin tam zıddı olarak, haber bültenlerini baştanbaşa firenkçe kelime ile doldurmakta ve buna kimse ses çıkarmamaktadır.

Dil Kurumunun uydurduğu karşılıklar da, güzel Türkçenin edebî telâffuz ve şivesine hiç uymayan bozuk ve eksik kelimelerdir: dolaşı, tartışı, yıldırı, düzelti, eleştiri… Bunlar ne biçim Türkçe kelimelerdir? Berbat şeyler!

Lisanımız, sâdece dış tesirlerle değil, içimizdeki devrimci ilericilerin ilim ve zevk dışı yanlış faaliyetleri yüzünden de bugünkü acınacak duruma getirilmiştir. Dilimizi ancak biz Türkler tekrar ıslâh edebilir ve eski edebî ve şairane, güzel ve zarif seviyesine getirebiliriz. Bunun için, sonradan dilimize kasden sokuşturulmuş olan ve hâlen de sokuşturulan molozları ve ısırgan otlarını söküp atmalıyız; uydurma kelimelerden temizlemeliyiz. Uydurukça kelimeler kadar Batı malı lüzumsuz kelimeler de lisanımız için tehlikelidir.

Meselâ “iktisad” yerine “ekonomi”, “iktisadî” dururken “ekonomik” dememeliyiz ve yazıp kullanmamalıyız. Bin senedir kullandığımız kelimeleri atarak yerlerine fransızca ve ingilizce karşılıklarını ahp kullanmağa kalkmak lisanımız için son derecede zararlı olmuştur ve zararlı olmaktadır. Türkçemizde karşılıkları bulunan tâbir ve ıstılahların firenkçelerini asla ve hiç bir zaman kullanmıyacağız; ancak fennî ve ilmî olanlarını bundan istisna edeceğiz.

Batı musikisi san’atına dâir kelimeler lisanımıza girmiştir.
Bunlar arasında “konser” ve “varyasyon” da vardır. İlericiler, bütün ıstılahlarla başa çıkamıyacaklarını bildikleri için ancak bu iki kelimeye Türkçe karşılık uydurmuşlar: Konser yerine “dinleti” varyasyon yerine de “çeşitleme”! Hiç biri, karşılıkları değildir, tamamen uydurmadır. Konser kelimesi çok daha yaygındır. Onu değiştirip bozmağa lüzum ve ihtiyaç var mı ki?

Türkçe’ye adapte edilmiş yabancı kelimelerin listesini Hollandaca haberin altında bulacaksınız:

DE LAATSTE TWEE WOORDEN DIE IN HET TURKS ZIJN GEZET:
EXPAT EN BOUNTY

Expat betekent ‘expatriate’ maar verwijst naar de ‘elite’.

Bounty is een chocolademerk, maar betekent ‘wit van buiten, zwart van binnen’.

Er is een debat gaande over de vraag of buitenlandse woorden goed of slecht zijn voor de moedertaal.

Afbeelding met windmolen, buitenshuis, hemel, gras Automatisch gegenereerde beschrijving
İlhan KARAÇAY deed onderzoek en schreef:

Er zijn nog twee kandidaat-woorden toe te voegen aan de duizenden buitenlandse woorden die in ons Turks zijn gepatcht. Een daarvan is Expat, andere is Bounty.

Ik had het woord ‘Expat’ eerder gebruikt als ‘expatriate-gurbetçi‘. Maar het feit dat hetzelfde woord in een uitnodiging voorkwam, bracht me ertoe dit woord te onderzoeken.

De bijeenkomst werd georganiseerd door Turgut Torunoğulları, voorzitter van de Europese Commissie van de World Turkish Business Council DTİK. Ik was in de war door de zin “We komen samen met Turkse expats in het professionele zakenleven in Nederland” in de uitnodiging, waarvan je hieronder de afbeelding vindt.

Afbeelding met tekst, schermopname, Lettertype, ontwerp Automatisch gegenereerde beschrijving

In mijn onderzoek, vond ik dat de eerste betekenis van het woord expat
“expatriategurbetçi” was.
Toen ik mijn onderzoek verdiepte, zag ik dat dit woord een meer genuanceerde betekenis heeft.

Op één plaats werd over Expat het volgende gezegd: “Expat komt van het Latijnse woord expatriate en wordt gebruikt om individuen te beschrijven die buiten hun geboorteland werken. Expat, dat een andere status heeft dan immigratie, verwijst naar hooggekwalificeerde werknemers.”

Op een andere plaats werd het volgende geschreven tegenover Expat: “Een expat is verantwoordelijk voor het uitvoeren van taken buiten zijn/haar geboorteland of staatsburgerschap, zoals toegewezen door een bedrijf, universiteit, overheid of niet-gouvernementele organisatie. De algemene taken van een expat, waarvan de functieomschrijving kan variëren afhankelijk van de sector waarin de organisatie actief is, zijn als volgt:

De taken uitvoeren die hem/haar door het bedrijf worden toegewezen,
De door de universiteit bepaalde onderzoeksactiviteiten uitvoeren,
Namens niet-gouvernementele organisaties optreden en sociale projecten ontwerpen,
Studies uitvoeren in overeenstemming met de wettelijke voorschriften van het land,
Periodieke rapporten indienen bij de relevante eenheden,
Voortgezette professionele ontwikkeling.”

Afbeelding met tekst, grafische vormgeving, tekenfilm, panorama Automatisch gegenereerde beschrijving

Er zijn ook beweringen dat de term “expat” niet alleen gebruikt wordt voor een gekwalificeerd persoon die naar het buitenland gaat, maar ook voor iedereen die in het buitenland gaat werken. We vinden deze bewering tussen de volgende regels:

“Expat is een verkorte vorm van het Engelse woord “expatriate”. In feite is het een begrip dat ontstond uit de combinatie van de Latijnse woorden “ex” en “patria”. Ex = van buiten, patria = land. In het algemeen worden mensen die naar andere landen worden gestuurd door het bedrijf waarvoor ze werken expat genoemd, maar we kunnen ook zeggen dat dit woord iedereen omvat die tegenwoordig in het buitenland gaat werken.”

Als ik naar het bovenstaande kijk, denk ik persoonlijk dat we de term ‘expat’ moeten gebruiken voor elke persoon die zijn thuisland heeft verlaten. Ik denk dat het onnodig is om mensen te verdelen in ‘elite professionals’ en ‘arbeiders’.

Het is niets anders dan discriminatie om mensen met beroepen zoals dokter, advocaat, ingenieur, onderzoeker, nivelleerder, monteur, timmerman, enz. expats te noemen en arbeiders enkel expats.
Daarom gebruik ik persoonlijk liever de term expat voor iedereen die zijn thuisland heeft verlaten.

BOUNTY

Afbeelding met voedsel, snoep, banketbakkerij, Snack Automatisch gegenereerde beschrijving

We kennen dit woord allemaal, vooral in Turkije, als een chocolademerk.
Bounty is een chocoladereep geproduceerd door Mars, Incorporated en verkocht op de internationale markt. Het werd in 1951 geïntroduceerd in het Verenigd Koninkrijk en Canada. Aanvankelijk was hij alleen bedekt met melkchocolade.

Bounty wordt vanuit Nederland geïmporteerd naar Turkije. Het product weegt 28,5 g per stuk en wordt verkocht in dubbele verpakkingen.

Het woord Bounty wordt natuurlijk ook elders gebruikt.
In het Turks, vertaald vanuit het Engels, wordt het bijvoorbeeld gebruikt in de betekenis van vrijgevigheid.

Het woord bounty wordt ook gebruikt in de volgende gevallen:

– In het Engels, reward, favour: een geldbedrag of andere beloning aangeboden door
een organisatie.
– HMAV Bounty, het schip waarop in 1789 de Bounty-muiterij uitbrak,
– De Bounty-eilanden zijn een groep eilanden ten zuidoosten van Nieuw-Zeeland,
– Bountytrog, een depressie in de oceaanbodem ten zuidwesten van Nieuw-Zeeland,
– Een film over de muiterij op de Bounty, met Mel Gibson en Anthony Hopkins in de
hoofdrollen,
– Bounty (album), album van de Noorse singer-songwriter Haakon Ellingsen,
– Bounty (chocolade) is een chocolade gevuld met kokosnoot,
– Bounty (Star Trek), Amerikaanse televisieserie Star Trek: Enterprise,
– Bounty (attractie), een inmiddels geannuleerde attractie in het attractiepark Walibi
Belgium in Waver,
– Bounty (pseudoniem), een pseudoniem voor een zwarte die zich voordoet als blanke.

Afbeelding met strip, tekst, Menselijk gezicht, schets Automatisch gegenereerde beschrijving

Nu is het mogelijk dat dit woord bounty het Turks is binnengekomen met een andere betekenis.
In Nederland wordt dit woord ook gebruikt voor mensen die van binnen en buiten anders zijn. Mijn goede vriend Mustafa Özcan ging hier onlangs op in en schreef dat het woord “bounty” wordt gebruikt voor mensen van wie de binnen- en buitenkant niet hetzelfde is, voor bemoeials of uitbuiters.

Als het woord “bounty” op grote schaal gebruikt moet worden in het Turks, dan moet dit woord in het Turks een bepaalde betekenis krijgen. Het kan bijvoorbeeld in een specifieke context gebruikt worden om “zwart van buiten maar wit van binnen” te betekenen, zoals in Nederland. Gezien de dynamische aard van het Turks en culturele interacties is het mogelijk dat nieuwe woorden en uitdrukkingen onze taal binnenkomen. Het kan echter zijn dat dit woord een bepaalde tijd gebruikt moet worden voordat het algemeen gebruikt en geaccepteerd wordt.

VREEMDE WOORDEN IN HET TURKS

Bij het Googlen van dit onderwerp kwam ik veel ambitieuze artikelen tegen.
In het bijzonder de definities en beweringen die ik vond op Meftun.Art en BillDill pagina’s zijn als volgt:
Taal is de bouwsteen van het leven en de bron van communicatie. Deze structuur, die de overdracht van informatie en begrip tussen mensen mogelijk maakt, ontwikkelt en verandert elke dag. Omdat taal een levende structuur heeft, is het de belangrijkste schat van de natie die het spreekt en de erfenis die het aan de toekomst zal nalaten. Naast haar eigen evolutie kan ze bepaalde veranderingen ondergaan als gevolg van haar relaties met andere talen. Als deze woorden, die in verschillende perioden collectief de taal kunnen binnendringen, niet worden ingegrepen wanneer dat nodig is, kunnen de positieve resultaten van de interactie tussen talen worden vervangen door de negativiteiten die worden veroorzaakt door de invasie van vreemde woorden. We kunnen zeggen dat deze situatie, die elke taal kan meemaken, ook het Turks in sommige periodes meemaakt.

De taal die we al eeuwen spreken is in de loop der tijd vermengd met de talen van veel verschillende naties. De globaliserende wereld en de zich snel ontwikkelende technologie, informatie en economische en politieke relaties met verschillende naties in de wereld hebben ervoor gezorgd dat vreemde woorden onze taal zijn binnengedrongen. Daarnaast kom je in het sociale leven bijna dagelijks buitenlandse woorden tegen: Buitenlandse tv-series, buitenlandse muziek, buitenlandse boeken, buitenlandse café- en restaurantnamen, etc. Het feit dat het woord dat een gebeurtenis of object in de wereld aanduidt geen equivalent in het Turks heeft, heeft er ook voor gezorgd dat deze buitenlandse woorden onze taal zijn binnengedrongen. Om deze reden draagt de taal die we vandaag spreken de taalwaarden van veel verschillende naties.

Het dagelijks leven is een van de plaatsen waar we buitenlandse woorden het vaakst gebruiken. Na een tijdje beginnen we buitenlandse woorden te gebruiken die we kennen van de tv-series, films en muziek waar we in het dagelijks leven naar luisteren. Het eerste en eenvoudigste voorbeeld is “hello, hi”, wat “hallo, hoi” betekent. Dit woord is een buitenlands woord dat bijna iedereen kent en 9 van de 10 mensen gebruiken het. Daarnaast zijn de basiswoorden “ja, nee, bedankt etc.” de buitenlandse woorden die we het meest gebruiken.

TÜRKÇEYE ADAPTE EDİLMİŞ KELİMELER

A

Abes : Anlamsız, saçma
Abluka : Kuşatma, çevirge
Abone : Sürdürümcü
Absürt : Saçma, usdışı
Adapte : Uyum
Adi : Bayağı, sıradan
Adisyon : Hesap
Agresif : Saldırgan
Ahize : Almaç
Aidat : Ödenti
Air bag : Hava yastığı
Air-conditioner: Havalandırma
Ajanda : Andaç
Aksiyon : Eylem, edim
Aktif : Etkin
Aktivite : Etkinlik
Aktüel : Güncel
Aleyhtar : Karşıtçı, karşı görüşlü
Alfabe : Abece
Alternatif : Seçenek
Amatör : Deneyimsiz
Ambiyans : Hava
Amblem : Belirtke
Ambulans : Cankurtaran
Ampermetre : Akımölçer
Analitik : Çözümleyici
Analiz : Çözümleme
Anarşi : Başsızlık, kargaşa
Anatomi : Gövdebilim
Anekdot : Öykü
Angarya : Yüklenti
Animasyon : Canlandırma
Anons : Duyuru
Anket : Sormaca
Anons : Sesli duyuru
Ansiklopedi : Bilgilik
Antetli : Başlıklı
Antipatik : Sevimsiz
Antifiriz : Donma önleyici
Antreman : Alıştırma, çalışım
Antrenör : Çalıştırıcı
Aranje etmek : Düzenlemek
Argüman : Donatı, kanıt, dayanak
Arkeoloji : Kazıbilim
Aroma : Hoş koku
Arşiv : Belgelik
Artist : Sanatçı, oyuncu
Asayiş : Düzenlilik, güvenlik
Asistan : Yardımcı
Asparagas : Uydurma
Astronomi : Gökbilim
Ateizm : Tanrıtanımazlık
Atıf : Yöneltme, ilişkili bulma, gönderme
Atmosfer : Havayuvarı
Atom : Ögecik
Atölye : İşlik
Avans: Öndelik

B

Bahir : Deniz
Baht : Yazgı, kader
Bakiye : Kalan
Bandaj : Sargı
Bandrol : Denetim pulu
Banliyo : Çevre, yörekent
Banner : Reklam bandı, reklamlık
Bariyer : Engel
Bariz : Belirgin, açık
Bariyer : Engebe
Barkot : Çizgi im
Beraat : Aklanma
Best-seller : Çok satan
Bilboard : Duyuru tahtası
Bilhassa : Özellikle
Biyografi : Öz geçmiş
Bizzat : Kendisi
Blender : Karıştırıcı
Blöf : Kandırmaca
Bodyguard : Koruma
Bone : Başlık
Bonkör : Eliaçık
Botanik : Bitkibilim
Boykot : Direniş
Branş : Dal, kol
Brifing : Bilgilendirme, sunu
Brunch : Kuşluk yemeği
Brüt : Kesintisiz
Buldozer : Yoldüzler
Burjuva : Kentsoylu
Burjuvazi : Kentsoyluluk
Buton : Düğme
By-pass : Damar aktarma

C

Call center: Çağrı merkezi
Camia : Topluluk
Cari : Yürürlükte olan
Catering : Yemek hizmeti
Celse : Oturum
Cengaver : Savaşçı
Center : Merkez
Cenup : Güney
Cereyan : Akım
Cetvel : Çizelge, düzçizer
Cevap : Yanıt, karşılık
Change : Para değişimi
Chat : Sohbet
Check-in : Giriş işlemi
Check-out : Çıkış işlemi
Check-list: Denetim çizelgesi
Check-point: Denetim noktası
Check up : Tümtanı, tam bakım
Cheese cake: Peynirli kek
Corner : Köşe
Cihaz : Aygıt
Cracker: Çökertici

Ç

Çek etmek : Yoklamak, denetimlemek
Çip: Yonga

D

Dahil : İç, içsel
Darbımesel : Atasözü
Darphane : Para basımevi
Data : Veri
Debriyaj : Kavrama
Defans : Savunma
Defansif : Savunmaya dayalı
Deforme : Şekli bozulmuş
Defroster : Buz çözer
Deklarasyon : Bildiri, açıklama
Demo : Tanıtım
Demonstrayon : Gösteri
Deep-freeze: Derin dondurucu
Dejenerasyon: Yozlaşma
Dejenere : Yozlaşmış
Dekont : Hesap belgesi
Departman : Bölüm
Deplasman : Yabancı saha
Depresyon : Ruh çöküntüsü
Despot : Buyurgan
Dijital : Sayısal
Direktör : Yönetmen
Distribütör: Dağıtıcı
Dizayn : Tasarım
Done : Veri
Doping : Uyarıcı
Download : İndirmek, yüklemek
Driver : Sürücü
Dublaj : Seslendirme
Dubleks : İki katlı

E

Ebedi : Sonsuz
Ebeveyn : Ana baba
Ecnebi : Yabancı
Edat : İlgeç
Edip : Yazar
Editör : Yayımcı
Efor: Çaba, gayret, güç
Egale etmek : Eşitlemek
Egoist : Bencil
Egzersiz : Alıştırma
Ego : Ben
Ekarte etmek : Elemek
Ekoloji : ÇEvre bilimi
Eksper : Uzman
Ekstra : Fazla, fazladan
Ekstre : Hesap özeti
Elastik : Esnek
Elimine etmek: Elemek
Elimine olmak: Elenmek
E-mail: E-posta
Empati : Duygudaşlık
Empoze etmek : Dayatmak
Enformasyon : Danışma
Entegre : Bütünleşik
Entern : Yetişici
Enstrümantal: Sözsüz.
Entegre : Bütünleşmiş
Envanter : Döküm
Eskiz : Taslak
Eskort : Koruma aracı
Euro: Avro
Exit : Çıkış
Eyeliner: Göz kalemi

F

Faal : Çalışkan, etkin
Factoring : Aracı, aracılık
Fahri : Onursal
Fail : Yapan, eden
Faiz : Getiri
Faktör : Etken
Faks: Belgegeçer, belgeç
Final : Son
Fanatizm : Bağnazlık
Fasıl : Bölüm
Federal : Birleşik
Fermantasyon : Mayalanma
Finish : Bitiş, varış
Firmware: Bellenim
First lady: Başhanımefendi
Fitness center: Sağlıklı yaşam merkezi
Fotokopi : Tıpkıçekim
Frame : Çerçeve
Franchising: İsim hakkı
Full : Tam
Full Time : Tam gün, tam zamanlı
Fullemek : Doldurmak

G

Gala: Ön gösterim
Garp : Batı
Gıyabi : Yokken
Global : Küresel
Grafik : Çizge, çizenek
Gramer : Dilbilgisi
Grev : İşbırakımı
Gurme : Tatbilir
Gurup : Gün batımı
Güruh : Toplaşım, kalabalık
Güya : Sanki, sözde

H

Hacker : Kırıcı
Hakiki : Gerçek
Handikap : Engel
Happy-hour : İndirim saatleri
Harcırah : Yolluk
Hard Disc : Ana Bellek
Harfiyen : Değiştirmeksizin
Hasıl : Ürün, verim
Hat-trick : Üçleme
Hayalperest : Düşkurucu
Haysiyet : Onur, saygınlık
Hazar : Barış
Hinterland : Art bölge
Hit : Gözde
Hosting : Ana sistem

İ

İce tea : Soğuk çay, buzlu çay
İdefiks : Saplantı, sabit fikir
İmtiyaz : Ayrıcalık
İnstant coffee: Hazır kahve
İnternet : Genel ağ
İrrite etmek : Kızdırmak
İskonto : İndirim
İzolasyon : Yalıtım

J

Jakuzi : Sağlık havuzu
Jaluzi : Şerit perde
Jenerasyon : Kuşak , nesil
Jeneratör : Üreteç
Jenerik : Tanıtımık
Jenosit : Soy kırım
Jeofizik : Yer fiziği
Jeolog : Yerbilimci
Jeoloji : Yerbilim
Joystik : Yönetme kolu

K

Kabine : Bakanlar kurulu
Kabotaj: Gemi işletimi
Kadastro : Yeryazım
Kadir: Değer
Kadük : Düşmüş
Kaide: Değer
Kainat: Evren
Kalibraj: Ayarlama
Kalite : Nitelik
Kamer: Ay
Kamera: Alıcı
Kampüs : Yerleşke
Karambol : Karışıklık
Kartel : Tekel
Kartvizit : Tanıtma kartı
Kombinasyon : Birleşim
Komite : Kurul
Kompetan : Uzman
Komplike : Karışık, dolaşık
Komplo : Tuzak
Komünikasyon : İletişim
Konfeksiyon : Hazır giyim
Konferans : Konuşma, toplantı
Konfigürasyon : Yapılandırma
Kongre : Kurultay
Konsantre : Yoğunlaştırılmış
Konsept : Kavram
Konsültasyon : Danışım
Kontrast : Zıtlık, karşıtlık
Kozmik : Evrensel

L

Labirent : Dolambaç
Laboratuvar: Beklemelik
Lağvetmek: Kaldırmak
Lansman: Tanıtım
Laptop: Dizüstü bilgisayar
Leasing : Kiralama
Libero : Son adam
Limit: Sınır, uç
Link : İlişim, bağlantı
Liposuction : Yağ aldırma
Literatür: Yazın
Loder: Yükler
Lojman: Kurum konutu
Lokal : Yerel, mahalli
Lümpen : Sefil, seviyesiz

M

Makro : Geniş, büyük
Mamafi : Bununla birlikte
Maraton : Uzun koşu
Marj : Pay
Marjinal : Sıra dışı
Market : Satış merkezi
Marketing: Pazarlama
Mecmua : Dergi
Mega : Çok büyük
Mega store: Büyük mağaza
Menajer : Yürütücü
Mesaj : Bildiri, ileti
Metamorfoz : Başkalaşma, değişme
Metot : Yöntem
Metropol : Ana kent
Mikro : Dar, küçük
Minimum : En az
Misyon : Özel görev
Modern : Çağdaş
Modernize etmek : Yenilemek
Modül : Parça
Modüler sistem: Parçalı sistem
Montaj : Kurgu
Motive etmek : İsteklendirmek
Mouse : Fare
Mönü : Yemek listesi
Multimedia : Çoklu Ortam

N

Naçizane : Önemsiz, değersiz
Nadide : Görülmemiş, az görülen
Nafaka : Geçimlilik
Nafile : Boşuna
Nağme : Ezgi
Nahiye : Bölge, bucak
Nahoş : Tatsız, kötü, yakışıksız
Nakden : Para olarak
Nasihat : Öğüt
Network : Bilişim ağı
Nezaket : İncelik
Nickname : Takma ad
No-frost : Karlanmaz
Non-stop : Duraksız, molasız
Nötr : Yansız, tarafsız
Nüans : İnce ayrım, küçük fark

O

Obje: Nesne
Ofansif : Atak
Offline : Çevrim dışı
Off the record : Yayın dışı
Ofis : İşyeri
Ofsayt : Açığa düşme
Ofset : Düzbaskı
Okey(lemek) : Onay, onaylamak
Oley : Yaşa!
Ombudsman : Kamu denetçisi
Online : Çevrim içi
Optima : En uygun
Optimist : İyimser
Optimizasyon: En iyi duruma getirmek
Ordövr : Ön yemek
Organizasyon : Düzenleme
Orijinal : Özgün
Oryantasyon : Alıştırma, uyum
Otistik : İçe kapanık
Otokritik : Öz eleştiri
Overclock :  Hız aşırtma

P

Panoramik : Genel görünümlü
Paradigma : Değerler dizisi
Paradoks : Aykılırılık, çelişki
Paraf : İmce
Parafe etmek : İmcelemek
Parametre : Değişken
Part time : Yarım gün, yarı zamanlı
Partikül : Parçacık
Patchwork : Kırkyama, yama işi
Patent : Buluş
Patent hakkı : Buluş hakkı
Patentine almak : Tekeline almak
Patentli : Buluşlu
Peeling : Soyum, deri soyma
Penaltı : Ceza vuruşu
Periyot : Devir, devre
Perspektif : Bakış açısı
Plaza : İş merkezi
Polemik : Söz dalaşı, dalaşma
Poşet : Torba
Pozisyon : Durum
Prime-time : Altın saat
Profil : Görünüş, görüntü
Prosedür : İzlek
Provokasyon : Kışkırtmak
Provokatör : Kışkırtıcı
Prömiyer : İlk oyun, açılış

R

Radyasyon : Işıma, ışınım
Rakım : Yükseklik, yükselti
Rakip : Yarışmacı
Rampa : Yokuş
Randevu : Buluşma
Randıman : Verim
Rant : Getirim
Rapor: Yazanak
Rasat : Gözlem
Rastgele : Gelişigüzel
Realite : Gerçek, gerçeklik
Reflektör : Yansıtıcı
Restorasyon: Onarım, yenileme
Revize edilmek : Düzeltilmek, yenilenmek.
Revize etmek : Düzeltmek, yenilemek.
Revizyon : Düzeltme, yenileme, yenilenme
Reyting : İzlenme oranı
Rezervasyon : Yer ayırtma
Rezidans : Konut
Roof : Çatı
Rövanş : İkinci karşılaşma

S

Sabotaj : Kundaklama
Sansür : Sıkıdenetim
Sauna : Buhar banyosu
Seans : Oturum, kez, süre
Sekreter : Yazman
Selfie : Özçekim
Self-servis : Seçal
Sembol : Simge
Sembolik : Simgesel
Seminer : Topluçalışım
Sempati : Cana yakınlık
Sempatik : Sevimli, cana yakın
Sempatizan : Duygudaş
Senkron : Eşzaman
Sentez : Bireşim
Server : Sunucu
Sezon : Sürem
Show-Şov : Gösteri
Showman : Gösteri adamı
Simülatör : Öğrencelik
Simültane : Eşzamanlı
Sirkülasyon : Dolaşım
Sistem : Dizge
Skandal : Utanca
Skor : Sonuç
Skor board : Sonuç tahtası
Slayt : Saydam, yansı
Slogan : Savsöz
Software : Yazılım
Solaryum : Güneşletici
Sorti : Çıkış
Sosyal : Toplumsal
Sosyalist : Toplumcu
Sosyolog : Toplum bilimci
Sömestr : Yarıyıl, dönem
Spesifik : Özgül
Spesiyal : Özel
Spiker : Sunucu
Sponsor : Destekleyici
Stabil : Oturmuş, istikrarlı, sabit
Staj : Uygulamalı öğrenim, yetişim
Star : Yıldız
Start : Başlangıç
Start Almak : Başlamak
Stil : Biçem
Stok : Yığım
Stres : Gerilim
Süper : Üstün, en büyük
Sürpriz : Şaşırtı

Ş

Şantaj : Göz korkurtma
Sark : Doğu
Şekil : Biçim, tutum
Şerh : Açma, ayırma
Şofben : Su ısıtıcısı
Şoför : Sürücü
Şok olmak : Çok şaşırmak
Şov : Gösteri
Şovrum : Sergi evi
Şube : Dal, kol

T

Taahhüt : Üstlenme
Tahkim : Pekiştirme
Tahlil : Çözümleme
Tahliye : Salıverme
Taklit : Öykünme
Tali : İkincil
Talk şov : Söz gösterisi
Tansiyon : Kan basıncı, gerilim
Tasarruf : Biriktirme, artırım
Tatil : Dinlence
Taviz : Ödün
Tazminat : Ödence
Tebliğ : Bildiri
Tedavül : Geçerlik, sürüm
Tekabül etmek : Karşılamak
Teknik : Yol, yöntem
Tekzip : Yalanlama
Temyiz : Ayırt etme
Teorem : Önerme
Teori : Kuram
Teorik : Kuramsal
Terapi : İyileştirme
Tercüme : Çevirme, çeviri
Termometre : Sıcaklık ölçer
Terör : Yıldırı
Tesir : Etki
Tesisat : Kurum, kuruluş
Test : Sınama
Tezat : Çelişki, karşıtlık
Tiraj : Baskı sayısı
Torpil : Kayırma
Totaliter : Baskıcı, bütüncül
Trafik : Gidiş-geliş
Trajedi : Ağlatı
Transparan : Saydam
Trend : Yönelme, eğilim
Turizm : Gezim
Tümör : Ur
Türbülans : Ters akıntı

U

Ufuk : Çevren
Uhde : Görev, sorumluluk
Ultrasonik : Sesüstü
Undercover : Örtülü
Underground : Yer altı
Uzuv : Örgen
Ultraviyole : Morötesi

Ü

Ümitvar : Umutlu
Ümmi : Okur yazar olmayan
Ünite : Birim
Üniversel : Evrensel
Üniversite : Evrenkent, bilimtay
Üstüvane : Silindir
Üryan : Çıplak, yalın
Ütopik : Hayali, düşsel
Ütopya : Hayal, hayal ülke

V

Vazo : Çiçeklik
Vantilatör : Yelveren, estireç
VCD : Görüntülü yoğun disk (GYD)
Versiyon : Sürüm
Vesaire : Ve benzeri
Vesait : Araçlar
Vestiyer : Askıyeri, askılık
Video : İzlemece
Vitrin : Sergen, sergilik
Viraj : Dönemeç
Virman : Aktarım
Viyadük : Aşıt, kuruköprü
Vize : Görüldü
Vizyon : Ufuk, ileri görüş
Vuslat : Kavuşma
Vuzuh : Açıklık, aydınlık

W

Walkman : Gezerçalar, yürürçalar
Web : Ağ
Webmaster : Site yöneticisi, ağ yöneticisi
Web sayfası : ağ sayfası.
Web sitesi : ağ sitesi.
Workout : Alıştırma, idman, antrenman
Workshop : Fikir üretme, fikir üretme toplantısı

Y

Yakamoz : Parıltı
Yeknesak : Tekdüze
Yekûn : Toplam
Yevmiye : Gündelik

Z

Zaaf :Güçsüzlük, düşkünlük
Zabıt : Tutanak
Zamir : Adıl
Zaping : Geçgeç
Zevat : Kişiler
Ziraat : Tarım
Zirve : Doruk

YAVUZ NUFEL YAZDI: ÖYLE BİR İLHAN KARAÇAY Kİ !!!

YAVUZ NUFEL YAZDI: ÖYLE BİR İLHAN KARAÇAY Kİ !!!

Sevgili okurlarım,
Birkaç hafta önce sizlere şöyle seslenmiştim;

Bir yazarın megalomanlaşıp kendini övmesi, görgüsüzlüğün ve bencilliğin daniskası olmalıdır.
Ne varki, naçizane şahsım, arada bir megalomanlaşıp kendimi övmeye çalışırım.
Aslında bu, benim değil, başkalarının övgülerini yansıtma isteğidir. Öyle ya, başkalarının söylediklerini ve yazdıklarını her yerde göremezsiniz. Kaldı kı, Google amcada yıllar boyu kalacak ve ölümsüzleşecektir.
Her yazara tabii ki övücü ve yerici mesajlar gelir. Her yazar da haliyle, genellikle kendilerini övenlerin mesajlarına yer verir. Ben de çok defa bana gelen övücü mesajları yayınlamışımdır.
“Elllerine sağlık, çok akıcı yazıyorsun,”, “Devlet sana ödül vermeli” ve “Benden pek çok yazar söz etti ama, bir de sizin akıcı kaleminizden okunmak isterim” gibi mesajları sizlere duyurmazsam, bir eksiklik yapmış olurum. Tıpkı bana, “Siz gazeteciliğin Van Gogh’usunuz” diyerek portreleyen bir hayran okurum gibi…
Bana gelen son iki mesajdan biri, çeşitli kuruluşlarda görev yapmış bir folklor araştırmacısı olan İrfan Ünver Nasrattınoğlu’dan, (soyad aynen böyle) diğeri de, iş dünyasında, siyasi kuruluşlarda ve Ocak’larda yer almış bir yazar olan Oğuz Çetinoğlu’dan geldi.

Yazıları, Ankara’da ANKHABER, Afyonkarahisar’da KOCATEPE, Silifke’de SESİMİZ, Diyarbakır’da MÜCADELE ve Mut’ta MUTTAN HABER’de yayınlanan Nasrattınoğlu şöyle başlamış mesajına:
“Belleğimdeki İlhan Karaçay, müstesna bir insandır. Bu yüzden sizin hakkınızda kaleme alıp, yayımlamayı düşündüğüm bir yazı taslağını ekte size gönderiyorum. Ben artık 87. yaşımı idrak ediyorum. Resmi ya da özel hiç bir görevim yok,artık. Sadece yazıyor, yazıyor, yayımlıyorum.”

KOCAELİ AYDINLAR OCAĞI haber portalında yazan Oğuz Çetinoğlu ise, gönderdiği mesajında, İsrail’in Lahey Adalet Divanı’nda yargılanması ile Divan’a Türkiye tarafından hediye edilmiş olan halı hakkında birer röportaj yapmak istediğini belirtmişti.
İşte, ben de sizlere bu dostların yazmış olduklarını sunarak, megalomanlığıma perçin vuruyorum.”

Bugün de sizlere, megalomanlığımı sürdürecek gibiyim. Zira bu kez, kalemi sivri ve kıvrak olan sevgili dostum Yavuz Nufel beni yazmış. Eeeee, ne yapayım, megalomanlığımı sürdüreyim ve Yavuz’un yazdıklarını da sizlere sunayım. Okumakla bitiremeyeceğiniz kadar çok uzun yazılara şöyle bir göz gezdirseniz de olur.
Kalın Sağlıcakla.

YAVUZ NUFEL YAZDI:
Tam 57 yıllık deneyimiyle, mesleğin inceliklerini ve gücünü en iyi şekilde kavramış, geçmişte gerçekleştirdiği eşsiz röportajlar ve cesur haberleri ile tanınmış İlhan abimiz, Hollanda’daki vatandaşların sesi olma misyonunu kusursuz bir şekilde yerine getirirken, her konuda sağladığı bilgi ve analizlerle takdir ve saygı topluyor.

Hollanda’ya Türk işçi göçünün 60 yıllık mazisinin 57 yılına tanıklık eden bir adam, Gazeteci, hani ‘hayatım roman olur’ sözünün anlam bulduğu bir adam.

Öyle bir İlhan Karaçay ki, o Hollanda’da haber peşinde koşarken ben İstanbul Pendik’te onun haberlerini okuyarak tanıdım kendisini…

İlk okulu yeni bitirmiş, bir yandan ayakkabı boyacılığı yapıyor, bir yandan da Pendik Merkez Cami altındaki kahvehanede askıcılık yapıyor, esnafa çay götürüyordum. O zamanlar çocuklar 4 aylık yaz tatilllerinde okul masraflarını çıkarmak, aile bütçesine katkıda bulunmak için, bir esnafın yanında çalışırdı. İşçi çocuk hakları falan hak getire, kimsenin zaten öyle bir hakkın olduğunu bile bilmediği yıllardı. Yaz tatili için bir yere gitmek bir kenara, 4 ay süresince hafta sonu bile bilmeden çalışırdı çocuklar.

Benim de, 70’li yılların başında başlayan ve orta okulu bitirene kadar, işte böyle yazlarım geçti.

Ayakkkabı boyacılığı, askıcılıkın yanında ben bir haber spikeriydim. Televizyonlar da yoktu. Vardı ama ben İlhan Karaçayı tanıdığımda test yayınları yeni başlamış, Pendik’te olsa olsa 5-10 evin çatısında TV anteni görülüyordu.

Askıcılık yaptığım kahvehanenin daimi müşterileri ihtiyarlar, kuşluk vaktı gelir, ikindi sonu evlerine giderdi. Her saat başı transistörlü radyodan “ajans” ( habeleri ) dinlerlerdi.

Her kuşluk vakti gelen 4-5 ihtiyarın hiç birinin okuma-yazması olmadığı için, kahvehaneye alınan gazeteleri elime tutuştururlar, (Mahreçlerinde Gazetecinin imzası adı haberin başına atılırdı ) köşe yazıları, üçüncü sayfa cinayet haberleri, pehlivan tefrikalarına kadar okuturlardı. O zamanlar Deniz Gezmişler, Başbakan Nihat Erimler, 12 Mart Muhtırası gündemde…

İşte o yıllarda gazeteleri okurken sık sık okuduğum haber başlığından sonraki ikinci cümle, “İlhan Karaçay Hollanda’dan bildiriyor” olurdu.

Haberinin olmadığı gün çok azdı. Unutamadığım haberlerinden birisi, Rotterdam’da bayram namazı sonrası, bir gurbetçinin bir başka gurbetçiyi öldürmesi idi. İhtiyarlar az yorum yapmadılar. “Sen oralara para kazanmaya git, hem de küskünlerin barıştığı bir günde bayram namazı sonrası adam öldür…”

Unutamadığım bir başka haber ise, Rotterdam’da iç savaşı andıran, Hollandalıların Türklerin kaldığı evlere ve işyerlerine saldırması idi. Yine ihiyarlar öyle yorumlar yaptılar ki, suçu mağdur olan, yaralanan bizim gurbetçilere yükledilerdi.

Hollandaya’ya geldikten kısa bir süre sonra tanıştık İlhan abiyle. Kendisi o konuyu yazdı, harfiyen doğrudur. Merak eden arar bulur, sayfalarında var. Sonra abi-kardeş olduk, beraber haber peşinde de koştuk, seyahat de ettik.

Göçün 40’ıncı yılında öyküsünü yazdım, Mavi’nin Destanı Belgeseli’nde hayatını çektim. Yeter mi, yetmez, çünkü “Öyle bir İlhan Karaçay’ki,” göçün 60 yılında eski yazdıklarımızı bilenlere hatırlatmadan, bilmeyenlere anlatmadan olmaz.

Ne diyordum hep, “Yazmasam olmaz” gerçekten göçün 60’ıncı yılında yazmasam olmazdı. Derledik, Topladık ve Yazdık…

Yazmak için emek ve zaman benden, okumak için merak ve zaman da sizden olsun…

Afbeelding met Menselijk gezicht, kleding, persoon, muur Automatisch gegenereerde beschrijving
Yavuz NUFEL yazdı:

ÖYLE BİR İLHAN KARAÇAY Kİ !!!

Tam 57 yıllık deneyimiyle, mesleğin inceliklerini ve gücünü en iyi şekilde kavramış, geçmişte gerçekleştirdiği eşsiz röportajlar ve cesur haberleri ile tanınmış İlhan abimiz, Hollanda’daki vatandaşların sesi olma misyonunu kusursuz bir şekilde yerine getirirken, her konuda sağladığı bilgi ve analizlerle takdir ve saygı topluyor.

Hollanda’da yaşayan gözde gazetecilerin piri olan meslektaş ağabeyim İlhan Karaçay, gazeteciliğin kutsalını ve yüceliğini yıllar boyunca ustalıkla temsil etmiştir. Tam 57 yıllık deneyimiyle, mesleğin inceliklerini ve gücünü en iyi şekilde kavramış bir isimdir İlhan Karaçay.
Geçmişte gerçekleştirdiği eşsiz röportajlar ve cesur haberler, günümüzde nadir bulunan bir derinlik ve tarafsızlık sunuyor.
İlhan abimiz, Hollanda’daki vatandaşların sesi olma misyonunu kusursuz bir şekilde yerine getirirken, her konuda sağladığı bilgi ve analizlerle takdir ve saygı topluyor.

Yaşının ilerlemesiyle birlikte, gazetecilikteki ustalığını daha da derinleştiren bu değerli meslektaş ağabeyim, Goethe’nin de belirttiği gibi, “Yetmiş yaşındayım ama öğreneceğim çok şey var” diyerek öğrenme azmi ve merakını hiç kaybetmemiştir. Son aylarda yayınladığı içeriklerle, hem yurt içinden hem de yurt dışından aldığı övgüler, onun ne kadar önemli bir figür olduğunu bir kez daha ortaya koymaktadır. Pek çok yayın organı da onun etkileyici çalışmalarından ve dürüst gazetecilik anlayışından övgüyle bahsetmektedir.

Karaçay’ın gazetecilik alanındaki ustalığı ve etkileyici kişiliği, sadece bir kariyerin ötesinde, bir miras ve ilham kaynağıdır. Onun deneyim ve bilgeliği, sadece bugünü değil, gelecek nesilleri de aydınlatmaya devam edecek niteliktedir.

Karaçay’ın gazetecilikteki öncü rolü, sadece haberleri aktarmakla sınırlı değildir; aynı zamanda toplumları dönüştürme gücünü de taşıyor. Yıllar boyunca sağlam bir etik anlayışıyla hareket ederek, doğruyu ve adalete olan bağlılığıyla örnek olmuştur Karaçay. Onun cesareti ve kararlılığı, halkların sesi olma misyonunu en yüksek standartlarda sürdürme çabasını yansıtmaktadır. Bu nedenle, sadece Türkiye ve Hollanda’da değil, tüm dünyada, Karaçay adının övgüyle anılması ve çalışmalarının ödüllendirilmesi gerekmektedir.

Afbeelding met kleding, persoon, hemel, person Automatisch gegenereerde beschrijving İlhan Karaçay ile Yavuz Nufel Mersin’deki evinin terasında

İlhan Karaçay’ın haber ve yazıları, sadece Türkiye ve Hollanda ile sınırlı kalmamakta, aynı zamanda uluslararası düzeyde geniş bir kitleye ulaşmaktadır. İnanılmaz bir çabanın ürünü olarak, yazıları, beş bin kadarı medya olmak üzere, 27 bin e-posta adresine doğrudan servis edilmekte, binlerce WhatsApp ve Messenger kullanıcısına da gönderilmektedir. Bununla da sınırlı kalmayıp, sosyal medya platformları olan Facebook, LinkedIn ve Twitter’da da yayınlanmaktadır.

Afbeelding met tekst, schermopname, Lettertype, ontwerp Automatisch gegenereerde beschrijving

Bu muazzam erişim ağı, Karaçay’ın yazılarının yüzlerce haber portalında da yer almasını sağlamaktadır. Bütün bunlar, Karaçay’ın eserlerinin, sadece etkileyici değil, aynı zamanda rekor bir düzeyde kullanıldığının ve yayıldığının güçlü bir göstergesidir. Karaçay, bu kadar geniş bir kitleye ulaşarak, toplumlarda ve dünyada gerçek bir değişim yaratma potansiyelini ortaya koymaktadır.

Şimdi, Karaçay’ın Hollanda’ya gelmeden önceki yaşamından kesitleri sunacağım. Daha sonra da Hollanda yolculuğu ve sonrasına ait bölümleri …

YAVUZ NUFEL, İLHAN KARAÇAY’I
GEÇMİŞİ İLE YÜZLEŞTİRDİ

Sosyal medyada İlhan Karaçay’ın kalp krizi geçirdiği haberini görünce hemen telefona sarıldım. Sağlık haberlerini aldıktan sonra bundan 10 yıl kadar önce yazdığım 40 yıl 40 İnsan 40 öykü kitabında yer alan öyküsünü hatırladım.
Ardından bana vediği sözü.

Kitabımdaki yüzler, portreler öyküler tek tek eksiliyordu. Önce Ferruh Başaran ağabeyimiz, ardından Mehmet Abacı ve Hasan Güney…
“Aman Allahım şimdi de sıra ilhan Karaçay ağabeye mi gelmişti” sorusu ile irkildim.

İnsanların bu dünyaya geldikleri bir an olduğu gibi, bu dünyadan gideceği bir an da olacaktır. Yaşam da, bu gel-git arasındaki mesafe kadardır,
bu yüzden bu öyküyü tamamlamak zorundaydım.

İlhan Karaçay'ı, kalp krizi geçirdikten sonra hastanede ziyaret eden Kamil Saygı ve Veyis Güngör oldu
İlhan Karaçay’ı, kalp krizi geçirdikten sonra hastanede ziyaret eden Kamil Saygı ve Veyis Güngör oldu

Bazı insanların bu iki çizgi arasındaki mesafesi kısa olsa da, yaşarken insanlara büyük hizmetlerde bulunduğu gibi, öldükten sonra da bıraktığı hatıraları ve eserleri ile bu insanlara hizmet etmeye ve onların hayatına yön vermeye devam eder.

Bazı insanların ise bu iki çizgi arasındaki mesafesi çok uzun olmasına rağmen, yaşarken insanlığa doğru dürüst hizmetleri dokunmadığı gibi, öldükten sonra da isimleri tamamen bu dünyadan silinmektedir.

Bazı insanlar geçmişleri ile övünebilirler. Bazıları da geçmişlerindeki olumsuz olaylardan utanç duyarlar. Ama insandır işte, geçmişteki olumsuz yaptıklarına bir kılıf bulup yine de haklılığını ortaya sermeye çalışırlar.

Adı Hollanda ile özdeşleşmiş olan ünlü gazeteci İlhan Karaçay, doğmak ile ölmek arasındaki uzun yaşamında, topluma gerçekten yararlı olmuş bir üstadımızdır.
İlhan Karaçay’ın kısa yaşam öyküsünü daha önce yazmıştım. Geçen yıl Mersin’de kendisini ziyaretim sırasında, yalnız olduğum zamanlarda İlhan Karaçay ve ailesi ile ilgili duyduklarım beni heyecanlandırmıştı. Konuştuğum Mersinliler, Karaçay ailesi için çok ilginç ve önemli şeyler anlatıyorlardı.
Duyduklarımı İlhan Karaçay abimize sorduğum zaman, “Bir gün bunları da anlatırım Yavuz” diye kestirip atmıştı.
Aradan hemen hemen iki yıl geçti. Karaçay’ın sözünü ettiği ‘Bir gün’ çoktan geldi sayılır.
Sordum kendisine:
-Ağabey, geçmişinle yüzleşeceğin gün geldi artık. Bana geçmişini anlatacak mısın?
Cevap verdi İlhan ağabey:
– “Yavuz’cuğum, Hollanda’daki yaşam öykümü nasıl ki sen yazdıysan, geçmişim ile yüzleşmemi de sen yazacaksın. Biraz daha bekle.”

Biraz daha bekledikten sonra, İlhan ağabeyimiz bir kalp krizi geçirdi.
Allah O’nu bize bağışladı.
Sonra açtım telefonu ve şu serzenişte bulundum:
‘Ağabey, Allah gecinden versin, inşallah daha uzun bir yaşam sürersin.
Ama geçmişinle yüzleşmenin aciliyeti var sanırım.’
dediğim zaman
hemen ‘tamam’ dedi İlhan ağabey.
Çoğumuz onun doğduğu günden bugüne kadar, iki nokta arasındaki hayatından kesitleri şöyle ya da böyle biliyoruz. Bilmediğimiz o çizginin kalınlığını çözmek, öğrenmek ve yazmak niyetindeyim. Çünkü O’nun anlatması gereken, bilmediğimiz bir çok yönü vardı. Ve hayat oldukça acımasızdı. Allah göstermesin bir gün aniden birimize bir şey olsa o öykü eksik kalacaktı…
O’nu hastanede yatarken telefonla arayıp konuştuktan sonra aklıma şu şiirim geldi.
Söylenmediyse bu güne dek.
artık söylemek gerek!
iki nokta arasında kalan
çizgi değildir hayat;
ancak, kalınlığı kadardır çizginin…
mesele, enine yaşamak…

İlhan ağabeyi iki nokta arasında koşturmanın yanı sıra, enine de yaşamış bir kişi idi. Sanat, edebiyat, sevgiler, aşklar, ve bizlerden geriye ilelebet kalacak en güzel şeyler ne varsa hep o çizginin kalınlığında gizliydi.
Boyuna ne kadar dolu dolu yaşamışsa enine de o kadar dolu dolu bir hayatı vardı ve ben de bunun peşindeydim. Daha sonra O’nunla buluştuk ve uzun bir süre konuştuk.
Soramaya başladım:
– Ağabey, Mersin’de iken senin ailen hakkında çok önemli ve övücü şeyler duydum. Mersin’in kalburüstü bir ailesinin çocuğu olan sen, nasıl oldu da Hollanda’ya geldin ve yerleştin?
-”Yavuz’cuğum, Hollanda’ya nasıl geldiğim, daha önce sana anlattığım yaşam öyküm içinde var. ‘Adı Hollanda ile özdeşleşmiş’ başlıklı yazında bunu bulabilirsiniz. Sanırım o yazını da şimdiki söyleşinin sonuna ekleyeceksin.”

-Peki abi, nedir senin geçmişindeki özellik?
-“Benim geçmişimde çok parlak gelişmeler yaşanmıştır.
Hürriyet Gazetesi’nde 8 sütun büyüklüğünde imzam ile haberlerim yayınlanırken, televizyonlarda da dünyanın dört bir yanından sesleniyordum. İnsanlar beni gördükleri zaman ya birlikte fotoğraf çektiriyordu ya da bir imza alıyordu.
Bunlar hep güzel ve herkesin özlemini çekeceği gelişmelerdi.”

ILHAN3

-Peki, gençliğinde gazeteci olmak aklına gelmiş miydi?
-“Gençliğimde zaten yazıyordum. Daha önceki yaşam öykümde bunlar hep var. CHP’li bir ailenin çocuğu olarak Ulus gazetesine yazıyordum. Daha sonra bunu profesyonelliğe geçirdim.
Bu konuda ilginç bir anımı anlatayım.
1970’li yıllarda gazeteciliğin zirvesindeyken, Mersinde eski bir okul arkadaşım ile karşılaştım. Naranciye bahçeleri sahibi ve kabzımal bir babanın çocuğuydu. Sohbetimiz sırasında bana şunu söylemişti: ‘İlhan’cığım, sen okulda dersler ile arası iyi olmayan bir öğrenciydin. Ben ise en parlak öğrencilerdendim. Üniversite okudum, hatta gazetecilik okudum. Şu işe bak, o tembel çocuk sen, şimdi ünlü bir gazeteci oldun, gazetecilik okuyan ben ise Mersin’de limon satıyorum.’ Ben de o arkadaşıma, ‘Eeee, demekki gazeteci olunmaz, doğulurmuş’ demiştim.”

ILHAN4

-Senin gençliğinde bir ses sanatçısı olduğunu söylediler hatta belge bile buldum! Sanat ve sanatçılara verdiğin değerin, duyduğun saygının altında yatan gerçek bu mu?
-“Evet, Mersin Türk Musiki Cemiyeti üyesi’ydim. Her hafta cumartesi günleri Belediye hoperlöründen yayınlanan programlar yapardık. Bir defasında da 1500 Mersin’linin doldurduğu salonda bir konser verdik. Ben o konserde, güftesi Ahmet Kaçar’a, bestesi de Şükrü Tunar’a ait uşşak makamındaki ‘Anar ömrümce gönül, giden sevgilileri’ ve Yesari Asım Arsoy’un hüzzam makamındaki ‘Akasyalar açarken’ şarkılarını söylemiştim.
Sonra kendimi İstanbul’da buldum. Şükran Ay’ın eşi Turan Turanlı’nın çadırında ve Sirkeci’deki Anadolu Saz Evi’nde şarkı söyledim. Filmlerde oynadım. Ama 10 liralık figuran olarak değil, 50 liralık diyaloglu rollerde…
O zaman, sosyal demokrat ideolojili olduğu halde tutuculuğu ağır basan Zekeriya ağabeyim,
‘ Oğlum sen köçek mi olacaksın’ diye beni azarlamış ve bu işten menetmişti. Eh, ben de şarkıcılıkta aradığım şöhreti bulamayınca, gazetecilikte daha iyi bir şöhret yakalama şanslılığına eriştim.”

-Abi ben geçmişinden bir şeyler duymak istiyorum. O zaman sana şunu sorayım. Seyrettiğin filmlerde kendine ve ailene hangi rolleri yakıştırırsın?
-“Her insanda olduğu gibi ben de, çok parlak geçmişime rağmen, filmlerdeki veya romanlardaki kahramanlar arasında tabii ki kendimi ararım.
Örneğin, Ezel serisindeki başrol oyuncusu Kenan İmirzalıoğlu ve Ramiz Dayı rolündeki Tuncer Kurtiz, rolleri ile beni geçmişim ile yüzleştirmeye itmişti.
Başroldeki Ezel, mahallesinin en uysal çocuğu iken, talihsiz bir şekilde düştüğü hapishaneden çıktıktan sonra, Ramiz Dayı sayesinde kumar dünyasına girmişti. Ben de çocukluğumda, ağabeylerimin çalıştırdığı büyük bir kahvehanede, her kulüp ve lokalde olduğu gibi, Remi veya Konken oyunları arasında buldum kendimi. Ama bizim bu oyunlarımız Ezel’deki gibi mafyavari kumar değildi. O zamanlar bizim kahvehanemiz, esnafın, memurun, işadamlarının ve de kabadayıların müdavimi olduğu bir yerdi. Ben 10 yaşında iken sandalye üzerine çıkıp ocakçılık yapardım. Kahveyi ve çayı sıcak külde yapardım. Ufak tefek oyunlarda da ‘mano’ toplardım.’

-Peki sen kendini Ezel rolünde aradın mı?
-“Hayır, ben kendimi Ezel’de aramadım. Ama Ramiz Dayı beni çok etkilemişti. Zira, çocukluğumda Mersin’de ‘Kikirik Baba’ lakaplı bir adamla tanışmış ve haşır neşir olmuştum. ‘Kikirik Baba’, kahvehanemizin müdavimleri arasındaydı. Ezel filmindeki Ramiz dayı bana hep ‘Kikirik Baba’yı hatırlatıyordu.
Ezel filmindeki kabadayıların kralı Ramiz Dayı, bilge bir insan rolündeydi. Söylediği veciz sözler herkesi büyüleyici nitelikteydi. ‘Kikirik Baba’ da Ramiz Dayı gibi bilge bir insandı ve kabadayılar O’nun nasihatlarını dinlerdi.”

-Peki abi, ben şimdi Eşkiya bu dünyaya hükümdar olmaz dizisini izliyorum.
nedense bu diziyi izlerken, Mersin’de duyduğum Karaçay ailesi canlanıyor gözlerimde. Bu konuda bir bağdaştırma ve kıyaslama yapabilir misin?

-“Biraz abartılı bir benzetme olacak ama, konuyu daha yumuşak bir şekilde ele alabilirim. Sözünü ettiğin film serisindeki rollerden bazılarını kendime ve aileme maledebilirim.
Bu serideki başrol oyuncuları Kardenizli bir aileyi canlandırıyorlar.
Biz de Akdenizli bir aile olarak aynı rolü paylaşabilirdik..
Karadenizli Çakır (oğlu) ailesi ile, Akdenizli Karaçay ailesi arasındaki benzerlik, öyle ahım şahım bir benzerlik değildir tabii…
Filmdeki aile silah imalatı ve kaçakçılığı yapan ama devletle iyi geçinen bir ailedir. Benim geçmişteki ailem ise, çok günahsız bir ticari kahve işi yapıyordu.
1950’li ve 60’lı yıllarda ülkemizde kahve bulmak imkansız gibiydi. Hatta bir ara Hürriyet gazetesi, o zaman adı Habeşistan olan ülkenin İmparatoru Haile Selassie’den aldığı bir çuval kahveyi, okurlarına yüzer gramlık torbalarda kupon karşılığı hediye etmişti.

ILHAN5
1960’lı yıllarda, odunlar üzerinde poz versek de, tüm mahalleliler kravatlıydık

İşte o yıllarda kahvehane çalıştıran ağabeylerim, Beyrut’tan gelen bir Arap ile
tanışmışlardı. Beyrutlu Arap, ağabeylerime, ‘Ülkenizde kahve yok. Bizde kahve çok. Gelin, size kahve verelim. Siz de hem ülkenize kahve kazandırın hem de kendiniz kazanın’ demişti
.”

-Yani, bir nevi kaçakçılık teklifi mi?
-“Bizim, film serisindeki Karadenizli korkusuz ve silahlı anne gibi bir annemiz yoktu. Bizim annemiz ‘Kaçakçılık’ lafını duyduğu zaman bayılacak kadar ürkek ve dürüst bir anneydi.
Önce, ‘Sakın ha’ dedi annemiz. ‘İçtiğiniz sütü helal etmem’ diye ekledi. Ağabeylerim, Beyrut’tan gelen Arap’a, ‘Olmaz’ dediler. Beyrutlu Arap, Arapçayı çok iyi konuşan annemle görüşmek istedi. Ağabeylerim onları bir araya getirdi. Adam anneme durumu izah etmeye çalışırken, ‘Bu aslında bir kaçakçılık değil, bir nevi ticarettir. Ülkenizde kahve yok. İnsanlar yüz gram kahve için can atıyorlar. İşte biz bu can atılan kahveyi buraya getireceğiz. Bu bir uyuşturucu veya silah kaçakçılığı değil’ dedi.
Ama annem, kaçakçılık lafından bile nefret ediyordu. Yine ‘Hayır’ dedi.
Beyrutlu Arap, ‘Annenizi ikna etmeden gitmeyeceğim’ demişti. Günlerce geldi gitti ve bizim kahvehanemizde vakit geçirdi. Sonunda da annemi razı etmeyi başardı. Ama annem, benim de bulunduğum bir ortamda, ‘İşin içine uyuşturucu ve silah sokarsanız, emdiğiniz sütümü haram ederim’ demeyi ihmal etmedi.”

-Sonra kahve ticareti başladı mı?
– “Evet, ondan sonra ağabeylerim, 6-7 metrelik tekneleriyle Beyrut’a gidip birkaç çuval kahve ile döndüler. Kahveye o kadar çok rağbet vardı ki, üç beş çuval kahve anında tükeniyordu. Ağabeylerim fiyatı astronomik yapmadıkları için çok cüzi bir para kazanıyorlardı ama, yaptıkları iş sonuçta yasal olmayan bir işti.
Biz o zaman kendimizi, ‘Milletimize ucuza kahve içiriyoruz’ düşüncesiyle avutuyorduk. Bu iş 10 yıl kadar sürdü.
Bu süre zarfında anlatılacak pek çok maceramız oldu. Devlet ile hiç çatışmadık. Bir iki kez Sahil Güvenlik tarafından çevrildik. Ama ne silahımız vardı, ne de sopamız. Tabii ki bu arada kahve içmeye mahrum olan bazı görevlilere de kahve içme imkanı veriyorduk. Eee, al gözüm ver gözüm işi her zaman ve her yerde geçerliydi.”

– İyi de ağabey, bu işleri yapmak için eleman da lazımdır. Bu elemanları nasıl buluyordunuz?
-“Kahvehanemizde çok kişi barınırdı. İşi gücü olmayan aslan gibi delikanlılar bize sığınırlardı. Kimi kahvehanede yatardı, kimi de, o zamanlar genellikle Roman muhacirlere kiraya verdiğimiz 20 kadar barakada kendilerine yer bulurlardı. Ama hepsi de tam birer delikanlıydılar”.

Karaçay kardeşler soldan sağa: Zekeriya (Küçük Mecnun), Ayhan (Deli dolu), İlhan (bendeniz) ve Hüseyin (Aristokrat)
Karaçay kardeşler soldan sağa: Zekeriya (Küçük Mecnun), Ayhan (Deli dolu), İlhan (bendeniz) ve Hüseyin (Aristokrat)

-Mersinliler’i çok etkilemiş olan aileni kısaca tanıyalım o zaman.
-“En büyük ağabeyim Hüseyin, aristokrat giyim ve tarzı ile, ortanca ağabeyim Zekeriya, ‘Küçük Mecnun’ lakabıyla, bir büyük ağabeyim Ayhan, deli dolu tavrıyla, Mersin’in saygı duyduğu kişilerdi.
Hüseyin ağabeyim mahallenin en saygın kişisiydi. Fakirlere yardımı ile ön plandaydı. Zekeriya ağabeyim, Kore savaşına katılmış bir kahramandı. Atatürk ve İnönü sevgisi ile tanınırdı. Haksızlıklara karşı mücadele eden bir Robin Hood idi. Karakolda adam dövüldüğü için karakol basardı. Ama bu asiliğine rağmen, saygılı duruşu ile en çok sevilen aile bireyimizdi. Onu 1988 yılında kaybettik.
Ayhan ağebeyim, benim bir büyüğüm idi. Deli doluydu. Adı Mersinli delikanlılar-kabadayılar arasında yer almıştı. Onu da çok genç yaşında hatalı bir ameliyat sonrasında kaybetmiştik.
Ben ise malumunuz…”

-Akraba-eleman diyebileceğimiz kişiler kimlerdi?
-“Bir Dellal Mehmet vardı. Esprileriyle kendini sevdirmiş en yaşlı delikanlıydı. O’nun bir esprisi çoğumuzun diline pelesenk olmuştu.
Her gün olduğu gibi, bir gün kahvehanede yemek yiyordu. O sırada kahvehanemize yeni dadanmış bir genç geldi. Dellal Mehmet o genci yemeğe davet etti. Genç, ‘Ne yiyorsun Mehmet amca?’ diye sordu. Dellal Mehmet de anlattı: ‘Bu, yağsız pilava yoğurt, su ve tuz eklenmiş olan Arapça sıreysir yemeği’ deyince genç adam ‘Oooo Mehmet amca bu hiç yenir mi?’ diye yanıt verdi.
Dellal Mehmed’in dillere pelesenk olan cevabı aynen şöyleydi: ‘Lan oğlum, Allah’ın ağzı olsaydı her gün bundan yerdi lan.”

-Ekip bu kadar değildi tabii?
-“Tabii ki değil. Beton Hüseyin vardı. İskenderun’da karıştığı bir kavgada, attığı yumruk ile adam öldürmüş ama sonra bunun ızdırabından kurtulamamış bir delikanlıydı.
Babadoş Mehmet vardı. Süper iyi giyinen, yakışıklılığı ile mahallenin kızlarının yüreklerinin çarptığı bir delikanlıydı. Öz dayım Ali Aytekin, tüm Mersinliler’in ‘Dayı’ olarak hitap ettiği bir bilgeydi. Adliyede başkatipti. Daha sonra arzuhalcilik yaptı. Bizim de akıl hocamızdı.
Kimler yoktu ki; Hamo Mehmet, Bafra Müslüm, Roman Şaban, Liboş Yaşar, Sarı Sülo (Süleyman) ve daha niceleri.”

-Peki bu isimleri, ‘Eşkiya bu dünyaya hükümdar olmaz’ dizisindeki Çakır ailesi ve diğer akrabalar ile kıyaslamak doğru olur mu?
-“Daha önce de söylemiştim, filmdeki Çakır ailesi ve adamları, silahlı kriminal bir gruptur. Benim saydıklarım ise, sadece cesaretleri, efendilikleri ve yakışıklılıkları ile imrenilecek tiplerdir.”

-Peki sen bu filmde neredesin, hangi rolde kendini bulabiliyorsun?
-“Ben bu filmde kendimi, Londra’da tahsil gören ama sonradan ekibe girme mecburiyetinde kalan küçük yeğen Alparslan’da buldum. Sonuçta ben de Karaçaylar’ın en küçüğüydüm.”

-Ağabey, anlattıklarını yazacağım. Geçmişin ile yüzleşirken bir pişmanlığın olacak mı?
-“Benim çok samimi ifade ve itiraflarımı istismar ederek karalamaya yeltenenler olacaktır. Ama bu karalamalar, bizi tanıyanlar üzerinde hiçbir etki yapmayacaktır. Zira bizi bilen biliyor. Karaçay ailesi, başlangıçta nasıl iyi bir intiba bırakmışsa, daha sonra da yaşama geçirdikleri Gazino-Motel-Plaj tesisleriyle, sadece Mersinliler’in değil, Adana, Gaziantep, Kahramanmaraş ve Hataylılar’a verdikleri hizmetler ile efsaneleşmiştir.”

-Abi, senin bir de Mersin Belediye Başkanlığı maceran var.
-“Evet, güzel Mersin’e ben de Belediye Başkanı olarak hizmet etmek istemiştim. 1983 yılında, 12 yaşındaki oğlum Ruşen ve 9 yaşındaki kızım Vahide’nin Türkçe eğitim görmelerini zaruri gördüğüm için, Hürriyet gazetesi ve TRT muhabirliğini bırakarak kendimi emekli olmaya sevketmiş ve Mersin’e yerleşmiştim.
1984 yılında yerel seçimler vardı. Belediye Başkanlığı için önce bağımsız aday olmam üzerinde durulmuştu. Aslınca Cumhuriyet Halk Partisi kökenli bir aileye mensuptum. Partide Gençlik Kolu Başkanlığı da yapmıştım. Ama buna rağmen Doğru Yol Partisi adayı oldum. Zira, benim için Belediye Başkanlığı tutucu bir particiliğin dışında olmalıydı.

İlhan Karaçay, Mersin Belediye Başkanlığı seçimlerine katılmıştı
İlhan Karaçay, Mersin Belediye Başkanlığı seçimlerine katılmıştı ve Amerikanvari, ailesi ile açık otomobilde tur yapma şovunu Türkiye’de ilk defa uygulayan adam olmuştu.

Benim seçime girme amaçlarımdan biri Başkan olmak, diğeri de Türkiye’ye mesaj vermekti.
Belediyeciliğin sadece asfalt döşemek, lağım döşemek, çöp toplatmak, elektrik dağıtmak olmadığını anlatmam gerekiyordu. Ulusal ve yerel gazeteler kanalıyla verdiğim mesajlarda, Belediyelerin sosyal ve kültürel hizmet yapması gerektiğini belirtiyordum. Benim programımda yer alan Hollanda modeli Belediyecilikte, geliri olmayanlara fakirlik parası vermek vardı. Gençlerin spor yapabilmeleri için stad ve salon yapamasam da, en az 20 mega çadır alıp spor yaptırmayı yeğliyordum.
Benim Hollanda modelim Türkiye çapında duyulmuştu. Pek çok başkan benden örnekler almışlardı. Zamanın Başbakanı Turgut Özal bile, Fak-Fuk-Fon denilen bir Fakir Fukara Fonu icad etmişti. Yıllar sonra Amsterdam’da bir toplantıda yan yana oturduğum rahmetli Özal, elini omuzuma atarak, “Mersin’den ne haber Karaçay” derken tatlı gülüşüyle takılmıştı.”

-Bu güzel söyleşinin sonuna daha önce yazdığım öykünüzüde eklersek Karaçay Efsanesinin” büyük bir bölümünü yazmış hissedeceğim kendimi. Yine de adettentir abi sormadan olmaz: Son olarak neler söylemek istersiniz?

-“Filmseverler arasında, kendilerine bir rol seçmeye çalışanlara kolaylıklar dilerim. Ama şu bir gerçek ki, hiç kimse kendini kötü roller içinde aramayacaktır. Zira insanın doğasında, hep iyilik vardır.
İyiliklerin sizleri bulması dileğiyle.”

Yukarıda anlatılanlar, Karaçay’ın Hollanda’ya gelmeden önceki yaşamından kesitlerdi.

Şimdi Karaçay’ın, Hollanda’daki yaşamından kesitler sunmak istiyorum.

Adı, Hollanda ile özdeşleşmiş yaşayan tarih:
İlhan KARAÇAY

Afbeelding met Menselijk gezicht, kleding, persoon, person Automatisch gegenereerde beschrijving

Yazan: Yavuz NUFEL

Türkiye’den Hollanda’ya işçi göçü, gayriresmi 1962 yılında, resmi olarak da 1963 yılında yapılan ikili sözleşme ile başlamıştır.

Bu satırların yazıldığı sırada, Türkler’in buraya gelişinin ellinci yılı kutlamaları için çalışmalar başlatılmıştır.

Hollanda’ya yerleşen Türkler arasında, sayıları az olmayan pek çok Türk, işçi olarak geldikleri bu ülkede başarılı işlere imza atmışlar, yurttaşlarının sorunlarının çözümü için başrollerde oynamışlar ve toplumsal faaliyetleri ile lider duruma gelmişlerdir.

Hollanda’da bu gibi faaliyetlerde öne çıkmış isimlerden biri de, herkesin yakından tanıdığı İlhan Karaçay’dır.

İlhan Karaçay, sadece Avrupa’daki yurttaşları arasında değil, Türkiye’dekiler tarafından da tanınan bir simadır. Karaçay’ı pek çok Hollandalı da tanır.

İlhan Karaçay’ın adı Hollanda ile özdeşleşmiştir.

Özellikle Türkiye’de Hollanda’dan söz edildiği zaman, pek çok insanın aklına ilk önce İlhan Karaçay ismi gelir.

İlhan Karaçay’ın yaşam öyküsünü yazmak bana düştüğü için kendimi mutlu addediyorum.

Afbeelding met tekst, persoon, person, stropdas Automatisch gegenereerde beschrijving

23 Aralık 1942 Mersin doğumlu olan Karaçay, gençlik yıllarında, CHP İçel İl Gençlik Kolu Başkanlığı görevini sürdürürken, bu partinin organı sayılan ULUS Gazetesi’nde de haber ve yorum yazmağa başlar. Aynı zamanda, genç yaşına rağmen, Mersin’de ailece sahip oldukları ve Pompeipolis adını koydukları motel, plaj, gazino ve kampingten oluşan turistik tesislerin işletmeciği de küçük Karaçay’ın omuzlarındadır.

Yirmi beş yaşında, çalıştırdığı turistik tesislere gelen bir Yunan kapatanın hayatının rotasını değiştireceğini söyleseler kendi bile inanamazdı belki de….
Yunan kaptan, Mersin’de eğlenceli bir yemek mekânı sorunca ‘Pompeipolis’ tavsiyesine uydu ve oraya gitti. İlhan Karaçay, eşi ve kızı ile eğlenerek yemek yiyen kaptanın masasına bir meyve tabağı gönderdi. Tabii ki kaptan teşekkür etmek istedi. Masaya patron olarak gelen küçük Karaçay’a, yukarıdan aşağıya bakıp ‘Bu da nasıl patronmuş’ gibi düşündüğü belli olan kaptan ile sohbet koyulaşınca, bu kaptanın gemisi ile Çin’in ŞangHay kentine gittiğini öğrenir. Çin’de Mao’nun Kültür İhtilali yaşandığı yıllardır. Gazetecilik mesleğine sevdalı Karaçay için bu kaçırılmaz bir fırsattır. Karaçay üç arkadaşı ile birlikte gemiye işçi olarak girmeyi başarır. 1967’nin haziran ayı başlarında başlayan yolculuğun gerçek amacı gazeteciliktir Karaçay için.

Afbeelding met kleding, person, persoon, groep Automatisch gegenereerde beschrijvingİlhan Karaçay, arkadaşları ve gemi personeli ile Çin’de. 1967

Çin’e yolculuk geminin Süveyş Kanalı’nı geçtikten hemen sonra bombalanışı sonucu bir maceraya dönüşür. Onlar Kanalı geçerler geçmesine fakat 7 Haziran 1967 günü Cibuti’ye ulaştıklarında İsrail ile Arap ülkeleri arasında savaşın tüm şiddetiyle devam ettiğini ve Süveyş Kanalı’nın kapandığını öğrenirler. Singapur üzerinden ŞangHay’a varıp karaya ayak basıldığında diğer gemicilerin neler yapacağı az çok bilinir ama Karaçay soluğu postanede alır. Süveş Kanalı’ndan ve yolculuk boyunca uğradıkları limanlardan çektikleri fotoğrafları ve birbirinden ilginç haberleri AKŞAM Gazetesi’ne postalar.

ŞangHay’da, Mao’nun gerçekleştirdiği Çin Kültür İhtilali’nin en renkli günlerini yaşar.
O zamanların dünyaya kapalı, dünyanın en kalabalık ülkesi Çin’de sarılık hastalığına yakalanır. Hastaneye yatırılır. Fakat götürüldüğü hastaneden kaçar. Karaçay Hastaneden kaçışını ve nedenini şöyle anlatıyor:

“Kaptanın verdiği garanti belgesi ile, beni hastaneye götürmek için gelen jandarmanın elinden kurtulmayı ve kaçmayı başardım. Çünkü ŞangHay’dan sonraki yolculuk Kanada’nın Vancouver kentiydi. Yatacaksam modern dünyada hastaneye yatmalıydım. Gemi giderse ben bu bilinmezde ne ederdim?”

Modern dünyaya ayak basar basmaz hastaneye yatar, tam tamına iki buçuk ay. Bu süre içinde kendini idare edecek kadar bildiği İngilizcesini geliştirir. Hastanenin bayan doktoru, çok kısa zamanda İngilizce öğrenen Karaçay’ı tebrik eder, daha da geliştirmesi için kütüphane müdürünü ona ders vermesi için görevlendirir. Karaçay hastalığından kurtulur, öğrendiği İngilizce ise yanına kâr kalır. Kısacası, hasta olarak girdiği hastaneden sağlam ve “Bir lisan bir insan demektir” sözünden hareketle iki insan olarak çıkar.

Londra üzerinden Türkiye’ye dönerken Hollanda’ya uğrayan Karaçay, Hollanda’daki yaşamı ve insanları çok beğendiğini ve burada kalmaya karar verdiğini söylüyor.

“Nasıl kaldınız, bir fabrikada iş mi buldunuz?” soruma Karaçay şu yanıtı verdi:
“Avrupa’da basımına başlanan Tercüman Gazetesi’ne muhabirlik yapmak için, daha önceden tanıdığım İstihbarat Şefi Kemal Özbayraç ile anlaştım. O zamanlar Hollanda yaşamım oldukça renkli geçiyordu. Pek çok kız arkadaşım olmuştu. Yine de yaşamın giderek monotonlaştığını düşünüyordum. Amerika’ya gitmek için karar verdiğimde, şimdiki eşim Jeanne ile arkadaşlık yapıyordum.”

Amerika yolculuğu için hazırlıkları başlar. Fakat kız arkadaşı Jeanne bu ayrılıktan hoşnut değildir. Ne ki karar verilmiştir bir kere. Yolculuk için yapılan alışveriş biter ve yorgun argın eve geldiklerinin ardından beş dakika bile geçmeden kapının zilini çalan postacının elindeki uzattığı telgraf, Amerika’ya gidişini ilelebet unutmasına ve Hollanda’ya demir atmasına neden olur.

Telgraf , Tercüman Gazetesi spor müdürü Necmi Tanyolaç’tan gelmiştir. Tanyolaç acil çektiği telgrafta; “İlhan, Fenerbahçe Ajax ile eşleşti. Ajax’ı takibet, yazı ve fotoğrafları acele gönder.” diyordu. Karaçay ise o ânı anlatırken; “İşte o zaman akan sular durdu. O dönemde Hollanda futbolu henüz tırmanışa geçmemişti. Rinus Michels’in çalıştırdığı Ajax’ta, sonradan çok meşhur olan kimler yoktu ki? Mesela Johan Cruyff henüz 17 yaşında idi. Keizer, Swart, Krol, Hulshoff, Suurbier, Neeskens ve Haan gibi dev isimlerin esamisi okunmuyordu ama bunların hepsi sonradan birer futbol yıldızı oldular.” diyor ve kadroları ezbere sayıyordu Karaçay.

10 Kasım 1968 günü Amsterdam’ın Schiphol havalimanına inen Fenerbahçe’yi Jeanne ile karşılarlar. Oysa Jeanne’yi terk edip Amerika’ya gitmeyi planlarken Ajax-Fenerbahçe maçı Karaçay’ı Jeanne ile nikah masasına kadar götürür. Bu konu ile ilgili Karaçay, “Beşiktaşlı olmama rağmen, Jeanne evlenmeme ve Hollanda’da kalmama vesile olan Fenerbahçe’ye her zaman şükran duymuşumdur.” diye eklemekten mutlu oluyor.

1969 yılında Avrupa’da yayın hayatına başlayan Hürriyet gazetesi ile anlaşarak gazetecilikte profesyonelliğe adım atan Karaçay’ın, Hürriyet’in Avrupa’da bir numara olmasını sağlayan ekibin içinde de yer aldığını görüyoruz.

1975’te, TRT Haber Dairesi Başkanı Tayyar Şafak’ın Amsterdam ziyareti sırasında yaptığı muhabirlik teklifini, Nezih Demirkent’ten izin alarak kabul eder. Bununla birlikte aynı yıl Hollanda Yayın Kurumu NOS televizyonunda Türkler için ‘Pasaport’ adlı programı yönetmeye başlar.

1980 yılında, İKON Televizyonu’nun ünlü rejisörü Henk Barnard ile birlikte “Ceremeyi çeken çocuklar” (Kinderen van de Rekening) adlı beş bölümlük bir dizi yapan Karaçay, iki bölümün çekimlerini Türkiye’de gerçekleştirdikten sonra, Kapıkule sınır kapısına geldiğinde sabah olmaktadır. Ortalıkta, tanklar, askerler belirir birden. Yıl 1980, aylardan Eylül, takvimlerde gün hanesindeki sayı ise 12’dir.

Bir yandan TRT’nin, öte yandan Hürriyet gibi büyük bir gazetenin ve de Hollanda televizyonlarının başarılı bir elemanı olması, birçok kapının kolayca açılmasını sağlar Karaçay’a. Hollanda deyince Cağaloğlu yokuşunda, basın dünyasında ve buradaki vatandaşlarımız arasında İlhan Karaçay adı Hollanda ile âdeta özdeşleşir. Bu kadar başarılı çalışmaları ile Hollanda’da yöneticilerin de dikkatini çeken Karaçay, çeşitli bakanlıkların teklifini kabul ederek çalışma guruplarında yer alır. Çalışma guruplarında da tüm mücadelesi basın yayın kuruluşlarında olduğu gibi yine vatandaşlarımıza sahip çıkmak, destek olmaktır.

Söyleşinin başına dönüyor ve Jeanne ile olan ilişkilerini, ne zaman nişanlandıklarını, nasıl evlendiklerini, çocuklarını soruyorum.

Jeanne’yi ilk kez 1969’da Türkiye’ye götüren Karaçay’ın, aynı yılın 9 Ağustos tarihindeki nişan törenleri gazetelere konu olur.
Bir yıl sonra ise nikâh ve düğün.
O günleri anlatırken Karaçay unutamadığı bir acı anıyı da anlatma gereği duyuyor: “Her şeyi hazırlanmış, evlilik töreni için Mersin’e gidiyorduk. Yolculuğumuzun büyük bölümü geride kalmış Aksaray’a varmak üzereyken büyük bir trafik kazası geçirdik, Jeanne ile birlikte. İkimiz de ağır yaralanmıştık. Ölümden döndük diyebilirim. Nihayet 23 Mayıs 1970’te yine Mersin’de dünya evine girdik.”

Çiçeği burnunda İlhan ve Jeanne çiftinin mutlulukları ikiye, üçe katlanır 23 Ocak 1971’de… Ruşen ve Vahide adını verdikleri biri erkek, diğeri kız olmak üzere ikiz çocukları olur. Fakat bu mutlulukları uzun sürmez! Vahide kalbindeki delik nedeniyle ancak beş hafta hayata tutunabilmiştir. Kızlarını unutamaz genç evli, bu yüzden 17 Nisan 1974 tarihinde doğan ikinci kızlarına, beş haftalıkken ölen Vahide’nin adını verirler.
İlk çocukları Ruşen’den Eva, Vahide’den de Esra isminde iki torunu ile geçirdiği güzel zamanlar için Karaçay: “Hayatımın en güzel anları torunlarımla geçirdiğim anlardır. Her fırsatta torunlarımla olmak benim için dünyanın en büyük mutluluğu.”

YAZ GAZETECİ YAZ

“Başka nelerle uğraştınız, neler yaptınız?”diye soruyorum. Karşımdaki sıradan bir insan olsa bu soru elbette sorulmaz. Fakat o, İlhan Karaçay olunca soruyor insan.
1973 yılında gazeteciliğin yanı sıra seyahat işine de el atar ve 1976 yılında Bakanlar Kurulu Kararı ile THY’nin Utrecht Bölgesi Genel Satış Acenteliği’ni üstlenir.
1966-1977 kış döneminde Türkiye’ye düzenledikleri tur bir ilktir. Çünkü o zamana kadar kış sezonu ölü sezondur ve kış döneminde kimse Türkiye’ye tur düzenlememiştir. Karaçay bürosunda gazeteciliğin ve seyahat acentalığının yanı sıra ihtiyaç ve istek üzerine sigorta ve kredi işleriyle de uğraşır. Bu kadar uğraşı, gece gündüz iş derken, 1981 yılında geçirdiği ağır ameliyatlar sonucu ölüm korkusu sarar benliğini. Bu nedenle önce seyahat bürosunu Refik Selahiye’ye devreder.
Sağlığına kavuştuktan sonra Amsterdam’da Hürriyet Bürosu’nu açarak kendini artık sadece gazeteciliğe verir. 1983 yılı sonunda, bürosunda çalışan Yasemin ve Ünal Öztürk’e, Hürriyet temsilciliğini devreder. Uzun süredir çocuklarının Türkçe eğitim görmelerini istediği için Türkiye’ye dönerek yerleşme kararı verir. Karaçay bu, boş duramaz ve ilk iş olarak yine turistik tesislerini işletmeye başlar Mersin’de…

1984 Mart’ında yapılan yerel seçimlere, CHP’li olmasına rağmen, Mersin Anakent Belediye Başkanlığı’na Doğru Yol Partisi adayı olarak katıldığının afişlerini görüyoruz fotoğraflarda.
O yıllarda hemen her yerde çok güçlü olan Turgut Özal’ın patisi ANAP, Mersin’de de işi bitirir ve Karaçay seçilememiştir. Kanının her hücresine işlemiş gazetecilik mesleği ile o zamanlar Hürriyet’in başında bulunan Arda Gedik ile “Çukurova İlavesi” yayınlamak için anlaşırsa da bazı nedenlerden dolayı proje hayata geçmez.

İlhan Karaçay, bir süre sonra Mersin’deki sosyal yaşamdan rahatsız olmaya başlar, sıkılır. Çocukları yeteri kadar Türkçe öğrenmiştir. 1986 yılının başında Hollanda’ya ikinci kez gelir ve bir daha dönmemek üzere yerleşir.
Hollanda’ya gelişi ile birlikte Günaydın gazetesinin muhabirliğini, Türkçe ve Hollandaca yayınlanan HABER Gazetesi’nin Genel Yayın Yönetmenliğini üstlenir. Aynı yılın sonunda Avrupa’ya açılan SABAH Gazetesi’nin Benelux temsilciliğini de alır.
Fakat SABAH’ın ilk Avrupa serüveni uzun sürmez ve kapanır.
1988’de Asil Nadir’in Günaydın Gazetesi’ni satın alması ile birlikte, bu kez bu gazetenin Benelux temsilcisi olarak görüyoruz Karaçay’ı.

Asil Nadir krizinin ardından gazetenin Bekir Kutmangil tarafından satın alınmasından sonra da aynı görevi sürdürür. Gazetecilik yaşamımda, bu sektörün her branşında görev yapmış olan Karaçay’ı, 1994 yılında Günaydın’ın Avrupa baskılarının sahibi olarak görüyoruz.
Karaçay, Avrupa Türk Basınının kalbi olan Frankfurt’a yerleşir.

BİR ACI, BURUK KUTLAMA ve SONRASI

Afbeelding met kleding, vrouw, person, persoon Automatisch gegenereerde beschrijving

25’inci yıl evlilik yıldönümü davetiyesi Karaçay ailesi 25’inci evlilik gününde

“23 Mayıs 1995 günü Mersin’de 25’inci evlilik yıldönümü kutlamasına hazırlanırken, aynı gün Bekir Kutmangil’in öldürüldüğü haberi ile yıkıldık. Öldürülmeden önce sipariş ettiği buketi Mersin’e ulaşan Kutmangil için yas tutulurken, televizyonlara konu olan kutlama doğal olarak buruk bir şekilde yapılmıştı.Bekir Kutmangil’in ölümünden sonra gazeteyi, yeraltı dünyasının meşhur ismi ‘Altın tabancalı’ ve ‘Altın Mercedesli’ olarak bilinen Mehmet Saruhan satın aldı. Bundan sonra da bu iş ilişkisi biter. Günaydın, Avrupa baskılarını durdurduktan sonra, Türkiye’de de işler iyi gitmeyince, bu gazete tamamen kapandı.” diyor İlhan Karaçay

Afbeelding met tekst, Menselijk gezicht, persoon, Publicatie Automatisch gegenereerde beschrijving

Kurduğu ÇAY-PRESS Ajans kanalıyla çeşitli gazete ve TV kuruluşlarına haber göndererek çalışmalarını sürdüren Karaçay, Radikal ve Posta’ya haber, bir spor gazetesi olan FANATİK’e de spor haberi ve yorum yazar.
1974 Almanya, 1978 Arjantin, (1980 Uruguay-Mini Şampiyona), 1982 İspanya ve 1994 Amerika’daki Dünya Futbol Şampiyonaları ile 1972, 1976, 1980, 1984, 1988, 1992 ve 2000 yıllarındaki Avrupa Şampiyonalarını izlemiş olan Karaçay, Tercüman, Hürriyet, Günaydın, Sabah, Radikal, Posta, Fanatik ve DÜNYA gazeteleri ile TRT, ATV, NTV, SHOW ve STAR televizyonları ile Hollanda televizyonu NOS’ta ki çalışmaları, deneyimiyle, genel konuların yanında, futbol konusunda da uzmanlaşmıştır.

DÜNYA GAZETESİ

28 Mart 1998 tarihi, Karaçay’ın gazetecilik yaşamında yeni bir dönemin başlangıcıdır. Nezih Demirkent’in sahibi olduğu (Şimdiki sahibi kızı Didem Demirkent) Ekonomi ve Politika Gazetesi DÜNYA’nın, Hollanda ve Belçika yayın hakkını alır. Türkler’in işçilikten kurtulup işadamı durumuna gelmeleri ile birlikte, onlara ticari ve ekonomik bilgiler verecek bir yayın organının piyasaya çıkması kaçınılmaz olmuştu. İşte bu boşluğu gören Karaçay, gazetecilik yaşamında yeni bir döneme imzasını atmış olur. Haftalık yayınlanan DÜNYA’nın Avrupa’daki yayın amacı, öncelikle ticari ve ekonomik bilgi sunmak olmasına karşın, Hollanda’da bir azınlık yaşamı sürdüren Türklerin sorunlarına seyirci kalmayı doğru bulmaz Karaçay. Bu nedenle gazetenin yapısında değişiklikler yaparak sosyal-kültürel sorunları da işlemeye başlar.

DE TELEGRAAF GAZETESİ

Çoğu zaman Türkler’e yapılan her haksızlığın karşısında artık DÜNYA vardır. Öyle ki, Türkler’e ve Türkiye’ye karşı her zaman acımasız davranan, kasıtlı haberler yayınlayan bir milyon trajlı en büyük gazete De Telegraaf’a âdeta savaş açar Karaçay. “Boşuna uğraşıyorsun, De Telegraaf’ı yola getiremezsin!” derlerse de aldırmaz, mahkemelere verilir; yılmaz, yıldıramazlar.
Çünkü Karaçay haklıdır ve adalet tecelli edecektir, eder de.
De Telegraaf’ın yöneticileri, Karaçay’ın kendilerini eleştiren yazılarına ilgisiz kalmaz.

Zamanın Genel Yayın Yönetmeni redaksiyonda bulunanlara sorar: ‘İçinizde Karaçay’ı tanıyan var mı’ diye sorar. Ünlü muhabir Jos van Noord, ‘Ben tanıyorum’ der. Genel Yayın Yönetmeni, ‘Davet et, konuşalım kendisiyle’ der. Sonunda bir öğle yemeğinde buluşma gerçekleşir.

İlhan Karaçay, gazetenin sürekli Türkiye ve Türk aleyhtarlığı yayınlarını dile getirir ve ‘Turizmcilerimiz size yılda 5 milyon euroluk ilan veriyor. Siz ise Türk turizmini baltalamaya çalışıyorsunuz’ der. Karaçay, kendisi ile bir röportaj teklifini geri çevirir ve ‘Büyükelçimiz ile röportaj yapın’ der.

Karaçay’ın bu mücadelesi sonucunda aynı gazete T.C. Lahey Büyükelçimiz ile yapılan röportajı tam sayfa olarak yayınlar. Hem de olumlu bir yaklaşımla.

Karaçay bu konuda şöyle diyor: “Oysa De Telegraaf’ın tarihi boyunca hiçbir büyükelçiye böylesine geniş yer vermediği bilinen bir gerçektir. De Telegraaf, bununla da kalmayıp Türkiye lehinde çokça haber yayınladı. Özellikle, daha önce balta vurmaya çalıştığı turizmimiz için övgü dolu haberler yayınladı. Bir genel değerlendirme yapıldığı zaman görülür ki, haftalık Dünya Gazetesi’nin dört sayfasının Hollandaca olarak çıkması, buradaki vatandaşlarımızın sesini direkt duyurmada çok ama çok etkili olduğu görülüyor.”

 

De Telegraaf yöneticileri daha sonra Türk turizmcileri ile de görüşmeler yapar. Beşer kişilik iki grupla ayrı ayrı yemek yenilir ve dertler dinlenir. O zamanlar De Telegraaf 5-6 ay Türk aleyhtarlığı yapmaz ve bazen de güzel haberler yayınlar.

VİCDANSIZ SABUHA

Çok yakından izlediğim DÜNYA Gazetesi’nde “Vicdansız Sabuha” başlığı, beni çocukluk yıllarıma götürdü. Ünlü türkücü İbrahim Tatlıses’in yıldızının parladığı yıllardı. Pendik’te her köşeden acılı acılı, yanık yanık, genç türkücünün feryadı duyuluyordu. “Vicdansızzzzzzzzzzzz Sabuhaaaaaaaaaaaaa!” Hollanda’daki vatandaşlarımızın sesini duyurabilmek için Karaçay, yabancılardan sorumlu Entegrasyon Bakanı Rita Verdonk’a hitaben bu başlığı seçmişti. Çünkü Verdonk, uyum kursları altında 7’den 77’ye, herkesin dil kurlarına gitmesi, Hollanda’ya gelip yerleşecek insanların uyum kurslarına devam etmeleri ve bu kursların paralarını ceplerinden ödemeleri yolunda bir dizi yasa teklifi hazırlamış, meclise sunuyordu. Uyum kurslarına ödenecek para için “Başlık Parası” Verdonk’a da “Vicdansız Sabuha” diyordu Karaçay.

TRT BELGESEL YAYINLARI

İlhan Karaçay’ı son yıllarda TRT ekranlarında çokça görür olduk. Merkezi İzmir’de olan TRT BELGESEL, İlhan Karaçay’a, ülke dışında yapılacak olan çekimler için teklif sundu. Karaçay da bu teklifi tereddüt etmeden kabul etti.

İlk iş 5 bölümlük ‘Uzaktaki Dostlar’ adlı seri oldu.
Bu programlarda, Hollanda’daki Türkiye adlı köy, Belçika’daki Faymonville kasabasında her yıl yapılan Türk festivali, İtalya’nın Moena kasabasında bir Türk Yeniçeri hatırasına yapılan Türk Festivali, İspanya’nın Sax kasabasında yine her yıl yapılan Türk festivali ve Fransa’daki Osmanville ve Turqueville kasabaları işlendi.
Önce TRT BELGESEL kanalında daha sonra da TRT’nin tüm kanallarında sıra ile yayınlanan bu programlar, şimdilerde de peyderpey yayınlanıyor.

Afbeelding met kleding, persoon, person, buitenshuis Automatisch gegenereerde beschrijving

TRT ekibi soldan sağa: Orhan Aybertürk, İsmail Elden, Osman Şahbaz, İlhan Karaçay, Sacit Şahin ve Mehmet Türkoğlu.

TRT BELGESEL’deki ikinci iş İZLER adı verilen, Osmanlı izlerini anlatan seri oldu.
Macaristan, Viyana, Almanya, Hollanda, Fransa, İtalya, Rusya, Doğu Türkistan, Afganistan ve Finlandiya’yı kapsayan çalışmalarda ilginç konular ele alındı.
İtalya’da, Roma mediniyeti’nin başlangıcını hazırlayan Etrüksler’in, Anadolu’nun Ege bölgesinden gelmiş oldukları, müzelerde sergilenen kanıtlar ile ortaya serildi.

Macaristan’da, Atilla’nın maceraları, Osmanlılar’ın hükümranlığı ve hala kutlanmakta olan Turan şenlikleri işlendi.
Hollanda’da, Lale’nin Türkiye’den getiriliş öyküsü ele alındı. Laleyi Hollanda’ya ilk gönderen kişi Busbecq’in yaşam öyküsü anlatıldı. Busbecq’in kayıp olan mezarı da TRT ekibi tarafından aynı adı taşıyan Fransa’daki köyde bir kilisede bulundu. Hollanda Devlet Müzesi’nde hala sergilenmekte olan Osmanlı tabloları da programa renk kattı.

Fransa’da, Fatih Sultan mehmet’in oğlu Cem Sultan’ın sürgünde yaşadığı şato bulundu ve öyküsü anlatıldı. Yine Fransa’da, Atilla’nın otağı bulundu.

Viyana’da, çeşitli müzeler araştırıldı ve Osmanlı izleri tanıtıldı.
Almanya’da da, özellikle Berlin ve çevresinde Osmanlı izleri sergilendi.
İlhan Karaçay’ın TRT BELGESEL için yaptığı programlar, O’nun kariyerindeki ibreyi biraz daha yükseltti.

Yılların tecrübesi, elindeki tek silahı olan kalemiyle haksızlıkların karşısında gördüğümüz Karaçay, Hollanda’da son yıllarda sayıları hızla artan Türkçe gazete ve dergi sahiplerini (Gazetecileri) bir çatı altında toplayarak, gazetecilik mesleğine gönül vermiş gençlere ağabeylik yapmak, gayreti içinde. Bakalım birlikten doğacak kuvvet ne kadar etkili olacak, birlikte göreceğiz.

Gazetecilik mesleği ile esnaflığın aynı şey olmadığını çok iyi biliyor, yılların gazetecisi Karaçay. Elmalarla armutları aynı kefeye koymaz, ayırır. Düşlediği ve gerçekleştirmek için yoğun çaba sarf ettiği Hollanda Türk Gazeteciler Birliği’ni (ya da adı ne olacaksa) kuracaktır.

Son olarak şunu söylüyorum: İlhan ağabey, görünen köy kılavuz istemiyor!

*************************************

Karaçay’ın bir de Hollanda’ya kazandırdıkları var.
Bakınız neler kazandırmış İlhan Karaçay Hollanda’ya…

Duayen gazeteci İlhan Karaçay ile özel röportaj:

‘HOLLANDA, PEK ÇOK ŞEY İÇİN TÜRKİYE’YE MÜTEŞEKKİR KALMALIDIR’

Afbeelding met windmolen, buitenshuis, hemel, gras Automatisch gegenereerde beschrijving

Türkler ile Hollandalılar arasındaki fark çok mudur?
Hollanda, Türkiye’ye müteşekkir kalmalı mıdır?
Neden acaba?
Hollandalı Türkler, aralarında neden kavga ederler?
Hollanda’nın Türk gazetecisi İlhan Karaçay, bu çok özel röportajda bunları anlatacak.
Karaçay, bunun için derinlere inecek.
Küfüre karşı bir Türk nasıl reaksiyon gösterir?
Hollandalılar hakarete karşı ne reaksiyon gösterirler?
Bu roportajda, buraya gelen ilk Türkler’in sorunlarına değinilecek ve yalan haberler konusu da gündeme gelecek.


Afbeelding met tekst, krant, Nieuws, Krantenpapier Automatisch gegenereerde beschrijving

Hollanda’ya Türk işçi göçü, 1960’lı yılların başında başlamıştır. İki ülke arasındaki işçi sözleşmesi ise 1964 yılında imzalanmıştır. Yani tam 60 yıl önce.

Türkler, Hollanda’daki zorlu yılları atlatıp, kendi sorunlarını halletmeye başlayıp refaha kavuştuktan sonra siyasi ve dini bir kutuplaşma içine girdiler.1980 darbesi öncesinde başlayan bu kutuplaşmalar günümüze kadar devam etti. Türkler arasındaki kutuplaşmaların ortadan kaldırılması için devletimiz tarafından hiçbir girişim olmadı. Bazı akil insanlarımızın kısıtlı gayretleri de sorunun çözümlenmesine yetmedi.

Hollanda Türk göçü tarihinde, adı en çok geçmiş ve geçecek olan ve adı Hollanda ile özdeşleşmiş olan gazeteci ilhan Karaçay da bu akil insanlardan biri. İlhan Karaçay gerek ilk dönemlerde ve gerekse şimdilerde, pek çok konuda başrol oynayan isimlerden biri. Bu nedenle, Karaçay ile bu konuları içeren röportajı gerçekleştirdik.

Afbeelding met Menselijk gezicht, kleding, persoon, person Automatisch gegenereerde beschrijving

Soru: İlhan Bey, Hollanda’da yaşadığınız süre içinde pek çok olayı yaşayarak yazdınız ve görüntülediniz. Hollanda’daki Türkler arasında meydana gelen olaylar içinde kavgalar da var. Nedir bu kavgaların içyüzü?

İlhan Karaçay: ”Hollanda’daki 50 yılı aşkın zaman biriminde, burada yaşayan Türk kökenliler arasında yaşanan, siyasi, dini ve dünyevi anlaşmazlıklar çoğu zaman çok can sıkıcı olmuştur. Yaratılmış olan biz insanlar, karekter ve huy olarak, tüm canlılardan daha farklıyızdır. Bizi yaratan, diğer canlılarla barışık bir yaşam sürmemizi istemiş olmasına rağmen biz insanlar, birbirimize şiddet uygulayarak üstünlük sağlamaya çalışmışızdır. Vahşi doğayı bilmem ama, biz insanlar önce kendimiz ile, sonra da diğer insanlar ile barışık olmalıyız. Yaşadığımız gök kubbenin altında, kimsenin kimseden üstünlüğü olmamalıdır. Bunun aksi, bizi barışa değil, savaşa götürür. Anlaşamayan insanların, aralarındaki ihtiafı çözmek için saygın aracılara veya yargıçlara ihtiyaç vardır. Ama ne yazık ki, bazı insanları ne saygın arabulucular ve ne de yargıçlar barıştıramıyorlar.”

Soru: İlk yıllarınızdan biraz söz eder misiniz?

İlhan Karaçay: ”1966 yılında 4 ay turist olarak kalıp Türkiye’ye geri döndüğüm ve sonradan 1967 yılının 10 kasımında yeniden geldiğim Hollanda’da, tam 51 yıldır yaşıyorum. Buraya gelir gelmez başladığım gazetecilik yaşamımda, ilişki içinde olduğum yurttaşlarım arasında, ne dini ve ne de siyasi bir farklılık gözetmeden iş yaptım. Yardımlarına koştuğum yurttaşlarımız arasında da ayrımcılık yapmadım. İlk yıllarda büyük zorluklar çeken yurttaşlarımıza, sadece yayın yoluyla değil, kişi ve mercilerle bizzat temas kurarak yardımcı olmaya çalışıyordum. Gazetelere yazıyor ve televizyonlarda programlar yapıyordum. Epeyi de ünlenmiştim. Eee, insan halidir, kimi uzun burnumu, kimi saç özürlülüğümü öne sürerek beğenmemiş olacağı gibi, beni beğenen ve takdir edenler olmuştur.” Yurttaşlarımızın bir kısmı, Hollanda’daki sorunların hafiflemesinden sonra, buradaki sorunları bir kenara bırakıp, anavatandaki siyasi ve dini çekişmelere odaklanmışlardı. Sağcı ve solcu kavgası buralara da sıçramıştı.

Soru: Neydi bu sağcılık ve solculuk konusu?

İlhan Karaçay: ”İsterseniz önce, bu sağ ve sol kavramının nereden kaynaklandığını anlatayım: Fransa’nın bilmem kaçıncı Kralı Louis’in , meclis kararlarını sürekli veto etmesini önlemek için özel bir oturum yapılıyor. Değişime açık olmayan muhafazakar kesimle, monarşiyi destekleyen, kralın veto hakkının olmasını isteyen ve genel anlamda toplumun kaymak tabakasında olan insanlar ‘sağ’ tarafa oturdular.O zamanki toplum düzeninin ilerici görüşlü burjuvazi temsilcileri, köylü hakkını ve ileriyi savunan, değişimi isteyen temsilciler de ‘sol’ tarafa oturdular. Anlayacağınız, o günden bu güne, ileriyi, değişimi, yeniliği, hak ve özgürlüğü, en önemlisi ise herkesin eşit olduğunu savunan insanlara ‘solcu’, muhafazakar olan, değişime, yeniliğe, hak ve özgürlüklere ve eşitliğe yakın olmayan insanlar da ‘sağcı’ olarak nitelenmeye başlandı. Tabii ki bu anlatım, Amerika’da başka, Asya’da başka ve Avrupa’da başka türlü de yorumlanıyor.”

https://gazeteci.nl/wp-content/uploads/2018/02/BD42B669-16E6-481D-B8B0-CC4B1E5D2286.jpeg

Soru: O dönemlerde Hollanda’daki Türkler’in durumu neydi?

İlhan Karaçay: ”O zamanlar, işte böyle sağcı ve solcu diye nitelenenler arasında kıyasıya bir çekişme başlamıştı. Türkiye’deki anarşik cinayetler korkusu, Utrecht’te bir futbol maçı sonrasında yaşanan cinayet ile Hollanda’ya da taşınmıştı. Zira o zaman, siyaseti futbola karıştırmak istemeyen Muzaffer Çavuşoğlu adlı bir gencimiz, bir siyasi grubun gadrine uğramış ve futbol sahasında öldürülmüştü.”

Soru: Bu olay karşısında sizin tutumunuz neydi?

İlhan Karaçay: ”O zamanki siyasi çekişmeler cereyan ederken, ben bu çekişmelerde ne sağcılardan yana oldum ne de solculardan yana. Böyle olunca da, beni kendilerinden olmadığım için, iki grup da düşman belledi. Özellikle ‘Düşman’ diye yazdım. Zira Hollanda polisi, beni önce sağcıların, bir yıl sonra da solcuların öldüreceği ihbarları ile iki defa korumaya almak istemişti. Ben her iki koruma isteğini ret etmiştim. ‘Benim yurttaşlarım bana kızarlar ama, beni öldürecek derecede düşmanlık yapmadığım için bunu yapmazlar’ dedim. Buna rağmen polis beni, kurşun geçirmez çelik yelek giymem için zorladı. Aylarca kilolarca ağılıktaki çelik yelek ile dolaştım. Ne mutlu ki bana hiçbir saldırı olmadı ve o yıllar mazide kaldı.

Soru: Yanlış istifhamları ortadan kaldırmak için soruyorum. O zaman İslam’a bakışınız nasıldı?

İlhan Karaçay: ”Hollanda’da, İslam inancında olan Müslümanlar, namaz kılmak için önce mescit yerleri, sonra da cami isteğinde bulundular. Müslümanlar dernekleşmeye başladılar. Dernekler kuruldu. Daha sonra dernekleri bir çatı altında toplayan Federasyon kuruldu. Daha sonra da Federasyonlar’ın birleştiği Konfederasyon kuruldu. İbrahim Görmez, hem federasyonda ve hem de konfederasyonda başkanlık yapmıştı. Ben o zamanlar gerek televizyondaki yayınlarımda ve gerekse Hürriyet’teki yayınlarımda hep yurttaşlarımızdan yana oldum ve destekledim. Ülkede, Katolikler, Protestanlar, Evangelistler ve Yahudiler için TV ve Radyo yayınları vardı ama Müslümanlar için yoktu. Bunun mücadelesi başladı.

Ben yukarıdaki tüm faaliyetlerde gerek gazetemde ve gerekse TV programlarımda hep destekçi oldum. Ama ne yazık ki, o zamanlar Hürriyet gazetesini düşman, Tercüman gazetesini dost bilen bazı kişiler, bana çok uzak durdukları için beni anlayamadılar.”

Soru: Sizin NOS’ta Pasaport programını yaptığınız dönemde, Hollanda televizyonunda YONEKO adlı bir film yayınlanmıştı. O kunuyu burada açıklar mısınız?

https://gazeteci.nl/wp-content/uploads/2018/02/A9DBBB57-FA81-4817-BE07-787441DF75E8.jpeg

İlhan Karaçay: ”1978 yılının mayıs ayında, EO adli Evangelist TV İstasyonunun, sırf Hıristiyan propagandası yapılan YONEKO adlı İngilizce bir filmin, özellikle Türkçe alt yazılı yayınlayacağını öğrendiğim zaman, gerek kendi TV yayınımda ve gerekse Hürriyet’te ‘Neden ille de Türkçe’ diye protesto etmiştim. Ama ne yazık ki sırf Tercüman okuyan ve benim yayınlarımdan habersiz olanlar, NOS Televizyonunda çalıştığım için, o yayını da benim yaptığımı sanarak bana çok ağır ve çirkin iki mektup göndermişlerdi. Zıra, Türkiye’de o zaman TRT ne ise, burada da NOS televizyonunun konumunu aynı zannedenler, diğer yayın kurumlarının kendi ideoloji ve inançları doğrultusunda yayın yaptıklarını bilmiyorlardı. Her televizyon kanalında yayınlanan programda benim parmağım olduğunu sanıyorlardı.”

Soru: Sonrasında hakkınızdaki fikirler değişti mi?

İlhan Karaçay: ”Tabii ki. Gün geldi, yukarıda anlattığım bilinmeyenler, bilinir hale geldi. Ne mutlu ki, o zamanlar Türk İslam ve Kültür Dernekleri Federasyonu Başkanlığı ve İslam Yayın Kurumu Başkanlığı yapmış olan İbrahim Görmez, ‘Senin değerini o zaman bilemedik. Nifakçılar seni hedef almışlardı. Şimdi senin İslam’a ve devletimize ne kadar yararlı olduğunu daha iyi anladık.’ deme medeniyetini gösterdi. Sağolsun İbrahim Görmez…” Hollanda’da, geçmişte yapmış olduğunuz toplumsal ve bireysel yardım faaliyetlerinize biraz sonra gireceğim. Şu anda yaşananlar çok önemli.”

Soru: Nedir şimdi yaşananlar ve nedir bu kavgalarda sizin yeriniz?

İlhan Karaçay: ”O zamanki kavgalarda, yerimin ne olduğu anlaşılmıştır sanırım. ‘Ne sağcıyım ne solcu, futbolcuyum futbolcu’ yakıştırmasına uygun bir yerdeydim. Bazıları buna ‘renksizlik’ diyordu ama, benim ne kadar renkli olduğumu bilenler de vardı. İçinde bulunduğumuz kavgalara ve bu kavgalarda benim yerimin ne olduğuna gelince: Refah düzeyi artan yurttaşlarımız, buradaki sorunlarından bir nebze kurtulduktan sonra, particiliği, inanç ayrıcalığını ve hatta Türkiye’deki futbol takımı sevdasını abartılı bir hale getirdiler. Daha önce bu konularda arada bir tartışanlar, sosyal medyanın yaygınlaşmasından sonra, birbirlerine hakaret etmeye başladılar. Eski dostlar düşman olmaya başladı. Bırakın siyasi ve dini düşünceyi, Fenerbahçeli ile Galatasaraylı bile birbirlerine düşman oldular. Ben Beşiktaşlı olduğum halde, Hollanda Beşiktaşlılar Derneği’ne üye bile olmadım. Çünkü ben işimde tarafsızlığımı inandırıcı bir şekilde ortaya koymalıydım.”

Soru: Son günlerdeki kargaşa hakkında neler diyeceksiniz?

İlhan Karaçay: ”15 Temmuz darbe girişiminden sonra ise, bir Erdoğancı-Fetöcü kavgası patlak verdi. Gruplar arasında çekişmeler ve hatta ufak tefek atışmalar meydana geldi. Hollanda’yı yönetenler bu durumdan rahatsız oldu. Araştırmalar yapıldı. Türk kuruluşlarından beşi, Başbakan yardımcısı Ascher’in emriyle araştırıldı. Pek çok konuda polis devreye girdi. Bakanlık ve istihbarat elemanları Türkler arasında mekik dokumaya başladı. Sonra şikayetler, dedikodular ve iftiralar baş gösterdi. Türkler, sosyal medyada birbirleri ile kabaca tartışmaya başladılar. Herkes birbirini suçluyor ve bir paye yakıştırıyordu. Tam anlamıyla, çok rahatsız edici bir durum söz konusuydu. Eskiden komuşularıyla muhabbet içinde yaşayan insanlarımız, şimdi o komuşularının yarısını kaybetmiş durumda. İnsanlar birbirlerine düşman gibi bakıyorlar.”

Soru: Sosyal medyada da bir kavga sürüp gidiyor. Nedir buradaki sorun?

İlhan Karaçay: “Yukarıdaki olumsuzluklar yetmezmiş gibi, eline kalem alan (Daha doğrusu bilgisayar veya akıllı telefon kullanan) bir yığın insan yorumlar yazmaya başladılar. Kimi Facebook’ta, kimi Instagram’da, kimi WhatsAap’ta, kimi Twitter’de ve Messenger’de yazıp yazıp gönderiyordu. Tabii ki bu ara kendi web sitelerini yayına sokmuş olanlar da vardı. Elindeki kara kalemi istediklerininin üzerine çalıyorlardı. Naçizane şahsım için bile bazen olumsuz satırlar yazılıyordu.
Ben bunları hiç sorun yapmıyordum. Benim için olumsuz yazanlar ile temasa geçiyor, biraraya geliyor ve olumsuzlukları düzeltme yoluna gitmeyi tercih ediyordum. Zira ben, eskiden olduğu gibi, şimdi de hiçbir yurttaşım ile kavgalı olmayı ve kavgalı kalmayı tercih etmiyorum. Kendi meselelerimi, kendime özgü tavır ve hareketlerimle halletmeye çalışıyorum.”

Soru: Siz bu konularda akıllı davranıyorsunuz. Peki diğerleri ne yapıyorlar?

İlhan Karaçay: ”Ne var ki, aynı yayınlardan rahatsız olan bazı dostlar, web sitelerinde kendilerini yeren kişilere karşı harekete geçtiler. ‘Kamuoyuna’ diye bildiriler yayınladılar ve kendileri için kötü yazanlara karşı sert yanıt verdiler.
İşte o saatten sonra olanlar oldu. Bu kez web sitesi yazarları karşı hücuma geçti. Ama yazılanlar arasındaki kelimeler yenilir içilir cinsten değildi. Ağır hakaretler ve kişisel ailevi suçlamalar çok can sıktı. ‘Kamuoyuna’ duyurusunu yazanlar, daha sonra bunu bir imza kampanyasına dönüştürdü. Site yazarları bu kez imza atanlara saldırdı. Tabii ki tüm bu olanlar, Hollanda’yı yönetenlerin gözünden kaçmadı. İstihbaratçılar, patronlarına bilgi vermek için bu konuyu da araştırmaya başladılar bile.”

Soru: Bu konuda sizin görüşünüz nedir?

İlhan Karaçay: ”Yalan söylemeyeyim. ‘Kamuoyuna’ diye başlayan bildiriye neden imza atmadığımı soranlar olduğu gibi, ‘imza atma’ diyenler de oldu. Ben her iki tarafa da, kimsenin etkisi altında kalmayacağımı, her hareketimi kendi sağduyumla yapacağımı ve bu gidişatın hiç hoş olmadığını ve hatta çok kötü olduğunu belirttim. Bu sorunun küfürleşme ve yargıyla çözümleneceğine inanmıyorum. Benim aleyhime de yazılanlar olduğu halde, bu sorunun diyalog ile çözüleceğine inanıyorum.”

Soru: Siz bu konuda nerede duruyorsunuz?

İlhan Karaçay: ”Akil bir dost bana şu tavsiyede bulundu: ”Bak İlhan, sen her zaman olduğu gibi bu kavganın dışındasın ve hatta üstündesin. Yoluna böyle devam et.”. Ben de tıpkı 51 yıldır yaptığım gibi, yurttaşlarımız arasında gelişmekte olan bu kavgaların dışında kalıyorum. Bana, eskiden olduğu gibi ‘Renksiz ve korkak’ diyenler çıkacaktır. Ama beni yakından tanıyanlar ne kadar renkli ve ne kadar da cesur olduğumu ifade edeceklerdir. Zira ben, Hollanda’daki Türkler’in tarihi yazıldığı zaman, İlhan Karaçay adının tertemiz yazılması dilemekteyim”

Soru: Hollanda ve Avrupa’daki ana akım medya ve sosyal medya konusundaki son durum nedir, önlemler alınıyor mu?

İlhan Karaçay: ”Sosyal medyada hakaret ve iftira içeren yayınların ortadan kaldırılması için Avrupa Birliği ülkeleri ortak bir çalışma içine girdiler. Facebook, Twitter, Instagram, WhatsAap ve Messenger aracılığı ile yapılan hakaretlerin, bir hafta içinde kaldırılmaması halinde büyük cezalar konulacak. Ayrıca, Hollanda’nın üçüncü büyük gazetesi De Volkskrant, I&O Araştırma şirketine ,‘Yalan haberlerin toplumsal tartışmalara etkisi’ konulu bir araştırma yaptırdı.
Annieke Kranenberg tarafından kaleme alınan araştırma sonuçlarına göre, her üç Hollandalı’dan birisi, yalan haberle doğru haber arasındaki farkı ayıramıyor. Araştırmaya katılanlardan sadece yüzde 29’u, yalan haber ile doğru haberin farkına varabiliyor. Hollandalılar’ın yüzde 82 gibi ezici bir çoğunluğunun yalan haberlerden rahatsız oldukları, yalan haberlerin, demokrasi ve hukuk devletinin işleyişini tehdit ettiğini söylüyorlar. Okuyucunun genelde şuurlu olduğu, her habere hemen inanmayacağının altı çiziliyor. Örneğin, okuyucunun kendi ifadesine göre, Facebook’da yayınlanan haberlerin yüzde 71’i yanlış olabilir.

Soru: Peki, diğer Avrupa ülkeleri ne yapıyorlar bu konuda?

İlhan Karaçay: ”Yalan haberler, diğer Avrupa ülkelerinde de buradan farklı değil elbette. Yalan haberler ile mücadelede Hollanda ağır davranırken, Fransa ve Almanya sert önlemler alıyorlar. Geçen ay Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron, yalan haberlerle ilgili yeni bir yasanın yürürlüğe gireceğini söyledi. Macron’un seçimler sürecinde yalan haberlerden canı yanmıştı tabiiki. Almanya da geçtiğimiz günlerde konuyla ilgili bir yasa sundu. Sosyal medyada nefret içeren haberleri yayından kaldırmayanlara ağır para cezası verilecek ve hesapları kapatılacak. Sahte ve yalan haberler için, Avrupa Komisyonu bu yıl bir dizi yaptırımlar getirecek. Komisyon, alanında uzman olan 39 kişi tesbit ederek çalışmalarına başladı. Brüksel’in vereceği karar, Avrupa ülkelerini harekete geçirecektir.Kişilerin yalan haberler karşısında zarar görmemesi, toplumsal düzeni zedelememesi, hukuken keskin önlemler alınması, hiç kimsenin yalan haberlerle başkalarının yaşam hakkını engellememesi için önlemler alınıyor.”

Soru: Sosyal medyada en çok rahatsızlık veren konu nedir?

İlhan Karaçay: “Bazı haber portallarını yönetenler, birisi hakkında kötü düşünülmesi için, kendi görüşlerinde ziyade, tribünlerde oturan hayalı insanları konuşturarak haber yapıyorlar. Ama artık bu taktiğe kimse inanmamaktadır.
Bu konuya dikkat edilmesini ve insanları sırf intikam almak için karalama kampanyası yapılmamasını diliyorum.”

En Son Gelişme

Soru: Türkiyemizdeki son gelişmeler hakkında da anlaşmazlık çıktı. Bu durum Türkiye’deki siyasetçiler arasında tatsızlık yaratıyor. Suriye’ye ‘Zeytindalı Çıkarması’. konusunda neler oluyor?

İlhan Karaçay: ”Milli bir dava olan bu girişim için, HDP haricindeki tüm siyasi partilerimiz onay verdi. Onay verildi ama, kurcalayıcı medya yine polemik yaratacak girişimlerde bulundu ve siyasileri değişik açılardan konuşturmaya başladı.
Dava milliydi ve onay almıştı. Ama, geçmişteki dış politikamız eleştirilmeye başlanınca, siyasilerimiz yeniden bir ağız dalaşına girdiler. (Bu konuda HDP’lileri kastetmiyorum). Siyasiler ağız dalaşına girince, yurttaşlar da konuşmaya ve yazmaya başladılar. Sosyal medya üzerinden yine hakaretler yağmaya başladı. Biri diğerine ‘Vatan haini’ diyor, diğeri de, ‘Çıkarcı sömürücü’ yanıtını veriyor. Kişisel sataşmalar da cabası…
Milli bir davada bile, çirkin siyasete başvuranlar, yurttaşlarımız arasındaki dostluk bağlarını bir kez daha çözülemeyecek düğüm haline getirdiler. Yazık, hem de çok yazık.
‘Sonumuz hayırlı olur inşallah’ diyerek sözlerimi tamamlıyorum.”

Geçmişte yaşananlar

Soru: Şimdi biraz da geçmişteki toplumsal hizmetlerinizden söz edelim. Hoofddorp’ta Türkler’in bir fabrikada boykot eylemi yaşanmıştı. O sorunu siz çözmüştünüz. Anlatır mısınız?

https://gazeteci.nl/wp-content/uploads/2018/02/3D54D1F3-6C7F-480D-8162-2F2010EC2EB8.jpeg

İlhan Karaçay: ”1975 yılında, Hoofddorp’taki Dam Chips adlı fabrikada 160 Türk işçisi işgal eylemi başlatmıştı. İsveren Türkler’in işine derhal son vermişti ama Türkler fabrikayı terk etmiyorlardı. Olay Hollanda parlamentosunda konu olmuştu. Medya sırf bu konuyla meşguldu. Sendikaların girişimleri fayda etmiyordu.
Türkler’in ikamet ettikleri Haarlem kentine gittim. Türkler ile uzun uzun konuştum. Daha sonra fabrikanın patronunu aradım ve olayı her iki tarafı mutlu edecek bir şekilde sonlandıracağımı bildirdim. Patron önce görüşmeyi kabul etmedi. Birkaç kez daha aradım. Sonunda kabul etti. Türkler ile fabrikada toplandık. Sonuçta barışı sağladık. Ertesi gün Hollanda medyası, ‘Hiç kimsenin yapamadığını, Türkler’in ombudsmanı gazeteci İlhan Karaçay yaptı ve barış sağlandı’ haberini yayınladılar.

Journalist İlhan Karaçay als ombudsman

DAM betaalt over stakings-
periode

HOOFDDORP. – De Dam Fabriek zal
de Turkse werknemers.jtlen vrouwen en
één man, die door een misverstand bijna
twee weken deze maand in staking gin-
gen en inmiddels, na ontslag, weer in
dienst zijn genomen, het loon dat zij
over de periode zouden hebben gekregen
uitbetalen

Dit kwam donderdagmorgen tijdens
besprekingen tussen de Turkse journalist
en “ombudsman” Ilhan Karacay die voor
de belangen van de stakers opkwam en’

https://gazeteci.nl/wp-content/uploads/2018/02/F741CA15-26FB-4B62-917F-6E8A4A3EE488.jpeg

Soru: Hollanda Kraliçesi Juliana’ya yazdığınız bir mektup hafızlardan silinmedi. Neydi o kunu?

İlhan Karaçay: ”1975 yılının mart ayında, Helmond kentindeki bir okulda Türk öğrencilere büyük bir haksızlık yapılmıştı. O zamanlar her cumartesi günü Türk çocuklarına Türkçe ders ve İslam dini öğretiliyordu. Okul yönetimi bu durumu yasaklamıştı. Hollanda yine ayağa kalkmıştı. İşte o zaman ben Kraliçe Juliana’ya bir mektup yazmıştım. O mektup da Hollanda medyasında geniş yer buldu ve sonra da dersler yeniden başladı.

https://gazeteci.nl/wp-content/uploads/2018/02/60775498-DEE7-48CD-91AA-36FED37F6C6C.jpeg

Soru: Sizin kaçak işçilere af konusunda da çalışmalarınız oldu. Anlatır mısınız?

İlhan Karaçay: ”1973 yılında, Hollanda’da ikamet ve çalışma izni olmayan ve ‘Kaçak işçi’ olarak adlandırılan insanlar için genel bir af verilmesi için bir komisyon oluşturmuştuk
Ben o zaman bu af için ‘Generaal pardon’ sözcüğünü seçmiştim. Bu sözcük Hollandalılar’ın diline pelesenk olmuştu. O zaman Hollanda’da çok ünlü bir İspanyol asıllı sendikacı vardı. Daha sonra ülkesine dönen ve orada Bakan olan bu ünlü sendikacı da bana ‘Bay General Pardon’ adını yakıştırmıştı.
O çalışmalar semersini vermiş ve daha sonra kaçak işçiler için af çıkmıştı.

https://gazeteci.nl/wp-content/uploads/2018/02/82D4D941-A2EC-46CB-89FC-5F1A13D850A7.jpeg

Soru: Hollanda hükümeti, Türkiye’de yaşayan Türk çocukları için daha az çocuk ödeneği verilmesini istenmişti. Bu konuyu da anlatır mısınız?

İlhan Karaçay: ”1976 yılında, Hollanda Sosyal Güvenlik Bakanlığı’nda bir komisyonda yer almıştım. O zamanki hükümet, Türkler’in Türkiye’de yaşayan çocukları için, normalden daha düşük çocuk parası ödeneği verilmesi için bir çalışma yapıyordu. Gerekçe: Türkiye’de süt, sebze ve meyve daha ucuzdu. Ben ise o komisyonda, Türk çocuklarının Türkiye’de daha ucuz yaşamadıklarını, aksine, ebeveynler Avrupa’da olduğu için, Türkiye’de bıraktıkları çocuklar için daha fazla para harcadıklarını anlatmıştım. Benim anlatımım, hükümetin bu plandan vaz geçmesi için yeterli olmuştu.”

https://gazeteci.nl/wp-content/uploads/2018/02/D3EC621E-9C1F-4612-9B4C-EB77E647C9E6.jpeg

Soru: Bir de Zwarte Markt (Kara Pazar) konusu var. Neydi o konu?

İlhan Karaçay: ”1983 yılında, Beverwijk’te kurulan dünyanın en büyük pazar yerinin kuruluş çalışmalarında ben de yer almıştım. Hollandalı girişimci Bart van Kampen pzarcılık yapıyordu. Zaandam kentindeki Bruynzeel fabrikasının avlusunda pazarcılık yapan Türkler’e yasak gelince, Bart van Kampen bana gelmiş ve Beverwijk kasabasındaki pazar yerinde Türkler’e yer vermek istediğini belirtmişti. Ben o zaman tanıdığım pazarcı Türkler’e ulaştığım gibi, Hürriyet ve Tercüman gazetelerine verdiğim ilanlar ve her tarafa astırdığım afişler ile büyük bir reklam kampanyası başlatmıştım. Daha sonra da Türkiye’den getirdiğimiz sanatçılarla bedava konserler ile binlerce Türk’ü pazar yerine çekmeye başladık. Dünyanın en büyük pazar yeri diyebileceğimiz bu yer, her hafta polis baskınıyla kapatılıyordu. O zaman pazar yerinde 100’ü aşkın Türk standı vardı.

https://gazeteci.nl/wp-content/uploads/2018/02/80FB9784-6F24-4AFB-98D5-BE20757F0A06.jpeg
Polis baskınlarından kurtulabilmek için bir komisyon oluşturduk ve zamanın İçişleri Bakanı’a gittik. Bakan, ‘Nuh’ diyor ama ‘Peygamber’ demiyordu. Pazar gününün insanlar için istirahat günü olduğunda israr ediyordu.
O sırada ben söz aldım: ‘Sayın Bakan, Scheveningen, Noordwijk ve Katwijk gibi yerlerde pazar günü dükkanlar neden açık’ diye sordum. Bakan tam istediğim yantı verdi: ”Oradaki dükkanlar yabancılar için açık.”
Ben de cevabı hemen yapıştırdım: ‘İyi ama sayın Bakan, Kara Pazar denen yere hep yabancılar geliyor. Yabancıların Hollanda’da yararlanabilecekleri rekreasyon yerleri çok kısıtlı. Pazar yerine gelen yabancılar çocukları ile birlikte eğlenebiliyorlar. Ayrıcai yüzden fazla Türk işyeri açmış ve yüzlercesine de iş imkanı sağlamış durumda. Beni dikkatle dinleyen Bakan, elini masaya vurarak ani ve kesin kararını verdi: ”O zaman sadece Türk pazarı açık kalabilir.
Komisyondaki Hollandalılar itiraz edecek oldular ama, araya girerek, ‘Durun itiraz etmeyin. Bugün Türk pazarına izin verildi, yarın da Hollanda pazarına izin çıkar’ dedim. Daha sonraki aylarda gerek belediye ile ve gerekse Bakanlık mensuplarıyla yapılan görüşmelerden sonra Hollanda pazarı da açık kaldı. Ve o günden sonra Türk pazarı cumartesi ve pazar günleri hala faaliyet gösteriyor.”

https://gazeteci.nl/wp-content/uploads/2018/02/8220D45F-9987-4100-B799-460BCF75C844.jpeg

Soru: Bir de pazar yerindeki Türkler’in boykot eylemi vardı?

İlhan Karaçay: ”Türk pazarcılar, pazar yeri sahibi Van kampen’in kira sözleşmelerinden hoşnut değildiler. Başı çeken bir Türk pazarcı, Türkler’e ‘Boykot’ kararı aldırdı. Ertesi gün pazar yerine gelenler pazara giremediler. Uzaklardan pazar yerine gelenler boşuna gelmiş oldular. Kaldı ki, pazarın tanıtımı için büyük emek ve masraf sarfedilmişti. Pazar yeri sahibi Bart van Kampen.ikinci hafta da boykotu sürdürmesi beklenen Türkler’i bu fikirden va geçirmek için beni aradı. Cumayı cumartesiye bağlayan gece pazar yerine gittim. Türk esnafı bir araya getirdim ve pazar yerine gelen binlerce kişinin bu hafta da geri dönmesi halinde, pazara bundan sonra hiç kimsenin gelmeyeceğini ve sonunda herkesin kaybedeceğini belirttim. Başı çeken Türk itiraz eder gibi oldu ama, esnafın büyük çoğunluğu bana inandı ve boykot sona erdi. Ertesi sabah beni arayan van kampen banka hesabımı istedi. Bana gece çalışması için bir honorerya gönderecekti. Kendisine teşekkür ettim ve havale edeceği parayı ret ettim.”

UÇUŞ VERGİSİ

Soru:İlhan bey, sizin Hollanda’da yaptığınız ses getiren girişmlerin haddi hesabı yok biliyoruz. Hatırladığımız kadarıyla bir de ‘Uçuş vergisi’ yasasını geri çektirmenizin hikayesi var. Anlatır mısınız?

– ”Memnuniyetle. 5-6 yıl önceydi. Hollanda hükümeti uçak biletlerine bir ‘Uçuş vergisi’ koymak için bir yasa tasarısı düzenliyordu. Bu tasarıya göre, Atina’ya uçacak olan yolcu hiç vergi ödemeyecek, ama Ankara veya Antalya’ya uçacak olan yolcu 35 ila 50 euro arasında bir vergi ödeyecekti. Bu teklif yasalaşırsa, tatile gidecek Türk ailelerine büyük bir maddi külfet yüklenecekti. Bu duruma önce Hollanda Seyahat Acentaları Birliği ANVR, daha sonra çeşitli havayolu şirketleri itirazlarda bulundular. Corendon firması da girişimde bulundu ama fayda etmedi.

Afbeelding met tekst, person, persoon, poseren Automatisch gegenereerde beschrijving
Utrecht Turizm Fuarı’nın açılış arifesindeydik. İşçi Partisi milletvekili olan eski dostum ve Agis’in Eski Genel Başkanı Eelke van der Veen’i aradım. Durum hakkında birşeyler yapılması gerektiğini söyledim. O da beni, bu tasarının hazırlayıcısı olan Paul tang’a yönlendirdi. Aynı akşam Paul tang beni aradı ve ne istediğimi sordu. Ben de kendisine, iki gün sonra açılacak olan Turizm Fuarı’nda buluşma teklifinde bulundum. 6 Türk tur operatörü ve birkaç basın mensubu arkadaşım ile, Turizm Müşavirliğimizin standında buluştuk. Turizmci dostlar, biletlere eklenecek olan ‘Uçuş vergisi’nin yolcular için ağır bir yük olacağını anlattılar. Paul Tnng da, alınacak olan vergilerin, uçakların kirlettiği çevre için harcanacağını belirterek, çevre temizliliğini ne kadar önemli olduğunu anlatmaya çalıştı.
Toplantının sonucunda, fikir değişikliği olmadığı kanaatine vardım.
Ben de, ‘mademki bu işler siyasetle ve oy hesabıyla çözümlenir, o halde ben de bu işi bu yolla halletmeliyim’ diye düşündüm ve Paul Tang’ı tren istasyonuna kadar yolcu ederken konuşmaya başladım: ‘Bak Paul, sizin partiniz geçen seçimlerde, Ermeni davasını körü körüne desteklediğiniz için Türkler’den oy alamadı. Kaldı ki, bugüne kadar, sağcı olsun veya solcu olsun Türkler hep sizin partiye oy veriyorlardı. Şimdi bu uçak vergisi yüzünden Türk aileler size yine kızacak ve oy vermeyecekler. Sana tavsiyem, başkanınız Wouter Bos ile konuş ve bu durumu izah et’.

Afbeelding met tekst, persoon, mensen, groep Automatisch gegenereerde beschrijving

Paul Tang aynı akşam beni aradı ve Bos ile görüştüğünü, Maliye Bakanı ile de bu konuda randevu alındığını söyleyerek iyiye doğru bir işaret verdi.
Seyahat dalında faaliyet gösteren dostlara bunu anlattığım zaman bana, ‘Boş ver abi, bu iş böyle kalır’ diye umutsuz yanıtlar vermişlerdi.

Paul Tang ile konuşmam ocak ayında yapılmıştı. Mayıs ayı başında Mersin’deyken akşam telefonum çaldı. Hatta Paul Tang vardı. ‘Müjde Karaçay, uçak vergisi tasarısını geri çektim.‘ diye iyi haberi verdi.
Bu anlattıklarım, pek çok işin lobi faaliyeti ile nasıl çözümleneceğinin bir örneğidir.”

İlginç olaylar

İlhan Karaçay’ın 2002 yılında Kraliçe Beatrix’e yazdığı, 2017 yılında da şimdiki Başbakan Rutte’ye yazdığı mektuplar da, Türk ve Hollanda toplumunun barış içinde yaşayabilmeleri için, iyi niyetle yazılmış mektuplardı. Sorulara devam ediyoruz:

Soru: Siz Kraliçe Beatrix ve Başbakan Mark Rutte’ye de mektuplar yazdınız?
-‘Evet, 2002 ve 2017 yıllarında, Holland ave Türk toplumunun birlikte ve huzur içinde yaşayabilmeleri için yazmıştım o mektupları.

Soru:Şimdi değişik bir konuya girelim. Türkler ile Hollandalılar arasında kültür, gelenek, din ve hiddetlenme farkı nedir?
-‘Ben şahsen 55 yıldır Hollanda’da yaşadığım ve çifte tabiyete sahip olduğum halde, bu gibi farklılıkları kendim yaşamadım ama başkalarının yaşadığına şahit oldum. Tabii ki herkesi aynı kefeye koymak doğru olmaz. Bu nedenle vereceğim örnekleri genelleştirmek istemiyorum ama, çoğunluğu kastettiğimi de belirtmek isterim.

Soru:Tabii ki objektif yanıt vereceksiniz. Peki bundan neden tereddüt ettiniz?

-‘Ben vereceğim örneklerde, ünlü düşünür ve yazar Aziz Nesin gibi hata yapmak istemiyorum. Aziz Nesin, Türk halkının yüze altmışının salak olduğunu iddia ettiği zaman çok eleştirilmiş ve hatta tehditler almıştı. Bunun üzerine Nesin bu kez şu cevabı verdi: ‘Yanlış söylemişim, Türk halkının yüzde sekseni salak.’
Aziz Nesin daha akıllı davranıp, ‘Türkler’in yüzde kırkı zekidir’ deseydi, diğer yizde altmışın salak olduğunu ifade etmiş olur ve kendisine bu kadar kızılmazdı.
Şimdi ben de Hollandalılar ile Türkler arasındaki farkı anlatırken, böyle bir hataya düşmemeye gayret edeceğim.’

Soru:Türkleri ve Hollandalıları ne kadar güvenilir buluyorsunuz?
-‘Hollandalılar bu konularda daha soğuk kanlı ve ihmalkârdır. Kendilerine yaptığınız bir yardım ve destek konusunda müteşekkir olurlar ama bunu çabucak da unutabilirler.
Bir örnek: Hollandalılar, İspanyollar ile 80 yıl süren savaşı, Osmanlılar’ın bir nevi yardımı ile kazandılar. Prens Maurits, savaşın çok şiddetli geçtiği bölgeye, şükran borcu ödemek için ‘Türkiye’ adını verdi. Belçika’ya yakın olan Zeeland bölgesindeki Türkiye Köyü’nde bir de fahri büyükelçimiz var. Bayan Monique Strum, fahri büyükelçiliğimizi yaparken, Türkiye’yi tanıtarak iyi bir hizmet yapıyor.

Bir başka örnek: Hollanda devleti kurulduğu zaman, hiç bir devlet tanımaya yanaşmamıştı. Hollanda Büyükelçi Haga’yı İstanbul’a göndermişti. İki ay süren uzun bir bekleyisten sonra Sultan Ahmet taafından kabul edildi. Sultan Ahmet, Venedikliler’in, Almanlar’ın ve Fransızlar’ın karşı çıkmalarına rağmen Hollanda devletini ilk tanıyan oldu. Böylece, Hollanda’nın Akdeniz’de rahat dolaşmasını ve ticaret yapmasını sağlayan Sultan Ahmet, Hollanda’ya ikinci jesti yapmış oldu.
Hollanda, lale ile birlikte 80 çeşit çiçeği Türkiye’den elde ederek büyük paralar kazanıyor. Bunun için hâlâ festivaller yapılıyor.

Hollanda, seramik, tütün, kahve ve müzik aletlerini de Türkiye’den elde etti. Bu nedenle Hollanda Türkiye’ye müteşekkir kalmalı. Peki şimdi ne görüyoruz? Şimdiki Başbakan Mark Rutte, bu gerçeklerin tümünü bir kenara iterek, Türkiye’yi acımasızca eleştiriyor. Bu tutum dostluktan uzak bir tutumdur. Çok az bir Hollandalı grup, yukarıda anlattıklarımı bilir. Bunları bir kitapta toplayan da ben oldum. Sadece iyi tarihçiler ve benim kitabımı okuyanlar, Türkiye’nin Hollanda’ya yararlarını bilirler. Aynı Hollandalılar’ın bu bilinç ile Türkiye’ye karşı iyi niyet beslemeleri beklenir.’

Soru:Hiddet?
-‘Hollandalılar çok çabuk ve sık hiddetlenmezler. Örnek: Bir Türk bir Hollandalı’nın bacısına veya aile fertlerine küfür ederse, Hollandalılar o Türk’ün yüzüne anlamamışcasına soğuk soğuk bakarlar. Hatta Hollandalı o küfürü yapan Türk’e, ‘Git, evde seni bekliyorlar, bakalım seni kabul edecekler mi’ diye de soğuk bir yanıt verir.

Ama aynı küfür bir Türk’e yapılırsa, o küfürün sonunda şiddeli bir münakaşa ve belki de ölümle sonuçlanan kanlı bıçaklı bir kavga çıkar.

Bir örnek daha: Bir Türk, Hollandalı eşiyle kaynanasını ziyarete gider. Hoş sohbet sırasında Türk eşine kızar ve şaka yollu da olsa anasına söver. Hollandalı eşi de durumu anneye aynen aktarır: ‘Bak anne, benim kocam seni halledecekmiş’ der. Kaynananın cevabı çok soğuktur: ‘Aaaah ben senin için çok yaşlıyım’.
Düşünün, aynı durumda bir Türk kaynana neler yapmaz. En azından damadın başına bir sandalye veya papuç giydirir değil mi?’

Soru:Siyasi bir örnek verir misininz?
-‘Bir Türk politikacı Hollanda’ya kızarsa, ‘Heeeeeeyyy Holland’ diye başlar ve ‘Sem biz Nazi kalıntısısın, faşistsin, çıkarcısın’ diye bağırır. Buna karşın bir Hollandalı politikacı daha sakin görülür, kişiye ve topluma karşı nezaketini kaybetmez.’

Soru:Türkler ile Hollandalılar arasındaki nezaket farkı nedir?
-‘Hollandalılar bu konuda genellikle yumuşak kalplidir. Başkalarıyla tartışma yaparken sadece konu üzerinde durular. Ama Türkler kendini kaybeder ve tartışmayı kişiselleştirir. Örneğin, bir Türk politikacı biriyle tartışma yaparken, birden bire ‘Sen bir koyunu bile güdemezsin’ diye bir laf eder. Geçmişteki seçim önceleri propaganda mitingleri sırasında en çok duyduğumuz, ‘Heeeyy, bay Kemal, ‘Heeeyyy bay Muharrem’ ve ‘Eveeeet bay Recep’ gibi çığlıklar oldu. Seçimler bitince ortalık sakinleşir gibi olur.’

Soru:Misafirperverlik?
-‘Her insan Türkler’in çok misafirperver olduğunu söyler.
Bir örnek: Marmaris’te gece saat 23.00’tür. Biri Türk, diğeri Hollandalı olan bir çift otellerine doğru yürümektedir. Yolu kısaltmak için bir bahçeden geçmek mecburiyetinde kalırlar. Endişeli bir şekilde bahçeden geçerken hiç beklenmedik bir durumla karşılaşırlar. Evin bahçesinde hâlâ rakı sofrasında oturanlar vardır. Korkularını ‘Buyurun soframıza’ diye bir ses siler. Teşekkür ederler ama ısrar üzerine sofraya otururlar. Böyle bir durumun, bir Hollandalının evinin bahçesinden geçerken yaşanması düşünülemez bile…
Hollanda’daki her Türk, Hollandalı komuşusunu yemeğe davet eder veya evine yemek götürür. Bir Hollandalı, ‘Böyle bir adet bizim kültürümüzde yoktur’ der ve kesip atar.’

Soru:Peki, kültüre bağlı adabımuaşeret farklılığı var mı?
-İki ülke insanları arasında bir farklılık ararsak, Türkler’in bu konuya daha çok dikkat ettiklerini söyleyebilirim. Belki elit çevrelerde denge sağlanır ama, halkın diğer kesiminde ağırlık Türklerde olur. Örnek: Ben misafirimi karşılarken, ayağımda ayakkabım v sırtımda ceketim ile kapıyı açar ve yer gösteririm. Bu evde de böyledir, ofiste de. Ama Hollandalılarda bu nezaket kuralı eksiktir.
Türklerde, yaşlı bir kişi geldiği zaman hemen ayağa kalkılır ve kendi sandalyeleri yaşlıya verilir. Ben başımdan geçen bir olayı anlatayım: Hollandali bir aile efradımda doğum günü kutlanıyordu. Eşimle gittiğim akraba evi kalabalıktı. Koltukta yeğenler oturuyordu ama, değil yer gösterme, ayağa bile kalkmadılar. Biz de portatif sandalyelerden aldık ve oturduk. Bir ara yeğenlerden biri koltuğu terketti. Aradan 10 dakika geçtiği halde gelmeyince ben o kultuğa oturdum. Az sonra geri dönen yeğen bana bakarak, ‘Ooooo, benim yerime oturmuşsunuz’ dedi ama, bu nezaketsizliğe hiç ses çıkarmadan oturmaya devam ettim. Yeğen 20 yaşındaydı ama nezaket konusunda hiçbir şey öğrenmemişti.’

Soru:Türkler ile Hollandalılar arasındaki dini inanç farklılığı nedir?
-‘Hollandalılar genelde hıristiyandır, Türkler ise müslüman. Türk, kadere inanır ve her şeyin alına yazılmış olduğunu kabul eder. Hollandalı da böyle bir inanç yoktur. Hollandalı ile bu konuyu tartışırken şunu duyabilirsiniz: ‘Madem ki her şeyin önceden yazılmış olduğuna inanıyorsunuz, o zaman size bir soru. Allah, birinin kaderine, üç yaşında bir çocuğa tecavüz edip öldürme rezaletini yazar mı? Üç yaşındaki çocuğun kaderi de bu mu?’

Türk, ecele inanır ve ölü gününün de yazlılı olduğunu savunur. Hollandalı da buna karşın
‘O zaman İskandinavyalı neden 90 yıldan fazla yaşıyor da, geri kalmış ülkelerde insanlar 30-40 yaşında ölüyor?’ diye soruyor. Tabii ki bu soruya da cevap verilemiyor.’

Soru:Peki aşka bakış açısı nedir?
-‘Aşk sınır tanımaz. Herkes birbirini şahane bir şekilde sevebilir. Ama benim saptamama göre, Doğuda (Türkiye) aşk, insanların ölümüne kadar sürecek olan bir şeydir. Burada Türk-Hollandalı ayrımı yapmamak gerekir ama, Hollandalı her konuda soğukkanlı olduğu gibi, aşk konusunda da soğukkanlı olabilir. Doğuluda aşk ölene kadardır ama Hollandalıda aşk ölüme kadar olmayabilir. Doğulu, inanılmaz olan aşkı seçer.’

Sonuç:

Hollanda’daki yaşamı boyunca, toplumsal konularda olduğu gibi, bireysel konularda da pek çok çalışmaları olan Karaçay, yurttaşları için işveren kapılarında, hastane kapılarında, karakol kapılarında ve akla gelemeyecek bir çok kapıda mücadele verdi.

Karaçay’ın bu faaliyetleri tabii ki Hollanda-Türk tarihinde yerini alacaktır.
*****************

Afbeelding met lucht, persoon, buiten, person Automatisch gegenereerde beschrijving

Yavuz NUFEL Mersin’e gitti, araştırdı ve yazdı:

MERSİNLİ KARAÇAYLAR VE POMPEİPOLİS TESİSLERİNİN DOĞUŞU VE BATIŞI…

*Türkiyemizin dört bir yanında efsane isimler ve sembol haline gelmiş oluşumlar hep var olmuştur ve var olacaktır. Ama, Mersin’deki Karaçay ailesi efsanesi ile, Pompeipolis adlı turistik tesislerin sembolizasyonu hiç unutulmayacaktır.

*Mersin’e gittim ve derin bir araştırma yaptım. Mersinliler ve Karaçaylar’ın Hollanda’daki bireyi İlhan Karaçay ile uzun uzun konuştum ve sizlerin de unutamayacağı bir efsane aile canlandırıdım.

*1950’lerin ‘kabadayı beyleri’ daha sonra da ‘Beylerbeyi’ olarak yaşamlarını sürdürürken zirveye oturdular.

*‘Kabadayı beyleri’, fakirleri ve güçsüzleri doyuruyor ve koruyordu.
‘Beylerbeyi’ ise, topluma hizmet etmeyi ve eğlendirmeyi amaçlamıştı.

Afbeelding met kleding, persoon, person, pak Automatisch gegenereerde beschrijving
Karaçay kardeşler, bir zamanların Mersin’inde, koruyucu nitelikleri, sosyal ve kültürel faaliyetleri ile, çok sevilen bir aile olmuştu. Fotoğrafta, soldan sağa Zekeriya, Ayhan, İlhan ve Hüseyin Karaçay kardeşler görülüyor.

Değerli Okurlarım,

Uzun bir çalışma ve araştırma sonrasında hazırlamış olduğum, efsaneleri anlatan bu röportajıma başlamadan önce, burada kullanacağım bazı deyimlerin açıklamasını yapmak istiyorum.
Bu yazıda hikâyemin kahramanlarından ‘kabadayı’ diye söz edeceğim için, önce bu deyime bir açıklık getireyim.

Son zamanlarda kabadayılardan ve külhanbeylerden çok söz edilir oldu.
Bu deyimleri kimisi övmek, kimisi de yermek için kullanır. Aslında, kabadayılık bir övünç belirtisi, külhanbeylik de, aksine yerme belirtisidir.

Tabii ki çok eskilerde yaşanan dönemlerde, çok az sayıda kabadayı, çok sayıda da külhanbeyi vardı.
Külhanbeyi, ‘külhan’ kelimesinden türemiştir.
Külhan; hamamların ateş yakılan en sıcak bölümüne verilen addır. Hamamın suyu, bu külhan denen yerden geçirilerek ısıtılırdı. İşte bu yüzden hamamların bu bölümü evsiz, barksız ve berduş taifesinin sığındığı ve geceledikleri yerler olmuştur. Hemen hemen her hamamda bu gibi gençler barınırdı ve bunlara ‘külhanbeyi’ denilirdi.

Demek oluyor ki, şimdi bazıları bu deyimi çok yersiz ve yanlış kullanıyor.

Kabadayılığa gelince: Günümüzde artık rastlayamayacağımız kabadayılar, bölgenin beyefendi şövalyeleri gibiydiler. ‘Racon’ denilen örf ve adetleri vardı. Bu adetlere uymak mecburiyetindeydiler. Özellikle güçsüzleri, fakirleri ve namuslu insanları kollayıp koruyan kabadayılar, birbirlerine de hürmet gösteren insanlardı.

KARAÇAY AİLESİ

Bu yazımın kahramanları olan Karaçay ailesi, bir zamanlar Mersin’de, işte bu sözünü ettiğim kabadayıların önde gidenleriydi. Zira, doğup büyüdükleri Hamidiye mahallesi çok renkli ve çok kültürlü bir mahalleydi. Arap asıllılar ile çingene ve muhacirlerden oluşan bir toplum vardı.

Baba Numan Karaçay, Hatay Samandağ’dan Mersin’e göç eden Arap kökenlilerden biriydi.
Evlendiği kadın talihsiz bir şekilde çok genç yaşta vefat ettiği zaman geride üç çocuk bırakmıştı.
Yasin, Naime ve Kerim adlı üç çocuğa annelik yapacak bir kadın aranırken, henüz kendisi çocuk sayılan 17 yaşındaki Vahide bulundu ve evlendirldi.

Numan Karaçay biri çarşıda, diğeri de mahallede iki bakkal-manav dükkânı işletiyordu.

Çarşıdaki dükkânı baba Numan, mahalledeki dükkânı da anne Vahide işletiyordu.
Hüseyin, Zekeriya, Kıymet, Ayhan, İlhan ve Nimet adını verdikleri 6 çocuk ile evin nüfusu 11 olmuştu.

Afbeelding met kleding, Menselijk gezicht, persoon, peuter Automatisch gegenereerde beschrijving

17 yaşındayken, 3 çocuklu Numan Karaçay ile evlenen Vahide, çocuk sayısını dokuza, aile nüfusunu onbire yükseltmişti.

Özellikle çarşıdaki dükkân çok kazandırıyordu. Eve çuval gibi torba içinde getirilen paralar, saatlerce terazide tartılarak sayılıyordu. Ama ne var ki bu uzun sürmedi.
Zira baba Numan 9 çocuk ve bir eş geride bıraktığı zaman yıl 1946 idi ve kendisi de 57 yaşındaydı.

Rahmetli Numan, dükkânın önünden geçen çocukların ceplerine şekerleme veya çerez doldurken, mahalleli tarafından ‘Çok iyi bir insan’ olarak anlatılıyordu.

O’nun ölümünden sonra mahalledeki manav dükkânını işletmeye devam eden anne Vahide, sabahları 05.00’te sebze haline gidiyor, satışa sunacağı malları at arabası ile dükkâna getiriyordu.

Avlularında 20 baraka vardı. Bunların tamamı Roman vatandaşlarımıza kiralanmıştı.

Anne Vahide bu işlere de bakıyordu. Tabii ki çoğu zaman ödenmeyen kiralara, manavdan borç defterine yazdırılarak alınanlar da ekleniyordu. Sonunda da, defterdeki borç sayfalarına bir çizgi çekiliyordu. Mahallelinin tam bir yardım ocağıydı Karaçaylar’ın yeri.

Gelişen ve artık delikanlı olan Karaçay kardeşler evlerinin altındaki manav dükkânının yanına bir kahvehane açmışlardı. İyi ama, kahvehanenin de sabah erken açılması gerekiyordu. Fedakâr ve cefakâr anne Vahide bu görevi de üstlenmişti. Sabah erken çarşı dönüşünden sonra kahvehaneyi de açıyor, kömürlü ocağı yakıyor ve çayı demliyordu. Kahvehanede, müdavimler ile birlikte radyoda önce kur’an-ı Kerim, sonra da Arapça şarkı dinleniyordu.
Kahvehane’nin müdavimleri, sabahları Arap asıllılar, öğleden sonra da Roman çingeneleriydi. Bu kesimi her zaman kollayan ve destekleyen Karaçay kardeşler, kendi soydaşları olan Arap kesimin boykotuna maruz kaldılar. Romanlar için, ‘Bunlar gelirse, biz gelmeyiz’ diyen Arap kesime verilen cevap tabii ki belliydi: ‘Biz insanlar arasında ayrımcılık yapamayız. ‘

Karaçay kardeşlerin, Mersin’de ‘ağır delikanlılar’ sınıfında yer almaları hiç de şaşırtıcı değildi.
Vahide’den doğma Karaçaylar’ın en büyüğü Hüseyin, ‘kabadıyı’ denildiği gibi, aristokrat bir görünümü vardı. Kore Savaşı’na katıldığı için ‘Koreli’ ünvanı yakıştırılan Zekeriya Karaçay, karakolda adam dövülüyor diye, karakolu basan ve dosyaları kaçıran adam olarak da anılıyordu. Zekeriya Karaçay, Mersin’in en ünlü ağır delikanlıları arasında yer alırken, fakir fukarayı da hiç ihmal etmiyordu.
Ortanca kardeş Ayhan, deli dolu bir yapıya sahipti. O da ağabeyleri gibi mahallelilerine sahip çıkardı.
Hepinizin çok yakından tanıdığı İlhan ağabeye gelince: O mahallede tam bir beyefendi ama okulda yaramaz bir çocuktu. Mahalleli onu parmak ile gösterirken, Çankaya İlkokulu’nun başöğretmeni Ulviye Alpay, onu ve arkadaşlarını sahilden toplayıp okula getirirdi.

Afbeelding met tekst, gebouw, buitenshuis, kunst Automatisch gegenereerde beschrijving

MERSİNLİLER’E 50 YIL HİZMET VERMİŞ OLAN POMPEİPOLİS-KARAÇAY TESİSLERİNİN HAZİN HİKÂYESİ…

Tüm Çukurovalılar’ın, hatta Gaziantep, Kahramanmaraş ve Konyalılar ile turistlerin yararlandıkları 50 yıllık tesislerin yerinde şimdi yeller esiyor.

İtalya’dan Dianalar, İstanbul’dan Abdullah Yüceler, Beyaz Kelebekler, Erol Büyükburçlar ve Berkantlar’ın aylarca program yaptığı gazino, her gün
2 bin kişinin doldurduğu plaj ve kamping alanı ve de turistlerin de yararlandığı motel odaları şimdi çok sessiz.

Karaçay kardeşler, kahvehane işletip kahve ticareti yaparlarken, Özel İdare tarafından Mezitli’de yapılan ve ihale ile kiraya çıkarılan bir restaurantı işletmeye karar verdiler ve ihaleyi kazandılar.

Antik bölge Viranşehir’de kurulan restauranta, tarihi önemini vurgulamak için Pompeipolis adı veridi.
Karaçaylar, işletmeye başladıkları restaurantta yemek müziği ve dans müziği icra edilmesi için bir de orkestra organizasyonu yaptılar.

1960’lı yılların başında, Mersin ve Adana’nın kalburüstü insanları Pompeipolis’e ilgi göstermeye başladılar. Öğle yemeklerinde işadamları, akşamları da dansı seven sosyete insanları doluşuyordu Pompeipolis’e.
Restauranta ilgi çoğalınca, mevcut yerin büyütülmesi için Vilayetten izin istendi. Bu izine, hemen yanda bulunan boş alana da bir motel inşası eklendi. 17 odalı mütevazı bir motel inşa eden Karaçay kardeşler, kalburüstü ve sosyetik insanlar için verilen hizmetin yanında, sıcaktan bunalan Mersin halkının da yararlanması için bir plaj yaptılar.

Duygulandıran ve unutulmayan tesisler

Dillere destan olacak bir hikâyedir Pompeipolis Tesisleri’nin hikâyesi…
Tam 50 yıl sadece Mersinliler’e değil, tüm Çukurovalılar’a, Gaziantep, Kahramanmaraş, ve Konyalılar’a, rekreasyonun tüm güzelliklerini tattırmış olan Pompeipolis’in yaşam öyküsü, ne yazık ki yarım kaldı.

Yıl 1962. Mersin Özel İdare’si Mezitli’deki Viranşehir mevkiine küçük bir restaurant inşa etmiş ve açık artırma ile kiraya sunmuştu.
Açık artırma sonunda bu restaurantın işletmesi, Numan’dan olma, Vahide’den doğma Hüseyin, Zekeriya, Kıymet, Ayhan, İlhan ve Nimet Karaçay kardeşlere kalmıştı.

C:\Users\ILHAN\Desktop\EYLUL BULTENINE GIRECEKLER\Pompeipolis aksamlari. (1).jpg

Karaçay kardeşler, 48 yıllığına kiraladıkları bu restaurantı müzikli gazinoya çevirerek, müşterilere sadece yemek ziyafeti değil, müzik ziyafeti vermeyi de amaçladılar.

C:\Users\ILHAN\Desktop\EYLUL BULTENINE GIRECEKLER\Beyaz Kelebekler (1).jpg
Beyaz Kelebekler

Akşamları yemek müziği eşliğinde karınlarını doyuran müşteriler, daha sonra yine canlı müzik eşliğinde dans ederek eğlence sefası yaşamaya başladılar.

C:\Users\ILHAN\Desktop\EYLUL BULTENINE GIRECEKLER\Berkant Pompeipolis'te.jpg

Berkant ve ekibi Pompeipolis’te
İlgi o kadar çoktu ki, Karaçay kardeşler kiraladıkları yeri üç misli büyüttüler ve deniz kenarındaki terası da denize kadar uzattılar.

C:\Users\ILHAN\Desktop\EYLUL BULTENINE GIRECEKLER\MV5BOGJlODdhM2ItOTEzNy00MGU5LWExZDQtNWUyODQ3N2EyYjhkXkEyXkFqcGdeQXVyMjc2Mzk3ODA@._V1_.jpg
Sevda Ferdağ

Akşam yemek ve eğlencesine uzaklardan gelenler, dönüş için zorluk çekiyorlardı. Öyle ya, Pompeipolis’in ünü Mersin’i aşmış, Adana, Hatay, Gaziantep, Kahramanmaraş ve Konya’dan da müşteriler gelmeye başlamıştı. Kendilerini dans ve müziğe kaptıranlar, içkiyi de kaçırınca dönüş yolculuğu zor oluyordu. Bu nedenle, sabahı sandalyelerde uyuyarak geçirenler oluyordu. Dostların da tavsiyesi üzerine, restaurantın yanına motel odaları kurma fikri Özel İdare tarafından kabul edildi. Sadece 17 oda yapma şartı ile işe koyulan Karaçay kardeşler, moteli kısa bir sürede tamamladılar.

Afbeelding met persoon, poseren, muur, person Automatisch gegenereerde beschrijving
Abdullah Yüce

Müzikli gazino şehir dışından gelenler tarafından doldukça, motel müşterileri de artıyordu.
Yolunu şaşıran turistler de gelmeye başlayınca, bu kez mokamp kurma fikri doğdu.
Özel İdare’den kiralanan yer, sahil boyunca 7 bin metrekareden büyüktü. Aynı yere çadır konma izni de alındıktan sonra sıra, Mersinliler’in yüzebilecekleri bir plaj yapmaya gelmişti.

Afbeelding met tekst, persoon, poseren, staand Automatisch gegenereerde beschrijving

Erol Büyükburç

İlhan Karaçay, 1984 yılında Hollanda’yı terkedip eşi Jeanne ve çocukları Ruşen ve Vahide ile birlikte Mersin’e dönüş yaptı. Aynı yıl tesislerin tamamı restore edildikten sonra, bir de tam ikibin kişinin sığacağı bir plaj alanı yapıldı. Plaj alanına kurulan beton masa ve sandalyeler ile, gelenlere mangal partisi imkânı da verilmiş oldu.

Afbeelding met binnen, persoon, menigte Automatisch gegenereerde beschrijving

Plaj da çok rağbet görüyordu. Mersin Belediye Otobüsleri her gün ikibin insanı Pompeipolis’e taşıyordu. Kimi piknik ihtiyacını karşılıyor, kimi de yüzme ve güneşlenme ihtiyacını…

C:\Users\ILHAN\Desktop\EYLUL BULTENINE GIRECEKLER\Pompeipolis Motel ve Plajindan manzaralar (8).jpg

Restaurant-gazino bölümü o kadar ünlenmişti ki, ilgi gösteren müşterilerilere, daha kaliteli hizmet verme mecburiyeti doğmuştu. Müşterileriler arasında, Mersin’deki İtalyanlar, Adana’daki Amerikalı ve Almanlar vardı. İtalya Başkonsolosu da müşteriler arasındaydı. Onların yardımı ile İtalyan şantöz Diana ve kocası Bisio ile altı aylık mukavele imzalandı.

Başta TRT Radyosu, Kıbrıs Radyosu ve Hürriyet gazetesinde çıkan haber ve ilanlar nedeniyle, Pompeipolis, İstanbul gazinoları ile rekabet eder hale gelmişti. Öyle ki daha sonra Abdullah Yüce, Beyaz Kelebekler, Erol Büyükburç ve Berkant gibi ünlülerle de altışar aylık mukaveleler yapılmıştı.
İstek üzerine Diana ile daha sonra bir altı aylık mukavele daha yapıldı.

İlhan Karaçay, 1984 yılında , Mersin Belediye Başkanlığı için Doğru Yol’un adayı olarak seçime girmişti. O zaman Özal’ın adayı Okan Merzeci seçimi kazanmıştı. Karaçay da Merzeci’yi tebrik etmek için bir öğle yemeği vermişti.

KIRILMA NOKTASI

Bakınız İlhan Karaçay, kırılma noktasını nasıl anlatıyor: ‘Pompeipolis’te her şey tıkır tıkır işlerken, benim ailevi nedenlerle Hollanda’ya dönüş yapmam gerekti. Zor bir karardı ama bunun gerçekleşmesi lâzımdı.
Benim Hollanda’ya dönüşümden sonra ağabeylerim, fazla iş yükünden kurtulmak için tesisleri Ferhat isimli bir müzisyen dosta kiraya verdiler.

C:\Users\ILHAN\Desktop\EYLUL BULTENINE GIRECEKLER\Pompeipolis'te dugun.jpg
Daha sonra, Başta İsmet Akol ve Ahmet Bilyeli olmak üzere, hatırı sayılır bir dost grubu ağabeylerim ile konuştular ve tesisleri tanıdıkları Taşkıran kardeşlere kiraya vermeye ikna ettiler.
İşte ne olduysa ondan sonra oldu. Taşkıranlar’ın tesisleri çalıştırma şekli Özel İdare’nin, yani devletin hoşuna gitmemişti. Devlet, hizmeti ve hatıralarıyla çok kişiyi duygulandıracak olan tesisleri Taşkıranlar’dan aldı ve tamamen yıkarak orayı dümdüz yaptı.

Bir Mersin ziyaretinde göz atmaya gittiğim Pompeipolis’in yerinde yeller esiyordu.
O dümdüz alanı görüntülerken göz yaşı dökmeyi engelleyemedim.’

C:\Users\ILHAN\Desktop\EYLUL BULTENINE GIRECEKLER\Pompeipolis 2017 (2).JPG
Şimdilerde böyle…

Dile kolaydı…
Öylesi başarıların ve hatıraların sonu hüsran olmuştu.

C:\Users\ILHAN\Desktop\EYLUL BULTENINE GIRECEKLER\IMG_1201.jpg
Böyleydi

İlhan Karaçay’ın oğlu Ruşen, bir Mersin ziyaretinde, yerinde yeller esen Pompeipolis’e uğramıştı.
O da ıslak gözlerle izlediği manzarayı görüntüledi.

C:\Users\ILHAN\Desktop\EYLUL BULTENINE GIRECEKLER\Pompeipolis dumduz (yerle bir) (5).JPGBöyle oldu

Daha önceki görüntüler ile, sonradan çekilen görüntüleri harmanlayan Ruşen, sizleri de duygulandıracak olan, altta sunacağımız video klibini hazırladı.

C:\Users\ILHAN\Desktop\EYLUL BULTENINE GIRECEKLER\Pompeipolis Motel ve Plajindan manzaralar (3).jpg
Böyleydi

Pompeipolis-Karaçay Tesileri’ne kimler müşteri olmamıştı ki…
Karaçay bu konuda şunları söyledi:

Afbeelding met lucht, buiten, grond, kust Automatisch gegenereerde beschrijvingBöyle oldu

‘Bunları sıralamaya kalkışırsam altından kalkamam.
Ama çok hoşlandığım bir anımı kısaca anlatayım.
Sosyal Medya denen iletişim sayesinde pek çok dost ile yeni temaslar kurduğum bir sırada, yazılarımı takip eden Posta Gazetesi’nin ünlü yazarlarından Mehmet Coşkundeniz’den kısa bir not almıştım. Notta şunlar yazıyordu: ‘Sizi şimdi daha iyi hatırladım. Mersin yıllarımda sizin tesislere hergün gider denize girer ve güneşlenirdim.’

Afbeelding met tekst, persoon, buiten, groep Automatisch gegenereerde beschrijving
Atatürk, yaşamının en son ziyaretini Pompeipolis’e yapmıştı

Pompeipolis klibi için aşağıdaki fotoğrafa tklayınız

KARAÇAY KARDEŞLERİN DAHA SONRAKİ YAŞAMLARI

İlhan Karaçay, daha önce göç edip yerleştiği Hollanda’ya 1986 yılında dönüş yaptı ve az sonra anlatacağımız yaşamına devam ediyor.
Ailenin en yardımsever ve sevilen kişisi olan Zekeriya Karaçay, 1988 yılında geçirdiği bir beyin spazmı sonrasında hayata veda etmişti.

Ailenin deli dolu delikanlısı Ayhan Karaçay 2008 yılında önemsiz bir ameliyat sonrasında, dikkatsizlik nedeniyle yaşama veda etmişti.
Ailenin aristokrat delikanlısı Hüseyin Karaçay ise 2019 yılında bu dünyaya gözlerini yummuştu.

Karaçay ailesi, amcalar, dayılar, teyzeler, halalar ve kuzenler ile, Mersin’in en büyük aile topluluğunu oluşturuyor. Antakya, İskenderun ve Samandağ kaynaklı Karaçay ailesinin İlhan’ı, Hollanda’daki güçlü ve etkili faaliyetlerini sürdürüyor.

İLHAN KARAÇAY’IN GAZETECİLİK YILLARINDAN İLGİNÇ HATIRALAR…

Afbeelding met windmolen, buitenshuis, hemel, gras Automatisch gegenereerde beschrijving

Gazeteciliğe başladığım gençlik yıllarımdan sonra, 25 yaşında iken gelmiş olduğum Hollanda’da, profesyonel gazeteciliğe başlamıştım. Önce Tercüman, sonra da Hürriyet gazetesinde sürdürdüğüm gazeteciliğime, 1975 yılında TRT muhabirliğini de ekledim. Hollanda’nın NOS Televizyonu’nda da sürdürdüğüm görsel gazeteciliğimi, daha sonraki yıllarda çeşitli yayın kuruluşlarında devam ettirdim. Gazetecilikte ‘patron’ olduğum zamanlar da oldu. 1995 yılında GÜNAYDIN Gazetesi’nin Avrupa baskıları patronu olmuştum. Daha sonra DÜNYA Gazetesi’nin Avrupa baskıları patronluğunu üstlendim. SABAH, NTV, SHOW TV gibi yayınlarda da hizmetimi sürdürdüm.
Şimdilerde ÇAYPRES/AJANS olarak servis ettiğim haber ve yorumlarım, yüzlerce medya organında yayınlanıyor.

Gazetecilik yaşamım boyunca ilginç konulara imza attım. Aslında bu ilginç konuların sayısı yüzlercedir ama, ben sizler için sadece onlarcasını seçtim.
Bu gönderimi dosyalayınız ve vakit buldukça okuyunuz.
İlginiz için şimdiden teşekkürlerimi sunuyorum.
İlhan Karaçay

Afbeelding met kleding, buitenshuis, persoon, hemel Automatisch gegenereerde beschrijving

AJAX VE JOHAN CRUYFF: Hollanda’ya geldiğim ilk yıllarda, Johan Cruyff’ı Türk okurlara ‘Sarı Fare’ lakabıyla tanıtan gazeteci oldum. Rinus Michelsli yıllardan sonra Stefan Kovacs’lı yıllarda, Cruyff’ iie Ünal temel (solda) ve Altay antrenörü Doğan Akı ile buluşmuştuk.

Afbeelding met kleding, person, persoon, Menselijk gezicht Automatisch gegenereerde beschrijving

BREZİLYALI DİDİ: Dünya futbolunun en büyüklerinden Brezilyalı Didi, Fenerbahçe’de antrenörlük yaptıktan sonra, Suudi Arabistan’a transfer olmuştu. 1978 yılında gittiğim Mekke’de Didi’yi bulmuş ve Hürriyet için Röportaj yapmıştım.

Afbeelding met kleding, persoon, deur, person Automatisch gegenereerde beschrijving
ÜNLÜ ANTRENÖRLER: Dünya futbolunda başrol oynamış antrenörler arasında yer alan İtalyan Trappattoni ve Hollandalı Hiddink gibi pek çok ünlü antrenör ile röportaj yaptım.

Afbeelding met persoon, kleding, Menselijk gezicht, person Automatisch gegenereerde beschrijving

Fenerbehçe’ye transfer oluşu sırasında, yapılan konuşmalarda tercümanlığını yaptığım Hiddink ile, Türkiye’de de sık sık buluştum.

Afbeelding met kleding, Menselijk gezicht, persoon, person Automatisch gegenereerde beschrijving
GERD MÜLLER: Almanya futbolunun unutulmayan golcü yıldızlarından Gerd Müller ile, ilk yıllarda olduğu gibi, futbolu bırraktıktan sonra da birlikteliğim olmuştu (sağda).

Afbeelding met kleding, persoon, Menselijk gezicht, glimlach Automatisch gegenereerde beschrijving

DÜNYA FUTBOLUNDA BİR EFSANE: Dünya futbolunu yakından takip edenler, Real Madrid’in efsane başkanı Santiago Bernabéu’nun önemini çok iyi bilirler. Real Madrid stadına ismi verilen Bernabéu’nun önemini bilenler arasında Mersin’deki yeğenlerimden biri de vardı. Bir gün Google’da dolaşırken yukarıdaki fotoğrafı gören yeğenim bana, ‘Vaaay be amca, Bernabéu ha, bu kimseye nasip olmaz’ diyerek, benim hiç düşünmediğim duygularımı uyandırdı.

Afbeelding met persoon, gras, buitenshuis, schoeisel Automatisch gegenereerde beschrijving

AJAX’IN ONUR ÜYELİĞİ: Ajax’ı yakından takip ettiğim yıllarda, zamanın ünlü başkanı Jaap van Praag, göstermiş olduğum yakın ilgiden dolayı beni ‘Onur Üyesi’ yapmıştı.
Her maçta tribündeki özel yerimde otururdum.

Afbeelding met persoon, gras, sport, schoeisel Automatisch gegenereerde beschrijving

Tabii ki bununla da kalmadı. Ajax’ın antremanlarına katılma ayrıcalığım da vardı. Fotoğraflarda, 14 numaralı formam ile ve ünlü Piet Keizer ile görülüyorum.

Afbeelding met persoon, gras, atletiekwedstrijd, sport Automatisch gegenereerde beschrijving
İMAMLAR DA FUTBOL OYNARMIŞ: Sadece Hollanda’da değil, belki de dünyada bir ilki gerçekleştirdiğimiz bir olay yaşandı.
Hollanda’daki Türk gazeteciler olarak, Hollanda’daki Türk imamlar ile bir futbol maçı yapmıştık. Fotoğrafta, tanıyacağınız simalardan oluşan Gazeteciler Takımı, biri benim ayağımdan atılan gol ile 3-0 galip ayrılmıştı.

Afbeelding met kleding, pak, person, tekst Automatisch gegenereerde beschrijving
FUTBOLA HİZMET ÖDÜLÜ: Futbol hatıralarımı, yukarıdaki fotoğraf ile sonlandırayım. Futbol ile çok iyi yoğrulmuş olduğumu fark eden, Uluslararası Futbol Tenisi Federasyonu, bu nedenle bana da bir ödül vermeyi kararlaştırmıştı. İstanbul’da yapılan törende, ödülümü ünli teknik direktör Abdullah Avcı vermişti.

Afbeelding met kleding, persoon, person, vrouw Automatisch gegenereerde beschrijving
ORGANİZATÖRLÜK VE SEYAHATÇILIK: Gazetecilik yaşamımda, konser organizatörlüğü ve seyahat işleri ile de meşgul olmuştum. Tabii ki bu bir boşluk doldurmadan kaynaklanmıştı. Yurttaşlarımız, uçak bileti almak için zorlanıyorlardı.

Afbeelding met persoon, kleding, pak, overdekt Automatisch gegenereerde beschrijving

BİR ZAMANLARIN ÜNLÜ SESİ AHMET SEZGİN İLE BİR TURNE SIRASINDA…


Radyoların kısa dalga üzerinden parazitli dinlendiği ve TV yayınlarının olmadığı yıllarda, yurttaşlarımız için konserler organize etmek de bana düşmüştü. Bunun için özel olarak İstanbul’a gider ve dostlar kanalıyla sanatçılarla görüşürdüm. Yaptığımız organizasyonlarda salonlar tıklım tıklım doluyordu.

Afbeelding met kleding, person, persoon, Menselijk gezicht Automatisch gegenereerde beschrijving

MÜSLÜM GÜRSES VE FAHRİ IŞIK İLE AMSTERDAM’DA BİR LOKANTADA…

Kimler ile anlaşmadım ki? Ahmet Sezgin, Zeki Müren, Abdullah Yüce, Beyaz Kelebekler, Berkant, Erol Büyükburç (yukarıda), Bülent Ersoy, Müslüm Gürses, Barış Manço (yukarıda), Saniye Can, Karaoğlan türküsüyle Rıza Konyalı, Hakkı Bulut, Hulusi Kentmenn, Azer Bülbül ve daha onlarca isim ile Hollanda’yı karış karış dolaştık.

Afbeelding met kleding, Menselijk gezicht, persoon, muur Automatisch gegenereerde beschrijving

HULUSİ KENTMEN İLE BİR TURNE SIRASINDA DERİN SOHBET…

Afbeelding met muziek, kleding, accordeon, muziekinstrument Automatisch gegenereerde beschrijving
EROL BÜYÜKBURÇ İLE VOLENDAM’DA OTANTİK GİYSİLER İLE…

Afbeelding met kleding, Menselijk gezicht, persoon, person Automatisch gegenereerde beschrijving
BARIŞ MANÇO İLE, ROTTERDAM’DA BAŞKONSOLOSLUK REZİDANSINDA…

Afbeelding met kleding, person, persoon, schoeisel Automatisch gegenereerde beschrijving
ZEKİ MÜREN: Türkiye’de doğmuş, büyümüş en büyük ses sanatçısı ve bestekâr olarak ün yapmış olan rahmetli Zeki Müren, tanışma şerefine nail olduğum bir başka sanatçıdır. Kilo fazlalığından rahatsız olduğu günlerde, ABD’ye giderken, Amsterdam’da bir gece geçiren Müren’i ben karşılamış ve ağırlamıştım. Sabit Gürses’in program yaptığı restoranda yemeğimizi yedikten sonra, çok merak edilen ‘Kırmızı lambalı sokakları’ gezdik ve şov seyrettik. Rahmetli olmadan önce Türkiye’de karşılaştığı her Hollandalı Türk’e, ‘İlhan Karaçay’a selamlarımı iletin’ ricasında bulunuyordu. Allah rahmet eylesin.

Afbeelding met kleding, persoon, jurk, schoeisel Automatisch gegenereerde beschrijving
BEYAZ KELEBEKLER, SEN GİDİNCE VE LALE: Yurt dışında şöhrete ulaşmış olan en büyük müzik grubumuz, şüphesiz ki Beyaz Kelebekler olmuştur. O grubu 1976 yılında ilk defa ben Hollanda’ya getirmiştim. Hollanda’nın dört bir yanında tam 22 konser organize etmiştim. Medyanın dikkatini çeken Beyaz Kelebekler, Tineke Vos isimli TV programcısından davet almıştı. Tineke Vos, organizatör olarak benim de sahnede bulunmamı istemişti. Program öncesi kendisine, ‘Yayın sırasında sana çiçek vermek istiyorum’ dediğim zaman, ‘Memnun olurum’ demişti. Bunun üzerine ikinci ricamı söyledim. ‘Sana lale buketi vereceğim. Bana teşekkür ederken, ‘Bu Hollanda çiçekleri için teşekkür ederim’ der misin?’ diye sordum. ‘Tabii ki, seni öpeceğim de…’ diyen Tineke’ye, bütün yaşananlardan sonra, ‘Hayır hayır bu bir Hollanda çiçeği değildir, bu bir Türk çiçeğidir’ dedikten sonra, lalenin Türkiye’den Hollanda’ya geliş hikâyesini anlattım. Tineke’nin, ‘Hangi yıl oldu bu’ sorusuna ‘400 yıl kadar önce’ demiştim. İnanır mısınız, ansiklopediye bakan ve TV Kurumuna telefon eden yüzlerce Hollandalı oldu ve lalenin Hollandaya geliş tarihi belirtildi. İşte o günden sonra Hollandalılar’ın büyük bir kısmı, lalenin Türkiye’den gelmiş olduğunu öğrendi.

Afbeelding met kleding, Menselijk gezicht, persoon, groep Automatisch gegenereerde beschrijving

Beyaz Kelebekler’in programı yayınlanırken, stüdyoda plak yapımcıları vardı. Plakçılar kendi sorunlarını tartışacaklardı. Beyaz Kelebekle’in okuyacağı şarkılar arasında favorimiz, ‘Karanfilli yar’ şarkısıydı. Ama bir plakçı ‘Sen Gidince bak neler oldu’ şarkısını beğenmiş ve ‘Yarın gelin plak anlaşması yapalım’ demişti.

Afbeelding met kleding, persoon, Menselijk gezicht, glimlach Automatisch gegenereerde beschrijving

İşte ne olduysa ondan sonra oldu. Sen gidince plağı piyasaya çıktıktan sonra radyolarda gün boyu bu şarkı yayınlandı. Liste başı olan Sen Gidince şarkısı daha sonra tüm dünyaya yayıldı.

Afbeelding met kleding, Menselijk gezicht, persoon, pak Automatisch gegenereerde beschrijving
SAKIP SABANCI: Türkiye’nin gelmiş geçmiş en büyük işadamlarından biri olan Sakıp Sabancı ile, gazetecilik yaşamımda iki kez karşılaştım. Birincisi, 1994 yılında Fransa’nın Cannes takımına karşı oynayan Fenerbahçe maçı sırasında oldu. Sabah otelimizin önüne Rolls Royce otomobili ile gelen sabancı, kısa bir sohbetten sonra bana ‘Atla’ dedi ve otomobiline davet etti. Atladığım otomobil ile tu ratarken, Cannes sokaklarındaki insanların tümü bizi süzüyordu.

Afbeelding met voertuig, Landvoertuig, kleding, Antieke auto Automatisch gegenereerde beschrijving

Akşam maç için gittiğimiz stadyumda ben sahaya inmiştim. O sırada Sakıp sabancı da sahaya girdi. ‘Beni takip et’ dedikten sonra tribünlerin önüne geldi. Fenerbahçeliler o sırada başkanlarından memnun değildi. Başkanlığa önerilen en ünlü isim Sakıp Sabancı’ydı. Geldiğimiz tribünlerden ‘Başkan Sabancı’ sesleri yükseliyordu. Sabancı da seyircilerin ellerini tek tek sıkıyordu. Ben de o tarihi anları fotoğraflıyordum.

Afbeelding met krant, tekst, Nieuws, roddelblad Automatisch gegenereerde beschrijving

Sabancı ile ikinci karşılaşmamız Amsterdam’da oldu. Sabancı’nın engelli kızı, Parolimpik oyunlarına katılmak için Amsterdam’a gelmişti. Kızı için Amsterdam’a gelen Sabancı’yı akşam ağırlarken, ‘Kırmızı lambalı sokakları’ dolaştırmayı da ihmal etmedik.
Rahmetli bize, ‘İstanbul’a gelirseniz beklerim ha’ demişti ama, onu ziyaret etme imkânımız doğmamıştı.

Afbeelding met kleding, Menselijk gezicht, persoon, muziek Automatisch gegenereerde beschrijving

Türkiye Cumhuriyeti’nin varoluşunda büyük rol oynayan ünlü siyasetçi İsmet İnönü’nün oğlu olan Erdal İnönü, büyük baskı ve ricalar sonrasında girdiği siyaset sahnesinde Başbakanlığa kadar yükselmiştir. Başbakan Yardımcılığı ve Dışişleri Bakanı olarak da hizmet veren İnönü ile iki kez buluşmuştum. Birinci buluşmamız Kopenhag’a yaptığı resmi ziyaret sırasında gerçekleşmişti. 1990 yılında, İtalya’da Dünya Futbol Şampiyonası’nı izlerken İstanbul’dan gelen bir telefonda, derhal Kopenhag’a geçmem gerektiği belirtildi. Şampiyonayı yarıda bırakarak gittiği Kopenhag’da, Büyükelçilik rezidansındaki bahçede aynı salıncağı paylaştığım Erdal İnönü ile çok uzun bir görüşme yapmıştım.

Afbeelding met kleding, person, persoon, Menselijk gezicht Automatisch gegenereerde beschrijving
Erdal İnönü ile ikinci buluşmamız Lahey’de gerçekleşmişti. Benim yönettiğim, Avrupa’da yayınlanan DÜNYA gazetesini dikkatle inceledikten sonra, uzun uzun konuştuğum İnönü, sadece siyasetçiliği ile değil, nezaketi ile de takdir edilen bir liderdi. Allah rahmet eylesin.

Afbeelding met kleding, persoon, Menselijk gezicht, overdekt Automatisch gegenereerde beschrijving
Türk siyasi tarihinde, parmakla gösterilecek diğer bir siyasi lider, kesinlikle Bülent Ecevit’tir.
Aslında, kendileri ile çocukluk yaşlarımda tanışmış olduğum Bülent Ecevit, Mersin’e her gelişi sırasında, mutlaka ailemizin konuğu olurdu. O zamanlar ailemizin bireyleri CHP’de çeşitli görevler üstlenmişlerdi. Ben de İl Gençlik Kolu Başkanlığı yapmıştım.
Hiç unutamam, işletmekte olduğumuz turistik tesislerin plajında onunla denize girdiğim zaman, Akdeniz’in suyunun çok tuzlu olduğunu söyleyen Ecevit, ‘Karadeniz bu kadar tuzlu değil’ diyerek yüzünü ekşitmişti.
Ecevit’in bir ziyareti sırasında, ULUS Gazetesi’ne gönderdiğim bir yazı yayınlanmıştı. Yazıyı okuduktan sonra beni kucaklayan Ecevit, ‘Yazmaya devam et’ tavsiyesinde bulunarak benim gazeteci yazar olmamda kamçılayıcı olmuştu.

O, Başbakan, ben ise gazeteci olduktan sonra ilk görüşmemiz, Kıbrıs çıkarmasından sonra olmuştu. ‘Karaoğlan’ diye ünlendiği Başbakanlığı sırasında, Hollanda’nın NOS Televizyonu Kurumu’nda yayınladığımız Pasaport programı için mülakat yaptığım Ecevit ile, eski günleri de yadetmiştik.
İkinci buluşmamız Hollanda’da oldu. 2002 yılında Başbakanlığı bıraktıktan birkaç yıl sonra Hollanda’da bir konferansa davet edilmişti. Toplantı salonunda bir grup ayrılıkçı vardı.
Ecevit, konuşmasını engellemeye çalışan bu gruba karşı sesini yükselterek şöyle seslenmişti:
‘Ne bağırıp duruyorsunuz? Önce vatandaş olmayı hak edin. Bakın, ABD yüzlerce develetten giden göçmenlerden oluşmuştur. Ama hepsi ‘Ben Amerikalıyım’ diyor. Siz ‘Ben Türk’üm diyebiliyor musunuz?’

Ecevit, bu konuşmayı yaparken üzerinde eski bir ceket vardı. Hatta çok dikkat edildiği zaman ceketin sağ kolunda bir de küçük delik vardı. Avrupa’daki konferans gezileri devam edecekti Bundan sonraki uğrak yeri Danimarka olacaktı. Arkadaşlar ile aramızda anlaşarak Ecevit’e bir takım elbise hediye etmeyi planladık. O’nun boyutundaki bir akadaşı satış mağazasına götürdük ve O’na uygun bir takım elbise aldık. Sonra bunu belli olmayacak bir şekilde paketledik. Yolcu etmek için gittiğimiz Ecevit’e, ‘Efendim, lütfen bu küçük hediyemizi kabul ediniz. Paketi Danimarka’da açın lütfen’ demiştik.

Düşünebiliyor musunuz? Başbakanlık yaptıktan sonra işsiz kalan ve bazı yayın organlarına yazarak para kazanmaya çalışan bir insanı tahayyül edebiliyor musunuz?
Şunu rahatlıkla söyleyebilirim: Türkiye’ye gelmiş geçmiş siyasetçiler içinde, Cumhurbaşkanlığı ve Başbakanlık yapmış olanlardan İnönü ailesi ve Ecevit en temiz sayfalara sahip olanlarıdır.
Allah rahmet eylesin.

Afbeelding met kleding, persoon, gebouw, person Automatisch gegenereerde beschrijving
HÜRRİYET’İN DEV HOLLANDA KADROSU: Hürriyet Gazetesi’nin Benelüks (Belçika-Hollanda ve Lüksemburg) temsilciliğini yaparken, Hollanda’da kurmuş olduğum muhabir kadrosu, gazetemizi habere boğuyordu. İşte o zamanki dev kadrodaki isimler:

Öndeki sıra soldan sağa:Telat Sağıroğlu (Haarlem), Turan Gül (Rahmetli oldu-Zaandam), Ünal Öztürk Yasemin Öztürk (Büro menajeri), İlhan Karaçay, ( ??? ), Adil Aracı (Den Haag), Mustafa Koyuncu (Gorinchem), Ergür Dinçkal (Deventer), Muhlis Ayboğan (Venlo),

Orta sıra soldan sağa:Ahmet Denk (Rotterdam-Rahmetli oldu), Kemal Özen, Hüseyin Torunlar (Zwolle),
(Leiden ???), Nizam Sunguroğlu, Ramazan Ardıç, (Heerlen ???)

Arka sıra soldan sağa:Yahya Yiğittop, Necati Çavuşoğlu (Utrecht), Şenol Ocaklı (Hoorn), ( ???),
Ali Esmer,

Afbeelding met tekst, kaart Automatisch gegenereerde beschrijving
HÜRRİYET MUHABİRLERİNİN HOLLANDA HARİTASINDAKİ DAĞILIŞ ŞEKLİ

Afbeelding met krant, tekst, Nieuws, Krantenpapier Automatisch gegenereerde beschrijving
GÜNAYDIN GAZETESİ AVRUPA BASKILARI: 1995 yılında Bekir Kutmangil’in sahip olduğu GÜNAYDIN gazetesinin Avrupa yayın haklarını satın alıp ‘gazete patronu’ olmuştum. Gazetenin tirajını artırmak için çeşitli etkinlikler düzenledim. Avrupa’nın en güzel Türk kızını seçmek için yaptığımız elemelerden sonra, finale kalanlar ile Antalya’ya gittik ve güzelleri seçtik.
Sırada Avrupa’nın en güzel Türk çocuğunu seçmek vardı. Bu yarışmanın elemelerinden sonra Frankfurt’ta finalleri yaptık ve güzel çocuklarımızı seçtik. TRT’ye ve Hürriyet’e verdiğimiz ilanlarda, yaptığımız yeni hizmetleri tanıtıyorduk. Kısa bir zaman içinde tirajımız üç misline katlandı.
23 Mayıs 1995 günü çok garip bir gün yaşadık. O gün eşim Jeanne ile Mersin’de evliliğimizin 25’inci yılını kutlayacaktık. Sabah saat 10.00’da çiçekçi güzel bir buket getirmişti. Karta baktığımız zaman bu buketin Bekir Kutmangil’den geldiğini öğrenince çok sevinmiştik. Ne var ki, o neşemizi yaşarken ardyolardan acı bir haber yayınlandı. GÜNAYDIN’ın sahibi Bekir Kutmangil o sabah öldürülmüştü. O an neler hissettiğimiz artık siz tahmin edin. Kutmangil, bir gün önceden bize çiçek gönderilmesi için talimat veriyor, çiçek ertesi gün saat 10.00’da Mersin’de servis ediliyor ve ardından da Kutmangil’in ölüm haberi geliyor. Hepimiz şoke olmuştuk. Kutlama törenini iptal etmeyi düşündük ama, davet edilen 500 kişi arasında Türkiye’nin dört bir yanından ve de Avrupa’dan gelenler de vardı. Akşamki tören sırasında acı haberi konuklara duyururken göz yaşlarımıza sahip olamadık.

Kutmangil’in öldürülmesinden sonra boşlukta kalan gazeteyi, Amsterdam’dan tanıdığım, ‘Altın tabancalı Mehmet’ diye tanınan Mehmet Saruhan satın aldı. Bunu öğrendikten sonra İstanbul’a gittim ve Mehmet Saruhan’a Frankfurt büromuzun anahtarlarını teslim ettim.

Afbeelding met kleding, persoon, Menselijk gezicht, fles Automatisch gegenereerde beschrijving
Fotoğrafta, beraberimde götürdüğüm Tahsin (solda), Mehmet (sağımda) ve Yunanlı İstavro ile bir Çin lokantasında görülüyoruz.

MAO’NUN ÇİN KÜLTÜR İHTİLALİ: Gurbete açılışımın, daha doğrusu prpofesyonel gazeteciliğe başlayışımın öyküsü çok ilginçti. Mersin’de işlettiğimiz turistik tesislerdeki müzikli retoranımıza eşi ve kızı ile gelen Yunanlı bir kaptana, müesseseden bir meyve tabağı göndermiştim. Kaptan bana teşekkür etmek istemişti. Masalarına gittim ve tanıştım. Çin’e gideceklerini söyleyince, ‘Beni de götürür müsün?’ diye sordum. Bana, ‘Buranın patronu olarak ne yapacaksın gemide’ deyince, ‘Çalışırım. Çok gencim. Önümde yıllar var. Mao’nun Çin’ine gitmek de çok güzel’ deyince, ‘Yanına iki arkadaş daha al ve yarın gemiye gel’ diyen kaptana teşekkür ettim. Ertesi gün gemici cüzdanlarını çıkardıktan sonra gemiye gittik ve Çin yolculuğuna başladık.
Çin’de çektiğim fotoğraflar ve yazıları Akşam gazetesine gönderdim.
Bu yolculuk çok maceralı geçti. Çin’de sarılık hastalığına yakalandım. Hastaneye yatırıldım ama kaçtım hastaneden. Yolculuk Kanada’ya idi. Kaptan’a rica ettim ve ‘sorumluluk imzası’ attırarak gemiye girdim. Uzun bir yolculuktan sonra Kanada’nın Vancouver kentine vardık. Orada hastaneye yatırıldım ve tam 2,5 ay hastanede tedavi gördüm. Türkiye’ye dönerken, Londra’ya uğradım ve gemi şirketinin merkezinden maaşlarımı aldım. Daha önce 3 ay ziyaret etmiş olduğum Hollanda’dan 10 Kasım 1966’da ayrılmıştım. Tam bir yıl sonra 10 Kasım 1967’de Hollanda’ya yeniden giriş yaptım. Buradaki neşeli hayat hoşuma gitmişti. Bu nedenle burada kalmaya karar verdim ve Tercüman gazetesindeki tanıdığım Kemal Özbayraç’a mektup yazarak muhabirlik yapmak istediğimi belirttim. Teklifim kabul edilmişti. İşte o tarihten itibaren profesyonel gazeteciliğim başlamıştı.

Afbeelding met transport, vlak, vliegtuig, buitenshuis Automatisch gegenereerde beschrijving

THY UÇAĞININ DÜŞÜŞÜNE ŞAHİT OLDUM: Gazetecilikte bazı rastlantılar, acı da olsa şans olarak kabul edilir. Ben de böyle bir acı şansı yaşadım. 25 Şubat 2009 günü, sbah saat 10.00’da, beraberimde eşim olmak üzere otomobil ile Haarlem’e doğru yola çıktık. Biraz sonra rastlayacağımız tesadüfü yaşamak için olacak, yolumuzu uzatıyordum. Önce oto yoldan çıktım ve deniz kenarından gitmeye başladım. Daha sonra bir benzin istasyonunda durdum. Tekrar oto yoluna çıktığımız zaman Haarlem’e yaklaşırken, 5-6 km. Ötemizde havadaki bir uçağın hızla yere indiğini gördüm. Sonra eşime ‘Bir uçak indi ama, o kadar hızlı bir iniş yaptı ki, sanki inmedi de düştü gibi’ dedim. İndi mi, düştü mü diye düşünürken, havalimanının yolumuzun sol tarafında kaldığını biliyordum. Kaldı ki uçak, yolun sağ tarafına inmiş veya düşmüştü. Bir anda uyandım ve ‘Olmaz, uçak yolun sağ tarafına mutlaka düşmüştür, zira inmek için otobanı geçmesi ve sol kesime girmesi gerekirdi’ diye bağırdım. Bunları tartışırken az sonra vardığımız o yerde sağ tarafta bir uçağın yerde olduğunu gördük. Az sonra uçağın üzerinde TURKİSH yazısını görünce ürperdim. Yolun sağında durdum. Manzara acıydı ama telaşlanmadım ve önce THY müdürünü aradım ve durumu anlattım. Daha sonra tüm gazeteci arkadaşlarımı aradım.
Yol, olayı seyretmek isteyen otombil sürücüleri tarafından dolmuştu. Uçağa baktığımız zaman, uçaktan inen yolcuların, çok sakin ve yavaş bir şekilde uçağın etrafında dolaştıklarını gördüm. Birer zombi gibiydiler. Az sonra telefonum çaldı. Arayan NTV televizyonuydu. Daha önce muhabirliklerini yapmış olduğum NTV’deki arkadaş bana, ‘İlhan bey, Amsterdam’da THY uçağı düşmüş, bilginiz var mı?’ diye sorunca, ‘Hem de nasıl bilgi var’ cevabını verince şaşıran arkadaş ‘nedir’ diye sordu. ‘Şu an uçağın önündeyim, düşüe şahit oldum’ deyince hemen canlı yayına bağlandım ve yarım saat kadar uçak etrafında yaşanmakta olanları anlattım.
Nasıl oldu bilmiyorum ama, az sonra Hollanda ve Türkiye’den başka, dünyanın dört bir yanındaki medya tarafından arandım.
Afbeelding met kleding, persoon, buitenshuis, schoeisel Automatisch gegenereerde beschrijving
Uçak düşüşünün yankıları günlerce sürmüştü. Türk kuruluşları uçağın düştüğü yeri çiçek bahçesine çevirmişlerdi. Daha sonra, uçağın düştüğü bölgenin belediyesi Haarlemmermeer, uçağın düştüğü yere bir anıt yaptırdı. Anıtın açılış törenine Hollandalı Bakanlar ve Lahey Büyükelçimiz de katılmıştı. Tabii ki biz basın mensupşarı da…
Fotoğrafta, Hollanda Türkevi Derneği Başkanı Veyis Güngör ile birlikte anıtın önünde görülüyoruz.

Afbeelding met voertuig, Landvoertuig, buitenshuis, wiel Automatisch gegenereerde beschrijving
MERSİN BELEDİYE BAŞKAN ADAYLIĞI: Yaşamımdaki anıları anlatırken, Mersin’de Büyükşehir Belediye Başkanlığı’na aday olduğumdan da söz etmem gerekir.

1983 Yılı sonunda, çocuklarımın Türkçe eğitimleri için Hollanda’yı terk etme kararı almıştım. Hollanda’daki Hürriyet temsilciliğini dvredip Mersin’e taşınmıştık. 1984 yılında yapılan yrel seçimler sırasında, Doğru Yol Partisi’nin ısrarı üzerine, bu partinin Belediye Başkanlığı adaylığını kabul etmiştim.

Afbeelding met tekst, Menselijk gezicht, person, poster Automatisch gegenereerde beschrijving
Turgut Özal’ın partisi Anavatan çok güçlüydü ama Mersin’de hep CHP kazanırdı. CHP yasaklıydı ve sol görüşlülerin oyları Halkçı Parti ile Sodep arasında bölünmüştü. Ben de sol kesimin bir bölümünden oy alınca Anavatan’ın adayı kazanmıştı.
Seçim kampanyası boyunca tüm Türkiye’ye çok iyi belediyecilik mesajları vermiştim. Ayrıca, kampanyalar sırasında Amerikanvari seçim turnelerini kopya etmiştim. Eşim ve çocuklarım ile açık otomobilde tur atan ilk aday olmuştum. Ondan sonra benim taktiğimi tekraralayanlar oldu.

Afbeelding met persoon, kleding, Menselijk gezicht, person Automatisch gegenereerde beschrijving
Seçim sonunda kazanmış olan Okan Merzeci’yi tebrik etmek için bir öğle yemeğine davet ettim. Bu davet Gazeteciler Cemiyeti lokantasında gerçekleşti.

SİZE BİRAZ FUTBOL YAZAYIM MI?

Beşikten mezara kadar teknik direktör olduklarını zanneden
80 milyon kişiye, futbolun azizliğini ve cilvesini anlatmak zor ama,
55 yıllık gazeteciliğim ile yine de birşeyler karalayacağım.

Halen devam etmekte olan Avrupa Futbol Şampiyonası’nda, ‘Süper’ bir takım ve ‘Yıldız’ diyebileceğiniz bir futbolcu gördünüz mü?

Bir talihsiz ve rezil İtalya maçı haricinde, Türk milli takımının, diğer takımlardan eksik neyi vardı?

Gazetecilikte futbol yaşamımdan kesitler ve fotoğrafları bu yazıda bulabileceksiniz.

İlhan KARAÇAY’ın analizi:

‘Futbol’ deyip geçmeyiniz. Daha doğrusu bunu genelleştirip ‘spor’ olarak ele alabiliriz. Futbolun kadri çok büyüktür. Bunu ancak yaşayanlar bilir.
Naçizane şahsım, bugüne kadar tam 6 Dünya Futbol Şampiyonası, 1 Mini Dünya Futbol Şampiyonası ve 6 da Avrupa Futbol Şampiyonası izleme şansını yakalamıştım.

1974 Almanya, 1978 Arjantin, 1980 (Uruguay, Mini Dünya Futbol Şampiyonası), 1982 İspanya, 1986 Meksika, 1990 İtalya ve 1994 Amerika Birleşik Devletleri’nde yapılan Dünya Futbol Şampiyonaları’ndan başka, 1976 Yugoslavya, 1980 İtalya, 1984 Fransa, 1988 Almanya, 1992 İsveç ve 2000 Hollanda-Belçika’da yapılan Avrupa Futbol Şampiyonaları’nı yakından izledim. Bunlara ilaveten, izlediğim kulüpler şampiyonalarının sayısı da bir hayli çok.

Futbol müsabakaları öncesi ve sonrasında yaşananları değerlendirmeye kalkışırsanız, bu sporun önemini anlayabilirsiniz. Özellikle Dünya Şampiyonaları çok renkli ve zevkli geçer. Örneğin, Brezilyalılar’ın olmadığı bir şampiyona renksiz olur. Gittiğim Avrupa Şampiyonaları’nda bu eksikliği her zaman hissetmiştim.

Son 55 yılda dünyanın en önemli futbol karşılaşmalarını yakından izlememe karşın, sizleri olduğu gibi, beni de mutluluğun doruğuna çıkaran Japonya ve Kore’deki şampiyonayı yakından izleyemediğim için kahroldum. Keşke bundan önceki hiçbir turnuvaya gitmeseydim de, Türkiye’mizin zafer kazandığı bu son turnuvaya gitseydim. Bunun için imkan vardı ama, özel nedenlerle gidemedim.

Bu ‘futbol’ denen eğlence ve yarış, insanları bazen kızdırıyor, bazen de sevindiriyor. Bu kızgınlıklar ve sevinçler çoğu zaman çılgınca oluyor. ‘Çılgınlık’ derken, eli sopalı ve bıçaklı holiganların çılgınlığından söz etmiyorum. Onların yaptığı ancak ‘vahşilik’ olarak nitelenir. Benim sözünü ettiğim ‘çılgınlık’ tatlı çılgınlıktır.

Bakınız, her konuda doyuma ulaşmış ülkelerin insanları bile, futboldaki zaferden sonra sokaklara nasıl dökülüyorlar. Doyuma ulaşmış ülkelerin insanları bile sokaklara döküldükten sonra, pek çok konuda aç kalmış ülkelerin insanları ne yapmaz ki?

Yarım asırdır Avrupa’da horlanan Türkler, her türlü spor müsabakası sonrasında, farklı yenilgiler nedeniyle ayrıca kahroluyordu. Ellerinde bayraklar ve flamalar ile statlara ve salonlara koşan Türkler hep hüsrana uğramışlardı. Hüsranın yerini sevincin almasına o kadar ihtiyacımız vardı ki, şimdiki Avrupa Şampiyonası’nda bunu elde edeceğimizi sanıyorduk ama olmadı.

Tek zaferimiz

2002 Dünya Şampiyonası’nda bizi en son sevindiren ve hatta çılgınlaştıran zafer, birleştirici de olmuştu.
Şöyle ki; bugüne kadar gerek siyasi veya gerek dini çıkarlar nedeniyle Türkiye’ye küfredenler bile, içlerindeki asıl sevgiyi dışa vurma ihtiyacını hissettiler.
Bizzat şahit oldum. Hollanda’ya iltica ederken, Türkiye aleyhine söylemedik laf bırakmayan ve iltica hakkını elde ettikten sonra Türkiye aleyhinde söylemleri ile de tanıdığımız bir şahıs, Türkiye- Brezilya yarı final maçını kızları ile birlikte büyük ekran bir TV’den izliyordu. Bu şahısın kızlarının sırtında ay yıldızlı Türk bayrağı vardı. Kendine göre, demokrasi mücadelesi verdiği için Türkiye aleyhine söylenmedik laf bırakmayan bu şahıs, Hollandalı spikerin Brezilyalılar lehindeki her konuşmasından sonra sandalyesinden fırlayarak isyan ediyordu. Eskiden, ‘Bayrak’, ‘Atatürk’ ve ‘Türkiye’ dendiği zaman, tüylerinin kalktığını bildiğimiz insanlar, şimdi herkesten daha fanatik Türkçü olmuşlar. Amsterdam’ın Mercator Plein ve Rotterdam’ın Cool Singel meydanlarında kimler görülmedi ki? Fotoğraf çeken gazetecilere yakalanmamak için yüzlerini gizleyenleri gördük. Ama bu bile bize mutluluk verdi. Bir zamanlar Türkiye aleyhine söylenmedik laf bırakmayanlar, şimdi sokaklarda ‘Türkiye, Türkiye’ diye bağırabiliyorlardı. Bu da bize yeter. Varsın yarın yine menfaat icabı eski hastalıklarına dönüş yapsınlar. Biz onları af ettik. Onların yüreklerinde Türkiye sevgisi olduğunu bildiğimız sürece de bu hastalıklarına katlanacağız.

Şahit olmadım ama duyduğum bir başka olay daha var; Bir zamanlar Türkiye aleyhtarlığının liderliğini yapan ve sonra rahmetli olan bir tanıdığımızın çocukları, Ankara’da Anıtkabir’i ziyaret edecek kadar Türkiye hayranı olmuşlar.

Bütün bunlar, aslında sevgiye susamışlığın sonuçlarıdır. Menfaatler insanları bazı çirkinliklere sevkedebilir. Menfaatlerin derecesi hesaba katıldığı zaman, bazı çirkinlikler af edilebilir. Sevgiden ve ilgiden mahrum kalmış insanların, ekonomik zorluklar karşısında yaptıkları hatalar da af edilebilir. Ve zaten öyle de oluyor. Şefkatli Türk devleti, katilleri bile af ettiğine göre, şimdi eli bayraklıların pişmanlığını anlayacaktır.

Biraz da futbol analizi:
Batılı spor uzmanları, tıpkı siyasi uzmanlar gibi yine sınıfta kaldılar. Her şeye at gözlüğü ile bakan Batılılar, son şampiyona öncesinde, Almanya’yı, Portekiz’i, Fransa’yı, İspanya’yı favori gösteriyordular. Ama öyle olmadı. Bu ülkelerin hepsi ince bir ipte sallandılar. Tesadüflerle atılan goller sonrasında turu atlama şansına sahip oldular.
Gruplardaki sıralamalar o kadar ilginçti ki, bir grupta sonuncu durumda olan bir takım, sadece bir tek gol atabilseydi grup lideri olacaktı.

Türk milli takımı hakkında söylenenlere gelince:
Gerçekten, futbol tarihimizin en genç ve en ünlü futbolcularından oluşan Türk milli takımı, Avrupalılar’ın da açıkça söyleyemedikleri favoriler arasındaydı ki, elenmesinde en çok söz edilen ülke Türkiye oldu.

Türkiye nasıl elenmezdi?
Teknik heyetin başında Şenol Güneş olmasaydı.
1978 yılından bu yana çok iyi dostluğum olan Güneş hakkında fazla yazmak istemiyorum. Ama onun için söylenenlerin hepsine (kişisel eleştiriler hariç) katılıyorum. Sanırım sizlerin de çoğu aynı fikirdesiniz.
Çoğu Avrupa’da yetişmiş olan ve Avrupa kültürünün serbestliği içinde davranan futbolcular, Şenol Güneş’in beklediği ‘hazırol duruş’u sergilemedikleri için laf işittiler ve dışlandılar. Böyle olunca da bu futbolcular ile Şenol Güneş arasında tatsız tartışmalar cereyan etti. İtalya maçında, ille de beraberlik isteği, futbolcuları hipnotizma olmuşcasına etkiledi. Ben 55 yıllık gazetecilik yaşamımda böyle silik bir Türk milli takımı görmediğimi itiraf edebilirim.

Bu turnuvada başarısız oluşumuzun nedenlerini çoğaltabilirim ama, gelin biz geleceğe umutla bakalım.

Ne diyelim, bir başka bahar çok uzak değil.
Dileriz, gelecek yıl Katar’da yapılacak olan Dünya Futbol Şampiyonası’nda özlemi çekilen başarıyı gösteririz.

Futbol turnuvalarından anılar:

Neçizane şahsım 1978’de Arjantin’de yapılan ‘Dünya Futbol Şampiyonasını’, iki yıl sonra 1980 yılında Uruguay’da yapıla ‘Mini Dünya Futbol Şampiyonası’nı Hürriyet gazetesi için izlemiştim.
1978’de, başta rahmetli Necmi Tanyolaç olmak üzere, ünlü gazeteciler Halit Kıvanç,Togay Bayatlı, Ertuğrul Akbay, Güven Taner, Hüseyin Kırcalı, Kemal Belgin, Erol Aydın, Hasan Sarıçiçek ve teknik direktör Metin Türel ile birlikteydik.

Arjantin’deki şampiyonada, Hollanda takımının şampiyon olması için yanıp tutuşuyordum. Hollanda’yı ne de olsa ‘Babavatan’ olarak seçmiştik bir kere…
Finale kadar yükselen Arjantin Milli Takımı’nın, Peru’ya karşı elde ettiği bol gollü galibiyet maçının, tamamen binbir tehdit sonucunda kazanıldığını en iyi bilenlerden biriydim. Zira, konaklamakta olduğum Liberty (Hürriyet) Oteli’nde Peru takımı da konaklıyordu. Arjantin turuvaya iyi başlamamıştı. Gruptan çıkması için Peru’yu en az 4-0 yenmesi gerekiyordu.

General Vidella başkanlığındaki ihtilal hükümeti, Peru’ya silah ve gıda yardımı teklif ederek maçın en az 4-0 galibiyetle bitmesini istedi. Bu da yetmedi, konakladığımız Liberty Oteli askerler tarafından abluka altına alındı ve futbolculara korku salındı. Sonunda Arjantin Peru’yu 6-0 yendi ve gruptan çıktı.

Arjantin, Hollanda ile birlikte finale kadar yükselmişti. Hiç unutamadığım o final maçını Hollanda kaybetmişti. Hollanda’nın o zamanki yıldızı Rensenbrink, son dakikadaki fırsatı gole çeviremedi. Top direğe çarparak geri döndü. Uzatmada Arjantin maçı 3-1 kazandı.

Titreyerek seyrettiğim maç sonunda resmen ağlamıştım.

Afbeelding met krant, tekst, Krantenpapier, Nieuws Automatisch gegenereerde beschrijving

Maradona’nın yıldızlaştığı Uruguay’da ise tek Türk gazeteci olarak ben vardım. Maradona ile konuşan ilk Türk gazetecisi de ben olmuştum.

Her zaman yazmışımdır. Avrupa Futbol Şampiyonaları, Dünya Futbol Şampiyonaları gibi renkli olmuyor. Güney Amerikalılar ve Afrikalılar turnuvalara renk katıyor. Özellikle Brezilyalılar şampiyonaların en renkli görüntülerini yaratıyorlar. Öyle ki, Dünya Şampiyonaları’nda, en ilgi duymayacak ülkelerin maçları bile seyirci rekoru kırıyor.

Biz Türkler de bu konuda az değiliz ha!
Hiç unutamayacağım bir anı da, 1982’de İspanya’da yapılan Dünya Futbol Şampiyonası sırasında yaşandı. Bu şampiyonaya Türkiye katılmamıştı. Ama Barcelona’nın Ramblas meydanında gece yarısı şenliklerinde bir grup Beşiktaşlı taraftarın açtıkları Türk ve BJK bayrakları etrafında yapılan danslar beni çok duygulandırmıştı. O fotoğrafı çekme ve Hürriyet’te yayınlama şansı da bana nasip olmuştu.

Afbeelding met kleding, persoon, Menselijk gezicht, person Automatisch gegenereerde beschrijving
Spor gazeteciliği kariyerimde, Real Madrid’in efsane Başkanı Santiago Bernabeu ile 1972’de görüşmem, Hollanda’nın efsane futbolcusu Johan Cruyff’a, 1969’da ‘Sarı fare’ (rakiplerini fındık faresi gibi yediği için) lakabını takmam ve Maradona ile 1980’de ilk röportajı yapmış olmam, anılarımın en güzellerindendir.

Şimdi her şey Oranje için. Portakalları desteklemek bize yakışan bir hareket olacaktır.
Portakalların her galibiyetinden sonra yapılacak olan şenliklere biz de Türk bayrakları ile katılmalıyız ve Hollandalılar ile dayanışma içinde olduğumuzu göstermeliyiz.

Hup Holland hup !!!

Tanju Çolak ile bir nostalji…

Değerli Okurlarım,
Size bir Tanju çolak nostaljisi anlatacağım ve ondan sonra da bol fotoğraflı futbol geçmişimi uzun uzun anlatacağım. Önce Tanju Çolak hikâyesi:

Yıl 1989. Şubat’ın birinci günü. Monaco’da, 1987-1988 sezonunda Avrupa Gol Kralı’na altın ayakkabı verilecek. Futbol dünyasının gözü, kulağı Monaco’da. Ama binlerce futbol adamı da Monaco’da.
Günün kahramanının bir Türk oluşu çok garipseniyordu.

Evet, Altın Ayakkabı’yı bir Türk, yani Tanju Çolak alacaktı. Dile kolay, 38 gol atmıştı Tanju.

Afbeelding met kleding, persoon, person, Menselijk gezicht Automatisch gegenereerde beschrijving

Her büyük futbol etkinliğinde olduğu gibi, o gün ben de oradaydım.

Hem de, Tanju Çolak’ı transfer etmek isteyen dev kulüplere satacak adam olarak.

O günlerde Wasteels adlı bir firmanın organizasyonu ile Hollanda’dan Türkiye’ye direkt tren seferleri düzenlenmişti. Wasteels’in Hollanda’daki Danışmanlık Bürosu TMF’in müdürü ile dostluğumuz vardı. TMF’ın Monaco’daki kardeş kuruluşu, Tanju Çolak’ın transfer işlerini üstlenmek istiyordu. İşte o sırada Monaco’da bu firma ile bir durum değerlendirmesi yaptık. Tanju’yu bu firmaya götürdüm. Durumdan çok memnun olan Tanju bu firmaya transfer konusunda yetki verdi.

Afbeelding met kleding, persoon, schoeisel, jas Automatisch gegenereerde beschrijving

Kimler yoktu ki Tanju’yu isteyenler arasında?

Real Madrid, Barcelona, A.C. Milan, İnter Milan, AS Roma, Monaco, Arsenal, Liverpool, Ajax ve Bayern Münih. (Yukarıdaki fotoğraf)

Şans mı, tesadüf mü, siz ne derseniz deyin. 1 Şubatta Altın Ayakkabı’yı alan Tanju, 1 Mart’ta, yani 30 gün sonra Monaco’ya karşı sahaya çıkacaktı. Hem de Monaco’da. Tanju ve görücüler için büyük bir fırsattı bu.

Ve o gün geldi çattı.
Tanju’yu seyretmeye gelen dev kulüplerin başkanlarını ve transfer yetkililerini maç öncesi Stade Luis II’nin kapısı önünde topladım ve fotoğrafladım. Sonra hep birlikte Tanju’yu seyretmeye başladık. Görücüler, sahada dolaşıp duran Tanju’ya bakıyorlar ve sonra da bana dönüp, “Bu ne iştir, bir şey anlamadık” der gibi işaret yapıyorlardı. Ama biraz sonra bir mucize gerçekleşti. Prekazi Tanju’ya mükemmel bir top uzatmıştı. Eee, Tanju bu, fırsatı hiç kaçırır mı? Prekazi’nin soldan mükemmel ortaladığı topa Tanju, 3 kişinin arkasından gelip önlerine geçerek ve de uçarak kafayı vurmuş ve maçtaki tek golü kaydetmişti. Görücüler bu defa bana döndüler ve baş parmaklarını havaya kaldırarak zafer işaretleri yaptılar.

Görücüler maç sonrasında, Tanju’nun iyi bir golcü olduğunu gördüler ama, O’nu bir kez de rövanş maçında izlemek istediklerini söylediler.

Tanju için biçilen fiyat, o tarih için çok astronomik idi: 10 milyon Dolar.

O zaman çalıştığım Günaydın gazetesinin birinci sayfa manşeti de bu idi:Tanju’nun değeri 10 milyon Dolar.

Rövanş maçı, Galatasaray’ın cezası nedeniyle Köln’de oynanacaktı. 15 Mart akşamı aynı görücüler bu kez Köln’deydiler. Maç Prekazi ve Weah’ın golleri ile 1-1 bitmiş ve Galatasaray Avrupa Şampiyon Kulüpler Kupası’nda yarı finale yükselmişti ama Tanju bu kez gol atamamıştı.

Üzücüdür ama, pazarlığın 10 milyon dolardan başladığı bu transfer görüşmelerinden sonra, Tanju’ya hiç bir kulüpten ciddi bir talep olmadı.

FOTOĞRAFLARLA FUTBOL YAŞAMIM

Afbeelding met kleding, person, persoon, pak Automatisch gegenereerde beschrijving
55 Yıllık gazetecilik yaşamımda, spor haberleri ve yorumları ile verdiğim hizmeti göz önünde tutan, Orhan İçin yönetimindeki Uluslararası Futbol Tenisi Federasyonu, şahsıma da bir ödül lutfunda bulunmuştu. Bu ödülü ünlü teknik direktör Abdullah Avcı’nın elinden almıştım.


Rinus Michels’in yarattığı total futbol ile büyüyen Hollanda’nın Ajax takımı ve milli takımın beyni olan Johan Cruyff ile birlikte göründüğümüz bu fotoğrafta, ünlü antrenörlerimizden Doğan Akı (ortada) Ünal temel (solda) ve Michels’in takipçisi Macar Stefan Kovacs da yer aldı. Kovacs daha sonra Fransa’ya total futbolu aşılayan adam oldu.

Afbeelding met persoon, Menselijk gezicht, kleding, person Automatisch gegenereerde beschrijving
Hollanda’nın yetiştirmiş olduğu ünlü ve değerli futbolculardan De Boer kardeşlerden Frank, Galatasaray’da da fotbol oynamıştı. Şimdi Hollanda milli takımının başında olan Frank De Boer ve Ronald De Boer ile eski günlere dayanan bir fotoğrafımız.

Afbeelding met kleding, persoon, Menselijk gezicht, glimlach Automatisch gegenereerde beschrijving

Gazetecilik yaşamımda, Hollanda’nın dışında, diğer ülkelerin ünlü futbol adamları ile de görüşmelerim oldu. Üstteki fotoğrafta, İtalya milli takımı teknik direktörü Arrigo Sacchi, alttaki fotoğrafta da teknik direktör Giovanni Trappattoni ile değişik tarihlerde.

Afbeelding met kleding, persoon, Menselijk gezicht, deur Automatisch gegenereerde beschrijving

Afbeelding met kleding, persoon, Menselijk gezicht, person Automatisch gegenereerde beschrijving
1980’li yıllarda İtalyan takımı AC Milan’a şampiyonluklar kazandıran ve 1988 Avrupa Şampiyonası’nda Hollanda’yı şampiyon yapan Marco van Basten, Ruud Gullit, ve Galatasaray’da da oynayan Frank Rijkaart ile bir anımız.

Afbeelding met kleding, Menselijk gezicht, persoon, person Automatisch gegenereerde beschrijving

Bir zamanlar Brezilya’nın dünya çapında yıldızı olan ve Fenerbahçe’de teknik direktörlük yapan vei ki kez şampiyonluk kazandıran Didi, daha sonra Suudi Arabistan’a transfer oldu. 1978 yılında Suudi Arabistan’da ziyaret ettiğim Didi ile bir maç esnasında (üstte), altta ise iki değişik enstantane.

Afbeelding met persoon, person, kleding, glimlach Automatisch gegenereerde beschrijving Afbeelding met persoon, kleding, overdekt, muur Automatisch gegenereerde beschrijving

Afbeelding met kleding, persoon, Menselijk gezicht, person Automatisch gegenereerde beschrijving

Bir zamanlar Alman futbolunun en büyük yıldızı olan Gerd Müller ile futbolculuk yıllarında (solda) ve Tanju Çolak’ın Altın Ayakkabı Ödülü aldığı Monaco’da (sağda) görülüyoruz.

Afbeelding met persoon, Menselijk gezicht, kleding, glimlach Automatisch gegenereerde beschrijving
İngiltere futbolu dendiği zaman akla gelecek olan iki eski isim Boby ve Jacky Charlton kardeşlerden Jacky ile, 1976 Avrupa Şampiyonası sırasında Belgrad’da.

Afbeelding met buitenshuis, kleding, persoon, gras Automatisch gegenereerde beschrijving Futbol Şampiyonalarını izlerken, futbolun dışında magazin haberi bulmakta da az hünerli sayılmam. İşte 1982’de İspanya’da yapılan Dünya Şampiyonası’nda yıldızlaşan Brezilyalı Zico’nun eşini, çocukları ile bir otelde bulmuştum. Zico daha sonra 2006 yılında teknik direktör olduğu Fenerbahçe’yi 2006 yılında şampiyon yapmıştı.

Afbeelding met persoon, Menselijk gezicht, person, glimlach Automatisch gegenereerde beschrijving
Futbol faaliyetlerimi anlatırken Guus Hiddink’i atlamam mümkün değil. Hollanda’nın
en başarılı teknik direktörlerinden biri olan Hiddink’in Fenerbahçe’ye gelişi sırasında tercümanlığını ve mihmandarlığını ben üstlenmiştim. Fenerbahçe’de başarılı olamayan ve ‘Hollanda köylüsü’ olarak aşağılanan Hiddink bir de kadın skandalına maruz kalmıştı.

Afbeelding met kleding, persoon, person, glimlach Automatisch gegenereerde beschrijving
Neden sadece yabancılar olsun? Bizim de futbolda ünlülerimiz var. İşte bu ünlülerden biri de Fatih Terim. Fatih terim ile 1992 Avrupa Futbol Şampiyonası sırasında İsveç’in Malmö kentinde birlikte olmuştum.

Afbeelding met kleding, persoon, Menselijk gezicht, person Automatisch gegenereerde beschrijving

İtalyan futbolu dendiği zaman, Roberto Baccio akla gelen en ünlü golcülerden sayılır.
İşte Baccio’yu, 1990 Dünya Şampiyonası sırasında Roma’da ancak böyle yakalayabilmiştim

Afbeelding met persoon, buitenshuis, gras, sport Automatisch gegenereerde beschrijving
Spor gazeteciliği yıllarımda, futbol oynamayı da ihmal etmezdim. Hem de büyük takımlarda… Fotoğrafta gördüğünüz 10 numara Hollanda ve Ajax’ın büyük yıldızı Piet Keizer’dir. Ajax’ın ünlü Başkanı Jaap van Praag beni kulübün onur üyesi yapmıştı. Bu nedenle Ajax’ın antremanlarına da serbestçe katılırdım. İşte bir antreman sırasında, sırtımda Johan Cruyff’ın 14 numarası ile Ajax’a karşı oynadım ve bir de gol attım.

Afbeelding met persoon, sport, gras, buitenshuis Automatisch gegenereerde beschrijving

Afbeelding met Menselijk gezicht, kleding, persoon, stropdas Automatisch gegenereerde beschrijving

Real Madrid’in teknik direktörü Miguel Munoz, miyonlarca futbolseverin kalplerinde yer tutat Real Madrid’i defalarca şampiyon yapmıştı.

Afbeelding met persoon, tekst, kleding, krant Automatisch gegenereerde beschrijving
Spor muhabirliğim, sadece futbol ile sınırlı değildi tabii. Ünlü boksör Muhammed Ali’yi mağlup eden Joe Fraizer ile de görüşmem olmuştu. Fraizer, Hürriyet’te yayınlanan fotoğraflarını gördükten sonra, ‘Allah Allah, demek ki Türkiye’de de bu kadar ilgi görmüşüm ha?’ demişti.

Afbeelding met krant, tekst, Krantenpapier, Nieuws Automatisch gegenereerde beschrijving1976’da Yugoslavya’da yapılan Avrupa Futbol Şampiyonasından bir Hürriyet kupürü.

Değerli Okurlarım,
Ünlü futbol adamları ile yaptığım görüşmelerin fotoğrafları o kadar çok ki, hepsini bu yazıya eklemeye kalkışırsam, web sayfamı çökertebilirim. En azından daha 100 ünlü ile görüşmelerimi ve fotoğraflarımı ekleyebilirim. Bu fotoğrafları ilhankaracay.com sayfasında bulabilirsiniz.

Mersin nostaljilerinden kesitler…

İlhan KARAÇAY derledi:

Dünyanın dört bir yanında doğmuş ve o yörede büyümüş insanların hemen hemen tamamı, doğup büyüdükleri yerin atmosferine aşık olmuşlardır.
Kimi mahallesindeki bir ağacı, kimi dostlarını, kimi de sosyal ve kültürel ilişkilerini özler.
‘Benim memleketim gibisi yok’ diyenler çoğunluktadır.

Örneğin, benim eşim Jeanne, doğup büyüdüğü Hollanda’nın Vogelenzang (Ötüşen kuşlar) köyüne her gidişimizde, iki tarafı gök kubbesi ağaçlarla dolu olan yoldan geçerken, ‘Kendimi cennette hissediyorum’ der.

Ben de, gemi ile limandan ayrılırken gördüğüm palmiye ağaçlarından doğan manzarayı unutamadığım Mersin’e istinaden, nerede bir palmiye ağacı görsem ‘Cennetteyim’ derim.

Herkesin kalbinde, kendi doğup büyüdüğü yer, geniş bir yer kaplar.
Herkes, doğup büyüdüğü yer ile övünür ve över.
Ne var ki, bazıları olaya değişik yönlerden bakıp değerlendirme yapar.
Örneğin ben.
Doğup büyüdüğüm Mersin’e (Aslında 25 yılım Mersin’de, 56 yılım Hollanda’da geçti) çok taraflı değerlendirmeler ile bakarım.

Pek çok Mersinli, Mersin’i yazmıştır.
Mersinli olmayıp, araştırdıkları bu kenti överek yazanlar da olmuştur.
Hepsinin kaleminden ballar akmıştır.

İşte şimdi ben de, bir İçel aşığı olarak, Mersin’i yazmaya karar verdim.

Mersin’de fenomen olan insanlardan söz etmeden önce, isterseniz Mersin’in tarihi ve coğrafi konumuna bakalım:

Biliyorsunuzdur, Adana, Konya ve Antalya illeri üçgeninde bulunan vilayete İçel adı verilmişti.

1936 yılında Köy olan yerin adı Mersin’di. 1852’de Nahiye oldu. 1864’te Kaza, 1888’de Liva olan Mersin, 1924 yılında Vilayet (İl) oldu.

Nasıl olduysa, 1933 yılına gelindiği zaman, Silifke ile birleştirilerek İl adı İçel olarak değiştirildi. Tabii ki Merkez Mersin olarak kaldı.

Rahmetli Avukat Şinasi Develi, Kenan Kayaselçuk ve Kemal Gülenler gibi dostlar, Mersinliler’in hiç beğenmediği ve sevmediği İçel adından kurtulmak için çok mücadele ettiler.
Mersin adının, bu yörede ‘murt’ denilen bir bitkiden kaynaklandığı söylenir. Ama durum öyle değildir.
Araştırmacı yazar Sait Uğur bu konuda şöyle diyor: ”Mersin’e Mersin denilmesinin sebebi, şimdiki Mersin şehrinin yakınlarında eskiden MERSİNLİ adında bir aşiret varmış. Bu aşiret Türkistan’dan gelen aşiretlerdenmiş. MERSİN adı ile Anadolu’da daha yedi, sekiz adet köy vardır ki, MERSİN adı bu Mersin adındaki Türk Oymağının adına göre konmuştur. Yoksa Mersin’deki Mersin ağacından dolayı buranın adı MERSİN konmuş değildir.”

Mersin, 2 Eylül 1993’te çıkarılan 504 sayılı kanun hükmünde kararname ile büyükşehir unvanı kazandı. Haziran 2002’de ilin İçel olan adı, Mersin olarak değiştirildi. 2004 yılında çıkarılan 5216 sayılı kanun ile büyükşehir belediyesinin sınırları valilik binası merkez kabul edilerek yarıçapı 30 kilometre olan dairenin sınırlarına genişletildi. 2012 yılında çıkarılan 6360 sayılı kanun ile 2014 Türkiye yerel seçimlerinin ardından büyükşehir belediyesinin sınırları il mülki sınırları oldu.

Şehrin bugünkü durumuna gelmesinde, şu anda azınlık olsalar da Hıristiyan Levantenlerin önemi yadsınamaz. Şehirde halen Levantenlere ait iki katedral bulunmaktadır: Latin-İtalyan Katedrali ve Arap-Ortodoks Katedrali. Ayrıca şehrin kuzeyine Rumlar için bir kilise yapılması da gündemdedir.

Liman, Mersin ekonomisinin dayanak noktasıdır ve Türkiye’nin dünyaya açılan kapısı durumundadır.
Doğu Anadolu, Batı Akdeniz ve İç Anadolu’daki fabrika ve ticaret firmaları ithalat ve ihracatını Mersin üzerinden yaparlar.

Türkiye’nin en büyük ikinci Serbest Bölgesi olan Mersin Serbest Bölgesi burada kurulmuştur ve 433 şirkete ev sahipliği yapmaktadır. İşleticisi MESBAŞ’tır. Mersin-Tarsus Organize Sanayi Bölgesi’nde 150’ye yakın firma faaliyet göstermektedir.

Mersin’de iş merkezlerinin çokluğu, nakliye ve gümrük firmalarının sayıca fazlalığı bu yüzdendir. Mersin Serbest Bölgesi de benzer özellikleri ile Mersin ve ülke ticaretinde önemli bir yer tutar.

Günlük hayatın vazgeçilmezlerinden olan alışveriş merkezleri, Mersin’de yatırımlarını sıklaştırmaktadırlar.
2009 yılında Avrupa’nın en iyisi seçilen Forum Alışveriş Merkezi, Marinavista, Beymen Mall, PalmCity ve Sayapark AVM, Soli Center, Mersin Marina AVM, Tarsus Avm vb. Ticaret merkezleri, Mersin’de çoğalmaktadır. 2009 yılında Multi Turkmall tarafından yapılan Forum Mersin Alışveriş ve Yaşam Merkezi, Avrupa’nın en büyük perakende organizasyonu, Uluslararası Alışveriş Merkezleri Konseyi(ICSC) tarafından Avrupa’nın en iyi alışveriş merkezi seçildi.

Erkek nüfusunun %80’i ve kadın nüfusunun %69’u istihdam ediliyor. İşsiz nüfus yaklaşık %7’dir.

Hızla hayata geçirilen GAP, Ataş Rafinerisi ve sahip olduğu geniş hinterlandı sayesinde Mersin Limanı, Türkiye’nin konteyner hacmi bakımından ikinci, kargo tonajı bakımından altıncı büyük limanıdır.

Türkiye’nin en önemli iç turizm merkezidir. Son yıllarda turizmde yapılan atamalar ve sahile yapılan yeni otellerle Türkiye’nin yeni turizm bölgesi olma yolundadır. Yat turizminin gelişmesi amacıyla uluslararası standartlara uygun 500 yat bağlama ve 300 yat karaya alma kapasiteli Mersin Ana Yat Limanı tamamlanmış olup ihaleye çıkılmıştır. Mersin coğrafi açıdan lojistik merkez özelliğine sahip bir kenttir. Halihazırda bulunan liman, demiryolu taşımacılığının yanı sıra, karayolu taşımacılığında da Mersin önemli bir noktadadır. Mersin Büyükşehir Belediyesi, Uluslararası Nakliyeciler Derneği ve Mersin Valiliği ile ortak olarak Mersin Lojistik Merkezi’ni kurma çalışmalarını tamamlamak üzeredir. Doğu Anadolu, Batı Akdeniz ve İç Anadolu’daki şirketler ithalat ve ihracatını, Mersin üzerinden yapar. Mersin’de iş merkezlerinin çokluğu, nakliye ve gümrük firmalarının sayıca fazlalığı bu yüzdendir. Mersin Serbest Bölgesi de, benzer özellikleri ile Mersin ve ülke ticaretinde önemli bir yer tutar. Yapıldığında Türkiye’nin en uzun binası konumundaki Metropol Ticaret Merkezi 52 katlıdır ve Akdeniz ilçesindedir

Tarım

2004 yılı verilerine göre, Mersin’de arazi varlığının takriben yüzde 55’i orman ve fundalık arazi, yüzde 35’i işlenen arazi, yüzde 4 civarı çayır ve mera, geri kalan araziler ise yerleşim alanı veya tarıma elverişsiz alanlardır.

Mersin’de üretilen Anamur muzu dünyaca ünlenmiştir. Tarıma dayalı sanayi gelişme göstermektedir. Mersin merkezde kayısı, ceviz, kiraz, şeftali ve sebze yaygın olarak üretilirken son yıllarda tropikal meyve ve sebzeler de üretilmeye başlanmıştır. Batı Mersin’de daha çok Anamur, Bozyazı, Aydıncık, Silifke ve Erdemli ilçelerinde muz, turunçgiller, çilek, papaya, pepino, ananas,salatalık ve domates yetiştirilmektedir.

Nostaljinin Mekkesi Mersin

Hürriyet’te ‘Terz Yüzü’ adlı köşesindeki yazıları ile büyük beğeni kazanan dostum ve hemşehrim Özdemir İnce, bir yazısında çok güzel örneklemeler yaparak Avrupa Birliği’nin dayatmacılarına yüklenmiş.

Özdemir İnce, yazısına şöyle başlamış:

“Mersin’de benim yeniyetmeliğimde bir tekerleme vardı, insanlar bununla birbirlerine takılırlardı.

Daha sakalı çıkmamış bir delikanlı, sarı burma almak için tatlıcının seyyar tezgahına yanaşıp ‘Haji datli gaj bara’ diye soruyor: (Hacı, tatlı kaç para?)

‘Ülek sen barlak şujuk isdemez bara’ diyor. (Sen parlak çocuk, istemez para)

Burada bir sulu takılmanın ötesinde bir başka mesaj var.

Türkiye’nin her ne pahasına olursa olsun, tarihini, coğrafyasını, ulusal onurunu, güvenliğini ve bütün kaynakları bir bilinmeze takas ederek Avrupa Birliği’ne girmesini savunanlar, herkesin Avrupa tatlıcısına “Haji datli gaj bara” diye sormasını istiyorlar. Bu da yetmiyor, tatlıcının yanıtının da “Sen barlak şujuk istemez bara” olması için yapılması gereken jest ve mimikleri tarif ediyorlar.

Ne büyük bir tesadüf ki, Özdemir İnce’nin bu yazısını çarşamba sabahı Mersin’de okudum. Salı günü Amsterdam Schiphol Havaalanı’nda aldığım Hürriyet’i gecelediğim Mersin Hilton’da sabah saat 06.00’da okurken gözlerim doldu.

İsterseniz, Özdemir’in tam bir Arap şivesi ile yazdığı espriye bir açıklık getireyim.

Mersin’de “sarı burma” denen tatlı çok meşhurdur. Tıpkı “tantuni kebap” gibi…

Bir genç oğlan tatlıcıya yanaşmış ve “Hacı, tatlı kaç para” diye sormuş.

Tatlıcı da “Ulan, sen parlak bir çocuksun, istemez para” diye yanıt vermiş.

Gerçekten de, köklü Mersinliler’in diline pelesenk olan bu tekerlemenin kahramanlarını ben şahsen tanıyorum. Mersin’de tüm seyyar satıcılara tatlı veren Beddur isimli bir usta vardı.

Arap kökenli Beddur, Türkçeyi Arapça gibi konuşurdu. Beddur’un tatlı yaptığı çardağa gitmek için önce bir mezarlıktan yürünürdü. Ama yürünen saat gecenin yarısından sonraydı.

O zamanlar pavyonların dışında bir eğlence yeri yoktu. Cafe, bar, pastane gibi yerler de yoktu.

Gençlerin bir hamam sefası, ardından da işkembe çorbası sefası vardı.

Gençlerin bir çoğu da Beddur’a giderdi.

Beddur’un önceden hazırladığı tatlı hamurunu, çok becerili bir şekilde yağ kazanına burma halinde döküşünü seyreden gençler, sıcak sıcak yedikleri sarı burmaları unutamazlar.

Ben de arkadaşlarım ile her gece olmasa da sık sık Beddur’a giderdim.

Beddur’a “Hacı” derdik. Bize askerlik anılarını anlatmasını isterdik. O da anlatıp dururdu.

Garp Savaşından dönüşünü anlatırdı. Trenle yaptığı yolculuğu anlatırken, “Halep indiii, Şam. Şam indii Beyrut. Beyrut indii, Antakya. Antakya indii, Adana. Adana indii, Burdur” dediği an dinleyenlerden biri “in orda vurdur” deyince Beddur çıldırırdı.

Yukarıdaki çocukça ve hatta saçmaca anı garipsenmesin. Özdemir İnce, çok güzel bir tekerlemeden söz etmiş. Ben de bu tekerlemenin kahramanını tanıtmak için Beddur’dan söz ettim.

Evet, Özdemir’in sözünü ettiği “Haji” Beddur ustadır. “Barlak şujuk (parlak çocuk) da bir arkadaşımızdı.

Mersin, gerçekten nostaljinin Mekkesidir.

Mersin’de yaşayanların anlatacakları nostaljiler ciltlere sığmaz.

Aslında Özdemir İnce, Yavuz Donat, Veysel Serçe ve Kayhan Sağlamer gibi Mersinli yazarların kaleme alacağı “Mersin Nostaljileri” adlı bir kitap satış rekoru kırar.

Afbeelding met tekening, hoed, schets, silhouet Automatisch gegenereerde beschrijving

Kimlerden söz edilmez ki Mersin’de?

60 yıl öncesinin bir Deli Kadir’i, dünya delilerine profesörlük yapacak cinstendi.

Deli Kadir, takım elbise giyer, papyon kravat takar ve fötr şapkası ile çıktığı sokaklarda yalın ayak gezerdi.

Deli Yusuf’u bilmeyen yoktur Mersin’de.

30 yıl önce vefat eden Deli Yusuf, “zır deli” denilecek cinsten bir şizofrendi. Ama buna rağmen çalışırdı. Et ve balık kurumunun arabasından kasaplara et taşırdı. “Hasta” bir İdmanyurdu fanatiği idi ama futbolu bilmez ve anlamazdı.

Sırtında 11 numaralı İdmanyurdu forması ile stadın her tarafını dolaşır amigoluk yapardı.

Bu nedenle de herkes ona “Onbir Yusuf” diye seslenerek kızdırırdı.

Deli Yusuf’tan bir nostalji:

Afbeelding met kleding, persoon, Menselijk gezicht, buitenshuis Automatisch gegenereerde beschrijving

Turgay Şeren Mersin İdmanyurdu’nun antrenörü idi. Deli Yusuf’a bir futbol ayakkabısı hediye etmişti. Yusuf bu ayakkabıları bağlarıile boynuna asarak dolaşırdı. Bir gün ünlü bir Mersinli’nin cenaze namazına katılır Deli Yusuf.

Turgay Şeren ile menajer Bayram Birinci cami dışındadır. Deli Yusuf’un namaz için eğildiği sırada, yanındaki ayakkabıları gizlice çalan Bayram Birinci, bunu yaptığına bin pişman olur. Zira ayakkabıların yokluğunu anlayan Deli Yusuf, cami içinde Allah’a ve kitaba küferederek isyan ederyuoo. Bu anı Turgay Şeren’in unutamadığı bir nostaljidir.

Afbeelding met persoon, Menselijk gezicht, kleding, person Automatisch gegenereerde beschrijving

Deli Yusuf’un bir de kardeşi vardır. Bu da Deli Ahmet, Yusuf’tan biraz daha az agresif olduğu için buna da “Beş buçuk Ahmet” derler.

Yani 11’in yarısı…

Beş buçuk Ahmet’i yazmakla tanıtmak mümkün değildir. Beşbuçuk Ahmet ancak sözlü anlatılır.

Mersin’in nostaljilerinde sadece deliler yok.

Hoş, bir de Deli Sait vardı. Bu da İdmanyurdu fanatiği idi. İddia üzerine bir tepsi baklava yer ve bir teneke su içerdi.

Mersin’in eski kabadayıları da nostaljinin kaynağı olabilirler. Doda Kazım, Mecnun Zekeriya, Hamit Bermek, Yaşar Göçer, Kel Hasan ve daha nicelerenin hikayeleri yazmakla bitmez.

Mecnun Zekeriya bir halk kahramanı idi aslında…

Karakollarda adam dövüldüğü için karakol basar ve dosyaları alıp kaçardı.

Kel Hasan, Türkiye’ye örnek bir pavyonculuk yapmıştır. Konsomatrislerin çalıştığı pavyonlarda revu kızları getirerek, sosyeteyi 1960’larda pavyona çeken adam olmuştu Kel Hasan.

Arabacı Mehmetdip, Mersin’de sözü edilen nüktedanlardandır. Çok da muziptir Mehmetdip. 1950’lerde, Mersin’deki eşcinsellerin listesini yazıp kahvehaneye astığı için tutuklanmıştı.

Mehmetdip bir fayton arabası sürücüsüydü. O zamanın taksileri olan faytonlar, genellikle kabadayı yamaklarının kullandığı lüks bir araçtı.

Afbeelding met Menselijk gezicht, kleding, persoon, collage Automatisch gegenereerde beschrijving

Lahmacuncu Tahsin, pazar yerinin ortasındaki fırınında lahmacun yapar ve pazar yeri ortasında bir tepsi içinde satardı. Halk tepsinin başına üşüşür ve istediği kadar yerdi. Maydanozlu ve limonsulu lahmacunların hesabını bilmezdi Tahsin. Kim ne kadar para verirse “Allah razı olsun baba” derdi.

Sizler için çok şey ifade etmeyeceği için Mersin’deki nostaljik isimleri sıralamamda bir yarar olmayacak. Çünkü ismini zikredeceğim kişiden bir anı da anlatmak lazım.

Böyle bir anı kitabı için kolları sıvamak lazım. Bakalım Özdemir İnce, Yavuz Donat, Veysel Serçe, Kayhan Sağlamer ve bu satırların yazarından hangisi bunu gerçekleştirecek?
Mersin nostaljileri mutlaka top seller olur.

“ÇOK ŞIK GİYİNEN, VATANDAŞTAN SAYGI GÖREN KABADAYILARIMIZ VARDI”
Mersin’in 1960’lı yıllardaki nüfusunun 60 bin civarında olduğu bilgisini de veren Ölçer, o yıllarda Kel Hasan (Mazhar) tarafından açılan ve ailelerin gittiği White Horse (Beyaz At) adlı gece kulübünün Mersin’de en çok ses getiren gelişmelerin başında geldiğini vurguladı. Mersin’de yaşayanların o yıllardaki en büyük eğlencelerinden birinin de sinemalar olduğuna işaret eden Ölçer, yazlık ve kışlık sinemaların her daim dolu olduğunu dile getirdi. Kentin çok renkli kabadayıları olduğuna da değinen Ölçer, “Mersin kenti asude bir yaşam sürmesine karşın kabadayıları ile de ünlüydü. Ben tanıma fırsatını bulduğum kabadayıların insani yönlerini çok iyi ortaya koyduklarını birçok olayda müşahede edenlerden biri oldum. Bunların pek çoğu Yeni Mahalle kökenli idi. İskarvel Ali, Benli Kenan, Yaşar Göçer, Dodo Kazım, Nedim Görman ve Fedai Mustafa, hem çok şık giyinirler, hem de kimseye pek kötülükleri olmazdı. Kendi raconlarına bakarlar, vatandaştan da saygı görürlerdi. Bunların pek çoğu o yıllarda benim plakçı dükkanımın sadık müşterileri arasında yerlerini alırlardı. Onların mekanları yaylalar ve kulüplerdi. Kendi yasaları ile birçok mahalle ve sokağı korurlardı” ifadelerini kullandı.

20’yi aşkın kasabın yer aldığı Kasaplar Çarşısı’na ilişkin anılarını aktaran Ölçer, Mersin’in önde gelenlerinden de kesitler sunarak, şunları söyledi: “Mersin’den kimler geldi, kimler geçti bir bilseniz. Pozcular, Sabuncular, Arap Ağalar, Merzeciler, Karamehmetler, Oklar, Hayfaviler, Sıdalılar, Levantiler, Butroslar, Özcanlar, Turşucu Haliller, Seydaviler, Helvacı Antalyalılar, Ninolar, Budurlar, Sevimler, Arap Zekalar, Dado Doğanlar, Tekgüçler, Dumaniler, Toroğlular, Dr. Kayhan Oktarlar, Eczacı İrfan Tankutlar, gazeteci Tufanlar, Sarı Hilmiler, Kânunlar, Hayfaviler, Terzi Raşeler, Madam Olgalar, Gömlekçi Selahattinler, Mobilyacı Muharremler, Dondurmacı Haliller, Hamamcı Meşluşlar, Arabacı Tahsinler, Kebapçı Cibeyliler, Lokantacı Abdi Ustalar. Bunlar belleğimde kalabilenler.”


EN BÜYÜK AŞKLAR ÇAMLIBEL AŞIKLAR PARKI’NDA BAŞLARDI

Çamlıbel Aşıklar Parkı’nın kendisinde bitmeyen anıları olduğunun altını çizen Ölçer, “Hâlâ 40 yılı aşkın bu semtte oturuyorum. Etrafı Levantenlerin taş ve bahçeli evlerinin sarmaladığı Çamlıbel’de, ağaçların eğilip, yola sarkıttığı yeşil dalların altında buluşurdu o yılların gençleri. En büyük aşklar orada başlardı. Etraftaki portakal ağaçlarının kokusuna yasemin de katılırdı” şeklinde konuştu.

Ölçer, Uray Caddesi’ne ilişkin de şu bilgileri verdi: “Mersin’in en büyük tüccarlarının sıralandığı cadde idi. Gazioğulları, Miskaviler, Turanlar, Ergençler, Levantiler, Sorsuklar ve irili-ufaklı pek çok tüccarın yer aldığı eski taş binalar hala eskinin gizemini korumaktadır. Bu cadde üzerinde yer alan ve hala faaliyetini sürdüren Asmalı Kahve, günümüze kadar uzanan Uray Caddesi’nin son ayakta kalan ve tarihe tanıklık eden bir yerdir. Azakhan ise ne yazık ki, yıllardan beri önü tıkanmış, tarihle ilgisi kesilmiş ve sahipleri tarafından bir türlü ortaya çıkarılamamıştır.”
Mersin’in simgelerinden Ak Kahve ve Halkevi binasına ilişkin anılarını da anlatan Ölçer, Ak Kahve’nin kentin en çekici yerlerinden biri, Halkevi’nin ise sineması, kütüphanesi ve Mersin’in ilk dans edilen, ailece gidilen, nişanlara, düğünlere tanıklık eden Belediye Bahçesi ile kente büyük prestij kazandırdığını sözlerine ekledi.

Mete Ölçer, anılarını anlatırken Karaçay kardeşleri unutmuştu tabii.
Hüseyin, Zekeriya, Ayhan ve İlhan Karaçay kardeşler, Mersin’e ve Mersinliler’e kazandırdıkları Pompeipolis Turistik Tesisleri ile önemli bir hizmet sunmuşlardır. Müzikli gazinosunda, yemek müziğinden sonra danslı eğlencelere imza atan Karaçay kardeşler, her gün 2 bin kişinin yararlanabildiği bir halk plajı ile, Mersinliler’e en iyi hizmeti vermişlerdir.
Ayrıca, Karaçay kardeşlerin Hamidiye mahallesindeki sosyal ve kültürel etkinlikleri de, sitayişle söz edilmesi gereken gelişmelerdir.

Hamidiye mahallesi denilince akla gelen diğer bir aile de, ‘Tanışlar’ olmalı.
Yunus Tanış’ın çocukları Sabahattin, Rıfat, Kemal, Celal, Nuri, Fahri ve Cemo Tanış, Mersin’in saygın kişileridir.

(Selçuk Ölçer’i 2015 yılında kaybetmiştik)

MURT (MERSİN) BİTKİSİ

Murt rakımı yüksek olan yerlerde yetişmeyen, yaprağını dökmeyen Akdeniz bölgesinin özellikli maki türlerindendir. Farsça “mürd” sözcüğü Türkçede murt olmuştur. Orijinal adı Myrtus communis’tir. Sözcüğün aslı Yunancadır. Mort, murt, sazak ağacı olarak da bilinir. Mersingiller familyasındandır. Çok çeşidi vardır. Çeşitlerinin genel adı da Mersin’dir. Kaynaklarda bitkinin ana yurdunun Amerika, Avustralya, Yeni Zelanda olduğu ifade edilmektedir. Bodur bir maki olmasına rağmen budanırsa boyu 2,5 metreye kadar uzar. Asıl adı Myrtus communis olan bizim de hambeles – murt dediğimiz bitki Akdeniz sahillerinde çokça yetişir. “Üst yüzeyinde pek çok saydam nokta (yağ bezeleri) bulunan yaprakları sert, meşinimsi, kenarları düz, küçük, üzeri koyu yeşil, altı daha açık yeşil, ortası çizgilidir”. Her mevsimde yeşilliğini koruması çevresine ayrı bir güzellik katar. Yurt genelinde mersin olarak bilinmesine rağmen Akdeniz sahillerinde hambeles ve murt olarak tanınır. Hambeles Arapçadır. Murt yaprağına ‘bahar’ diyen yerlerde vardır.

Murt yaz ortasında çiçek açmaya başlar. Çiçeği beyaz, erkek organı ise altın rengindedir. Çok güzel kokar. Çiçekleri yuvarlak kesitli, dalları kırmızımtıraktır.Bitki ikinci yılında dal budak salarak odunlaşmaya başlar. Odunlaşan dallar bej rengini alır. Başlangıçta etli ve beyaz olan meyveleri olgunlaştıkça koyu mavi-siyah renge dönüşür. Dalları, yaprakları, meyvesi çok hoş kokar. Döktüğü tohumlarla kendiliğinden ya da gövde çelikleriyle ürer. Yaprağında, çiçekli dallarında, reçine, acımtırak maddeler, uçucu yağlar, meyvesinde ise bol miktarda A vitamini, tanen, şeker ve asit vardır. Taze yapraklar defneyaprağı gibi etli yemeklerde kullanılarak çeşni katması sağlanır.

ATATÜRK VE MERSİN

Akdenize sahip çıkalım !

Atatürk’ ün yurt gezilerinde Mersin ve Mersinlilerle ilgili önemli birkaç özellik vardır. Atatürk’ ün Mersin ziyaretlerinden söz ederken değinilmeyen bu özelliklerin üzerinde durmak gerektiğine inanıyoruz. Anadolu kentlerine yaptığı gezilerinde İstanbul ve İzmir dışında hiçbir kent, bu onuru tadamamıştır.

1- Atatürk, Mersin’ e (beş ziyareti uğrayıp geçmek de olsa) on defa gelmiştir.

2- Atatürk dört ziyaretinde toplam 16 gece Mersin’ de yatılı konuk olmuştur.

3- Atatürk son yurt gezisini Mersin’e yapmıştır. (20 Mayıs 1938).

4- Atatürk’ ün, yurt gezilerindeki söylevleri arasında, ad belirterek yaptığı ilk konuşması Mersinliler’e hitabıdır. İzmir Milli İktisat Kongresinden (17 Şubat -4 Mart 1923) sonra eşiyle yaptığı ilk yurt gezisinde, ekonomik özellikler taşıyan Mersin’in değeri ve önemi konusunda uyarma amacı taşıyan bu ziyaretini (17 Mart 1923), Mersinliler her yıl “Atatürk Bayramı” olarak coşkuyla kutlamışlardır. Diyebiliriz ki yurdumuzda sürekli olarak kutlanan tek yerel ”Atatürk Bayramı” Mersin’ dedir.

5- Mustafa Kemal Paşa, Adana’ da kısa süren (31 Ekim-IO Aralık 1918) Yıldınm Orduları Grup Komutanlığı sırasında Mersin’de bir gece konuk olduğu ziyaretinde (5 Kasım 1918) işgalde alınacak önlemleri bildirmiş ve ”asıl mücadele şimdi başlıyor” uyarısında bulunmuştur. ”Bende milli mücadele fikri Adana’ da doğdu” diyen Atatürk’ ün Mersin’deki uyarısı dikkat çekicidir.

6- Atatürk, sohbetlerinde ”hayatta karşılığını bulamadığım sözlerden biri” diyerek anımsadığı cevabı, Mersin’ deki bir sorusuna karşı duymuştur.

7- Atatürk, Mersinlilere kırgınlığını, anlamlı bir davranışıyla belli etmişti.

17 Mart 1923 ziyaretinde trenden inerken Gazi biraz tedirgin , Mersinliler de oldukça mahcup haldeydiler. Birinci Büyük Millet Meclisinde ”İkinci Grup” muhalefet hareketinin liderlerinden Mersin Milletvekili Çolak Selahattin Bey’ in muhalif girişimlerine Mersin ve İçel (Silifke) milletvekillerinden bazıları destek vermekteydiler. Birkaç ay öncesi, Devlet Başkanlığı seçiminde Gazi’ nin (muhalifleri Gazi hitabını ısrarla kullanmıyorlar , sadece Paşa diyorlardı) seçilmesini önlemek için ”doğum yeri ve bir yerde sürekli ikameti” bahanesiyle verdikleri önergeye Mersin ve İçel (Silifke) mebuslarından bazıları imza koymuşlardı.

Gazi Mersinlilerin coşkun ilgisinden memnun kalmasına karşın, yatılı konukluğu için ısrarlı ricaları reddetmiş fakat Tarsus’ ta iki gece konuk olmuştur.

MHP Genel Sekreteri İsmet Büyükataman, “Başkanlık Tasarısı”ndaki değişikliğe ilişkin açıklama yaptı. AKP-MHP’nin tasarısının ilk halinde, Cumhurbaşkanlığı seçilme yeterliliği için “Doğuştan Türk vatandaşı olanlar arasından” hükmü yer alıyordu. Bu durum yurt dışında doğan Türk vatandaşlarının Cumhurbaşkanı adayı olmasını engelliyordu. Bunun üzerine tasarının ilgili hükmü, “Türk vatandaşları arasından” şeklinde değiştirildi.

Bu değişiklik üzerine MHP’ye yapılan eleştirilere, MHP Genel Sekreteri İsmet Büyükataman yaptığı açıklamayla yanıt verdi. Açıklamasında, “Anayasa değişikliği teklifinde seçilecek cumhurbaşkanı için ‘Doğuştan Türk vatandaşı olanlar arasından’ hükmü, ‘Türk vatandaşları arasından’ şeklinde değiştirildi.” şeklinde ifadeler kullanan İsmet Büyükataman, “Bununla ilgili partimiz acımasızca eleştirilmektedir. Turancı bir partinin bu teklife evet demesi mümkün değildir. Bizi bu konuda eleştirenlerin samimi olmadığı kanaatindeyiz.” dedi.

MHP’li Büyükataman açıklamasının devamında değiştirilen yeni metne sahip çıkarak, Atatürk’e kurulan bir tuzağı örnek gösterdi. Açıklamanın devamı şöyle:

“Yukarıdaki teklifin ilk haline göre Türkiye’de doğmuş bir Rum ya da Ermeni Cumhurbaşkanı olabilecekken Yunanistan’da ya da Azerbaycan’da doğmuş ve daha sonra Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığına geçmiş bir Türk Cumhurbaşkanı olamayacaktı.

Yakın tarihimizde Atatürk’e kurulan bir tuzak vardır. 2 Aralık 1922’de, Erzurum Mebusu Süleyman Necati (Güneri) bey ve arkadaşları (Mersin Mebusu Selahaddin Bey, Canik Mebusu Emin Bey) İntihabı Mebusan (Milletvekili Seçilme) Kanununda değişiklik yapılmasında dair 2/603 sayılı kanun teklifi verdiler. Kanun teklifinin 14. Maddesi şöyle diyordu: “Büyük Millet Meclisine âza intihab olunabilmek (üye seçilebilmek) için Türkiye’nin bugünkü hudutları dâhilindeki mahaller ahalisinden olmak meşruttur veya daire-i intihabiye (seçim çevresi) dâhilinde mütemekkin olmak meşruttur (ikamet ediyor olmak şarttır). Ondan sonra muhacereten gelenlerden Türk ve Kürtler tarihi iskânlarından (iskân tarihinden) itibaren beş sene mürur etmişse (geçmiş ise) intihab olunabilir (seçilebilir).” Kısacası, kanun teklifi kabul edilirse mebus (milletvekili) olmak isteyenlerin, o günkü Türkiye sınırları içinde doğması veya Türkiye dışında doğmuş ise en az beş yıl Türkiye sınırları içinde ve o seçim çevresinde ikamet etmiş olma şartı getirilmiş olacaktı. Bu teklife göre Selanik’te doğmuş olan ve Trablusgarp savaşından beri ömrünü cepheden cepheye koşarak geçiren, bir yerde bırakın beş yılı birkaç aydan fazla bile kalamayan Mustafa Kemal’in mebus olabilmesinin önüne geçilebilecekti.

Mustafa Kemal Paşa bunun üzerine mecliste tarihi bir konuşma yapmıştır.
Merak edenler TBMM tutanak arşivlerinde bulabilirler.

******************

Afbeelding met Menselijk gezicht, kleding, persoon, muur Automatisch gegenereerde beschrijving
Yavuz NUFEL schreef:

ZO’N İLHAN KARAÇAY !!!

Een man die 57 jaar van de 60-jarige geschiedenis van de Turkse arbeidsmigratie naar Nederland heeft meegemaakt, een journalist, een man in wie het gezegde ‘mijn leven zou een roman zijn’ betekenis vindt.

Zo’n Ilhan Karaçay dat terwijl hij in Nederland het nieuws achterna zat, ik hem leerde kennen door zijn nieuws te lezen in Pendik, Istanbul…

Ik had net de lagere school afgemaakt en werkte als schoenpoetser, en aan de andere kant werkte ik als hangjongen in de koffieshop onder de centrale moskee van Pendik, waar ik thee bracht aan de winkeliers. In die tijd werkten kinderen tijdens de zomervakantie van vier maanden voor een winkelier om hun schoolkosten te betalen en bij te dragen aan het gezinsbudget. Rechten op kinderarbeid bestonden niet, niemand wist zelfs maar dat er zoiets bestond. Kinderen werkten 4 maanden lang zonder zelfs maar het weekend te kennen, laat staan dat ze ergens naartoe gingen voor de zomervakantie.

Zo bracht ik mijn zomers door, vanaf begin jaren 70 tot ik mijn middelbare school afmaakte.

Naast schoenenpoetsen en schoenen ophangen was ik nieuwslezer. Er waren nog geen televisies. Die waren er wel, maar toen ik İlhan Karaçayı leerde kennen, waren de testuitzendingen net begonnen en tv-antennes waren te zien op de daken van 5-10 huizen in Pendik.

De vaste klanten van het koffiehuis waar ik als beul werkte waren oude mensen, die in de vroege ochtend kwamen en aan het eind van de middag naar huis gingen. Ze luisterden elk uur naar het “agentschap” (nieuws) op de transistorradio.

Omdat geen van de 4-5 oude mensen die elke ochtend kwamen, kon lezen en schrijven, gaven ze me de kranten die naar het koffiehuis waren gebracht (de handtekening van de journalist werd aan het begin van het nieuws gezet) en lieten ze me de kolommen lezen, de derde pagina met moordnieuws, pehlivan teasers. In die tijd stonden de Deniz Gezmişs, premier Nihat Erimler, het Memorandum van 12 maart op de agenda…

Toen ik de kranten in die jaren las, was de tweede zin na de kop “İlhan Karaçay doet verslag vanuit Nederland”.

Er waren zeer weinig dagen zonder nieuws. Een van de nieuwtjes die ik niet kan vergeten was de moord op een andere expatriate door een expatriate na het Eid gebed in Rotterdam. De oude mensen maakten weinig opmerkingen. “Je gaat daarheen om geld te verdienen en vermoordt een man na het Eid-gebed op een dag waarop alle wrok is bijgelegd…”.

Een ander nieuws dat ik niet kon vergeten was de aanval van Nederlanders op de huizen en werkplekken van Turken in Rotterdam, die leek op een burgeroorlog. Opnieuw maakten de commentatoren zulke opmerkingen dat ze de schuld legden bij onze expats die het slachtoffer waren en gewond raakten.

Kort nadat ik in Nederland aankwam, ontmoetten we İlhan Abi. Hij schreef over die kwestie, het is absoluut waar. Wie nieuwsgierig is kan het vinden, het staat op zijn pagina’s. Toen werden we broer en zus, we renden samen achter nieuws aan, we reisden samen.

In het 40e jaar van de migratie, schreef ik zijn verhaal en filmde zijn leven in de documentaire “Het Epos van Mavi”. Is het genoeg, het is niet genoeg, want “Zo’n İlhan Karaçay,” 60 jaar na de migratie, kan niet worden geschreven zonder degenen die het weten te herinneren en degenen die het niet weten te vertellen.

Wat ik altijd zei, “Het zou onmogelijk zijn om niet te schrijven”, het zou inderdaad onmogelijk zijn om niet te schrijven in het 60e jaar van de migratie. We hebben gecompileerd, verzameld en geschreven…

Het werk en de tijd om te schrijven is aan mij, de nieuwsgierigheid en tijd om te lezen is aan jou…

ZO’N İLHAN KARAÇAY !!!

Met zijn 57 jaar ervaring vervult İlhan abi, die de subtiliteiten en de kracht van het vak op de beste manier heeft begrepen, bekend om zijn unieke interviews en moedige nieuws in het verleden, perfect zijn missie om de stem van de burgers in Nederland te zijn, terwijl hij waardering en respect afdwingt met de informatie en analyses die hij over elk onderwerp geeft.

Mijn collega broer İlhan Karaçay, is mijn favoriete journalist die in Nederland woont, heeft jarenlang de heiligheid en sublimiteit van de journalistiek vakkundig weergegeven. Met 57 jaar ervaring is İlhan Karaçay een man die de subtiliteiten en de kracht van het vak op de beste manier begrijpt.

Zijn unieke interviews en moedige nieuwsreportages in het verleden bieden een diepte en onpartijdigheid die vandaag de dag zeldzaam is.

Terwijl İlhan Karaçay zijn missie om de stem van de burgers in Nederland te zijn perfect vervult, wint hij waardering en respect met de informatie en analyses die hij over elk onderwerp geeft.

Met het vorderen van zijn leeftijd heeft deze waardevolle collega-broeder, die zich verder heeft verdiept in de journalistiek, nooit zijn vastberadenheid en leergierigheid verloren, zoals Goethe zei: “Ik ben zeventig jaar oud, maar ik heb nog veel te leren”. De inhoud die hij de afgelopen maanden heeft gepubliceerd en de lof die hij zowel in binnen- als buitenland heeft ontvangen, laten eens te meer zien wat een belangrijk figuur hij is. Veel media prijzen zijn indrukwekkende werk en eerlijke journalistiek.

Karaçay’s meesterschap en indrukwekkende persoonlijkheid op het gebied van journalistiek is meer dan alleen een carrière, het is een nalatenschap en een bron van inspiratie. Zijn ervaring en wijsheid zullen niet alleen de huidige, maar ook toekomstige generaties blijven verlichten.

Karaçay’s pioniersrol in de journalistiek beperkt zich niet tot het verslaan van het nieuws; hij heeft ook het vermogen om samenlevingen te transformeren. Door de jaren heen heeft Karaçay een voorbeeld gesteld met zijn inzet voor waarheid en gerechtigheid, handelend met een sterk gevoel voor ethiek. Zijn moed en vastberadenheid weerspiegelen zijn streven om zijn missie om de stem van het volk te zijn volgens de hoogste normen uit te voeren. Daarom moet niet alleen in Turkije en Nederland, maar over de hele wereld de naam van Karaçay worden geëerd en zijn werk worden beloond.

Afbeelding met kleding, persoon, hemel, person Automatisch gegenereerde beschrijvingİlhan Karaçay met Yavuz Nufel op het terras van zijn huis in Mersin

Het nieuws en de artikelen van İlhan Karaçay beperken zich niet alleen tot Turkije en Nederland, maar bereiken ook een breed internationaal publiek. Als resultaat van een ongelooflijke inspanning worden zijn artikelen rechtstreeks verzonden naar 27 duizend e-mailadressen, waarvan vijfduizend media, en naar duizenden WhatsApp- en Messenger-gebruikers. Daarnaast worden ze ook gepubliceerd op de sociale mediaplatformen Facebook, LinkedIn en Twitter.

Afbeelding met tekst, schermopname, Lettertype, ontwerp Automatisch gegenereerde beschrijving

Dit enorme netwerk zorgt er ook voor dat de teksten van Karaçay op honderden nieuwsportalen verschijnen. Dit alles is een sterke aanwijzing dat de werken van Karaçay niet alleen indrukwekkend zijn, maar ook op recordniveau worden gebruikt en verspreid. Door zo’n groot publiek te bereiken, toont Karachay zijn potentieel om echte verandering teweeg te brengen in samenlevingen en de wereld.

Om Karaçay beter aan u voor te stellen, presenteer ik mijn eerder gepubliceerde artikel getiteld ‘Ik heb İlhan Karaçay zijn verleden onder ogen laten zien’ en mijn interviews getiteld ‘Levende geschiedenis wiens naam met Nederland wordt vereenzelvigd: İlhan Karaçay’ en ‘Nederland zou Turkije voor veel dingen dankbaar moeten zijn’.

YAVUZ NUFEL CONFRONTEERDE İLHAN KARAÇAY MET ZIJN VERLEDEN

Toen ik het nieuws op sociale media zag dat İlhan Karaçay een hartaanval had gehad, pakte ik meteen de telefoon. Nadat ik het gezondheidsnieuws had ontvangen, herinnerde ik me zijn verhaal in het boek 40 Jaar 40 Mensen 40 Verhalen, dat ik ongeveer 10 jaar geleden schreef.
Toen herinnerde ik me zijn belofte aan mij.
De gezichten, portretten en verhalen in mijn boek werden één voor één minder. Eerst onze broer Ferruh Başaran, toen Mehmet Abacı en Hasan Güney…
Ik schrok van de vraag: “Oh mijn God, was Ilhan Karaçay nu aan de beurt?”
Zoals er een moment is waarop mensen naar deze wereld komen, zal er ook een moment zijn waarop ze deze wereld zullen verlaten. Het leven is zo lang als de afstand tussen deze getijden,
dus ik moest dit verhaal afmaken.

İlhan Karaçay'ı, kalp krizi geçirdikten sonra hastanede ziyaret eden Kamil Saygı ve Veyis Güngör oldu
Kamil Saygı en Veyis Güngör bezochten İlhan Karaçay in het ziekenhuis na zijn hartaanval

Hoewel sommige mensen een korte afstand hebben tussen deze twee lijnen, blijven ze mensen dienen en hun leven sturen met de herinneringen en werken die ze achterlaten na hun dood, net zoals ze grote diensten hebben bewezen aan mensen tijdens hun leven.

Aan de andere kant, hoewel de afstand tussen deze twee lijnen erg groot is, dienen sommige mensen de mensheid niet op de juiste manier terwijl ze leven, en hun namen worden na hun dood volledig van deze wereld gewist.

Sommige mensen kunnen opscheppen over hun verleden. Anderen schamen zich voor de negatieve gebeurtenissen in hun verleden. Maar het zijn mensen, ze vinden een dekmantel voor hun negatieve daden in het verleden en proberen zichzelf nog steeds te rechtvaardigen.

İlhan Karaçay, een beroemde journalist wiens naam wordt geïdentificeerd met Nederland, is een meester die echt nuttig is geweest voor de samenleving in zijn lange leven tussen geboorte en dood.

Tijdens mijn bezoek aan hem in Mersin vorig jaar, toen ik alleen was, was ik enthousiast over wat ik hoorde over İlhan Karaçay en zijn familie. De mensen met wie ik sprak in Mersin vertelden me zeer interessante en belangrijke dingen over de familie Karaçay.
Toen ik onze broer İlhan Karaçay vroeg over wat ik had gehoord, zei hij: “Ik zal je op een dag over hen vertellen Yavuz”.
Bijna twee jaar gingen voorbij. De ‘ene dag’ waar Karaçay over sprak is al aangebroken.
Ik vroeg hem:
-Broer, de dag is gekomen dat je je verleden onder ogen moet zien. Wil je me over je verleden vertellen?
İlhan broer antwoordde:

– “Yavuz, net zoals je mijn levensverhaal in Nederland hebt geschreven, zul je mijn confrontatie met mijn verleden schrijven. Wacht nog even.”

Na nog iets langer te hebben gewacht, kreeg onze broeder İlhan een hartaanval.
God spaarde hem voor ons.
Toen nam ik de telefoon op en deed de volgende klacht:
‘Broeder, God hebbe je ziel, ik hoop dat je nog lang leeft.
Maar ik denk dat het dringend is om je verleden onder ogen te zien.’
İlhan zei meteen ‘OK’.

Vanaf de dag dat hij werd geboren tot vandaag, kennen de meesten van ons delen van zijn leven tussen twee punten op de een of andere manier. Ik ben van plan om te ontrafelen, te leren en te schrijven over de dikte van die lijn die we niet kennen. Want er waren veel aspecten van zijn leven die we niet wisten. En het leven was behoorlijk wreed. God verhoede, als er op een dag plotseling iets met een van ons zou gebeuren, zou dat verhaal onvolledig zijn…

Nadat ik hem gebeld en gesproken had toen hij in het ziekenhuis lag, schoot me het volgende gedicht te binnen.

Als het vandaag nog niet gezegd is,
dan moet het nu gezegd worden!
Tussen twee stippen,
Het leven is geen lijn;
maar het is slechts zo dik als de lijn…
het punt is om dwars te leven…

İlhan was een persoon die zowel dwars als tussen twee punten leefde. Kunst, literatuur, liefdes, romances, en alle mooiste dingen die voor altijd bij ons zullen blijven waren verborgen in de dikte van die lijn.
Hij had een leven dat even vol was in de breedte als in de lengte, en dit was waar ik naar op zoek was. Later hadden we een ontmoeting met hem en spraken we een lange tijd.

Ik begon te vragen:

– “Broeder, toen ik in Mersin was, hoorde ik heel belangrijke en lovende dingen over jouw familie. Hoe ben jij, het kind van een welgestelde familie in Mersin, naar Nederland gekomen en heb je je daar gevestigd?

-“Yavuz, mijn beste Yavuz, hoe ik naar Nederland ben gekomen staat in mijn levensverhaal dat ik je al heb verteld. Je kunt het vinden in je artikel met de titel ‘Zijn naam is geïdentificeerd met Nederland’. Ik denk dat je dat artikel aan het einde van dit interview zult toevoegen.”

-Welnu, broeder, wat is de bijzonderheid van uw verleden?

– “Er zijn heel heldere ontwikkelingen geweest in mijn verleden.
Terwijl mijn nieuws werd gepubliceerd in de Hürriyet krant met mijn handtekening in 8 kolommen, sprak ik ook over de hele wereld op televisie. Als mensen me zagen, gingen ze met me op de foto of kregen ze een handtekening.
Dit waren allemaal mooie ontwikkelingen waar iedereen naar verlangde.”

ILHAN3

-Heb je er ooit aan gedacht om journalist te worden toen je jong was?

“Ik schreef al toen ik jong was. Dit maakt allemaal deel uit van mijn vorige levensverhaal. Als kind van een CHP-familie schreef ik voor de krant Ulus. Later heb ik daar mijn beroep van gemaakt.
Ik zal je hierover een interessant verhaal vertellen.
Toen ik in de jaren 1970 op het hoogtepunt van de journalistiek zat, ontmoette ik een oude schoolvriend in Mersin. Hij was de zoon van een vader die eigenaar was van Naranciye tuinen en was een tussenpersoon. Tijdens ons gesprek vertelde hij me het volgende: ‘İlhan lieverd, jij was een student die niet goed was op school. Ik was een van de slimste studenten. Ik ging naar de universiteit en studeerde zelfs journalistiek. Kijk eens aan, jij, dat luie kind, bent nu een beroemde journalist geworden, terwijl ik, die journalistiek studeerde, citroenen verkoop in Mersin.’ Ik zei tegen die vriend van mij: ‘Nou, het blijkt dat je geen journalist kunt worden, je moet er een geboren worden’.”

ILHAN4

-Ze zeiden dat je zanger was in je jeugd en ik heb zelfs een document gevonden! Is dit de waarheid die ten grondslag ligt aan de waarde en het respect dat je hebt voor kunst en artiesten?

– “Ja, ik was lid van de Mersin Turkish Musical Society. We maakten elke week op zaterdag programma’s die werden uitgezonden via de gemeentelijke luidspreker. Een keer gaven we een concert in een zaal gevuld met 1500 inwoners van Mersin. In dat concert zong ik de liederen van Ahmet Kaçar en Şükrü Tunar, waarvan de tekst geschreven was door Ahmet Kaçar en de compositie door Şükrü Tunar, zoals ‘My heart remembers the lovers who left’ in de uşşak makam en Yesari Asım Arsoy’s ‘While the acacias bloom’ in de hüzzam makam.
Toen kwam ik in Istanbul terecht. Ik zong in de tent van Turan Turanlı, de man van Şükran Ay, en in het Anatolische Saz Huis in Sirkeci. Ik acteerde in films, maar niet als figurant van 10 lira, maar in rollen van 50 lira met dialoog…
In die tijd was mijn broer Zekeriya, die een sociaaldemocratische ideologie had, maar erg conservatief was,
Hij schold me uit en verbood me dit werk te doen en zei: “Zoon, ga je een minstreel worden? Nou, toen ik niet de roem kon vinden die ik zocht in het zingen, had ik het geluk om een betere roem te vinden in de journalistiek.”

-Abi, ik wil iets horen over je verleden. Laat me je dan dit vragen: welke rollen denk je dat jij en je familie spelen in de films die je kijkt?

– “Zoals ieder mens, ondanks mijn zeer rooskleurige verleden, zoek ik mezelf natuurlijk tussen de helden in films of romans.
Kenan İmirzalıoğlu, de hoofdpersoon in de Ezel-serie, en Tuncer Kurtiz als oom Ramiz hebben me bijvoorbeeld met hun rollen de confrontatie met mijn verleden aangegaan.
De hoofdpersoon Ezel was de meest volgzame jongen in zijn buurt, maar na zijn ongelukkige vrijlating uit de gevangenis, kwam hij in de wereld van het gokken dankzij oom Ramiz. In mijn kindertijd, in een groot koffiehuis dat werd gerund door mijn oudere broers, bevond ik me tussen de spelletjes Rommé of Konken, zoals in elke club en clubhuis. Maar onze spelletjes waren niet maffia-achtig gokken zoals in Ezel. In die tijd was ons koffiehuis een plek waar handelaren, ambtenaren, zakenlieden en bullebakken vaste klanten waren. Toen ik 10 jaar oud was, stond ik op een stoel en werkte ik als stoker. Ik zette koffie en thee in hete as. Ik verzamelde ‘mano’ in kleine spelletjes.”

-Was je op zoek naar de rol van Ezel?

– “Nee, ik zocht mezelf niet in Ezel, maar ik was erg onder de indruk van oom Ramiz. Want in mijn jeugd in Mersin had ik een man ontmoet met de bijnaam ‘Kikirik Baba’ en hem leren kennen. ‘Kikirik Baba’ was een van de stamgasten van ons koffiehuis. Oom Ramiz uit de film Ezel deed me altijd denken aan ‘Kikirik Baba’.

Oom Ramiz, de koning van de pestkoppen in de film Ezel, speelde de rol van een wijze man. ‘Kikirik Baba’ was ook een wijze man zoals oom Ramiz en de pestkoppen luisterden naar zijn advies.”

-Nou, broer, ik kijk naar de tv-serie “Eşkiya Bu Dünya Hükümdar olmaz”.
Om de een of andere reden komt de familie Karaçay, waar ik over gehoord heb in Mersin, tot leven in mijn ogen terwijl ik naar deze serie kijk. Kun je hier een analogie en vergelijking over maken?

– “Het zal een beetje een overdreven analogie zijn, maar ik kan op een zachtere manier met het onderwerp omgaan. Sommige rollen in de filmserie die je noemde, kan ik toeschrijven aan mijzelf en mijn familie.
De hoofdrolspelers in deze serie portretteren een familie uit het Middellandse Zeegebied.
Wij, als mediterrane familie, zouden dezelfde rol kunnen spelen.
Natuurlijk is de gelijkenis tussen de familie Çakır (zoon) uit de Zwarte Zee en de familie Karaçay uit het Middellandse Zeegebied niet zo’n opmerkelijke gelijkenis…
De familie in de film is een familie die wapens produceert en smokkelt, maar goed overweg kan met de staat. Mijn familie hield zich in het verleden daarentegen bezig met een zeer onschuldige commerciële koffiehandel.
In de jaren 1950 en 1960 was het onmogelijk om koffie te vinden in ons land. Op een gegeven moment gaf de krant Hürriyet haar lezers een zak koffie van honderd gram in ruil voor bonnen die ze had gekocht van keizer Haile Selassie van wat toen Abessinië heette.

ILHAN5

In de jaren 1960 droegen we allemaal stropdassen in de buurt, ook al poseerden we op brandhout.
In die jaren ontmoetten mijn broers, die een koffiehuis runden, een Arabier uit Beiroet
die ze hadden ontmoet. De Arabier uit Beiroet zei tegen mijn broers: “Er is geen koffie in jullie land. Wij hebben genoeg koffie. Kom, we zullen jullie koffie geven. Jullie kunnen allebei koffie naar jullie land brengen en zo geld voor jezelf verdienen.”

-Een soort smokkelaanbod dus?

– “Wij hadden geen moeder zoals de onverschrokken en gewapende Zwarte Zee-moeder in de filmserie. Onze moeder was zo timide en eerlijk dat ze flauwviel toen ze het woord ‘smokkelen’ hoorde.
Eerst: ‘Waag het niet’, zei onze moeder. Ze voegde eraan toe: “Ik zal de melk die je drinkt niet eren”. Mijn broers zeiden tegen de Arabier uit Beiroet: “Echt niet”. De Arabier uit Beiroet wilde mijn moeder ontmoeten, die heel goed Arabisch sprak. Mijn broers brachten hen samen. Toen de man de situatie aan mijn moeder probeerde uit te leggen, zei hij: “Dit is geen smokkel, maar een soort handel. Er is geen koffie in jullie land. Mensen sterven voor honderd gram koffie. Wij brengen deze koffie hierheen. Dit is geen drugs- of wapensmokkel,” zei hij.
Maar mijn moeder haatte zelfs het woord smokkel. Ze zei weer ‘Nee’.
De Arabier uit Beiroet zei: “Ik ga niet weg voordat ik je moeder heb overtuigd. Hij kwam en ging dagenlang en bracht tijd door in ons koffiehuis. Uiteindelijk wist hij mijn moeder te overtuigen. Maar mijn moeder, in een omgeving waar ik aanwezig was, liet niet na om te zeggen: ‘Als je drugs en wapens in de zaak brengt, verbied ik je om mijn melk te drinken’.”

-En toen begon de koffiehandel?

– “Ja, daarna gingen mijn broers met hun 6-7 meter lange boten naar Beiroet en kwamen terug met een paar zakken koffie. Er was zoveel vraag naar koffie dat drie of vijf zakken koffie meteen uitverkocht waren. Mijn broers verdienden een heel klein beetje geld omdat de prijzen niet astronomisch waren, maar wat ze deden was illegaal.
Op dat moment troostten we ons met de gedachte: “We gaven de mensen een goedkoop kopje koffie.” Deze handel duurde ongeveer 10 jaar.

In die tijd hebben we veel avonturen beleefd. Eén of twee keer werden we omsingeld door de kustwacht, maar we hadden geen wapens of stokken. Natuurlijk gaven we ondertussen de gelegenheid aan sommige ambtenaren die verstoken waren van een kopje koffie. Welnu, het “geven en nemen” was altijd en overal geldig.”

– Maar, broeder, je hebt ook personeel nodig om deze taken uit te voeren. Hoe heb je dat personeel gevonden?

– “Er waren veel mensen in ons koffiehuis. Jonge mannen als leeuwen die niets te doen hadden, zochten hun toevlucht bij ons. Sommigen sliepen in het koffiehuis, anderen vonden onderdak in de ongeveer 20 loodsen die we in die tijd aan Roma-migranten verhuurden. Maar het waren allemaal jonge mannen”.

Karaçay kardeşler soldan sağa: Zekeriya (Küçük Mecnun), Ayhan (Deli dolu), İlhan (bendeniz) ve Hüseyin (Aristokrat)
De broers Karaçay van links naar rechts: Zekeriya (kleine Mecnun), Ayhan (vol waanzin), İlhan (ondergetekende) en Hüseyin (aristocraat).

-Laten we dan kort kennismaken met je familie, die een grote invloed had op de mensen van Mersin.

“Mijn oudste broer Hüseyin, met zijn aristocratische kleding en stijl, mijn middelste broer Zekeriya, bijgenaamd ‘Kleine Mecnun’, en mijn oudste broer Ayhan, met zijn gekke gedrag, waren gerespecteerde mensen in Mersin.
Mijn broer Hüseyin was de meest gerespecteerde persoon in de buurt. Hij stond vooraan met zijn hulp voor de armen. Mijn broer Zekeriya was een held die deelnam aan de Koreaanse Oorlog. Hij stond bekend om zijn liefde voor Atatürk en İnönü. Hij was een Robin Hood die vocht tegen onrechtvaardigheid. Hij zou een politiebureau bestormen omdat een man werd geslagen op het politiebureau. Maar ondanks deze rebellie, was hij ons meest geliefde familielid met zijn respectvolle houding. We verloren hem in 1988.
Ayhan was een oudere broer van mij. Hij zat vol waanzin. Hij stond bekend onder de jonge mannen van Mersin, de pestkoppen. We verloren hem op zeer jonge leeftijd na een foutieve operatie.
Wat mij betreft, zoals jullie weten…”

-Wie waren de mensen die we familie-werknemers kunnen noemen?

“Er was een Dellal Mehmet. Hij was de oudste jongeman die zich geliefd maakte met zijn grappen. Een van zijn grappen was favoriet bij velen van ons.
Op een dag, zoals elke dag, zat hij te eten in het koffiehuis. Op dat moment kwam er een nieuwe jongeman naar ons koffiehuis. Dellal Mehmet nodigde die jongeman uit om te komen eten. De jongeman vroeg: ‘Wat eet u, oom Mehmet? Dellal Mehmet legde uit: ‘Dit is een Arabisch gerecht genaamd sıreysir, dat is een gerecht gemaakt van yoghurt, water en zout toegevoegd aan magere rijst’, waarop de jongeman antwoordde: ‘Oooo, oom Mehmet, is dit eetbaar?
Het antwoord van Dellal Mehmed, dat legendarisch is geworden, was precies als volgt: “Zoon, als God een mond had, zou hij dit elke dag eten.”

-Is dat niet de hele crew?

“Natuurlijk niet. Er was Beton Hüseyin. Hij was een jongeman die tijdens een gevecht in Iskenderun een man met zijn vuist doodde, maar daarna kon hij de pijn ervan niet meer van zich afzetten.
Er was Babadoş Mehmet. Hij was een super goed geklede jongeman wiens knappe uiterlijk de harten van de meisjes in de buurt deed fladderen. Mijn eigen oom Ali Aytekin was een wijze man die door alle inwoners van Mersin als ‘oom’ werd aangesproken. Hij was hoofdambtenaar in het gerechtsgebouw. Later werkte hij als officier van justitie. Hij was ook onze mentor.
Hamo Mehmet, Bafra Müslüm, Roman Şaban, Liboş Yaşar, Sarı Sülo (Süleyman) en vele anderen.”

-Zou het juist zijn om deze namen te vergelijken met de familie Çakır en andere familieleden in de tv-serie ‘Donkeys Don’t Rule the World’?

“Zoals ik al eerder zei, zijn de familie Çakır en hun mannen in de film een gewapende criminele groep. Degenen die ik noemde zijn alleen benijdenswaardig vanwege hun moed, mannelijkheid en goede uiterlijk.”

-Waar zit je in deze film, in welke rol kun je jezelf vinden?

– “In deze film vond ik mezelf terug in de rol van Alparslan, het neefje dat in Londen had gestudeerd maar zich later bij de crew moest voegen. Ik was tenslotte de jongste van de Karaçay’s.”

-Broeder, ik zal opschrijven wat je me hebt verteld. Zal je spijt hebben als je je verleden onder ogen ziet?

– “Er zullen mensen zijn die zullen proberen mijn zeer oprechte verklaringen en bekentenissen te belasteren door ze uit te buiten. Maar deze laster zal geen effect hebben op degenen die ons kennen. Want degenen die ons kennen, kennen ons. Net zoals de familie Karaçay in het begin een goede indruk maakte, werden ze legendarisch door de diensten die ze niet alleen aan de mensen van Mersin leverden, maar ook aan Adana, Gaziantep, Kahramanmaraş en Hatayanen met hun Casino-Motel-Beach faciliteiten.”

-Abi, je hebt ook een avontuur als burgemeester van Mersin.

“Ja, ik wilde ook de mooie stad Mersin dienen als burgemeester. In 1983, omdat ik het essentieel vond dat mijn 12-jarige zoon Ruşen en mijn 9-jarige dochter Vahide Turks onderwijs zouden krijgen, besloot ik mijn baan als verslaggever voor de krant Hürriyet en TRT op te zeggen en vestigde ik me in Mersin.
In 1984 waren er lokale verkiezingen. Ik werd eerst beschouwd als een onafhankelijke kandidaat voor het burgemeesterschap. In feite behoorde ik tot een familie die afkomstig was uit de Republikeinse Volkspartij. Ik was ook voorzitter geweest van de jeugdafdeling van de partij, maar desondanks werd ik de kandidaat van de Partij van het Ware Pad, want voor mij moest het burgemeestersambt buiten een conservatieve partij liggen.

İlhan Karaçay, Mersin Belediye Başkanlığı seçimlerine katılmıştı
İlhan Karaçay had zich kandidaat gesteld voor het burgemeesterschap van Mersin en hij was de eerste man in Turkije die de Amerikaanse show opvoerde door met zijn gezin in een open auto te reizen.

Een van mijn doelen bij de verkiezingen was om burgemeester te worden en de andere was om een boodschap naar Turkije te sturen.
Ik moest uitleggen dat gemeentebestuur niet alleen bestaat uit asfalt aanleggen, riolering aanleggen, vuilnis ophalen en elektriciteit distribueren. In de berichten die ik via nationale en lokale kranten gaf, stelde ik dat gemeenten sociale en culturele diensten moesten leveren. Het Nederlandse model van municipalisme, dat in mijn programma was opgenomen, omvatte het geven van armoedetoelagen aan mensen zonder inkomen. Hoewel ik geen stadions en hallen kon bouwen voor jongeren om te sporten, gaf ik er de voorkeur aan om minstens 20 megatenten te kopen en ze te laten sporten.
Mijn Nederlandse model werd in heel Turkije gehoord. Veel presidenten namen een voorbeeld aan mij. Zelfs Turgut Özal, de toenmalige premier, had een armenfonds bedacht dat Fak-Fuk-Fon heette. Jaren later, toen ik naast wijlen Özal zat op een bijeenkomst in Amsterdam, legde hij zijn hand op mijn schouder en zei met een lieve glimlach: ‘Hoe zit het met Mersin, Karaçay?’.”

 

-Als we jouw verhaal dat ik eerder schreef toevoegen aan het einde van dit prachtige interview, zal ik het gevoel hebben dat ik een groot deel van de “Karaçay Legende” heb geschreven. Toch is het gebruikelijk om te vragen: Wat zou je aan het einde willen zeggen?

– “Ik wens de filmliefhebbers die een rol voor zichzelf proberen te kiezen veel gemak toe. Maar het is een feit dat niemand zichzelf zal zoeken in slechte rollen. Want in de menselijke natuur zit altijd goedheid.
Moge de goedheid je vinden.”
*************************************

Bovenstaande waren fragmenten uit het leven van Karaçay voordat hij naar Nederland kwam. Nu wil ik graag fragmenten uit het leven van Karaçay in Nederland presenteren.

De naam die zich vereenzelvigd heeft met Nederland, de levende geschiedenis: 

İlhan KARAÇAY

https://gazeteci.nl/wp-content/uploads/2018/02/BC328F7A-0D76-4207-9851-35C0B88CC918.jpeg

Geschreven Door: Yavuz NUFEL

De migratie van de Turken naar Nederland begon in 1962 onofficieel en in 1963 in het kader van de officiële overeenkomsten.

Op het moment dat deze tekst geschreven wordt, worden er voorbereidingen getroffen om de vijftigste verjaardag van de komst van de Turken te vieren.

Tussen de Turken die zich in Nederland gevestigd hebben bevinden zich mensen, waarvan het aantal niet zo klein is dat we deze groep over het hoofd kunnen zien, die hier als arbeider gekomen zijn en daarna hun naam hebben gezet onder zeer succesvolle maatschappelijke activiteiten waarmee zij een voortrekkersrol voor hun landgenoten op zich namen.

Een van de namen die velen zullen kennen vanwege de activiteiten die hij in Nederland heeft ontplooid is İlhan Karaçay.

İlhan Karaçay is een bekend gezicht, zowel bij zijn landgenoten in Europa als bij de Turken in Turkije en bovendien kennen veel Nederlanders hem.

De naam İlhan Karaçay wordt in een adem genoemd wordt met Nederland. Vooral als je in Turkije over Nederland praat, dan zullen velen de naam İlhan Karaçay herinneren.

Ik prijs mijzelf gelukkig omdat ik de persoon ben die het levensverhaal van İlhan Karaçay mag beschrijven.

Afbeelding met tekst, persoon, person, stropdas Automatisch gegenereerde beschrijving

Laten we samen eens kijken naar het verleden van İlhan Karaçay:

Hij is op 23 december 1942 in Mersin geboren.

In zijn jonge jaren was hij voorzitter van de jeugdafdeling van de Sociale Democratische Partij CHP in de provincie Içel. Hij schreef toen ook berichten en commentaren voor het dagblad van deze partij, de ULUS. Ook in zijn jonge jaren was hij manager van het familiebedrijf in de toeristische sector te Mersin wat bestond uit een motel, strandpaviljoen, een restaurant met muziek, een camping en wat de naam Pompeipolis had.

Toen hij 25 jaar was maakte hij kennis met een Griekse kapitein die te gast was in het restaurant met muziek waar hij de leiding over had. Het schip van deze kapitein ging naar de stad Shanghai in China. Op dat moment vond de culturele revolutie van Mao plaats in China. Dit was voor Karaçay een gelegenheid die hij niet aan zijn neus
voo rbij zou laten gaan.

Afbeelding met tekst, persoon, groep, poseren Automatisch gegenereerde beschrijvingİlhan Karaçay met zijn vrienden in China. 1967

De kapitein van het schip nam na veel aandringen Karaçay met drie vrienden in dienst en daarna begon de avontuurlijke reis naar China. Het eerste noemenswaardige avontuur van de reis, die in juni van het jaar 1967 begon, was dat het schip gebombardeerd werd direct na het passeren van het Suez-kanaal. Toen zij op 7 juni 1967 bij Cibuti aankwamen, kwamen zij er achter dat het Suez-kanaal afgesloten was vanwege de oorlog die toen woedde tussen Israel en de Arabische landen.

Na een lange en avontuurlijke reis kwam het schip via Singapour aan in Shanghai. Van daaruit werden de berichten met foto’s naar de krant AKŞAM verzonden.

İlhan Karaçay kreeg in Shanghai geelzucht terwijl hij genoot van de kleurrijkste dagen van de Chinese Culturele Revolutie. China was toen een land wat afgesloten was van de rest van de wereld en wat het dichtst bevolkt was. Karaçay wordt opgenomen in het ziekenhuis, maar hij vlucht hier vandaan.

Karaçay vertelt het volgende over zijn vlucht uit het ziekenhuis:

“De garantieverklaring die ik van de kapitein had gekregen zorgde ervoor dat ik niet door de gendarmes, die kwamen om mij weer naar het ziekenhuis te brengen, meegenomen werd. Want de volgende reis zou van Shanghai naar Vancouver in Canada zijn. Als ik in het ziekenhuis moest blijven, dan deed ik dat liever in een ziekenhuis in de moderne wereld. En bovendien, als de boot weg zou gaan, waar zou ik dan terecht kunnen in deze voor mij onbekende omgeving?”

De reis ging na Shanghai verder naar de stad Vancouver in Canada. Karaçay gaf de voorkeur aan een ziekenhuisopname in de moderne wereld en dat gebeurde ook. Hij heeft precies twee en een halve maand in het ziekenhuis gelegen. De vrouwelijke arts van het ziekenhuis feliciteerde Karaçay omdat hij zeer snel Engels leerde en haalde de directeur van de bibliotheek over om hem les te geven. In het kort verlaat hij het ziekenhuis als een gezond mens, en conform het Turkse spreekwoord: “Eén taal is één mens” verlaat hij het ziekenhuis als twee mensen.

Karaçay ging terug naar Turkije via Londen en tijdens deze reis was hij ook even in Nederland. Het leven in Nederland beviel hem en hij besloot om er te blijven.

Als ik hem vraag: “Hoe ben je daar gebleven, heb je ergens in een fabriek gewerkt?” antwoordt Karaçay “Ik ging een overeenkomst aan met Kemal Ozbayraç, de directeur van een nieuwsagentschap, die ik van vroeger kende, om te werken voor de krant Tercüman, die met een Europese editie uit zou komen. Mijn leven in Nederland was op dat moment zeer kleurrijk. Ik had zeer veel vriendinnen. Maar op het moment dat ik het gevoel kreeg dat mijn leven een beetje monotoon begon te worden, besloot ik om naar Amerika te gaan. Jeanneö mijn huidige echtgenote, was toen mijn vriendin.”

 Hij begon met zijn voorbereidingen om naar Amerika te gaan, maar zijn vriendin Jeanne had hier moeite mee. Maar ja, de beslissing was al genomen… Op het moment dat zij beiden moe op de bank neervielen van de inkopen die zij gedaan hadden ter voorbereiding voor de reis naar Amerika, belde de postbode aan om een telegram te bezorgen, wat er voor zorgde dat Karaçay zijn reis naar Amerika voor altijd kon vergeten en zich ging vestigen in Nederland.

Het telegram kwam van de chef sportredactie van Tercüman, Necmi Tanyolaç. Het volgende stond er in: “İlhan, Fenerbahçe en Ajax spelen tegen elkaar volgens de loting. Volg jij Ajax en stuur de teksten en de foto’s met spoed naar mij toe.”

Karaçay vertelt dit moment als volgt: “Op dat moment stond even alles stil. Het Nederlandse voetbal was toen nog niet in de lift. Welke namen die later zeer veel bekendheid kregen zaten op dat moment niet in het Ajax wat door Rinus Michels getraind werd? Johan Cruyff was toen bijvoorbeeld nog maar 17 jaar oud. De namen van Keizer, Swart, Krol Hulshoff, Suurbier, Neeskens en Haan waren toen nog niet bekend, maar dit zouden allemaal voetbalsterren worden.” Karaçay wist de hele samenstelling van Ajax op te noemen.

Op 10 november 1968 landde Fenerbahçe op Schiphol en Karaçay was daar samen met zijn Jeanne om ze te ontvangen. Hoewel hij van plan was geweest om Jeanne te verlaten en naar Amerika te gaan, zorgde de wedstrijd Ajax-Fenerbahçe ervoor dat Karaçay en Jeanne elkaar het ja-woord gaven. Hierover zegt Karaçay het volgende:

“Ik ben fan van Beşiktaş, maaromdat Fenerbahçe ervoor gezorgd heeft dat ik met Jeanne ben getrouwd en dat ik in Nederland ben gebleven, ben ik ze nog steeds dankbaar.”

HÜRRİYET, TRT, NOS

Karaçay zette zijn eerste professionele stap in het journalistieke veld toen hij in 1969 als correspondent voor Hürriyet ging werken. Deze krant begon toen pas in Europa. Karaçay maakte deel uit van het team van Hürriyet dat ervoor zorgde dat deze krant in Europa zeer populair werd. De voortrekkers van dit team waren Nezih Demirkent en Garbis Keşişoğlu.

In het jaar 1975 kwam de voorzitter van de nieuwsafdeling van de TRT (Turks Radio Televisie), de heer Tayyar Şafak, in Nederland op bezoek en vroeg Karaçay of hij voor de TRT wilde gaan werken. Karaçay accepteerde dit aanbod in overleg met Nezih Demirkent en in datzelfde jaar kreeg hij ook de leiding over het programma ‘Paspoort voor Turken’ van de NOS.

In het jaar 1980 maakte Karaçay samen met de bekende regisseur van de IKON, Henk Barnhard, de vijf-delige serie “Kinderen van de rekening”. Toen zij voor de opnamen van de eerste twee delen van deze serie in Turkije waren, maakte Karaçay tijdens zijn terugreis naar Nederland op 12 september de staatsgreep mee aan de grens bij Kapikule. De contacten die Karaçay had met de TRT openden gesloten deuren voor hem.

Er zijn verschillende redenen waarom de naam İlhan Karaçay in een adem genoemd wordt met Nederland: Aan de ene kant zijn functie bij Hürriyet en aan de andere kant zijn activiteiten bij de TRT en de NOS hebben ervoor gezorgd dat hij steeds populairder werd.

İlhan Karaçay adviseerde de Nederlandse regering vele keren bij het nemen van beslissingen aangaande de Turken in Nederland. Hij heeft deelgenomen aan werkgroepen voor verschillende ministeries. Hij is niet alleen via de krant en de televisieuitzendigen voor de Turken in dit land opgekomen, maar ook via de verschillende werkgroepen waaraan hij deelnam.

We gaan terug naar het begin van de reportage en ik vraag aan Karaçay naar zijn relatie met Jeanne, wanneer ze verloofd zijn, wanneer ze getrouwd zijn en naar hun kinderen.

Karaçay heeft Jeanne voor het eerst in 1969 meegenomen naar Turkije en hun verloving op 9 augustus van dat jaar, was het onderwerp van de kranten.

Een jaar later zouden zij trouwen.

Terwijl hij dit vertelt, vindt hij het ook nodig om een zware gebeurtenis uit die periode aan te halen:

“Alles was voorbereid, we gingen naar Mersin voor de bruiloft. Het grootste deel van de reis hadden wij al achter ons en toen we vlakbij Aksaray waren kregen wij een zwaar auto-ongeluk, samen met Jeanne. Wij waren beiden zwaar gewond. Ik kan wel zeggen dat wij de dood in ogen hebben gekeken. Op 23 mei 1970 konden we uiteindelijk toch in Mersin gaan trouwen.”

Op 23 januari 1971 kreeg het paar İlhan en Jeanne een tweeling. De jongen kreeg de naam Ruşen en het meisje Vahide, Vahide heeft echter maar 5 weken mogen leven, vanwege een gat in haar hart.

GELUK

Op 17 april 1974 kwam de tweede dochter van Karaçay ter wereld en zij werd weer Vahide genoemd.

Van hun eerste kind Rusen hebben zij een kleindochter genaamd Eva en van Vahide hebben zij een kleindochter genaamd Esra. Karaçay vertelt als volgt over de mooie tijden die hij met zijn kleindochters doormaakt:

“De mooiste momenten van mijn leven zijn de momenten die ik met mijn kleindochters doormaak. Het is voor mij het grootste geluk om ieder moment samen met hen te zijn.”

DE JOURNALIST KARAÇAY

Ik vraag hem: “En wat heeft u nog meer gedaan?” Als ik iemand anders voor mijn neus zou hebben, zou ik deze vraag niet stellen, maar omdat het İlhan Karaçay is, stel je wel zo’n vraag.

Karaçay is zich sinds 1973, naast de journalistiek, ook gaan bezighouden met de reiswereld en in 1976 heeft hij door middel van een besluit van de Ministerraad Algemeen Verkoop Agentschap gekregen voor de regio Utrecht van de THY (Turkish Airlines).

In het winterseizoen van 1976-1977 heeft Karaçay voor het eerst een tour naar Turkije georganiseerd en vanwege de vele verzoeken hield hij zich in zijn kantoor ook bezig met verzekeringen en kredieten. In 1981 heeft Karaçay zeer zware operaties ondergaan en om deze reden heeft hij zijn reisbureau in Hoog Catharijne in Utrecht verkocht aan Refik Selahiye. Hij heeft daarna het Hürriyet-bureau in Amsterdam geopend en is zich weer gaan concentreren op de journalistiek.

TERUG NAAR TURKİJE…

Vanwege verschillende redenen wilde Karaçay dat zijn kinderen in Turkije onderwijs volgden en daarom heeft hij besloten om zich in Turkije te vestigen. Eind 1983 verhuisde hij daadwerkelijk naar Turkije.

Yasemin en Ünal Öztürk, die op dat moment werkzaam waren bij Hürriyet, hebben de taak van Karaçay bij deze krant overgenomen.

Karaçay was in Mersin begonnen met het runnen van toeristische faciliteiten en tijdens de lokale verkiezingen in maart 1984 heeft hij zich kandidaat gesteld voor de het burgemeesterschap van de centrale stad van Mersin voor de Partij van het Rechte Pad, ondanks dat hij zelf van CHP was. De partij van Süleyman Demirel, die op dat moment zelf geen politiek mocht bedrijven, was echter erg klein in Mersin. Bovendien was de partij van Turgut Özal, de ANAP, toen erg sterk en deze partij won op veel plaatsen, en dus ook in Mersin de verkiezingen.

Karaçay is toen met Arda Gedik, Algemeen directeur van Hürriyet, overeengekomen dat hij in het district Çukurova een bijlage zou gaan maken voor de krant, vergelijkbaar met de Benelux bijlage van Hürriyet. Helaas kon dit project vanwege verschillende redenen niet doorgaan.

Karaçay heeft tot het jaar 1984 drie Wereldkampioenschappen en drie Europese kampioenschappen gevolgd en in het jaar 1984 heeft hij in Frankrijk de Europese kampioenschappen gevolgd voor de krant Günaydın.

EN WEER NAAR NEDERLAND

Het verblijf van Karaçay in Mersin duurde niet lang. Het sociale leven in Mersin beviel hem niet. Hij was naar Mersin gegaan om uit te rusten, maar omdat hij ook daar de taak van Ombudsman, die hij in Nederland al die jaren vervuld had, moest gaan uitvoeren, besloot hij toch om maar terug te keren naar Nederland. De kinderen van Karaçay hadden inmiddels voldoende Turks geleerd en begin 1986 kwam hij terug in Nederland. Daar werd hij, naast zijn werk bij Günaydın, hoofdredacteur van de Turks-Nederlandse krant HABER.

İlhan Karaçay werd aan het eind van datzelfde jaar vertegenwoordiger van de krant SABAH voor de Benelux. Het eerste Europese avontuur van SABAH duurde echter niet lang.

Toen in 1988 de krant Günaydin door Asil Nadir werd gekocht werd Karaçay vertegenwoordiger voor de Benelux van deze krant en toen de krant later werd overgenomen door Bekir Kutmangil, bleef hij deze taak vervullen.

In zijn journalistieke loopbaan heeft Karaçay in alle branches van deze sector gewerkt en in 1994 werd hij de eigenaar van de Europese uitgave van de krant Günaydın. Karaçay vestigde zich in Frankfurt, de plek waar zich het hart van de Europese Turkse pers bevond.

VERDRIET, EEN BITTERE VIERING EN HET VERVOLG
Afbeelding met kleding, vrouw, person, persoon Automatisch gegenereerde beschrijvingUitnodigingskaart voor 25 jaar huwelijk feest

“Terwijl wij in Mersin bezig waren met de voorbereidingen van de viering van ons 25-jarige huwelijk op 23 mei 1995, werden we geveld door het bericht dat Bekir Kutmangil vermoord was. Het boeket wat hij voor ons had besteld voordat hij vermoord werd, kwam aan in Mersin, terwijl er werd gerouwd over Kutmangil. De viering van ons 25-jarige huwelijk werd op televisie uitgezonden, maar had een bittere smaak. De krant werd na de dood van Bekir Kutmangil overgenomen door Mehmet Saruhan, een bekende naam uit de onderwereld, die ook wel bekend stond als “de man met het gouden wapen” of “de man met de gouden Mercedes”. Daarna was deze arbeidsrelatie verbroken. Nadat de Europese uitgave van Günaydin werd gestopt, ging de krant ook in Turkije niet goed en uiteindelijk is deze krant helemaal verdwenen.” zegt İlhan Karaçay.

İlhan Karaçay heeft toen een reis-, krediet- en verzekeringsbureau geopend voor zijn zoon Ruşen. Ruşen werd bekend als manager van Türkinfo en Conrad. Op het moment dat deze regels geschreven worden is Ruşen een groot zakenman die zich bezig houdt met onroerend goed.

Karaçay ging door met zijn journalistieke activiteiten, en stuurde onder de naam
ÇAY-PRESS Ajans berichten aan verschillende kranten en televisiekanalen en hij schreef berichten voor Radikal en Posta en sportcommentaren voor de sportkrant Fanatik.

VAN ARBEİDER NAAR ZAKENMENS 

Op 28 maart 1998 begon een nieuw tijdperk in de journalistieke loopbaan van Karaçay. Karaçay verkreeg de publicatierechten voor Europa van de economische en politieke krant DÜNYA, waarvan Nezih Demirkent de eigenaar was (sinds zijn dood is dat zijn dochter Didem Demirkent). Karaçay begon via deze krant publicaties te maken voor de Turken, die niet langer arbeiders waren, maar die waren uitgegroeid tot zakenmensen. Vanwege deze verandering in de positie van de Turken in Nederland, was er behoefte aan een uitgave die informatie gaf over de handel en de economie. Karaçay zag dit gat in de markt en begon aan een nieuwe uitdaging in zijn journalistieke loopbaan.

Afbeelding met tekst, Menselijk gezicht, persoon, Publicatie Automatisch gegenereerde beschrijving

Het doel van DÜNYA in Europa was in eerste instantie het geven van informatie over de handel en de economie, maar omdat de Turken in Nederland als minderheid leven, zou het niet goed zijn om de problemen die hiermee te maken hebben, niet aan bod te laten komen. Om deze reden heeft Karaçay een verandering in de opzet van de krant aangebracht en vanaf dat moment worden er ook sociale en culturele vraagstukken behandeld.

DE TELEGRAAF

Als de Turken onrecht aangedaan wordt, dan staat DÜNYA hier tegenover. Het leek of Karaçay een oorlog was begonnen tegen de krant De Telegraaf die altijd negatieve berichten had over de Turken en Turkije. Terwijl de mensen zeiden “Span je niet in, het lukt je niet om de Telegraaf tot rede te brengen”, heeft hij hiermee toch succes geboekt. Want deze zelfde krant heeft, terwijl ze bezig waren met het zoeken van contact met Karaçay, een reportage van een hele pagina met de Ambassadeur van Turkije in Den Haag gepubliceerd. De Telegraaf heeft nog nooit in zijn geschiedenis een hele pagina over een ambassadeur geschreven.
Hierna heeft de Telegraaf nog veel positieve berichten over Turkije gepubliceerd. Met name over het toerisme in Turkije, waarover eerder veel negatieve berichten waren, waren veel goede berichten.

Over dit onderwerp zegt Karaçay het volgende: “Het is een feit en het is algemeen bekend dat De Telegraaf in haar hele geschiedenis nog nooit zoveel aandacht had gegeven aan een Ambassadeur. De Telegraaf publiceerde bovendien veel negatieve berichten over Turkije. Met name over het toerisme van Turkije, waarover eerst heel negatief werd geschreven, plaatste de Telegraaf veel lovende berichten. Over het algemeen zou je kunnen zeggen dat de weekkrant Dünya met vier pagina’s berichten in het Nederlands, een grote rol heeft gespeeld voor onze landgenoten in Nederland bij het laten horen van hun stem.”

Gewetenloze Sabuha Rita Verdonk

Het artikel met de kop “Gewetenloze Sabuha”, van de krant Dünya, wat ik op de voet gevolgd heb, bracht mij terug naar mijn kinderjaren. De bekende zanger Ibrahim Tatlıses was toen een ster. De stem van de jonge zanger klonk droevig en bitter op iedere hoek van de wijk Pendik in Istanbul. “Gewentelooooooze Sabuhaaaaa!” Karaçay had voor deze kop gekozen om de stem van onze landgenoten in Nederland te laten horen in een artikel gericht aan Minister van Integratie Rita Verdonk. Want Verdonk vond dat iedereen tussen 7 en 77 jaar deel moest nemen aan de inburgeringscursussen. Zij had een wetsvoorstel voorbereid waarin zij voorstelde dat iedereen die zich in Nederland wilde vestigen een inburgeringscursus moest gaan doen en ook nog zelf moest betalen. Zij presenteerde haar wetsvoorstel aan de Tweede Kamer. Karaçay noemde het geld wat voor de inburgeringscursus betaald moest worden de “bruidsschat”en hij noemde Verdonk “Gewetenloze Sabuha”.

WAPEN: DE PEN

Karaçay, die met zijn jarenlange ervaring wist dat zijn enige wapen zijn pen was, trok ten strijde tegen het onrecht en hij zette zich in om de eigenaren van de Turkse kranten en tijdschriften (de journalisten), die de laatste jaren steeds meer worden, te coachen. We gaan zien of het lukt om de handen ineen te slaan en daardoor meer invloed uit te oefenen.

Karaçay wist natuurlijk dat de journalistiek niet hetzelfde was als het ondernemerschap, met zijn jarenlange ervaring. Hij vergeleek geen appels met peren. Hij zet zich vol overgave in om de Eenheid van Turkse Journalisten in Nederland (of hoe het ook heten gaat) op de richten.

Ten slotte wil ik het volgende zeggen: İlhan Abi, de waarheid hoeft geen verklaring!

VOETBAL

Als we eens kijken naar de loopbaan van Karaçay, dan zien we het volgende:

Hij heeft gewerkt voor de volgende kranten: Tercüman, Hürriyet, Günaydin, Sabah, Radikal, Posta, Fanatik en DÜNYA en hij heeft ook gewerkt voor de volgende omroepen: TRT, ATV, NTV, SHOW en STAR en de Nederlandse NOS. Hierdoor is hij zowel op algemeen gebied als op het gebied van voetbal zeer deskundig geworden.

Hij is naar de wereldkampioenschappen in 1974 te Duitsland, in 1978 te Argentinie (in 1980 mini kampioenschappen te Uruguay), in 1982 te Spanje en in 1994 te Amerika geweest en naar de Europese Kampioenschappen in 1972, 1976, 1980, 1984, 1988, 1992 en 2000. Ook heeft hij veel wedstrijden gevolgd waar het Nederlandse of het Turkse elftal in speelde voor de Europa Cup.

TRT DOCUMANTAIRE PUBLICATIES

İlhan Karaçay is de afgelopen jaren vaak op het Turkse televisiekanaal TRT te zien geweest. De in het centrum van İzmir gesitueerde TRT BELGESEL (TRT DOCUMANTAIRES) heeft Karaçay aangeboden om in het buitenland documentaires te maken. Zonder aarzeling heeft hij dit aanbod geaccepteerd.

Het eerste project was een 5-delige serie genaamd ‘Uzaktaki Dostlar’ (Verre Vrienden).

De serie gaat over de plaatsen Turkije, een Nederlands dorp, Faymonville, een Belgische plaats waar elke jaar een Turks Festival wordt georganiseerd, Moena, een Italiaanse stad waar jaarlijks de Janitsaar (Turkse infanterie-Yeniçeri) wordt herdacht middels een Turks festival en de plaatsen Osmanville en Turqueville in Frankrijk.

Allereerst werd de serie alleen op het documentaire kanaal van de TRT vertoond. Later is de serie op alle TRT kanalen vertoond en wordt nog herhaald.

Afbeelding met kleding, persoon, person, buitenshuis Automatisch gegenereerde beschrijving
TRT ploeg van links naar rechts: Orhan Aybertürk, İsmail Elden, Osman Şahbaz, İlhan Karaçay, Sacit Şahin ve Mehmet Türkoğlu.

Het tweede project voor TRT BELGESEL was een serie genaamd İZLER (SPOREN) wat refereert naar de sporen van de Ottomanen.

Om de interessante onderwerpen van deze serie te belichten zijn de landen Hongarije, Oostenrijk, Duitsland, Nederland, Frankrijk, Italië, Finland, Rusland, Oost-Turkestan en Afghanistan bezocht.

Italië, waar de Etrusken, de voorvaderen van de Romeinse beschaving, welke de Egeïsche regio van Anatolië bereikte en hiervan bewijsmateriaal te zien is uit verschillende musea aldaar.

In Hongarije zijn opnames gemaakt over de avonturen van Atilla de Hun en het bewind van de Ottomanen. Ook wordt aandacht gegeven aan het, van Turkse origine, Turan Festival welke in 28 landen wordt gevierd.

In Nederland zijn opnames gemaakt over de geschiedenis van de tulp die uit Turkije naar Nederland kwam. Verteld is het verhaal over de eerste persoon, Busbecq, die de tulpenbol naar Nederland bracht. Tijdens de opnames heeft het TRT team het ‘verloren’ graf van Busbecq ontdekt in een kerk in een Frans dorpje welke tevens zijn naam draagt.

Ook is er aandacht besteed aan de Ottomaanse schilderijen welke in het Rijksmuseum hangen.

In Frankrijk is het kasteel waar Cem Sultan, de zoon van Fatih Sultan Mehmet, die daar in ballingschap leefde gevonden en zijn verhaal verteld. Ook in Frankrijk is het oord van Attila de Hun gevonden.

In Wenen zijn verschillende musea bezocht en de sporen van de Ottomanen ontdekt.

Hetzelfde geldt ook voor Duistland waar in het bijzonder de omgeving van Berlijn Ottomaanse sporen zijn getoond.

İLHAN ABİ

Veel Turkse media-mensen die in Nederland komen, komen bij İlhan Karaçay langs. Zijn Turkse collega’s bedanken İlhan Karaçay vanwege zijn behulpzaamheid en zijn gastvrijheid.

Karaçay is tevens een ‘abi’ (grote broer) voor zijn collega’s in Nederland.

*************************************

Nederlands-Turks ervarend journalist İlhan Karaçay: ‘Nederland moet Turkije dankbaar blijven voor alles’

Afbeelding met windmolen, buitenshuis, hemel, gras Automatisch gegenereerde beschrijving

Verschillen Turken en Nederlanders veel van elkaar?
Moet Nederland Turkije dankbaar blijven voor alles?
Waarvoor eigenlijk?
Waarom ruziën Turkse Nederlanders met elkaar?
De Turks-Nederlandse journalist İlhan Karaçay doet zijn verhaal in een uniek interview met dit nieuwsmedium.
Hij duikt er diep in: hoe reageert de Turk op een scheldwoord?
Hoe reageren Nederlanders op beledigingen?
Ook wordt aandacht besteed aan voormalige problemen van de eerste Turken in Nederland en worden woorden gewisseld over de strijd tegen nepnieuws.

De migratie van Turkse gastarbeiders naar Nederland begon begin jaren zestig. Het arbeidscontract tussen de twee landen werd ondertekend in 1964. Dat is precies 57 jaar geleden.

Na zware jaren in Nederland pakten de gearriveerde Turken eigen problemen aan. Zij vestigden zich steeds beter in Nederland en trokken zich terug naar hun eigen politieke en religieuze hoeken. Deze polarisaties, die begonnen in het begin van de Turkse staatsgreep in 1980, worden tot op de dag van vandaag voortgezet. Er werden geen pogingen ondernomen om de polarisatie tussen Turken weg te nemen”, laat de prominente Turks-Nederlandse journalist İlhan Karaçay weten.

Inspanningen van sommige intellectuelen waren volgens hem niet voldoende om dit probleem op te lossen. Karaçay is ook een van die intellectuelen. Zijn naam wordt geassocieerd met Nederland en de Turkse immigratie. Karaçay is een van de namen die zowel vroeger als nu in veel onderwerpen een leidende rol speelt en een voortrekkersrol op zich heeft genomen.

-U heeft veel dingen meegemaakt tijdens uw verblijf in Nederland. U maakte hier als journalist vele berichtgevingen en fotoreportages over. Er zaten daar ook conflicten tussen van Turken in Nederland. Wat is de kern van deze ruzies?

-“In de afgelopen vijftig jaar hebben politieke en religieuze geschillen en meningsverschillen tussen Turkse mensen die in Nederland wonen vaak voor vervelende situaties gezorgd. Wij als mensen verschillen in karakter en gewoontes van andere levende wezens. Ondanks het feit dat onze schepper van ons verwacht dat we met elkaar in harmonie samenleven, proberen wij steeds superieur te zijn over de ander. Daar kwam ook geweld aan te pas”, vertelt Karaçay.

“Ik ken de wilde natuur niet, maar wij mensen moeten eerst vrede sluiten met onszelf en daarna met andere mensen. We leven samen op deze aardbol. Niemand mag zich hoger zien dan de ander. Want dat leidt niet tot vrede maar tot oorlog. Bij geschillen moeten gerespecteerde tussenpersonen of rechters de zaak oplossen. Maar helaas, soms zijn die bemiddelaars ook niet genoeg voor verzoening tussen mensen.”

https://turksemedia.nl/wp-content/uploads/2018/07/Nederland-moet-Turkije-dankbaar-blijven-voor-alles1-.jpg

-Wilt u ons iets vertellen over uw eerste jaren in Nederland?

-“In 1966 verbleef ik vier maanden als toerist in Nederland, waarna ik terugkeerde naar Turkije. Op 10 november 1967 bezocht ik Nederland opnieuw. Sindsdien leef ik 51 jaar hier. Ik begon als journalist en maakte geen onderscheid tussen mijn landgenoten en mensen met verschillende politieke en religieuze opvattingen. Ik probeerde iedereen te helpen en discrimineerde daarbij niemand”, laat de Turks-Nederlandse journalist weten.

“Onze landgenoten hadden het zeer moeilijk in hun eerste jaren in Nederland. Ik sprak persoonlijk met ze. Ik schreef voor kranten en produceerde tv-items. Ik werd heel beroemd. We blijven mensen: sommige mochten me niet vanwege mijn lange neus of “kaal” hoofd, maar er waren ook mensen die me wel mochten en waardeerden.”

-Uw landgenoten richtten zich na verlichting van hun problemen in Nederland meer op de politieke en religieuze conflicten in hun thuisland. Aanhangers van linkse en rechtse ideologieën begonnen ook hier te ruziën. Wat was dat?

-“Laat ik jullie eerst vertellen waar het onderscheid tussen rechts en links vandaan komt. De Franse koning Louis ‘de zoveelste’ organiseerde steeds een speciale zitting om te voorkomen dat parlementaire beslissingen werden geblokkeerd. De conservatieven die tegen verandering, voor monarchie en een koning met vetorecht waren, zaten bij deze zitting aan de rechterzijde. Zij hadden het makkelijk in de samenleving. Aan de linkerzijde namen de vertegenwoordigers van de bourgeoisie, rechtsverdedigers van boeren en dorpelingen en mensen die hervorming wilden plaats”, legt Karaçay uit.

“Sinds deze periode staat links voor hervorming, innovatie, rechten en vrijheden en het belangrijkste: voor gelijkwaardigheid. Mensen die conservatief zijn en niet open staan voor verandering, innovatie, rechten en vrijheden worden rechts genoemd. Natuurlijk is dit verhaal anders in Amerika en Azië.”

https://turksemedia.nl/wp-content/uploads/2018/07/Nederland-moet-Turkije-dankbaar-blijven-voor-alles18-.jpg

-En nu terug naar de Turken in Nederland, hoe zat het bij hun?

-“In Nederland was er ook een felle rivaliteit tussen rechtse en linkse mensen. De vrees voor anarchistische moorden in Turkije bereikte ook Nederland, toen na een voetbalwedstrijd in Utrecht Muzaffer Çavuşoğlu werd vermoord. Çavuşoğlu wilde politiek niet mengen met sport, maar werd door een politieke groep vermoord op het voetbalveld.”

-Wat vond u van deze gebeurtenis?

-Karaçay: “In die tijd van politieke converse was ik noch voorstander van rechts noch van links. Beide kanten riepen mij uit tot hun vijand, omdat ik geen kant koos. Ik schreef hierover een artikel met als titel ‘de vijand.’”

“Na berichten dat eerst de rechtse mensen en daarna een jaar later de linkse mensen mij wilde vermoorden, werd mij door de Nederlandse politie tweemaal bescherming aangeboden. Ik verwierp beide verzoeken. Ik gaf aan dat mijn landgenoten wel woedend op me konden zijn, maar niet zo ver zouden gaan om me te doden. Desondanks dwong de politie mij om een kogelvrij vest te dragen. Ik liep maandenlang met een zware stalen vest. Gelukkig ben ik niet aangevallen en zijn die tijden voorbij.”

-Om misverstanden te voorkomen, wat was toen uw kijk op de Islam?

-“In Nederland zochten moslims naar gebedsplekken en later naar moskeeën. Moslims begonnen zich te verenigen. Ze stichtten verengingen op en daarna koepelorganisaties en federaties. Later kwam ook een confederatie. İbrahim Görmez was toen voorzitter van zowel de federatie als de confederatie. Ik was verslaggever bij een televisiezender en bij het dagblad Hürriyet. Ik steunde mijn landgenoten in mijn publicaties.”

“In Nederland hadden katholieken, evangelisten en joden hun eigen tv- en radiozenders. Moslims niet, waardoor zij hiervoor begonnen te strijden. Ik steunde dat initiatief in mijn tv-programma’s en krant. Helaas zagen sommige mensen Hürriyet als vijand en Tercüman als vriend. Zij distantieerden zich van mij en begrepen mijn opvattingen niet.”

-Ten tijde dat u producer was van het programma ‘Paspoort’ van de NOS, werd op de EO de film Yoneko uitgezonden. Dat zorgde voor veel woede bij Turken. Wat gebeurde er toen?

https://turksemedia.nl/wp-content/uploads/2018/07/Nederland-moet-Turkije-dankbaar-blijven-voor-alles17-.jpg

“In 1978 besloot de Evangelische Omroep (EO) de Engelse bekeringsfilm Yoneko met Turkse ondertiteling uit te zenden. Deze film zit vol met christelijke propaganda. Toen ik dit hoorde, protesteerde ik daartegen in mijn tv-uitzendingen en krant Hürriyet. In mijn artikel kopte ik: ‘Waarom persé in het Turks?’ Ik kreeg twee brieven vol zware en lelijke beledigingen van Tercüman-lezers, omdat ik bij de NOS werkte en voor Hürriyet schreef. Zij dachten dat ik die film had uitgezonden. Zij dachten dat de toenmalige staatszender TRT hetzelfde deed als de NOS. Zij wisten niet dat omroeporganisaties hier aan uitzendingen in overeenstemming met hun ideologie en overtuigingen deden. Ze dachten dat ik achter elk tv-item zat.”

-Denkt u er nu anders over?

-“Natuurlijk. De dag kwam dat alles bekend werd, ook onder niet wetenden. Gelukkig toonde İbrahim Görmez, toen president van de Federatie van Turks-Islamitische en Culturele Verenigingen en de Islamitische Nieuwsdienst, een stukje beschaving en zei dat men toen mijn waarde niet kenden. ‘Je was doelwit van onrustzaaiers. Nu hebben we meer begrip over hoe nuttig u bent geweest voor de Islam en onze staat.’ Bedankt daarvoor, İbrahim Görmez…”

-Voordat we over uw sociale en individuele hulpactiviteiten vragen, nog even iets te melden over de huidige gang van zaken, met name recente ruziën?

-“Ik denk dat het nu duidelijk is wat mijn positie is geweest in eerdere conflicten. Ik ben geen links of een rechtse aanhanger, ik doe slechts mijn werk. Wat betreft de huidige ruziën en mijn plek daarin: na de toenemende welvaart van onze burgers en verlossing van problemen in Nederland, werd men nog partijdiger. Men werd zelfs in Nederland overdreven fanatiek voor het Turkse voetbal.

“Vroeger bleef het enkel bij een discussie, nu is men – met de komst van sociale media – overgegaan tot regelrechte beledigingen. Oude vrienden werden vijanden. Laat staan dat discussies over politiek en het geloof gingen, zelfs fans van Fenerbahçe en Galatasaray in Nederland vlogen elkaar flink in de haren. Ik ben voor Beşiktaş maar ben niet lid van de Nederlandse Vereniging van Beşiktaşfans. Omdat ik geloofwaardig moet zijn en onpartijdig blijf in mijn werk.”

-Wat vindt u van de situatie in Nederland na de mislukte couppoging van twee jaar geleden in Turkije?

-“Na de couppoging van 15 juli 2016 brak er felle ruzie uit tussen de zogeheten Erdoğanisten en FETO’ers. Dit leidde tot serieuze conflicten. Bestuurders van Nederland voelden zich hierdoor ongemakkelijk en startten onderzoeken. Vijf Turkse organisaties werden na bevel van vicepremier Asscher onder de loep genomen. De politie greep vaak in.”

“Ambtenaren van een Nederlands ministerie en de inlichtingendienst bezochten vaak de Turkse gemeenschap. Kort daarna dienden Turken aanklachten tegen elkaar in en begonnen elkaar zwart te maken. Op sociale media discussieerde men er op los, geregeld op brutale wijze. Iedereen beschuldigde elkaar van betrokkenheid. Er was sprake van een zeer ongemakkelijke situatie. Vroeger leefde men in harmonie met de buren. Door de ruzies is men nu de helft van de buren kwijt. Mensen zien elkaar als vijanden.”

-Er woedde recent een online ruzie op sociale media tussen enkele nieuwswebsites en welbekende Turkse Nederlanders. Die begon nadat een van de jongere nieuwssites zijn wapen, de pen, negatief losliet op enkele Turkse Nederlanders. Dit schoot in het verkeerde keelgat bij getroffen Turken in Nederland, die deze acties middels een campagne, gericht aan de hele gemeenschap, met handtekeningen stevig hebben veroordeeld. Deze laatste actie zorgde ervoor dat het misging: de nieuwssite reageerde zwaar terug en beledigde personen en diens familieleden. Daarbij zijn zelfs scheldwoorden in kopteksten en nieuwsberichten gebruikt. Hoe denkt u daarover?

-“Alsof de ontstane spanningen tussen Turkse Nederlanders na de couppoging niet genoeg waren, begonnen diegenen die de beschikking hebben over een digitale pen en smartphone, met schrijven (zwartmaken) en reageren op diverse sociale media. Hieronder vallen ook degenen die een eigen website startten. Zij maakten zwart wie zij wilden. Soms schreven ze zelfs over mij, en wel op een heel negatieve wijze. Ik maakte daar geen problemen van. Ik riep ze bijeen en probeerde misverstanden en problemen samen op te lossen. Want ik wil, net zoals ik dat vroeger ook deed, geen ruzie met mijn landgenoten. Ik los de zaken op mijn eigen manier op”, zegt Karaçay.

-Dus u gebruikt uw verstand, wat doen de anderen?

-“Op dit moment wordt er nog steeds over en weer over elkaar geschreven. Sommige vrienden waren niet blij met wat deze website-eigenaren over hun schreven. Zij startten een campagne die gericht was aan de hele (Turks-Nederlandse) gemeenschap. Later werden handtekeningen verzameld tegen deze website eigenaren. Welbekende Turkse Nederlanders tekenden mee.”

Karaçay: “En toen barstte alles los. De desbetreffende website ging in de tegenaanval door iedereen die zijn handtekening onder de campagne te bestempelen als FETO’er of PKK’er. De gebruikte scheldwoorden kunnen niet door de beugel. Al die beledigingen, ook richting familieleden, waren erg vervelend”, legt Karaçay uit die een opvallende opmerking maakt: “En natuurlijk kijken ambtenaren van de Nederlandse inlichtingendienst mee, onderzoeken dit en rapporteren dit vervolgens aan hun superieuren.”

-Wat vindt u van die campagne?

-“Wat ik er van denk? Ik zal niet jokken: ik kreeg de vraag waarom ik geen handtekening heb gezet onder die publieke boodschap. Mij werd verzocht de publieke boodschap te signeren, echter reageerde ik met de opmerking dat ik niet beïnvloedbaar ben en dat ik niet gecharmeerd was over de manier waarop alles verliep. Ik ben van mening dat je niets bereikt met schelden en, in dit geval, ook niet veel met rechtszaken. Men schreef ook niet aardig over mij. Ik geloof in dialoog.”

-Waar bevindt u zich in deze zaak?

-“Een goede vriend zei ooit tegen mij: ‘Kijk İlhan, jij bemoeit je niet met ruzies en blijft er buiten. Zo sta je hoger. Ga zo door.’ Zo doe ik dat al 51 jaar. Ik distantieer mij van ruzies tussen mijn landgenoten. Ze gaan me, net zoals vroeger, laf en kleurloos (saai) noemen. Maar degene die mij echt kennen, zullen vertellen hoe dapper en kleurig ik ben. Als men de geschiedenis van Turken in Nederland schrijft, wil ik dat mijn naam vlekkeloos blijft”, zegt Karaçay.

-Controle over media en nepnieuws: wat is de actuele status van de mainstream-media in -Nederland en Europa en sociale media? Worden er maatregelen genomen?

-“Europese lidstaten hebben gezamenlijk besloten te gaan strijden tegen beledigingen, haatberichten, smaad en laster op sociale media. Mochten haatberichten op Facebook, Twitter, Instagram, Whatsapp en Messenger niet binnen een week worden verwijderd, volgen zware sancties. In opdracht van de Volkskrant heeft onderzoeksbureau I&O onderzocht wat het effect van nepnieuws is op de gemeenschap. Uit analyse van onderzoeksresultaten door Annieke Kranenberg blijkt dat één op de drie Nederlanders geen onderscheid kan maken tussen nepnieuws en echt nieuws.”

“Slechts 29 procent merkt op om wat voor type nieuws het gaat. Een groot deel van alle Nederlanders, 82 procent, stoort zich enorm om nepnieuws en vinden dat valse berichtgevingen een gevaar vormen voor democratie en rechtsstaat. Ook is in het Volkskrantartikel benadrukt dat nieuwslezers over het algemeen kritisch zijn en niet gelijk geloven wat men leest. Volgens deze ondervraagde lezers kan 71 procent van het nieuws op Facebook wellicht fout zijn”, merkt Karaçay op.

-Wat doen andere Europese landen hier tegen?

-“Natuurlijk is nepnieuws niet anders in andere Europese landen. In Nederland wordt te traag opgetreden tegen nepnieuws, maar in Frankrijk en Duitsland neemt men zware maatregelen. Recent liet de Franse president Emmanuel Macron weten dat er een wet in werking treedt tegen nepnieuws. Zelf was Macron ook getroffen tijdens verkiezingstijd door nepnieuws. In Duitsland is een wetsvoorstel ingediend. Haatberichten op sociale media dienen te worden verwijderd, anders volgt een geldboete en wordt de desbetreffende account verwijderd.”

“De Europese Commissie wil nog dit jaar de sancties bepalen tegen vals nieuws. De Commissie is hiermee gestart en heeft dit toegewezen aan 39 experts. Het besluit dat Brussel neemt, zal ervoor zorgen dat alle Europese landen tot actie overgaan. Zo wil men voorkomen dat nepnieuws schade toebrengt aan personen, de openbare orde, juridische processen en het persoonlijke leven van eenieder.”

-Aan wat stoort men zich het meest op sociale media?

-“Redacteuren van sommige nieuwsportalen kunnen, tegen hun eigen visie in, fictieve, niet-bestaande personen interviewen (verzinnen) met onjuiste opvattingen over een persoon als gevolg. Maar daar trapt men gelukkig steeds minder in. Ik hoop dat men hier voor uitkijkt zodat personen niet meer zwart gemaakt worden omwille wraak.”

-Wat er vroeger gebeurde. Laten we het over uw maatschappelijke activiteiten hebben. In Hoofddorp startten Turken een boycot en bezetten een fabriek. U loste dit probleem op. Hoe?

https://turksemedia.nl/wp-content/uploads/2018/07/Nederland-moet-Turkije-dankbaar-blijven-voor-alles16-.jpg

-“In 1975 bezetten 160 Turkse medewerkers de fabriek Dam Chips. Hun werkgever ontsloeg hen op staande voet. Maar de Turken vertrokken niet en bleven op het fabrieksterrein. Dit zorgde voor Kamervragen. De media hield zich enkel met deze zaak bezig. Inspanningen van vakbonden mislukten. Ik ging toen naar Haarlem waar de Turken woonden en sprak heel lang met ze. Daarna belde ik de fabriekseigenaar en gaf aan dat ik beide kanten tevreden zou stellen. Eerst wilde de fabrieksbaas niet met mij in gesprek, echter na een paar keer bellen deed hij dit uiteindelijk toch.”

“We verzamelden ons met de Turken bij de fabriek. Het lukte ons vrede te sluiten tussen beide partijen. De volgende dag schreef de Nederlandse media dat “het de ombudsman van de Turken, journalist Ilhan Karacay, was gelukt wat niemand kon oplossen en dat beide partijen tot een overeenkomst zijn gekomen.”

https://turksemedia.nl/wp-content/uploads/2018/07/Nederland-moet-Turkije-dankbaar-blijven-voor-alles19-.jpg

U schreef een brief naar koningin Juliana. Waarover?

“In maart 1975 werd op een school in Helmond Turkse scholieren grof onrecht aangedaan. Elke zaterdag kregen zij Turkse taallessen en religieus onderwijs. Op een gegeven moment verbood de schoolleiding die lessen. Dit zorgde voor ophef in Nederland. Ik besloot hierop een brief te schrijven aan koningin Juliana en vroeg om haar bemiddeling. De Nederlandse media pikte dit op en besteedde er veel aandacht aan. Het resultaat was dat de lessen werden hervat.”

https://turksemedia.nl/wp-content/uploads/2018/07/Nederland-moet-Turkije-dankbaar-blijven-voor-alles9-.jpg

U werkte ook aan een generaal pardon voor arbeiders die toen onwettig in Nederland verbleven. Wat wilt u daarover delen?

-“In 1973 vormden wij een werkgroep voor buitenlandse arbeiders die niet legaal in Nederland konden verblijven. Zij waren bestempeld als illegale arbeiders. Ik kwam met de term ‘generaal pardon’. Dit werd ook zo door de Nederlandse overheid overgenomen. In die tijd was er een zeer bekende vakbondsman van Spaanse afkomst. Hij keerde later terug naar Spanje en noemde mij ‘Mijnheer Generaal Pardon’. Onze inspanningen hadden hun vruchten afgeworpen. De arbeiders kregen hun verblijfsvergunning”

https://gazeteci.nl/wp-content/uploads/2018/02/82D4D941-A2EC-46CB-89FC-5F1A13D850A7.jpeg

De Nederlandse regering wilde minder kinderbijslag betalen aan Turkse kinderen. Hoezo?

“In 1976 was ik betrokken bij een commissie van het Nederlandse ministerie van Sociale Zekerheid. De toenmalige regering was bezig met het inkorten van de kinderbijslag van Turken. Reden: in Turkije zou melk, groente en fruit goedkoper zijn dan in Nederland. Ik liet de commissie weten dat het omgekeerde het geval was. De Turkse kinderen leefden niet goedkoper in Turkije, omdat ouders in Europa leefden. Er werd dus juist meer uitgegeven aan de verzorging van de kinderen in Turkije. Mijn verhaal was genoeg voor de regering. Het plan was van de baan.”

https://turksemedia.nl/wp-content/uploads/2018/07/Nederland-moet-Turkije-dankbaar-blijven-voor-alles10-.jpg

Dan was er nog de Zwarte Markt-kwestie. Waar ging dat over?

“Ik was in 1983 betrokken bij de oprichting van ‘s werelds grootste marktplaats in Beverwijk. De Nederlandse ondernemer Bart van Kampen was marktondernemer. Toen Turken voor de Bruynzeel-fabriek in Zaandam geen markt meer mochten opzetten, kwam Bart van Kampen naar mij toe. Hij zei dat hij deze Turken ruimte kon aanbieden in Beverwijk.”

“Ik startte daarop een groot reclamecampagne en benadrukte alle marktondernemers die ik kende. Ik adverteerde in de kranten Hürriyet en Tercüman en plaatste overal posters. Het lukte ons om duizenden Turken naar de markt in Beverwijk te trekken omdat we gratis concerten organiseerden. We vlogen artiesten en zangers uit Turkije in. Deze plek is de grootse markt ter wereld te noemen, maar werd wekelijks gesloten wegens politie-invallen. Beverwijk had op dat moment honderd Turkse stands.”

https://turksemedia.nl/wp-content/uploads/2018/07/Nederland-moet-Turkije-dankbaar-blijven-voor-alles11-.jpg

“We besloten om een commissie op te richten om de politie-invallen tegen te gaan. We gingen naar de minister van Binnenlandse Zaken, echter deze bleef koppig en gaf aan dat de zondag een vrije dag moest blijven. Op dat moment nam ik het woord:  “Mijnheer de minister, waarom zijn in Scheveningen, Noordwijk en elders zondag alle winkels open?’ De minister gaf me precies het antwoord dat ik wilde horen: ‘De winkels zijn daar open voor buitenlanders.”

“Ik reageerde daar onmiddellijk op: ‘Goed mijnheer de minister, de Zwarte Markt is ook open voor vreemdelingen. Er zijn zeer beperkte recreatieve plekken voor buitenlanders in Nederland. Buitenlanders die naar deze markt komen, kunnen samen met hun kinderen een mooie en plezierige tijd beleven. Daarnaast hebben meer dan honderd Turkse bedrijven hun zaak geopend en daarmee honderden banen gecreëerd.’”

“De minister luisterde aandachtig naar mij. Hij sloeg met zijn hand op de tafel en besloot plotseling en standvastig dat de Turkse markt open mocht blijven. In eerste instantie leek het erop dat de Nederlanders in de commissie begonnen te protesteren. Ik greep in en zei: ‘Maak geen bezwaar. Vandaag wordt de Turkse markt toegestaan, morgen zal dat gelden voor de Nederlandse variant. In de maanden erna, mocht na onderhandelingen met de gemeente en leden van het ministerie, ook de Nederlandse markt open blijven. Sindsdien is de Turkse markt in Beverwijk nog steeds actief op zaterdag en zondag.”

https://turksemedia.nl/wp-content/uploads/2018/07/Nederland-moet-Turkije-dankbaar-blijven-voor-alles15-.jpg

-Er was eens sprake van een marktboycot van de Turken. Wat gebeurde er?

-“Turkse marktondernemers waren op een gegeven moment niet blij met de huurcontracten met markteigenaar Van Kampen. Een vooraanstaande Turk besloot over te gaan tot een boycot. De volgende dag stond men voor een gesloten markt. Mensen die van ver kwamen, gingen met lege handen naar huis. Dit terwijl er veel kosten waren gemaakt om de bezoekers naar de markt te krijgen.”

“Markteigenaar Bart van Kampen had door dat Turken door zouden blijven protesteren en nam telefonisch contact met mij op. Ik reisde vrijdagnacht naar het marktplein. Ik bracht de Turkse marktondernemers bij elkaar en gaf aan dat bij een vervolgboycot niemand meer naar deze markt zou komen. Dan zou iedereen verliezen. De Turk die de boycot was gestart begon wat te mompelen. Maar het overgrote deel luisterde naar mij en besloot de boycot te stoppen.”

“De volgende dag werd ik door Van Kampen gebeld. Hij vroeg om mijn bankrekening. Hij wilde mij een honorarium sturen voor mijn nachtreis en werkzaamheden. Ik bedankte hem hiervoor en weigerde die vergoeding.”

Bijzondere gebeurtenissen

-U schreef ook brieven aan koningin Beatrix en premier Mark Rutte.

-“Ja, die brieven zijn in 2002 en 2017 met goede bedoelingen geschreven zodat het Turkse en Nederlandse volk in vrede kan leven.”

-Dan zijn we nu bij een ander onderwerp beland. Wat zijn de verschillen tussen Turken en Nederlands op het gebied van cultuur, traditie, geloof en boosheid?

-“Hoewel ik al vijfenfijftig jaar in Nederland leef als Turkse Nederlander en dus een dubbele nationaliteit heb, is het niet alleen lastig om het over deze verschillen te hebben, maar ook risicovol. Het is niet juist om iedereen over een kam te scheren. Daarom wil ik met de voorbeelden die ik geef niet generaliseren, maar benadruk wel hiermee dat het om het merendeel gaat.”

-U zal natuurlijk objectief antwoorden. Waarom aarzelt u hierover?

-“Ik zal in mijn vergelijkingen niet de fout maken van de bekende denker en schrijver Aziz Nesin. Die zei dat ‘zestig procent van de Turken dom zijn’ en zorgde voor enorme ophef. Op de hevige kritiek die hij ontving, haalde Nesin uit dat hij het “fout had en dat tachtig procent van de Turken dom zijn’. Als Aziz Nesin slim was geweest had hij gereageerd dat ‘veertig procent van de Turken intelligent zijn’. Zo zou men begrijpen dat hij het over de ‘overige zestig procent’ had en zou hij niet zo bekritiseerd worden.”

“Nu ga ik in mijn vergelijking tussen Turken en Nederlanders niet dezelfde fout maken als Aziz Nesin en probeer te kijken naar een halfvol glas in plaats van een halfleeg glas.”

-Hoe trouw vindt u Turken en Nederlanders?

-“Nederlanders zijn op dit punt wat koelbloedig en nonchalant. Ze zijn je dankbaar na een behulpzame daad en gunst, maar kunnen deze ook snel vergeten. Voorbeeld: de Tachtigjarige Oorlog tussen Nederland en Spanje werd gewonnen dankzij invloed van het Ottomaanse Rijk. De toenmalige Prins Maurits gaf aan de plek waar het hevigst is gestreden de naam: ‘Turkije’ (provincie Zeeland) als dank voor de hulp van de Ottomanen. Op deze plek dicht bij de Belgische grens hebben we zelfs een honorair ambassadrice genaamd Monique Strum.”

Karaçay: “Nederland werd na stichting door geen enkel land erkend. De Nederlanders stuurden daarop ambassadeur Haga naar Istanboel. Haga werd na lang wachten ontvangen door Sultan Ahmet. Die erkende de Nederlandse staat wel, ondanks dat de Venetianen, Duitsers en Fransen hier fel op tegen waren. Sultan Ahmet gaf Nederland toestemming tot handel in regio van de Middellandse Zee. Turkije was het eerste land dat Nederland heeft erkend. En dat deed Turkije terwijl het één van de machtigste landen ter wereld was. Nederland verdiende en verdient nog steeds veel geld aan de tulp en tachtig andere bloemsoorten, die uit Turkije naar Nederland zijn gebracht. Hier worden ook festivals over gehouden.”

“Nederland profiteerde ook van de keramiek, tabak, koffie en muziekinstrumenten uit Turkije. Nederland moet Turkije dankbaar blijven. Wat zien we nu? De huidige premier van Nederland, Mark Rutte, schuift dit alles op zij. Zijn anti-Turkije uitspraken en houding zijn verreweg van trouwheid. Slechts een klein deel van de Nederlanders is op de hoogte van wat ik hierboven heb verteld. Ik ben tot op heden de enige die hierover een boek heeft geschreven. Alleen de lezers van dit boek en goede historici weten wat Turkije allemaal voor Nederland heeft betekend. De Nederlanders die de juiste informatie lezen, zullen Turkije vanaf nu (hopelijk) wel dankbaar zijn.”

-Woede?

-“Nederlanders worden niet vaak en ook niet snel boos. Voorbeeld: als een Turk tegen een Nederlander zegt dat hij het ‘met zijn zus/zusje ‘gaat doen’ en op die wijze een familielid beledigt, blijft de Nederlander over het algemeen de Turk op absurde wijze aankijken. De Nederlander zal daarop heel koelbloedig reageren door te zeggen dat ze thuis is en eens moet kijken of zij hem (de Turk die de betreffende opmerking maakt) wel mag. Als een dusdanige opmerking tegen een Turk wordt gemaakt loopt men een groot risico op een gevecht, bloedblad en zelfs moord.”

“Nog een voorbeeld. Een Turkse man is samen zijn echtgenote op bezoek bij haar schoonmoeder. Op een gegeven moment is de Turk boos op zijn vrouw en beledigt haar tijdens een woedeaanval met de woorden: ‘Ik neuk je moeder’. Hierop doet de echtgenote iets onverwachts en zegt dit tegen haar moeder: “Hey mam, hij wil het met je doen”. De schoonmoeder reageert daarop: “Aaah, ik ben te oud voor die zaken”. Als het een Turkse schoonmoeder betrof die op soortgelijke wijze werd geschoffeerd, vloog er op zijn minst iets, bijvoorbeeld een stoel, tegen het hoofd van de belediger.

-Kunt u een politieke voorbeeld geven?

-“Een Turkse politicus die boos is op Nederland begint zijn woorden met “Heeeyyy Nederland” en vervolgt met “jij bent een nazi-overblijfsel, jij bent een fascist, jij bent een uitbuiter”. Daarentegen is de Nederlandse politicus een stuk rustiger en doet niet aan persoonlijke of algehele belediging richting een volk.”

-En hoe zit het met hoffelijkheid tussen Turken en Nederlanders?

-“Nederlanders zijn over het algemeen zachtaardig. In een discussie met andersdenkenden blijft men bij het onderwerp. Maar de Turk dwaalt af en speelt op de man. Voorbeeld: een Turkse politicus zal in een politieke discussie met zijn tegenstander zeggen dat hij niet eens een schaapsherder kan zijn. In Turkije hebben we tijdens verkiezingstijd het helemaal gehad met het geschreeuw startend met ‘Hey jij meneer de Kemal’, ‘Heyyyyy meneer Muharrem’ en ‘ja meneer Recep’. Gelukkig is verkiezingstijd voorbij en is de boel wat rustiger. Daardoor zijn wij ook wat rustiger geworden.”

-Gastvrijheid?

-“Dat Turken zeer gastvrij zijn, zal elk mens wel zeggen. In Marmaris is ‘s nachts rond 23:00 uur een echtpaar bestaande uit een Turk en een Nederlander onderweg naar hun hotel. Zij besluiten een kortere route te nemen door iemands tuin. Zij hebben niet door dat de tuineigenaren thuis gezamenlijk zitten te eten. Hierop schrikt deze echtpaar en probeert met een begroeting weg te komen. Tot hun grote verbazing krijgen zij van deze huiseigenaren te horen: “ook een goedenavond, neem plaats, neem plaats (aan tafel)’. Na veel aandringen besluit het Turks-Nederlandse echtpaar aan de eettafel aan te schuiven en staat versteld van de gastvrijheid.”

“Elke Turk heeft vaak zijn Nederlandse buurman uitgenodigd voor een maaltijd. Of heeft wat van zijn eten aan de buren gegeven. Maar zoiets hoef je niet van Nederlanders te verwachten. Want het antwoord ligt al klaar: ‘Zoiets bestaat niet in onze traditie’.”

-En het verschil in cultuurgebonden beleefdheidsregels?

-“Als we dit onderwerp vergelijken met de mensen van beide landen, zien we dat de Turken meer aandacht besteden aan deze regel. Dit kan anders zijn bij de elite, maar wanneer we kijken naar het gewone volk, ben ik ervan overtuigd dat deze regels hoger in het vaandel staan.”

“Bijvoorbeeld: ik zal mijn gast die mij bezoekt netjes in mijn jas en schoenen bij de deur ontvangen. Dit geldt voor thuis, maar ook op kantoor. Maar bij, toch ga ik ‘sommige Nederlanders’ zeggen, ontbreekt deze beleefdheid.”

“Als bij de Turk een oudere binnenloopt, staat de kleine op en wijst naar een zitplaats. Laat me een gebeurtenis vertellen die ik heb meegemaakt: er wordt een verjaardag gevierd in het huis van een familielid. Het huis zit vol met gasten. De jongste puber van het huis zit op de bank, terwijl een oude Turkse oom moet staan. Op een gegeven moment verlaat deze jonge knaap even zijn zitplaats. De oude Turkse oom neemt daarop plaats op deze bank. De reactie van deze jonge knaap is heel vreemd: “Je zit op mijn plek”. De Turkse oom hoort dit, maar reageert niet. De desbetreffende knul is twintig jaar oud en weet blijkbaar niet wat beleefdheid is.”

-Wat is het verschil tussen het religieuze begrip en gedrag hierin tussen Turken en Nederlanders?

-“Nederlanders zijn over het algemeen christelijk. De Turken zijn moslim. De Turk gelooft in het lot en dat alles al vooraf bepaald is. De Nederlander gelooft daar niet in. Tijdens een debat met een Nederlander zal hij vragen: ‘Is het God die alles over mij heeft bepaald en (zoals moslims dat geloven) alles vooraf is geschreven?’ Welnu, bepaalt God dat diegene een driejarig kind zal verkrachten en daarna vermoordt? Staat dat al geschreven over dat kindje? Het antwoord daarop is moeilijk te vinden en moeilijk uit te leggen aan iemand die daar niet in gelooft.”

“De Turk gelooft in het lot en dat zijn tijd van overlijden vaststaat. De Nederlanders vragen daarop ‘waarom God dan de mensen in Scandinavië negentig jaar laat leven, terwijl mensen in ontwikkelingslanden maar dertig tot vijftig jaar oud worden?’ Ook daar is een moeilijk antwoord op te geven.”

-Hoe kijkt men naar de liefde?

-“Liefde kent geen grenzen. Ieder houdt op unieke wijze van elkaar. Maar wat ik waarneem, is dat mensen die uit het Oosten (Turkije) komen van elkaar kunnen houden alsof hun leven er van af hangt. Ik wil hier geen onderscheid maken tussen Turken en Nederlanders. Het zou geschikter zijn om een oosterse en westerse vergelijking te maken. De westerling verliest, net zoals bij elk onderwerp, ook niet zijn koelbloedigheid. Hij zal van iemand houden, maar niet tot de dood. De oosterling kiest voor de ongelofelijke liefde.”

https://turksemedia.nl/wp-content/uploads/2018/07/Nederland-moet-Turkije-dankbaar-blijven-voor-alles14-.jpg

Ten slotte
Gedurende zijn hele leven worstelde Karaçay in Nederland met sociale kwesties en persoonlijke zaken van zijn landgenoten. Die strijd werd voor werkgeversdeuren, ziekenhuisdeuren, gevangenispoorten en voor menig ander denkbare poorten gehouden. Karaçay’s activiteiten vinden uiteraard een plekje in de Turks-Nederlandse geschiedenis.

Karaçay wordt met name daardoor onder Turks-Nederlandse journalisten gezien als een ‘abi’, Turks voor de (grote) broer.

Afbeelding met lucht, persoon, buiten, person Automatisch gegenereerde beschrijving
Yavuz NUFEL reisde naar Mersin, deed onderzoek en schreef:

DE KARAÇAY’S VAN MERSİN EN DE OPKOMST EN ONDERGANG VAN DE SITES VAN POMPEİPOLİS…

*Leggende namen en symbolische formaties hebben altijd bestaan en zullen altijd blijven bestaan in heel Turkije. De legende van de familie Karaçay in Mersin en de symbolisering van de toeristische faciliteiten met de naam Pompeipolis zullen echter nooit worden vergeten.

*Ik ging naar Mersin en deed diepgaand onderzoek. Ik had een lang gesprek met de mensen van Mersin en İlhan Karaçay, het lid van de Karaçays in Nederland, en ik liet een legendarische familie herleven die je nooit zult vergeten.

*De ‘bully gentlemen’ van de jaren 1950, die later de ‘Beylerbeyi’ werden, waren op de top van hun kunnen.

*De ‘bully gentlemen’ voedden en beschermden de armen en zwakken.

De ‘Beylerbeyi’ daarentegen wilden de maatschappij dienen en entertainen.

Afbeelding met kleding, persoon, person, pak Automatisch gegenereerde beschrijving
De broers Karaçay waren ooit een zeer populaire familie in Mersin met hun beschermende kwaliteiten en sociale en culturele activiteiten. Op de foto, van links naar rechts, zijn de broers Zekeriya, Ayhan, İlhan en Hüseyin Karaçay te zien.

Beste lezers,

Voordat we beginnen met dit interview over legendes, dat ik heb voorbereid na een lange studie en onderzoek, wil ik graag een aantal van de uitdrukkingen die ik hier zal gebruiken uitleggen.

Aangezien ik in dit artikel naar de helden van mijn verhaal zal verwijzen als ‘bullebakken’, wil ik deze uitdrukking eerst verduidelijken.

De laatste tijd wordt er veel gesproken over pestkoppen en ruige jongens.

Sommige mensen gebruiken deze uitdrukkingen om te prijzen en anderen om te bekritiseren. In feite is een pestkop zijn een teken van trots, en een bullebak zijn daarentegen een teken van minachting.

Natuurlijk waren er in de oudheid weinig pestkoppen en veel külhanbeyi.

Külhanbeyi is afgeleid van het woord ‘külhan’.

Külhan is de naam voor het heetste gedeelte van de baden waar het vuur wordt aangestoken. Het water van het bad werd verwarmd door door deze plek te gaan die külhan wordt genoemd. Daarom werd dit deel van de baden een plek waar daklozen, thuislozen en vagebonden onderdak zochten en overnachtten. Zulke jonge mensen schuilden in bijna elk badhuis en werden ‘külhanbeyi’ genoemd.

Dit betekent dat sommige mensen deze term nu ongepast en onjuist gebruiken.

Wat pesten betreft: de pestkoppen, die we vandaag de dag niet meer tegenkomen, waren als de gentleman ridders van de regio. Ze hadden gebruiken en tradities die ‘Racon’ werden genoemd. Ze moesten zich aan deze gebruiken houden. De pestkoppen, die vooral de zwakken, de armen en de eerbare mensen beschermden en beschermden, waren ook mensen die respect toonden voor elkaar.

KARAÇAY FAMILIE

De familie Karaçay, de helden van dit artikel, waren ooit de grootste pestkoppen in Mersin. De wijk Hamidiye waar ze zijn geboren en opgegroeid was een zeer kleurrijke en multiculturele wijk. Er was een gemeenschap van Arabieren, zigeuners en muhajirs.

De vader, Numan Karaçay, was een van de Arabieren die vanuit Hatay Samandağ naar Mersin migreerden.

Toen de vrouw met wie hij trouwde op zeer jonge leeftijd overleed, liet hij drie kinderen achter.

Tijdens de zoektocht naar een vrouw als moeder voor de drie kinderen, Yasin, Naime en Kerim, werd de 17-jarige Vahide, die zelf nog een kind was, gevonden en getrouwd.

Numan Karaçay had twee kruidenierswinkels, één in de bazaar en één in de buurt.

De winkel in de bazaar werd gerund door vader Numan en de winkel in de wijk werd gerund door moeder Vahide.

Met 6 kinderen, Hüseyin, Zekeriya, Kıymet, Ayhan, İlhan en Nimet, was de populatie van het huis gegroeid tot 11 kinderen.

Afbeelding met kleding, Menselijk gezicht, persoon, peuter Automatisch gegenereerde beschrijving
Op 17-jarige leeftijd trouwde Vahide met Numan Karaçay, die 3 kinderen had, en verhoogde het aantal kinderen tot negen en de familiebevolking tot elf.

Vooral de winkel in de bazaar was erg lucratief. Het geld dat in zakken naar huis werd gebracht, werd urenlang gewogen en geteld op de weegschaal. Dit duurde echter niet lang.

Toen vader Numan 9 kinderen en een vrouw achterliet, was het 1946 en was hij 57 jaar oud.

Wijlen Numan vulde de zakken van de kinderen die langs de winkel kwamen met snoep of nootjes en werd door de buurt omschreven als ‘een heel goed mens’.

Na zijn dood ging zijn moeder Vahide, die de groentewinkel in de buurt bleef runnen, om 05.00 uur ‘s ochtends naar de groentemarkt en bracht de te koop aangeboden goederen met een paardenkar naar de winkel.

Er waren 20 schuurtjes op hun binnenplaats. Deze werden allemaal verhuurd aan Roma-burgers.

Vahide, de moeder, zorgde ook voor deze klusjes. Natuurlijk werden de onbetaalde huurgelden meestal opgeteld bij de huur die ze van de groenteboer hadden gekocht door ze op te schrijven in het schuldenboek. Aan het eind werd er een lijn getrokken op de schuldpagina’s in het boek. Het huis van Karaçaylar was een compleet hulpcentrum voor de buurt.

De broers Karaçay, die volwassen en nu jonge mannen waren, hadden een koffiehuis geopend naast de groentewinkel onder hun huis. Maar het koffiehuis moest ‘s ochtends vroeg open. Vahide, de toegewijde en zelfopofferende moeder, nam ook deze taak op zich. Nadat ze ‘s ochtends vroeg terugkwam van de bazaar, opende ze het koffiehuis, stak de kolenbrander aan en zette thee. In het koffiehuis luisterden ze samen met de stamgasten naar de Heilige Koran op de radio en daarna naar Arabische liederen.

De stamgasten van het koffiehuis waren ‘s ochtends Arabieren en ‘s middags Roma-zigeuners. De broers Karaçay, die deze groep altijd verzorgden en steunden, werden geboycot door hun eigen landgenoten, de Arabieren. Het antwoord aan de Arabieren die zeiden ‘Als zij komen, komen wij niet’ was natuurlijk duidelijk: We kunnen geen onderscheid maken tussen mensen.

Het was geen verrassing dat de broers Karaçay in Mersin werden geclassificeerd als ‘zware jongens’.

Hüseyin, de oudste van de bij Vahide geboren Karachays, had een aristocratisch uiterlijk, want hij werd een ‘bullebak’ genoemd. Zekeriya Karaçay, die als ‘Koreaan’ werd bestempeld vanwege zijn deelname aan de Koreaanse oorlog, stond ook bekend als de man die het politiebureau overviel en de dossiers ontvoerde omdat mannen op het politiebureau werden geslagen. Zekeriya Karaçay was een van de beroemdste zware jongens van Mersin, maar hij verwaarloosde de armen nooit.

Ayhan, de middelste broer, had een gekke persoonlijkheid. Net als zijn oudere broers, zorgde hij voor zijn buurt.

Wat betreft İlhan, die jullie allemaal heel goed kennen: Hij was een heer in de buurt, maar een stoute jongen op school. Terwijl de buurt naar hem wees, haalde Ulviye Alpay, de hoofdonderwijzer van Çankaya basisschool, hem en zijn vrienden op van het strand en bracht ze naar school.

Afbeelding met tekst, gebouw, buitenshuis, kunst Automatisch gegenereerde beschrijving

HET TRIESTE VERHAAL VAN DE POMPEIPOLIS-KARAÇAY FACILITEITEN DIE 50 JAAR LANG DE INWONERS VAN MERSIN VAN DIENST WAREN…

De 50 jaar oude faciliteiten, die werden gebruikt door alle Çukurovas, zelfs inwoners van Gaziantep, Kahramanmaraş en Konya en toeristen, zijn nu een schaduw van hun vroegere zelf.

De gazino, waar Dianas uit Italië, Abdullah Yüceler uit Istanbul, Beyaz Butterflies, Erol Büyükburç en Berkant maandenlang optraden, is nu een trieste aanblik.

Het strand en de camping, die vroeger gevuld waren met 2 duizend mensen, en de motelkamers, die ook door toeristen werden gebruikt, zijn nu erg stil.

Terwijl de broers Karaçay een koffieshop runden en koffie verhandelden, besloten ze een restaurant te runnen dat door het Speciale Bestuur in Mezitli was gebouwd en via een aanbesteding werd verhuurd, en ze wonnen de aanbesteding.

Het restaurant, dat was gevestigd in de oude regio Viranşehir, kreeg de naam Pompeipolis om het historische belang ervan te benadrukken.

De Karaçays organiseerden ook een orkest om in het restaurant diner- en dansmuziek op te voeren.

In het begin van de jaren 1960 begonnen de welgestelde mensen van Mersin en Adana interesse te tonen in Pompeipolis. Pompeipolis werd ‘s middags druk bezocht door zakenlui en ‘s avonds door mensen uit de society die graag dansten.

Toen de belangstelling voor het restaurant toenam, werd aan de provincie toestemming gevraagd om de bestaande plaats te vergroten. Deze toestemming omvatte ook de bouw van een motel in de lege ruimte ernaast. De gebroeders Karaçay bouwden een bescheiden motel met 17 kamers en naast de diensten voor de welgestelden en de socialen bouwden ze ook een strand voor de inwoners van Mersin om te profiteren van de warmte.

Emotionele en onvergetelijke faciliteiten

Het verhaal van de Pompeipolis faciliteiten is een legendarisch verhaal…

Het levensverhaal van Pompeipolis, dat 50 jaar lang niet alleen de inwoners van Mersin, maar ook die van Çukurova, Gaziantep, Kahramanmaraş en Konya liet proeven van al het mooie dat recreatie te bieden heeft, bleef helaas onvoltooid.

Het was 1962. Het speciale bestuur van Mersin had een klein restaurant gebouwd in de wijk Viranşehir in Mezitli en bood het te huur aan via een veiling.

Aan het einde van de veiling, werd het beheer van dit restaurant overgelaten aan de broers Hüseyin, Zekeriya, Kıymet, Ayhan, İlhan en Nimet Karaçay, geboren uit Numan en Vahide.

C:\Users\ILHAN\Desktop\EYLUL BULTENINE GIRECEKLER\Pompeipolis aksamlari. (1).jpg

De broers Karaçay veranderden dit restaurant, dat ze 48 jaar huurden, in een casino met muziek, met als doel om de klanten niet alleen een feest van eten maar ook een muzikaal feest te bieden.

C:\Users\ILHAN\Desktop\EYLUL BULTENINE GIRECEKLER\Beyaz Kelebekler (1).jpg
Witte vlinders

s Avonds voerden de klanten hun buikjes onder begeleiding van livemuziek, waarna ze dansten op de livemuziek en plezier maakten.

C:\Users\ILHAN\Desktop\EYLUL BULTENINE GIRECEKLER\Berkant Pompeipolis'te.jpg
Berkant en zijn team bij Pompeipolis

De belangstelling was zo groot dat de broers Karaçay de grootte van de plaats die ze huurden verdrievoudigden en het terras aan zee verlengden tot aan de zee.

C:\Users\ILHAN\Desktop\EYLUL BULTENINE GIRECEKLER\MV5BOGJlODdhM2ItOTEzNy00MGU5LWExZDQtNWUyODQ3N2EyYjhkXkEyXkFqcGdeQXVyMjc2Mzk3ODA@._V1_.jpg
Sevda Ferdağ

Degenen die van ver kwamen om te eten en zich te vermaken, hadden moeite om terug te keren. Inderdaad, de faam van Pompeipolis had zich buiten Mersin verspreid en klanten uit Adana, Hatay, Gaziantep, Kahramanmaraş en Konya begonnen te komen. De terugreis was moeilijk voor degenen die zich verloren in de dans en muziek en te veel dronken. Daarom brachten sommigen de ochtend slapend op stoelen door. Op advies van vrienden werd het idee om motelkamers naast het restaurant te bouwen door het speciale bestuur geaccepteerd. De broers Karaçay gingen aan de slag met de voorwaarde om slechts 17 kamers te bouwen en voltooiden het motel in korte tijd.

Afbeelding met persoon, poseren, muur, person Automatisch gegenereerde beschrijving
Abdullah Yüce

Terwijl het muziekcasino gevuld werd met mensen van buiten de stad, namen ook de klanten van het motel toe.

Toen er gestrande toeristen aankwamen, ontstond het idee om een mokamp op te richten.

De plaats die werd gehuurd van het speciale bestuur was meer dan 7 duizend vierkante meter langs de kust. Nadat ze toestemming hadden gekregen om op dezelfde plaats tenten te plaatsen, werd het tijd om een strand aan te leggen waar inwoners van Mersin konden zwemmen.

Afbeelding met tekst, persoon, poseren, staand Automatisch gegenereerde beschrijving
Erol Büyükburç

İlhan Karaçay verliet Nederland in 1984 en keerde terug naar Mersin met zijn vrouw Jeanne en kinderen Ruşen en Vahide. In hetzelfde jaar werden de faciliteiten volledig gerestaureerd en werd er een strandgedeelte gebouwd dat plaats bood aan tweeduizend mensen. Met de betonnen tafels en stoelen die op het strand stonden, kregen bezoekers ook de mogelijkheid om een barbecuefeest te houden.

Afbeelding met binnen, persoon, menigte Automatisch gegenereerde beschrijving

Het strand was ook erg populair. Bussen van de gemeente Mersin brachten elke dag tweeduizend mensen naar Pompeipolis. Sommigen van hen vervulden hun picknickbehoeften, anderen hun zwem- en zonnebaadbehoeften…

C:\Users\ILHAN\Desktop\EYLUL BULTENINE GIRECEKLER\Pompeipolis Motel ve Plajindan manzaralar (8).jpg

Het restaurant-casino gedeelte was zo beroemd geworden dat het verplicht was om een betere kwaliteitsservice te bieden aan de klanten die interesse toonden. Onder de klanten waren Italianen in Mersin, Amerikanen en Duitsers in Adana. Ook de consul-generaal van Italië behoorde tot de klanten. Met hun hulp werd een contract voor zes maanden getekend met de Italiaanse chanteuse Diana en haar man Bisio.

Dankzij het nieuws en de advertenties in TRT Radio, Cyprus Radio en de krant Hürriyet werd Pompeipolis concurrent van de casino’s in Istanbul. Er werden contracten voor zes maanden getekend met beroemdheden zoals Abdullah Yüce, Beyaz Butterflies, Erol Büyükburç en Berkant.

Op verzoek werd er nog een contract voor zes maanden afgesloten met Diana.

İlhan Karaçay stelde zich kandidaat voor burgemeester van Mersin in 1984 als kandidaat van het Ware Pad. Op dat moment had Okan Merzeci, de kandidaat van de heer Özal, de verkiezingen gewonnen. Karaçay had een lunch georganiseerd om Merzeci te feliciteren.

BREEKPUNT

Kijk hoe İlhan Karaçay het breekpunt beschrijft: ‘Terwijl alles op rolletjes liep in Pompeipolis, moest ik om familieredenen terugkeren naar Nederland. Het was een moeilijke beslissing, maar het moest gebeuren.

C:\Users\ILHAN\Desktop\EYLUL BULTENINE GIRECEKLER\Pompeipolis'te dugun.jpg

Na mijn terugkeer naar Nederland verhuurden mijn broers de faciliteiten aan een bevriende muzikant, Ferhat, om van de extra werkdruk af te komen.

Later sprak een aanzienlijke groep vrienden, vooral İsmet Akol en Ahmet Bilyeli, met mijn broers en overtuigde hen om de faciliteiten te verhuren aan de Taşkıran broers die ze kenden.

Dit is wat er daarna gebeurde. De manier waarop de Taşkırans de faciliteiten exploiteerden was niet naar de zin van het Speciale Bestuur, dat wil zeggen, de staat. De staat nam de faciliteiten, die veel mensen zouden raken met hun dienst en herinneringen, af van de Taşkırans en sloopte het volledig en gooide het plat.

Pompeipolis, dat ik ging bekijken tijdens een bezoek aan Mersin, lag in puin.

Ik kon niet voorkomen dat ik tranen liet terwijl ik het platgegooide gebied bekeek.

C:\Users\ILHAN\Desktop\EYLUL BULTENINE GIRECEKLER\Pompeipolis 2017 (2).JPG
Dit is hoe het tegenwoordig is…

Het was makkelijk gezegd…

Het einde van zulke prestaties en herinneringen was teleurstellend.

C:\Users\ILHAN\Desktop\EYLUL BULTENINE GIRECEKLER\IMG_1201.jpg
Het was als volgt

Tijdens een bezoek aan Mersin, bezocht de zoon van İlhan Karaçay, Ruşen, Pompeipolis, dat nog steeds overeind stond.

Ook hij legde het uitzicht met natte ogen vast.

C:\Users\ILHAN\Desktop\EYLUL BULTENINE GIRECEKLER\Pompeipolis dumduz (yerle bir) (5).JPG

Dit is hoe het gebeurde

Ruşen, die de eerdere beelden mengde met de latere beelden, bereidde de videoclip hieronder voor, die je ook zal raken.

C:\Users\ILHAN\Desktop\EYLUL BULTENINE GIRECEKLER\Pompeipolis Motel ve Plajindan manzaralar (3).jpg
Het was als volgt

Wie is er geen klant geweest van Pompeipolis-Karaçay Faciliteiten…
Karaçay zei het volgende over dit onderwerp:

Afbeelding met lucht, buiten, grond, kust Automatisch gegenereerde beschrijvingDit is hoe het gebeurde

‘Als ik ze probeer op te sommen, kan ik het niet aan.

Maar laat me kort vertellen over een van mijn favoriete herinneringen.

Op een moment dat ik nieuwe contacten aan het leggen was met veel vrienden dankzij de communicatie die Social Media heet, ontving ik een kort briefje van Mehmet Coşkundeniz, een van de beroemde schrijvers van Posta Newspaper, die mijn artikelen volgde. In het briefje stond het volgende ‘Ik herinner me je nu beter. Tijdens mijn Mersin-jaren ging ik elke dag naar je faciliteiten, zwom ik in de zee en ging ik zonnebaden’.

Afbeelding met tekst, persoon, buiten, groep Automatisch gegenereerde beschrijving

Atatürk bracht het laatste bezoek van zijn leven aan Pompeipolis

LATERE LEVEN VAN DE GEBROEDERS KARAÇAY

İlhan Karaçay keerde terug naar Nederland in 1986, waar hij eerder was geëmigreerd en zich had gevestigd, en zet zijn leven voort, dat we kort zullen beschrijven.

Zekeriya Karaçay, de meest behulpzame en favoriete persoon van de familie, overleed na een hersenkramp in 1988.

Ayhan Karaçay, de gekke jongeman van de familie, overleed in 2008 na een kleine operatie als gevolg van onvoorzichtigheid.

Hüseyin Karaçay, de aristocratische jongeman van de familie, overleed in 2019.

De familie Karaçay vormt met ooms, ooms, tantes, neven en nichten de grootste familiegemeenschap in Mersin. İlhan van de familie Karaçay, afkomstig uit Antakya, İskenderun en Samandağ, zet zijn sterke en effectieve activiteiten in Nederland voort.

ERİTRELİLER’İN LAHEY’İ YAKIP YIKMASINDAN SONRA, TÜRKLER’İN HOLLANDA’DA OY KULLANMALARI TEHLİKEYE GİRDİ

ERİTRELİLER’İN LAHEY’İ YAKIP YIKMASINDAN SONRA, TÜRKLER’İN HOLLANDA’DA OY KULLANMALARI TEHLİKEYE GİRDİ

Eritreliler’in, geçen hafta Lahey’i yakıp yıkan kavgası, tartışmayı alevlendirdi.

Hollanda’da sandık başlarında yaşanan şiddet olaylarının tartışılmış olduğu parlamentoda, Hollanda’daki oy verme işleminin durdurulması istenmişti.

Bakanlık: “Nasıl ki yurt dışındaki Hollandalılar oy kullanabiliyorsa, Türkler’in de burada oy kullanma hakkı olmalıdır, ama şiddete baş vurmadan.”

Sosyal İşler, Dışişleri ve Adalet Bakanlığı Güvenlik Daimi Komitesi ile 5 parlamenterden oluşan Komisyon’un 30 sayfalık tartışmasını, noktası ve virgülüne kadar sizlere sunuyorum.

(Yazının Hollandacası en altta)
(Nederlandse tekst onderaan)


İlhan KARAÇAY derledi:

Türkiye’de yapılan genel seçimler için, yurt dışında oy kullanma şansına sahip olan yurttaşlarımızın, bu insani hakları tehlikeye girdi. Türkler’in oy verme işlemine izin veren ülker, yaşanmakta olan muhtelif şiddet olayları nedeniyle, bu hakkın durdurulması için tartışıyorlar.
Bu ülkelerden biri de, tabii ki Hollanda.

Hollanda’da yaşayan Türkler ve diğer yabancı kökenli vatandaşlarının seçimlerde oy kullanma hakkıyla ilgili tartışmalar, önemli bir demokratik meseledir. Öncelikle belirtmem gerekir ki, herkesin demokratik haklara ve özgürlüklere sahip olması, ayrımcılığa veya dışlanmaya maruz kalmadan, yasalar ve düzenlemeler çerçevesinde yaşamını düzenleme hakkına sahip olması temel bir prensip olmalıdır.

Ancak, bu haklar ve özgürlüklerin kötüye kullanılması veya şiddete başvurulması kabul edilemez. Geçmişte yaşanan kavga ve şiddet olayları, toplumun huzurunu bozan ve demokratik süreçlere zarar veren eylemlerdir. Dolayısıyla, herhangi bir topluluğun siyasi kavgaları veya çekişmeleri Hollanda gibi bir ülkeye taşıması kabul edilemez.

Hollanda hükümetinin ‘oy kullanma’ konusunda alacağı kararlar, bu tür şiddet içeren eylemlerini önlemek ve toplumun güvenliğini sağlamak amacıyla alınmalıdır. Bu kararların, herhangi bir etnik veya ulusal grup üzerinde ayrımcılık yapmadan, şiddetin önlenmesine yönelik genel bir tedbir olması gerekmektedir.

Bu tür olayların tekrarlanmaması için, toplumun her kesiminin işbirliği yapması ve demokratik değerlere saygı göstermesi önemlidir. Herkesin barış içinde bir arada yaşayabileceği bir ortamın oluşturulması için çaba gösterilmelidir.
Aksi takdirde, hiç hoşlanmayacağımız kararlar ile karşı karşıya kalabiliriz.

2023’ün 14 Mayıs günü, Türkiye’de yapılan Parlamento ve Cumhurbaşkanlığı seçimlerinden önce, yurt dışında oylarını sükûnetle kullanan yurttaşlarımızın yanında, şiddet uygulayan bilinçsizler veya provakatörler de vardı.

Afbeelding met persoon, kleding, person, schoeisel Automatisch gegenereerde beschrijving

7 Mayıs günü, Amsterdam’daki RAİ salonlarında meydana gelen ve 300 kişinin karıştığı iddia edilen kavga, Lahey, Deventer ve Eindhoven’deki diğer salonlarda da meydana gelen kavgaların en büyüğüydü.
Medyanın, özellikle abartarak yayınladığı bu olaylardan sonra, parlamentoda koalisyonun en büyük ortağı VVD Partisi’nden Becker ve Brekelmans’ın bu konudaki soru önergesine Dışişleri Bakanı Hoekstra ile Sosyal İşler ve İstihdam Bakanı Van Gennip cevap vermişlerdi.

İleride söz edeceğim ‘Araştırma Komisyonu” çalışmalarına gelmeden önce, geçen hafta Lahey’de yaşanan yeni bir olaydan söz etmem gerekecek. Zira bu yeni olay, bizim burada oy verme hakkımızın devam etme umudunu yaralamıştır.

Afbeelding met panorama, schermopname, panoramisch Automatisch gegenereerde beschrijving
Olay, Afrika’daki Eritre ülkesinin vatandaşları arasında patlak verdi. Ülkedeki siyasi ortam için farklı görüşlerde olan Eritreliler, Lahey’de birbirlerine girdiler ve ortalığı yakıp yıktılar.
Bu olaylardan sonra, yabancıların, kendi ülkelerindeki siyasi sorunları Hollanda’ya taşıma konusu yeniden gündeme geldi ve yabancıların burada oy kullanıp kullanamama konusu dezavantaj kazandı.

Hollanda parlamentosunda konuyla ilgili çalışmalara gelmeden önce, Eritre’deki sorunun ne olduğuna bir bakalım isterseniz:

30 yıllık silahlı bir mücadelenin sonunda 1993 yılında Etiyopya’dan ayrılarak bağımsızlığına kavuşan Eritre Devleti’nde tek parti yönetimi bulunmaktadır (People’s Front for Democracy and Justice-PFDJ). 1997 yılında çok partili sisteme geçilmesi kararlaştırılmış, ancak bu karar henüz uygulamaya konulmamış, 24 Mayıs 1997 tarihinde kabul edilen yeni anayasa halen yürürlüğe girmemiştir.

Devlet Başkanlığı görevi 8 Haziran 1993 yılından bu yana Isaias Afwerki tarafından yürütülmektedir. Isaias Awferki hem Devlet Başkanı, hem Bakanlar Kurulu Başkanıdır.

Eritre’de Parlamento henüz teşekkül etmemiştir. PFDJ üyesi 150 milletvekilinden (delege) oluşan şeklî anlamda bir “Geçici Meclis” söz konusu olmakla birlikte, bu konudaki çalışmalar tamamlanmadığı için faal değildir. Yasalar Adalet Bakanlığı eşgüdümünde ilgili kurum ve kuruluşlar tarafından hazırlanmakta ve Başkan’ın imzasını müteakip yasa hükmünü kazanmaktadır.

21 Nisan 2007’ye dek Hükümetlerarası Kalkınma Otoritesine (IGAD) üye olan Eritre, Somali’ye barış gücü gönderilmesi konusunda Etiyopya temsilcileri ile örgüt bünyesinde yaşanan sert tartışmaların ardından IGAD’dan çekilmiştir. 2011 yılında ise IGAD’a yeniden katılmıştır.

Eritre, Cibuti ile sınır ihtilafı ve Afrika Boynuzu bölgesini istikrarsızlığa sürükleyen Eş-Şebab ve benzeri silahlı örgütlere destek verdiği gerekçeleriyle BM Güvenlik Konseyi yaptırımlarına maruzdur kalmıştır. Normalleşme sürecinin başlamasıyla Eritre’de ortaya çıkan en çarpıcı değişiklik ülkenin uluslararası angajmanı olmuştur. Sınır savaşından sonra içine kapanan ülke, nomalleşme sürecinin başlamasıyla dış temaslarını artırmış, BM yaptırımlarından kurtulmuş, BM İnsan Hakları Konseyi üyeliği gibi çok taraflı platformlarda yer almaya başlamıştır

Eritre, insan hakları bağlamında özellikle batı dünyasının şiddetli eleştirilerine hedef olmaktadır. BM raporlarına göre, 2015 ve 2016 yıllarında her ay yaklaşık 4.000 kişi Avrupa ülkelerine gitmek üzere yasadışı yollardan ülkeyi terk etmiştir. Bu sayının takip eden yıllarda düşüş eğilimine girdiği belirtilmektedir.

Eritre dış politikası, önemli ölçüde, Kızıl Deniz havzası, Kenya’nın da dâhil olduğu Afrika Boynuzu bölgesi, Nil Havzası ve Körfez Bölgesinde meydana gelen gelişmelere göre şekillenmektedir.

Eritre ve Etiyopya arasında 1998-2000 yıllarında yaşanan sınır savaşı sebebiyle, iki ülke arasındaki diplomatik ilişkiler 1998 yılında kesilmiştir. İki ülke arasında 20 yıl süren anlaşmazlık Etiyopya Başbakanı Abiy Ahmed’in açıkladığı yeni politikayla normalleşme sürecine girmiş, iki ülke arasındaki sınırlar açılmış, uçuşlar başlamış ve her iki ülkede karşılıklı temsilcilikler faaliyete geçmiştir.

Şimdi gelelim Hollanda’da, Türkiye seçimleri için oy kullanma hakkımıza.
Mayıs ayında Hollanda’da cereyan eden seçim kavgalarından sonra, parlamenterlerin Bakanlara yönelttiği sorulara dönelim şimdi:

İki Bakan’ın vermiş oldukları yazılı cevap şöyleydi:

Afbeelding met Menselijk gezicht, persoon, kleding, Kin Automatisch gegenereerde beschrijving

“Kabine, Hollanda’daki tüm vatandaşlarının anayasal özgürlüklerini savunmaktadır.
Herkes, geçmişi, kökeni ya da yönelimi ne olursa olsun, Hollanda yasaları ve düzenlemeleri dahilinde, yaşamlarının düzenlenmesi konusunda özgürce seçim yapabilmelidir.
Türk kökenli Hollanda vatandaşları, Türkiye’deki seçimler için oy kullanmakta özgürdür.
Tıpkı yurtdışındaki Hollandalıların da Hollanda seçimleri için oy kullanmakta özgür oldukları gibi. Ancak bu, şiddet içermeyen bir şekilde yapılmalıdır. Şiddet ya da korkutmanın – oy verme merkezlerinde ya da başka yerlerde, her ne şekilde olursa olsun – Hollanda gibi demokratik bir ülkede yeri yoktur.

**********************************************************************************

Afbeelding met tekst, schermopname, Website, persoon Automatisch gegenereerde beschrijving

**************************************************************************************
Üstteki iki kupürün solunda Algemeen Dagblad gazetesinin başlığında, “Amsterdam’daki Türk seçimlerinde çıkan arbedeye 300 kişi karıştı” denilirken, RTL Yayın Kurumu’nun haber başlığında
“ Bakan: RAI’deki Türk Seçim Merkezi’nde yaşanan toplu arbede kabul edilemez” denilmişti.

Sosyal İşler ve İstihdam Bakanı Van Gennip, 9 Mayıs’taki ‘Soru Saati’ tartışması sırasında, milletvekili Becker’in, “Amsterdam RAI’deki oy verme merkezinde büyük itiş kakış yaşandı ve toplum polisi ME konuşlandırıldı” sorusuna cevaben, Hollanda’daki Türk seçimlerinin organizasyonu hakkında parlamentoya bir mektup gönderme sözü vermişti.

“1- 22 Mayıs tarihinde, Becker ve Brekelmans (her ikisi de VVD) Hollanda’daki Türkiye seçimleri hakkında ek yazılı sorular sunmuşlardır.
2- Bu mektup yukarıda bahsi geçen taahhüdü yerine getirmektedir. Hollanda’daki Türkiye seçimlerinin organizasyonu hakkında gerçeklere dayalı bilgi için lütfen yukarıda bahsi geçen soru önergelerine verilen cevaplara bakınız.

Türkiye’de 14 Mayıs tarihinde parlamento ve cumhurbaşkanlığı seçimleri gerçekleştirilmiştir. Türk vatandaşlığına da sahip olan Hollanda vatandaşları, bu seçimler için oy kullanabilmişlerdir. Hollanda’da, Amsterdam, Lahey, Deventer ve Eindhoven’da cumhurbaşkanlığı seçimlerinin hem birinci hem de ikinci turları için oy kullanabildiler.

Polise göre, 7 Mayıs’ta Amsterdam RAI’deki oy verme merkezinde 300 kişinin karıştığı karışıklıklar yaşandı. Kabine bunu kabul edilemez bulmaktadır. Özgür bir ülkede insanlar özgürlüğe sahip olmalı ve oy kullanabilmelidir. Türkiye’deki gerilim ya da kavgalar Hollanda’ya ihraç edilmemelidir.”

Afbeelding met kleding, persoon, schoeisel, person Automatisch gegenereerde beschrijving

Bakanlar Kurulu, Sosyal İşler ve İstihdam Bakanlığı’nın, Sosyal İstikrar Uzmanlık Birimi (ESS) de dahil olmak üzere, çeşitli yollarla belediyeler, Türk-Hollanda kuruluşları ve sosyal katılım gösteren vatandaşlarla temaslarını sürdürmektedir. Bu görüşmeler, Türk-Hollanda toplumları arasındaki gerginliklerin, seçimler öncesinde, örneğin aileler arasında ve cami ve toplum merkezi gibi kamuya açık toplantı yerlerinde hissedilebilir olduğunu göstermektedir. Hollanda’daki insanlar da (her iki adaya oy verenler) Türkiye’deki kutuplaşmış seçim kampanyası nedeniyle toplumsal baskı yaşamışlardır.

9 Mayıs’ta Bayındırlık ve İskan Bakanı, geçtiğimiz dönemde Bayındırlık ve İskan Bakanlığı’nın ziyaret ettiği Türk-Hollanda kuruluşlarıyla yapılan bir kapanış toplantısına katıldı. Amsterdam RAI’de meydana gelen olay gibi seçimlerle ilgili güncel konular da dahil olmak üzere, çeşitli konularda kendileriyle iyi tartışmalar yapıldı. Anlaşılacağı üzere, Suriye ve Türkiye’de meydana gelen depremlerin ardından, seçimler Türk-Hollanda toplumları arasında çok canlı bir şekilde gündemde oldu. Toplantıda tüm kuruluşlar bu olayı kınamış ve Hollanda’da şiddet ve yıldırmaya yer olmadığını vurgulamıştır. Ayrıca, Türkiye’deki seçimlerin sonuçlanmasından önceki günlerde ve sonraki dönemde, seçmenlerine barış ve sükûnet çağrısında bulunacaklarını belirtmişlerdir.

Afbeelding met buitenshuis, persoon, boom, kleding Automatisch gegenereerde beschrijving

SZW Bakanlığı, Türk-Hollanda toplumlarıyla ilgili gelişmeleri izlemek üzere seçimlerden sonra da belediyeler, topluluklar ve profesyonellerle temas halinde olmaya devam etmektedir. Örneğin, geçtiğimiz 15 Haziran’da ESS, Verwey-Jonker Enstitüsü ile işbirliği içinde belediye yetkilileri ve profesyoneller için Hollanda’daki Türk seçimlerinin gidişatı üzerine düşünmek üzere bir bilgi oturumu düzenledi. Buradan, hükümet olarak çeşitli Türk-Hollanda topluluklarıyla iletişim halinde kalmanın ve onlarla ve onlar arasında diyaloğu kolaylaştırmaya devam etmenin önemli olduğu ortaya çıktı.
Bu şekilde sosyal gerilimler ve istenmeyen kutuplaşma biçimleri önlenebilir ve sosyal açıdan istikrarlı bir toplum için birlikte çalışılabilir.

Sonuç olarak, Hollanda’da sadece Türkler için değil, diğer tüm ülkelerden gelen vatandaşlarımızın yaşadıkları kargaşalıkların araştırılması için bir komisyon kurulacaktır. Daha sonra komisyon tartışmasından çıkan sonuca göre önlemler alınacaktır.”

KOMİSYON TOPLANTISI

Evet o komisyon toplandı ve tartışmalar direkt olarak TV’den yayınlandı.
Saat 15.02’de başlayıp 17.54’de tamamlanan oturum 2saat 52 dakika sürmüştü.
Oturumda konuşulanları nor etmeye çalışmıştım ama, 3 saate yakın konuşmaların not edilmesi imkânsızdı tabii.
O sırada Hollanda Millet Meclisini aradım ve konuşmaların yazılı metnini alıp alamayacağımı sordum.
“Alabilirsiniz ama 15 gün sonra” cevabını aldım.
15 gün sonra gelen konuşmaların yazısı 30 sayfaydı.
Konuşulanlardan bir özet çıkarmak mümkündü ama, tartışmanın ruhunu bozmamak için, tam olarak yayınlamanın daha sağlıklı olacağını düşündüm.
Öyle de yapacağım. İsteyen göz gezdirir, isteyen de uzun uzun dikkatlice okur.

Ne var ki, konuyla ilgilenen hükümet, şimdi düşük bir hükümettir. Sanırım bundan sonrası yeni kurulacak olan hükümet tarafından ele alınacaktır. Daha acısı, hükümeti, yabancı ve islam düşmanı Wilders’in kurma şansı fazladır.
Komisyon tartışmasını aşağıda bulacaksınız.
Bundan sonrası tabii ki yeni kurulacak hükümete kalacaktır.

Hollanda Temsilciler Meclisi’nde Türkiye’deki seçimlerin düzenlenmesine ilişkin Parlamento mektubuna eşlik eden karar notu: Dış müdahale ve etki.

Afbeelding met persoon, Kantoorgebouw, panorama, overdekt Automatisch gegenereerde beschrijving

KOMİTE TARTIŞMASI RAPORU

Sosyal İşler ve İstihdam Daimi Komitesi, Dışişleri Daimi Komitesi ve Adalet ve Güvenlik Daimi Komitesi 4 Ekim 2023 tarihinde Sosyal İşler ve İstihdam Bakanı Bayan Van Gennip ile aşağıdaki konularda istişarelerde bulunmuştur:

– Sosyal İşler ve İstihdam Bakanı’nın Hollanda’da Türkiye’deki seçimlerin düzenlenmesine ilişkin 6 Temmuz 2023 tarihli mektubu (36200-XV, no. 97);

– Sosyal İşler ve İstihdam Bakanı’nın 25 Eylül 2023 tarihli, istenmeyen yabancı etki ve müdahaleye ilişkin mevcut hükümet politikası hakkındaki komisyon talebine yanıt mektubu (30821, no. 200);

– Sosyal İşler ve İstihdam Bakanı’nın imam eğitiminin planlanmasına ilişkin 25 Eylül 2023 tarihli mektubu (35228, no. 42).

Komiteler bu istişarelere ilişkin olarak altta düzenlenmiş raporu sunmaktadır.

Sosyal İşler ve İstihdam Daimi Komitesi Başkanı, Tunahan Kuzu

Dış İlişkiler Daimi Komitesi Başkanı, Rudmer Heerema

Adalet ve Güvenlik Daimi Komitesi Başkanı, Kat

Sosyal İşler ve İstihdam Daimi Komitesi Kâtibi, Post

Başkan: Kuzu
Katip: Meester-Schaap
Parlamentonun şu beş üyesi hazır bulunmuştur: Van Baarle, Becker, Kuzu, Piri ve Podt.
Daha sonra Sosyal İşler ve İstihdam Bakanı Bayan Van Gennip.
Oturum Başlangıç saati: 15:02.
Oturum Başkanı Tunahan Kuzu:

Afbeelding met Menselijk gezicht, kleding, persoon, Baan Automatisch gegenereerde beschrijving

Oturum Başkanı Tunahan Kuzu:

Herkese iyi günler. Sosyal İşler ve İstihdam Daimi Komitesi’nin dış müdahale ve etki konulu komite tartışmasına hoş geldiniz. Şu anda VVD’den Bayan Becker, D66’dan Bayan Podt ve DENK’ten Bay Van Baarle olmak üzere üç milletvekili hazır bulunuyor. Sosyal İşler ve İstihdam Bakanı’na ve onun desteğine hoş geldiniz diyorum. Genel salonda izleyici yok, ancak evde izleyiciler olabilir. Hepinize keyifli bir komisyon müzakeresi diliyorum.
Her grup için dört dakikalık konuşma süreleri kullanmayı öneriyorum. Katılan komite üyelerinin sayısı göz önüne alındığında, müdahale sayısını sınırlamak istemiyorum, ancak gerekirse elbette sınırlayacağım. Katkıları için sözü VVD’den Bayan Becker’e vermek istiyorum.

Afbeelding met persoon, Menselijk gezicht, kleding, tekst Automatisch gegenereerde beschrijving

Bayan Becker (VVD):

Çok teşekkür ederim Sayın Başkan. Sayın Bakan’a ve diğer milletvekili arkadaşlara da bugün burada oldukları için teşekkür ederim. Komisyonda daha önce bu tartışmanın devam etmesine izin verip vermememiz gerektiği konusunda bazı tartışmalar olmuştu. Bunu savunanlardan biri de bendim, çünkü Temsilciler Meclisi olarak sadece kameralar açıkken sorunları tartışmak ve işaret etmekle değil, aynı zamanda spot ışıkları söndüğünde de bu konuya dikkat çekmeye devam etmekle yükümlü olduğumuza inanıyorum.

İstenmeyen yabancı etkisi, birkaç yıl önce tüm Hollanda’nın, üç bölümlük bir haber filmi de dahil olmak üzere, Hollanda camilerinde, yabancı fonların bazen neler yapabileceğini görebildiği zaman bu komitenin gündemindeydi. Burada “bazı Hollanda camilerinde” derken, geçen sefer bana haklı olarak bu konuya dikkat çeken Sayın Van Baarle’yi de kastediyorum. Bir parlamento araştırması düzenledik. Entegrasyon Bakanı yabancı etkisine ve sorunlu davranışlara karşı bir görev gücü oluşturdu. Bazen yurt dışından finanse edilen yaygın eğitim ve hafta sonu okullarının denetlenmesine ilişkin önergeler verdik. Aklınıza ne gelirse.

Bunu kimseye zorbalık etmek için değil, herkes için özgürlüğe olan inancımız nedeniyle yaptık. İstenmeyen yabancı etki güvensizlik duygusu yaratır, entegrasyonu engeller ve gerginliklerin ithal edilmesine yol açar. Camilerde ya da yabancı imamlar aracılığıyla verilen siyasi mesajların bazen grupları birbirine düşürebildiğini gördük, tıpkı Cumhurbaşkanı Erdoğan gibi birinin seçim çağrısı yapması ya da mektup göndermesinde olduğu gibi. Yakın zamanda Türkiye’deki seçimlerle ilgili olarak RAI’de yaşanan kavgaya da bakınız.

Dün elimize ulaşan bir Clingendael anketine göre Türk-Hollanda toplumunun %64’ü kendisini öncelikle Türkiye ile özdeşleştiriyor. Ancak, elbette, Hollanda’ya güçlü bir bağ hisseden, sadakat çağrısını hiç istemeyen, paspaslarına gözdağı mektupları almak istemeyen çok sayıda Türk, Faslı veya başka kökenli insan da var. Hatta Türk katılımcıların dörtte biri, buradaki Türk etkisi nedeniyle Hollanda’da kendilerini güvensiz hissettiklerini söyledi. Elbette tüm dünyayı güvende tutamayız, ancak en azından Hollanda’nın hangi kökenden olursa olsun tüm sakinleri için güvenli bir yer olmasını ve onları istenmeyen yabancı müdahale ve etkilerden korumayı amaçlamalıyız.

Bakana birkaç sorum olacak. Kabine, VVD ve PvdA tarafından verilen bir önergenin ardından, diasporada yaşayan ve yurt dışından gelen tehdit ve etkilerden endişe duyan kişilerin düşük eşikte bildirimde bulunabilmeleri gerektiğini belirtti. Merkezi bir kayıt noktası olacaktır. Bu aslında yaza kadar orada olmalı. Henüz orada olmadığı doğru mu? Eğer öyleyse, neden? Ne zaman orada olacak? Ve vaat edilen olgu resmi nerede? İdari/cezai yol şu anda ne sıklıkla kullanılıyor? Yoksa hala diplomatik görüşmeler ve dayanıklılık eğitimi olarak mı kalıyor? Bakanlıklar, polis ve AIVD arasında bilgi alışverişi en iyi şekilde nasıl sağlanabilir? Söz verilen iletişim kampanyasını ve SZW tarafından algılanan diaspora politikasına ilişkin söz verilen araştırmayı ne zaman bekleyebiliriz? Bakan bu süreçte, tercihen diğer üye devletlerle birlikte, istenmeyen diaspora politikası konusunda aktif bir karşı strateji oluşturmaya hazır mı?

Hükümet daha önce birbirlerinin yaklaşımlarından ders almak üzere diğer ülkelerle diyaloğa gireceğini belirtmişti. Bu konuda nerede duruyor? Ayrıca entegrasyon tartışmaları söz konusu olduğunda, örneğin Fas kökenli olup ikinci vatandaşlıklarından kurtulmak isteyenlerin savunucularını da davet edecek mi? Anladığım kadarıyla şu anda masada değiller ama bu bana mantıklı geliyor.

VVD tarafından verilen bir önergenin ardından, Hollanda’da bir imam yetiştirme kursunun başlatılacağı ve böylece imamların artık yurtdışından getirilmek zorunda kalmayacağı duyuruldu. Türk katılımcıların %49’u buradaki camilerin yabancı bir imam tarafından yönetilmemesi gerektiğini düşündüklerini söyledi. Ancak bakan şimdi önergenin ikinci kısmını da uygulayacak mı, yani imamların artık otomatik olarak yurtdışından çalışma izni almaması için din görevlilerine öncelik verilmesini test edecek mi? Bakan, İstenmeyen Yabancı Etki Görev Gücü’nün düzgün bir şekilde yeniden başlatılmasını sağlayabilecek mi? Belediyelerin, yabancı etki ve sorunlu davranış vakalarıyla karşılaştıklarında ve bununla mücadele ettiklerinde ulusal desteğe ihtiyaçları vardır. Bu durumda genel bilgi paylaşımının yeterli olmadığını düşünüyorum. VVD ile aynı fikirde mi? Bakan, gördüğümüz gibi huzursuzlukları önlemek için Türkiye’deki gibi yabancı seçimlerin burada sadece posta yoluyla yapılmasını sağlamaya hazır mı? Seçimlere üç ay kala AB dışından gelen politikacıların burada seçim kampanyası yapmasına izin verilmemesi kuralının ne sıklıkla uygulandığını Meclise rapor edecek mi?

Son olarak, Sayın Başkan. Tam da bu tartışmanın arifesinde, Clingendael soruşturması ve imam eğitimi konusunda iki önemli mektup daha aldık. Bu durumun bazen bana, bir dizi dosyada ilerleme kaydedebilmek için bir tartışma düzenlemek zorunda olduğumuzu ve bunlarla ilgili mektuplar aldığımızı hissettirdiğini söylemeliyim. Umarım durum böyle değildir, ancak bunu daha sık fark ettiğim için bakana bunu belirtmek istiyorum. O da benimle aynı fikirde mi? Yararlı ve gerekli mektupları burada tartışmadan önce daha erken almamızı sağlayabilir mi, böylece onlarla dikkatli bir şekilde ilgilenebiliriz?

Oturum Başkanı Kuzu:
Sürenizi zaten bir dakika 10 saniye aştınız ama olsun. Eğer bu gerçekten sonuçlandırmak içinse, benim için sorun yok.

Bayan Becker (VVD):
Hayır, güzel bir sonuçtu, bunu da kaçırabilirim. O zaman katkımı kesiyorum. Çok teşekkür ederim.

Oturum Başkanı Kuzu:
Teşekkür ederim, Bayan Becker. Bayan Podt’a söz vermeden önce, Bay Van Baarle’ın bir itirazı var.

Afbeelding met persoon, kleding, Menselijk gezicht, overdekt Automatisch gegenereerde beschrijving

Bay Van Baarle (DENK):

Evet, Bayan Becker’e yönelik bazı sorularım var. Her şeyden önce, katkısında özgürlüğün korunması için büyük bir ricada bulundu. Yabancı nüfuza ilişkin dosyanın tümüyle ele alınışında şu husus benim için son derece önemli. Bayan Becker’in bu tartışmada açıkça “bazıları” ile ilgili olduğunu söylemesinden memnuniyet duyuyorum, ancak tüm İslam toplumunu hedef alan önlemler alınıyor. Özellikle İslam toplumunun – hedeflenen budur; düşüncenin geldiği yer burasıdır – özgürlüğü kısıtlayan tedbirlere tabi tutulması söz konusudur. Diğer hususların yanı sıra, tüm gayri resmi eğitim için bir telefon hattı kurulması ve teftişin bu hatta gönderilmesi eğitim ve din özgürlüğünün kısıtlanması anlamına gelmektedir. Yabancı fonların kategorik olarak yasaklanması, yani dini gerekçelerle ulusal sınırlar ötesinde yapılmak istenen her türlü bağışın kategorik olarak yasaklanması, özgürlüğün çok büyük bir şekilde kısıtlanmasıdır. Bayan Becker’e sorum şu olacak: Neden Hollanda’daki tüm İslam toplumunu etkileyen birkaç olaya dayalı tedbirler uyguluyorsunuz? Bu beni rahatsız ediyor.

Afbeelding met persoon, Menselijk gezicht, kleding, overdekt Automatisch gegenereerde beschrijving

Bayan Becker (VVD):

Sayın Van Baarle’ye bu soru için teşekkür ederim, zira bana VVD’nin gündemiyle ilgili bir yanlış anlamayı düzeltme fırsatı veriyor. İstenmeyen yabancı etki sadece İslam ülkelerinden gelen bir şey değildir. Burada Çin servis istasyonlarıyla da uğraşmak zorunda kaldık, burada bir tür polis birimleri insanların Çin partisiyle uyumlu şeyler yapıp yapmadığını izledi. Bu şekilde devam edebilirim. Dolayısıyla istenmeyen yabancı etkiye karşı mücadele İslam’a ya da İslam ülkelerine karşı bir mücadele değildir.

Ancak özgürlük için verilen bir mücadeledir. Dinin Hollanda halkının ve Hollanda’da yaşayanların özgürlüklerini kısıtlamak için kullanıldığı her yerde, VVD her zaman ayağa kalkacaktır. Diyelim ki Schilderswijk’te ya da başka bir yerde din kisvesi altında bir garaj kiraladınız ve içinde çocukların hafta içi okulda öğrendikleriyle çelişen şeyler söylediğiniz bir hafta sonu okulu açtınız. Ne de olsa okulda kız ve erkeklerin eşit olduğunu, Hollanda toplumunun bir parçası olmanın iyi bir şey olduğunu ve demokrasinin harika bir şey olduğunu öğreniyorlar. Eğer bunların hiçbirinin doğru olmadığını söylerseniz, o zaman sadece özgür Hollanda toplumunu biraz baltalamakla kalmaz, aynı zamanda bu çocukların özgür vatandaşlar olarak yetişme özgürlüğünü de baltalamış olursunuz. Bence o zaman bu haklara sınırlar getirilebilir, çünkü din özgürlüğü, bazılarının özgürlüğünü ortadan kaldırmak da dahil olmak üzere, temelinde her şeyi yapabileceğiniz nihai bir hak değildir.

Son bir cümle. VVD olarak bizim desteklediğimiz tedbirler her zaman hedefe yöneliktir. Dolayısıyla camilere yönelik tüm yabancı finansman akışının genel olarak yasaklanması söz konusu değildir. Meclise gönderilen tasarı, sadece camilerde değil, herhangi bir ülkeden yabancı para alan diğer kuruluşlarda da istenmeyen davranışların ortaya çıkması halinde, para akışına hedefli bir şekilde müdahale etme imkanı vermektedir. Gayrı resmi eğitimde de, bir şeyler oluyorsa hedefe yönelik eylemde bulunulabilmesi gerektiğini düşünüyorum. Bunun eşcinselliğin çok olumsuz bir şekilde tartışıldığı bir Ortodoks İncil okulunda ya da İslami bir hafta sonu okulunda olması benim için fark etmez.

Oturum Başkanı Kuzu:

Lütfen hem soruların hem de cevapların biraz daha kısa olmasına dikkat edebilir miyiz? Bay Van Baarle.

Sayın Van Baarle (DENK):

VVD tarafından sürekli olarak dile getirilen çıkış yolu ve nedenler Hollanda’daki İslam toplumu ve İslam ülkeleriyle ilgilidir. Bayan Becker’in Çin’den gelen bağışların kategorik olarak yasaklanması yönünde bir talepte bulunduğunu hiç duymadım. Bayan Becker’in İslam ülkelerinden ve Körfez ülkelerinden gelen bağışların yasaklanmasından bahsettiğini duydum. Bayan Becker’in diğer dinlere ait hafta sonu okullarının gözetim altına alınması yönünde bir talepte bulunduğunu hiç duymadım. Bununla birlikte, Bayan Becker’in kendi ifadesiyle Selefiliğin olduğu eğitim kurumlarından bahsettiğini her zaman duydum. Bu terimi her zaman sorunlu bulmuşumdur, çünkü bu tüm dini toplulukları bir araya getirdiğiniz anlamına gelir, ancak bu onun sözleridir. Bu nüansı geçmişte hiç duymamıştım. Demek istediğim, diyalog yolu, birbirimizle açıkça konuşma yolu, kaliteyi arttırma ve toplulukların kendilerine kaliteyi arttırma fırsatı sunma yolu, bir bütün olarak Hollanda toplumuna ve özellikle de İslam toplumuna güvensizlikten dolayı kontrol mekanizmaları, yardım hatları ve denetim düzenlemeleri uygulamaktan her zaman daha iyidir. Ben bunu liberal bir mesaj olarak görmüyorum. İnsanlara, bir topluluk olarak bunu birlikte düzenleyebilecek kadar güçlü ve iyi oldukları fikrine dayanarak hitap ederseniz, bu mesajı liberal bulurum. Bayan Becker’e sorum, diyalog yolu, güvensizlik olmadan birbirleriyle tartışmaya girme ve toplulukları güçlendirme yolu izlenmezken neden hemen bu tür baskıcı ve kontrol odaklı önlemleri tercih ettiğidir.

Bayan Becker (VVD):

İçinde pek çok farklı unsur barındıran bu uzun soruya kısa bir cevap vermeye çalışacağım. Bakın, ben de diyalogdan yanayım. Bu konuda Sayın Van Baarle ile aynı fikirdeyim. Ben de İslam toplumundan insanlarla var olan bazı sorunlar ve dayanıklılık hakkında çokça konuşuyorum. Karşı tarafı anlamak da önemlidir. Dolayısıyla ben de diyalogdan yanayım ama bence bu kadarla kalmamalısınız. Sayın Van Baarle’nin Hollanda’daki Türk kökenli insanların dörtte birinin “Türkiye’nin buradaki etkisi nedeniyle kendimi Hollanda’da güvende hissetmiyorum” demesini de önemseyeceğini umuyorum. O zaman bu insanlara “bunu kendi toplumunuzda çok iyi çözebilirsiniz” mi diyor, yoksa bu vatandaşların temel haklarını da koruması gereken bir Hollanda hükümeti olduğu konusunda benimle hemfikir mi? VVD olarak Bayan Piri ile birlikte önerdiğimiz gibi, bu insanların kendilerini korkutulmuş hissettiklerinde başvurabilecekleri düşük eşikli bir yardım hattı olması gerektiğini mi söylüyor? O zaman biz de hükümet olarak nasıl bir yol izleyebileceğimize bakarız. Bunda yanlış olan ne? Eğer DENK her zaman bundan uzak durur ve bu tür tartışmalara tek katkısı “VVD grupları damgalıyor ve ayrımcılık yapıyor” şeklinde olursa, bu insanların meşru kaygılarına haksızlık etmiş olur.

Başkan Kuzu:

Aslında bunu ikiye bölmek istemiştim. Bay Van Baarle’ye bir sonraki cevabından sonra, soru sormamanızı öneririm, çünkü o zaman buna tekrar cevap verecek ve Bayan Podt katkı yapmak için bir süredir beklerken birbirinizle etkileşime girmeye devam edeceksiniz. Bay Van Baarle, kısaca cevap verebilir misiniz? Ardından Bayan Becker’e cevap vermesi için bir fırsat daha vereceğim ve bu kesinti tartışması sona erecek.

Bay Van Baarle (DENK):

Kendilerini somut olarak güvensiz ve korkutulmuş hisseden insanlar bu duygularını ifade etme fırsatına sahip olmalıdır. Biz hiçbir zaman kendini güvende hissetmeyen insanlara yardım edilmemesinden yana değiliz. VVD’nin damgalayacağı noktaya gelince: Bayan Becker’in son tartışmada örneğin Milli Görüs hakkında aşırı muhafazakar aşırı dinci liderler olduğunu söylediğini duydum. Ben bu insanlarla aynı masada oturuyorum ve Bayan Becker’in bu konuda söylediği hiçbir şeyi kabul etmiyorum. Bunun bir tür önyargılı damgalama olduğunu düşünüyorum. Bayan Becker’in şöyle dediğini duydum: insanlar çocuklarını İslami bir camiye getiriyor; bunu kontrol etmemiz gerekmez mi? VVD’ye göre, İslami bir anaokulunun tanım gereği şüpheli olması ve kontrol altına alınması gerektiğini bir tür damgalama olarak görüyorum. Aynı şeyi hafta sonu okulları ve yabancı finansman konusunda da görüyorum. VVD’ye göre, eğer Türkiye ile bir ilgisi varsa ya da İslami bir bileşeni varsa, bunu kontrol altına almak için bir önlemler kutusu açılmalıdır. Sözlerimi Bayan Becker’e şunu söyleyerek bitirmek istiyorum: Benim Hollanda’m bu değil; benim Hollanda’m tüm topluluklara açık fikirli yaklaştığımız, insanlara eşit davrandığımız ve sırf belli bir imza var diye etiket yapıştırmadığımız bir Hollanda.

Bayan Becker (VVD):

Milli Görüs’le ilgili olarak, düzenledikleri bazı etkinliklerle ilgili olarak geçmişte endişelerimi dile getirdiğim soru önergelerime atıfta bulunuyorum. Bu endişeler ortadan kalkmış değil. Denetim risk odaklı olmalıdır. Yani grupları hiçbir şekilde damgalamamalısınız. Ancak bir belediye başkanından, yerel sakinlerden ya da belirli topluluklardan özel bir yerde gerçekleşen bir şeyle ilgili endişeler varsa, özellikle küçük çocukları içeriyorsa, bu konuda denetimimiz olması çok iyidir. Sonuç olarak. VVD, eşcinsellikle ilgili açıklamaların talep edildiği Hollanda Ortodoks okulları hakkında da kesin sorular sordu. Eğer orada 2023 Hollanda’sında gün ışığına çıkamayacağını düşündüğümüz şeyler olursa, onlar hakkında da aynı şekilde sorular soracağız. Yani bizim derdimiz İslam değil, bizim derdimiz özgürlüklerin ihlal edilmesidir. Eğer bu İslam kisvesi altında gerçekleşiyorsa, bunu ele almak isteyeceğiz. Eğer bunu yapmak istemiyorsanız, ben buna saflık derim.

Başkan Kuzu:

D66 adına Bayan Podt söz alıyor.

Afbeelding met persoon, Menselijk gezicht, tekst, kleding Automatisch gegenereerde beschrijving

Bayan Podt (D66):

Evet, teşekkür ederim Başkan. Hollanda vatandaşları ve göçmenlik geçmişi olan yeni gelenler yabancı etkisine karşı savunmasızdır. Menşe ülkede hala aileleri olabilir. O zaman eleştirel konuşmak büyük cesaret ister. O zaman cesur, dirençli ya da bakanın dediği gibi dayanıklı olmanız gerekir. D66 söz konusu olduğunda, her şeyden önce ihtiyaç duyulan şey korumadır. Çünkü insanlar yabancı etkisine maruz kaldıklarında nereye gidebilirler?

Anladığım kadarıyla Dışişleri Bakanı bir yardım hattı üzerinde çalışıyor; biraz önce bundan bahsedildi. Biz de bunun nasıl ilerlediğini duymak isteriz. Ancak daha da önemlisi, insanlar bunu bildirdikten sonra ne oluyor? Bakan mektubunda, bir ihbarın ardından “bireysel vakada koruma konusunda yüksek beklentiler olmaması gerektiğini” belirtiyor. O halde tehlike altındaki bir kişinin rapor etmesinin katma değeri nedir? Bakan bu kişiler için Mağdur Destek gibi diğer çözümleri de değerlendirmeye istekli mi? Bunu takiben bakan, örneğin İranlı, Türk, Çinli, Eritreli veya Faslı kökenli kişilerin bu şekilde tehdit edilmesinin nasıl bir şey olduğunu duymak için kendisinin ne gibi konuşmalar yaptığını da belirtebilir mi? Bu konuşmalara dayanarak, ihtiyaçları nerede yatıyor gibi görünüyor?

Elbette, göçmen kökenli Hollandalıları korumaktan bahsederken istenmeyen ikinci bir vatandaşlıktan vazgeçebilmekten de bahsedemem, çünkü bu en iyi haliyle yabancı etkisidir. Hollanda vatandaşları vatandaşlıklarının esiri olmuş durumdalar. Yine bakanı bu konuda hem ulusal hem de uluslararası düzeyde çalışmaya çağırıyorum. Özellikle kabinenin BM’den vatandaşlıktan çıkma konusunun daha detaylı araştırılması talebinin ne durumda olduğunu soruyorum.

Sayın Cumhurbaşkanı. Hollanda’da bir ülkenin gidişatını belirleyecek kilit bir an olan seçimlerin eşiğindeyiz. Hepimiz kendi yöntemlerimizle bunun üzerinde çalışıyoruz. Rusya ve Çin gibi ülkeler için Hollanda’nın aşırı sağcı bir rota izlemesi avantajlı olabilir. EenVandaag’ın 2020’de yaptığı bir ankete göre Hollandalıların neredeyse yarısı parlamento seçimlerini etkilemek için yurt dışından girişimler olacağını düşünüyor. Ben de hala bu endişeleri taşıyorum. Örneğin geçenlerde Batı Kanada’da var olmayan bir dondurma dükkanının sponsorluğunda, sol kanattaki bir partinin liste liderini itibarsızlaştıran bir reklam gördüm. Bu kişi hakkında dezenformasyon yayılıyordu. Kulağa komik gelebilir, Batı Kanada’da bir dondurmacı – bunun seçimlerimizle ne alakası var? – Ancak seçmenlerimizin, belirli bir sonuçtan kazanç elde etmek isteyen yurtdışındaki kötü niyetli partiler tarafından etkilenmesinden gerçekten endişe duyuyorum. Örneğin Slovakya ve Polonya’daki seçimler öncesinde sosyal medyada yayılan dezenformasyon dalgasına bir bakın.

Avrupa Komisyonu’nun sosyal medyanın daha sıkı bir şekilde izlenmesi konusunda kararlı olması iyi bir şey, ancak bizim için gece yarısına iki dakika var. Seçimler yaklaşıyor, biz kendimiz ne yapıyoruz? 2020 seçimlerinde yabancı etkiye karşı koymak için bir görev gücü vardı. Yeniden başlatıldı mı? Bu konuda hiçbir şey duymadım. Bakan bu tehlikelerin farkında mı? Şimdi harekete geçilmesi gerektiği konusunda D66 ile aynı fikirde mi?

Teşekkür ederim.

Başkan Kuzu:

Çok teşekkür ederim, Bayan Podt. Bay Van Baarle, bir sorunuz mu var?

Bay Van Baarle (DENK):

Evet, bir sorum var. Tüm bu tartışmaların altında, elbette, yabancı nüfuza ilişkin meclis soruşturma komisyonunun ele alınışı yatıyor. Bunun sonucunda ortaya çıkan önlemlerden biri, eski bakan Wiersma’nın hafta sonu okullarının, gayri resmi okulların, bir yardım hattı ile denetim gözetimi altına alınması önerisidir. DENK’e göre bu, İslam toplumundaki şüphelere dayanarak dini hakları ve eğitim özgürlüğünü kısıtlayan çok önyargılı bir tedbirdir. D66’nın bugüne kadar bu tedbiri desteklemeye devam etmesi beni çok şaşırttı. Peki D66 neden bir ihbar hattı kurulmasını ve örneğin boş zamanlarında gençlere sevgiyle Kuran dersleri veren insanların teftiş edilmesini bu kadar destekliyor? Böyle bir ihbar hattında insanlar mahallelerinde bir şeyler olduğunu gördüklerinde ve bunu şüpheli bulduklarında şikayet edebilirler. Bunun üzerine teftiş gönderilir. D66 neden insanlara bunu yapmayı bu kadar destekliyor?

Bayan Podt (D66):

Sayın Van Baarle’ı dinliyorum. Elbette bunu ben de biliyorum. Uzun yıllar Utrecht belediye meclisinde görev yaptım ve Sayın Van Baarle’ın bahsettiği, yani boş zamanlarında küçük çocuklara Kuran ya da başka bir şey öğretmeyi seçen insanlar da dahil olmak üzere her türlü resmi ve gayri resmi eğitimin verildiği birçok yeri ziyaret ettim, çünkü birçok farklı türde hafta sonu okulu var. Bu kesinlikle harika bir şey; bence bu konuda hiçbir şey yapmamalısınız. Bununla birlikte, çocuklara tam olarak ne öğretildiği konusunda ciddi endişelerimin olduğu yerlerde de bulundum. İnsanları, işlerin gerçekten iyi gittiği okullara göndermekten asla yana değilim. Bunu hiç istemememiz gerektiğini düşünüyorum. Ancak Hollanda’da nefret, şiddet, ayrımcılık ve benzeri konulara ilişkin düşüncelerimizin her türüne taban tabana zıt olan şeylerin olduğu yerlerde – insanları bunu yapmaya asla teşvik etmemelisiniz – bu konuda tartışmalar yapmanın ve bu konuda nasıl ilerleyeceğinizi görmenin meşru olduğunu düşünüyorum, kesinlikle.

Oturum Başkanı Kuzu:

Bay Van Baarle, kısaca.

Bay Van Baarle (DENK):

D66’nın bu konudaki tutumuyla ilgili olarak beni gerçekten rahatsız eden şey, tekil vakaların tüm bir gruba yansıtılması, çünkü Bayan Podt’un düşündüklerine dayanarak, boş zamanlarında Kuran öğreten herkese şunu söylüyor: Sizin hakkınızda bir ihbar hattına ihbarda bulunulabilir ve ardından ne yaptığınızı araştırırız. Önümüzdeki teklif budur. D66’dan Bayan Podt’a sormak istediğim soru, söz konusu olan birkaç kişinin davranışı olduğu halde neden tüm bir grubu ihbar hattına yönlendiren bir öneriyi kabul etmek istediğidir. Şüphesiz D66, birkaç kişinin davranışına dayanarak bir ihbar hattı kuran ve bütün bir grubu teftişe gönderen bir parti olmamalıdır? D66 neden bunu kabul ediyor?

Bayan Podt (D66):

Bu bizim pozisyonumuzu çok yanlış yansıtıyor. Sanırım bu aynı zamanda Bay Van Baarle’nin önerisine göre bunun nasıl yürürlüğe gireceği ile de ilgili. Şöyle söyleyeyim: eğer kaldırımımda yanlış bir park varsa, bunun için belediyeyi arayabilirim ve belediye bu konuda bir şeyler yapabilir ya da yapmayabilir. Elbette burada önemli olan nokta, belediyenin işlerin tamamen çığırından çıktığı durumlarda müdahale etmesidir. Belediye tamamen kontrolden çıkmış şeylerle ilgili raporlar aldığında, elbette takip olmayacaktır. Bu, işlerin gerçekten yanlış gittiği durumlara bakmakla ilgilidir. Bence Sayın Van Baarle bunu hiç istememeli, çünkü bu Hollanda’da hiç istemediğimiz şeylerle ilgili. Ayrımcılık öğretildiği anda… O zaman bir Kuran okulundan hiç bahsetmiyorum. Ben kendim Alblasserwaard’dan geliyorum. Oradaki bazı Pazar okullarında çocuklara istemeyeceğiniz şeyler öğretiliyor. Bu durum tüm sınırları aştığında, müdahale etmeli ve bu konuda bir şeyler yapmalısınız. Bence bu, işleri yapmanın çok normal bir yolu. Bunun, Sayın Van Baarle’nin dediği gibi, birkaç vakayı bütün bir gruba yansıtmakla hiçbir ilgisi yoktur. Bu sadece, işler kontrolden çıktığında, belki de bu konuda bir şeyler yapmanız gerektiği gerçeğiyle ilgilidir.

Oturum Başkanı:

Katkıları için Sayın Van Baarle’ye söz veriyorum.

Bay Van Baarle (DENK):

Doğru, Başkan. Güvensizlik, şüphe, anayasaya aykırı teklifler ve nefret: bu ülkedeki İslami örgütler ve Türk-Hollanda örgütleri bundan çok fazla muzdarip. Parlamentodaki siyasi sağın olaylarla körüklediği bir şüphe iklimi. Irkçılığın ve İslamofobinin hala büyük bir sorun olduğu bir toplumda hevesle benimsenen bir nefret iklimi. Bununla ve DENK ile işim gerçekten bitti. Kendi toplumlarına ve Hollanda’ya katkıda bulunmak için ellerinden geleni yapan Türk-Hollanda kuruluşlarının siyasetçiler tarafından sürekli karalanmasından bıktım. Ben bu kuruluşları tanıyorum. Örneğin Diyanet çalışanlarının gençlere rehberlik etmek, insanlara dini hizmetler sunmak ve hayır işleriyle uğraşmak için çok çalıştıklarını biliyorum. Milli Görüs’ün gençlere yönelik projeler düzenlediğini, her gün insanlara ders verdiğini ve yardım ettiğini biliyorum. Bunu kendi gözlerimle görüyorum. Dolayısıyla bu kuruluşların şüpheli hale getirilmesi ve ne yaptıklarını tekrar tekrar açıklamak zorunda hissetmeleri bana her seferinde acı veriyor. Bu nedenle bakandan bu kuruluşları daha iyi bir gelecek hedefleyen muhataplar, eşit insanlar olarak görmesini rica ediyorum.

Afbeelding met tekst, computer, tafel, computer Automatisch gegenereerde beschrijving

Bayan Piri (İşçi Partisi):

Sayın Van Baarle’ın giriş konuşmasını dikkatle dinledim. Türkiye raportörü olarak elbette Türk toplumlarıyla çok işim oldu. Dürüst olalım: en büyük cadı avı toplumun kendi içindeydi. Çünkü Hollandalı Türklerden oluşan pek çok grubun hedefinde Gülen hareketi vardı. Elbette Gülen hareketinden özellikle bahsetmediniz. Milli Görüs’ten iki kez bahsettiniz ve sadece Diyanet’ten bahsettiniz. Şimdi söylediğiniz her şeyin Gülen hareketi için de geçerli olduğunu düşünüyor musunuz?

Bay Van Baarle (DENK):

Bu kuruluşlardan bahsetmemin bir nedeni var. Bayan Piri’ye neden böyle yaptığımı açıklayacağım. Bunun nedeni, bu meclisteki siyasi partilerin Diyanet’in Hollanda’da yasaklanması ya da Hollanda hükümeti tarafından muhatap alınmaması gerektiğini düşünmeleri -bunu savunuyorlar- ve bu insanların her gün Hollanda’ya katkıda bulunmak için ellerinden geleni yaptıklarını görmemdir. Bu meclisteki siyasi partilerin Milli Görüs hakkında, onların ciddiye almamanız ve konuşmamanız gereken aşırı uç, aşırı muhafazakâr insanlar olduğunu söylediklerini görüyorum. Bundan nefret ediyorum. Etrafımda bu insanları görüyorum ve bu insanlara haksızlık yapıldığını görüyorum. Hollanda’nın sorunu budur: ortaya atılan imajlara dayalı şüpheler temelinde, tüm kuruluşlar ve tüm topluluklar dışlanmakta ve damgalanmaktadır. Ben bunun her türlüsüne karşıyım.

Bayan Piri (İşçi Partisi):

Bunu anlıyorum ama tabii ki bu soruyu yanıtlamıyor Bay Van Baarle. Sanırım Hollanda’daki partilerin büyük çoğunluğu, bu Meclis de dahil olmak üzere, bu damgalamadan yana değil. Hollanda’da çifte vatandaşlığa ya da iki kültürlü bir geçmişe sahip olan ve bununla uğraşmak zorunda kalan pek çok insan için bu Lahey’deki siyasetten değil, daha ziyade kendi toplumlarından kaynaklanmaktadır. Hollanda’da Kürt kökenli olup aslen Türkiye’den gelen insanlara en çok kimden rahatsız olduklarını sorun. Genellikle Geert Wilders veya Forum for Democracy’den değil, o Türk toplumundan diğer insanlardan ve bazen de Türkiye’nin kendisinden etkileniyorlar. DENK’in Gülen hareketine nasıl baktığını merak ediyorum, çünkü Diyanet ve Milli Görüs’ün aynı destekçileri bence Gülen hareketini çok eleştiren insanlardı. Bu konuda uzun uzun tartışabiliriz; benim de bu konuda görüşlerim var. Şimdi, söyledikleriniz sadece daha muhafazakâr İslami dernekler için mi geçerli, yoksa bu özel durumda tüm Türk dernekleri için mi? Gülen hareketi için de aynı görüşü mü savunuyorsunuz?

Sayın Van Baarle (DENK):

İşçi Partisi’nin de bu kuşku ortamına katılmasından dolayı üzgünüm. Bunun için üzgünüm. Az önce Bayan Piri’nin bunu kelimesi kelimesine söylediğini duydum. Ben iki örgütten bahsediyorum ve sonra Bayan Piri aynen şöyle diyor: Sanırım başkalarının rahatsız olduğu kişiler bunlar. Kelimesi kelimesine bunu söyledi. Genellemeye itiraz ediyorum. Sayın Piri, Kürt Hollandalılar söz konusu olduğunda, Hollanda’daki Türk-Hollanda toplumu hakkında kelimesi kelimesine şunu söyledi: Bence diğer gruptan en çok zarar görenler onlar. Bayan Piri az önce bunu söyledi. Yani bu bir damgalama, genelleme ve suçu bir köşeye atma örneğidir. Ben kendimi bundan uzak tutuyorum. Bayan Piri bana şiddet ve yıldırma taraftarı olup olmadığımı sormaktan daha iyisini bilmelidir. Bayan Piri daha iyi bilmeli.

Başkan Kuzu:

Bir dakika. Sayın Van Baarle sözlerini bitirdiğinde, buna yanıt vermek için gerçekten fırsatınız olacak. Sizin de fark ettiğiniz gibi, sözünüzü kesme konusunda oldukça rahatım. Sanırım Bay Van Baarle sözlerini bitirdi. O halde son söz Bayan Piri’nin. Sayın Van Baarle buna cevap verebilir ve sonra devam ederiz.

Bayan Piri (İşçi Partisi):

Sayın Başkan, biliyorsunuz: Bay Van Baarle’ın soruya nasıl cevap vermediğini iki kez duydunuz. Bunun çok rahatsız edici bir soru olduğunu anlıyorum ama cevap alamıyorum. DENK’in Gülen hareketi konusundaki pozisyonu nedir? Ya da Türk-Hollanda diasporası içinde, desteklediğiniz ve desteklemediğiniz insanlar arasında bir ayrım yapıyor musunuz? Bu çok açık bir soru.

Sayın Van Baarle (DENK):

Bayan Piri’ye nerede bir ayrım yaptığımı soruyorum. Benim ağzımdan bir şeyler söylüyor. Beni varsayımlarla ve ayrıca insan gruplarına yönelik çok kesin ithamlarla sorguluyor, bu da beni bu tartışmada sadece VVD’ye değil, görünüşe göre İşçi Partisi’ne de cevap vermek zorunda hissettiriyor. İşçi Partisi az önce bütün bir topluluğu yıldırma eylemlerinden sorumlu olmakla suçladı. İşçi Partisi’ne göre, örgütler bunun geldiği açı olacaktır. Toplumdaki insan grupları hakkında bu şekilde konuşulmasından hoşlanmıyorum ve Bayan Piri’nin sorduğu sorularla, sanki ben hiçbir zaman bu şekilde bir ayrım yapmadığım halde, her türlü yıldırma ya da şiddete göz yumacakmışım gibi beni köşeye sıkıştırmasından da hoşlanmıyorum. Bunu yapmıyorum, asla yapmayacağım ve yapmadım.

Oturum Başkanı Kuzu:

Sanırım Bayan Piri’nin kişisel bir gerçeği var.

Bayan Piri (İşçi Partisi):

Evet, çünkü bu tartışmanın bir yere varacağını sanmıyorum, sadece Bay Van Baarle burada bana karşı her türlü iddiada bulunurken ben ona sadece bir soru soruyorum. Bu basitçe cevaplanmadı. Her neyse, bunun DENK için rahatsız edici bir soru olduğunu ve cevap vermemeyi tercih ettiklerini anlıyorum.

Başkan Kuzu:

Sayın Van Baarle katkılarına devam ediyor.

Bay Van Baarle (DENK):

Doğru, Sayın Başkan. Ben de olayların sürekli olarak tüm İslam toplumuna yansıtılmasından bıktım. Evet, Hollanda’daki her toplumda olduğu gibi her zaman sorun çıkaranlar olabilir. Ancak DENK’in sırf bu ithamdan sonra en geniş kapsamlı önerilerde bulunması çok ileri gidiyor. Bazı durumlarda etki söz konusu olabileceği için partiler bağışları genel olarak yasaklamaya başlamak istiyor. Daha sonra “özgür olmayan ülkeler” diyorlar, ancak biz bu siyasi partilerin neyi kastettiğini çok iyi biliyoruz. Birkaç sorunlu öğretim vakası yaşanmış olabileceği için, tüm İslami eğitim sistemine bir danışma hattı ve denetim getirilmelidir; Müslümanların özgürlüğüne yönelik anayasaya aykırı ve geniş kapsamlı kısıtlamalara yol açan bir güvensizlik kokusu var. Bakan bu yöne asla gitmememiz gerektiği görüşünü paylaşıyor mu? Ne de olsa siyasi önyargıların bugün bile sonuçları var: bankalar tarafından ayrımcılık, hükümet tarafından yasadışı casusluk, geri kalmışlık. Sağın siyasi saplantısı ve toplumumuzda hala çok büyük bir sorun olan önyargı yüzünden bütün bir toplum acı çekmek zorunda kalıyor. Bakan bunun sona ermesi gerektiğini paylaşıyor mu?

DENK neye inanıyor? DENK birlikte yaşamaya inanır. DENK işbirliğine, toplulukları güçlendirmeye inanır. Bu da İslami kurumları ve Türk-Hollanda örgütlerini ciddiye almak ve kendilerini etkileyen kararlarda söz sahibi olmalarına izin vermek anlamına gelir. Bakan bunu yapmaya istekli mi? Bu, toplumumuzdaki Müslüman nefretiyle mücadele etmek için daha fazlasını yapmak anlamına geliyor. Bakan önümüzdeki dönemde bu mücadeleyi nasıl hızlandıracak? Bu da bilgi paylaşımı ve iyi tedbirler konusunda daha fazla yol alacağımız anlamına geliyor. Bakan bunu nasıl yapmayı planlıyor? Bu, İslam toplumunun Hollanda’daki faaliyetlerini geliştirmesi için fırsatlar sağlamak, bankalarla faizsiz alternatifler üzerinde çalışmak ve Hollanda imam eğitiminin başlamasını sağlamak anlamına geliyor. İmam eğitimi konusunda son durum nedir ve Hollanda hükümeti bu konuda yöneltilen eleştiriler karşısında ne yapıyor?

Sayın Başkan. Olaylar temelinde yükselen güvensizlik kokusu sona ermelidir. Hollanda Müslüman toplumuna yönelik olarak alınan ve özgürlükleri kısıtlayan önlemler de son bulmalıdır. Zaman eşitlik, birlikte yaşama ve birbirimizle sohbet etme zamanıdır.

Teşekkür ederim, başkan.

Başkan Kuzu:

İlk kim parmağını kaldırdı? Bayan Podt.

Bayan Podt (D66):

Bu bir foto finişti, Başkan. Sayın Van Baarle benim de anladığım bir şey yapıyor. Hollanda’daki pek çok Müslümanın sık sık köşeye sıkıştırıldığı ve bazen bu parlamentodaki tartışmaların buna yardımcı olmadığı bence gerçekten doğru. Bu genellemeyi yapmaya cüret ediyorum. Bu durum, metnindeki bazı noktaları gözden kaçırmış olabileceğim gerçeğini değiştirmez. Daha spesifik olarak, her türden insan, Hollanda’ya yeni gelenler ya da belki biraz daha uzun süredir burada olanlar – az önce bütün bir listeden bahsettim: İranlı, Türk, Çinli, Eritreli, Faslı insanlar – elbette kendi ülkelerinden gelen etkilerden kesinlikle muzdaripler. Aslında Sayın Van Baarle’nin DENK’in bu konuda nerede durduğu ve bu insanların da gidecek bir yerleri olması gerektiği konusunda hemfikir olup olmadığı konusunda bana bir şeyler söyleyip söyleyemeyeceğini merak ediyorum.

Bay Van Baarle (DENK):

Herhangi bir oluşum nedeniyle – yabancı hükümetler, Hollanda içindeki oluşumlar ya da bireyler olabilir – Hollanda hükümetine başvurabilecek insanlar varsa, bu kişiler Hollanda hükümetine başvurabilmelidir. Bu durumda, dünyadaki pek çok ülkeyle sahip olduğumuz iyi diplomatik temaslar çerçevesinde, Hollanda hükümeti de var olabilecek vakalarla ilgili olarak görüşmelere katılabilmelidir. Sinyallere ya da münferit sinyallere dayanarak, her bir vakada, her bir ülkeyle ilgili olarak, böyle bir ortamı kışkırtmak ya da organize etmek için kasıtlı bir politika olup olmadığına ya da Hollanda’da bu tür davranışlara sahip olan ve diğer insanlara karşı bu duyguların ortaya çıkmasına neden olan bir dizi insan olup olmadığına karar veremem. Bunu değerlendirmekte zorlanıyorum ancak bunu diplomatik temaslar ve diğer ülkelerle görüşmeler yoluyla ortaya çıkarmak ve Hollanda’daki insanların kendilerini güvende hissetmelerini sağlamak hükümetin görevidir.

Bayan Podt (D66):

Aslında Sayın Van Baarle’nin konuşmasının büyük bir bölümünden çok memnunum çünkü parlamentodaki pek çok kişinin insanları bu durumdan korumanın önemli olduğunu paylaşması elbette çok güzel. Yine de konuşmasının son bölümünde biraz kafam karıştı. Sanki bunu biraz kendilerine mal eden insanların da olabileceğini söylüyor gibiydi ama eğer durum böyle değilse bunu düzeltsin. Kastettiği bu muydu bilmiyorum ve özellikle bu açıdan, örneğin burada bulunan ve gerçekten de bu şekilde tehdit altında olduklarını söyleyen tüm bu farklı insanların ittifakından gelen tüm çağrılara ve fikir yazılarına nasıl baktığını merak ediyorum.

Bay Van Baarle (DENK):

Cezai suçlar – çünkü bahsettiğimiz şey bu: tehditler cezai suçlardır – onları kendiniz çağırmazsınız. Bunlar cezai suçlardır.

Bayan Becker (VVD):

Sayın Van Baarle, Türk kökenli Hollandalıların dörtte birinin Türkiye’den gelen etki nedeniyle Hollanda’da kendilerini güvende hissetmemesini “bir olay” olarak görüyor mu?

Sayın Van Baarle (DENK):

Sayın Becker Clingendael’in çalışmasına atıfta bulunuyor; Sayın Becker’in buna atıfta bulunması iyi bir şey. Ben de Sayın Becker’i çalışmayı geniş bir çerçevede okumaya davet ediyorum. Örneğin Türk-Hollanda toplumunun çok büyük bir kısmı, Türk hükümetinin Hollanda’da da dil ve kültür eğitimine yönelik düzenlemelerde rol oynamasından yana olduğunu belirtiyor. Bu büyük ölçüde takdir edilmektedir. Umarım Bayan Becker de bunun farkındadır. Bunların vaka mı yoksa yapısal olgular mı olduğunu değerlendirmek için, bu kalıpları daha derinlemesine inceleyeceğimiz bir takip çalışması yapılacak olmasının çok iyi olduğunu düşünüyorum. Az önce Bayan Podt’a yönelik olarak da söylediğim gibi: eğer kendilerini güvende hissetmeyen ya da suç işleyen insanlar varsa, bunu her zaman ciddiye almamız gerektiğini, insanların Hollanda hükümetine bildirimde bulunabilmeleri gerektiğini ve ülkelerle diplomatik temaslarda her zaman bu olguları neyin açıkladığını ortaya çıkarmaya çalışmamız gerektiğini düşünüyorum.

Bayan Becker (VVD):

Sanırım bir yerlerde dolaylı olarak hayır cevabını aldım, Bay Van Baarle bu nedenle aslında bunun bir olay olduğunu düşünüyor, daha geniş bir sorunun varlığına henüz ikna olmuş değil ve bunun için önce bir Clingendael çalışmasına ihtiyacı var. Sayın Van Baarle’den somut bir cevap almaya çalışıyorum, çünkü birbirinizle bir sorunu tartıştığınızda, elbette bu evde her zaman şu şekilde başlar: Bir sorun olduğu konusunda hemfikir misiniz? Aslında Sayın Van Baarle’ın her zaman şunu söylediğini duyuyorum: Yabancı etki sorununu gerçekten görmüyorum. Milli Görüs ile ilgili bir deneme daha yapacağım. Birkaç yıl önce Milli Görüs, Türkiye’de silahlı cihadı destekleyen ve kadınlara yönelik şiddete göz yuman radikal bir vaize Hollanda’dan gençlik gezileri düzenlenmesinde aktif rol oynamıştı. O dönemde bu konuda sorular sorduk çünkü özgür Hollanda’da gençlerin başka bir ülkeden, buradaki bir kuruluştan, bizim görüşlerimize taban tabana zıt görüşlerle bu şekilde etkilenmesinin sağlıksız olduğunu düşündük. Sayın Van Baarle, böyle bir şey olduğunda Hollanda hükümetinin en azından Milli Görüs’ten hesap sorması gerektiğine katılıyor mu? Yoksa “hayır, benim kastettiğim de tam olarak bu ve böyle bir kuruluşun burada sahip olması gereken özgürlük” mü diyor?

Bay Van Baarle (DENK):

Bayan Becker’in ilk tepkisine yanıt vermek gerekirse: ilk araştırmaya dayanarak – çünkü araştırmanın tasarımı budur: önce iki araştırma yapılır, sonra bir sonuca varılır – Bayan Becker zaten bunun yabancı etkisinden kaynaklandığı sonucuna varıyor. Az önce şunu söyledi: yabancı etkisiyle ilgili bir sorun var; bu çalışma bunu çok net bir şekilde gösteriyor. Benimle Bayan Becker arasındaki fark da tam olarak bu: Bayan Becker nefes nefese konuya dalıyor – benim deyimimle – ve sonra bir sonuca varıyor, ben ise gerçekleri birlikte ortaya çıkarmamız gerektiğini söylüyorum. İkinci soruşturma Aralık ayında yapılacak. O zaman sonuçları birlikte çıkarmak için her türlü fırsata sahip olacağız. Bu duygulara neden olan koordineli bir dış müdahale politikası olup olmadığını birlikte ortaya çıkarmaya başlamalıyız. Soruşturmanın bu konuyu daha detaylı bir şekilde ele alacak olan ikinci bölümünde bu konu hakkında birbirimizle konuşabiliriz. Bayan Becker zaten bu sonuçlara varmaya hazır, ancak bu Bayan Becker’in politikası ile DENK’in politikası arasındaki farktır.

Bana Milli Görüs hakkında sorduğu soruya gelince, Bayan Becker’in burada bana sunduğu özel vakaya aşina değilim. Benim Bayan Becker’e yönelik olarak vurgulamak istediğim husus, söz konusu örgüt içerisinde münferit vakalarda her ne yaşanmış olursa olsun, bu temelde tüm bir örgütün, Bayan Becker’in daha önceki bir tartışmadaki ifadesiyle, “aşırı muhafazakar paravanlar” olarak nitelendirilmesi ve Hollanda hükümeti ile muhatap olmaması gerektiğinin asla söz konusu olamayacağıdır. Bundan hoşlanmıyorum. Bu gibi şeylerin genelleştirilmesini ve tüm bir kuruluşa yapıştırılmasını istemiyorum. Bu verimli değildir ve Hollanda’da birlikte yaşama şeklimiz de bu değildir.

Bayan Becker (VVD):

Milli Görüs gibi örgütlerin aşırı muhafazakar liderlerinin bakanlık tarafından entegrasyon için muhatap olarak görülmemesi gerektiğini söyledim, çünkü bu kişiler tüm toplumu temsil etmiyorlar. Onların susturulması gerektiğini ve onlarla konuşulamayacağını söylemedim. İlk olarak bu. İkinci olarak, kısaca. Sayın Van Baarle buna “nefes nefese kalmak” diyebilir, ancak ben bir sözcü olarak dört yıldır bu konu üzerinde çalışıyorum. Sayın Van Baarle’nin partisi de istenmeyen yabancı etkilere ilişkin bir meclis araştırmasına katıldı ve sanırım tüm meclisle birlikte Hollanda’da ciddi endişeler olduğunu kaydetti. Aksine, bu endişelerin de isimlendirilmesi, kabul edilmesi ve bu konuda birlikte bir şeyler yapılmasının Sayın Van Baarle’ın destekçilerine de hizmet edeceğini düşünüyorum. Bu birbirimizle bir diyalogdur. Birbirimize karşı çıkmaya devam etmemiz çok üzücü, çünkü öyle görünüyor ki Bay Van Baarle tüm sorunu reddediyor ve sonra da sanki herkesi damgalamak istiyormuşuz gibi bizi köşeye sıkıştırıyor. Bana meydan okunduğunu hissetmiyorum. O yüzden bu konuyu burada bırakıyorum.

Başkan Kuzu:

Evet, Bayan Becker, ben de o soruşturma komitesindeydim ama burada başkan olarak bulunuyorum. Dolayısıyla bir şey söylememe izin verilmiyor.

Bay Van Baarle (DENK):

Soruşturma komitesinin raporu bulgular içermektedir. Soruşturma komitesinin vardığı sonuç, bulgulara dayanarak, Oda olarak hangi yöne gitmek istediğimize dair siyasi bir ağırlıklandırma yapmamız gerektiğidir. DENK grubu ve ben, VVD ve diğer siyasi partiler tarafından önerilen tedbirlerin baskı ve kontrol zorlamasının derecesini doğru yol olarak görmemekte ve bu toplulukları bu konuda kendi başlarına nasıl güçlendirecekleri, bu kalite iyileştirmesini kendi başlarına nasıl sağlayacakları konusunda topluluklarla etkileşim ve istişareden yana olduğumuzu söylemekte özgürüz, çünkü bunu yapacak kadar güçlüler. Bu, diğer şeylerin yanı sıra, teftişi gayri resmi eğitimi tartışmak üzere gönderme planından bahsettiğimizde topluluklardan aldığım geri dönüşlerdir. Diyorlar ki: Bu insanlar baskıcı bir bakış açısıyla üzerimize aniden bu kontrol mekanizmasını serpmek yerine bizimle önceden konuşsalardı gerçekten iyi olurdu, çünkü bu konuda kendi fikirlerimiz var. Bu konuda birbirimizle aynı fikirde olmamakta özgürüz. Bence bunu yapmakta özgürüz.

Oturum Başkanı Kuzu:

Söz sırası İşçi Partisi adına Bayan Piri’de. Ve ayrıca GroenLinks, sanırım.

Bayan Piri (İşçi Partisi):

Doğru, Başkan. Beklediğimden biraz daha farklı bir tartışmaya girdim. Aslında, en azından istenmeyen bir yabancı etki olduğu varsayımına sahip olduğumuzu varsaymıştım, ancak şimdi anlıyorum ki henüz tartışmanın bu başlangıç noktasında değiliz.

Sayın Başkan, benim katkım. Hollanda özgür ve demokratik bir ülkedir. Hukukun üstünlüğü sınırları içerisinde protesto edebilir, hükümet hakkında eleştirel konuşabilir ve sosyal medyada düşüncelerinizi dile getirebilirsiniz. Ancak pek çok Hollandalı için gerçek böyle değil. İran rejimine karşı gösterilere katılırken fotoğrafları çekiliyor, Fas hükümeti hakkında eleştirel konuştuklarında tehdit e-postaları alıyor ya da amfilerde Sincan’da Uygurlara yönelik şiddet içeren baskılar hakkında konuşmaya başladıklarında kayıt altına alınıyorlar. Farklı ülke ve topluluklardan diasporalar Hollanda’da ciddi taciz biçimleriyle karşı karşıya kalmaktadır. Clingendael’in bu yılın Nisan ayında Hollanda’daki Türk diaspora politikasına ilişkin raporu, Türk kökenli Hollanda vatandaşlarının dörtte birinin Hollanda’daki Türk etkisi nedeniyle kendilerini güvensiz hissettiğini göstermektedir.

İstenmeyen dış müdahalenin sonuçları otosansürden, hala söz konusu rejim altında yaşayan aile üyelerine yönelik tehditlere ve elbette 2017’de İran istihbarat servisleri tarafından ülkemizde tasfiye edilen İran asıllı Hollandalı’nın dibe vurduğu noktaya kadar çeşitlilik göstermektedir.

Yıllar süren ısrarın ardından geçen yıl istenmeyen müdahalelere karşı yoğunlaştırılmış bir baskı uygulanmaya başlandı. Politikalar diplomasi, ceza adaleti ve sosyal dayanıklılık olmak üzere üç koldan yürütülecekti. Şu anda Sosyal İşler Bakanı ile bu tartışmayı yapıyor olmamız, önceliğin nerede olduğunu gösteriyor. Ancak benim grubum açısından diplomasi ve ceza adaleti de tam olarak önemli.

Dayanıklılık alanında, özellikle tehlike altındaki diaspora için hangi projelerin oluşturulduğunu henüz anlayamıyorum. Bakandan bu konuya açıklık getirmesini rica ediyorum. Somut bir örnek olarak, Hollandalı İranlıların İran rejimi tarafından bilgisayar korsanlığı, siber saldırılar ve ölüm tehditleriyle çevrimiçi yıldırma yoluyla nasıl saldırıya uğradığı verilebilir. Özellikle aktivistler bu tür saldırılarla çok karşılaşıyor. Onları buna karşı dirençli hale getirecek bir program var mı? AIVD bu konuya dahil mi?

Başkanım. Daha önce de bahsetmiştim: neredeyse bir yıl önce grubum, insanların istenmeyen yabancı müdahaleleri bildirebilecekleri merkezi bir telefon hattı hakkında bir önerge sundu. Bakan Hoekstra o zaman bu hattı kuracağını söylemişti. Bu büyük bir haberdi: nihayet bir telefon hattı olacaktı. Diaspora arasında nihayet endişelerinin ciddiye alındığına dair bir umut vardı. Ancak belgelere dayanarak, bunların çoğunlukla kabineden gelen büyük sözler olduğu, ancak fiilen pek bir şeyin değişmediği dışında bir sonuca varamıyorum. Eğer doğru anladıysam, 2018’den bu yana beş bakanlık, polis, güvenlik ve istihbarat kurumlarından yetkililer arasında bir istişare yapıldığı sonucuna varıyorum. Yazılı sorulara verilen cevaplarda “UBI olgusunun resminin, UBI masasında paylaşılan anonim raporlar ve sinyallere yanıt olarak derleneceğini” okudum. Eğer yardım hattı buysa, diasporanın bundan ne elde edeceğini gerçekten merak ediyorum.

Belki de bir an için grubumun neden yıllardır böyle bir hattı savunduğunu ve bunun amacının ne olduğunu vurgulamakta fayda var. İran güvenlik güçleri tarafından topraklarımızda öldürülen adam zaten her seferinde ihbarda bulunmuştu. Bir yerden bir yere gitmek zorunda kaldı. Ama sonuçta sadece raporlarının doğru yere ulaşmadığı sonucuna varabiliriz. Şimdi bunu ne değiştirecek? Düzinelerce Uygur Hollandalı toplu olarak rapor verdi, sonra bir buçuk yıl boyunca hiçbir şey duymadılar ve sonra medyadan, haberler aracılığıyla raporlarıyla hiçbir şey yapılamayacağını duydular. Aynı durum, Fas ve Hollanda polis güçleri arasında yoğun bir işbirliği kurulduğunu duyduklarından beri artık ihbarda bulunmaya cesaret edemeyen Riffin Hollandalılar için de geçerli. Peki bakanın bu insanlara yanıtı ne oldu?

Kabine 20 Temmuz tarihli cevaplarında, merkezi raporlama işlevinin öncelikle Hollanda’da istenmeyen yabancı müdahalenin olası biçimlerine ilişkin daha iyi bir resim elde etmeyi amaçladığını, ancak tüm UBI sinyallerinin hemen takip edilebileceği veya ele alınabileceği beklentisini yaratmak istemediğini yazıyor. Bu ne tür bir mesajdır? Bakan Hoekstra’nın Meclise verdiği söz bu değil miydi? Ayrıca bu Mecliste kabul edilen önergenin niyeti, bölümler arası bir yerde daha iyi bir resmin ortaya çıkmasının güzel olduğu değil, değil mi? Bunun insanlara yardımcı olmayacağı açıktır.

Bir an için Başkan’a baktım, çünkü saatimi açmamıştım: devam etmeden önce ne kadar zamanım var?

Başkan Kuzu:

Üç saniye.

Bayan Piri (İşçi Partisi):

O zaman bu kadarla bırakıyorum, Başkan.

Oturum Başkanı Kuzu:

Çok teşekkür ederim, Bayan Piri. Bu arada, sürenizden bir dakika fazlaydınız ama bugün o kadar sıkışık değilim.

Böylece komitenin ilk döneminin sonuna gelmiş bulunuyoruz. Saat 16.15’e kadar ara vermeyi öneriyorum, ancak daha sonra gerçekten 16.15’te başlayacağız. Yani 21 dakikalık bir ara. Bu işe yarayacaktır.

Bakan Van Gennip:

Uzun bir yürüyüş olacak. Beş dakika gidiş, beş dakika dönüş. Beş dakika ekleyebilir miyim?

Başkan Kuzu:

Tamam, o zaman 16:20’de başlarız. O zamana kadar toplantıya ara veriyorum.

Toplantıya 15.55’ten 16.25’e kadar ara verilmiştir.

Başkan Kuzu:

Oturumu tekrar açıyorum. Komite tarafında ilk dönemi tamamladık ve şimdi söz birinci dönemde komite üyelerinin sorularını yanıtlamak üzere Sosyal İşler ve İstihdam Bakanı’nda. Sayın Bakan.

Bakan Van Gennip:

Çok teşekkür ederim Sayın Başkan. Çok fazla soru soruldu. Belki de geçen hafta konuştuğumuz konuya geri döneceğim: entegrasyon ve nasıl bir toplum olmak istediğimiz. Elbette biz, geleneksel olarak farklı ülkelerden ve geçmişlerden gelen pek çok insanın kendi evlerini bulduğu bir ülkeyiz. Süper çeşitliliğe sahip toplumumuz büyük bir çeşitliliğe sahiptir ve çeşitlilik içinde birlikte yaşamak harika bir şeydir. Bunu sık sık söylüyorum: Ramazan’dan eşcinsel evliliğe kadar. İşte Hollanda budur. Herkesin getirdiği bu yetenek, bakış açısı, fikir ve yaşam felsefesi çeşitliliği aynı zamanda belli bir zenginlik ve belli bir yaratıcılık da getiriyor ki buna değer vermeliyiz. Birlikte, doğal olarak Hollanda yasaları ve yönetmeliklerinin sınırları dahilinde, çeşitlilik içinde birlikte yaşamı şekillendirme sorumluluğumuz da var. İşte bugünkü tartışmanın konusu da budur.

Geçen hafta ayrıca, Hollanda’da tüm bu farklı geçmişlerle birlikte yaşamanın gerçekten herkesin, ulusal hükümetin, işverenlerin, yeni gelenlerin ve göçmenlik geçmişi olan ve olmayan vatandaşların taahhüdünü gerektirdiğini belirtmiştim. Bu gerçekten de karşılıklı bir süreçtir. Ve bugün, elbette, esas olarak hükümetin bu konudaki rolüyle ilgili.

Meclisiniz, istenmeyen yabancı etki ve müdahaleler konusunda benimle bir müzakere talebinde bulundu. Toplum ve entegrasyon sorumluluğumdan hareketle, sosyal istikrara, bu sosyal istikrarı ve çok çeşitli toplumu korumaya ve teşvik etmeye kararlıyım. Bunu yaparken de ülkemizdeki tüm bu farklı geçmişlere sahip insanların dayanıklılığını ve direncini arttırmak için çalışıyorsunuz. Ama aynı zamanda toplumumuz üzerinde baskı yaratan sosyal gelişmelerle karşı karşıya kalan insanlar için de çalışıyorsunuz. Bu da istenmeyen yabancı etki durumudur. Ve öyle de! Birazdan bunun hakkında konuşacağız ama bu var. Bu yüzden bunun üzerinde birlikte çalışmalıyız. Benim portföyüme göre bu esneklik ve dayanıklılıkla ilgili, bu arada ikisi çok farklı şeyler. Ancak bu, o insanların ve o toplumların UBI, istenmeyen yabancı etki ve müdahale ile başa çıkabilmelerini sağlamanın yoludur.

Kabinenin OBI’ye yaklaşımını biliyorsunuz. Bunun üç yolu var. Bazılarınız bunlara da değindi. Bunlar diplomatik yol: diyalog kurmak ve DYY yapan ülkelere tutarlı bir şekilde hitap etmek. “İstenmeyen dış müdahale” demeliyim. Direnç yolu ise Hollanda’da potansiyel olarak UBI’nin hedefi olabilecek grupların direncini arttırmaya odaklanıyor. Elbette Sosyal İşler ve İstihdam’ın yaptığı da esasen budur. Bu da idari ve cezai adalet yolu: koordineli eylem, mevcut veya yaklaşan olaylarda, gerektiğinde ceza hukuku yoluyla da engelleme.

Meclisiniz bu konuda düzenli olarak bilgilendirilmektedir. Ben de özellikle esneklik ve dayanıklılık konusunda bu bilgilendirmeyi yapıyorum. Ancak diğer departmanlardan diğer meslektaşlarım da sizi bu konuda bilgilendiriyor.

Geçen yıl 6 Nisan’da bu yaklaşım daha da yoğunlaştı. Dışişleri ve JenV’den meslektaşlarım da bir parlamento mektubuyla sizi bu konuda bilgilendirdi. Örneğin hükümet, anonimleştirilmiş ve bir havuzda toplanmış UBI sinyallerini merkezi bir noktada bir araya getirmeye kararlıdır. UBI sinyalleri ve yardım hattı hakkında birazdan konuşacağız. Dediğim gibi, SZW bu esneklik yolunda aktif olarak çalışıyor. Bunu yapmanın yollarından biri, örneğin deneyimli diaspora politikaları üzerine anketler düzenlemektir. Bunlardan biri sizde de var. Bunu, topluluklar içinde veya arasında gerginlikler olması durumunda diyaloğu kolaylaştırarak ve belediyelere ve profesyonellere UBI’nin bir sonucu olarak diğer şeylerin yanı sıra sosyal gerginlikler ve kutuplaşmayla nasıl başa çıkılacağı konusunda tavsiyelerde bulunarak yapıyoruz.

Dirençli ve Dayanıklı Toplum Gündemini 7 Temmuz’da Odanıza gönderdim. Bu gündemde, kapsayıcı ve dirençli bir toplum inşa etmek için belediyeler, öz örgütler ve sivil toplumla birlikte nasıl çalıştığımızı gösteriyoruz. Bu, insanların hepsinin gerçekten katılabileceği ve birbirlerini gözetebileceği bir toplumdur. Bu gündemin merkezinde, ırkçılık ve ayrımcılık, istenmeyen kutuplaşma biçimleri, radikalleşme ve aynı zamanda diaspora politikası gibi sosyal uyumu baskı altına alan zorluklara karşı koruma sağlayan müdahalelerin geliştirilmesi ve uygulanması yer almaktadır.

Burada birkaç klasör konu başlığım var. Birazdan onları size çağıracağım. Tüm sorularınıza cevap vermek için elimden geleni yapacağım ama şunu da söylemeden geçemeyeceğim: Ben burada Sosyal İşler Bakanı olarak oturuyorum. Sadece meslektaşlarımın ilgilendiği alanlarda pek çok soru sordunuz. O zaman bana verilen cevabı size iletebilirim ama o zaman bunu serbest bir şekilde tartışmak ya da tüm detaylara girmek biraz daha zor. Bunu siz de anlayacaksınız. Eğer bunu istiyorsanız, bu konular için benden başka birini davet etmeniz gerekecek.

İlk olarak ele alınacak konular geniş anlamda UBI. Yani hükümet çapında yaklaşımı içeriyor. Daha sonra raporlama işlevi geliyor, ardından Clingendael, imam eğitimi, seçimler ve Müslüman ayrımcılığı – bunun neden tek bir klasörde olduğunu bilmiyorum – Sorunlu Davranışlar ve İstenmeyen Dış Finansman Görev Gücü ve bir yığın başka konu geliyor. Oldukça büyük bir yığın, çünkü epeyce ayrı soru da vardı.

UBI yaparken ne yaptığımızla başlamak istiyorum – size az önce giriş bölümünü verdim -. Bütün bir setin ilk sorusu şudur: bu belediyelere nasıl yardımcı olacağız? Eğer bir belediye bir OBI vakasıyla uğraşıyorsa, kendimizi nasıl konumlandıracağız? Kabine, İçişleri Bakanlığı ve NCTV bu işin koordinatörleri. Bunlar, merkezi olmayan siyasi makam sahipleri ve belediyelerdeki çalışanlar arasında OBI’yi tanımaları için farkındalık yaratmaya kararlıdır. Aynı zamanda yerel polis ve meclis üyelerine de OBİ’yi tanımayı öğretirler. Buna yerel asayiş ve güvenlik politikası görevlileri veya gençlik çalışanları da dahil olabilir. Nasıl tanıyorsunuz? Sanırım bu VVD’den gelen bir soruydu. Bu konuda ne düşünüyoruz ve bu konuda nasıl yardımcı olabiliriz?

Bayan Becker ayrıca diğer üye devletlerle nasıl gittiğini sordu. Bu konudaki tartışmalar nasıl gidiyor? Onların yaklaşımlarından nasıl ders çıkarabiliriz? Bu konu dışişlerindeki meslektaşıma kalmış bir konu. Geçtiğimiz Kasım ayında – yani neredeyse bir yıl önce – Dışişleri Konseyi’nde, Dışişleri Bakanı tüm Avrupa üye ülkelerini UBI konusunda AB içinde daha fazla işbirliği yapmaya çağırdı. AB içerisinde, istenmeyen dış müdahaleler, Dayanıklılığın Güçlendirilmesi ve Hibrid Tehditlerle Mücadele Yatay Grubu ve Siyasi ve Güvenlik Komitesi içerisinde yinelenen bir konudur. Örneğin, hibrid Yabancı Bilgi Manipülasyonu ve Müdahale Araç Kutusu Hollanda tarafından sunulmuştur. Size dürüstçe söylemeliyim: sanırım dışişleri sözcüleri bunu biliyor, ama benim için olduğu gibi sizin için de muhtemelen harika bir bilgi. Bugün de, 4 Ekim’de, Brüksel’de tematik bir toplantı düzenlendi. Ya da sanırım bu hafta başıydı, çünkü tabii ki bu daha önce hazırlandı. Bu toplantı, fenomen görüntülerinin daha yoğun bir şekilde paylaşılması için bir başlangıç teşkil etmelidir. Buradan, diğer ülkelerin de benzer sorunlarla mücadele ettiği ortaya çıktı. Bunu ben de tahmin edebiliyorum.

Sayın Becker ayrıca hükümetin diaspora politikası konusunda neden örneğin diğer üye devletlerle birlikte bir karşı strateji izlemediğini sordu.

Oturum Başkanı:

Sanırım Bayan Becker bir önceki konuyla ilgili bir soru sormak istiyor.

Bayan Becker (VVD):

Bakanın şu sözlerini çok iyi anlıyorum: Ben burada Sosyal İşler Bakanı olarak bulunuyorum ve diğer tüm şapkaları takmıyorum. Kendisine yönelttiğim sorularla, bunu tamamen kendi alanlarındaki meslektaşları adına söylemesi gerektiği anlamına da gelmek istemedim. Ancak bu politikanın bazı kilit unsurları üzerinde çalışan Sosyal İşler Bakanının da ilgisini çekeceğini tahmin ediyorum: dayanıklılık, direnç ve bir imam eğitim programının oluşturulması. Kendisiyle yurtdışında seçimler olduğunda bunun buradaki bir topluluğa ne yaptığı konusunda da bir tartışma yaptık. Elbette tüm bunlar sadece Hollanda toplumu için geçerli olan unsurlar değil, diğer üye ülkelerde de bu unsurlar mevcut. Dolayısıyla bakan “bu dışişleri bakanının alanına girer” dediğinde, aslında bunun kaçırılmış bir fırsat olduğunu düşünüyorum. Çünkü bu, bakanın sorumlu olduğu alanda diğer üye devletlerden hiçbir şey öğrenilemeyeceği anlamına gelir. Bu yüzden aslında bu bakanın rolünü soruyordum.

Bakan Van Gennip:

Var ama henüz Bayan Becker’in önerdiği kadar açık bir şekilde değil. Bir sonraki tartışmalardan biri – devam edip etmeyeceğini bilmiyorum – EPSCO’da, Avrupa Sosyal İşler Bakanları Konseyi’nde, yeni Avrupa Komisyonu için gelecekteki bir program hakkında ne tartıştığımızla ilgili olacaktır. Orada şahsen gündeme getirdiğim konulardan biri de entegrasyon konusunda birbirimizden neler öğrenebileceğimizdir. Bu soruya değinmemin nedeni, diğer tüm ülkelerin de sivil entegrasyonla ilgili tüm geniş sorularla mücadele ettiğini görmem ve bunun elbette yabancı etkiyi de içermesidir. Bu konu Sosyal İşler Bakanlarının Avrupa Konseyi’ne gönderecekleri mektupta yer alır mı bilmiyorum ama ikili temaslarımda diğer bakanların da mücadele ettiğini fark ettiğim ve başkalarının bunu nasıl yaptığını öğrenmek istediğim konulardan biri bu. O zaman doğal olarak iyi gitmeyen şeylerin yanı sıra iyi giden şeyleri de paylaşıyorsunuz. Örneğin – Hollanda’daki Ukraynalılarla yaptığımız gibi – bu şekilde UBI’den çok uzaklaşıyoruz. Doğrudan işe gitmek ve topluma hızla entegre olmak gerçekten de diğer bakanların nasıl yaptığımızı bilmek istedikleri şeyler. Ukraynalıları nasıl çok daha hızlı bir şekilde işe soktuğumuzu ve daha iyi entegre ettiğimizi ve statü sahiplerinin daha geniş entegrasyonu için bundan ne öğrenebileceğinizi bilmek istiyorlar. Ancak bu örnekle ben zaten UBI’den çok uzaktayım.

Bayan Becker (VVD):

Bu cevap için bakana teşekkür ederim. Ben yine de konuyu biraz daha eve, UBI’ye yakın tutmak istiyorum. Örneğin yabancı imamların belirli dönemlerde ama bazen de yapısal olarak buraya getirilmesi olgusunu düşünüyorum. Çeşitli büyükelçiliklerde bu konuda konuşmalar yaptım. Gerçekten radikal mesajlar söz konusu olduğunda ülkeler zaten SIS uyarısı ile bu konuda işbirliği yapıyor. Ancak şimdi bir imam eğitim programı oluşturulup oluşturulamayacağına bakıyoruz, Hollanda’da çığır açan bir şey oluyor. Bunun Fransa’da da yaşandığını biliyorum. Böyle bir imam okuluna sahip olduğunuzda, eğer Avrupa’da yeterli sayıda Batılı eğitimli imama sahip önemli bir öncelikli arz varsa, buraya dışarıdan getirilen imamlarla ne yapacağımız konusunda birbirinizle anlaşmalar yapabilir misiniz? Bunun gibi birkaç konudan daha bahsedebilirim. Elbette, bu bakanın portföyü de dahil olmak üzere UBI konusunda daha fazla işbirliğinin mümkün olduğunu düşünüyorum.

Bakan Van Gennip:

Elbette. Birazdan imam eğitimine geleceğiz, ancak size bir ipucu vermek gerekirse: bunu elbette Belçika’da olanlardan öğrenerek yaptık. Bu, Belçikalılarla ders ve fikir paylaşımımızın bir örneğidir. Gerçekten de bu bir Belçika-Flaman kursu olacak. Siz de bunu okuyabildiniz. Yani bu, komşu bir ülkeyle ortaklık yaptığımız örneklerden biri. İki hafta sonra da radikalleşmeyle nasıl başa çıkılacağı konusuna odaklanılacak olan Viyana Forumu var. Dolayısıyla birbirimizden bir şeyler öğrenmeye çalıştığımız münferit konularda çok sayıda işbirliği ve fikir alışverişi söz konusu.

Bay Van Baarle (DENK):

Hem belediyeler hem de destekleyici bir rol üstlenen SZW tarafından işaret edilen UBI’nin tüm bölümlerde iyi ve tutarlı bir tanımı olup olmadığını merak ediyorum. Örneğin yurtdışından bir konuşmacı geldiğinde, tanım gereği UBI olarak sınıflandırılmasını ve politika olarak sahip olunan yollardan birinin kullanılmasını önleyebilir miyiz? Peki bu durumda uygulamada bir parça önyargı olmasını nasıl engelleyebiliriz?

Bakan Van Gennip:

Mektupta UBI ile neyi kastettiğimizi açıkladığımızı düşünüyorum. Mektuptan kelimesi kelimesine alıntı yapabilirim. Bunun gerçekten bir tanımı var, bu yüzden … Ayrıca her zaman etrafında gri bir alan vardır: nedir ve ne değildir? Ancak çok açık bir şekilde dış etki olan bazı şeyler var ve tabii ki politikanız buradan başlıyor.

Başkanım. Karşı strateji, bu önemli bir konu.

Başkan Kuzu:

Ona birazdan geleceğiz. Bay Van Baarle.

Bay Van Baarle (DENK):

Hala devam eden bir sorum var. Geçmişte uygulamada bazı şeylerin nasıl önyargılı sonuçlara yol açabildiğini gördük, ancak bu durum istenmeyen bir yabancı etki varsa bu konuda hep birlikte bir şeyler yapmamız gerektiği gerçeğini ortadan kaldırmıyor. Peki, az önce bahsettiğim gibi vakaların, örneğin yabancı bir konuşmacının – buna izin veriliyor; biz özgür bir ülkeyiz – UBI olarak sınıflandırılmasını nasıl önleyeceğiz? Bunun mantıklı bir şekilde ele alınmasını ve uygulamada önyargıya dayalı sonuçlara yol açmamasını nasıl sağlayacağız?

Bakan Van Gennip:

Açık olmak gerekirse: UBI diğer hükümetlerle ilgili, yani denildiği gibi devlet aktörleriyle ilgili. Buraya vaaz vermeye gelen biri – ister İslami geçmişi olan biri olsun, ister Rus uyruklu biri ya da ikisi arasında bir şey olsun; adını siz koyun – mutlaka bir devlet aktörü değildir. UBI, sistematik ve kasıtlı olarak siyasi ve sosyal sistemin altını oyan devlet aktörleri ile ilgilidir – tanımı budur -. Yani o zaman OBI’den bahsediyorsunuz. Elbette bunu göstermek için her türlü yola sahibiz. Ayrıca bu tartışmayı geniş tuttuğumuzdan emin olmak istiyorum. Bu gerçekten sadece İslami dış etki ile ilgili değil. Burada konu gerçekten çok daha geniş. Bununla ilgili tehlikeler de gerçekten çok geniş. Umarım bu tartışmayı bu geniş tehlikeler hakkında sürdürebiliriz. Bazı milletvekilleri, Bayan Piri’nin sözleriyle, burada tasfiyeler gerçekleştiren ya da Hollanda’da olanları başka şekillerde etkilemeye çalışan ülke örneklerinden de bahsettiler. Bu, seçimlerle ilgili dezenformasyon olabilir; buna birazdan geleceğiz. Umarım bu tartışmayı bu kadar geniş tutabiliriz, çünkü ne yazık ki konu bu kadar geniş.

Oturum Başkanı Kuzu:

Temas stratejisi, Sayın Bakan.

Bakan Van Gennip:

Evet. Önemli olan ülkelerin yurtdışında yaşayan insanlarınızla bağlantı kurmakta özgür olmalarıdır. Hollanda da bunu yapıyor. Hollanda aynı zamanda yurtdışındaki Hollandalılarla da bağını sürdürmektedir. Bu uluslararası kabul görmüş diaspora politikasına elbette Hollanda’da izin veriliyor, çünkü biz de Fransa’da aynısını yapıyoruz, tecrübelerimden biliyorum. Ancak bu, anayasal devletimizin sınırları içerisinde kalmalı ve iki kültürlü geçmişe sahip Hollanda vatandaşlarının katılımını engellememelidir. Diaspora topluluklarında güvensizlik hissini etkileyen üçüncü ülkelerden herhangi bir etki ve müdahale olduğu anda, hükümet doğal olarak bu konuda aktif bir politika izler. Bu da size az önce bahsettiğim üç yol boyunca devam eder. Clingendael çalışmasına geldiğimizde, insanların Hollanda’da sahip olabilecekleri güvensizlik duygusuna daha sonra değineceğim.

Bayan Becker idari ve cezai yolların ne sıklıkla kullanıldığını sordu; sanırım Bayan Piri de aynı soruyu sordu. İdari yol son yıllarda yerel düzeyde, örneğin belirli gruplar içinde ya da gruplar arasında gerginlik yaratma tehdidi olan bir toplantıya izin verilmemesi şeklinde kullanıldı. Bunun ne sıklıkta olduğunu bilmiyorum. Bu şekilde takip edildiğini de sanmıyorum. Suç takibi, uygulanabildiği yerlerde, polis ve savcılık tarafından, eğer cezai bir suç varsa, kullanılır. O zaman tabii ki Hollanda ceza hukukunu ihlal etmiş olmanız gerekir. Bu elbette bir devlet hukuku aktörü için nadir bir durumdur. Bireyler söz konusu olduğunda, örneğin tehditler söz konusu olduğunda, bu durum doğal olarak çok daha fazla yaşanır. Ancak ceza hukukunu her zaman katı hale getirmek ve takip etmek zordur; bunu da biliyoruz.

Sayın Piri şu soruyu sordu: dayanıklılık alanında neler oluyor? Orada ne tür projeler oluşturuldu? UBI kapsamındaki bu dayanıklılık yolu elbette potansiyel olarak UBI’nin hedefi olabilecek kişilerin dayanıklılığını arttırmakla ilgilidir. Sosyal istikrarı teşvik etmeye ve sosyal gerilimlere karşı koymaya odaklanıyoruz, ama aynı zamanda insanların dayanıklılığını ve direncini artırmaya ve aynı zamanda yerel yöneticilere müdahale edebilmeleri için araçlar vermeye odaklanıyoruz: farkındalıktan UBI’yi fark ettiğiniz anda nasıl hareket edeceğinize kadar. Yani bu gerçekten profesyoneller ve belediyelerle ilgili. O halde elbette beklenti, toplum daha dirençli ve dayanıklı olduğu anda, devlet aktörünün hedef aldığı insanlar üzerinde daha az etkiye sahip olacağıdır. Tabii ki o zaman bunu kanıtlamak zor ama taahhüt bu. Bu amaçla, diaspora politikasına ilişkin araştırma yapmak, topluluklar arasında ve içinde diyalog kurmak ve belediyelere danışmanlık yapmak da dahil olmak üzere, az önce bahsettiğim bir dizi faaliyet yürütüyoruz. Dolayısıyla bunları Dirençli ve Dayanıklı Toplum Gündeminde de bulabilirsiniz.

Bayan Piri (İşçi Partisi):

Baştan sona okuduğumu söylemeyeceğim; bu yalan olur. Ama personelim okudu. Sorun tam da bu projeleri bulamamış olmam. Görünüşe göre, her türlü dayanıklılık çalışması var, ancak bunları genellikle bir projeye döküyorsunuz: hangi diasporayı veya hangi belediyeleri hedefliyoruz? Bakan çok spesifik olarak şöyle diyor: Clingendael çalışması. Bunu anlıyorum. Bu net bir şey ve artık tamamlandı. Peki şimdi Fas diaspora politikası ya da ülkeden bağımsız politika üzerine bir çalışma olacak mı? Benim kızgınlığım kısmen bundan kaynaklanıyor; bu bakanın hatası değil. Bir yıl önce Oda olarak bize bunun öncelikli bir konu olduğu ve üzerinde çalışılacağı izlenimi verilmişti. Ben de gerçekte neler olduğunu öğrenmeye çalıştım. O zaman aslında çok az şey duyuyorum. Peki o zaman bu somut projeler nelerdir?

Bakan Van Gennip:

Her şeyden önce bu gerçekten de yeni bir yaklaşım. Yazdan hemen önce elinize geçen ajanda bu nedenle hazırlandı. Halihazırda ne yaptığımızı ve ne yapacağımızı içeriyor. Clingendael’in Türk-Hollanda toplumuna yönelik deneyimli diaspora politikası üzerine yaptığı çalışma ilk büyük çalışmaydı. Bu konuya daha sonra geleceğim, ancak daha fazla ülkeden bağımsız çalışma yapmak niyetindeyiz, çünkü diğer pek çok topluluk dışarıdan, Hollanda dışından gelen etkilere maruz kalıyor. Bu yüzden neler olup bittiğini daha geniş bir şekilde anlamak istiyoruz. Böylece bu bilgiyi oluşturup projeler yapabiliriz. Bu arada Ulusal Yaşanabilirlik ve Güvenlik Programında yer alan 20 belediyede projeler başladı. Bu projeler oluşturuldu ve önümüzdeki yıldan itibaren yürütülmeye başlanacak. Bu projelerin çoğunu tam olarak hassas mahallelerde tasarladık. Yani bu bir yol. Ben sadece çalışmalardan bahsettim.

Oturum Başkanı:

Bayan Piri, devam sorusu? Hayır, buna gerek yok.

Bayan Piri (İşçi Partisi):

Meslektaşıma bırakıyorum.

Bayan Podt (D66):

Evet, korkarım çok kısa bir şekilde devam edeceğim, çünkü gerçekten de Bayan Piri’nin sorusuna benzer bir sorum vardı. Bu esnekliğin nihai olarak ne olduğunu biraz araştırıyordum, çünkü benim için çok soyut kalıyor. Bakan giriş bölümünde insanların UBI ile başa çıkabileceğini söyledi. O zaman Volkskrant’ta çıkan ve Çin hükümeti tarafından takip edildiğini söyleyebileceğim ve sürekli olarak sahte raporlar ve tehditlerle uğraşmak zorunda kalan gazeteci hakkındaki makaleyi hatırladım, gerçekten çok yüksek şeyler. Böyle bir kişiye şunu söylediğimizi düşünüyorum: seni daha dayanıklı hale getireceğiz. Ama aynı zamanda o kişiye şunu da söylüyoruz: Eğer bir ihbarda bulunursan, bireysel vakada senin için pek bir şey yapamayız. Peki, bana göre biz kendimiz bu konuda çok muğlak davranırsak, insanlar UBI ile nasıl başa çıkacaklar?

Bakan Van Gennip:

Bu konuda muğlak değiliz; kesinlikle değiliz. Raporlama işlevine daha sonra geri döneceğim. Bu gerçekten de Dışişleri Bakanlığı’ndaki meslektaşımın bir taahhüdüdür. Dolayısıyla şu anki durumun ne olduğunu size söyleyeceğim. Ancak elbette kendimiz de yaşadığımız için mücadeleyi anlıyorum: sosyal medya aracılığıyla dış dünyaya giderek daha fazla bağlanan – on yıl öncesinden çok farklı, başka bir ülkede ne olduğunu anında biliyorsunuz – ve bu nedenle dışarıdan gelen haberlere çok açık olabilen bir toplumda bunu nasıl sağlarsınız? Aslında dayanıklılık şununla ilgilidir: riskli durumlarla nasıl başa çıkabilirsiniz? Sahte haberler de bunlardan biri. Dayanıklılık çok daha kişiseldir: başınıza bir şey geldiği anda kendinize güvenirsiniz. Zor bir durumdasınızdır; bu durumdan nasıl kurtulursunuz? Dolayısıyla bu ayrımı yapıyoruz. Bence belediyelerin ve belediyelerdeki profesyonellerin bir rolü olması, toplulukların kendilerinin bir rolü olması, insanların bir rolü olması ve merkezi hükümetin de bir rolü olması çok önemli. Bu bazen ceza hukuku ve idare hukukudur. Bazen Sosyal İşlerden diyaloğa girmek ve insanlara araçlar vermekle ilgilidir. Bazen de diplomatik yollarla bu ülkelere uygulamaya çalıştıkları etki hakkında bilgi vermektir.

Bayan Podt (D66):

Bunun bir mücadele olduğunu anlıyorum, ancak tüm bu başlıkta şu anda somut bir şey duyuyorum. O da şu: insanlara bu esneklik stratejisi içerisinde yalan haberlerle nasıl başa çıkacaklarını öğretiyoruz. Tüm bu diğer şeylerin de orada olduğunu anlıyorum, ancak benim sorum özellikle şuydu: İnsanlar ne elde ediyor, ne zaman UBI’ye dirençli oluyorlar? Çünkü sahte haberlerle başa çıkmanın dışında, ki bu bana kendi içinde çok değerli görünüyor, o zaman zaten çok fazla şey duymuyorum.

Bakan Van Gennip:

Bunun çok zor bir soru olduğunu düşünüyorum, birinin ne zaman dirençli olduğu. Evet, çocuklarımı ne zaman iyi yetiştirdim? Bence bu çok karmaşık bir soru. Sanırım bir buçuk yıl önce UBI yaklaşımı gibi bir şeyle başladık. Şimdi ilk defa böyle bir esneklik ve dayanıklılık gündemi oluşturduk; bu gündem esas olarak profesyonellerin bunu fark etmesine ve daha sonra da bu durumun yaşandığı kişilere yardım etmesine yardımcı oluyor. Bunu odak noktası haline getirme sürecindeyiz. Bu da henüz o kadar kolay değil, çünkü mağdur olan, yabancı etkinin hedefi olan insanlar her zaman bu konuda konuşmak istemiyorlar. Otosansür, özellikle bu topluluklarda maalesef oldukça yaygın olan bir olgudur.

Bu nedenle yapabileceğimiz şey, bu konunun etrafındaki profesyoneller ve insanların kendileri için bunu açıklığa kavuşturmaktır. Sinyalleri tanıyabiliyor musunuz? O zaman nasıl hareket edeceğinizi biliyor musunuz? Nereden yardım isteyebilirsiniz? Ayrıca buna yatkınlığı azaltmak için. Sonra geniş tartışmaya geri dönüyorsunuz: insanlar Hollanda’da kendilerini evlerinde hissediyorlar mı, burada gelişebiliyorlar mı? Çünkü o zaman daha az duyarlı olurlar. Ve bir topluluk olarak bu, uyumla, birliktelikle ve aynı zamanda etrafınızdaki diğer insanlara ne olduğuna dair gözleriniz ve kulaklarınız olmasını isteyip istemediğinizle ilgilidir.

Bu daha çok genel vizyondur. Peki somut olarak? Önce bir çalışma yapacağız: tam olarak nedir? Dolayısıyla Türk-Hollanda diaspora politikası. Bu nedenle ülkeden bağımsız anketlerle takip ediyoruz. Kırılgan mahallelerin bulunduğu 20 belediyeyle birlikte çalışarak gerçekten yaygınlaştırma çalışmaları yapıyor ve çok yerel çalışıyoruz. Bundan bir şeyler öğreniyoruz ve sonraki adımlarımızda bunu dikkate alacağız.

Bayan Piri (İşçi Partisi):

Sanırım: Bu tartışmada biraz hayal kırıklığımın nerede olduğunu belirteceğim. Bunu sona saklamamak daha iyi, çünkü o zaman hepimiz buradan memnuniyetsiz bir şekilde ayrılacağız. Hayal kırıklığım çeşitli yörüngelerde ilerliyor. Tekrar ediyorum, bu bakanın şahsına yönelik değil. Bunu söylemek de aynı derecede önemli. Bu konuyu Dışişleri Komisyonu’nda da konuşuyoruz. Burada, Hollanda’da bireylerin neler yaşadığını görüyorsunuz, örneğin Belarus diasporasından insanlar, bir Avrupa ülkesi üzerinde uçan bir uçak gökyüzünden indirildiği anda, bunun burada toplumda nasıl bir korku yarattığını gördüler. Örnekler çoktur. İranlıları örnek verdim. İranlı Hollandalılar arasında bilgisayar korsanlığının büyük bir sorun olduğunu görüyoruz. O zaman bakanın portföyünde, dayanıklılık söz konusu olduğunda, sadece bireysel bakış açısından, örneğin İran diasporasından ihtiyaç duyan insanlara eğitim verildiğini hayal edebiliyorum: telefonlarımızın güvende olmasını, birbirimizle güvenli bir şekilde iletişim kurabilmemizi nasıl sağlayabiliriz?

Bunlar sadece aradığım örnekler. Bunun bireye ne faydası var? Bu insanlar, açıkçası – politika yapıcı olduğumuzu anlıyorum, bu yüzden mümkün olduğunca çok çalışma istiyorsunuz vesaire – neyden muzdarip olduklarını gayet iyi biliyorlar. Bunun için bir Clingendael çalışmasına ihtiyaçları yok. Tacizin tam olarak neye benzediğini size söyleyebilirler ve sadece burada Hollanda vatandaşı olarak nasıl korundukları sorusuna bir cevap istiyorlar. Bizim sorumuz da bununla ilgili. D66’dan meslektaşımın çabaladığını gördüm. Yani söz konusu dayanıklılık olduğunda, bireyin korunmasını da arıyoruz. Peki ne tür dayanıklılık projeleri var? Bizim için ya da benim için – kendi adıma konuşmama izin verin – bu sadece bir entegrasyon meselesi değil. Belarus’tan buraya gelen insanlar Hollanda’da yaşamak istedikleri için değil, çok farklı nedenlerle buraya geldiler ve burada kendilerini güvende hissetmiyorlar.

Başkan Kuzu:

Bu daha çok bakanın cevap verebileceği bir çağrı.

Bakan Van Gennip:

İnsanların burada kendilerini güvende hissetmediklerini kabul ediyorum. Elbette bunu çalışma ziyaretleri sırasında pek çok kez yaşadım, örneğin bir keresinde tamamen farklı bir çalışma ziyareti sırasında. Nerede olduğumu söylemeyeceğim, çünkü İranlı genç bir kadın bana gururla statüsünün yeni verildiğini söyledi – bu arada Hollandacayı zaten çok iyi konuşuyordu – ama soyadını yerel gazeteyle paylaşmak istemedi. Bu ziyaret statü sahipleri bağlamında değil, tamamen farklı bir bağlamda gerçekleşti. Onu korumak için bu çerçeveden bahsetmiyorum; tahmin edebilirsiniz. Soyadının gazetede yer almasını istemedi. Bu da insanların burada nasıl bir otosansür ve baskı altında yaşayabileceğini gösteriyor. Bunun çok iyi farkındayım, çünkü size verebileceğim tek örnek bu değil ve siz de pek çok örnek verebilirsiniz. Dolayısıyla bu insanların dirençli olmalarına nasıl yardımcı olabileceğimizi arama ihtiyacınızı da anlıyorum; bu ister telefondan çok teknik şeylerle ilgili olsun, ister o uzun kolun pençesinden kaçma arzusunu fark etmekle ilgili olsun. Bu aslında belediyelerle başlıyor. Şu anda müdahalelerin tasarlandığı yer burası. Az önce size 20 örnek belediyeden bahsettim ama bu daha geniş kapsamlı. Bu müdahaleler deneniyor ve daha sonra neyin işe yarayıp neyin yaramadığını ve belediyelerin birbirlerinden neler öğrenebileceğini görmek için bir araya getiriliyor. Bu ilk şeydir.

İkincisi ise bir farkındalık kampanyası hazırlıyor olmamız. Bu departmanlar arası bir farkındalık kampanyası, çünkü birçok farklı departman işin içinde. Az önce de söylediğim gibi bu kampanya insanlara sahte haberleri nasıl tanıyacaklarını öğretecek ama şüphesiz telefon üzerinden teknik konuları da içerecek.

Bireyler korunmaya ihtiyaç duydukları ve büyük tehditler söz konusu olduğu anda, bu korumayı talep etmek için gerçekten polise gitmeleri gerekir. Bu arada, şu anda çoğu ihbar da sadece kendilerini güvensiz ve tedirgin hisseden kişilerden geliyor. Bu raporlama işlevine birazdan değineceğiz. Bu arada bize de geliyorlar ama ona da birazdan geleceğiz.

Bayan Piri (İşçi Partisi):

Belki de bu şekilde yavaş yavaş ilerleme kaydedeceğiz. Oda’nın isteği özel bir yardım hattı kurulmasıydı. Yani “yerel karakolunuza gidin” değil. Aslında verdiğimiz tüm örnekler o zaman çok az şey yapıldığını gösteriyor. Bunun için polisi suçlamıyorum, çünkü bu karmaşık bir konu. Kabinenin, burada tasfiye edilmeden önce çok sayıda ihbarda bulunan İranlı gibi, bireyler için merkezi bir ihbar hattı üzerinde çalıştığı izlenimine kapıldık. Böylece gelecekte bu tür şeylerin önüne geçebilirdik. Benim için bu konunun bakandan bakana geçtiği – bu izlenimi Dışişleri Bakanı’ndan da edindim – çünkü hiç kimse bu konuda gerçekten sorumluluk hissetmiyor ve sonuçta o kişinin yerel polis karakoluna gitmekten başka bir çözümü yok, Meclis’in isteği ise gerçekten farklı.

Oturum Başkanı Kuzu:

Raporlama işlevi cevaptaki ikinci konuydu. Sanırım Bakan buna geri dönebilir. Bence geniş anlamda UBI ile ilgili yığın çok zayıf.

Bakan Van Gennip:

Evet, bunu neredeyse bitirdik. Daha sonra raporlama işlevine geçeceğiz.

Oturum Başkanı:

Çok kısa bir süreliğine bir kenara bırakalım mı Bayan Piri? O zaman Bayan Becker’den küçük bir soru.

Bayan Becker (VVD):

Bayan Piri, Dirençli ve Dayanıklı Toplum Gündemi ile ilgili sorularıyla beni tetikledi çünkü geçen hafta sivil entegrasyon ve bütünleşme konulu bir tartışmada bu konuyu gündeme getirmiştik. Bakanın cevabı bir an için kafamı karıştırdı. Zira bunun 10 milyonluk bir gündem olduğunu ve bunun 6 milyonunun genel olarak 20 odak mahalleye gittiğini ve bu mahallelerde UBI’ye karşı koymak için değil, onları güçlü kılmak için harcandığını anlamıştım. Anladığım kadarıyla geri kalanı için de profesyonelleri eğitmek ve bir öğrenme platformu oluşturmak üzere bir miktar fon ayrılmış. Sonra şu tartışmayı yaptık: o çevrimiçi platform henüz yok; ne zaman gelebilir? Ama benim anladığım kadarıyla bu aslında bir UBI yaklaşımı değil, basitçe şu: süper çeşitliliğe sahip bir toplumda birlikte yaşamaya nasıl yatırım yapabiliriz? Bayan Piri somut programlar hakkında soru sordu ve ardından bakan bir nevi şunu belirtti: bunu o mahallelerde yapacağız. Peki bu 20 mahallede UBI odaklı programların bu 6 milyon ile finanse edileceği söz konusu mu değil mi?

Bakan Van Gennip:

Hayır, sanırım o zaman net değildim. Dirençli ve Dayanıklı Toplum Gündeminde ne yaptığımızı mümkün olduğunca somut bir şekilde belirtmeye çalıştım. Bu gerçekten de UBI’den çok daha geniş kapsamlı ve kesinlikle spesifik olarak UBI’ye odaklanmıyor. Ancak bu gündemle, elbette, dirençli toplumlara sahip olduğunuzdan emin olmak istersiniz, insanların perspektife sahip olduğu toplumlar, böylece suç da dahil olmak üzere her şeye ve dolayısıyla UBI’ye karşı çok daha az duyarlı olurlar. Bu 20 mahalleden birinde özel bir UBI yaklaşımına ihtiyaç varsa, bu elbette mümkündür, çünkü bu 20 mahalleden biri UBI’den diğer mahallelere göre daha fazla zarar görüyor olabilir. Bu tartışmayı geçen hafta yaptık. Bu, dirençli toplumlar inşa etmeyi amaçlıyor, ancak daha dirençli bir toplumun UBI’ye karşı da daha dirençli olacağına gerçekten inanıyorum.

Oturum Başkanı:

Bakan yanıt vermeye devam edebilir. Bay Van Baarle’dan hala bir soru var. Ama kesintilerle hızlı gidiyor, değil mi? Bu şekilde devam ederse, sınırlayacağım.

Bay Van Baarle (DENK):

Bilgilendirici bir sorum var. Bu 20 ilçenin arka planı tam olarak nedir? Nasıl seçildiler ve 20 ilçeden bahsetmemizin sebebi nedir? Bunlar, bunun bağlı olduğu başka bir programın parçası mı? Bu tam olarak nasıl oluyor?

Bakan Van Gennip:

Bu, İçişleri Bakanlığının Mahallelerde Yaşanabilirlik ve Güvenlik için geniş Ulusal Programıdır. Dolayısıyla yaşanabilir mahalleler ve dirençli toplumlar sağlamak için biz de buna bağlıyız. İçişleri Bakanlığı öncülüğünde beş ya da altı birimle birlikte bu programa katılıyoruz; aklımda kaldığı kadarıyla söylüyorum. Yani bunun içinde her türlü yaklaşım var. Yoksulluk yaklaşımı var. Entegrasyon yaklaşımı var. Orada bir konut yaklaşımı var. Adını siz koyun; hepsi orada.

Oturum Başkanı:

Şimdi geniş anlamda UBI ile ilgili soruları bitiriyoruz. Sayın Bakan.

Bakan Van Gennip:

Sanırım UBI ile ilgili soruların üzerinden geçtim.

O zaman yardım hattı. Bu arada, Dışişleri’nden meslektaşımdan anladığınız üzere bu bir yardım hattı. Durumunun ne olduğunu sormuştunuz. Adaletten meslektaşım Yeşilgöz’ün ve NCTV’nin koordinasyonu altında, bu yılın Temmuz ayından bu yana OBI ihbar fonksiyonu yürürlükte. Merkezi hükümetin farklı bölümlerine her türlü sinyal geliyor. Bunlar daha sonra tek bir merkezde tartışılıyor. Bu çalışma yaklaşık iki ya da üç aydır devam ediyor. Şu anda ilk periyodik OBI fenomen tablosu üzerinde çalışmalar devam ediyor. Bunun Aralık 2023’te hazır olması bekleniyor.

O zaman soru şu: Vatandaşlar böyle bir UBI raporlama işlevinden ne kazanacak? Bunu haritalandırırsak Hollanda’da neler olup bittiğine dair daha geniş bir resim elde edeceğimize gerçekten inanıyorum. Biz de ayda bir kez, polisten çok daha az sıklıkta, ağlarımız aracılığıyla şunu fark ettim diyen insanlardan raporlar alıyoruz. Bunları UBI masasına getiriyoruz ve bu sayede bu fenomenler haritalandırılıp yorumlanabiliyor. Bu doğrudan bireysel olarak bir vatandaşa fayda sağlamaz, ancak daha geniş anlamda fayda sağlar, çünkü kalıpları tanımamıza ve neler olup bittiğini görmemize olanak tanır. Hükümet olarak, vatandaşların bu UBI raporlarını yapmaları için gereken eşiği mümkün olduğunca düşük tutmak istiyoruz. İşte bu nedenle merkezi hükümet bünyesinde hem sosyal alanda hem de güvenlik alanında tüm bu farklı girdileri kullanıyoruz. Böylece potansiyel hedefler ve çalışma şekilleri hakkında daha fazla bilgi sahibi oluyoruz; bu konuda da her gün bir şeyler öğreniyoruz. Bu da hükümet olarak bizim bu UBI faaliyetlerini fark etme ve engelleme olanaklarımızı arttırıyor.

Bunlar aslında bireysel vakalar için doğrudan çözümler değil; bu konuda çok net olmamız gerektiğini düşünüyorum. Bunun bir nedeni de raporların büyük çoğunluğunun cezai suç içermemesidir. Dolayısıyla bu vakalarla cezai olarak mücadele etmek daha zordur. Ancak raporlama yapmak, sinyalleri iletmek, olayın doğası ve dolayısıyla farkındalık ve dayanıklılık eğitimi açısından daha sonra neler yapabileceğiniz konusunda daha iyi bir fikir verir. Mevcut bir tehdit varsa, doğrudan polise gitmeniz gerektiğini tekrarlayabilirim, ancak buradaki sorunun bu olduğunu sanmıyorum. Asıl soru, bu durumun suç teşkil etmediği kişiler için ne yapabileceğinizdir. Aslında ceza hukuku kapsamında yapabileceğiniz pek bir şey yok. İnsanları güçlendirebilir, onlara eğitim verebilir ve yerel halka neler olup bittiği konusunda fikir verebilirsiniz, böylece olayları daha iyi tanıyabilir ve kalıpları fark etmeyi öğrenebilirler. Bu şekilde insanlara yardımcı olabilirsiniz.

Bayan Piri (İşçi Partisi):

Sadece bir ünlem daha ve sonra duracağım, biliyorsunuz; böylece benden daha fazla sorun yaşamayacaksınız. Bu tartışmada farklı bir izlenim edindiğimizi düşünüyorum. Yani bireyler için bir yardım hattının duyurulmasıyla aslında hiçbir şey değişmedi. Burada kabine ile yaptığımız konuşmalarda diğer şeylerin yanı sıra şunu söyledik: şimdi diaspora topluluklarını da dahil edin ve örneğin neden polise gitmeye cesaret edemediklerini sorun. Ciddi bir rapora ne olduğunu, güvenlik ve istihbarat servisleriyle işbirliğinin ne olduğunu ve olaylarda neyin yanlış gittiğini sorduk. Size sadece örnekler vereceğim.

Ülke ismi vermeyeceğim çünkü ben de insanları tehlikeye atmak istemiyorum. Menşe ülkesinde süper, süper ünlü bir insan hakları savunucusu Hollanda’da yaşıyor ve ölüm listesine giriyor. Yerel polise bu konuda ciddi bir ihbarda bulunuyor. Anladığım kadarıyla yerel polis bu kişinin kim olduğunu bilmiyor. Yerel polis bu konuyu ele alıyor ama hiçbir şey olmuyor. Bir milletvekili olarak oraya gidip, böyle bir ölüm listesi olduğu anda bu kişinin ciddi bir tehlike altında olabileceğine dair değerlendirmemi belirtmek zorundayım. Dolayısıyla dilek doğru: şimdi bu tür bilgilerin birbiriyle bağlantılı olmasını sağlayın ve yabancı etki için sadece polisin değil, aynı zamanda güvenlik ve istihbarat servislerinin de dahil olduğu bir telefon hattı olsun, böylece böyle bir rapor da hemen değerlendirilebilsin. Gerçekten de uygulama ne yazık ki a geçmişte bunun gerçekleşmediğini ve ölümcül sonuçlar doğurduğunu ve b diaspora toplumunun deneyimlerine dayanarak artık polise ihbarda bulunma konusunda kendine güvenmediğini göstermiştir. Uygurlar da aynı şeyi yaşıyor; bir ihbarda bulunan beş kişi vardı, telefon görüşmelerinde aile üyeleri diğer tarafta işkence görüyordu, ancak mevcut yaklaşımda onlara hiçbir şey olmuyor. Tekrar ediyorum, bu bakana yönelik bir eleştiri değil, ancak benim için hayal kırıklığı daha çok nihayet gündemde başka bir Yabancı Nüfuz tartışması olması, ancak kabinenin bir bölümünün burada olmaması. Bu konuda daha keskin olmak isteyebilirdim; bu aynı zamanda seçimlerden sonrası için benim dersim. Bu tartışmayı bütünüyle yapmamız gerekiyor, çünkü iki kültürlü geçmişe sahip Hollandalılara karşı meslektaşlarımla birlikte bu konunun ciddiyetle ele alınmasını sağlama sorumluluğunu gerçekten hissediyorum.

Bakan Van Gennip:

Endişelerinizi anlıyorum ve paylaşıyorum, ancak bugün size cevap veremeyeceğim pek çok şey var, çünkü bunlar benim portföyümde değil. Az önce de söylediğim gibi, üç, dört meslektaşım daha var; lütfen onları davet edin, çünkü o zaman bu konuda tartışabiliriz. Meslektaşlarımın portföyleri üzerinde doğaçlama yapmaya başlayabilirim ama bu hepimize yardımcı olmaz. Aksi takdirde size tutamayacağımız sözler vereceğim ya da doğru olmayan bir şey söyleyeceğim; ya da doğru olan ama kendilerinin söylemeyi tercih edecekleri bir şey söyleyeceğim. Bu hiç yardımcı olmuyor. Bunun da ötesinde, zaten bazı konularda oldukça fazla ücretlendiriliyorum; birazdan göreceksiniz. Posta kutusu olabileceğimi zaten söylemiştim, ancak bu da bana garip geliyor, çünkü şöyle düşünüyorum: Ben de bazı şeyler olduğunu düşünüyorum, ancak meslektaşlarımın sorumluluklarını savunmalarını ve size gerçekten geniş bir cevap vermelerini tercih ederim. Bu konuşmanın beş sorumlu meslektaşımla yapılmasını diaspora toplumu da hak ediyor. O zaman ben de topluluklar ve dayanıklılık konusundaki sorumluluğumu üstleneceğim. Bu konuda ilerleme kaydetmemiz gerektiği açık; bu konuda da haklısınız. Bu bir yıldır devam ediyor. Peki tam olarak ne yapıyoruz? Ne kadar ilerleme kaydediyoruz? Gerçekten hala öğrenmeye devam ettiğimizi ve farklı topluluk türlerinin de farklı tepkiler verdiğini tekrar tekrar keşfettiğimizi görüyoruz – bu da birazdan bu çalışmalarda gündeme gelecek – çünkü insanlar farklı bir kültürel geçmişe sahip ya da bu etki farklı bir şekilde gerçekleşiyor. Dolayısıyla bundan da bir şeyler öğrenmemiz gerekiyor: her şeyi tek bir kalıba sokamayız.

Oturum Başkanı:

Bayan Podt’un bir sorusu daha var ve görüyorum ki herkes üç soru sormuş. Zaman göz önüne alındığında, bundan sonra söz kesmeleri en fazla iki ile sınırlandırmayı öneriyorum.

Bayan Podt (D66):

Bakan bu soruya cevap verebilir o zaman. Kendisi de eşiğin insanlar için düşük olmasının önemli olduğunu düşündüğünü belirtti. O zaman insanların bir şeylerin değişebileceğini sadece böyle bir olgu düzeyinde değil, aynı zamanda kendi bireysel durumları düzeyinde de hissetmelerinin yardımcı olabileceği konusunda benimle aynı fikirde mi? Öyleyse – sanırım bu biraz da ortak bir hayal kırıklığı – o zaman insanlara daha özel düzeyde bir şeyler sunabilmemiz de gerekli. Bu konuda da meslektaşlarıyla konuşması gerekebilir. Çünkü gerçekten de Hollanda vatandaşlarına bunu bu şekilde yapamayacağımızı düşünüyorum.

Bakan Van Gennip:

O zaman iş zorlaşıyor. Meslektaşlar vs. açısından çok fazla değil, ama ceza hukuku olmadığı anda, o zaman aslında sadece insanlara buna karşı çıkabilmeleri için bu araçları vererek bunu yönetebilirsiniz. Eğer suç değilse, bunu gerçekleştiren kişiyi tutuklamak çok zordur. Eğer yurt dışından gelen ve yurt dışından faaliyet gösteren devlet aktörleriyse, bu da çok karmaşıktır.

Buna ek olarak, bir sonraki nokta da önemli. Bu da kısaca geçen haftaki tartışmaya geri dönüyor. Servislerin ve polisin bireysel vakaları değerlendirmek ve bunlarla ilgilenmek için her türlü anayasal dayanağı vardır. SZW’de bunlar yok. İster hareket eden kişi olsun isterse etkilenen kişi: bunu takip etmek için bir dayanağımız yok. Geçen haftaki tartışmalar da göz önüne alındığında, böyle bir temel oluşturmak istediğimizi de sanmıyorum. Bununla birlikte, elbette bu konuyu çok ciddiye almalıyız, ancak bunu kabine çapında ele almalıyız.

Burada insanların suçu bildirmeye cesaret edip edemeyeceklerine ilişkin bir dizi sorum var – sadece göz gezdiriyordum. Bu vakada, Hollanda ve Fas polis güçleri arasındaki işbirliği nedeniyle Rif bölgesinden insanların artık suçları ihbar etmeye cesaret edememesiyle ilgiliydi. Bu gerçekten de JenV’den meslektaşımın soracağı bir soru.

Aslında aynı şey Bayan Piri’nin bahsettiği tasfiye için de geçerlidir. Şu doğrudur. Devlet aktörü doğrudan fiziksel şiddete yöneldiği anda – eğer öyleyse, burada Hollanda’daki bireylere yöneliktir – o zaman genellikle onu takip etmek için doğru bilgi ve istihbarata sahip olma meselesidir. Yani o zaman gerçekten istihbarat servislerinden ve doğru gözetleme ve güvenlik önlemlerini almaktan bahsediyorsunuz demektir. Bu konuda daha fazla şey söyleyecek kadar bireysel vakayı iyi bilmiyorum. Bu durumda hem JenV’nin hem de BZK’nın sorumluluğu olduğunu söyleyerek biraz tekrara düşüyorum. Ancak ne demek istediğinizi anlıyorum.

Bayan Piri veya Bayan Becker ya da her ikisi de sordu: UBI iletişim kampanyasını ne zaman bekleyebiliriz? 2023’ün sonlarında. Bu az önce bahsettiğimiz farkındalık kampanyası. Yani bir ya da iki ay içinde. Ardından, halihazırda bildiğimiz çeşitli şeylere dayanarak, insanlara doğrudan yardımcı olabileceğimiz bazı konuları belirlemiş olacağız. O zaman hala “telefonunuzla yapmanız gereken şey şu” ya da “bununla şu ve şu şekilde başa çıkmaya çalışın” düzeyinde olacak.

İlk olarak, yarısından fazlasının – ben %60, siz %64 – kendini öncelikle Türkiye ile özdeşleştirdiği ortaya çıkıyor. Bu biraz da soruya göre değişiyor ama ben bu rakamı aşağıya çekmek istiyorum. Burada, Hollanda’da yaşadığınız anda, umarım ya hem Türkiye hem de Hollanda ile çift kimlikli olursunuz – %58’i böyle olduğunu söylüyor – ya da öncelikle Hollanda ile özdeşleşirsiniz. Bu arada, bu oranın genç kuşaklar arasında hızla düştüğünü görebilirsiniz. Bunu oy veren ve vermeyenler arasında da görebilirsiniz. Genç Hollandalı Türkler, yaşlı Hollandalı Türklere kıyasla daha az oy kullanıyorlar çünkü muhtemelen kendilerini Hollanda toplumunun daha fazla parçası olarak hissediyorlar ve dolayısıyla geldikleri ülkeyle daha az bağları var.

Ankette ayrıca – bazılarınız buna atıfta bulundu – katılımcıların dörtte birinin Hollanda’daki Türk yetkililerin etkisi nedeniyle kendilerini güvensiz hissettiklerini söyledikleri belirtildi. Bunu çok endişe verici buluyorum. Yani her dört Hollandalı Türk’ten biri şöyle diyor: Türkiye’de ne zaman başka biriyle konuşacağımı ya da evimi arayacağımı bilmiyorum. Bence bu herkesi endişelendiren bir şey. Hollanda’daki herkes, diğer ülkelerin istenmeyen müdahaleleri olmaksızın özgürce ve engellenmeden gelişebilmeli ve hareket edebilmelidir.

Bunun nasıl işlediğini iyi anlamak istiyoruz. Elimizde bir anket var. Bu güvensizlik hissinin nereden kaynaklandığını anlamak için seçimlerden sonra da röportajlarla birlikte tekrar kullanacağız. Ve özellikle de şu soruyu yanıtlamak için: “Hollanda hükümetinin bu konuda bir şeyler yapmasını istiyorsunuz. Ama Hollanda hükümetinin bu konuda ne yapmasını istiyorsunuz? Ve: bundan sonra bu konuda ne yapabiliriz? Buna daha derin cevaplar alacaksınız.

Ülkeden bağımsız olarak diğer toplumlar için de benzer çalışmalar yapacağız, çünkü belli ki aynı şeyler orada da yaşanıyor. Etkileyiciler her zaman aynı şekilde gerçekleşmez; bir toplumdan diğerine gerçekten farklılık gösterebilir ve farklı türde etkiler olabilir. Etkiler bazen finansal, bazen kültürel, bazen de çok şiddetli olabiliyor. Bu gerçekten de toplumdan topluma değişmektedir. İşte bu yüzden bu çalışmalar çok önemlidir.

Şimdi Clingendael çalışmasına, Clingendael çalışması hakkında şimdi söylenecek önemli şeylere geri dönüyorum. Bu bağlamda, konuştuğum ya da çevremdekilerin konuştuğu Türk-Hollanda kuruluşları hakkında bir şeyler söylemek istiyorum. Oldukça kabarık bir liste. Nerede bu liste? Az önce bahsettiğiniz Diyanet, Hizmet, Milli Görüs ve Gülen gibi kuruluşların hepsi masada. İstenmeyen ikinci vatandaşlık konusunda manifestolarda konuşan bir grup insanın da yapısal muhatap olarak davet edilmesi önerisinin çok iyi bir öneri olduğunu düşünüyorum. Bu aynı zamanda kadın-erkek dengesini de önemli ölçüde aydınlatacaktır. Özgürlük için Kadınlarla da sık sık görüşmeler yapıyoruz. Onlara görevler veriyoruz. Bu şekilde konuştuğumuz kuruluşların yelpazesi çok geniş oluyor. Gerçekten de tüm bu kuruluşlarla konuşmak istediğimize inanıyoruz.

Kendi deneyimlerime dayanarak şunu söylemeliyim ki, hepiniz masanın etrafına oturduğunuzda ve birbirinizle yerinde tartışmalar yaptığınızda bazen onlar da birbirleriyle aynı fikirde olmuyor. Bu da öğretici bir durum. Bu yüzden bazen belirli konular hakkında alt gruplarla konuşuyoruz, çünkü o zaman konuşmak daha kolay oluyor. Ama aynı zamanda düzenli olarak – özellikle benim ekibim düzenli olarak, her ay ya da iki ayda bir, sanırım – genişletilmiş tartışmalar yapıyoruz. Bunlar bazen Türk-Hollanda toplumuna ya da başka bir topluma odaklanıyor. Bazen bu tür görüşmeler Müslüman kuruluşlarla birlikte gerçekleşiyor ve çok daha fazla ülkeden insanı kapsıyor. Bazen de başka gruplarla birlikte diaspora politikası hakkında oluyor. Aslında şu anda farklı topluluklara nasıl yardımcı olabileceğimizi belirliyoruz. Başlangıçta iki ya da üç topluluk söz konusuydu, ancak bunu gerçekten genişletiyoruz, böylece diğer topluluklarla da konuşmalar yapıyoruz, tam olarak bu topluluklarda neler olup bittiğini anlamak için. Bu şekilde esneklik ve dayanıklılığımıza gerçekten el ve ayak verebiliriz. Bu Clingendael’di.

Sonra imam eğitimi. Kısa bir giriş yapacağım, çünkü bunun önemli olduğunu düşünüyorum. Mektubu da aldınız. Bu mektubu tartışmadan hemen önce gönderebildiğimiz için memnunum, böylece bunu duyurmaya hazırdık. Eğitimin Hollanda/Flanders merkezli olmasının önemli olduğunu düşünüyorum, çünkü bu Belçika ile birlikte gerçekleşiyor. Bu neden önemli? Hollanda Müslüman toplumları için Hollanda dilini bilen, Hollanda toplumunu ve Hollanda değer ve normlarını tanıyan imamlar istiyorsunuz. Özellikle gençlerle ilgili olarak, Hollanda’da işlerin nasıl yürüdüğünü iyi anlayan imamlar istersiniz. Bir destek çalışması yapıldı ve bu çalışma özellikle gençlerin ya da gençlerin ebeveynlerinin Hollanda’da kök salmış imamlara gerçekten ihtiyaç duyduklarını gösteriyor. Genellikle yurtdışından gelen imamlara bel bağlayan Müslüman toplulukların deneyimi, bu imamların bizim norm ve değerlerimizle yeterince bağlantı kuramadıkları, Hollanda toplumunun çoğulcu bağlamına ve özellikle de gençlerimizin felsefi meselelerine yabancı oldukları yönündedir. Labyrinth tarafından yürütülen destek anketinde de ankete katılanlar bunu belirtmiştir.

Kurs Eylül 2025’te başlayacak, zira böyle bir kursun açılması ve akreditasyonların alınması belli ki biraz zaman alıyor. Beklenti, bunun sonunda yabancı imamlara olan bağımlılığı azaltacağı yönünde. Sanırım hepimizin istediği de bu, ancak bu bağımlılığı gerçekten azaltmak için yeterli sayıda imama sahip olmamız biraz zaman alacak. Mektupta son durum hakkında bilgi almış bulunuyorsunuz. Yani bu şu anlama geliyor: iki yıl içinde başlıyoruz. Sadece açıklığa kavuşturmak için söylüyorum: imam eğitimini Belçika ile birlikte yapmıyoruz, ancak her iki ülkenin bu konuya nasıl yaklaştığını paylaşıyoruz. Belçika’nın farklı bir sistemi var ama lisanslama, akreditasyon Belçika’da.

İmam eğitimine yönelik eleştiriler de olmuştur. Bu da önemli, çünkü bu eğitimin geliştirilmesinde bu endişelerin dikkate alınabileceği anlamına geliyor. Ben de bir dizi e-posta aldım. Yani hem hükümet, hem bunu yapacak olan eğitim kurumları hem de Müslüman toplumlar bu mesajları alıyor. Aksine, farklı görüşlerin olmasının önemli olduğunu düşünüyorum. Yine bu da böyle bir eğitime zenginlik katıyor. Protestanlar ve Katolikler için teoloji derslerinde de durum aynıdır. Orada da farklı görüşler var ve bana kalırsa bu, iyi bir tartışma ve nihayetinde böyle bir eğitim için iyi bir bilimsel temel sağlıyor. Sanırım şu anda bunu bu şekilde kurguluyoruz. Şu ana kadar genel olarak duyduklarım, ki bu bir buçuk iki hafta içinde olacak, bazı soru işaretleri olsa da geniş bir onay aldı.

Sayın Becker, imam eğitimiyle ilgili önergenin ikinci bölümünü de uygulayıp uygulamayacağımı sordu, bu da öncelikli cinsiyetlendirmeyi test etmek, böylece artık yabancı imamlara çalışma izni vermeyeceğiz. Pratik açıdan bakıldığında tüm camiler için yeterli sayıda imama sahip olmamız biraz zaman alacak. Öncelikle imam eğitiminin hazır ve çalışır durumda olduğundan ve Hollanda’ya uygun imamları orada gerçekten eğittiğimizden emin olmak istiyorum. Bunlar genellikle artık ebeveynlerinin dilini çok iyi konuşamayan Müslümanlar, dolayısıyla bu imamlar Hollandaca konuşanlara da iyi hizmet verebilmelidir. Bu arada, eğitim tabii ki Hollandaca yapılıyor. Eğitimin amacı yabancı imamları dışarıda tutmak değil. Çalışma izni vermeyi durdurmak istediğiniz anda, ruhani papazlar için özel bir düzenleme olduğunu, dolayısıyla işgücü piyasası testi olmadığını fark etmelisiniz. Bu, konuyla ilgili olarak size daha önce ulaşan mektuplarda da belirtilmiştir. Dolayısıyla bu durum diğer ruhani pastörler için de geçerlidir. Tüm dini cemaatler kendi ruhani papazlarını atamakta serbesttir. Dolayısıyla farklı din türlerine göre ayrım yapmıyoruz. Dolayısıyla eğer istihdam testini yeniden uygulamaya koyacak olursanız, bu tüm ruhani vaizler için geçerli olmalıdır. Bunların hepsi imam eğitimiyle ilgili.

Oturum Başkanı:

Bayan Piri’nin bu konuda başka bir sorusu var.

Bayan Piri (İşçi Partisi):

Ulusal bir imam eğitiminin çok iyi olduğunu düşünüyorum. Elbette bakanın da belirttiği gibi, halihazırda tamamen hazır ve çalışır durumda olsa bile, Hollanda dışından imam gelmeyecek diye bir şey söz konusu değil. Bunu 2011 yılında bir imam okulunun açıldığı Almanya’da da görüyorsunuz. Almanya’da, örneğin Türkiye gibi bir ülkenin imam göndermesi durumunda çok yoğun bir entegrasyon süreci var. Öncesinde, bu insanlar buraya gelmeden önce, dil dersleri ve benzeri şeylerle entegrasyon çalışmalarına başlıyorlar. Bu bakanda yankı uyandıran bir şey mi?

Bakan Van Gennip:

Bu selefimde bile yankı buldu, çünkü 2021 Yurttaş Entegrasyon Yasası’ndan bu yana imamlar zorunlu entegrasyona tabidir. Wib 2013 kapsamında değillerdi. Yetkilim bunun sadece Türkiye için geçerli olduğunu ve diğerlerinin zaten zorunlu entegrasyona tabi olduğunu söyledi. Yani artık Türk imamlar için de aynı şey geçerli. Bunun imam olmaktan çok Türk vatandaşı olmalarıyla ilgisi var. Ancak politika açısından bunun çok önemli olduğunu düşünüyorum. Bu yüzden bu konuyla bu kadar meşgulüm; bu imam eğitimi olacak. Nihayetinde Hollanda’da kök salmış imamlara sahip olmanızın çok önemli olduğunu düşünüyorum. Yurtdışından gelebilirler ya da burada doğabilirler ama yurtdışından geliyorlarsa aile üyeleri de dahil olmak üzere bir entegrasyon sürecinden geçmeleri gerekecek. Ayrıca burada toplumun merkezinde yer alan insanlar olmalarının da gerçekten önemli olduğunu düşünüyorum. İnsanların kendi dinlerini yaşayabilmelerinin önemli olduğunu düşünüyorum. Bunu yapmakta özgür olmalarının önemli olduğunu düşünüyorum, ancak bu Hollanda bağlamında gerçekleşmeli ve imamların entegrasyonu bu yüzden çok önemli. Bu yüzden kendi inancıma göre evet diyorum. Neyse ki bu durum Wib 2013’te Türk olmayan imamlar için ve Wib 2021’de Türk imamlar için zaten düzenlenmişti. Buna PIN yolu deniyor, Hollanda’da görev yapan imamlar için Profesyonelleşme programı. Bu, Wib 2021’deki öğrenme kurslarından biridir.

Bayan Becker (VVD):

Gerçeklerle ilgili kısa bir sorum var. Bu, çalışma izniyle de olsa buraya gelen ve birkaç yıllığına Hollanda’daki bir camide görev alan tüm imamlar için geçerli mi?

Bakan Van Gennip:

Evet.

Bayan Becker (VVD):

O halde hepsi Entegrasyon Yasası kapsamına mı giriyor?

Bakan Van Gennip:

Evet. Yani daha önce Türk imamlar Wi kapsamına girmiyordu ama bu onların milliyetleriyle ilgiliydi. Bugünlerde hepsi Wi21 kapsamına giriyor.

Oturum Başkanı:

O zaman sanırım seçimlere devam edebiliriz. Yoksa hala bir soru var mı?

Bay Van Baarle (DENK):

Evet, başkanım. Bu arada imam eğitimi, politika sorumlusu olarak verdiğim ilk önergeydi. Sanırım 2015 yılında kabul edilmişti. Evet, bu uzun zaman önceydi. Diğerleri de bu konuyla ilgilendi ama ilk önerge bu oldu. Bakan farklı sinyaller olduğunu belirtti. Bu benim de deneyimlediğim bir şey. Bunu birlikte yapmamız gerektiği gerçeğinin önemini azaltmadan, yakın gelecekte bakanın devam eden süreçte toplumdan gelen sinyalleri eğitimin son haline getirilmesinde nasıl dikkate aldığına dair bir geri bildirim alacak mıyız?

Bakan Van Gennip:

Elbette ki VU bundan sorumludur. Kendi müfredatından sorumludur. Fizik gibi bir konuda bile Temsilciler Meclisi olarak şu ya da bu gereklilikleri yerine getireceğimizi söyleyemeyiz. Ancak buradaki siyasi tartışmalar da göz önünde bulundurulduğunda, VU’nun bu konuya nasıl yaklaştığı konusunda size kesinlikle geri bildirimde bulunabiliriz. O zaman bunu ilerleme mektubunda yapacağız. Nitekim elimde hem DENK ve D66’nın 2015 önergesi hem de VVD’nin 2021 önergesi var. Tüm tarafların teşviki için teşekkür ederim.

Oturum Başkanı:

Sanırım şimdi “garip” olarak nitelendirdiğiniz bloğa geldik: seçimler ve İslamofobi.

Bakan Van Gennip:

Evet. Seçimlerle başlayacağım. Bakan yurtdışı seçimlerinin sadece posta yoluyla yapılabileceğini düzenlemeye hazır mı? İşte yine başlıyor: Dışişlerinden meslektaşım Hollanda’da düzenlenen yabancı seçimlerin organizasyonuyla ilgileniyor. Prensip olarak Devlet, oy verme sürecinin nasıl organize edileceğine ilişkin koşullar koymaz. Diğer ülkeler seçimleri uygun gördükleri şekilde düzenlemekte serbesttir. Bu seçimlerin düzenlenmesi sorumluluğu o ülkedeki diplomatik temsilciliğe, yani Hollanda’daki Türk büyükelçisine aittir; geçen baharda Türkiye’de yapılan seçimlerde de durum böyleydi. Aynı durum Hollanda’nın yurtdışındaki seçimleri için de geçerlidir. Önümüzdeki Kasım ayında Türkiye’deki büyükelçi Hollanda’daki seçimlerin organizasyonundan sorumlu olacak. Bu temsilcilikler elbette oy kullanmanın mümkün olduğu belediyelerle temas halindedir. Yani Türk büyükelçisi – ya da Fransız veya Alman seçimleri söz konusuysa Fransız veya Alman büyükelçisi – eğer fiziksel oylama düzenlemek istiyorlarsa belediyelerle temas halindedir. Yerel otoriteye, yani belediye başkanı ve polise danışarak, bunun nasıl organize edileceğini – yeterli park yeri olup olmadığını ve bunun nasıl düzenli bir şekilde yürütüleceğini – tartışırsınız. Bildiğiniz gibi – buna siz de değindiniz – Hollanda’daki Türk seçimlerinin ilk turunda durum böyle değildi; ikinci tur düzenli bir şekilde ilerledi. Bu konuda Meclisinizde sözlü sorularımız da oldu.

Peki, sadece Türkiye’deki parlamento ve cumhurbaşkanlığı seçimlerinde değil – her ne kadar bu çok büyük bir nüfus grubunu ilgilendiriyor olsa da – ama tabii ki daha geniş anlamda yurtdışı seçimlerinde OBI ile nasıl mücadele edeceğiz? İçişleri ve Krallık İlişkilerinden sorumlu meslektaşım 1 Ocak 2023’te Siyasi Partiler (Finansman) Yasasını sıkılaştırdı. Bu, o tarihten itibaren artık Hollandalı olmayan bağışçılardan bağış alamayacağınız anlamına geliyor. Yani bu tüm siyasi partiler için geçerli. Siyasi partiler ayrıca şirket ve vakıflardan gelen bağışlar için nihai paydaş olan UBO’nun bilgilerini kaydetmek zorundadır. Bunları her yıl kontrol ettirmek zorundasınız; bunu hepiniz biliyorsunuz. Bu en azından siyasi partilerin istenmeyen yabancı finansman riskini ortadan kaldıracaktır. Sanırım 22 Kasım’da yapılacak seçimlerle ilgili sorunuz daha geniş kapsamlıydı. Bu tartışmayı İçişleri Bakanı ile yapmanızı gerçekten rica ediyorum, ancak farklı ülkelerde ve burada farklı seçimlerde dezenformasyon ve belirli bir şekilde sonuç almaya çalışma açısından yaşananlar göz önüne alındığında endişelerinizi anlıyorum. Bunun İçişleri Bakanı ile tartışmaya değer olduğunu düşünüyorum.

Bayan Podt (D66):

Elbette benim sorum da buydu. Elbette büyük bir sevgiyle karşı çıkacağım, ancak zor olan şu ki seçimlere birkaç hafta kaldı. Bakan en azından bana iki yıl önce olduğu gibi bu tür müdahale ve etkilere karşı koyacak bir görev gücümüz olup olmadığını söyleyebilir mi? Çünkü kesinlikle öyle olmasını umuyorum.

Bakan Van Gennip:

O zaman bunun başka bir görev gücü mü yoksa başka bir şey mi olduğunu kontrol edeceğim. Pek çok insanın bu konuda endişeli olduğunu biliyorum. Bundan sonra nasıl şekilleneceğini bilmiyorum ama size haber vereceğim ya da İçişleri’nden meslektaşım size haber verecek, tabii ki kısa vadede; belki de sadece dinliyorlardır.

Daha sonra bu toplumda ayrımcılığa karşı ne yaptığımıza geçiyoruz. Elbette bu konuda pek çok tartışma yaptık. Ayrımcılıkla mücadele etmenin çok önemli olduğunu düşünüyorum. Elbette bunun için Ulusal Koordinatörümüz var ve bunun için size okumaya başlayabileceğim ama zaten bildiğiniz pek çok programımız var. Nihayetinde, istikrarlı bir toplum istiyorsanız, şu anda ayrımcılık olduğunu ve bu konuda bir şeyler yapmanız gerektiğini de kabul etmeniz gerektiğini düşünüyorum. Renge, soyadına, dine dayalı ayrımcılık var. Bu bence kötü bir şey ve pek çok insanın kızdığı bir şey. İster stajyer ayrımcılığı olsun, ister ev bulmada ayrımcılık olsun, isterse de işgücü piyasasında ayrımcılık olsun, bundan ancak her gün, her seferinde adım adım bir şeyler yaparak kurtulabiliriz. Tabii ki Ulusal Koordinatörümüz de bu konuda büyük bir rol oynuyor.

Sayın Başkan. Bir de görev gücümüz var. Nitekim dün size o mektubu gönderdim. Son dakikaya kadar üzerinde çok çalıştık. Mektubu dün gece göndermemin nedeni, tartışmadan önce elinizde olmasını istememdi. Bazı son rötuşları ekleyebilirdim. O zaman mektubu tartışmadan sonra alırdınız ama o zaman da mektuba bir yorum daha yapardınız çünkü hoşunuza gideceğini sanmıyorum. Bu görev gücü belediyelere yönelik pek çok önemli şey yapıyor, ancak bence görev gücünün sistemimizin yasal sınırına dayanmış olması çok önemli. Bu bir. İkinci büyük ders ise tehdit resminin değişmiş olması; aslında çok daha genişlemiş durumda. Güvenlik birimlerimiz, Selefilik ve istenmeyen yabancı fonlardan kaynaklanan demokratik hukuk düzenine yönelik tehdide ilişkin endişeler azalmış olsa da, Hollanda’nın aşırı sağdan gelen hoşgörüsüz, anti-demokratik düşünce ve hükümet karşıtı duygulardan kaynaklanan tehdit oluşturabilecek gelişmelerle giderek daha fazla karşı karşıya kaldığını belirtmektedir. Bu durumun belediyelerden aldığımız yardım taleplerine de yansıdığını görüyoruz. Belki de bu olguların, özellikle de hükümet karşıtı duyguların, “dikey ve yatay” güvensizliğin daha yeni olmasından dolayı, tam da bu olgular hakkında giderek daha fazla yardım ve bilgi istiyorlar. Görev gücümüzden belediyelere bu desteği veriyoruz.

Size eski yaklaşımdan bazı dersler çıkardığımızı da yazmıştım. Dolayısıyla yeni bir yaklaşımı şekillendirmek bir sonraki kabineye düşüyor. Elbette bunun için bir dizi senaryo üzerinde çalışacağız. Aslında bu konuda oldukça ilerlemiştik; sonra kabine düştü. Dolayısıyla kabinenin düşmesiyle birlikte bu çalışma aslında erken sona ermiş oldu, ancak bir sonraki kabinenin değerlendirmesi için gerçekten hazır bir şey var.

Bayan Becker ayrıca şunu da sordu: O zaman belediyelerin vaka yönetimine ihtiyacı yok mu? Evet, belediyelerin böyle bir ihtiyacı olduğunu anlıyorum, ancak SZW ya da SZW görev gücü bunu sağlayamaz çünkü bireyler hakkında veri işleme yapmamıza izin verilmiyor. Az önce de söylediğim gibi, tehdit resminin gerçekten değiştiğini görüyoruz ve bu nedenle belediyelerden gelen gerçekten farklı sorular var. Artık demokrasiyi baltalayan davranışlarla – yeni terim bu: “demokrasiyi baltalayan davranışlar” – başa çıkmak için her türlü farklı zihniyetten gelen geniş bir desteğe ihtiyaçları var. Bu bağlamda, ulusal ve uluslararası olguların analizi için devletten çok destek istiyorlar. Sonra da raporlama işlevine geri dönüyorsunuz. Orada bir şeyler raporlanıyor, belirli örüntüler görüyorsunuz ve bir belediyeden yardım talebi aldığınızda bunları paylaşabiliyorsunuz: Şunu ya da bunu görüyorum; bunu nasıl yorumlamalıyım? O zaman şöyle diyebilirsiniz: oh, başka bir belediyede şu ya da bu rol oynadı. Bu şekilde belediyelere OBI masasından ve görev gücünden de yardımcı olabiliriz. Dahası, belediyeler artık yerel kazuistik üzerinde çalışabilecekleri çeşitli yapılar inşa ettiklerini belirtiyorlar. O zaman görev gücü artık bir rol oynamıyor. Böylece veri alışverişi yapmalarına izin verilen kişilere kendileri sorabilirler. Bu da çoğu zaman yerel üçgen, polis, bakım ve refah merkezi oluyor. Bunlarla çalışmalarına izin veriliyor.

O zaman bir dizi genel ya da aslında başka bir şey var. Bayan Becker sordu: lütfen biraz daha erken gönderebilir misiniz? Evet, bunu yapmak için elimizden geleni yapacağız. Clingendael çalışmasıyla ilgili mektubun biraz daha erken gönderilebileceği konusunda sizinle aynı fikirdeyim, ancak geri kalanı, gerçekten imam eğitimiyle ilgili olanlar, köşeyi dönmek üzereydi. Ve görev gücüyle ilgili mektup için hala çok yoğun bir çalışma vardı; sanırım Eylül ortasında bu konuda yakında bir mektup daha gönderilmesini istemiştiniz. Ancak elbette en önemli şey, politikaların ve eylemlerin devam etmesidir. Bir mektup var, sonra altı ay hareketsiz oturuyoruz ve sonra başka bir mektup var demek değildir. Aslında bazen mektup yazmak da normal çalışmalardan biraz uzaklaştırıyor. Değil mi? Özellikle de yanımdaki beyefendi gibi, son haftalarda Meclis’te çok fazla zaman geçirdiyseniz, daha sonra gerçek el işlerine devam etmek istersiniz.

Bayan Podt ikinci uyruktan olanları sordu. Evet, onları da yapısal olarak masaya davet etmenin iyi bir fikir olduğunu düşünüyorum. İnsanların genellikle belirli bir konu kalplerine çok yakın olduğu için geldiklerini görürsünüz, ancak bu çok iyi olacaktır. Daha önce de söylediğim gibi, konuştuğumuz insanların bileşimini cinsiyet açısından da biraz daha dengeli hale getirecektir.

Bayan Podt ayrıca ikinci vatandaşlık konusunda uluslararası alanda ne yaptığımızı sordu. Dürüstçe söylemeliyim ki bu konuyu geçen hafta bir önceki komite toplantısında da tartıştık ve o zaman bu soru gündeme gelmemişti, ancak size kesinlikle bir cevap verebilirim. Sonuçta geçen hafta da UBI ile gerçekten bir ilişki olduğu sonucuna vardık; dolayısıyla bunun bugün de gündeme gelmesi garip değil. Bu manifestoyu hazırlayanların hedefine her zaman ulaşamayız – aslında sizi rahatsız eden bir şeyden kurtulmak istiyorsunuz – manifestoyu hazırlayanların istediği şekilde. Kendileri de artık bu hedefe başka yollarla ulaşılabileceğine ikna olmuş durumdalar.

BM’ye gelince, size Ekim 2022’de BM Genel Kurulu Altıncı Komitesindeki Dışişleri meslektaşımın Uluslararası Hukuk Komisyonundan vatandaşlık konularını, özellikle de vatandaşlıktan feragat konusunu daha ileri bir çalışma konusu olarak belirlemesini istediğini söyleyebilirim. Bu konunun çalışma programına dahil edilip edilmeyeceğine karar vermek daha sonra bu komisyonun kendisine kalacaktır. Bu yılın başlarında gerçekleştirilen 74. oturumda komisyon bu konuyu çalışma programına dahil etmemiştir. Sanırım bu size de bildirildi, ancak emin değilim, çünkü bu elbette BZ’nin elindedir. Ancak burada, komite tarafından incelenen çok sayıda konu olduğunu ve konuların çokluğunun hem komitenin hem de BM üye devletlerinin bunları derinlemesine incelemesini ve Altıncı Komite’de bunlar üzerinde anlamlı bir görüş alışverişinde bulunmasını çok zorlaştırdığını belirtmek önemlidir. Bu demek değildir ki, bu konu daha sonraki bir tarihte çalışma programına eklenemez. Ancak bu programa dahil edilmesi için elimizden geleni yaptık.

Sanırım şu anda elimde daha önce cevapladığım şeyler ve diğer soruların marjı var. Şimdilik bu kadar.

Oturum Başkanı Kuzu:

Cevaplarınız için çok teşekkür ederim Sayın Bakan. Hızlı bir şekilde Meclis’in ikinci dönemine geçeceğim. Bayan Becker.

Bayan Becker (VVD):

Teşekkür ederim Sayın Başkan. Şu anda bu konuda ne gazeteler dolduruluyor ne de Haber Saati yayınları yapılıyor ve anketler de çok başka çok önemli konularla ilgili, ancak bugün bu partilerle ve bakanla “istenmeyen yabancı etki” konusunu tartışmamız iyi oldu, çünkü bunu siyasi bir yan gösteri haline getirmeyelim. Bir Uygur olarak Çin’den kaçtığınızı ya da siyasi mülteci olarak İran’dan kaçtığınızı ve daha sonra burada aynı rejim tarafından sözde polis karakollarına ya da camilerdeki sözde Selefi polislere kadar sindirildiğinizi düşünün.

Kabinenin, bu bakan da dahil olmak üzere bazı şeyleri harekete geçirmiş olması iyi bir şey. İkinci vatandaşlıklarından kurtulmak isteyen insanlarla muhatap olarak masaya oturma taahhüdünde bulundu. İmam eğitimi ve esneklik üzerinde çalışıyor. Ancak o zaman da şu soru akla geliyor: Eğer dayanıklılık üzerinde çalışıyorsak ve hatta bir iletişim kampanyası olacaksa, sonuçta insanların rapor vermek için tek bir merkezi noktaya gidemeyecek olması ironik değil mi? Ayrıca imam eğitimi üzerinde çalışıyorsanız, öncelikle burada bu eğitimi alan kişilerin burada camilerde çalışmaya başlamasını ve bu arada herkesin yurtdışından imam getirmeye devam etmesini sağlamanız gerekmez mi? Bu nedenle, bakanın cevaplarına bağlı olarak, bu soruları pekiştirebilmek için iki dakikalık bir tartışma talep ediyorum.

Çok teşekkür ederim.

Oturum Başkanı Kuzu:

Teşekkür ederim, Bayan Becker. Bayan Podt.

Bayan Podt (D66):

Sayın Başkan, çok kısa konuşabilirim.

Bu şimdiye kadar yaşadığım en tatmin edici tartışma değildi, ancak edindiğim izlenim bakanın da aynı şekilde hissettiği yönünde. Bu anlamda, iki dakikalık bir tartışma daha olacak olması güzel, çünkü o zaman bununla bir şey yapıp yapmayacağımı düşünebilirim. Benim için mesele hala insanları bireysel düzeyde korumakla ilgili. Bununla ilgili zorlukları gerçekten anlıyorum, ancak yine de bunu çok tatmin edici bulmuyorum. Ve insanlar için bunun tatmin edici olmaktan çok daha fazlası olduğunu hayal edebiliyorum.

Oturum Başkanı:

Teşekkür ederim, Bayan Podt. Bay Van Baarle.

Bay Van Baarle (DENK):

Oturum Başkanı. Görev gücü hakkında gelen mektup hakkında bazı sorular sormak istiyorum. Mektupta benim için bazı yeni şeyler var, örneğin Eğitim, Kültür ve Bilim Bakanlığı da bu gücün bir üyesi. Ve görünüşe göre OCW Bakanlığı’nın kişisel verileri işlemek için yasal bir dayanağı var. Görünüşe göre bu kişisel veriler FEC, yani Mali Uzmanlık Merkezi ile de paylaşılıyor. Dolayısıyla bakana şunu sormak istiyorum. Bu görev gücünde bilgi alışverişi ve paylaşımı konusunda neler olduğunu gördük. Soruşturma, bunun Hollanda’daki bazı toplulukların güvenlik açısından çok fazla dikkate alınması nedeniyle gerçekleştiğini gösteriyor. O halde bu bilgi alışverişine ve kişisel verilerin toplanmasına bir son vermemiz gerekmez mi? Aslında benim itirazım bu olurdu. Çünkü bunu okuduğumda şunu düşünüyorum: durdurun şunu.

Başkan:

Teşekkür ederim, Bay Van Baarle. Bayan Piri ikinci dönem için imzasını attı. Bakana kısaca bakıyorum. Hemen cevap verebilecek durumda mı? Kısa bir görüşmeden sonra. Sayın Bakan.

Bakan Van Gennip:

Sayın Başkan. Gerçekten de çok tatmin edici bir tartışma olmadı. Bu aynı zamanda, bugün burada oturan tek kişi olduğum Kabine’de çok geniş olan bir konu için de geçerli. Bu aynı zamanda ikinci dönemde duymak istediğiniz bazı şeylerin başkalarının alanına geri döndüğü anlamına da geliyor. Ancak bu, Hollanda’da başka bir ülkeden kaçan bazı insanlar için işlerin nasıl gittiğine dair endişelerinizi paylaştığım gerçeğini değiştirmiyor. Belki de ebeveynleri ya da kendileri buraya göçmen işçi olarak geldikten sonra, çünkü o zaman bile bu olabiliyor. Bu insanlar bazen geçmişlerinden kopamıyorlar ama çoğu zaman kopmak istiyorlar. Bu bazen dinle ilgili tartışmaları ya da hayatlarını nasıl düzenleyeceklerine dair seçimleri içerir. Ancak ne yazık ki bazen ciddi fiziksel şiddet de söz konusu olabiliyor. Endişelerinizi paylaşıyorum. Şu anda meslektaşlarım adına bu konuda herhangi bir söz veremem, ama siz de bunu anlıyorsunuz. Ancak, daha önce de yaptığım gibi, bu ikinci uyruğa sahip insan grubunu tüm tartışma ortaklarımızla masaya yatıracağımıza dair size söz verebilirim. Bunu nasıl şekillendireceğimizi görmemiz gerekiyor. Daha geniş bir toplulukla düzenli görüşmeler yapıyoruz. Bu bazen köken ülke, bazen din, bazen kadın meseleleri ve adını siz koyun. Bunlarla her türlü kesişme noktamız var. Bu yüzden bunu kesinlikle yapacağım.

Sonra imam eğitimi. Destek anketi aynı zamanda işgücü piyasası perspektifini de içeriyordu. Şu anda başarı şansının çok daha yüksek olduğunu düşünmemizin nedenlerinden biri de bu. Bu, birkaç yıl önce denendiği zamankinden farklı. Aslında, işgücü piyasası perspektifi artık buna açıkça dahil edilmiştir. Dediğim gibi, Hollanda’da özellikle genç Müslümanlar ve ebeveynleri arasında eğitimli imamlara ihtiyaç var. Yani işgücü piyasası perspektifi artık gerçekten farklı. Bu da onu başarılı kılacaktır. Bu aynı zamanda pek çok caminin Hollanda’da eğitim almış imamları atamak istediği anlamına da gelmelidir. Ama bunu hepimiz o noktaya geldiğimizde göreceğiz.

Hem Bayan Becker hem de Bayan Podt raporlama işlevinden bahsettiler. Bu gerçekten de dış ilişkilerdeki meslektaşımla konuşulması gereken bir konu. Ama bu konudaki endişelerinizi anladığımı zaten söyledim.

Sonra görev gücünden gelen mektup. Sanırım orada bu görev gücünde veri paylaşımının Nisan 2021’de durdurulduğu da yazıyor. Yani bu görev gücü artık sadece – “sadece” diyorum ama aslında belediyeler için oldukça büyük – fenomenleri desteklemede belediyelere yardımcı olmak için var. Yani bu artık vaka yükleri için geçerli değil. Bunun önemli olduğunu düşünüyorum. Açık olmak gerekirse, OCW Bakanlığı FEC ile bilgi alışverişinde bulunmuyor. Yasal dayanakları, Eğitim Yasaları kapsamında eğitim yöneticileri alanındaki kendi yetkileriyle ilgilidir. Yani bu geçen hafta konuştuğumuz konudan gerçekten farklı. Her neyse, görev gücü ile Nisan 2021’den bu yana herhangi bir bilgi alışverişi olmadı.

Sanırım sorularım bitti Başkanım ama yine de bir şey söylemek istiyorum. Gerçekten de zor bir tartışmaydı ama yine de değerliydi. Bu yüzden Bayan Becker’e katılıyorum. Gerçekten de, özellikle seçimler öncesinde, yabancı devlet aktörlerinin bazı insanlar üzerindeki etkisinin ne kadar büyük olduğunun daha fazla farkında olmamız gerekiyor. Bugün ve dün bazı ülkelerde olup bitenlerle ilgili haberleri okursanız ve o ülke kökenli Hollandalılarla konuşursanız, bunun insanlar üzerinde ne kadar yoğun bir etkisi olduğunu fark edersiniz. O halde bu konudaki tartışmaya birbirimizle devam edelim. Umarım bunu bir dahaki sefere tam bir Oda ile yaparız, ancak bu Oda olarak size kalmış.

Başkan Kuzu:

O zaman seçimlerden sonra olacak. Bu komite tartışmasının sonuna geldik. Burada iki taahhüdüm var.

– Birincisi. Bakan, ilerleme mektubunda imam eğitiminin oluşturulmasında sinyallerin nasıl dikkate alındığını bildireceğine söz veriyor. Bu söz üye Van Baarle’a verilmişti.

Bu ilerleme mektubu için bir son tarih verebilir misiniz?

Bakan Van Gennip:

Ayrı bir mektupla da olabilir, ancak Şubat ayında VU’dan proje teklifini alacağız, böylece size bu konuda rapor verebiliriz. Bu proje teklifinin alınmasına yeterince yakınsa, bunu ya ayrı bir mektupla ya da bir sonraki ilerleme mektubunda yapacağız.

Başkan Kuzu:

Anlaşıldı.

– İkinci taahhüt: muhtemelen İçişleri ve Krallık İlişkileri Bakanlığı aracılığıyla, bu yıl yapılacak seçimlerde yabancı müdahale ve etkiye nasıl karşı konulacağını kontrol etmek ve rapor etmek.

Seçimler oldukça yakın olduğu için bu kısa vadede yapılmalıdır. Yani seçimlerden önce yapılacaktır.

Bakan Van Gennip:

Evet, mümkün olan en kısa süre içerisinde ya da en azından makul bir süre içerisinde İçişleri Bakanı meslektaşımdan bir mektup alacağım.

Oturum Başkanı:

VVD üyesi Becker tarafından talep edilen iki dakikalık bir tartışma daha var. Bunu not alacağız ve genel kurul kayıtlarına geçireceğiz. Belirli bir terim için hala bir tercihiniz var mı, Bayan Becker? Yok. Yani seçimlerden sonra da olabilir mi?

Bayan Becker (VVD):

Bunu seçimlerden önce yapmanın uygun olduğunu düşünüyorum, böylece bu kompozisyonda ve bu tartışmaya katılan milletvekilleriyle bitirebiliriz. Ancak tam zamanlama konusunda esnek olmak istedim çünkü genel kurul gündeminin yoğun olduğunu biliyorum.

Başkan:

O zaman bunu talep edeceğiz. Bütçe görüşmelerinden hemen önce de iyi bir zamanlama olabilir.

Bakan Van Gennip:

Bütçe oturumunda önergeler olacak, değil mi?

Oturum Başkanı:

Bu da doğru. O zaman konuşma süresinden düşüyor, ancak bazen bütçe görüşmesinden çeyrek saat önce bu tür iki dakikalık tartışmalar oluyor, bu yüzden bunu genel kurul kayıtlarına yönlendiriyoruz. Onlar bunu mükemmel bir şekilde organize edebilirler.

Bakana bu tartışma ve cevaplar için teşekkür ediyorum. Elbette destek için de teşekkür ediyorum. Yer göstericimize iyi bakımı için teşekkür ediyorum. Hala odada gördüğüm stenografımıza da teşekkür ediyorum. Bu komite tartışmasını kaydettiği için çok teşekkür ederim. Ve tabii ki kâtibimize desteği için, milletvekillerine de yoğun katkıları için teşekkür ediyorum. Hepinize çok keyifli bir akşam diliyorum.

Bakan Van Gennip:

Ama, Başkan… Yoksa siz mi yapmak istersiniz, Bay Van Baarle?

Bay Van Baarle (DENK):

Hayır, bu size kalmış Ekselansları.

Bakan Van Gennip:

Belki o zaman ben de mevcut milletvekilleri adına başkana bu Sosyal İşler Komisyonu’na başkanlık ettiği için teşekkür edebilirim. İki yıldan biraz daha az bir süre bu görevi yürütme zevkine eriştim – büyük bir memnuniyetle, bunu da eklemeliyim! Çok yetkin bir başkandınız. Aslında neredeyse her zaman zamanında hazır oluyordunuz. Bazen hararetli geçen tartışmaları son derece dostane bir şekilde doğru yöne yönlendirmeyi başardınız. Bana göre, herkese kendi katkısını yapması için her zaman yer verdiniz. Bana da zaman zaman belki de arzu ettiğimden biraz daha fazla laf kalabalığı yapmam için alan tanıdınız. Başkan’a bundan sonraki yaşamında başarılar diliyorum. Eminim bu konuda çok şey duyacağız!

Başkan:

Bu durumdan biraz utanmaya başladım ama o zaman son kez tokmağı bırakmama izin verin. Çok teşekkür ederim.

Kapanış 17.54.
*********************

STEMMEN VAN TURKEN IN HET BUITENLAND IN GEVAAR

De Eritrese vechtpartij die Den Haag vorige week teisterde, heeft het debat aangewakkerd.

Gewelddadige incidenten in de stembureaus in Nederland werden besproken in het parlement.

Tijdens de discussies over de kwestie werd gevraagd om het stemmen in Nederland op te schorten.

Ministerie: “Net zoals Nederlanders in het buitenland kunnen stemmen, moeten Turken hier ook het recht hebben om te stemmen, maar zonder geweld te gebruiken.”

Ik presenteer u de 30 pagina’s tellende bespreking van de Vaste Commissie voor Veiligheid van het Ministerie van Sociale Zaken, Buitenlandse Zaken en Justitie en de Commissie bestaande uit 5 parlementariërs, punt voor punt en komma.

Afbeelding met tekst, Menselijk gezicht, person, kleding Automatisch gegenereerde beschrijving
Samengesteld door İlhan KARAÇAY:

Voor de algemene verkiezingen in Turkije is het mensenrecht om in het buitenland te stemmen in gevaar gebracht. Landen die Turken toestaan om in hun eigen land te stemmen, bespreken de opschorting van dit recht vanwege verschillende gewelddadige incidenten.
Een van deze landen is natuurlijk Nederland.

Voorafgaand aan de parlements- en presidentsverkiezingen die op 14 mei vorig jaar in Turkije werden gehouden, waren er onbewuste personen of provocateurs die geweld pleegden naast onze landgenoten die in het buitenland vreedzaam hun stem uitbrachten.

Het debat over het recht van Turken en andere burgers van buitenlandse afkomst die in Nederland wonen om te stemmen bij verkiezingen is een belangrijke democratische kwestie. Allereerst moet ik stellen dat het een basisprincipe moet zijn dat iedereen democratische rechten en vrijheden heeft en het recht heeft zijn leven in te richten binnen het kader van wet- en regelgeving zonder te worden gediscrimineerd of uitgesloten.

Het is echter onaanvaardbaar om deze rechten en vrijheden te misbruiken of toevlucht te nemen tot geweld. Gevechten en geweld in het verleden hebben de vrede in de samenleving verstoord en democratische processen geschaad. Daarom is het onacceptabel dat een gemeenschap politieke ruzies of geschillen meeneemt naar een land als Nederland.

De besluiten die de Nederlandse regering moet nemen over “stemmen” moeten worden genomen om dergelijke gewelddadige handelingen te voorkomen en de veiligheid van de samenleving te waarborgen. Deze beslissingen moeten een algemene maatregel zijn om geweld te voorkomen zonder te discrimineren tegen etnische of nationale groepen.

Het is belangrijk dat alle sectoren van de samenleving samenwerken en de democratische waarden respecteren om te voorkomen dat dergelijke incidenten zich opnieuw voordoen. Er moeten inspanningen worden geleverd om een omgeving te creëren waarin iedereen in vrede kan samenleven.

Anders kunnen we voor onverteerbare beslissingen komen te staan.

Op 7 mei was een vechtpartij in de RAI-hallen in Amsterdam, waarbij naar verluidt 300 mensen betrokken waren, de grootste van de vechtpartijen die plaatsvonden in andere hallen in Den Haag, Deventer en Eindhoven.

Na deze incidenten, waarover de media met overdrijving berichtten, reageerden minister Hoekstra van Buitenlandse Zaken en minister Van Gennip van Sociale Zaken en Werkgelegenheid op een Kamervraag van Becker en Brekelmans van de VVD, de grootste coalitiepartner in het parlement.

Voordat ik inga op het werk van de “onderzoekscommissie”, waar ik het in de toekomst over zal hebben, moet ik een nieuwe gebeurtenis noemen die vorige week in Den Haag heeft plaatsgevonden. Dit nieuwe incident heeft onze hoop op voortzetting van ons stemrecht hier geschaad.

Afbeelding met panorama, schermopname, panoramisch Automatisch gegenereerde beschrijving

Het incident brak uit tussen burgers van het Afrikaanse land Eritrea. Eritreeërs met verschillende opvattingen over de politieke situatie in het land raakten slaags en kwamen in opstand in Den Haag.
Na deze gebeurtenissen kwam de kwestie van buitenlanders die de politieke problemen in hun eigen land naar Nederland halen opnieuw op de agenda en de vraag of buitenlanders hier mogen stemmen heeft aan belang gewonnen.

Laten we, voordat we overgaan tot de behandeling van de kwestie in het Nederlandse parlement, eerst eens kijken naar wat het probleem in Eritrea is:

Na een 30 jaar durende gewapende strijd heeft de staat Eritrea, die in 1993 onafhankelijk werd door zich af te scheiden van Ethiopië, een eenpartijstelsel (People’s Front for Democracy and Justice-PFDJ). In 1997 werd besloten een meerpartijenstelsel in te voeren, maar dit besluit is nog niet in praktijk gebracht en de nieuwe grondwet die op 24 mei 1997 werd aangenomen, is nog niet in werking getreden.

Het staatshoofd is sinds 8 juni 1993 Isaias Afwerki. Isaias Afwerki is zowel staatshoofd als voorzitter van de Raad van Ministers.

Eritrea heeft nog geen parlement. Er is wel een “Voorlopige Vergadering” in formele zin, bestaande uit 150 afgevaardigden van de PFDJ, maar deze is niet actief omdat de werkzaamheden hiervoor nog niet zijn afgerond. Wetten worden opgesteld door de relevante instellingen en organisaties in coördinatie met het ministerie van Justitie en worden wet na ondertekening door de president.

Tot 21 april 2007 was Eritrea lid van de Intergouvernementele Ontwikkelingsautoriteit (IGAD), maar het land trok zich terug uit de IGAD na heftige discussies binnen de organisatie met Ethiopische vertegenwoordigers over het sturen van vredeshandhavers naar Somalië. In 2011 sloot het zich weer aan bij de IGAD.

Eritrea is onderworpen aan sancties van de VN-Veiligheidsraad vanwege zijn grensgeschil met Djibouti en zijn steun aan Al-Shabaab en soortgelijke gewapende organisaties die de regio van de Hoorn van Afrika destabiliseren. De meest opvallende verandering in Eritrea met de start van het normalisatieproces is de internationale betrokkenheid van het land. Het land, dat zich na de grensoorlog had afgesloten, heeft met het begin van het normalisatieproces zijn buitenlandse contacten uitgebreid, is van de VN-sancties afgekomen en is begonnen deel te nemen aan multilaterale platforms zoals het lidmaatschap van de VN-Mensenrechtenraad.

Eritrea is het doelwit geweest van felle kritiek, vooral vanuit de westerse wereld, in de context van de mensenrechten. Volgens VN-rapporten verlieten in 2015 en 2016 elke maand ongeveer 4.000 mensen illegaal het land naar Europese landen. Er wordt gesteld dat dit aantal in de daaropvolgende jaren een dalende trend vertoont.

Het buitenlands beleid van Eritrea wordt in belangrijke mate bepaald door ontwikkelingen in het Rode Zeegebied, de Hoorn van Afrika inclusief Kenia, het Nijlbekken en de Golfregio.

Als gevolg van de grensoorlog tussen Eritrea en Ethiopië in 1998-2000 werden de diplomatieke betrekkingen tussen de twee landen in 1998 verbroken. Het geschil tussen de twee landen, dat 20 jaar duurde, kwam in een normaliseringsproces met het nieuwe beleid aangekondigd door de Ethiopische premier Abiy Ahmed, de grenzen tussen de twee landen werden geopend, vluchten begonnen en wederzijdse vertegenwoordigingen begonnen te opereren in beide landen.

Laten we het nu hebben over ons stemrecht in Nederland voor de Turkse verkiezingen.

Na de verkiezingsstrijd in Nederland in mei, gaan we nu terug naar de vragen van de parlementariërs aan de ministers:

De schriftelijke antwoorden van de twee ministers luidden als volgt:

Afbeelding met Menselijk gezicht, persoon, kleding, Kin Automatisch gegenereerde beschrijving

“Het kabinet staat voor de grondwettelijke vrijheden van alle Nederlandse burgers. Allen moeten in staat zijn om, binnen de Nederlandse wet- en regelgeving, in vrijheid keuzes te maken over de inrichting van hun leven, ongeacht hun achtergrond, afkomst of geaardheid. Het staat Turkse Nederlanders vrij om een stem uit te brengen voor de Turkse verkiezingen. Net zoals Nederlanders in het buitenland dat ook mogen doen voor Nederlandse verkiezingen. Dat moet wel geweldloos gebeuren. Geweld of intimidatie – in stembureaus of elders, in welke vorm dan ook – horen niet in een democratisch land als Nederland thuis.

Tijdens het ‘vragenuur’ van 9 mei jl. zegde de minister van SZW toe uw Kamer een brief te sturen over de organisatie van de Turkse verkiezingen in Nederland, naar aanleiding van een mondelinge vraag van lid Becker (VVD) over het bericht ‘Grote vechtpartij bij Turkse stemgang in Amsterdamse RAI, ME ingezet’.

1- Op 22 mei jl. hebben de leden Becker en Brekelmans (beiden VVD) aanvullende schriftelijke vragen over de Turkse verkiezingen in Nederland gesteld.
2- Met deze brief wordt uitvoering gegeven aan bovengenoemde toezegging. Voor feitelijke informatie over de organisatie van de Turkse verkiezingen in Nederland verwijzen wij door naar de beantwoording van voornoemde Kamervragen.

Op 14 mei jl. vonden in Turkije parlements- en presidentsverkiezingen plaats. Nederlanders met ook een Turkse nationaliteit konden hun stem hiervoor uitbrengen. In Nederland konden zij in Amsterdam, Den Haag, Deventer en Eindhoven stemmen, zowel voor de eerste als tweede ronde van de presidentsverkiezingen.

Bij het stembureau in de Amsterdamse RAI was er op 7 mei jl. sprake van ongeregeldheden, waarbij volgens de politie 300 mensen betrokken raakten. Het kabinet vindt dit onacceptabel. In een vrij land moeten mensen de vrijheid hebben om zichzelf te zijn en te kunnen stemmen. Spanningen of tegenstellingen uit Turkije mogen niet naar Nederland worden geëxporteerd.

Het kabinet onderhoudt op verschillende manieren contact met gemeenten, Turks – Nederlandse organisaties en maatschappelijk betrokken burgers, onder andere via de Expertise-unit Sociale Stabiliteit (ESS) van het ministerie van SZW. Uit die gesprekken blijkt dat spanningen binnen Turks-Nederlandse gemeenschappen in aanloop naar de verkiezingen voelbaar waren, bijvoorbeeld binnen families en op publieke ontmoetingsplekken zoals een moskee en buurtcentrum. Ook door de gepolariseerde verkiezingsstrijd in Turkije hebben mensen in Nederland (stemmers op beide kandidaten) sociale druk ervaren.

De minister van SZW was op 9 mei jl. aanwezig bij een afsluitende bijeenkomst met Turks-Nederlandse organisaties, waar het ministerie van SZW in de afgelopen periode een rondgang langs heeft gemaakt. Met hen is goed overleg gevoerd over diverse onderwerpen, waaronder uitgebreid over de actualiteiten rondom de verkiezingen, zoals het incident in de Amsterdamse RAI. Begrijpelijkerwijs leven de verkiezingen, naast de nasleep van de aardbevingen in Syrië en Turkije, zeer binnen de Turks-Nederlandse gemeenschappen. Alle organisaties hebben dit incident tijdens deze bijeenkomst veroordeeld en benadrukt dat geweld en intimidatie niet in Nederland thuishoren. Ook hebben zij aangegeven hun achterbannen tot rust en kalmte op te roepen in de dagen voor de uitslag van de verkiezingen in Turkije en de periode daarna. Het ministerie van SZW blijft ook na afloop van de verkiezingen in contact staan met gemeenten, gemeenschappen en professionals, om ontwikkelingen ten aanzien van de Turks-Nederlandse gemeenschappen te volgen. Zo heeft de ESS op 15 juni jl. in samenwerking met het Verwey-Jonker Instituut een kennissessie voor gemeenteambtenaren en professionals georganiseerd, om te reflecteren over het verloop van de Turkse verkiezingen in Nederland. Hieruit komt naar voren dat het belangrijk is om als overheid in verbinding te blijven met de verschillende Turks-Nederlandse gemeenschappen en de dialoog te blijven faciliteren met en tussen de verschillende gemeenschappen. Op deze manier kunnen maatschappelijke spanningen en ongewenste vormen van polarisatie worden tegengegaan en kan er gezamenlijk worden gewerkt aan een sociaal stabiele samenleving.

Als gevolg hiervan zal er een commissie worden ingesteld om de overlast te onderzoeken die niet alleen door Turken wordt ervaren, maar ook door onze burgers uit alle andere landen in Nederland. Afhankelijk van de uitkomst van de besprekingen van de commissie zullen vervolgens maatregelen worden genomen.”

Ja, die commissie kwam bijeen en de discussies werden rechtstreeks op tv uitgezonden.

De zitting, die om 15.02 uur begon en om 17.54 uur eindigde, duurde 2 uur en 52 minuten.

Ik heb geprobeerd te noteren wat er tijdens de zitting is gezegd, maar het was natuurlijk onmogelijk om bijna 3 uur aan toespraken te noteren.

Ik heb toen de Nationale Assemblee gebeld en gevraagd of ik een transcriptie van de toespraken kon krijgen.

Ik kreeg als antwoord: “Dat kan, maar na 15 dagen”.

Na 15 dagen was het transcript van de toespraken 30 pagina’s lang.

Het was mogelijk om samen te vatten wat er gezegd werd, maar om de geest van het debat niet te bederven, leek het me gezonder om het volledig te publiceren.

Degenen die dat willen, kunnen het doorbladeren en degenen die dat willen, kunnen het aandachtig lezen.

De regering die zich met deze kwestie bezighoudt, is nu echter een ondergeschikte regering. Ik denk dat het zal worden afgehandeld door de nieuwe regering die vanaf nu zal worden gevormd. Het ergste is dat de xenofobe en islamofobe Wilders een goede kans maakt om de regering te vormen.

Je vindt de discussie van de Commissie hieronder.

Daarna is het natuurlijk aan de nieuwe regering.

Beslisnota bij Kamerbrief over de organisatie van de Turkse verkiezingen in Nederland Tweede Kamer, Buitenlandse inmenging en beïnvloeding.

Afbeelding met persoon, Kantoorgebouw, panorama, overdekt Automatisch gegenereerde beschrijving

VERSLAG VAN COMMISSIEDEBAT
De vaste commissie voor Sociale Zaken en Werkgelegenheid, de vaste commissie voor Buitenlandse Zaken en de vaste commissie voor Justitie en Veiligheid hebben op 4 oktober 2023 overleg gevoerd met mevrouw Van Gennip, minister van Sociale Zaken en Werkgelegenheid, over:

  • de brief van de minister van Sociale Zaken en Werkgelegenheid d.d. 6 juli 2023 inzake organisatie van de Turkse verkiezingen in Nederland (36200-XV, nr. 97);

  • de brief van de minister van Sociale Zaken en Werkgelegenheid d.d. 25 september 2023 inzake reactie op verzoek commissie over het huidige kabinetsbeleid ten aanzien van ongewenste buitenlandse beïnvloeding en inmenging (30821, nr. 200);

  • de brief van de minister van Sociale Zaken en Werkgelegenheid d.d. 25 september 2023 inzake planning imamopleiding (35228, nr. 42).

Van dit overleg brengen de commissies bijgaand geredigeerd woordelijk verslag uit.
De voorzitter van de vaste commissie voor Sociale Zaken en Werkgelegenheid, Kuzu
De voorzitter van de vaste commissie voor Buitenlandse Zaken, Rudmer Heerema
De voorzitter van de vaste commissie voor Justitie en Veiligheid, Kat
De griffier van de vaste commissie voor Sociale Zaken en Werkgelegenheid, Post

Voorzitter: Kuzu
Griffier: Meester-Schaap

Aanwezig zijn vijf leden der Kamer, te weten: Van Baarle, Becker, Kuzu, Piri en Podt,
en mevrouw Van Gennip, minister van Sociale Zaken en Werkgelegenheid.
Aanvang 15.02 uur.
De voorzitter Tunahan Kuzu:

Afbeelding met Menselijk gezicht, kleding, persoon, Baan Automatisch gegenereerde beschrijving

De Voorzitter Kuzu:

Goedemiddag, allemaal. Welkom bij het commissiedebat over het onderwerp buitenlandse inmenging en beïnvloeding, van de vaste commissie voor Sociale Zaken en Werkgelegenheid. Er zijn nu drie Kamerleden aanwezig, te weten mevrouw Becker van de VVD, mevrouw Podt van D66 en de heer Van Baarle van DENK. Ik heet de minister van Sociale Zaken en Werkgelegenheid, evenals haar ondersteuning van harte welkom. Er zijn geen kijkers op de publieke tribune, maar misschien wel kijkers thuis. Ik wens u allen een prettig commissiedebat.

Ik stel voor dat we spreektijden hanteren van vier minuten per fractie. Gezien het aantal deelnemende commissieleden wil ik het aantal interrupties niet beperken, maar als het nodig is, zal ik daar natuurlijk paal en perk aan stellen. Ik geef graag het woord aan mevrouw Becker van de VVD voor haar bijdrage.

Afbeelding met persoon, Menselijk gezicht, kleding, tekst Automatisch gegenereerde beschrijving

Mevrouw Becker (VVD):
Dank u wel, voorzitter. Ook dank aan de minister en de collega-Kamerleden dat zij hier vandaag zijn. Er was vooraf een aantal keer wat discussie in de commissie over of we dit debat wel door moesten laten gaan. Ik was een van de voorstanders om dat wel te doen, omdat ik vind dat we als Tweede Kamer verplicht zijn om problemen niet alleen te bespreken en te signaleren als er camera’s op staan, maar om het ook aandacht te blijven geven als de spotlights weg zijn.

Ongewenste buitenlandse beïnvloeding stond hoog op de agenda van deze commissie toen heel Nederland een aantal jaar geleden, onder andere via een drieluik van Nieuwsuur, kon zien wat buitenlandse financiering in Nederlandse moskeeën soms kon aanrichten. En ik zeg hier “in sommige Nederlandse moskeeën”, ook in de richting van de heer Van Baarle, die mij daar de vorige keer terecht op wees. We organiseerden een parlementair onderzoek. De minister voor Integratie kwam met een taskforce tegen buitenlandse beïnvloeding en problematisch gedrag. We namen moties aan over toezicht op informeel onderwijs en weekendscholen, die soms vanuit het buitenland gefinancierd worden. Ga zo maar door.

Dat deden we niet om iemand te pesten, maar vanwege ons geloof in vrijheid voor iedereen. Ongewenste buitenlandse beïnvloeding geeft een gevoel van onveiligheid, houdt integratie tegen en leidt tot het importeren van spanningen. We hebben gezien dat politieke boodschappen in moskeeën of via buitenlandse imams soms groepen tegen elkaar op kunnen zetten, net zoals dat soms is gebeurd met het doen van verkiezingsoproepen of het sturen van brieven door iemand als president Erdogan. Zie recent ook nog de vechtpartij in de RAI, rondom de Turkse verkiezingen.

In een Clingendaelonderzoek dat wij gisteren ontvingen, staat dat 64% van de Turks-Nederlandse gemeenschap zich primair met Turkije identificeert. Maar er zijn natuurlijk ook genoeg mensen met een Turkse, Marokkaanse of andere achtergrond die zich juist sterk met Nederland verbonden voelen, die helemaal niet op dat beroep op loyaliteit zitten te wachten, die geen intimidatiebrieven op de deurmat willen ontvangen. Een kwart van de Turkse respondenten gaf zelfs aan zich onveilig te voelen in Nederland vanwege de Turkse invloed hier. Natuurlijk kunnen we niet de hele wereld veilig houden, maar we moeten toch op z’n minst het streven hebben dat Nederland zelf een veilige plek is voor al zijn inwoners, van welke komaf dan ook, en hen beschermen tegen ongewenste buitenlandse inmenging en beïnvloeding.

Ik heb een aantal vragen aan de minister. Het kabinet stelde naar aanleiding van een motie van VVD en PvdA dat personen in een diaspora die zich zorgen maken over intimidatie en beïnvloeding vanuit het buitenland, zich laagdrempelig zouden moeten kunnen melden. Er zou een centraal registratiepunt komen. Dat zou er eigenlijk al in de zomer moeten zijn. Klopt het dat dat er nog niet is? En zo ja, waar komt dat door? Wanneer komt het er wel? En waar blijft het toegezegde fenomeenbeeld? Hoe vaak wordt nu daadwerkelijk gebruikgemaakt van het bestuurlijke/strafrechtelijke spoor? Of blijft het nog bij diplomatieke gesprekken en weerbaarheidstrainingen? Hoe kan informatie optimaal worden uitgewisseld tussen ministeries, politie en AIVD? Wanneer kunnen we de beloofde communicatiecampagne en het beloofde onderzoek naar het ervaren diasporabeleid door SZW verwachten? Is de minister bereid om daarbij een actieve contrastrategie op ongewenst diasporabeleid te maken, het liefst met andere lidstaten?

Het kabinet gaf eerder aan in dialoog te gaan met andere landen om te leren van elkaars aanpak. Hoe staat het daarmee? En wil zij de belangenbehartigers van bijvoorbeeld mensen met een Marokkaanse achtergrond die juist van hun tweede nationaliteit af willen, ook uitnodigen als het gaat om gesprekken over integratie? Ik begrijp dat zij daar nu niet aan tafel zitten, maar dat lijkt mij verstandig.

Na een motie van de VVD is er nu een aankondiging dat er in Nederland een imamopleiding van de grond gaat komen, zodat imams niet langer allemaal uit het buitenland gehaald hoeven te worden. 49% van de Turkse respondenten geeft aan dat zij vinden dat de moskeeën hier niet door een buitenlandse imam geleid moeten worden. Maar gaat de minister nu ook het tweede deel van de motie uitvoeren, namelijk toetsen op prioriteit genietend aanbod voor geestelijke bedienaren, zodat niet langer alsnog automatisch tewerkstellingsvergunningen voor imams vanuit het buitenland worden verleend? Kan de minister ervoor zorgen dat de taskforce ongewenste buitenlandse beïnvloeding een goede doorstart kan maken? Gemeenten hebben landelijke ondersteuning nodig als zij een casus van buitenlandse beïnvloeding en problematisch gedrag hebben en daarmee in hun maag zitten. Ik denk dat algemene kennisdeling dan niet voldoende is. Is zij dat met de VVD eens? Is de minister bereid ervoor te zorgen dat buitenlandse verkiezingen, zoals de Turkse, hier alleen nog per post georganiseerd worden, om onrust zoals we gezien hebben te voorkomen? Wil zij aan de Kamer rapporteren hoe vaak nu wordt gehandhaafd op de regel dat hier door politici van buiten de EU drie maanden voor de verkiezingen geen verkiezingscampagne mag worden gevoerd?

Tot slot, voorzitter. We kregen letterlijk aan de vooravond van dit debat nog twee belangrijke brieven, over het Clingendaelonderzoek en de imamopleiding. Er moet mij van het hart dat ik daardoor soms het gevoel krijg dat wij een debat moeten organiseren om voortgang op een aantal dossiers te krijgen en daar brieven over te ontvangen. Ik hoop dat dat niet zo is, maar omdat ik het vaker merk, wil ik er toch een punt van maken bij de minister. Is zij dat met mij eens? Kan zij ervoor zorgen dat wij sneller, voordat wij hier debatten voeren, de nuttige en nodige brieven krijgen, zodat we die zorgvuldig kunnen behandelen?

De voorzitter Kuzu:
U bent al één minuut en tien seconden over uw tijd heen, maar goed. Als dit echt tot slot is, dan vind ik het prima.

Mevrouw Becker (VVD):
Nee, het was een mooie afsluiting, die ik ook kan missen. Dan stop ik met mijn bijdrage. Dank u wel.

De voorzitter Kuzu:
Dank, mevrouw Becker. Voordat ik het woord geef aan mevrouw Podt heeft de heer Van Baarle een interruptie.

Afbeelding met persoon, kleding, Menselijk gezicht, overdekt Automatisch gegenereerde beschrijving

De heer Van Baarle (DENK):
Ja, ik heb toch een aantal vragen in de richting van mevrouw Becker. Allereerst hield zij in haar bijdrage een groot pleidooi voor het beschermen van de vrijheid. In de hele afhandeling van dat dossier over buitenlandse beïnvloeding stuit het volgende me enorm tegen de borst. Ik ben blij dat mevrouw Becker in dit debat expliciet zei dat het om “sommigen” gaat, maar er worden maatregelen genomen die zijn gericht op de hele islamitische gemeenschap. Het gaat om het onderwerpen van met name de islamitische gemeenschap — daar is het op gericht; daar komt de gedachtegang vandaan — aan maatregelen die een inperking van de vrijheid betekenen. Onder andere het instellen van een meldpunt voor het hele informele onderwijs en het daarop afsturen van de inspectie is een inperking van de onderwijsvrijheid en de godsdienstvrijheid. Het categorische verbod op buitenlandse financiering, dus het categorisch verbieden van een donatie die men op basis van religieuze motieven over de landsgrenzen heen wil doen, is gewoon een hele grote inperking van de vrijheid. Mijn vraag aan mevrouw Becker zou zijn: waarom op basis van een aantal incidenten maatregelen doorvoeren die de hele islamitische gemeenschap in Nederland raken? Dat stuit mij tegen de borst.

Afbeelding met persoon, Menselijk gezicht, kleding, overdekt Automatisch gegenereerde beschrijving

Mevrouw Becker (VVD):
Dank aan de heer Van Baarle voor deze vraag, ook omdat die mij de gelegenheid biedt om een misverstand weg te nemen over de agenda van de VVD. Ongewenste buitenlandse beïnvloeding is niet iets wat alleen maar vanuit islamitische landen gebeurt. We hebben hier ook te maken gehad met Chinese servicestations, waar met een soort van politie-units in de gaten werd gehouden of mensen wel dingen deden die in lijn zijn met de Chinese partij. Zo kan ik nog even doorgaan. De strijd tegen ongewenste buitenlandse beïnvloeding is dus geen strijd tegen de islam of tegen islamitische landen.

Het is wel een strijd voor vrijheid. Waar geloof gebruikt wordt om vrijheden van Nederlanders en inwoners van Nederland in te perken, zal de VVD altijd opstaan. Stel dus dat je onder het mom van religie ergens hier in de Schilderswijk, of waar dan ook, een garagebox afhuurt en daarin een weekendschooltje begint waar je dingen zegt die in strijd zijn met wat kinderen door de week op school leren. Op school leren ze namelijk dat jongens en meisjes gelijk zijn, dat het goed is om onderdeel te zijn van de Nederlandse samenleving en dat democratie een groot goed is. Als je zegt dat dat allemaal niet waar is, dan ben je niet alleen een beetje bezig met het ondermijnen van de vrije Nederlandse samenleving, maar ook met het ondermijnen van de vrijheid van deze kinderen om als vrije burgers op te groeien. Ik vind dat er dan grenzen gesteld kunnen worden aan die rechten, want de vrijheid van godsdienst is geen ultiem recht op basis waarvan je alles kan doen, zelfs het omverwerpen van de vrijheid van sommigen.

Tot slot nog één zin. Maatregelen waar wij als VVD voor zijn, zijn altijd gericht. Er is dus geen sprake van een generiek verbod op alle financiering van buitenlandse geldstromen richting moskeeën. Het wetsvoorstel zoals dat nu naar de Kamer is gestuurd, geeft de mogelijkheid om gericht op een geldstroom in te grijpen als zich onwenselijk gedrag voordoet, niet alleen in moskeeën, maar ook in andere organisaties die buitenlands geld uit welk land dan ook ontvangen. Bij het informele onderwijs zou het volgens mij ook zo moeten zijn dat gericht maatregelen kunnen worden genomen als er iets aan de hand is. Het maakt mij niet uit of dat nou op een orthodoxe Bijbelschool is waar heel negatief over homoseksualiteit wordt gesproken of op een islamitische weekendschool.

De voorzitter Kuzu:
Kunnen we er alstublieft voor zorgen dat zowel de vragen als de antwoorden wat korter worden? De heer Van Baarle.

De heer Van Baarle (DENK):
De vertrekroute en de aanleidingen die door de VVD consequent genoemd worden, hebben te maken met de islamitische gemeenschap in Nederland en met de islamitische landen. Ik heb mevrouw Becker nog nooit een pleidooi horen houden om donaties uit China categorisch te verbieden. Ik heb mevrouw Becker wel horen spreken over het verbieden van donaties uit islamitische landen en Golfstaten. Ik heb mevrouw Becker nog nooit een pleidooi horen houden om weekendscholen van andere religies onder toezicht te plaatsen. Ik heb mevrouw Becker wel altijd horen spreken over onderwijsinstellingen waar sprake is van, in haar woorden, salafisme. Ik vind dat altijd een problematische term, want daarmee scheer je hele geloofsgemeenschappen over één kam, maar dat zijn haar woorden. Die nuance heb ik in het verleden nooit gehoord. Mijn punt is dat de route van dialoog, de route van open met elkaar spreken, de route van het verbeteren van kwaliteit en aan gemeenschappen zelf de mogelijkheid bieden om de kwaliteit te verbeteren, altijd beter is dan vanuit wantrouwen jegens de hele Nederlandse samenleving, en in het bijzonder de islamitische gemeenschap, controlemechanismen, meldpunten en inspectiearrangementen toe te passen. Dat vind ik geen liberale boodschap. Ik vind een boodschap liberaal als je een beroep doet op mensen vanuit de gedachte dat ze als gemeenschap krachtig en goed genoeg zijn om dit met elkaar te arrangeren. Mijn vraag aan mevrouw Becker is waarom zij direct kiest voor al dit soort repressieve en op controle geënte maatregelen, terwijl de weg van dialoog, van zonder wantrouwen de discussie met elkaar aangaan en gemeenschappen in hun kracht zetten niet wordt bewandeld.

Mevrouw Becker (VVD):
Ik ga proberen een kort antwoord te geven op deze lange vraag, die toch wel veel verschillende elementen in zich draagt. Kijk, ik ben ook voor dialoog. Ik ben dat met de heer Van Baarle eens. Zelf praat ik ook heel veel met mensen uit de islamitische gemeenschap over bepaalde problemen die er zijn en over weerbaarheid. Begrip hebben voor de andere kant is ook belangrijk. Ik ben dus ook voor dialoog, maar ik vind dat je het daarbij niet moet laten. Ik zou hopen dat de heer Van Baarle het zich ook aantrekt als een kwart van de mensen in Nederland met een Turkse achtergrond zegt: ik voel mij onveilig in Nederland vanwege de Turkse invloed hier. Zegt hij dan tegen deze mensen “dat kunt u heel goed zelf oplossen in uw eigen gemeenschap”, of is hij het met mij eens dat er ook een Nederlandse overheid is die ook de grondrechten van deze burgers moet beschermen? Zegt hij, zoals wij als VVD samen met mevrouw Piri hebben voorgesteld, dat er een laagdrempelig meldpunt moet komen waar deze mensen naartoe kunnen als ze zich geïntimideerd voelen? Dan bekijken wij als overheid welk spoor wij kunnen bewandelen. Wat is daar mis mee? Als DENK daarvan altijd maar blijft wegkijken en de enige bijdrage in dit soort debatten is “de VVD stigmatiseert en discrimineert groepen”, dan doet zij daarmee geen recht aan de terechte zorgen die deze mensen hebben.

De voorzitter Kuzu:
Eigenlijk wilde ik het in tweeën doen. Ik zou willen voorstellen om in het volgende antwoord geen vraag te stellen aan de heer Van Baarle, want dan gaat hij daar weer op reageren en blijft u met elkaar bezig, terwijl mevrouw Podt al enige tijd wacht om haar bijdrage te kunnen leveren. Meneer Van Baarle, kunt u kort reageren? Dan geef ik mevrouw Becker nog de mogelijkheid om daar weer op te reageren en dan is dit interruptiedebatje voorbij.

De heer Van Baarle (DENK):
Nou ja, mensen die zichzelf concreet onveilig en geïntimideerd voelen, moeten een mogelijkheid hebben om die gevoelens kwijt te kunnen. Wij zijn er nooit voor dat mensen die zich onveilig voelen niet worden geholpen. Wat betreft het punt dat de VVD zou stigmatiseren: ik heb mevrouw Becker in het afgelopen debat bijvoorbeeld over Milli Görüs horen zeggen dat dat ultraconservatieve extremistische religieuze voormannen zijn. Ik zit met die mensen aan tafel en ik herken totaal niet wat mevrouw Becker daarover zegt. Dat vind ik een vorm van vooringenomen stigmatisering. Ik heb mevrouw Becker horen zeggen: mensen brengen hun kinderen naar een islamitische vve; moeten we daar geen controle op hebben? Ik vind het een vorm van stigmatisering als een islamitische voorschoolse opvang volgens de VVD per definitie verdacht is en onder controle gebracht moet worden. Hetzelfde zie ik bij weekendscholen en bij buitenlandse financiering. Als het te maken heeft met Turkije of een islamitische component heeft, moet er volgens de VVD een hele doos van maatregelen opengetrokken worden om dat onder controle te brengen. Ik zou afrondend tegen mevrouw Becker willen zeggen: dat is niet mijn Nederland; mijn Nederland is dat we met open vizier alle gemeenschappen tegemoet treden en dat we mensen gelijkwaardig behandelen, en geen labels opplakken alleen omdat er sprake is van een bepaalde signatuur.

Mevrouw Becker (VVD):
Wat Milli Görüs betreft verwijs ik naar mijn Kamervragen over een aantal activiteiten die zij hebben georganiseerd en waarover ik mij in het verleden zorgen heb gemaakt. Die zorgen zijn niet weg. Toezicht moet je risicogericht doen. Je moet dus helemaal geen groepen stigmatiseren. Maar als er zorgen zijn bij een burgemeester, bij omwonenden of bij bepaalde gemeenschappen over iets wat ergens in beslotenheid gebeurt, is het heel goed, zeker als het jonge kinderen betreft, als we daarop toezicht hebben. Tot slot. De VVD heeft ook stevige vragen gesteld over Nederlandse orthodoxe scholen waar verklaringen over homoseksualiteit werden gevraagd. Als daar dingen gebeuren waarvan wij vinden dat ze in het Nederland van 2023 het daglicht niet kunnen verdragen, stellen wij daar net zo goed vragen over. Het gaat ons dus niet om de islam, het gaat ons om het aantasten van vrijheid. Als dat onder het mom van de islam gebeurt, zullen wij dat willen aanpakken. Als u dat niet wilt, noem ik dat naïef.

De voorzitter Kuzu:
Het woord is aan mevrouw Podt namens D66.

Afbeelding met persoon, Menselijk gezicht, tekst, kleding Automatisch gegenereerde beschrijving

Mevrouw Podt (D66):
Yes, dank u wel, voorzitter. Nederlanders en nieuwkomers met een migratieachtergrond zijn kwetsbaar voor buitenlandse beïnvloeding. Het kan zijn dat er nog familie is in het land van herkomst. Dan is er veel moed voor nodig om je kritisch uit te laten. Dan moet je moedig, weerbaar of, zoals de minister het noemt, veerkrachtig zijn. Wat D66 betreft is er vooral bescherming nodig. Want waar kunnen mensen nou terecht als ze worden onderworpen aan buitenlandse beïnvloeding?

Ik begrijp dat de minister van Buitenlandse Zaken bezig is met een meldpunt; net werd het ook al even genoemd. Ook wij horen graag hoe het hiermee staat. Maar, nog belangrijker: wat gebeurt er nou nadat mensen melding hebben gedaan? De minister geeft in haar brief aan dat er na een melding “geen hoge verwachtingen moeten zijn over de bescherming op de individuele casus”. Wat is dan voor een bedreigd persoon de toegevoegde waarde om melding te doen? Is de minister bereid om ook te kijken naar andere oplossingen voor deze individuele personen, bijvoorbeeld via Slachtofferhulp? Kan de minister in het verlengde hiervan ook aangeven welke gesprekken zij zelf heeft gevoerd om te horen hoe het voor bijvoorbeeld mensen met een Iraanse, Turkse, Chinese, Eritrese of Marokkaanse achtergrond is om op deze manier bedreigd te worden? Waar blijken op basis van deze gesprekken hun behoeften te liggen?

Uiteraard kan ik het beschermen van Nederlanders met een migratieachtergrond niet noemen zonder het ook te hebben over het kunnen afstaan van een ongewenste tweede nationaliteit, want dit is buitenlandse beïnvloeding in optima forma. Nederlanders worden in hun nationaliteit gevangengehouden. Wederom roep ik de minister op om op nationaal maar ook internationaal niveau hiervan werk te maken. Ik vraag specifiek hoe het staat met het verzoek van het kabinet bij de VN tot het nader onderzoeken van het doen van afstand van een nationaliteit.

Voorzitter. We staan in Nederland op de drempel van de verkiezingen, een sleutelmoment om de koers van een land te bepalen. We zijn er allemaal op onze eigen manier mee bezig. Voor landen als Rusland en China zou het misschien voordelig zijn als Nederland een extreemrechtse koers zou inslaan. In 2020 peilde EenVandaag dat bijna de helft van de Nederlanders ervan uitging dat er vanuit het buitenland geprobeerd zou worden om invloed uit te oefenen op de Tweede Kamerverkiezingen. Ook ik heb deze zorgen nog steeds. Zo zag ik onlangs een advertentie voorbijkomen, gesponsord door een niet-bestaande ijssalon in West-Canada, waarin een lijsttrekker van een partij op de linkerflank in diskrediet werd gebracht. Er werd desinformatie over deze persoon verspreid. Dat klinkt misschien grappig, een ijssalon in West-Canada — wat heeft die in hemelsnaam te maken met onze verkiezingen? — maar ik maak mij oprecht zorgen dat onze kiezers worden beïnvloed door kwaadwillende partijen uit het buitenland die baat hebben bij een bepaalde uitslag. Kijk bijvoorbeeld naar de vloedgolf aan desinformatie die er op social media in Slowakije en Polen werd verspreid in aanloop naar de verkiezingen daar.

Het is goed dat de Europese Commissie inzet op strenger toezicht op social media, maar bij ons is het twee voor twaalf. De verkiezingen zijn aanstaande, wat doen we zelf überhaupt? Bij de verkiezingen in 2020 was er een taskforce om de buitenlandse beïnvloeding tegen te gaan. Is deze weer opgestart? Ik heb er niets over gehoord. Herkent de minister deze gevaren? Is zij het met D66 eens dat er nu actie nodig is?

Dank u wel.

De voorzitter Kuzu:
Dank u wel, mevrouw Podt. Meneer Van Baarle, u heeft een vraag?

De heer Van Baarle (DENK):
Ja, ik heb een vraag. Onder dit hele debat ligt natuurlijk de afhandeling van de parlementaire ondervragingscommissie over buitenlandse beïnvloeding. Een van de maatregelen die daaruit voortvloeiden, is het voorstel van oud-minister Wiersma om weekendscholen, informele scholen, onder inspectietoezicht te plaatsen, met een meldpunt. Wat DENK betreft is dat een hele vooringenomen maatregel, die op basis van verdachtmakingen in de islamitische gemeenschap religieuze rechten en onderwijsvrijheid inperkt. Het heeft mij zeer verbaasd hoe D66 tot op de dag van vandaag achter die maatregel is blijven staan. Waarom is D66 er nou zo voor om een meldpunt in te stellen en de inspectie af te sturen op mensen die bijvoorbeeld in hun vrije tijd liefdevol Koranonderwijs geven aan jongeren? Bij zo’n meldpunt kunnen mensen een klacht indienen als ze in hun buurt iets zien gebeuren en dat verdacht vinden. Vervolgens wordt de inspectie erop afgestuurd. Waarom is D66 er zo voor om de mensen dat aan te doen?

Mevrouw Podt (D66):
Ik zit naar de heer Van Baarle te luisteren. Ik ken dat zelf natuurlijk ook. Ik heb vele jaren in de gemeenteraad van Utrecht gezeten en ben veel langs geweest bij plekken waar allerlei vormen van formeel en informeel onderwijs werden gegeven, waaronder ook wat de heer Van Baarle noemt, dus mensen die er in hun vrije tijd voor kiezen om jonge kinderen wat mee te geven over de Koran of over wat dan ook, want er zijn heel veel verschillende soorten weekendscholen. Dat is hartstikke prachtig; volgens mij moet je daar helemaal niets aan doen. Dat neemt niet weg dat ik ook op plekken ben geweest waar ik me serieus zorgen heb gemaakt over wat kinderen daar nou precies geleerd werd. Ik zou er nooit voor zijn om mensen af te sturen op de scholen waar het hartstikke goed gaat. Volgens mij moeten we dat helemaal niet willen met elkaar. Maar waar echt sprake is van dingen die haaks staan op allerlei vormen van hoe we in Nederland denken over haat, geweld, discriminatie en dat soort dingen — daar mag je mensen nooit toe aanzetten — vind ik het legitiem om daarover gesprekken te voeren en te kijken hoe je daarmee verdergaat, absoluut.

De voorzitter Kuzu:
De heer Van Baarle, kort.

De heer Van Baarle (DENK):
Wat mij erg tegen de borst stuit van hoe D66 hierin staat, is dat enkele gevallen op een hele groep worden geprojecteerd, want op grond van wat mevrouw Podt vindt, zegt zij dus tegen iedere persoon die in zijn vrije tijd Koranonderwijs geeft: er kan mogelijkerwijs een melding over u gedaan worden bij een meldpunt en dan gaan wij onderzoeken wat u doet. Dat is het voorstel dat er nu ligt. Mijn vraag aan mevrouw Podt van D66 blijft waarom zij mee wil gaan in een voorstel waardoor een hele groep onderworpen wordt aan een meldpunt, terwijl het gaat om het gedrag van enkelen. D66 zou toch niet een partij moeten zijn die op basis van het gedrag van enkelen een meldpunt instelt en de inspectie afstuurt op een hele groep? Waarom gaat D66 daarin mee?

Mevrouw Podt (D66):
Nou, dit is een erg onjuiste voorstelling van zaken over ons standpunt. Ik denk dat dat ook te maken heeft met de manier waarop dit, volgens de suggestie van de heer Van Baarle, in werking zou treden. Laat ik het zo zeggen: als er bij mij op de stoep verkeerd geparkeerd wordt, kan ik daarvoor de gemeente bellen en dan kan de gemeente daar iets mee doen of niet. Het gaat er natuurlijk om dat de gemeente ingrijpt bij die dingen waarbij het helemaal uit de hand loopt. Wanneer de gemeente meldingen binnenkrijgt van dingen die helemaal nergens over gaan, komt er natuurlijk geen opvolging. Dit gaat erom dat je kijkt naar de gevallen waarin het echt misgaat. Volgens mij moet de heer Van Baarle dat ook helemaal niet willen, want dit gaat over dingen die wij in Nederland helemaal niet willen. Op het moment dat er discriminatie wordt onderwezen … Dan heb ik het helemaal niet over een Koranschool. Ik kom zelf uit de Alblasserwaard. Daar worden kinderen op sommige zondagscholen dingen geleerd waarvan ik denk: dat moet je helemaal niet willen. Wanneer dat alle perken te buiten gaat, moet je daar ingrijpen en moet je daar iets mee doen. Volgens mij is dat een hele normale manier van doen. Dat heeft niets te maken met enkele gevallen projecteren op een hele groep, zoals de heer Van Baarle zegt. Het heeft er gewoon mee te maken dat wanneer dingen de spuigaten uitlopen, je er misschien iets mee moet doen.

De voorzitter Kuzu:
We gaan naar de heer Van Baarle voor zijn bijdrage.

De heer Van Baarle (DENK):

Goed, voorzitter. Wantrouwen, verdachtmaking, ongrondwettelijke voorstellen en haat: daar hebben islamitische organisaties en Turks-Nederlandse organisaties in dit land veel te veel mee te kampen. Een klimaat van verdachtmaking dat door incidenten wordt aangewakkerd door politiek rechts in de Kamer. Een klimaat van haat dat gretig afname vindt in een samenleving waarin racisme en moslimhaat nog zulke grote problemen zijn. Daar ben ik en daar is DENK echt klaar mee. Ik ben klaar met de manier waarop Turks-Nederlandse organisaties, die hun stinkende best doen om een bijdrage te leveren aan hun gemeenschap en aan Nederland, steeds maar weer door politici aan de schandpaal worden genageld. Ik ken deze organisaties. Ik weet dat bijvoorbeeld de mensen van Diyanet keihard werken om jongeren te begeleiden, mensen religieuze diensten te verschaffen en aan liefdadigheid te doen. Ik weet dat de mensen van Milli Görüs elke dag weer projecten voor jongeren organiseren, bijles geven en mensen helpen. Ik zie het met mijn eigen ogen. Het doet me dan ook elke keer weer pijn dat deze organisaties verdacht worden gemaakt en dat ze het gevoel hebben dat ze steeds maar weer moeten uitleggen wat ze doen. Ik wil de minister dan ook vragen om deze organisaties gewoon te zien als gesprekspartners, als gelijkwaardige mensen, die zich richten op een betere toekomst.

Afbeelding met tekst, computer, tafel, computer Automatisch gegenereerde beschrijving

Mevrouw Piri (PvdA):
Ik heb aandachtig geluisterd naar de introductie van de heer Van Baarle. Als Turkijerapporteur heb ik natuurlijk veel te maken gehad met de Turkse gemeenschappen. Laten we eerlijk zijn: de allergrootste heksenjacht was binnen de gemeenschap zelf. Die was namelijk, vanuit heel veel groepen Turkse Nederlanders, gericht op de Gülenbeweging. U noemt heel specifiek de Gülenbeweging natuurlijk niet. U noemde Milli Görüs twee keer en u noemde net Diyanet. Vindt u dat alles wat u nu zegt ook van toepassing is op de Gülenbeweging?

De heer Van Baarle (DENK):
Er is een reden waarom ik deze organisaties noem. Ik zal mevrouw Piri toelichten waarom ik dat doe. Dat heeft ermee te maken dat in dit huis politieke partijen vinden — daar pleiten zij voor — dat Diyanet in Nederland verboden moet worden of niet als gesprekspartner gezien zou moeten worden door de Nederlandse overheid, terwijl ik zie dat deze mensen hun stinkende best doen om elke dag weer een bijdrage te leveren aan Nederland. Ik zie dat politieke partijen in dit huis over Milli Görüs zeggen dat het extremistische, ultraconservatieve mensen zijn, die je niet serieus zou moeten nemen en waar je niet mee zou moeten spreken. Ik hekel dat. Ik zie die mensen in mijn omgeving en ik zie dat die mensen onrecht aangedaan wordt. Dat is het probleem van Nederland: dat op basis van verdachtmakingen op basis van beelden die opgeworpen worden, hele organisaties en hele gemeenschappen buitengesloten en gestigmatiseerd worden. Daar ben ik in alle vormen tegen.

Mevrouw Piri (PvdA):
Dat snap ik, maar dat is natuurlijk geen antwoord op de vraag, meneer Van Baarle. Volgens mij zijn verreweg de meeste partijen in Nederland, ook in deze Kamer, ook niet voor die stigmatisering. Bij heel veel mensen met een dubbele nationaliteit of een biculturele achtergrond in Nederland die hiermee te maken hebben, komt het niet vanuit de politiek in Den Haag, maar juist vanuit de eigen gemeenschap. Vraagt u maar eens aan de mensen met een Koerdische achtergrond hier in Nederland die oorspronkelijk uit Turkije komen van wie zij het meeste last hebben. Dat is over het algemeen niet van Geert Wilders of van Forum voor Democratie, maar van andere mensen uit die Turkse gemeenschap, en soms met beïnvloeding vanuit Turkije zelf. Ik ben gewoon benieuwd hoe DENK dan kijkt naar de Gülenbeweging, want dezelfde aanhangers van Diyanet en Milli Görüs waren, denk ik, juist de mensen die heel kritisch waren op de Gülenbeweging. Daar kunnen we een hele discussie over voeren; daar heb ik ook wel opvattingen over. Geldt alles wat u zegt nou alleen voor de conservatievere islamitische verenigingen, of voor alle, in dit specifieke geval, Turkse verenigingen? Neemt u het ook zo op voor de Gülenbeweging?

De heer Van Baarle (DENK):
Het spijt mij dat ook de PvdA meegaat in het klimaat van verdachtmakingen. Dat spijt mij. Ik hoor het mevrouw Piri zelf net letterlijk zeggen. Ik heb het over twee organisaties en dan zegt mevrouw Piri letterlijk: ik denk dat dat die mensen zijn waar anderen last van hebben. Dat zei ze net letterlijk. Ik maak er bezwaar tegen dat er wordt gegeneraliseerd. Mevrouw Piri zei net letterlijk over de Turks-Nederlandse gemeenschap in Nederland, als het gaat om Koerdische Nederlanders: ik denk dat zij het meeste last hebben van die andere groep. Dat zei mevrouw Piri net. Dat is dus een voorbeeld van stigmatisering, generalisering en een schuldvraag neerleggen in een hoek. Daar neem ik ver afstand van. Mevrouw Piri zou beter moeten weten dan aan mij te vragen of ik een voorstander zou zijn van geweld en intimidatie. Mevrouw Piri zou beter moeten weten.

Mevrouw Piri (PvdA):
Voorzitter …

De voorzitter Kuzu:
Een ogenblikje. Als meneer Van Baarle klaar is, krijgt u echt de mogelijkheid om hierop te reageren. Ik ben best wel relaxed met de interrupties, zoals u merkt. De heer Van Baarle is volgens mij klaar. Dan is het woord aan mevrouw Piri in laatste instantie. Daar mag de heer Van Baarle op reageren en dan gaan we door.

Mevrouw Piri (PvdA):
Nou, voorzitter, weet u: u heeft nu twee keer gehoord hoe de heer Van Baarle geen antwoord geeft op de vraag. Ik snap dat het een heel ongemakkelijke vraag is, maar ik krijg er geen antwoord op. Wat is nou het standpunt van DENK over de Gülenbeweging? Of maakt u binnen de Turks-Nederlandse diaspora zelf onderscheid tussen mensen voor wie u het wél opneemt en mensen voor wie u het niet opneemt? Dat is een heel duidelijke vraag.

De heer Van Baarle (DENK):
Ik vraag aan mevrouw Piri waar ik ooit onderscheid heb gemaakt. Zij legt mij dingen in de mond. Zij stelt mij vragen met veronderstellingen en ook nog eens met heel ferme verdachtmakingen in de richting van groepen mensen, waardoor ik me genoodzaakt voel in dit debat weerwoord te geven, niet alleen in de richting van de VVD, maar blijkbaar ook in de richting van de Partij van de Arbeid. Die betichte er net een hele gemeenschap van verantwoordelijk te zijn voor intimidatie. Volgens de PvdA zouden organisaties de hoek zijn waar dat vandaan komt. Ik hekel die manier van over groepen mensen praten in de samenleving en ik hekel de manier waarop mevrouw Piri mij door het stellen van vragen in een hoek plaatst alsof ik, terwijl ik nog nooit op die manier een onderscheid heb gemaakt, welke vorm van intimidatie of geweld dan ook zou goedpraten. Dat doe ik niet, zal ik nooit doen en heb ik ook nooit gedaan.

De voorzitter Kuzu:
Mevrouw Piri heeft volgens mij een persoonlijk feit.

Mevrouw Piri (PvdA):
Ja, want volgens mij leidt dit debat nergens toe, behalve dan dat de heer Van Baarle hier allerlei aantijgingen doet richting mij terwijl ik hem gewoon een vraag stel. Die wordt gewoon niet beantwoord. Maar goed, ik begrijp dat het een ongemakkelijke vraag is voor DENK en dat ze hier liever geen antwoord op geven.

De voorzitter Kuzu:
De heer Van Baarle vervolgt zijn bijdrage.

De heer Van Baarle (DENK):
Goed, voorzitter. Ik ben er ook klaar mee hoe incidenten steeds maar weer geprojecteerd worden op de hele islamitische gemeenschap. Ja, er lopen altijd raddraaiers rond, zoals er in elke gemeenschap in Nederland raddraaiers kunnen rondlopen. Maar het gaat DENK veel te ver om dan vervolgens na pure verdachtmakingen de meest verregaande voorstellen te doen. Omdat er in enkele gevallen misschien sprake was van beïnvloeding, willen partijen donaties generiek gaan verbieden. Ze noemen het dan “onvrije landen”, maar we weten donders goed waar deze politieke partijen op doelen. Omdat er misschien enkele gevallen waren van problematische lessen, moet er een meldpunt met een kliklijn en inspectie op het hele islamitische onderwijs gezet worden; er is een zweem van wantrouwen die leidt tot ongrondwettelijke en verregaande inperkingen van de vrijheid van moslims. Deelt de minister dat we nooit deze kant op moeten gaan? De politieke vooringenomenheid heeft namelijk tot op de dag van vandaag gevolgen: discriminatie door banken, illegale spionage door de overheid, achterstelling. Een hele gemeenschap moet lijden door de politieke obsessie van rechts en de vooringenomenheid die nog steeds een te groot probleem is in onze samenleving. Deelt de minister dat dit moet stoppen?

Waar gelooft DENK wél in? DENK gelooft in samenleven. DENK gelooft in samenwerking, in het versterken van gemeenschappen. Dat betekent dat we islamitische instellingen en Turks-Nederlandse organisaties serieus moeten nemen en mee moeten laten praten over de besluiten die hen aangaan. Is de minister bereid om dat te doen? Dat betekent dat we meer werk gaan maken van de bestrijding van moslimhaat in onze samenleving. Hoe gaat de minister die strijd in de komende tijd opvoeren? Dat betekent dat we meer de weg van het delen van kennis en goede maatregelen gaan inslaan. Hoe wil de minister dat gaan doen? Dat betekent zorgen voor mogelijkheden voor de islamitische gemeenschap om in Nederland haar activiteiten te ontplooien, werken aan rentevrije alternatieven bij banken en zorgen dat de Nederlandse imamopleiding van de grond komt. Wat is de laatste stand van zaken met betrekking tot de imamopleiding en wat doet de Nederlandse regering met de kritieken die erop zijn gekomen?

Voorzitter. De zweem van wantrouwen die wordt opgeworpen op basis van incidenten, moet stoppen. De kanonnade aan maatregelen die in de richting van de Nederlandse moslimgemeenschap worden genomen en die de vrijheden inperken, moet ook stoppen. Het is tijd voor gelijkwaardigheid, samenleven en in gesprek zijn met elkaar.

Dank u wel, voorzitter.

De voorzitter Kuzu:
Wie stak het eerst haar vinger op? Mevrouw Podt.

Mevrouw Podt (D66):
Het was een fotofinish, voorzitter. De heer Van Baarle doet iets wat ik op zich wel begrijp. Ik denk dat het echt klopt dat veel moslims in Nederland vaak in de hoek gezet worden en dat dat soms ook niet geholpen wordt door de discussie in dit parlement. Die generalisatie durf ik best wel te maken. Dat neemt niet weg dat ik in zijn tekst misschien wat dingetjes mis. Meer specifiek kunnen allerlei mensen over de volle breedte, nieuwkomers die hier in Nederland zijn of die hier misschien al wat langer zijn — ik noemde net al een heel rijtje: Iraanse, Turkse, Chinese, Eritrese, Marokkaanse mensen — natuurlijk zeker last hebben van beïnvloeding vanuit hun land van herkomst. Ik ben eigenlijk wel benieuwd of de heer Van Baarle mij iets zou kunnen vertellen over hoe DENK daarin staat en of hij het ermee eens is dat die mensen ook ergens naartoe zouden moeten kunnen.

De heer Van Baarle (DENK):
Als er mensen zijn die zich vanwege welke entiteit dan ook — dat kunnen buitenlandse overheden, entiteiten binnen Nederland of individuen zijn — moeten zij zich kunnen wenden tot de Nederlandse regering. Dan moet de Nederlandse regering in de goede diplomatieke contacten die we gelukkig met de meeste landen in de wereld onderhouden, ook het gesprek kunnen aangaan over eventuele gevallen die er zijn. Ik kan niet op basis van signalen of individuele signalen beoordelen of ook in elk geval, ten aanzien van elk land, sprake is van doelbewust beleid om een dergelijk klimaat aan te wakkeren of te organiseren of dat er wellicht een aantal mensen in Nederland zijn die er dit soort gedragingen op nahouden die er in de richting van die andere mensen voor zorgen dat deze gevoelens ontstaan. Dat vind ik lastig te beoordelen, maar het is aan de regering om dat in diplomatiek contact en in gesprek met andere landen te achterhalen, waarbij wij ervoor moeten zorgen dat mensen in Nederland zichzelf veilig weten.

Mevrouw Podt
(D66):
Eigenlijk ben ik heel blij met een groot deel van het betoog van de heer Van Baarle, want het is natuurlijk heel mooi dat veel mensen in het parlement delen dat het belangrijk is om mensen hiertegen te beschermen. Ik raakte wel een beetje in de war bij het laatste stukje van zijn betoog. Het leek een beetje dat hij zei dat er misschien ook mensen zijn die dat een beetje over zichzelf afroepen, maar laat hij dat vooral corrigeren als dat niet zo is. Ik weet niet of hij dat bedoelde en ik vraag me in dat licht vooral af hoe hij kijkt naar alle oproepen en opiniestukken, bijvoorbeeld vanuit de alliantie van al die verschillende mensen die hier zijn en die inderdaad zeggen dat zij echt op die manier worden bedreigd.

De heer Van Baarle (DENK):
Strafbare feiten — want daar hebben we het over: bedreiging is een strafbaar feit — roep je niet over jezelf af. Dat zijn strafbare feiten

Mevrouw Becker (VVD):
Vindt de heer Van Baarle het “een incident” dat een kwart van de Nederlanders met een Turkse achtergrond zich onveilig voelt in Nederland door de beïnvloeding vanuit Turkije?

De heer Van Baarle (DENK):
Mevrouw Becker refereert aan het Clingendael-onderzoek; het is goed dat mevrouw Becker daaraan refereert. Ik zou mevrouw Becker ook willen uitnodigen om het onderzoek in den brede te lezen. Een heel groot gedeelte van de Turks-Nederlandse gemeenschap geeft bijvoorbeeld aan er een groot voorstander van te zijn dat de Turkse overheid een rol heeft om in Nederland ook arrangementen aan te bieden voor taal en cultureel onderwijs. Dat wordt breed gewaardeerd. Ik hoop dus dat dat mevrouw Becker ook opvalt. Om te beoordelen of hier sprake is van incidenten dan wel structurele fenomenen, vind ik het heel goed dat er een vervolgonderzoek komt waarin we ook dieper op deze patronen ingaan. Zoals ik zojuist in de richting van mevrouw Podt heb gezegd: als er sprake is van mensen die zichzelf onveilig voelen of van strafbare feiten, vind ik dat we dat te allen tijde serieus moeten nemen, dat mensen zich moeten kunnen melden bij de Nederlandse overheid en dat we in de diplomatieke contacten met landen altijd moeten proberen te ontwaren wat de verklaring is van deze fenomenen.

Mevrouw Becker (VVD):
Ik denk impliciet ergens het antwoord gehad te hebben dat het nee is, dat de heer Van Baarle dit dus eigenlijk incidenten vindt, dat hij nog niet overtuigd is van het bestaan van een breder probleem en dat hij daar eerst een Clingendael-onderzoek voor nodig heeft. Ik probeer een concreet antwoord van de heer Van Baarle te krijgen, want als je met elkaar een probleem bespreekt, begint het in dit huis natuurlijk altijd met: ben je het er überhaupt over eens dat er een probleem is? Eigenlijk hoor ik de heer Van Baarle gewoon de hele tijd zeggen: ik zie het probleem van buitenlandse beïnvloeding eigenlijk niet zo. Ik doe nog één poging, met betrekking tot Milli Görüs. Een paar jaar geleden was Milli Görüs actief met het organiseren van jongerenreizen vanuit Nederland naar een radicale prediker in Turkije, die de gewapende jihad steunde en die geweld tegen vrouwen goedpraatte. We hebben daar toen vragen over gesteld, want wij vonden dat het in ons vrije Nederland ongezond is voor jongeren om op die manier vanuit een ander land, vanuit een organisatie hier, beïnvloed te worden met denkbeelden die haaks staan op de onze. Is de heer Van Baarle het ermee eens dat de Nederlandse overheid bij zoiets Milli Görüs daar in ieder geval op aanspreekt? Of zegt hij: nee, dat is ook juist die vrijheid die ik bedoel en die zo’n organisatie hier zou moeten kunnen hebben?

De heer Van Baarle (DENK):
Om in te gaan op de eerste reactie van mevrouw Becker: op grond van een eerste onderzoek — want dat is de opzet van het onderzoek: eerst twee onderzoeken, waarna een conclusie wordt getrokken — trekt mevrouw Becker al de conclusie dat dit ligt aan buitenlandse beïnvloeding. Dat zei ze net: er is een probleem met buitenlandse beïnvloeding; dat laat dit onderzoek heel duidelijk zien. Dat is precies het verschil tussen mij en mevrouw Becker: mevrouw Becker duikt erop, hijgerig — in mijn woorden — en trekt dan een conclusie, terwijl ik zeg dat we met elkaar de feiten moeten ontwaren. Het tweede onderzoek komt in december. Dan hebben we met elkaar alle mogelijkheden om de conclusies te trekken. Of hier sprake is van een gecoördineerd beleidsmatig ingezet patroon van buitenlandse inmenging dat de oorzaak is van deze gevoelens, moeten we met elkaar gaan ontwaren. Daar kunnen we het in het tweede gedeelte van het onderzoek, waarin hier dieper op in wordt gegaan, met elkaar over hebben. Mevrouw Becker is al zover om die conclusies te trekken, maar dat is het verschil tussen de politiek van mevrouw Becker en de politiek van DENK.

Wat haar vraag aan mij over Milli Görüs betreft: ik ben niet bekend met de concrete casus die mevrouw Becker mij hier voorhoudt. Mijn punt in de richting van mevrouw Becker is dat, wat er in individuele gevallen ook is gebeurd binnen die organisatie, het nooit zo kan zijn dat op grond daarvan een hele organisatie in de woorden van mevrouw Becker in een vorig debat gekarakteriseerd wordt als “extremistische ultraconservatieve voormannen” en geen gesprekspartner zou mogen zijn van de Nederlandse overheid. Dat hekel ik. Ik wil niet dat dit soort dingen gegeneraliseerd worden en op een hele organisatie geplakt worden. Dat is niet productief en niet hoe we met elkaar in Nederland zouden moeten samenleven.

Mevrouw Becker (VVD):
Ik heb gezegd dat ultraconservatieve voormannen van organisaties zoals Milli Görüs door het ministerie niet als dé gesprekspartner voor integratie moeten worden gezien, omdat dat geen representatieve personen zijn voor een hele gemeenschap. Ik heb niet gezegd dat ze monddood gemaakt moeten worden en dat er niet mee gesproken kan worden. Dat ten eerste. Ten tweede, kort. Het staat de heer Van Baarle vrij om het “hijgerig” te noemen, maar ik denk dat ik als woordvoerder nu vier jaar met dit onderwerp bezig ben. De partij van de heer Van Baarle heeft zelf deelgenomen aan een parlementair onderzoek naar ongewenste buitenlandse beïnvloeding en heeft volgens mij met de hele Kamer geconstateerd dat er in Nederland serieuze zorgen zijn. Ik denk juist dat het ook de achterban van de heer Van Baarle een dienst zou bewijzen als ook die zorgen worden benoemd en erkend en als daar met elkaar wat aan wordt gedaan. Dat is een dialoog met elkaar. Het is zo jammer dat we steeds tegenover elkaar staan, omdat het lijkt alsof de heer Van Baarle het hele probleem ontkent en dan ons in de hoek zet alsof wij iedereen willen stigmatiseren. Ik voel me daar niet door aangesproken. Daar laat ik het dus maar bij.

De voorzitter:
Ja, mevrouw Becker, ik zat in die onderzoekscommissie, maar ik zit hier in de rol van voorzitter. Ik mag dus niks zeggen.

De heer Van Baarle (DENK):
Het rapport van de onderzoekscommissie bevat bevindingen. Het is de conclusie geweest van de onderzoekscommissie dat we vervolgens op grond van bevindingen als Kamer een politieke weging moeten maken welke kant we op willen. Het staat de fractie van DENK en mij vrij om de mate van repressiviteit en controledwang van de maatregelen die voorgesteld worden door de VVD en andere politieke partijen niet de juiste weg te vinden en te zeggen dat wij staan voor het in gesprek gaan en overleggen met gemeenschappen over hoe we die gemeenschappen in hun kracht kunnen zetten om zelf hierover te gaan, om zelf die kwaliteitsverbetering te brengen, want daar zijn zij krachtig genoeg voor. Dit is onder andere wat ik vanuit de gemeenschappen terugkrijg als we het hebben over dat plan om de inspectie af te sturen op informeel onderwijs bespreken. Ze zeggen: het was echt fijn geweest als die mensen van tevoren even met ons hadden gesproken, wij hebben er namelijk zelf ideeën over, in plaats van vanuit een repressief perspectief opeens dit controlemechanisme over ons uit te strooien. Daarover mogen wij met elkaar van mening verschillen. Volgens mij staat dat ons vrij.

De voorzitter Kuzu:
Het woord is aan mevrouw Piri namens de PvdA. En ook GroenLinks, denk ik.

Mevrouw Piri (PvdA):
Dat klopt, voorzitter. Ik kom in een beetje ander debat dan ik had verwacht. Ik ging er namelijk van uit dat we in ieder geval als aanname hadden dat er sprake is van ongewenste buitenlandse beïnvloeding, maar ik begrijp nu dat we nog niet op dat startpunt van het debat zijn.

Voorzitter, mijn bijdrage. Nederland is een vrij en democratisch land. Je mag protesteren, je kritisch uitspreken over de overheid en binnen de grenzen van de rechtsstaat op social media zeggen wat je vindt. Maar voor veel Nederlanders is dit niet de realiteit. Zij worden gefotografeerd als ze deelnemen aan demonstraties tegen het Iraanse regime, krijgen dreigende mailtjes als ze zich kritisch uitlaten over de Marokkaanse overheid of worden geregistreerd als ze in collegezalen beginnen over de gewelddadige onderdrukking van de Oeigoeren in Xinjiang. Diaspora van verschillende landen en gemeenschappen hebben te maken met serieuze vormen van intimidatie in Nederland. Uit het rapport van Clingendael van april dit jaar over Turks diasporabeleid in Nederland blijkt dat een kwart van de Nederlanders van Turkse afkomst zich onveilig voelt vanwege de Turkse invloed in Nederland.

De gevolgen van ongewenste buitenlandse inmenging verschillen van zelfcensuur, tot bedreiging van familieleden die nog onder het betreffende regime leven, tot natuurlijk als dieptepunt de Iraanse Nederlander die in 2017 in ons land is geliquideerd door de inlichtingendiensten van Iran.

Na jaren aandringen kwam er vorig jaar een geïntensiveerde aanpak voor ongewenste inmenging. Er zou beleid uitgerold worden over drie sporen: diplomatie, strafrechtelijk en maatschappelijke weerbaarheid. Het feit dat we dit debat nu voeren met de minister van Sociale Zaken, laat zien waar de prioriteit lijkt te liggen. Wat mijn fractie betreft zijn echter ook juist de diplomatieke en strafrechtelijke sporen van belang.

Op het terrein van weerbaarheid kan ik nog niet opmaken welke projecten er nu specifiek voor bedreigde diaspora zijn opgezet. Graag een verduidelijking van de minister. Een concreet voorbeeld is hoe Nederlandse Iraniërs online worden aangevallen door het Iraanse regime, door middel van hacken, cyberaanvallen en online intimidatie met doodsbedreigingen. Met name activisten krijgen hier heel veel mee te maken. Is er een programma om hen hier weerbaar tegen te maken? Is de AIVD hierbij betrokken?

Voorzitter. Ik refereerde er al aan: bijna een jaar geleden diende mijn fractie een motie in over een centraal meldpunt waar mensen melding kunnen doen van ongewenste buitenlandse inmenging. Minister Hoekstra zei toen te zullen komen met dat meldpunt. Het was groot nieuws: er komt eindelijk een meldpunt. Er was hoop onder de diaspora dat nu eindelijk hun zorgen serieus werden genomen. Maar op basis van de stukken kan ik niet anders concluderen dan dat het vooral grote woorden waren van het kabinet, maar dat er de facto niet veel is veranderd. Als ik het goed begrijp, komt het erop neer dat er sinds 2018 een overleg is tussen ambtenaren van vijf ministeries, de politie en de veiligheids- en inlichtingendiensten. Ik lees in de beantwoording van de schriftelijke vragen dat “het OBI-fenomeenbeeld zal worden opgesteld naar aanleiding van geanonimiseerde meldingen en signalen die op de OBI-tafel worden gedeeld.” Nou, als dat het meldpunt is, vraag ik me echt af wat de diaspora daaraan heeft.

Misschien is het goed om even te benadrukken waarom mijn fractie al jaren pleit voor zo’n meldpunt en wat daar de bedoeling van is. De man die op ons grondgebied is vermoord door de Iraanse veiligheidsdiensten had al tíg aangiftes gedaan, zich elke keer gemeld. Hij moest verhuizen van plek naar plek. Maar uiteindelijk kunnen we niets anders dan concluderen dat zijn meldingen niet op de juiste plek terecht zijn gekomen. Wat verandert daar nu aan? Tientallen Oeigoerse Nederlanders hebben gezamenlijk aangifte gedaan, vervolgens anderhalf jaar niks gehoord en toen hoorden ze op de media, via het nieuws, dat er met hun aangifte niets kon gebeuren. Hetzelfde is het geval bij de Riffijnse Nederlanders, die eigenlijk geen aangifte meer durven te doen sinds ze hoorden dat er een intensieve samenwerking is opgezet tussen de Marokkaanse en de Nederlandse politiediensten. Wat is nu het antwoord van de minister voor déze mensen?

In de antwoorden van 20 juli schrijft het kabinet dat de centrale meldfunctie primair is bedoeld om een beter beeld te krijgen van mogelijke vormen van ongewenste buitenlandse inmengingen in Nederland, maar dat het niet de verwachting wil wekken dat alle OBI-signalen direct kunnen worden opgevolgd of aangepakt. Wat is dat nou voor boodschap? Dat is toch niet wat minister Hoekstra heeft toegezegd aan de Kamer? Het is toch ook niet de bedoeling van de aangenomen motie in deze Kamer dat het leuk is dat ergens interdepartementaal een beter beeld ontstaat? Daar zijn de mensen natuurlijk niet mee geholpen.

Ik kijk even naar de voorzitter, want ik had m’n klokje niet aangezet: hoeveel tijd heb ik nog voordat ik verder ren?

De voorzitter Kuzu:
Drie seconden.

Mevrouw Piri (PvdA):
Dan laat ik het hierbij, voorzitter.

De voorzitter Kuzu:
Dank u wel, mevrouw Piri. U was overigens een minuut over uw tijd heen, maar ik handhaaf vandaag niet zo strak.

Hiermee zijn we gekomen aan het einde van de eerste termijn van de commissie. Ik stel voor dat we tot 16.15 uur schorsen, maar dan ook echt om 16.15 uur beginnen. Dat is dus een schorsing van 21 minuten. Dat moet lukken.

Minister Van Gennip:
Nou, het is wel een eind lopen. Vijf minuten heen, vijf minuten terug. Mag ik er vijf minuten bij?

De voorzitter Kuzu:
Dat is goed, dan beginnen we om 16.20 uur. Ik schors de vergadering tot dan.

De vergadering wordt van 15.55 uur tot 16.25 uur geschorst.

De voorzitter Kuzu:
Ik heropen de vergadering. We hebben de eerste termijn van de zijde van de commissie gehad en het woord is nu aan de minister van Sociale Zaken en Werkgelegenheid voor de beantwoording van de vragen van de commissieleden in de eerste termijn. De minister.

Minister Van Gennip:
Dank u wel, voorzitter. Er zijn veel vragen gesteld. Misschien ga ik toch maar eerst terug naar waar we het vorige week ook over hadden: inburgering en het soort samenleving dat we willen zijn. Wij zijn natuurlijk een land waar van oudsher veel mensen uit verschillende landen en met verschillende achtergronden hun onderkomen hebben en ook hebben gevonden. Onze superdiverse samenleving kent een grote mate van diversiteit en samenleven in verscheidenheid is een groot goed. Ik zeg het wel vaker: dat gaat van ramadan tot homohuwelijk. Dat is Nederland. Die veelheid aan talenten, perspectieven, ideeën en levensovertuigingen, die iedereen meebrengt, brengt ook een bepaalde rijkdom en een bepaalde creativiteit, die we moeten koesteren. Gezamenlijk hebben we ook de verantwoordelijkheid om dat samenleven in verscheidenheid vorm te geven, uiteraard binnen de grenzen van de Nederlandse wet- en regelgeving. Daar gaat het debat vandaag dan ook over.

Afgelopen week heb ik ook aangegeven dat samenleven in Nederland met al die verschillende achtergronden ook echt inzet van iedereen vraagt, van de rijksoverheid, werkgevers, nieuwkomers en burgers met en zonder migratieachtergrond. Het is echt een wederkerig proces. En vandaag gaat het dan natuurlijk vooral over de rol van de overheid daarin.

Uw Kamer heeft verzocht om een debat met mij over het onderwerp ongewenste buitenlandse beïnvloeding en inmenging. Vanuit mijn verantwoordelijkheid voor samenleving en integratie zet ik mij in voor sociale stabiliteit, voor het behouden en bevorderen van die sociale stabiliteit en voor die superdiverse samenleving. Daarbij werk je dus ook aan het verhogen van de veerkracht en de weerbaarheid van al die verschillende mensen in ons land met die verschillende achtergronden. Maar je werkt ook voor mensen die geconfronteerd worden met maatschappelijke ontwikkelingen die onze samenleving onder druk zetten. En dat is het geval bij ongewenste buitenlandse beïnvloeding. En die is er gewoon! We gaan het er dadelijk over hebben, maar die is er. Daar moeten we dus met elkaar aan werken. Vanuit mijn portefeuille gaat het dan over veerkracht en weerbaarheid, twee heel verschillende zaken trouwens. Maar dat is de manier om te zorgen dat die mensen zelf en die gemeenschappen in staat zijn om het hoofd te bieden aan OBI, ongewenste buitenlandse beïnvloeding en inmenging.

U kent de aanpak van OBI vanuit het kabinet. Die heeft drie sporen. Verschillenden van u refereerden er ook aan. Dat zijn het diplomatieke spoor: het aangaan van de dialoog en het consequent aanspreken van landen die zich schuldig maken aan OBI. “Ongewenste buitenlandse inmenging” moet ik zeggen. Het weerbaarheidsspoor zet in op het verhogen van de weerbaarheid van groepen in Nederland, die mogelijk doelwit van OBI kunnen zijn. Dat is natuurlijk vooral waar Sociale Zaken en Werkgelegenheid mee bezig is. En dat is het bestuurlijke en strafrechtelijke spoor: gecoördineerd optreden, het verstoren bij actuele of dreigende incidenten, waar nodig ook door middel van het strafrecht.

Uw Kamer wordt hier met enige regelmaat over geïnformeerd. Ik doe dat zelf met name over weerbaarheid en veerkracht in dat spoor van weerbaarheid. Maar andere collega’s van andere departementen informeren u hier ook over.

Afgelopen jaar is op 6 april deze aanpak geïntensiveerd. Mijn collega’s van Buitenlandse Zaken en JenV hebben u daar ook in een Kamerbrief over geïnformeerd. Zo zet het kabinet in op het bijeenbrengen op een centraal punt van geanonimiseerde en gebundelde OBI-signalen. We gaan het dadelijk over OBI-signalen en het meldpunt hebben. En SZW is dus, zoals ik al zei, actief op dat weerbaarheidsspoor. Dat doen wij onder ander door onderzoeken uit te voeren naar bijvoorbeeld ervaren diasporabeleid. Daar hebt u er een van gekregen. We doen dat door het faciliteren van dialoog in het geval van spanningen binnen of tussen gemeenschappen en door het adviseren van gemeentes en professionals over hoe om te gaan met maatschappelijke spanningen en polarisatie, onder andere als gevolg van OBI.

Ik heb uw Kamer de Agenda Veerkrachtige & Weerbare Samenleving op 7 juli toegezonden. Daarin laten we zien hoe we samen met gemeentes, zelforganisaties en maatschappelijk middenveld optrekken om juist die inclusieve en veerkrachtige samenleving te bouwen. Dat is een samenleving waaraan mensen ook echt allemaal kunnen deelnemen en naar elkaar omkijken. Centraal in die agenda staat het ontwikkelen en toepassen van interventies die bescherming bieden tegen uitdagingen die die sociale samenhang onder druk zetten, zoals racisme en discriminatie, ongewenste vormen van polarisatie, radicalisering, maar ook diasporabeleid.

Ik heb hier een aantal mapjes met onderwerpen. Ik zal ze u zo noemen. Ik ga zo goed mogelijk mijn best om al uw vragen te beantwoorden, maar het moet me wel even van het hart: ik zit hier als minister van Sociale Zaken. U hebt heel veel vragen gesteld op terreinen waar gewoon collega’s over gaan. Dan kan ik het antwoord dat ik mee heb gekregen aan u meedelen, maar dan is het wat moeilijker om daar freestyle over te discussiëren of om op alle details in te gaan. Dat zult u ook begrijpen. Als u dat zou willen, dan moet u iemand anders dan mijzelf voor die onderwerpen uitnodigen.

De onderwerpen die gaan komen, zijn eerst OBI in de brede zin. Dat is dus onder andere de rijksbrede aanpak. Dan komt de meldfunctie, gevolgd door Clingendael, de imamopleiding, verkiezingen en moslimdiscriminatie — ik weet niet waarom dat in één mapje zit — de Taskforce problematisch gedrag en ongewenste buitenlandse financiering en een hele stapel overig. Een hele stapel, want er waren best ook nog een aantal losse vragen gesteld.

Ik wil graag beginnen — ik heb u net al de inleiding gegeven — met wat wij doen als we OBI aan het doen zijn. De eerste vraag van een hele set is: hoe gaan wij die gemeentes helpen? Als een gemeente te maken heeft met een OBI-casus, hoe stellen wij ons dan op? Het kabinet, BZK en de NCTV zijn daarvoor de coördinator. Die zet zich in om de bewustwording van decentrale politieke ambtsdragers en medewerkers bij gemeentes te vergroten, zodat ze OBI herkennen. Maar ze leren ook de lokale politie en raadsleden OBI te herkennen. Het kan daarbij ook gaan om lokale beleidsmedewerkers op het gebied van openbare orde en veiligheid of om jeugdwerkers. Hoe herken je dat? Dat was denk ik een vraag van de VVD. Hoe staan wij daar dan in en hoe helpen we daarmee?

Mevrouw Becker vroeg ook hoe het bij andere lidstaten gaat. Hoe gaan de gesprekken daarover? Hoe kunnen we leren van hun aanpak? Nou, dit is iets wat bij mijn collega van Buitenlandse Zaken ligt. De minister van Buitenlandse Zaken heeft afgelopen november — dat is dus bijna een jaar geleden — tijdens de Raad Buitenlandse Zaken de oproep aan alle Europese lidstaten gedaan om in de EU meer samen te werken op het thema OBI. Binnen de EU is ongewenste buitenlandse inmenging een terugkerend onderwerp binnen de Horizontale Groep versterking van weerbaarheid en bestrijding van hybride bedreigingen en binnen het Politiek en Veiligheidscomité. Zo is daar door Nederland de hybrid Foreign Information Manipulation and Interference Toolbox gepresenteerd. Ik moet u eerlijk zeggen: ik denk dat de woordvoerders Buitenlandse Zaken dit kennen, maar voor u is het waarschijnlijk net als voor mij mooie informatie. En vandaag, 4 oktober, is tevens in Brussel een themabijeenkomst georganiseerd. Of ik denk dat die eerder deze week was, want dit is natuurlijk eerder voorbereid. Die bijeenkomst moet als start dienen voor intensievere uitwisseling van fenomeenbeelden. Daaruit kwam naar voren dat andere landen inderdaad met vergelijkbare problemen worstelen. En dat kan ik me ook wel voorstellen.

Mevrouw Becker vroeg ook waarom het kabinet geen contrastrategie op diasporabeleid voert, bijvoorbeeld met andere lidstaten.

De voorzitter Kuzu:
Volgens mij wil mevrouw Becker over het vorige punt nog een vraag stellen.

Mevrouw Becker (VVD):
Ik snap heel goed hoor dat de minister zegt: ik zit hier als minister van Sociale Zaken en ik heb niet alle andere petten op. Ik heb mijn vragen aan haar ook niet zo bedoeld dat ze dat namens de collega’s helemaal op hun terrein zou moeten zeggen. Maar ik kan me voorstellen dat het ook van belang is voor de minister van Sociale Zaken, die bezig is met een aantal belangrijke elementen van dit beleid: de weerbaarheid, de veerkracht en het opzetten van een imamopleiding. We hebben ook met haar een debat gehad over wat het hier doet met een gemeenschap als er in het buitenland verkiezingen zijn? Dat zijn natuurlijk allemaal elementen die niet alleen gelden voor de Nederlandse samenleving, aangezien ze ook in andere lidstaten spelen. Dus als de minister zegt “dat ligt op het terrein van de minister van Buitenlandse Zaken”, dan vind ik dat eigenlijk een gemiste kans. Dat zou namelijk betekenen dat op het spoor waar de minister verantwoordelijk voor is, niet geleerd zou worden van andere lidstaten. Dus ik vroeg het eigenlijk in de rol van deze minister.

Minister Van Gennip:
Dat doen we ook, maar nog niet zo expliciet als mevrouw Becker dat nu aandraagt. Een van de volgende debatten — ik weet niet of het nog doorgaat —- zou gaan over wat we in de EPSCO, de Europese Raad van de ministers van Sociale Zaken, bespreken over een toekomstig programma voor de nieuwe Europese Commissie. Een van de onderwerpen die ik daar persoonlijk op heb geagendeerd, is wat wij van elkaar kunnen leren op het gebied van inburgering. Dat raakt aan deze vraag, juist omdat ik zie dat allerlei andere landen ook worstelen met alle brede vragen rond inburgering, en daar hoort buitenlandse beïnvloeding natuurlijk ook bij. Ik weet niet of dit het uiteindelijk haalt in de brief van de ministers van Sociale Zaken aan de Europese Raad, maar het is wel een van de onderwerpen waarvan ik merk in mijn bilaterale contacten dat andere ministers er ook mee worstelen en graag willen weten hoe anderen dat doen. Je deelt dan natuurlijk dingen die niet goed gaan, maar ook dingen die wel goed gaan. Bijvoorbeeld — we stappen zo wel heel erg van de OBI af — wat wij met de Oekraïners in Nederland hebben gedaan. Het gelijk aan het werk gaan en het snel integreren in de samenleving zijn echt zaken waarvan andere ministers willen weten hoe we dat hebben gedaan. Ze willen weten hoe wij het voor elkaar krijgen dat de Oekraïners veel sneller aan het werk gaan en beter integreren en wat je daarvan kunt leren voor de bredere inburgering van statushouders. Maar met dit voorbeeld ben ik al ver weg van de OBI.

Mevrouw Becker (VVD):
Dank aan de minister voor dit antwoord. Ik zou het toch wat dichter bij huis, bij de OBI willen houden. Ik denk bijvoorbeeld aan het fenomeen van buitenlandse imams die hiernaartoe worden gehaald, in bepaalde periodes maar soms ook structureel. Ik heb hierover op diverse ambassades weleens gesprekken gehad. Landen werken hierin al samen met een SIS-signalering als het echt gaat om radicale boodschappen. Maar nu we kijken of er een imamopleiding kan worden opgezet, is er toch iets baanbrekends aan de hand in Nederland. Ik weet dat dat in Frankrijk ook speelt. Als je eenmaal zo’n imamopleiding hebt, als er inmiddels een substantieel prioriteitgenietend aanbod in Europa is met genoeg westers opgeleide imams, kun je dan afspraken met elkaar maken over wat we doen met imams die van buiten hiernaartoe worden gehaald? Zo zou ik nog een paar onderwerpen kunnen noemen. Ik denk dat er toch meer samenwerking mogelijk is op OBI, ook vanuit de portefeuille van deze minister.

Minister Van Gennip:
Zeker. We komen dadelijk op de imamopleiding, maar om alvast een tipje van de sluier op te lichten: dat hebben we natuurlijk gedaan door te leren van wat er in België gebeurt. Dit is één voorbeeld van dat we lessen en ideeën met de Belgen hebben uitgewisseld. Sterker nog: dat wordt een Belgisch-Vlaamse opleiding. Dat hebt u ook kunnen lezen. Dat is dus een van die voorbeelden waarbij we met een buurland samen optrekken. Over twee weken is er ook het Vienna Forum — dat is hoogambtelijk — waar centraal staat hoe je omgaat met radicalisering. Zo zijn er juist op individuele thema’s heel veel samenwerkingen en uitwisselingen waarbij we van elkaar proberen te leren.

De heer Van Baarle (DENK):
Ik ben benieuwd of er in alle geledingen, zowel bij het signaleren door gemeenten als door SZW in een ondersteunende rol, een goede en coherente definitie is van OBI. Kunnen we voorkomen dat wanneer er bijvoorbeeld sprake is van een spreker uit het buitenland, dat per definitie als OBI aangemerkt wordt en dat men een van de sporen gaat inzetten die men als beleid heeft? Dus hoe voorkomen we hierin dat er ook sprake kan zijn van een stukje vooringenomenheid in de praktijk?

Minister Van Gennip:
Volgens mij hebben wij in de brief beschreven wat we onder OBI verstaan. Ik kan letterlijk quoten uit de brief. Daar is wel echt een definitie voor, zodat je dus niet … Er is ook altijd een grijs gebied omheen: wat is het nou wel en wat nou niet? Maar er zijn een aantal zaken die heel erg duidelijk buitenlandse beïnvloeding zijn, en daar begint natuurlijk je beleid bij.

Voorzitter. De contrastrategie, dat is een belangrijke.

De voorzitter Kuzu:
We komen daar zo op. Meneer Van Baarle.

De heer Van Baarle (DENK):
Ik heb toch nog een vervolgvraag. We hebben in het verleden gezien hoe bepaalde zaken in de praktijk hebben kunnen leiden tot vooringenomen uitkomsten, zonder eraan af te doen dat we, als er sprake is van ongewenste buitenlandse beïnvloeding, daar met elkaar iets aan moeten doen. Dus hoe voorkomen we dat zaken zoals ik die net noemde, bijvoorbeeld als er sprake is van een buitenlandse spreker — dat mag; we zijn een vrij land — worden aangemerkt als een OBI? Hoe zorgen we ervoor dat men daar verstandig mee omgaat en dat dit in de praktijk niet kan leiden tot uitkomsten op basis van vooringenomenheid?

Minister Van Gennip:
Even voor de duidelijkheid: OBI gaat over andere overheden, dus over, zoals dat heet, statelijke actoren. Iemand die hier komt prediken — of dat nou iemand is met een islamitische achtergrond, iemand met de Russische nationaliteit en alles ertussenin; noem maar op — is niet per definitie een statelijke actor. OBI gaat over statelijke actoren die — dat is de definitie — systematisch en doelbewust het politieke en maatschappelijke systeem ondermijnen. Dan heb je het dus over OBI. We hebben natuurlijk allerlei manieren om dat aan te tonen. Ik wil ook echt zorgen dat we deze discussie zo breed houden. Het gaat echt niet alleen over islamitische buitenlandse beïnvloeding. Het gaat hier echt veel breder. De gevaren daarmee zijn ook echt breed. Ik hoop dat we deze discussie over die brede gevaren kunnen houden. Verschillende Kamerleden hebben ook voorbeelden genoemd van landen die hier, in de woorden van mevrouw Piri, liquidaties hebben uitgevoerd of op andere manieren proberen te beïnvloeden wat hier in Nederland gebeurt. Dat kan desinformatie zijn rond de verkiezingen; daar komen we straks ook nog op. Ik hoop dat we deze discussie zo breed kunnen houden, want zo breed is zij helaas.

De voorzitter Kuzu:
De contactstrategie, geachte minister.

Minister Van Gennip:
Ja. Wat belangrijk is, is dat het landen vrijstaat om een band te onderhouden met je mensen die in het buitenland wonen. Dat doet Nederland ook. Ook Nederland onderhoudt een band met Nederlanders in het buitenland. Dat internationaal geaccepteerde diasporabeleid is in Nederland natuurlijk toegestaan, want dat doen wij in Frankrijk ook, weet ik uit ervaring. Maar dat moet wel passen binnen de grenzen van onze rechtsstaat en het moet de participatie van Nederlanders met die biculturele achtergrond niet belemmeren. Op het moment dat er sprake is van beïnvloeding en inmenging van derde landen die invloed hebben op het gevoel van onveiligheid binnen de diasporagemeenschappen, voert het kabinet daar uiteraard actief beleid op. Dat is dan langs de drie sporen die ik u net noemde. Ik zal straks, wanneer we bij de Clingendael-studie komen, ingaan op het gevoel van onveiligheid dat mensen in Nederland kunnen hebben

Mevrouw Becker vroeg hoe vaak er gebruik wordt gemaakt van het bestuurlijke spoor en het strafrechtelijke spoor; volgens mij vroeg mevrouw Piri dat ook. Het bestuurlijke spoor is de afgelopen jaren op lokaal niveau ingezet, bijvoorbeeld door niet een vergunning te verlenen voor een bijeenkomst die spanning dreigde te veroorzaken binnen of tussen bepaalde groepen. Hoe vaak dat is, weet ik niet. Ik denk ook niet dat dit op die manier wordt bijgehouden. Het strafrechtelijke spoor wordt, waar van toepassing, ingezet door de politie en het OM indien er sprake is van strafrechtelijke feiten. Dan moet je natuurlijk wel het Nederlandse strafrecht overtreden hebben. Dat is voor een staatsrechtelijke actor natuurlijk zeldzaam. Bij personen, bijvoorbeeld bij het uiten van bedreigingen, gebeurt dat natuurlijk veel meer. Maar het is moeilijk om het strafrechtelijk altijd hard te maken en te volgen; dat weten we ook.

Mevrouw Piri vroeg: wat gebeurt er nou in dat weerbaarheidsspoor? Wat voor projecten zijn daar opgezet? Dat weerbaarheidsspoor onder OBI gaat natuurlijk over het verhogen van de weerbaarheid van mensen die mogelijk doelwit kunnen zijn van die OBI. We zetten in op het bevorderen van sociale stabiliteit en het tegengaan van maatschappelijke spanningen, maar ook op het vergroten van de veerkracht en de weerbaarheid van de mensen zelf en tegelijkertijd op het geven van handvatten aan lokale bestuurders om daarop in te kunnen spelen: van bewustwording tot en met hoe je acteert op het moment dat je OBI signaleert. Dan gaat het dus echt over de professionals en de gemeentes. De verwachting is dan natuurlijk dat op het moment dat de gemeenschap veerkrachtiger en weerbaarder is, die statelijke actor minder invloed zal hebben via de mensen waarop die zich richt. Het is natuurlijk moeilijk om dat dan te kunnen bewijzen, maar dat is wel de inzet. Wij verrichten daartoe een hele set van activiteiten, die ik zojuist trouwens ook heb genoemd, onder andere onderzoeken doen naar het diasporabeleid, dialoog tussen en binnen gemeenschappen en het adviseren van gemeentes. Dat kunt u dus ook vinden in die Agenda Veerkrachtige en Weerbare Samenleving.

Mevrouw Piri (PvdA):
Ik zal niet zeggen dat ik het helemaal heb doorgelezen; dat zou een leugen zijn. Maar mijn medewerker heeft dat wel gedaan. Het probleem is juist dat ik die projecten niet kon vinden. Er zijn kennelijk allerlei weerbaarheidsonderzoeken, maar die giet je meestal in een project: op welke diaspora of welke gemeenten richten we ons dan? Heel concreet zegt de minister: het onderzoek van Clingendael. Dat snap ik. Dat is iets duidelijks en dat is nu afgerond. Komt er nu dus een onderzoek naar Marokkaans diasporabeleid of naar landenneutraal beleid? Daar zit deels mijn irritatie; dat ligt niet aan de minister. Wij kregen als Kamer een jaar geleden de indruk dat dit een topprioriteit is en dat daar werk van zou worden gemaakt. Dan probeer ik dus uit te zoeken wat er concreet gebeurt. Dan hoor ik eigenlijk heel weinig. Dus wat zijn dan die concrete projecten?

Minister Van Gennip:
Allereerst is het inderdaad een nieuwe aanpak. Vandaar ook die agenda die u vlak voor de zomer heeft gekregen. Daarin staat wat we al aan het doen zijn en wat we gaan doen. Die Clingendael-studie naar ervaren diasporabeleid ten aanzien van de Turks-Nederlandse gemeenschap was de eerste grote studie. Ik kom daar straks op, maar wij hebben dus het voornemen om meer landenneutrale onderzoeken te doen, omdat door heel veel andere gemeenschappen beïnvloeding van buitenaf, van buiten Nederland, wordt ervaren. We willen dus gewoon breder begrijpen wat er aan de hand is. Zo bouwen we die kennis op en kunnen we projecten doen. Inmiddels zijn er projecten begonnen bij de twintig gemeentes die in het Nationaal Programma Leefbaarheid en Veiligheid zitten. Die projecten zijn opgezet en gaan vanaf volgend jaar lopen. We hebben heel veel van die projecten juist in die kwetsbare wijken vormgegeven. Dat is dus één spoor. De onderzoeken noemde ik net al.

De voorzitter Kuzu:
Mevrouw Piri, een vervolgvraag? Nee, die is niet nodig.

Mevrouw Piri (PvdA):
Ik laat het even aan mijn collega.

Mevrouw Podt (D66):
Ja, ik ben bang dat ik toch nog heel even doorga, want ik had inderdaad een met de vraag van mevrouw Piri vergelijkbare vraag. Ik zocht een beetje naar wat die weerbaarheid uiteindelijk is, want het blijft voor mij heel abstract. De minister zei in haar inleiding dat mensen het hoofd kunnen bieden aan OBI. Dan moet ik even terugdenken aan het artikel dat destijds in de Volkskrant stond over de journaliste, die — dat kan ik wel zeggen — door de Chinese overheid achterna werd gezeten en die aan de lopende band te maken had met valse meldingen en bedreigingen, dingen die echt heel hoog opliepen. En dan zeggen we volgens mij tegen zo iemand: wij gaan u weerbaarder maken. Maar we zeggen ook tegen die persoon: als u dan een melding doet, kunnen we in het individuele geval eigenlijk niet zo veel voor u doen. Dus hoe worden mensen dan geacht om het hoofd te bieden aan OBI als we er zelf voor mijn gevoel heel ambigu in staan?

Minister Van Gennip:
Nou, we staan er niet ambigu in; dat zeker niet. Op de meldfunctie kom ik straks terug. Dat is inderdaad een toezegging van mijn collega van Buitenlandse Zaken geweest. Ik zal u dus vertellen wat nu de status daarvan is. Maar ik begrijp de worsteling, ook omdat we die natuurlijk ook zelf hebben: hoe zorg je daar nou voor in een samenleving die via social media steeds meer verbonden is met die buitenwereld — heel anders dan tien jaar geleden weet je gelijk wat er in een ander land gebeurt — en die dus heel ontvankelijk kan zijn voor nieuws van buiten? Weerbaarheid gaat inderdaad over: hoe kun je het hoofd bieden aan risicovolle situaties? Nepnieuws is er daar eentje van. Veerkracht is veel meer persoonlijk: je bent zelfredzaam op het moment dat je iets gebeurd is. Je zit in een lastige situatie; hoe kom je daar weer uit? Vandaar dat we dat onderscheid maken. Ik denk dat het van heel groot belang is dat de gemeentes en de professionals in de gemeentes een rol hebben, dat de gemeenschappen zelf een rol hebben, dat de mensen een rol hebben en dat ook de rijksoverheid een rol heeft. Die is soms strafrechtelijk en bestuursrechtelijk. Soms gaat het om: vanuit Sociale Zaken de dialoog aangaan en mensen de instrumenten meegeven. Soms is het diplomatiek door die landen aan te spreken op de beïnvloeding die zij pogen te doen.

Mevrouw Podt (D66):
Ik snap dat het een worsteling is, maar in dit hele rijtje hoor ik nu één concreet ding. Dat is namelijk: we leren mensen hoe om te gaan met nepnieuws binnen die weerbaarheidsstrategie. Ik snap dat al die andere dingen er ook zijn, maar mijn vraag was concreet: wat krijgen mensen nou mee, wanneer zijn ze weerbaar tegen OBI? Want anders dan omgaan met nepnieuws, wat me op zich heel waardevol lijkt, hoor ik dan toch niet heel veel.

Minister Van Gennip:
Dit vind ik wel een hele lastige vraag, wanneer iemand weerbaar is. Ja, wanneer heb ik mijn kinderen goed opgevoed? Ik vind dit een heel ingewikkelde. Wij zijn denk ik anderhalf jaar geleden begonnen met een OBI-aanpak, zoiets. We hebben nu voor het eerst zo’n agenda voor veerkracht en weerbaarheid neergelegd, die vooral professionals helpt om het te herkennen en om dan de mensen die het overkomt te helpen. We zijn bezig met het in beeld te brengen. Ook dat is nog niet zo makkelijk, juist ook omdat mensen die slachtoffer, doelwit zijn van buitenlandse beïnvloeding er niet altijd over willen praten. Zelfcensuur is een fenomeen dat helaas vrij veel voorkomt, juist binnen deze gemeenschappen.

Dus wat we kunnen doen, is het voor de professionals eromheen en voor de mensen zelf duidelijk maken. Kun je signalen herkennen? Weet je vervolgens hoe je moet handelen? Waar kun je om hulp vragen? Ook om de vatbaarheid ervoor te verkleinen. Dan kom je weer op de brede discussie: voelen mensen zich thuis in Nederland, kunnen ze zich hier ontwikkelen? Want dan zijn ze ook minder vatbaar. En als gemeenschap gaat het dan over cohesie, over samenhang en ook over of je ogen en oren wilt hebben voor wat die andere mensen in jouw omgeving overkomt.

Dit is meer de overallvisie. En concreet? We gaan eerst een onderzoek doen: wat is het precies? Vandaar het Turks-Nederlandse diasporabeleid. Vandaar het vervolg in landenneutrale onderzoeken. We zijn bezig met die twintig gemeentes waar die kwetsbare wijken zijn om daar echt de uitrol te doen en om daar dus heel lokaal bezig te zijn. Daar leren we ook weer van en dat nemen we dan weer mee in onze volgende stappen.

Mevrouw Piri (PvdA):
Ik denk: ik geef maar even aan waar een beetje mijn frustratie zit in dit debat. Dat kan je beter niet tot het einde bewaren, want dan gaan we hier allemaal ontevreden weg. Mijn frustratie zit op verschillende trajecten. Nogmaals, dat is niet persoonlijk tegen de minister gericht. Dat is even belangrijk om te zeggen. We hebben het er ook over in de commissie Buitenlandse Zaken. Je ziet wat individuen hier in Nederland meemaken, bijvoorbeeld mensen uit de Belarusdiaspora op het moment dat er een vliegtuig uit de lucht werd gehaald dat boven een Europees land vloog, wat voor angst dat gaf hier in de gemeenschap. Er zijn voorbeelden te over. Ik gaf het voorbeeld van Iraniërs. We zien dat bij Iraanse Nederlanders hacking gewoon een groot probleem is. Dan kan ik me voorstellen op de portefeuille van de minister, als het gaat om weerbaarheid, gewoon vanuit het individu gedacht, dat er trainingen worden gegeven aan bijvoorbeeld mensen uit de Iraanse diaspora die daar behoefte aan hebben: hoe kunnen we ervoor zorgen dat onze telefoons veilig zijn, dat we veilig met elkaar kunnen communiceren?

Dat zijn even de voorbeelden waar ik dan naar op zoek ben. Wat heeft een individu eraan? Die mensen weten eerlijk gezegd — ik snap dat we beleidsmakers zijn, dus dat je zoveel mogelijk studies wilt et cetera — dondersgoed waar ze last van hebben. Daar hebben ze geen studie van Clingendael voor nodig. Die kunnen u precies vertellen hoe die intimidatie eruitziet en die willen gewoon een antwoord op de vraag hoe zij hier als Nederlander worden beschermd. Daar gaat onze vraag over. Ik zag dat mijn collega van D66 het probeerde. Als het gaat om die weerbaarheid, zoeken wij dus ook naar de bescherming van het individu. Wat voor weerbaarheidsprojecten zijn er dan? Dat is voor ons of voor mij — laat ik voor mezelf spreken — niet alleen een integratievraagstuk. De mensen die hierheen zijn gekomen uit Belarus, kwamen hier niet zozeer heen omdat ze graag in Nederland wilden wonen, maar om heel andere redenen en die voelen zich hier niet veilig.

De voorzitter Kuzu:
Het is meer een oproep waar de minister een reactie op kan geven.

Minister Van Gennip:
Dat mensen het gevoel hebben zich hier niet veilig te voelen, herken ik. Dat heb ik natuurlijk ook op heel veel momenten tijdens werkbezoeken meegemaakt, bijvoorbeeld een keer bij een totaal ander werkbezoek. Ik zal niet zeggen waar ik was, want deze jonge Iraanse vrouw vertelde heel trots dat ze net haar statushouderschap had gekregen — ze sprak overigens al vrij goed Nederlands — maar ze wilde met de lokale krant haar achternaam niet delen. Dat bezoek was niet in het kader van statushouders, maar in een heel ander kader. Om haar te beschermen noem dat kader niet; kun je nagaan. Zij wilde niet met haar achternaam in de krant. Dat laat dus zien onder welke zelfcensuur en druk mensen hier kunnen leven. Ik ben me daar dus heel goed van bewust, want het is niet het enige voorbeeld dat ik u kan geven en u kunt er ook een heleboel noemen. Ik begrijp dus ook uw behoefte om te zoeken naar hoe we deze mensen kunnen helpen om weerbaar te zijn, of dat nou om hele technische dingen van de telefoon gaat of inderdaad om het herkennen van die wens om te ontkomen aan de grip van die lange arm. Dit begint eigenlijk bij de gemeentes. Daar worden nu interventies uitgedacht. Ik noemde u net die twintig voorbeeldgemeentes, maar het is breder. Die interventies worden uitgeprobeerd en vervolgens bij elkaar gebracht om te kijken wat er wel en niet werkt en om te zien waar gemeentes ook van elkaar kunnen leren. Dat is het eerste.

Het tweede is dat we een bewustwordingscampagne aan het voorbereiden zijn. Dat is een interdepartementale bewustwordingscampagne, juist omdat er veel verschillende departementen bij betrokken zijn. Daarmee leer je mensen dus om nepnieuws te herkennen, zoals ik net zei, maar er zullen ongetwijfeld ook technische dingen over de telefoon aan de orde komen.

Op het moment dat individuen bescherming nodig hebben en het zover gaat dat er grote bedreigingen zijn, moeten ze echt naar de politie stappen om die bescherming te vragen. De meeste meldingen komen op dit moment overigens ook binnen van mensen die zich gewoon onveilig en onrustig voelen. We komen dadelijk op die meldfunctie. Ze komen overigens ook bij ons binnen, maar daar komen we zo op.

Mevrouw Piri (PvdA):
Misschien komen we zo stukje bij beetje verder. De wens vanuit de Kamer was om te komen met een speciaal meldpunt. Dus niet: ga naar uw lokale politiekantoor. Uit eigenlijk alle voorbeelden die wij geven, blijkt namelijk dat er dan gewoon te weinig mee gebeurt. De oorzaak daarvan leg ik niet bij de politie neer, want dit is gewoon een complex iets. Wij waren in de veronderstelling dat het kabinet werkte aan een centraal integraal meldpunt voor het individu, zoals de Iraniër die al zó veel meldingen had gedaan voordat hij hier geliquideerd werd. Dan kunnen we dat soort dingen in de toekomst voorkomen. Bij mij blijft de nasmaak hangen dat het van minister naar minister wordt gestuurd — die indruk kreeg ik ook al bij de minister van Buitenlandse Zaken — omdat niemand zich er echt verantwoordelijk voor voelt en dat dat individu uiteindelijk nog steeds geen andere oplossing heeft dan maar binnen te stappen bij het lokale politiekantoor, terwijl de wens van de Kamer echt een andere is.

De voorzitter Kuzu:
De meldfunctie stond als tweede onderwerp in de beantwoording. Ik denk dat de minister daarop terug kan komen. Volgens mij is het stapeltje over OBI in de brede zin heel dun.

Minister Van Gennip:
Ja, daar zijn we bijna doorheen. Daarna gaan we over naar de meldfunctie.

De voorzitter Kuzu:
Zullen we ‘m heel even apart leggen, mevrouw Piri? Dan een piepklein vraagje van mevrouw Becker.

Mevrouw Becker (VVD):
Mevrouw Piri triggerde mij door haar vragen over de Agenda Veerkrachtige en Weerbare Samenleving, want die hebben wij vorige week op de agenda gehad bij een debat over inburgering en integratie. Ik raakte even in verwarring door het antwoord van de minister. Ik had namelijk begrepen dat het een agenda is voor 10 miljoen, waarvan 6 miljoen breed naar twintig focuswijken gaat en niet per definitie wordt besteed aan het tegengaan van OBI in die wijken, maar aan het krachtig maken van die wijken. Ik had begrepen dat er voor de rest nog wat middelen over zijn om professionals te trainen en een learning platform te maken. Toen hebben we nog die discussie gehad van: dat onlineplatform is er nog niet; wanneer kan dat er komen? Maar mijn afdronk was dat dit eigenlijk niet een OBI-aanpak is, maar gewoon: hoe kunnen we in een superdiverse samenleving investeren in samenleven? Mevrouw Piri vroeg naar concrete programma’s en toen gaf de minister een beetje aan: dat gaan we in die wijken doen. Is het nou dus wel of niet zo dat er op OBI gerichte programma’s in die twintig wijken gaan worden gefinancierd met die 6 miljoen?

Minister Van Gennip:
Nee, ik denk dat ik dan onduidelijk ben geweest. Ik probeerde zo concreet mogelijk aan te geven wat we aan het doen zijn in de Agenda Veerkrachtige en Weerbare Samenleving. Dat is inderdaad veel breder dan OBI en zeker niet specifiek gericht op OBI. Maar met die agenda wil je er natuurlijk voor zorgen dat je veerkrachtige samenlevingen hebt, samenlevingen waarin mensen perspectief hebben zodat ze veel minder vatbaar zijn voor wat dan ook, ook voor criminaliteit en dus ook voor OBI. Als er in een van die twintig wijken behoefte is aan een specifieke OBI-aanpak, dan kan dat natuurlijk, want het kan best zo zijn dat een van die twintig wijken juist meer lijdt onder OBI dan andere wijken. We hebben die discussie vorige week gehad. Dit is erop gericht om veerkrachtige samenlevingen te bouwen, maar ik geloof echt dat een veerkrachtigere gemeenschap ook beter bestand is tegen OBI.

De voorzitter Kuzu:
De minister kan doorgaan met de beantwoording. O, er is toch een vraagje van meneer Van Baarle. Maar het gaat wel hard met de interrupties, hè? Als het zo doorgaat, dan ga ik het beperken.

De heer Van Baarle (DENK):
Ik heb een informatieve vraag. Wat is precies de achtergrond van die twintig wijken? Hoe zijn die geselecteerd en wat is de reden dat we het over twintig wijken hebben? Zijn die onderdeel van een ander programma, waar dit bij is aangehaakt? Hoe zit dat precies?

Minister Van Gennip:
Dat is het brede Nationaal Programma Leefbaarheid en Veiligheid in wijken van de minister van Binnenlandse Zaken. Daar zijn wij dus bij aangehaakt om te zorgen voor leefbare wijken en veerkrachtige samenlevingen. Onder leiding van BZK doen wij daar samen met vijf, zes departementen aan mee; dat zeg ik uit mijn hoofd. Daar zitten dus allerlei aanpakken in. Daar zit een armoedeaanpak in. Daar zit een inburgeringsaanpak in. Daar zit een huisvestingsaanpak in. Noem maar op; dat zit daar allemaal in.

De voorzitter Kuzu:
We maken de vragen over OBI in brede zin nu af. De minister.

Minister Van Gennip:
Volgens mij ben ik eigenlijk wel door de vragen over OBI heen.

Dan het meldpunt. Het is overigens een meldfunctie, zoals u van mijn collega van Buitenlandse Zaken hebt begrepen. U vroeg wat de status is. Onder coördinatie van mijn collega van Justitie, Yeşilgöz, en de NCTV is de OBI-meldfunctie sinds juli van dit jaar van kracht. Bij verschillende onderdelen van de rijksoverheid komen allerlei signalen binnen. Die worden vervolgens besproken op één centrale plek. Dit draait nu een maand of twee, drie. Er wordt nu gewerkt aan het eerste periodieke OBI-fenomenenbeeld. Dat zal naar verwachting gereed zijn in december 2023.

Dan is de vraag: wat hebben burgers aan zo’n OBI-meldfunctie? Ik geloof echt dat we een breder beeld krijgen van wat er aan de hand is in Nederland als we dit in kaart brengen. Ook wij krijgen eens per maand, veel minder vaak dan de politie, via onze netwerken meldingen binnen van mensen die zeggen: dit en dit is mij opgevallen. Dat brengen wij in bij die OBI-tafel, zoals die heet, waardoor die fenomenen in kaart gebracht kunnen worden en geduid kunnen worden. Daar heeft een individuele burger niet direct persoonlijk iets aan, maar wel in den brede, want daarmee gaan wij patronen herkennen en zien wat er aan de hand is. Als kabinet willen wij de drempel voor burgers om die OBI-meldingen te doen, zo laag mogelijk houden. Vandaar dat we dus gebruikmaken van al die verschillende ingangen binnen de rijksoverheid, zowel in het sociale domein als in het veiligheidsdomein. Dan krijgen we dus meer inzicht in potentiële doelwitten en de modus operandi; ook daarover leren we elke dag weer wat. Dat vergroot dus de mogelijkheden voor ons als overheid om die OBI-activiteiten te herkennen en te verstoren.

Dit zijn inderdaad geen directe oplossingen voor individuele gevallen; ik denk dat we daar heel helder over moeten zijn. Dat komt ook omdat verreweg de meeste meldingen geen strafbare feiten betreffen. Dan is het dus moeilijker om ze strafrechtelijk aan te pakken. Maar het doen van meldingen, het doorgeven van signalen, geeft dus wel beter inzicht in de aard en daarmee in wat je vervolgens aan bewustwording en weerbaarheidstrainingen kan doen. Ik kan herhalen dat je bij actuele dreiging gelijk naar de politie moet stappen, maar ik denk niet dat dat de vraag hier is. De vraag is wat je kunt doen voor die mensen bij wie het niet iets strafrechtelijks is. Daar kun je inderdaad strafrechtelijk niet zo veel doen. Je kunt mensen weerbaar maken, je kunt ze trainingen geven en je kunt lokale mensen inzicht geven in wat er gebeurt, zodat ze dingen beter herkennen en patronen leren herkennen. Op die manier kan je mensen helpen.

Mevrouw Piri (PvdA):
Nog één interruptie en dan hou ik ermee op, hoor; u zult van mij dus niet zo heel veel last meer hebben. Ik denk gewoon dat we dan met een andere indruk in dit debat zitten. Er is dus eigenlijk niks veranderd met de aankondiging van een meldpunt voor individuen. We hebben hier met het kabinet hele gesprekken gehad waarin we onder andere zeiden: betrek nou diasporagemeenschappen en vraag waarom ze bijvoorbeeld niet naar de politie durven te stappen. We vroegen: wat gebeurt er met een serieuze melding, hoe zit het met de samenwerking met de veiligheids- en inlichtingendiensten en wat is er misgegaan bij incidenten? Ik geef u gewoon voorbeelden.

Ik zal het land niet noemen, want ook ik wil niet dat mensen in gevaar komen. Een in het land van herkomst super-, superbekende mensenrechtenverdediger woont in Nederland en komt op een dodenlijst te staan. Die maakt bij de lokale politie een serieuze aangifte daarvan. Ik snap dat de lokale politie dan niet weet wie deze persoon is. De lokale politie neemt het op en er gebeurt niks. Ik moet er als Kamerlid heen om aan te geven dat mijn inschatting is dat deze persoon serieus in gevaar zou kunnen zijn op het moment dat er zo’n dodenlijst is. De wens is dus juist: zorg er nou voor dat dit soort informatiedingen met elkaar gekoppeld worden en dat er voor buitenlandse beïnvloeding een meldpunt komt waar niet alleen de politie, maar ook de veiligheids- en inlichtingendiensten bij betrokken zijn, zodat zo’n aangifte ook meteen op waarde kan worden geschat. De praktijk wijst namelijk helaas uit dat a dat in het verleden niet is gebeurd, met dodelijke gevolgen, en b dat de diasporagemeenschap er op dit moment op grond van hun ervaring geen vertrouwen meer in heeft om überhaupt aangifte te doen bij de politie. Oeigoeren ervaren hetzelfde; die hadden met z’n vijftigen één aangifte gedaan, met telefoontjes met familieleden aan de lijn die gemarteld worden aan de andere kant, maar in de huidige aanpak gebeurt daar gewoon niks mee. Nogmaals, het is geen kritiek op de minister, maar bij mij zit de frustratie er meer in dat er eindelijk weer een debat Buitenlandse beïnvloeding geagendeerd staat, maar we niet een heel deel van het kabinet hier hebben. Daar had ik misschien scherper op willen zijn; dat is ook mijn les voor na de verkiezingen. Dat debat moeten we integraal gaan voeren, want ik voel echt samen met collega’s die verantwoordelijkheid naar die Nederlanders met een biculturele achtergrond om ervoor te zorgen dat dit serieus wordt opgepakt.

Minister Van Gennip:
Ik begrijp uw zorgen en die deel ik, maar er zijn gewoon een heleboel dingen waar ik u vandaag geen antwoord op kan geven, omdat ze gewoon niet in mijn portefeuille zitten. Zoals ik net al zei: ik heb nog drie, vier collega’s; nodig ze alsjeblieft uit, want dan kunnen we wel dat debat erover hebben. Ik kan gaan improviseren op de portefeuille van mijn collega’s, maar daar hebben we allemaal niks aan. Anders doe ik u beloftes die we niet waar kunnen maken of ik zeg iets wat niet klopt; of ik zeg iets wat wel klopt, maar wat ze liever zelf hadden willen zeggen. Dat is gewoon niet handig. Daar komt bij dat ik toch behoorlijk overvraagd ben over een aantal dingen; u zult het dadelijk zien. Ik zei al dat ik de postbus kan zijn, maar dat voelt voor mij ook onhandig, want ik denk: ik vind er ook nog wel wat van, maar ik heb liever dat mijn collega’s voor hun verantwoordelijkheid staan en u dan ook echt het brede antwoord kunnen geven. Dat dat gesprek met vijf verantwoordelijke collega’s gevoerd wordt, verdient de diasporagemeenschap ook. Dan zal ik mijn verantwoordelijkheid nemen voor de gemeenschappen en de weerbaarheid. Daar moeten we natuurlijk voortgang op laten zien; ook daar heeft u een punt. Het is nu een jaar bezig. Wat doen we dan precies? Hoever komen we? We zien dat we daarin echt nog wel lerend zijn en dat we elke keer weer ontdekken dat verschillende soorten gemeenschappen ook verschillend reageren — dat komt dadelijk ook aan bod bij die onderzoeken — omdat mensen een andere culturele achtergrond hebben of omdat die beïnvloeding op een andere manier plaatsvindt. Ook daar moeten we dus van leren: we kunnen het niet allemaal in één mal gieten.

De voorzitter Kuzu:
Mevrouw Podt heeft nog een vraag en ik zie dat iedereen dan drie vragen heeft gesteld. Ik stel voor dat we daarna de interrupties beperken tot maximaal twee, gezien de tijd.

Mevrouw Podt (D66):
Deze vraag kan de minister dan misschien wél beantwoorden. Zij gaf zelf aan dat zij het belangrijk vindt dat de drempel laag is voor mensen. Is zij het met mij eens dat het dan kan helpen dat mensen het idee hebben dat er niet alleen op het niveau van zo’n fenomenenbeeld, maar ook op het niveau van hun eigen individuele situatie iets kan veranderen? Dan is het — dat is volgens mij een beetje een gedeelde frustratie die hier zit — dus ook noodzakelijk dat we mensen iets kunnen bieden op dat meer particuliere niveau. Dat is misschien ook echt iets waar zij het dan met haar collega’s over moet hebben. Ik denk namelijk echt dat wij Nederlandse burgers dit op deze manier niet kunnen aandoen.

Minister Van Gennip:
Dan wordt het lastig. Niet zozeer qua collega’s en zo, maar op het moment dat het niet strafrechtelijk is, dan kun je dat eigenlijk alleen maar voor elkaar krijgen door mensen inderdaad die instrumenten mee te geven om daartegen in te kunnen gaan. Als het niet strafrechtelijk is, kun je heel moeilijk degene die dat uitvoert, aanhouden. Als het statelijke actoren uit het buitenland zijn en er vanuit het buitenland wordt geopereerd, is dat ook heel ingewikkeld.

Daarnaast is het volgende punt belangrijk. Dat gaat ook even terug op het debat van vorige week. Diensten en politie hebben allerlei grondwettelijke grondslagen om individuele casussen te kunnen beoordelen en om daarmee om te gaan. Die heeft SZW niet. Of het nou gaat om degene die acteert of degene die beïnvloed wordt: we hebben gewoon geen grondslag om dat bij te houden. Ik denk ook niet dat we die grondslag willen creëren, ook gezien het debat van vorige week. Dat neemt niet weg dat we dit natuurlijk gewoon superserieus moeten nemen, maar dat moet kabinetsbreed.

Ik heb hier — ik zat er even doorheen te bladeren — een aantal vragen die erover gaan of mensen aangifte durven te doen. Het ging er in dit geval om dat mensen uit het Rifgebied geen aangifte meer durven te doen door de samenwerking tussen Nederlandse en Marokkaanse politiediensten. Dat is echt een vraag voor mijn collega van JenV.

Hetzelfde geldt eigenlijk voor de liquidatie waar mevrouw Piri aan refereerde. Het volgende is wel zo. Op het moment dat de statelijke actor overgaat tot direct fysiek geweld — als dat zo is, dan is dat hier gericht tegen individuen in Nederland — dan is het veelal een zaak van de juiste informatie en inlichtingen om dit te kunnen traceren. Dan heb je het dus echt over de inlichtingendiensten en het treffen van de juiste bewakings- en beveiligingsmaatregelen. Ik ken de individuele casus niet goed genoeg om daar meer over te kunnen zeggen. Ik verval een beetje in herhaling door te zeggen dat het in dit geval de verantwoordelijkheid is van zowel JenV als BZK. Maar ik begrijp het punt dat u maakt.

Mevrouw Piri of mevrouw Becker, of allebei, vroeg ook: wanneer kunnen we de OBI-communicatiecampagne verwachten? Eind 2023. Dat is de bewustwordingscampagne waar we het net over hadden. Dat is dus over een maand of twee. Dan hebben we op basis van de verschillende dingen die we nu al weten, hopelijk een aantal onderwerpen vast waarmee we mensen direct kunnen helpen. Dan is het nog van het niveau van “dit moet je doen met je telefoon” of “probeer op die en die manier ermee om te gaan”.

Mevrouw Becker vroeg ook: hoe kunnen we de informatie optimaal delen tussen ministeries, politie en AIVD? Mijn collega van Justitie Yeşilgöz coördineert de rijksbrede aanpak van ongewenste buitenlandse inmengen. Daar zijn de AIVD, Buitenlandse Zaken, BZK, Defensie, de NCTV, de nationale politie, de MIVD en wijzelf bij betrokken. Dan is het dus heel belangrijk dat we die informatiedeling goed doen, maar ook dat we daar de wettelijke grondslagen voor hebben. Die moeten we echt respecteren. Dat betekent dat we geen bijzondere persoonsgegevens kunnen delen tussen beleidsdepartementen. Daarvoor hebben alleen de politie en de I&V-diensten een wettelijke grondslag. Het delen van informatie over de aanpak van OBI gebeurt altijd binnen die wettelijke kaders, maar over fenomenen en trends kunnen we natuurlijk wel informatie delen. Dat doen we dus ook.

Ik voeg nog even iets toe op het punt van de meldfunctie. We hadden het net over wat de toegevoegde waarde is voor het individu. Die toegevoegde waarde van dat inzicht in die fenomenen — ik noemde het net ook al — kan zich uiteindelijk vertalen in preventie en aanpak van de dreiging alsmede in bescherming van de personen die daar last van hebben. Het lijkt me goed om dat eraan toe te voegen.

Er zijn melders die vragen wat er met hun melding gebeurt. Over het algemeen zien we, in ieder geval bij de meldingen die bij ons binnenkomen, dat mensen een situatie of een fenomeen wilden melden en niet zozeer iets voor henzelf. Ze zeiden: ik zie dingen om mij heen gebeuren. Dat is heel waardevolle informatie. Zo’n meldfunctie die niet over jou persoonlijk gaat is dus heel prettig want dan kun je zeggen: ik zie dat en dat gebeuren en gisteren gebeurde dat. Daar kunnen wij vervolgens iets mee. We nemen dat echt mee. Op het moment dat wij zien dat daar een buitenlandse actor bij betrokken is, kunnen wij het op internationaal niveau opvolgen in de diplomatieke relatie — dat is natuurlijk iets voor mijn collega van Buitenlandse Zaken — en dan is de terugkoppeling naar de melder zeker niet relevant of niet evident. Als er strafrechtelijke feiten zijn, wordt er gewoon aangifte gedaan en wordt dat opgevolgd. Dat waren mijn antwoorden over de meldfunctie.

Clingendael. Een belangrijk onderwerp is: goed begrijpen hoe een bepaalde gemeenschap in Nederland een op hun gericht diasporabeleid ervaart. In dit geval ging het eerste onderzoek, dat dus gedaan is door Clingendael, over het Turkse diasporabeleid. Dat onderzoek laat zien dat de Turks-Nederlandse gemeenschap sowieso zeer divers is; dat weten we natuurlijk. Niet alleen divers in politieke voorkeur —dat zag je terug in hoeveel mensen hebben gestemd — maar ook in religie en in identificatie met Nederland en met Turkije. De betrokkenheid van de Turkse autoriteiten bij de Turks-Nederlandse gemeenschap wordt ook echt op een heel verschillende manier door de verschillende respondenten beleefd en gewaardeerd.

Allereerst komt naar voren dat ruim meer dan de helft — ik had 60% en u had 64% — zich primair met Turkije identificeert. Het hangt een beetje af van de vraagstelling, maar ik wil dat cijfer omlaag. Op het moment dat je hier in Nederland woont, hoop ik dat je je ofwel dubbel identificeert, met zowel Turkije als Nederland — daarvan zegt 58% dat dat zo is — of je voornamelijk identificeert met Nederland. Je ziet overigens dat dit cijfer bij jongere generaties hard naar beneden gaat. Dat zie je ook terug in wie er wel en niet gestemd hebben. Jongere Turkse Nederlanders stemmen over het algemeen minder vaak dan oudere Turkse Nederlanders omdat ze zich wellicht veel meer onderdeel voelen van de Nederlandse samenleving en dus minder binding hebben met hun land van herkomst.

In het onderzoek stond ook — een aantal van u refereerde er al aan — dat een kwart van de respondenten aangeeft zich onveilig te voelen vanwege de invloed van de Turkse autoriteiten in Nederland. Ook dat vind ik zorgelijk. Dat betekent dat een op de vier Turkse Nederlanders eigenlijk zegt: ik weet het niet als ik met iemand anders praat of als ik naar huis in Turkije bel. Dat is iets wat iedereen, denk ik, zorgen baart. Iedereen in Nederland moet zich vrij en ongehinderd kunnen ontplooien en kunnen bewegen zonder ongewenste bemoeienis van andere landen.

Wij willen goed begrijpen hoe dit in elkaar zit. We hebben de vragenlijst. Die gaan we, ook na de verkiezingen, nog een keer gebruiken met gesprekken erbij, om te begrijpen waar dat gevoel van onveiligheid vandaan komt. En vooral om antwoord te krijgen op de vraag: ”U wilt dat de Nederlandse overheid er wat aan doet. Maar wat wilt u dan dat de Nederlandse overheid eraan doet?” En: wat kunnen we er vervolgens ook aan doen? Daarop gaat u diepere antwoorden krijgen.

We gaan, landenneutraal, soortgelijke onderzoeken doen voor andere gemeenschappen, want daar speelt natuurlijk hetzelfde. De beïnvloeding vindt niet altijd op dezelfde manier plaats; dat kan echt per gemeenschap verschillen en dat kunnen ook andersoortige beïnvloedingen zijn. Soms zijn de beïnvloedingen financieel gedreven, soms zijn ze cultureel gedreven en soms zijn ze heel gewelddadig. Dat verschilt echt per gemeenschap. En daarom zijn die onderzoeken zo van belang.

Nu kom ik terug op het Clingendaelonderzoek, op wat er nu belangrijk is om te zeggen over het Clingendaelonderzoek. Ik wil in dat verband nog iets zeggen over de Turks-Nederlandse organisaties waarmee ik spreek of waarmee mijn mensen spreken. Dat is een hele lijst. Waar is die? De organisaties die u net noemde, zoals Diyanet, Hizmet, Milli Görüs en Gülen zitten daar allemaal bij aan tafel. Ik vind de suggestie heel goed om de groep mensen die zich in manifesten heeft uitgesproken over de ongewenste tweede nationaliteit ook als structurele gesprekspartner uit te nodigen. Dat zal gelijk ook de man-vrouwbalans flink opvrolijken. Wij hebben ook vaak gesprekken met Femmes for Freedom. Daar geven we opdrachten aan. Op die manier is het scala aan organisaties waarmee we praten heel breed. We hebben echt de overtuiging dat we juist met al die organisaties aan tafel willen spreken.

Uit eigen ervaring moet ik zeggen dat ze het soms ook niet met elkaar eens zijn, als je met z’n allen aan tafel zit, en ter plekke discussies met elkaar hebben. Dat is ook wel weer leerzaam. Soms spreken we dus met subsets over bepaalde onderwerpen, omdat het dan makkelijker praat. Maar we hebben ook regelmatig — dat hebben vooral mijn mensen regelmatig, elke maand of elke twee maanden, geloof ik — uitgebreide gesprekken. Soms zijn die gericht op de Turks-Nederlands gemeenschap of een andere gemeenschap. Soms vindt zo’n gesprek plaats met moslimorganisaties en gaat het om mensen uit veel meer landen. Soms gaat het inderdaad om diasporabeleid met weer andere groepen. Wij zijn namelijk nu aan het opzetten hoe wij de verschillende gemeenschappen kunnen helpen. Van origine waren het eigenlijk twee of drie gemeenschappen, maar we zij het echt aan het uitbreiden, zodat we ook gesprekken hebben met andere gemeenschappen, juist om goed te begrijpen wat er in die gemeenschappen speelt. Op die manier kunnen we onze weerbaarheid en veerkracht echt handen en voeten geven. Dat was Clingendael.

Dan de imamopleiding. Ik geef even een inleiding, omdat ik denk dat dat belangrijk is. U hebt de brief ook ontvangen. Ik ben blij dat we die brief nog net voor het debat hebben kunnen sturen, dus dat we zover waren dat we dit konden aankondigen. Ik vind het belangrijk dat wij een in Nederland/Vlaanderen geaarde opleiding hebben, want dit gebeurt samen met België. Waarom is dat belangrijk? Voor de Nederlandse moslimgemeenschappen wil je juist imams die de Nederlandse taal kennen, die de Nederlandse samenleving kennen en de Nederlandse waarden en normen. Vooral in verband met jongeren wil je imams die goed begrijpen hoe het er in Nederland aan toe gaat. Er is een draagvlakonderzoek gedaan en daarin zie je dat vooral de jongeren of de ouders van teenagers echt behoefte hebben aan in Nederland gewortelde imams. De ervaring van moslimgemeenschappen die vaak afhankelijk zijn van imams uit het buitenland, is dat die onvoldoende aansluiting vinden bij onze normen en waarden, onbekend zijn met de pluriforme context van de Nederlandse samenleving en vooral met de levensbeschouwelijke vraagstukken van onze jongeren. Dat is eigenlijk wat de ondervraagden aangeven in het draagvlakonderzoek dat is uitgevoerd door Labyrinth.

De opleiding gaat in september 2025 beginnen, want het kost natuurlijk even tijd om zo’n opleiding op te zetten en om de erkenningen te krijgen. De verwachting is dat daarmee op termijn de afhankelijkheid van buitenlandse imams afneemt. Dat is wat we met elkaar willen, denk ik, maar het duurt wel even voordat we er echt voldoende hebben om die afhankelijkheid echt te verminderen. De laatste stand van zaken hebt u ontvangen in de brief. Dat betekent dus: over twee jaar beginnen. Even ter verduidelijking: de imamopleiding doen we niet samen met België, maar we wisselen uit hoe beide landen dit aanpakken. België heeft een ander stelsel, maar de vergunning, de accreditatie, is wel samen met België.

Er zijn ook kritiekpunten op de imamopleiding gekomen. Ook dat is belangrijk, want dat betekent dat die aandachtspunten meegenomen kunnen worden in de uitwerking van die opleiding. Ik heb zelf ook een aantal e-mails gekregen. Zowel de overheid, de onderwijsinstellingen die dat gaan doen als de moslimgemeenschappen krijgen die berichten dus. Ik denk juist dat het van belang is dat er verschillende visies op zijn. Dat geeft ook weer rijkdom aan zo’n opleiding. Dat is ook zo bij de theologieopleidingen van protestanten en katholieken. Ook daar heb je verschillende visies en dat zorgt wat mij betreft juist voor een goede discussie en uiteindelijk ook een goede wetenschappelijke onderbouwing van zo’n opleiding. Dat is volgens mij hoe we het nu aan het opzetten zijn. Wat ik tot nu toe over het algemeen heb gehoord, maar dat is nu in anderhalve week tot twee weken, is het met brede instemming ontvangen, hoewel met een aantal vraagpunten.

Mevrouw Becker vroeg of ik ook het tweede onderdeel van de motie rondom de imamopleiding ga uitvoeren, namelijk het toetsen op prioriteitgenietend aanbod, zodat we niet langer een tewerkstellingsvergunning aan buitenlandse imams verlenen. Het praktische punt is dat het nog wel even duurt voordat we voldoende imams hebben voor alle moskeeën. Ik wil er nu echt eerst voor zorgen dat imamopleiding gaat draaien en dat we daar echt imams opleiden die in Nederland passen. Het gaat hier vaak om moslims die de taal van hun ouders niet meer zo goed spreken, dus deze imams moeten ook Nederlandssprekenden goed kunnen bedienen. De opleiding is overigens natuurlijk in het Nederlands. De opleiding is niet bedoeld om buitenlandse imams te weren. Op het moment dat je wilt stoppen met het afgeven van tewerkstellingsvergunningen moet je je wel realiseren dat er een bijzondere regeling is voor geestelijke voorgangers, waardoor er geen arbeidsmarkttoets plaatsvindt. Dit staat ook in de eerdere brieven die u daarover hebt gekregen. Het geldt dus ook voor andere geestelijke voorgangers. Het staat alle religieuze gemeenschappen vrij om eigen geestelijke bedienaren aan te stellen. We maken dus geen onderscheid naar verschillende soorten religies. Als je de arbeidstoets opnieuw zou invoeren, zou die dus moeten gelden voor alle geestelijke bedienaren. Dit is alles wat betreft de imamopleiding.

De voorzitter Kuzu:
Daar heeft mevrouw Piri nog een vraag over.

Mevrouw Piri (PvdA):
Ik denk dat een nationale imamopleiding heel goed is. Zoals de minister aangeeft, is het natuurlijk niet zo, zelfs als die al helemaal up and running was, dat er geen imams van buiten Nederland zullen komen. Je ziet dat ook in Duitsland, waar in 2011 een imamopleiding is opgestart. In Duitsland hebben ze een heel intensief integratietraject voor het geval dat bijvoorbeeld een land als Turkije imams stuurt. Van tevoren, voordat die mensen hier komen, gaan zij aan de slag met integratie, met taallessen en al dat soort dingen. Is dat iets wat weerklank vindt bij deze minister?

Minister Van Gennip:
Dat heeft zelfs weerklank gevonden bij mijn voorganger, want sinds de Wet inburgering 2021 zijn imams inburgeringsplichtig. Dat waren ze onder de Wib 2013 niet. Mijn ambtenaar zegt dat dit alleen geldt voor Turkije en dat de anderen al inburgeringsplichtig waren. Het is dus nu ook zo voor Turkse imams. Dat heeft meer met hun Turkse nationaliteit te maken dan met het imam-zijn. Maar even beleidsmatig: ik vind dit heel erg belangrijk. Daarom ben heb ik er ook zo druk mee; die imamopleiding zal er komen. Ik vind het heel erg belangrijk dat je uiteindelijk imams hebt die in Nederland geworteld zijn. Ze kunnen nog steeds uit het buitenland komen of hier geboren zijn, maar als ze uit het buitenland komen dan hoort daar dus een inburgeringstraject bij, ook voor hun gezinsleden. Ik vind het ook écht belangrijk dat het mensen zijn die hier midden in de samenleving staan. Ik vind het belangrijk dat mensen hun eigen religie kunnen beleven. Ik vind het belangrijk dat ze daar vrijheid in hebben, maar het hoort wel binnen de Nederlandse context plaats te vinden en daar is die inburgering van imams dus erg belangrijk voor. Vanuit mijn overtuiging zeg ik dus ja. Gelukkig was het dus voor de niet-Turkse imams ook al geregeld in de Wib 2013 en voor de Turkse imams is dat dus ook zo in de Wib 2021. Dat heet het zogenaamde PIN-traject, het Professionaliseringsprogramma zittende imams in Nederland. Dat is een van de leergangen in de Wib 2021.

Mevrouw Becker (VVD):
Ik heb een korte feitelijke vraag. Geldt dat dan voor alle imams die hier komen, ook met een tewerkstellingsvergunning, en die een aantal jaren een aanstelling krijgen bij een Nederlandse moskee?

Minister Van Gennip:
Ja.

Mevrouw Becker (VVD):
Vallen die dan allemaal onder de inburgeringswet?

Minister Van Gennip:
Ja. Voorheen vielen de Turkse imams dus niet onder de Wi, maar dat had met hun nationaliteit te maken. Nu vallen zij gewoon allemaal onder de Wi21, tegenwoordig.

De
voorzitter Kuzu:
Dan kunnen we volgens mij doorgaan met de verkiezingen. Of is er toch een vraag?

De heer
Van Baarle (DENK):
Ja, voorzitter. Die imamopleiding was overigens de eerste motie die ik als beleidsmedewerker heb gemaakt. Die is aangenomen, volgens mij in 2015. Ja, dat is lang geleden. Anderen hebben zich er ook mee beziggehouden, maar toevallig was dat de eerste motie. De minister gaf aan dat er wisselende signalen zijn. Dat is ook iets wat ik ervaar. Krijgen we, zonder af te doen aan het belang van het feit dat we dit moeten doen met elkaar, de komende tijd nog een vorm van een terugkoppeling van hoe de minister in het lopende traject ook de signalen vanuit de gemeenschap heeft meegenomen in het uiteindelijke, finale tot stand komen van de opleiding?

Minister
Van Gennip:
De VU gaat er natuurlijk zelf over. Die is zelf verantwoordelijk voor haar curriculum. Ook bij — noem eens wat — natuurkunde zouden we vanuit de Tweede Kamer niet zeggen dat we daar die of die eisen aan stellen. Maar we kunnen u zeker terugkoppelen, natuurlijk ook gezien de politieke discussie hier, hoe de VU dat heeft aangepakt. Dat doen we dan gewoon in de voortgangsbrief. Ik heb inderdaad zowel de motie van DENK en D66 uit 2015 als de motie van de VVD uit 2021 hier liggen. Dus dank voor de aanmoedigingen vanuit alle kanten.

De voorzitter Kuzu:
Volgens mij zijn we nu wél aangekomen bij het blokje dat u typeerde als “vreemd”: verkiezingen en moslimhaat.

Minister Van Gennip:
Ja. Ik begin met verkiezingen. Is de minister bereid om te regelen dat buitenlandse verkiezingen alleen per post kunnen? Daar gaat ie weer: mijn collega van Buitenlandse Zaken gaat over de organisatie van buitenlandse verkiezingen die in Nederland worden georganiseerd. Het Rijk stelt in beginsel geen voorwaarden aan de wijze waarop het stemproces wordt ingericht. Het staat andere landen vrij om verkiezingen naar eigen inzicht te organiseren. De verantwoordelijkheid voor het organiseren van die verkiezingen ligt bij de diplomatieke vertegenwoordiging in dat land, dus bij de Turkse ambassadeur in Nederland; dat was afgelopen voorjaar natuurlijk ook zo bij de Turkse verkiezingen. Datzelfde geldt voor Nederlandse verkiezingen in het buitenland. Aanstaande november is de ambassadeur in Turkije vanuit Nederland verantwoordelijk voor het daar organiseren van de verkiezingen. Die vertegenwoordigingen staan natuurlijk in contact met de gemeentes waar gestemd kan worden. De Turkse ambassadeur — of de Franse of Duitse ambassadeur als het Franse of Duitse verkiezingen zijn — staat dus in contact met de gemeentes als zij fysieke stemmingen willen organiseren. In overleg met het lokaal gezag, dus met de burgemeester en de politie, overleg je dan hoe je dat organiseert — of er genoeg parkeerplaatsen zijn en noem maar op — en hoe het ordentelijk verloopt. Zoals u weet — u refereerde daar ook aan — was dat in de eerste ronde van de Turkse verkiezingen hier in Nederland niet het geval; de tweede ronde is wél ordentelijk verlopen. Daar hebben we ook mondelinge vragen over gehad hier in uw Kamer.

Hoe gaan wij nou OBI tegen bij buitenlandse verkiezingen, niet alleen bij verkiezingen voor het Turkse parlement en de Turkse president — ook al betreft dat wel een hele grote bevolkingsgroep — maar natuurlijk breder? Mijn collega van BZK heeft op 1 januari 2023 de Wet financiering politieke partijen aangescherpt. Dat betekent dat je vanaf dat moment geen gift meer mag ontvangen van niet-Nederlandse gevers. Dat geldt dus voor alle politieke partijen. Ook moeten politieke partijen bij giften van bedrijven en stichtingen de gegevens registreren van de UBO, de uiteindelijke belanghebbende. Die moet je jaarlijks laten controleren; dat weet u allemaal. Dat zou het risico op ongewenste buitenlandse financiering van politieke partijen in ieder geval moeten kunnen tegengaan. Ik denk dat uw vraag over de aanstaande verkiezingen van 22 november breder was. Ik zou u echt willen vragen om dat debat te voeren met de minister van BZK, maar ik begrijp uw zorgen, ook gezien wat bij verschillende verkiezingen in verschillende landen en hier is gebeurd op het punt van desinformatie en op een bepaalde manier proberen om uitkomsten te verkrijgen. Dat lijkt mij een debat waard met de minister van Binnenlandse Zaken.

Mevrouw Podt (D66):
Dat was natuurlijk mijn vraag. Ik ga natuurlijk met de grootste liefde een loketje verder, maar het lastige is dat we nu een paar weken van de verkiezingen vandaan zijn. Kan de minister mij dus in ieder geval laten weten of wij net als twee jaar geleden een taskforce hebben om dit soort inmenging en beïnvloeding tegen te gaan? Want dat mag ik toch wel hopen.

Minister Van Gennip:
Ik zal even nagaan of dat dan weer een taskforce is of iets anders. Ik weet dat veel mensen zich hier zorgen over maken. Ik weet niet hoe dat vervolgens vorm is gegeven, maar dat zal ik u laten weten of mijn collega van Binnenlandse Zaken zal u dat laten weten, uiteraard op korte termijn; misschien luisteren ze wel gewoon mee.

Dan gaan we verder met wat we in deze samenleving doen tegen discriminatie. Daar hebben we natuurlijk al een heleboel debatten over gevoerd. Ik denk dat het zeer belangrijk is om discriminatie tegen te gaan. Daar hebben we natuurlijk de Nationaal Coördinator voor en daar hebben we heel veel programma’s voor die ik u allemaal kan gaan voorlezen, maar die u al kent. Als je uiteindelijk een stabiele samenleving wilt, denk ik dat je ook moet erkennen dat er op dit moment discriminatie is en dat je daar wat aan moet doen. Discriminatie is er op basis van kleur, achternaam, religie. Dat is iets wat ik erg vind en wat heel veel mensen tegen de borst stuit. Daar komen we alleen uit door daar stap voor stap elke dag steeds wat aan te doen, stap voor stap, elke keer weer, of dat nou stagediscriminatie, discriminatie bij het vinden van een huis of discriminatie op de arbeidsmarkt is. Daar speelt onze Nationaal Coördinator natuurlijk ook een grote rol in.

Voorzitter. Dan hebben we nog de taskforce. Ik heb u die brief inderdaad gister gestuurd. Daar is tot het laatste moment nog hard aan gewerkt. De reden waarom ik de brief toch gisteravond nog heb verstuurd, is dat ik graag wilde dat u die voor het debat zou hebben. Ik had nog wat puntjes op de i kunnen zetten. Dan had u de brief na het debat gekregen, maar dan had u er weer een andere opmerking over gehad, want ik denk niet dat u dat fijn had gevonden. Die taskforce doet een heleboel belangrijke dingen naar de gemeentes toe, maar ik vind het heel belangrijk dat de taskforce echt is aangelopen tegen de juridische grens van ons bestel. Dat is één. De tweede grote les is dat het dreigingsbeeld veranderd is; eigenlijk is dat veel breder geworden. Onze veiligheidsdiensten geven aan dat daar waar de zorgen over de dreiging voor de democratische rechtsorde vanuit het salafisme en ongewenste buitenlandse financiering juist is afgenomen, Nederland in toenemende mate te maken heeft met ontwikkelingen die een dreiging kunnen vormen vanuit onverdraagzaam, antidemocratisch gedachtegoed vanuit extreemrechts en anti-overheidssentimenten. We zien dit ook terug in de hulpvragen die wij vanuit de gemeentes krijgen. Zij vragen steeds vaker om hulp en kennis over juist deze fenomenen, misschien ook omdat die fenomenen nieuwer zijn, zeker die anti-overheidssentimenten, dat “verticaal versus horizontaal”-wantrouwen. Die ondersteuning geven we vanuit de taskforce aan de gemeentes.

Ik heb u ook geschreven dat we een aantal lessen hebben geleerd over de oude aanpak. Het is dus aan een volgend kabinet om een nieuwe aanpak vorm te geven. Uiteraard zullen we daar een aantal scenario’s voor uitwerken. Daar waren we eigenlijk al flink ver mee; toen viel het kabinet. Eigenlijk is dit met die val van het kabinet dus tot een voortijdig einde gekomen, maar er ligt wel echt wat klaar voor een volgend kabinet om zich over te buigen.

Mevrouw Becker vroeg ook: hebben gemeentes dan geen behoefte aan de behandeling van casuïstiek? Ja, ik begrijp dat gemeentes die behoefte hebben, maar SZW of de taskforce van SZW kan dit niet leveren, omdat wij niet die gegevensverwerking van personen mogen doen. Zoals ik net al zei, zien we ook dat het dreigingsbeeld echt is veranderd en dat er daarmee dus echt andere vragen vanuit de gemeentes komen. Ze hebben nu echt behoefte aan brede ondersteuning bij de aanpak van democratieondermijnend gedrag — dat is de nieuwe term: “democratieondermijnend gedrag” — vanuit allerlei verschillende soorten gedachtegoed. Zij willen daarbij heel graag ondersteuning vanuit het Rijk voor de analyse van landelijke en internationale fenomenen. Dan kom je ook terug bij die meldfunctie. Daar wordt wat gemeld, je ziet bepaalde patronen en die kun je delen als je een hulpvraag krijgt van een gemeente die zegt: ik zie dit of dat; hoe moet ik dat duiden? Dan kun je zeggen: o, in een andere gemeente speelde dit of dat. Op die manier kunnen we dus ook vanuit die OBI-tafel en vanuit de taskforce gemeentes hiermee helpen. Verder geven gemeentes aan dat ze inmiddels verschillende structuren hebben opgebouwd van waaruit ze zelf kunnen werken aan lokale casuïstiek. Dan speelt de taskforce geen rol meer. Dan kunnen ze dus zelf de vragen stellen aan mensen met wie ze wél gegevens mogen uitwisselen. Dat is dan heel vaak de lokale driehoek, de politie, het zorg- en welzijnshuis. Daar mogen ze wél mee aan de slag.

Dan heb ik nog een setje algemeen of eigenlijk overig. Mevrouw Becker vroeg: kunt u het alstublieft wat eerder sturen? Ja, daar doen we ons best voor. Ik ben het met u eens dat de brief over het Clingendael-onderzoek wat eerder had gekund, maar de rest, echt over de imamopleiding, was net rond. En het was echt nog heel hard werken voor de brief over de taskforce; volgens mij had u half september gevraagd om daar snel nog een brief over te krijgen. Maar het belangrijkste is natuurlijk dat het beleid en de acties doorgaan. Het is niet zo dat er een brief komt, dat we daarna een halfjaar stilzitten en dat er dan weer een brief komt. Sterker nog, soms leidt het schrijven van een brief ook een beetje af van het gewone werk. Ja, toch? Zeker als je, zoals de heren naast mij, de laatste weken zo vaak in de Kamer hebt gezeten, wil je daarna ook weer door met het echte handenwerk.

Mevrouw Podt vroeg naar de mensen met een tweede nationaliteit. Ja, ik vind het een goed idee om die ook structureel aan tafel uit te nodigen. Je ziet vaker dat mensen binnenkomen omdat een bepaald onderwerp hun zeer aan het hart gaat, maar dit zou heel goed zijn. Zoals ik al eerder zei, komt ook de samenstelling van de mensen met wie we praten, dan wat meer in balans qua gender.

Mevrouw Podt vroeg ook waar we internationaal mee bezig zijn op het punt van de tweede nationaliteit. Ik moet u eerlijk zeggen dat we hier vorige week in het vorige commissiedebat ook over hebben gedebatteerd en dat deze specifieke vraag toen niet aan de orde kwam, maar ik kan u daar zeker een antwoord op geven. Vorige week concludeerden we immers ook dat er inderdaad een relatie met OBI ligt; het is dus niet raar dat dit vandaag ook langskomt. Het doel van de opstellers van dit manifest — je wilt eigenlijk af van iets waar je last van hebt — kunnen we niet altijd bereiken op de manier die de opstellers van het manifest wilden. Zij zijn er inmiddels ook zelf van overtuigd dat dat doel ook op andere manieren kan worden gerealiseerd.

Wat de VN betreft kan ik u melden dat in oktober 2022 mijn collega van Buitenlandse Zaken in de Zesde Commissie van de Algemene Vergadering van de VN de Commissie voor Internationaal Recht heeft verzocht om nationaliteitsvraagstukken, in het bijzonder het afstand doen van nationaliteit, aan te merken als een onderwerp voor nader onderzoek. Het is vervolgens aan die commissie zelf om te beslissen of ze dat opneemt in haar werkprogramma. Tijdens de 74ste sessie, eerder dit jaar, heeft de commissie dit onderwerp niet in haar werkprogramma opgenomen. Volgens mij is dat u ook gemeld, maar dat weet ik niet zeker, want dat zit natuurlijk bij BZ. Het is wel van belang om hier op te merken dat er heel veel onderwerpen worden onderzocht door de commissie en dat een veelvoud van onderwerpen het zowel voor de commissie als voor de VN-lidstaten erg lastig maakt om ze diepgaand te onderzoeken en daarover een betekenisvolle uitwisseling te hebben in de Zesde Commissie. Dat wil overigens niet zeggen dat het niet op een later moment alsnog aan het werkprogramma kan worden toegevoegd. Maar we hebben dus ons best gedaan om het in dat programma te krijgen.

Volgens mij heb ik hier nu alleen nog dingen liggen die ik eerder en marge van andere vragen beantwoord heb. Ik ben erdoorheen, for now.

De voorzitter Kuzu:
Dank u wel voor de beantwoording, minister. Ik ga gauw door met de tweede termijn van de Kamer. Mevrouw Becker.

Mevrouw Becker (VVD):
Dank u wel, voorzitter. Er worden op dit moment geen kranten over volgeschreven, geen Nieuwsuuruitzendingen over gemaakt en ook de enquêtes gaan over hele andere zeer belangrijke zaken, maar het is goed dat we vandaag met deze partijen en met de minister over het onderwerp “ongewenste buitenlandse beïnvloeding” hebben gesproken, want laten we daar geen politieke bijzaak van maken. Je zult maar als Oeigoer China ontvlucht zijn of als politiek vluchteling Iran, en dan hier geïntimideerd worden door datzelfde regime, tot zelfs vermeende politiestations of vermeende salafistenpolitie in moskeeën aan toe.

Het is goed dat het kabinet een aantal dingen in gang heeft gezet, ook deze minister. Ze deed net nog de toezegging dat ze als gesprekspartner met mensen die van hun tweede nationaliteit af willen aan tafel gaat zitten. Ze werkt aan de imamopleiding en aan weerbaarheid. Maar dan blijft toch de vraag hangen: als we werken aan weerbaarheid en er zelfs een communicatiecampagne komt, is het dan niet wrang dat mensen uiteindelijk niet ergens bij één centraal punt terechtkunnen om zich te melden? En is het niet ook zo dat als je dan werkt aan een imamopleiding, je er dan ook voor moet zorgen dat primair de mensen die hier die opleiding volgen ook hier in de moskeeën aan de slag gaan en het niet ondertussen zo blijft dat iedereen nog steeds imams vanuit het buitenland blijft halen? Om die reden zou ik ook een tweeminutendebat willen aanvragen, om, afhankelijk van de antwoorden van de minister, deze vragen kracht bij te kunnen zetten.

Dank u wel.

De voorzitter Kuzu:
Dank, mevrouw Becker. Mevrouw Podt.

Mevrouw Podt (D66):
Voorzitter, ik kan het heel kort houden.

Dit was niet het meest bevredigende debat dat ik ooit heb gehad, maar het is mijn indruk dat de minister dat ook zo ervaarde. In die zin is het wel fijn dat er nog een tweeminutendebat komt, want dan kan ik nog even kauwen op of ik hier nog wat mee ga doen. Dat zit ‘m dan voor mij echt nog steeds in de bescherming van mensen op individueel niveau. Ik snap de moeilijkheden daarbij namelijk echt wel, maar nogmaals, ik ervaar dat als zeer onbevredigend. En ik kan mij zomaar voorstellen dat het voor mensen die dit overkomt nog wel wat meer dan alleen onbevredigend is.

De voorzitter Kuzu:
Dank, mevrouw Podt. De heer Van Baarle.

De heer Van Baarle (DENK):
Voorzitter. Ik zou wat vragen willen stellen over de brief die is gekomen over de taskforce. Daar staan voor mij een aantal nieuwe dingen in, bijvoorbeeld dat ook het ministerie van OCW daar lid van is. En blijkbaar heeft het ministerie van OCW wel een wettelijke grondslag om persoonsgegevens te verwerken. Die persoonsgegevens worden blijkbaar ook met het FEC gedeeld, het Financieel Expertise Centrum. Ik zou dus het volgende aan de minister willen vragen. We hebben gezien wat er gebeurd is bij die taskforce met het uitwisselen en delen van informatie. Uit het onderzoek komt naar voren dat dat is gebeurd, omdat men bepaalde gemeenschappen in Nederland te veel vanuit de veiligheid beschouwde. Moeten we dan niet gewoon een stop zetten op dat uitwisselen en verzamelen van persoonsgegevens? Dat zou eigenlijk mijn appel zijn. Want als ik dit zo lees, denk ik: stop ermee.

De voorzitter Kuzu:
Dank u wel, meneer Van Baarle. Mevrouw Piri heeft zich afgemeld voor de tweede termijn. Ik kijk even naar de minister. Is zij in de gelegenheid om direct antwoord te geven? Dat is na een kort overlegje het geval. De minister.

Minister Van Gennip:
Voorzitter. Het was inderdaad niet het meest bevredigende debat. Dat hoort ook bij een onderwerp dat zo breed in het kabinet ligt, waarvan ik hier vandaag als enige zit. Dat betekent ook dat een aantal van de zaken die u graag in de tweede termijn wilt horen, toch ook weer op het terrein van anderen liggen. Maar dat neemt niet weg dat ik uw zorgen deel over hoe het gaat met sommige mensen in Nederland die een ander land ontvlucht zijn. Of misschien zijn ooit hun ouders of zijzelf hier als arbeidsmigrant gekomen, want ook dan kan het gebeuren. Deze mensen kunnen soms niet loskomen van hun achtergrond, maar willen dat vaak wel. Soms gaat dat om discussies over religie of over keuzes in hoe je je leven wilt inrichten. Maar helaas gaat het soms ook om zwaar fysiek geweld. Ik deel uw zorgen. Ik kan daar nu niet namens mijn collega’s allerlei toezeggingen over doen, maar dat begrijpt u ook. Ik kan u wel toezeggen, zoals ik ook heb gedaan, dat we die groep van mensen met een tweede nationaliteit bij al die gesprekspartners aan tafel zullen zetten. We moeten even kijken hoe we dat vormgeven. Er zijn regelmatig gesprekken met de brede gemeenschap. Soms is dat op land van afkomst, soms is het religie, soms zijn het vrouwenissues en noem maar op. We hebben allerlei doorsnijdingen daarbij. Dat zal ik dus zeker doen.

Dan de imamopleiding. In het draagvlakonderzoek zat ook het arbeidsmarktperspectief. Dat is een van de redenen waarom we denken dat er nu een veel grotere kans op succes is. Dat is anders dan een paar jaar geleden, toen het ook geprobeerd is. Dat arbeidsmarktperspectief is daar nu namelijk expliciet in meegenomen. Zoals ik al zei, is er dus een behoefte aan in Nederland opgeleide imams, met name bij jongere moslims en hun ouders. Het arbeidsmarktperspectief is nu dus echt anders. Dat zou het dus ook tot een succes moeten maken. Dat zou ook moeten betekenen dat heel veel moskeeën imams aan willen stellen die in Nederland zijn opgeleid. Maar dat gaan we allemaal zien op het moment dat we zover zijn.

Zowel mevrouw Becker als mevrouw Podt had het over de meldfunctie. Dat is echt iets om over te sparren met mijn collega van Buitenlandse Zaken. Maar ik zei al dat ik uw zorgen daarover begrijp.

Dan de brief van de taskforce. Volgens mij staat daar ook in dat bij die taskforce de gegevensuitwisseling in april 2021 stop is gezet. Die taskforce is er nu dus enkel nog — ik zeg “enkel”, maar het is eigenlijk best groot voor gemeentes — om gemeentes te helpen in de ondersteuning bij fenomenen. Dat geldt dus niet meer voor casuïstiek. Dat is belangrijk, denk ik. Even voor de duidelijkheid: het ministerie van OCW wisselt geen informatie uit met het FEC. Hun wettelijke grondslag ziet op hun eigen bevoegdheid op het gebied van onderwijsbestuurders in het kader van de onderwijswetten. Dat is dus echt iets anders dan waar we het vorige week over hadden. Sowieso is er dus bij de taskforce geen uitwisseling meer sinds april 2021.

Dan ben ik volgens mij door de vragen heen, voorzitter, maar ik wil toch nog iets zeggen. Het was inderdaad een lastig debat, maar het was toch de moeite waard. Dat ben ik dus met mevrouw Becker eens. We moeten ons er namelijk juist in aanloop naar de verkiezingen extra bewust van zijn hoe groot die invloed van buitenlandse statelijke actoren voor sommige mensen is. En als je het nieuws van vandaag en gisteren leest over wat er in sommige landen gebeurt en dan met Nederlanders met een achtergrond uit dat specifieke land spreekt, dan merk je wat voor een heftige impact dat op mensen heeft. Laten we het debat hierover dus met elkaar blijven voeren. Hopelijk doen we dat volgende keer met een volle zaal, maar daarin bent u aan zet als Kamer.

De voorzitter Kuzu:
Dat zal dan na de verkiezingen worden. We zijn aan het einde gekomen van dit commissiedebat. Ik heb hier een tweetal toezeggingen.

  • Eén. De minister zegt toe in de voortgangsbrief terug te koppelen hoe signalen worden meegenomen in de totstandkoming van de imamopleiding. Dat is toegezegd aan het lid Van Baarle.

Kunt u een termijn noemen voor die voortgangsbrief?

Minister Van Gennip:
Het kan ook in een aparte brief, maar wij krijgen in februari het projectvoorstel van de VU, dus dan kunnen we daarover aan u rapporteren. Dat doen we dan ofwel in een aparte brief ofwel in de eerstvolgende voortgangsbrief, als die dicht genoeg op de ontvangst van dat projectvoorstel zit.

De voorzitter Kuzu:
Helder.

  • De tweede toezegging luidt: na te gaan en terug te koppelen, eventueel via BZK, hoe dit jaar buitenlandse inmenging en beïnvloeding wordt tegengegaan bij de aanstaande verkiezingen.

Dat moet op korte termijn gebeuren, omdat de verkiezingen al vrij snel zijn. Dat komt dus nog voor de verkiezingen.

Minister Van Gennip:
Ja, dat wordt dan een zo kort mogelijke brief op zo kort mogelijke termijn of in ieder geval op een redelijke termijn, van mijn collega van Binnenlandse Zaken.

De voorzitter Kuzu:
Dan is er nog een tweeminutendebat aangevraagd door het lid Becker van de VVD. Dat noteren we en geleiden we door naar de plenaire griffie. Heeft u nog een voorkeur voor een bepaalde termijn, mevrouw Becker? Dat is niet het geval. Het mag dus ook na de verkiezingen?

Mevrouw Becker (VVD):
Ik denk dat het handig is om het voor de verkiezingen te doen, zodat we het kunnen afmaken in deze samenstelling en met de Kamerleden die aan dit debat hebben deelgenomen. Maar ik wilde me flexibel opstellen voor de precieze termijn om dit in te plannen, omdat ik weet dat de plenaire agenda druk bezet is.

De voorzitter Kuzu:
Dan gaan we dat verzoeken. Vlak voor de begrotingsbehandeling zou nog een mooi moment kunnen zijn.

Minister Van Gennip:
Er komen toch ook moties bij de begrotingsbehandeling?

De voorzitter Kuzu:
Dat is ook zo. Het gaat dan inderdaad van de spreektijd af, maar het gebeurt weleens dat er dan een kwartier voor de begrotingsbehandeling dit soort tweeminutendebatten plaatsvinden, dus we geleiden het door naar de plenaire griffie. Zij kunnen dit op een uitstekende manier organiseren.

Ik dank de minister voor dit debat en voor de antwoorden. Ik dank uiteraard de ondersteuning voor de ondersteuning. Ik dank onze bode voor de goede zorgen. Ik dank de stenograaf die ik nog in de zaal zie zitten. Heel erg bedankt voor het vastleggen van dit commissiedebat. En uiteraard dank ik onze griffier voor de ondersteuning en de Kamerleden voor hun scherpe inbreng. Ik wens u allen nog een hele fijne avond.

Minister Van Gennip:
Maar, voorzitter … Of wilt u het doen, meneer Van Baarle?

De heer Van Baarle (DENK):
Nee, het is aan u, excellentie.

Minister Van Gennip:
Misschien mag ik dan mede namens de aanwezige Kamerleden de voorzitter bedanken voor zijn voorzitterschap van deze commissie Sociale Zaken. Dat heb ik een kleine twee jaar mogen meemaken — tot groot genoegen, mag ik wel zeggen! U was een zeer competente voorzitter. U was eigenlijk bijna altijd binnen de tijd klaar. U was op een hele vriendelijke manier in staat om de soms toch pittige debatten in goede banen te leiden. U gaf in mijn ogen iedereen altijd de ruimte om de eigen inbreng te kunnen doen. U gaf mij ook de ruimte om zo nu en dan wat langdradiger te zijn dan misschien gewenst. Ik wens de voorzitter alle goeds toe in de volgende levensfase die gaat komen. Daar gaan we vast nog heel veel over vernemen!

De voorzitter Kuzu:
Ik word hier een beetje verlegen van, maar laat ik de hamer dan maar gewoon voor de laatste keer laten vallen. Dank u wel.

Sluiting 17.54 uur.

ONGECORRIGEERD STENOGRAM
Verslag CD van 4 oktober 2023Aan ongecorrigeerde verslagen kan geen enkel recht worden ontleend. Uit ongecorrigeerde verslagen mag niet letterlijk worden geciteerd. Inlichtingen: verslagdienst@tweedekamer.nl

 

BU YORUMU SİYASETÇİLER VE AŞKA DEĞER VERENLER MUTLAKA OKUMALIDIR.  UMUTLA BAŞLAYAN BİR SİYASİ YAŞAM, BÜYÜK BİR AŞK İLE DEVAM EDEN VE ÖLÜME EL ELE GİDEN BİR ÇİFTİN HİKÂYESİ…

BU YORUMU SİYASETÇİLER VE AŞKA DEĞER VERENLER MUTLAKA OKUMALIDIR. UMUTLA BAŞLAYAN BİR SİYASİ YAŞAM, BÜYÜK BİR AŞK İLE DEVAM EDEN VE ÖLÜME EL ELE GİDEN BİR ÇİFTİN HİKÂYESİ…

Hollanda’nın eski Başbakanlarından Van Agt ve eşi Eugenie 93 yaşında ötanazi ile hayatlarına son verdiler.

Eşine yaşamı boyunca ‘Benim kız’ diyen Van Agt, siyasi dili çok güzel kullanan bir İsrail eleştirmeniydi.

Van Agt ve eşinin birlikte ölümleri, destansı bir yaşam öyküsünün kaynağı oldu.

Genç yaşında başbakanlığı devraldığı rakibi ile sarmaş dolaş olan Van Agt, Türkiye ile Hollanda arasındaki siyasi farklılığa bakmamı sağladı.

(Yazının Hollandacası en altta)
( Nederlandse versie van het artiekel is onderaan)

Afbeelding met tekst, Menselijk gezicht, person, kleding Automatisch gegenereerde beschrijving
İlhan KARAÇAY yazdı:

Bu yazı, hem siyaset ve hem de aşk konularında ilham kaynağı olacak bir yazıdır.

Hollanda gazeteleri, geçen hafta pazartesi günü eski başbakan Dries van Agt ve eşinin el ele hayata veda ettiğini bildirdi. İkilinin sağlık durumu kırılgan ve hassastı ve birbirlerinden ayrı yaşamayı istemiyorlardı. Bu nedenle birlikte ölmeyi tercih ettiler.

Dries ve eşi Eugenie van Agt-Krekelberg, 70 yılı aşkın süredir birlikteydiler. Bu zaman boyunca eşine hep “benim kız” diye hitap eden Van Agt, iyi bir siyasi dil kullanan ve sıkı bir İsrail eleştirmeniydi..

Afbeelding met Menselijk gezicht, persoon, kleding, glimlach Automatisch gegenereerde beschrijving

Her insanın yaşamı, kendi benzersiz yolculuğunu ve deneyimlerini içerir. Ancak bazı hikayeler vardır ki, sıradanlığın ötesine geçer, derin duygularla dolu anlamlı bir iz bırakır. İşte o hikayelerden biri, Hollanda’nın eski Başbakanlarından Dries van Agt ve sevgili eşi arasındaki destansı aşkın ve bağlılığın hikayesidir.

Bu hikaye, sadece siyasetin dünyasına değil, aynı zamanda insan ruhunun en derin köşelerine de dokunur. Onların hikayesi, umutla başlayıp büyük bir aşkla devam eden, yaşamlarının sonuna kadar birbirlerine sarılarak yürüyen, kırılmaz bir bağlılık örneğidir.
Bu makalede, Van Agt çiftinin yaşamından aldığım ilhamla, Hollanda ve Türkiye’deki siyasetçilerin davranışlarını, tutumlarını ve ilişkilerini karşılaştırarak, siyasetin insan hayatındaki derin izlerini anlatacağım.

Van Agt çiftinin hikayesi, sadece siyasetin zirvelerinde değil, aynı zamanda insanın kalbindeki en derin duyguların ve bağlılığın da izlerini taşıyor. Birbirlerine verdikleri sevgi dolu sözler, sadece dünya üzerindeki geçici varlıklarını değil, aynı zamanda sonsuzluğa kadar sürecek olan ruhlarını da kucaklamış gibi görünüyor.
Onların yaşam öyküsü, umut ve sevginin gücünü hatırlatırken, aynı zamanda insanın en yüce duygularının ve değerlerinin ne kadar anlamlı olduğunu da vurguluyor.
Bu hikaye, sadece iki insanın yaşamının öyküsü değil, aynı zamanda insanlığın kalbine dokunan bir destan, bir aşk masalıdır.
Belki de bu nedenle, Van Agt çifti sadece Hollanda’nın değil, tüm dünyanın birer simgesi haline gelmiştir.

Afbeelding met kleding, Menselijk gezicht, persoon, pak Automatisch gegenereerde beschrijving

Aşk, insanı sınırların ötesine taşıyan, yaşamın anlamını yeniden tanımlayan, derin bir deneyimdir. Olağanüstü bir sevgi bağıyla birbirine bağlanmış olanlar arasındaki ilişki, zamanın ve zorlukların üstesinden gelmeyi başarabilir. Hollandalı eski başbakan Dries van Agt ve sevgili eşi, bu bağın ne kadar güçlü olduğunu kanıtlamışlardır. Onların hikayesi, sadece birbirlerine duydukları derin sevgiyi değil, aynı zamanda birlikte seçtikleri son yolculuğu da içerir.
Bu hikaye, insanın hayatta karşılaşabileceği en güçlü duygulardan birini, yani gerçek ve derin bir aşkı temsil eder. Van Agt çiftinin seçimi, yaşamlarının sonuna kadar sürmüş olan bu sevginin ve bağlılığın bir ifadesidir.

Van Agt çiftinin hayatındaki her an, birbirlerine olan derin bağlılıklarının bir yansımasıydı.
Birlikte yaşadıkları her güzellik, her zorluk ve her an, bu sevginin izlerini taşıyordu. İç içe geçmiş hayatlarını, sevinçleriyle ve kederleriyle paylaşarak inşa etmişlerdi. Onların hikayesi, sadece romantik bir ilişki değil, aynı zamanda birbirlerine olan sonsuz güvenin, saygının ve sadakatin bir portresidir. Bu nedenle, Van Agt çiftinin son yolculuğu, sadece hayatlarının sona ermesi değil, aynı zamanda yaşamları boyunca birlikte inşa ettikleri bu muhteşem aşkın da bir ifadesiydi.
Onların seçimi, sonsuz bir sevgi ve birliktelik örneği olarak kalacak, insanlığa ilham verecek bir miras bırakacaktır.

Dries van Agt, siyasi kariyeri boyunca sadece liderlik yetenekleriyle değil, aynı zamanda kişisel yaşamındaki sevgi dolu ilişkisiyle de tanındı. Özellikle, eşiyle olan derin bağı ve ona duyduğu sevgiyi her fırsatta dile getirmesiyle biliniyordu. Eşiyle olan ilişkisi, onun için hayatının en önemli ve değerli parçasıydı. Van Agt, eşi için “Benim kız” (Mijn meisje) diye hitap ettiği ve ona olan derin sevgisini her fırsatta ifade ettiği biliniyordu. Bu sevgi dolu ilişki, sadece özel hayatlarını değil, aynı zamanda kamuoyunun da dikkatini çekti ve insanlara gerçek bir aşkın varlığını hatırlattı. Van Agt’ın özel yaşamı, onun siyasi kimliğinin yanı sıra, içten ve derin duygularla dolu bir insan olduğunu da gösteriyordu.

Afbeelding met Menselijk gezicht, persoon, kleding, glimlach Automatisch gegenereerde beschrijving

Dries van Agt’ın sevgi dolu eşi, hayat arkadaşıyla olan derin bağıyla tanınıyordu. Bu bağ, sadece evliliklerinin değil, aynı zamanda ortak bir yaşamın da ifadesiydi. Eşiyle olan ilişkisi, Van Agt için hayatının merkezinde yer alıyordu. Eşiyle birlikte geçirdiği zamanlar, onun için en değerli anlardı.

MEDENİ SİYASET FARKLI DAVRANIŞ.

Günümüz siyasi arenası, farklı ülkelerdeki siyasetçilerin davranışlarını, politik süreçleri ve kurumları karşılaştırmak için verimli bir alan sunmaktadır. Bu bağlamda, Hollanda ve Türkiye gibi farklı kültürel ve tarihsel geçmişlere sahip olan ülkelerdeki siyasetçilerin tutumları ve davranışları arasında dikkate değer farklılıklar bulunmaktadır.
Bu makalede, Hollanda’daki siyasetçilerin medeni yaklaşımı ile Türkiye’deki siyasetçilerin daha ilkel davranışları arasındaki karşılaştırmaya odaklandım. Bu karşılaştırma, siyasi süreçlerin nasıl işlediğini ve siyasetin toplumsal ve kültürel bağlamda nasıl şekillendiğini anlamamıza yardımcı olacaktır.

Afbeelding met persoon, kleding, tekst, Menselijk gezicht Automatisch gegenereerde beschrijving

Hiç unutmam, Van Agt’ın, güçlü rakibi olan sosyal demokrat yapılı Den Uyl, kaybettiği seçimden sonra başbakanlığı Van Agt’a devrederken, onu kolundan tutup makamına oturtmuş ve arkasına geçip omuzlarına vurarak, “Hadi bakalım, benden devraldığın bu görevi daha iyi yap” demişti.

Bu durumu “mentorluk” ve “liderlik örneği” kavramlarıyla değerlendirebilirim. Den Uyl’un, kaybettiği seçimden sonra hükümeti kuran Van Agt’a bu şekilde yaklaşması, onun liderlik niteliklerini ve potansiyelini gördüğünü ve ona olan güvenini açıkça ifade etmesi olarak yorumlanabilir. Den Uyl’un bu sözleri, Van Agt’a sadece bir görevi devretmekle kalmamış, aynı zamanda ona gelecekteki liderlik rolleri için de cesaret ve motivasyon vermiştir.

Bu tür bir destek ve teşvik, genç politikacılar için oldukça önemlidir çünkü onlara güven duygusu ve başarıya ulaşabileceklerine dair bir inanç aşılar. Den Uyl’un sözleri, Van Agt’ı önemli bir liderlik rolü için hazırlamış ve ona gerekli özgüveni vermiştir. Bu durum, politik arenada deneyimsiz olan birinin bile doğru koşullar altında potansiyelini gerçekleştirebileceğini ve büyük başarılara imza atabileceğini gösterir.

Ayrıca, Den Uyl’un bu tür bir davranışı, liderlikte rekabet yerine işbirliği ve saygı kültürünün önemini vurgular. Bu, politik arenada genç ve deneyimsiz politikacıların bile tecrübeli liderlerden mentorluk ve rehberlik alabileceğini gösterir. Bu tür olumlu ilişkiler, bir sonraki neslin yeteneklerini geliştirmeye ve politik süreçte daha olumlu bir ortam oluşturmaya yardımcı olabilir.

Geçmişte siyasi kariyeri boyunca dikkat çeken bir dil kullanan Van Agt, siyasi rakipleri tarafından farklı şekillerde tanımlandı. Bazıları onu “bir Cizvit sürüngeni” olarak nitelerken, diğerleri “neyin yönlendirdiğini bildiğiniz ama nereye yönlendirdiğini bilmediğiniz bir mistik” olarak tanımladı.

İSRAİL ELEŞTİRMENİ

Van Agt, siyasetten emekli olduktan sonra da aktif kaldı. Hollanda’nın farklı yerlerinde sesini duyurdu ve özellikle İsrail politikalarını eleştirdi. The Rights Forum adlı kuruluşu, Filistin/İsrail meselesinde adil ve sürdürülebilir bir politika izlemeyi hedefleyen bir girişimdi ve Van Agt bunun için çaba harcadı. (Bu konudaki gelişmeleri yazının sonunda bulacaksınız)

İLHAM ALINACAK ÖRNEKLER

Sevgiye, dürüstlüğe ve empatiye dayalı ilişkiler kurmak ve sürdürmek, her zaman en büyük başarıların ve en anlamlı mutlulukların kaynağı olabilir. Van Agt’ın yaşamı, bize her yaşta, her koşulda ve her zorlukla karşılaştığımızda, sevgi ve bağlılıkla dolu bir yaşam sürmeyi amaçlamamız gerektiğini hatırlatıyor.
Bu nedenle, Van Agt’ın hikayesi, size de bir yaşam örneği olsun. Sevgi dolu ilişkiler kurun, dürüstlüğü ve empatiyi hiçbir zaman kaybetmeyin ve her zaman insanlığa ve toplumunuza hizmet etmek için fırsatları değerlendirin. Belki de bir gün, sizin hikayeniz de başkalarına ilham verecek bir örnek olacak.

Afbeelding met persoon, Menselijk gezicht, glimlach, person Automatisch gegenereerde beschrijving

Van Agt’ın yaşam öyküsü, sevgi, sadakat ve liderlik dolu muazzam bir hikayedir. Onun yaşamından aldığımız dersler, sadece siyasi bir kariyerin değil, aynı zamanda insan ilişkilerinin, değerlerin ve insanlığa olan hizmetin önemini vurgular. Onun derin sevgi ve bağlılıkla dolu bir yaşam sürmesi, bizlere sevginin gücünü, sadakatin değerini ve empatinin önemini hatırlatır.

Bu hikaye, bizlere her zaman umut ve ilham kaynağı olacak. Van Agt’ın yaşamı, insanların hayatta ne kadar büyük bir etki yapabileceğini ve sevgiyle dolu bir yaşamın ne kadar anlamlı olduğunu gösteriyor. Belki de en önemlisi, bizlere, herkesin kendi yaşamında gerçek bir fark yaratabileceğini hatırlatıyor.

Bu nedenle, Van Agt’ın hikayesi bizlere yoldaşlık edecek, bize ışık tutacak ve bizi daima ileriye doğru yönlendirecek. Onun yaşamından aldığımız derslerle, daha anlayışlı, daha sevgi dolu ve daha cesur bir gelecek inşa etmek için ilerlemeye devam edeceğiz.
Van Agt’ın yaşamı bize her zaman umudu hatırlatacak ve sevgiyle dolu bir yaşamın ne kadar değerli olduğunu hissettirecek. Onun hikayesi, bizlere her daim yol gösterecek ve yüreğimizi ısıtacak. Başkalarına yardım etmek, sevgiyi yaymak ve dürüstlüğü korumak için hep birlikte ilerleyelim. Çünkü en büyük mirasımız, sevgiyle dokunduğumuz ve iyilikle şekillendirdiğimiz insanlıktır.

TÜRKİYE İLE KIYASLAMA

Bana göre, bu tür bir kıyaslama oldukça karmaşık bir konudur ve siyasi, kültürel ve tarihsel faktörleri içerir. Hollanda’daki siyasetçilerle Türk siyasetçilerini kıyaslamak için birkaç açıdan bakmak lâzım: Hollanda, uzun bir demokratik geleneğe sahip ve demokratik kurumları genellikle işler durumdadır. Türkiye ise demokrasi tarihinde çeşitli zorluklar yaşamış ve siyasi istikrarsızlık dönemleri geçirmiş bir ülkedir. Bu nedenle, Hollanda’daki siyasetçilerin demokratik süreçlere daha sıkı bağlı olmaları beklenirken, Türk siyasetçilerin bu konuda daha fazla zorlukla karşılaşabileceği düşünülür.

Afbeelding met kleding, persoon, meubels, zwart-wit Automatisch gegenereerde beschrijving
Van Agt ve rakibi Den Uyl, bir terasta sohbet edebilirlerken, aşağıdaki fotoğrafta görüldüğü gibi bizim parti liderlerimiz hep kin ve nefret dolular.

Afbeelding met person, Menselijk gezicht, persoon, pak Automatisch gegenereerde beschrijving

Hollanda’daki siyasetçiler genellikle diyalog ve işbirliği ruhuna sahiptirler. Farklı siyasi partiler arasında anlaşmazlıklar olsa da, genellikle yapıcı bir şekilde tartışırlar ve ortak noktalar bulmaya çalışırlar. Türkiye’de ise siyaset genellikle daha kutuplaştırıcı olabilir ve siyasi liderler arasında daha az diyalog ve işbirliği olabilir.

Hollanda’da siyaset, genellikle daha medeni bir şekilde yürütülür. Kişisel saldırılar, aşırı kaba dil veya ayrımcılık içeren söylemler nadirdir. Türkiye’de ise siyaset bazen daha sert ve kişisel olabilir, siyasi liderler birbirlerine karşı sert retorikler kullanabilirler. Hollanda, genellikle dünya genelinde yolsuzluk algısı bakımından daha düşük bir ülke olarak kabul edilir. Türkiye ise yolsuzluk ve etik sorunlarla daha fazla karşılaşabilir.

Bu açılardan bakıldığında, Hollanda’daki siyasetin genellikle daha medeni ve kurumsal olduğu söylenebilirken, Türkiye’deki siyasetin daha polarize olabileceği ve daha fazla tartışmalara neden olabileceği söylenebilir. Ancak, her iki ülkedeki siyasetçilerin de farklı koşullar altında çalıştıklarını ve farklı kültürel ve tarihsel geçmişlere sahip olduklarını unutmamak önemlidir.

Hollanda’da ‘İkili Ötanazi’de artış

Afbeelding met persoon, Menselijk gezicht, overdekt, comfort Automatisch gegenereerde beschrijving

Hollanda’da ‘İkili Ötanazi’ taleplerinde bir artış yaşanıyor. 2019’da 17 çiftin talebi kabul edilirken, bu sayı 2022’de 29’a yükseldi. Ötanazi talebi olan (evli) bir çiftin öncelikle ayrı ayrı başvurması gerekiyor. Süreçler farklı doktorlar tarafından değerlendiriliyor ve bir dizi bakım standardının karşılanması gerekiyor.

Dries van Agt, yıllar önce yakın arakadaşı Jonkman’a eşiyle birlikte yaşamı terk etmeyi düşündüğünü söylemişti. Bu düşünce, geçtiğimiz Pazartesi gerçeğe dönüştü. İkisinin de sağlık durumu kırılgan ve savunmasızdı. Özellikle eşinin sağlığı hızla kötüleşiyordu.
Jonkman’a göre, Van Agt siyasi kariyeri boyunca ailesinden uzakta kaldı ve son yıllarını çocukları ve torunlarıyla birlikte geçirmekten keyif aldı.
Sonunda, Van Agt ve eşi Nijmegen’de el ele vererek birlikte öldüler.
Dries van Agt ve eşi 93 yaşındaydılar.

FİLİSTİNLİLERE EZİYET EDEN İSRAİL’E KARŞI ‘THE RIGHTS FORUM’U KURDU VE ‘ADALET İÇİN BİR ÇIĞLIK, FİLİSTİN HALKININ TRAJEDİSİ’ ADLI KİTAP YAYINLADI.

Afbeelding met buitenshuis, kleding, persoon, schoeisel Automatisch gegenereerde beschrijving

Dries van Agt, siyasi ve diplomatik kariyerinin ardından, İsrail’e hacca gidene kadar Filistinlilere ne kadar kötü davranıldığını görmedi. O zamandan bu yana kendisini tüm kalbiyle Filistin davasına adamıştı.

Konuyla ilgili bir de ‘Adalet için bir çığlık, Filistin halkının trajedisi’ kitap yayınlayan Van Agt’ın bu meziyetini, bakınız Co Welgraven nasıl yorumlamış:

Dries van Agt’ı İsrail ve Filistinliler arasındaki çatışmada dengeyi gözden kaçırmakla suçlamayın, çünkü o zaman öfkeleniyor: “Kamuoyunda, iki kişinin savaştığı yerde, iki kişinin de hatalı ve eşit derecede hatalı olduğu fikri hakimdir. Aptalca bir söz olan bu fikir, kabinede alınan kararlar ve Temsilciler Meclisi’ndeki tartışmalar üzerinde hala en büyük etkiye sahip.”

“Kitabımda son Gazze savaşıyla ilgili olarak yayınlanan her türlü rapordan, önemli, yüksek otoriteli Birleşmiş Milletler araştırmacılarının, Uluslararası Af Örgütü’nün, uluslararası hukuk uzmanı Paul de Waart gibi üst düzey uzmanların raporlarından alıntı yapıyorum. İsrail’in davranışlarına dair hiçbir iz bırakmıyorlar.”

“Dünyanın en iyi üniversitelerinden biri olan ABD’deki Princeton’da kamu hukuku profesörü ve BM’nin işgal altındaki Filistin toprakları raportörü olan Richard Falk, Amerikalı bir Yahudi olarak İsrail’in soykırım uygulamalarından suçlu olduğunu kabul etmekten utanç duyduğunu söylüyor.”

“O zaman nasıl dengeli olabilirim? Filistinliler hiç soykırım uygulamalarından suçlu bulundular mı? Bana nerede ve ne zaman olduğunu söyleyin. İsrail’in Gazze’de uyguladığı şiddet orantısızdı. Daha da önemlisi, Falk Gazze’ye yapılan saldırının hukuka aykırı olduğunu söylüyor. Bu da Jan Peter Balkenende ve diğerlerinin İsrail’in Hamas’ın roket yağmuruna karşı kendini savunmaktan başka bir şey yapmadığı yönündeki söylemini tamamen ortadan kaldırıyor. İsrail saldırgandı.”

Eski başbakan ve CDA’nın ilk lideri Van Agt, bugün yayınlanan ‘Adalet için bir çığlık, Filistin halkının trajedisi’ adlı kitabında, Gazze saldırısına tepki olarak İsrail’in “son derece vicdansız bir dizi liderle” “haydut bir devlet” haline geldiğini yazan Oxford profesörü Avi Shlaim’den alıntı yapıyor.

Bu görüşü paylaşıp paylaşmadığı sorulan Van Agt, “Ben olsam bu kelimeleri kullanmazdım. Bu alıntıyı çok sayıda mantıklı, makul, insancıl ve sağduyulu İsrailli olduğunu göstermek için ekledim. Böyle bir değeri var.” diyor.

Van Agt, sayfalar boyunca İsrail’in Filistinlilere yönelik eylemlerini kınıyor; dahası, kendi partisi CDA’dan kişiler de dahil olmak üzere, bu ülkeyi kayıtsız şartsız destekleyen Hollandalı siyasetçileri hedef alıyor: “Partimin bu kadar eleştirel olmayan bir şekilde İsrail yanlısı olması beni özellikle üzüyor.” diyen Van Agt, partiden bir meslektaşı olan Dışişleri Bakanı Maxime Verhagen özellikle suçluyor ve “Maxime, benim sevgili dostum, oldukça seçici bir yaklaşım sergiliyor. Arap pisliklerine karşı önyargıları güçlendiren samsam kulüplerinden biraz daha fazlası olan özenle seçilmiş yerlere ve konferanslara gidiyor. Maxime Gazze’ye hiç gitmedi. Orada cehennemi görebilirdi, çünkü Gazze cehennemdir.” diyor.

Ancak Van Agt, 1970’lerde ve 1980’lerde başbakanken de İsrail’in hemen arkasındaydı ve Filistinlilerin ihtiyaçlarını pek dikkate almıyordu. “Orada neler olduğu hakkında hiçbir fikrim yoktu. Maxima’nın tarzıyla biraz aptalca diyebilirsiniz ama bu diskalifiyeyi o dönemdeki tüm kabinelere yayabilirsiniz, Den Uyl’dan Biesheuvel’e, adını siz koyun. Catshuis’de Orta Doğu tartışılmıyordu, insanlar bu konuda çok az şey biliyordu. Evet, petrol krizinin sonuçlarından, arabasız pazar günlerinden vs. bahsediyorduk ama nedenlerinden bahsetmiyorduk. İsrail’in BM kararlarına uymadığını ve işgal ettiği topraklardan çekilmeyi reddettiğini biliyorduk ve bunun da kitaba pek uygun olmadığını düşünüyorduk, ancak bu da anlaşılabilir bir durumdu, çünkü dar bir şeritten ibaret olan ülke, komşularının yoğun tehdidi altındaydı. Ve bir gün her şeyin yoluna gireceğini düşündük, saflığımızla.” diye devam ediyor Van Agt.

Yavaş yavaş, Van Agt’a İsrail’in davranışları hakkında eleştirilecek daha fazla şey olduğu, örneğin Filistin mülteci kampları Sabra ve Şatilla’da İsrail ordusu tarafından değil ama onun gözetimi altında yapılan katliamlar hakkında bilgiler gelmeye başladı. Van Agt, 1990’ların sonunda siyasi ve diplomatik hayatına son verdikten sonra eşi Eugenie ile birlikte İsrail’e hac ziyaretine gittiğinde gözlerindeki perde gerçekten kalktı.

“Bu, benim ülkeyle ilk tanışmamdı; daha önce oraya hiç gitmemiştim. İzlenimlerim beni çok etkiledi. Yaşlı Filistinlilerin bile askeri kontrol noktalarında omuzlarında büyük havlamalarıyla askerler tarafından nasıl korkunç muamelelere maruz kaldıklarını gördüm. Tabii bu arada, Avrupa’dan gelen Hıristiyanları taşıyan otobüsümüzün hızla geçmesine izin verildi, çünkü bu imaj için iyiydi. Ve işgal altında acı çeken Filistinli öğrencilerin hikayelerini dinledik, sonuç olarak korkunç olduğunu düşündüm. Bu gezi benim için psikolojik bir dönüm noktası oldu. İzlenimlerimi eve götürdüm, onlar hakkında okumaya başladım ve bugün hala okuyorum.” diyor Van Agt.

Van Agt, Filistinliler’e destek için üç nedeni olduğunu söylüyor ve ekliyor: “Hıristiyan olarak yetiştirildim ve kendimi hala Hıristiyan olarak görüyorum. Hıristiyan bir çocuk olarak Kutsal Topraklar’da o kadar ölçüsüz bir kıyamet görüyorum ki bununla yaşayamam. Bu gerekçe silahlanmak için yeterli olmalı. Ama bunun ötesinde, ben kalbimle, ruhumla ve varlığımın her zerresiyle bir hukukçuyum ve bu yüzden orada uluslararası hukukun zarar görmesi, aşağılanması, ihlal edilmesi benim için günlük bir azaptır – bundan daha azı değil – o kadar ağır ve o kadar sık ki görülmüyor.”

Emekli siyasetçi üçüncü neden üzerinde biraz daha durdu: “Ben Avrupalıyım, buna inancım tam. Tarih bize Filistin trajedisinin ortaya çıkmasında en büyük suçlunun Avrupa olduğunu söylüyor. Bu, Birinci Dünya Savaşı’nın sonunda İngiltere’nin Filistin’de bir Yahudi ulusal yurdu kurulmasına destek sözü veren Balfour Deklarasyonu ile başlar. Elbette herkes biliyordu: devlet olma niyeti taşıyan bir yuva. Bu deklarasyonun hazırlanmasında tek bir Filistinliye bile danışılmadı.”

İkinci Dünya Savaşı sona erdikten sonra, uluslararası toplum (Avrupa ve Amerika Birleşik Devletleri olarak okuyun) kısmen Holokost’un yarattığı suçluluk duygusuyla İsrail devletinin kurulmasını kabul etti. Van Agt: “Holokost’tan sadece Almanya sorumlu tutulamaz. Hollanda da dahil olmak üzere işgal altındaki bir dizi ülkenin, Yahudileri korumak için var olması gereken fırsatları ciddi şekilde değerlendiremediği ortaya çıkmıştır. Avrupa, İsrail devletinin kurulmasında belirleyici bir faktör olmuştur. Bu, topraklarından sürülen Filistinlilerin zararına, acımasızca yapılmıştır. Yüzlerce Filistin köyü yok edildi. Bundan kısmen biz sorumluyuz.” diyor.

Van Agt, röportajın ilerleyen bölümlerinde belki de endişelenmek için dördüncü bir neden daha olduğunu şöyle söylüyor: “İsrail her gün Avrupa ile birlikte olmaya çalışıyor, Avrupa Birliği’nin bir tür dış üyesi olmak istiyor. Biz Batı medeniyetinin üyeleriyiz, verdiği mesaj bu. Ancak bu Batı medeniyeti bu kadar kötü davrandığında, Kongoluların ya da Çinlilerin Tibet’e yaptıklarından daha fazla kızmak için nedenim var.”

Van Agt, İsrail’i bu denli sert bir şekilde eleştiren Katolik inancına sahip tek önde gelen CDA üyesi değil. Eski AB komisyon üyeleri Frans Andriessen ve Hans van den Broek (aynı zamanda eski Dışişleri Bakanı) da düzenli olarak bu ülkeye ateş püskürüyor. Protestan çevrelerden gelen sesler ise çok daha ılımlı. Van Agt’ın bunun için bir açıklaması var: “Reformcu kardeşlerimiz için İncil, yetişme ve formasyon yıllarında çok daha önemliydi. İçine doğduğum kilisenin insanları, Kutsal Yazılar, özellikle de Eski Ahit hakkında yeterli bilgiye sahip olmadıkları için sık sık küçümsenir ve hor görülürlerdi. Eski Ahit’te, vaat edilen topraklar ve Tanrı ile halkı arasında diğer halkları dışlayan antlaşma kavramları o kadar baskındır ki, bu topraklarda, günümüzde burada yaşananların binlerce yıl önceki vaadin gerçekleşmesi olduğu düşüncesi pekala ortaya çıkabilir. Şimdi diyeceksiniz ki: Peki ya Maxime Verhagen, o da bir Roma Katoliği, değil mi? Bu bilmece, umarım bir gün ikimizin de bu gezegenden göçüp gitmesiyle çözülecektir, ama emin değilim.”

Asıl soru, Van Agt’ın sert üslubunun Filistin davasına sempati duyan ama İsrail karşıtı olmayan insanları yabancılaştırıp yabancılaştırmadığı. “Yaptığım suçlamaların hepsi gerçeklere dayanıyor ve kanıtlanmış durumda. Şimdi bana bu gerçekleri dile getirmenin akıllıca olup olmadığını soruyorsunuz. Aslında garip bir soru, değil mi? Ben kutuplaştırıcı değilim, Batı Şeria’yı parçalanmış bir alana dönüştüren ve bir Filistin devletini fiilen imkansız hale getiren o duvarı inşa etmiyorum. Eğer o duvarı görürseniz, haykırırsınız, değil mi?”

“Kitabı daha okumadan yırtıp atmayı gerekli gören, daha iyi okuyucular ve nurcular oldu bile. Bu neyi gösteriyor? Bu, getirdiğim mesajın -ki yalnız değilim- argümantasyon ve olgusal destek açısından o kadar reddedilemez olduğunun bir başka göstergesidir ki, teselli ancak elçiye iftira atmakta bulunabilir.

Önümüzdeki günlerde de yine her dilde Yahudi karşıtı olarak azarlanacağımdan eminim. Hayatım boyunca ruhumda pek çok nasır oluştu ama bu suçlama için değil. Bu beni üzüyor, bunu dehşet verici buluyorum. Sürekli geri geliyor ve şimdi daha da yoğunlaştı, beni de dahil edin. Ben antisemit değilim, İsrail devletine yönelik haklı ve gerekçeli eleştirilerim var.” diyerek sözlerini bitiriyor Van Agt.

**********************************************

DIT COMMENTAAR MOET GELEZEN WORDEN DOOR POLITICI EN MENSEN DIE WAARDE HECHTEN AAN DE LIEFDE.

EEN POLITIEK LEVEN DAT BEGINT MET HOOP, VERDER GAAT MET EEN GROTE LIEFDE EN HET VERHAAL VAN EEN KOPPEL DAT HAND IN HAND DE DOOD INGAAT…

Dries Van Agt, voormalig premier van Nederland, en zijn vrouw Eugenie hebben op 93-jarige leeftijd een einde aan hun leven gemaakt door middel van euthanasie.

Van Agt, die zijn vrouw zijn leven lang ‘mijn meisje’ noemde, was een criticus van Israël die politieke taal heel goed kon gebruiken.

De gezamenlijke dood van Van Agt en zijn vrouw was de bron van een episch levensverhaal.

Van Agt, die zijn rivaal omhelsde van wie hij op jonge leeftijd het premierschap overnam, deed me kijken naar de politieke verschillen tussen Turkije en Nederland.

Afbeelding met tekst, Menselijk gezicht, person, kleding Automatisch gegenereerde beschrijving
İlhan KARAÇAY schreef:

Dit artikel is een bron van inspiratie voor zowel politiek als liefde.

Nederlandse kranten meldden afgelopen maandag dat oud-premier Dries van Agt en zijn vrouw hand in hand zijn overleden. De gezondheidstoestand van het duo was broos en delicaat en ze wilden niet apart van elkaar leven. Daarom gaven ze er de voorkeur aan om samen te sterven.

Dries en zijn vrouw Eugenie van Agt-Krekelberg waren meer dan 70 jaar samen. Van Agt, die zijn vrouw altijd “mijn meisje” noemde, was een fervent criticus van Israël en een goed politiek spreker.

Afbeelding met Menselijk gezicht, persoon, kleding, glimlach Automatisch gegenereerde beschrijving

Ieders leven bevat zijn of haar eigen unieke reis en ervaringen. Er zijn echter verhalen die het gewone overstijgen en een betekenisvolle indruk achterlaten vol diepe emoties. Een van die verhalen is het verhaal van de epische liefde en toewijding tussen Dries van Agt, voormalig minister-president van Nederland, en zijn geliefde vrouw.

Dit verhaal raakt niet alleen de wereld van de politiek, maar ook de diepste krochten van de menselijke ziel. Hun verhaal is een voorbeeld van een onbreekbare verbintenis die begint met hoop en doorgaat met grote liefde, waarbij ze elkaar tot het einde van hun leven vasthouden.

In dit artikel zal ik, geïnspireerd door het leven van het echtpaar Van Agt, het gedrag, de houding en de relaties van politici in Nederland en Turkije vergelijken en de diepe sporen van politiek in het menselijk leven uitleggen.

Het verhaal van het echtpaar Van Agt draagt niet alleen sporen van de hoogten van de politiek, maar ook van de diepste emoties en betrokkenheid in het menselijk hart. De liefdevolle beloften die ze elkaar deden lijken niet alleen hun tijdelijke bestaan op aarde te omvatten, maar ook hun zielen die eeuwig zullen duren.
Hun levensverhaal herinnert ons aan de kracht van hoop en liefde en benadrukt tegelijkertijd de betekenis van de hoogste menselijke emoties en waarden.
Dit verhaal is niet alleen het verhaal van het leven van twee mensen, maar ook een epos, een liefdesverhaal dat het hart van de mensheid raakt.
Misschien daarom is het echtpaar Van Agt niet alleen een symbool van Nederland geworden, maar van de hele wereld.

Afbeelding met kleding, Menselijk gezicht, persoon, pak Automatisch gegenereerde beschrijving

Liefde is een diepgaande ervaring die mensen over grenzen heen voert en de betekenis van het leven herdefinieert. De relatie tussen mensen die met elkaar verbonden zijn door een buitengewone band van liefde kan tijd en moeilijkheden overwinnen. De voormalige Nederlandse premier Dries van Agt en zijn geliefde vrouw hebben bewezen hoe sterk deze band is. Hun verhaal omvat niet alleen hun diepe liefde voor elkaar, maar ook de laatste reis die ze samen kozen.

Dit verhaal vertegenwoordigt een van de sterkste emoties die men in het leven kan ervaren: ware en diepe liefde. De keuze van het echtpaar Van Agt is een uitdrukking van deze liefde en toewijding die tot het einde van hun leven heeft geduurd.

Elk moment van het leven van het echtpaar Van Agt was een weerspiegeling van hun diepe toewijding aan elkaar.

Elke schoonheid, elke ontbering en elk moment dat ze samen beleefden droeg de sporen van deze liefde. Ze bouwden hun verstrengelde levens op door hun vreugde en verdriet te delen. Hun verhaal is niet alleen een portret van een romantische relatie, maar ook van eeuwig vertrouwen, respect en trouw aan elkaar. Daarom was de laatste reis van het echtpaar Van Agt niet alleen het einde van hun leven, maar ook een uitdrukking van de prachtige liefde die ze hun leven lang samen hadden opgebouwd.

Hun keuze zal een eeuwig voorbeeld van liefde en eenheid blijven en een nalatenschap achterlaten die de mensheid zal inspireren.

Gedurende zijn politieke carrière werd Dries van Agt niet alleen erkend om zijn leiderschapskwaliteiten, maar ook om zijn liefdevolle relatie in zijn persoonlijke leven. In het bijzonder stond hij bekend om zijn diepe band met zijn vrouw en om het feit dat hij bij elke gelegenheid zijn liefde voor haar uitte. Zijn relatie met zijn vrouw was het belangrijkste en meest waardevolle deel van zijn leven. Van Agt stond erom bekend dat hij naar zijn vrouw verwees als “Mijn meisje” en dat hij bij elke gelegenheid zijn diepe liefde voor haar uitte. Deze liefdevolle relatie kenmerkte niet alleen hun privéleven, maar trok ook de aandacht van het publiek en herinnerde mensen aan het bestaan van ware liefde. Het privéleven van Van Agt liet zien dat hij, naast zijn politieke identiteit, een oprecht en diep gevoeld mens was.

Afbeelding met Menselijk gezicht, persoon, kleding, glimlach Automatisch gegenereerde beschrijving

De liefhebbende vrouw van Dries van Agt stond bekend om haar diepe band met haar levenspartner. Deze band was niet alleen de uitdrukking van hun huwelijk, maar ook van een gedeeld leven. Voor Van Agt stond de relatie met zijn vrouw centraal in zijn leven. De tijd die hij met zijn vrouw doorbracht was voor hem het meest kostbaar.

BESCHAAFDE POLITIEK IS ANDER GEDRAG.

De huidige politieke arena biedt een vruchtbaar veld voor het vergelijken van het gedrag van politici, politieke processen en instellingen in verschillende landen. In deze context zijn er opmerkelijke verschillen tussen de houding en het gedrag van politici in landen met verschillende culturele en historische achtergronden, zoals Nederland en Turkije.

In dit artikel richt ik me op de vergelijking tussen de beschaafde benadering van politici in Nederland en het meer primitieve gedrag van politici in Turkije. Deze vergelijking zal ons helpen te begrijpen hoe politieke processen werken en hoe politiek wordt gevormd door sociale en culturele context.

Afbeelding met persoon, kleding, tekst, Menselijk gezicht Automatisch gegenereerde beschrijving

Ik zal nooit vergeten dat toen Van Agt’s sterke rivaal Den Uyl, een sociaaldemocraat, het premierschap overdroeg aan Van Agt na de verkiezingen die hij had verloren, hij hem bij de arm nam, hem in zijn kantoor zette, achter hem ging staan en hem op de schouder tikte en zei: “Kom op, doe je werk beter dat je van mij hebt overgenomen”.

Ik kan deze situatie analyseren in termen van “mentoring” en “leiderschapsvoorbeeld”. Den Uyl’s benadering van Van Agt, die de regering vormde na de verkiezingen die hij verloor, kan worden geïnterpreteerd als een duidelijke uiting van zijn vertrouwen in hem en zijn erkenning van zijn leiderschapskwaliteiten en potentieel. De woorden van Den Uyl gaven Van Agt niet alleen een taak, maar gaven hem ook moed en motivatie voor toekomstige leiderschapsrollen.

Dit soort steun en aanmoediging is erg belangrijk voor jonge politici omdat het hen een gevoel van vertrouwen geeft en het geloof dat ze kunnen slagen. De woorden van Den Uyl bereidden Van Agt voor op een belangrijke leiderschapsrol en gaven hem het nodige zelfvertrouwen. Dit laat zien dat zelfs iemand met onervarenheid in de politieke arena zijn potentieel kan verwezenlijken en onder de juiste omstandigheden grote successen kan boeken.

Bovendien benadrukt het gedrag van Den Uyl het belang van een cultuur van samenwerking en respect in plaats van competitie in leiderschap. Het laat zien dat zelfs jonge en onervaren politici in de politieke arena mentorschap en begeleiding kunnen krijgen van ervaren leiders. Zulke positieve relaties kunnen de talenten van de volgende generatie helpen ontwikkelen en een gunstiger klimaat creëren in het politieke proces.

Van Agt, die in het verleden tijdens zijn politieke carrière opvallend taalgebruik heeft gebezigd, is door zijn politieke tegenstanders op verschillende manieren beschreven. Sommigen hebben hem getypeerd als “een jezuïetengriezel”, terwijl anderen hem hebben omschreven als “een mysticus, waarbij je weet wat er leidt, maar je weet niet waar het toe leidt”.

ISRAEL CRITIEK

Ook na zijn pensionering in de politiek bleef Van Agt actief. Hij liet zijn stem horen in verschillende delen van Nederland en bekritiseerde met name het Israëlische beleid. Zijn organisatie The Rights Forum was een poging om een rechtvaardig en duurzaam beleid ten aanzien van de Palestijns/Israëlische kwestie te bevorderen, en Van Agt zette zich hiervoor in. (Meer hierover vindt u aan het eind van dit artikel)

VOORBEELDEN TER INSPIRATIE

Het opbouwen en onderhouden van relaties gebaseerd op liefde, eerlijkheid en empathie kan altijd de bron zijn van de grootste prestaties en het meest betekenisvolle geluk. Het leven van Van Agt herinnert ons eraan dat we op elke leeftijd, in elke omstandigheid en tegenover elke uitdaging moeten streven naar een leven van liefde en toewijding.

Laat het verhaal van Van Agt daarom een levensvoorbeeld voor je zijn. Bouw liefdevolle relaties op, verlies nooit integriteit en empathie en grijp altijd kansen om de mensheid en je gemeenschap te dienen. Misschien zal jouw verhaal op een dag een voorbeeld zijn dat anderen inspireert.

Afbeelding met persoon, Menselijk gezicht, glimlach, person Automatisch gegenereerde beschrijving

Het levensverhaal van Van Agt is een geweldig verhaal van liefde, loyaliteit en leiderschap. De lessen uit zijn leven benadrukken het belang van niet alleen een politieke carrière, maar ook van menselijke relaties, waarden en dienstbaarheid aan de mensheid. Zijn leven van diepe liefde en toewijding herinnert ons aan de kracht van liefde, de waarde van loyaliteit en het belang van empathie.

Dit verhaal zal altijd een bron van hoop en inspiratie zijn. Het leven van Van Agt laat zien hoe groot de impact van mensen in het leven kan zijn en hoe betekenisvol een leven vol liefde kan zijn. Het belangrijkste is misschien wel dat het ons eraan herinnert dat iedereen een verschil kan maken in zijn eigen leven.

Daarom zal het verhaal van Van Agt een metgezel zijn, een baken van licht en zal het ons altijd vooruit leiden. Met de lessen die we uit zijn leven hebben geleerd, zullen we blijven bouwen aan een meer begripvolle, meer liefdevolle en meer moedige toekomst.

Van Agt’s leven zal ons altijd herinneren aan hoop en hoe kostbaar een leven vol liefde is. Zijn verhaal zal ons altijd leiden en onze harten verwarmen. Laten we allemaal samen verder gaan om anderen te helpen, liefde te verspreiden en eerlijkheid te beschermen. Want onze grootste nalatenschap is de mensheid die we met liefde aanraken en vormgeven met vriendelijkheid.

VERGELIJKING MET TURKIJE

Naar mijn mening is zo’n vergelijking een zeer complex onderwerp en zijn er politieke, culturele en historische factoren bij betrokken. Om politici in Nederland te vergelijken met Turkse politici moeten we naar verschillende aspecten kijken: Nederland heeft een lange democratische traditie en de democratische instellingen functioneren over het algemeen goed. Turkije daarentegen heeft in zijn democratische geschiedenis verschillende moeilijkheden en perioden van politieke instabiliteit gekend. Daarom wordt verwacht dat Nederlandse politici zich meer zullen inzetten voor democratische processen, terwijl Turkse politici in dit opzicht meer moeilijkheden kunnen ondervinden.

Afbeelding met kleding, persoon, meubels, zwart-wit Automatisch gegenereerde beschrijving

Van Agt en zijn rivaal Den Uyl kunnen een gesprek voeren op een terrasje, terwijl onze partijleiders altijd vol haat en wrok zitten, zoals te zien is op de foto hieronder.

Afbeelding met person, Menselijk gezicht, persoon, pak Automatisch gegenereerde beschrijving

Politici in Nederland hebben over het algemeen een geest van dialoog en samenwerking. Zelfs als er meningsverschillen zijn tussen verschillende politieke partijen, discussiëren ze meestal constructief en proberen ze een gemeenschappelijke basis te vinden. In Turkije daarentegen is de politiek vaak meer polariserend en is er minder dialoog en samenwerking tussen politieke leiders.

In Nederland wordt politiek over het algemeen op een meer beschaafde manier bedreven. Persoonlijke aanvallen, overdreven vulgair taalgebruik of discriminerend taalgebruik zijn zeldzaam. In Turkije daarentegen kan de politiek soms harder en persoonlijker zijn, waarbij politieke leiders harde retoriek tegen elkaar gebruiken. Nederland wordt algemeen erkend als een land met een lagere corruptieperceptie wereldwijd. Turkije daarentegen kan te maken hebben met meer corruptie en ethische problemen.

In dit opzicht kan gezegd worden dat de politiek in Nederland over het algemeen beschaafder en geïnstitutionaliseerd is, terwijl de politiek in Turkije meer gepolariseerd en controversiëler kan zijn. Het is echter belangrijk om te onthouden dat politici in beide landen onder verschillende omstandigheden werken en verschillende culturele en historische achtergronden hebben.

Toename ‘dubbele euthanasie’ in Nederland

Afbeelding met persoon, Menselijk gezicht, overdekt, comfort Automatisch gegenereerde beschrijving

Er is een toename van ‘Bilaterale Euthanasie’ verzoeken in Nederland. Waar in 2019 nog 17 verzoeken van echtparen werden gehonoreerd, is dit aantal in 2022 gestegen naar 29. Een (echt)paar dat om euthanasie vraagt, moet eerst apart een aanvraag indienen. De processen worden beoordeeld door verschillende artsen en er moet aan een aantal zorgstandaarden worden voldaan.

Jaren geleden vertelde Dries van Agt aan zijn goede vriend Jonkman dat hij en zijn vrouw erover dachten om samen het leven op te geven. Dit idee werd afgelopen maandag werkelijkheid. Beiden hadden een broze en kwetsbare gezondheid. De gezondheid van zijn vrouw ging snel achteruit.
Volgens Jonkman bleef Van Agt zijn hele politieke carrière weg van zijn gezin en bracht hij zijn laatste jaren graag door met zijn kinderen en kleinkinderen.
Uiteindelijk stierven Van Agt en zijn vrouw samen in Nijmegen, hand in hand.
Dries van Agt en zijn vrouw werden 93 jaar.

HIJ RICHTTE ‘HET RECHTENFORUM’ OP TEGEN ISRAEL’S VERVOLGING VAN DE FILISTIJNEN EN PUBLICEERDE HET BOEK ‘EEN SCHREEUW OM GERECHTIGHEID, DE TRAGEDIE VAN HET FILISTIJNSE VOLK’.

Afbeelding met buitenshuis, kleding, persoon, schoeisel Automatisch gegenereerde beschrijving

Na een politieke en diplomatieke carrière zag Dries van Agt pas hoe slecht de Palestijnen behandeld werden toen hij een pelgrimstocht naar Israël maakte. Sindsdien zet hij zich met hart en ziel in voor de Palestijnse zaak.

Van Agt publiceerde er ook een boek over, ‘Een schreeuw om gerechtigheid, de tragedie van het Palestijnse volk’: Bekijk hoe Co Welgraven deze deugd van Van Agt becommentarieerde:

De felle aanklacht van Dries van Agt

Als premier stond hij pal achter Israël. Pas toen Dries van Agt na zijn politieke en diplomatieke carrière op bedevaart ging naar Israël, zag hij hoe vreselijk de Palestijnen werden behandeld. Sindsdien zet hij zich vol overgave in voor de Palestijnse zaak.

Kom bij Dries van Agt niet aan met het verwijt dat hij in het conflict tussen Israël en de Palestijnen het evenwicht uit het oog verloren heeft, want dan wordt hij boos: „In de publieke opinie overheerst de gedachte dat waar er twee vechten, er twee schuld hebben, en ook evenveel schuld. Dat idee, een dom gezegde, heeft nog altijd de meeste invloed op besluiten in kabinet en debatten in de Tweede Kamer.”

„Tegen dat evenwicht moet ik te wapen. Daarvan moet de voosheid, de onwaarachtigheid worden aangetoond. Dat de Palestijnen rotdingen hebben gedaan, en nog steeds doen – en daaronder een aantal heel ernstige – dat weten we al lang, dat is al tientallen jaren belicht en overbelicht. Het is mijn plicht om, zonder die Palestijnse wandaden weg te poetsen, de schijnwerper te zetten op het Israëlische wangedrag.”

„Ik citeer in mijn boek allerlei rapporten die zijn uitgebracht over de recente Gaza-oorlog, rapporten van belangrijke, met grote autoriteit beklede onderzoekers van de Verenigde Naties, van Amnesty International, van toppers als volkenrechtdeskundige Paul de Waart. Zij laten van het gedrag van Israël geen spaan heel.”

„Richard Falk, die hoogleraar publiek recht geweest is aan een van de beste universiteiten ter wereld – Princeton in de VS – en VN-rapporteur voor de bezette Palestijnse gebieden, zegt dat hij zich als Amerikaanse Jood beschaamd voelt te moeten toegeven dat Israël zich schuldig maakt aan genocidale praktijken.”

„Hoe kan ik dan in godsnaam evenwichtig zijn? Hebben de Palestijnen zich ooit schuldig gemaakt aan genocidale praktijken? Vertel me waar en wanneer. Het geweld van Israël in de Gazastrook was disproportioneel. Belangrijker nog, Falk zegt dat de aanval op Gaza zelfs onrechtmatig was. Daarmee valt het hele verhaal van onder anderen Jan Peter Balkenende weg dat Israël niet meer heeft gedaan dan zich tegen de raketregen van Hamas verdedigen. Israël was de agressor.”

In zijn boek ’Een schreeuw om recht, de tragedie van het Palestijnse volk’ dat vandaag verschijnt, citeert Van Agt, oud-premier en eerste CDA-leider, Avi Shlaim, hoogleraar in Oxford, die naar aanleiding van de inval in Gaza schreef dat Israël ’een schurkenstaat’ is geworden ’met een uiterst gewetenloos stel leiders’.

Op de vraag of hij die mening deelt, zegt Van Agt: „Ik zou deze woorden zelf niet gebruiken. Ik heb het citaat opgenomen om aan te tonen dat er heel wat verstandige, redelijke, menslievende en oordeelkundige Israëliërs zijn. Die waarde heeft het.”

Bladzijde na bladzijde hekelt Van Agt het optreden van Israël jegens de Palestijnen; bovendien neemt hij Nederlandse politici op de korrel die dat land nog steeds onverkort steunen, ook mensen uit zijn eigen CDA: „Het verdriet mij bijzonder dat mijn partij zo kritiekloos pro-Israël is.” Vooral partijgenoot Maxime Verhagen, minister van buitenlandse zaken, moet het ontgelden. „Maxime, mijn cher ami, gaat nogal selectief te werk. Hij gaat naar zorgvuldig uitgekozen plaatsen en conferenties die niet veel meer zijn dan elkaar in het vooroordeel verstevigende clubjes van: samsam tegen het Arabische tuig. Maxime is nooit in Gaza geweest. Hij had er de hel kunnen zien, want Gaza, dat is de hel.’’

Maar toen Van Agt in de jaren zeventig en tachtig premier was, stond hij ook pal achter Israël en had hij amper oog voor de noden van de Palestijnen. „Ik had er geen notie van wat daar aan het gebeuren was, echt niet. Beetje dom, hè, kun je op z’n Maxima’s zeggen, maar ge kunt die diskwalificatie uitsmeren over alle kabinetten uit die tijd, van Den Uyl, Biesheuvel, noem maar op. In het Catshuis werd niet over het Midden-Oosten gesproken, men wist er weinig van. Ja, we hadden het over de gevolgen van de oliecrisissen, de autoloze zondagen en zo, maar niet over de oorzaken. We wisten wel dat Israël zich niet aan VN-resoluties hield en weigerde zich uit de bezette gebieden terug te trekken, en we vonden dat ook niet helemaal volgens het boekje, maar het was ook wel begrijpelijk, want het land, niet meer dan een smalle strook, werd hevig bedreigd, meenden wij, door zijn buren. En het zou ooit wel goed komen, dachten we in onze naïviteit.”

Langzamerhand druppelde bij Van Agt informatie binnen dat op de handelwijze van Israël wel meer viel aan te merken, bijvoorbeeld over de bloedbaden in de Palestijnse vluchtelingenkampen Sabra en Shatila, niet door het Israëlische leger gepleegd, maar wel onder de ogen van. De schellen vielen pas echt van de ogen toen de CDA’er na beëindiging van zijn politieke en diplomatieke leven eind jaren negentig met zijn vrouw Eugenie op bedevaart naar Israël ging.

„Het was m’n eerste kennismaking met het land, ik was er nog nooit geweest. De indrukken overdonderden me. Ik zag hoe ook oudere Palestijnen werden behandeld bij de checkpoints van het leger door vlegels van soldaten met hun grote blaffers op hun schouder, vreselijk. Terwijl onze bus met al die christenen uit Europa natuurlijk rap werd doorgelaten, want dat was goed voor het imago. En we hoorden verhalen van Palestijnse studenten die te lijden hadden onder de bezetting, ik vond het al met al verschrikkelijk. Die reis was voor mij een psychische doorbraak. Ik nam de indrukken mee naar huis, ging er over lezen, en doe dat tot de dag van vandaag.”

Van Agt zegt dat hij drie motieven heeft om zich voor de Palestijnen in te zetten: „Ik ben christelijk opgevoed en beschouw mijzelf nog steeds als christen. Als christenjongen zie ik zo mateloos veel onheil in het Heilige Land dat ik daarmee niet leven kan. Dit motief zou al voldoende moeten zijn om in het geweer te komen. Maar bovendien ben ik met hart en ziel en tot in al mijn vezels jurist en dus is het voor mij een dagelijkse kwelling – niet minder dan dat – dat daarginds het internationale recht wordt beschadigd, geschoffeerd, geschonden, zo ernstig en zo vaak dat het niet om aan te zien is.”

Bij het derde motief staat de politicus in ruste wat langer stil: „Ik ben Europeaan, in volle overtuiging. De geschiedenis houdt ons voor dat Europa in de opperst denkbare mate schuldig staat aan het ontstaan van de Palestijnse tragedie. Dat begint al bij de Balfour-verklaring van Groot-Brittannië aan het eind van de Eerste Wereldoorlog die steun toezegde voor de vestiging van een Joods nationaal tehuis in Palestina. Iedereen wist natuurlijk: een tehuis met de bedoeling te worden tot een staat. Bij het opstellen van die verklaring is niet één Palestijn geraadpleegd.”

Na afloop van de Tweede Wereldoorlog ging de internationale gemeenschap (lees: Europa en de Verenigde Staten) akkoord met de stichting van de staat Israël, deels uit schuldgevoel over de Holocaust. Van Agt: „De Holocaust mag niet alleen Duitsland worden verweten. Van een aantal bezette landen is het duidelijk geworden, ook Nederland, dat ze ernstig tekort geschoten zijn in het benutten van de mogelijkheden die er moeten zijn geweest ter bescherming van de Joden. Europa is een beslissende factor geweest in het ontstaan van de staat Israël. Dat is op een brute wijze gebeurd, ten koste van de Palestijnen, die zijn van hun land verjaagd. Honderden Palestijnse dorpen zijn vernietigd. Wij zijn daarvoor medeverantwoordelijk.”

Misschien is er nog wel een vierde motief om zich druk te maken, zegt Van Agt even later in het interview: „Israël doet dagelijks zijn best om bij Europa te zijn, het wil een soort buitenlid van de Europese Unie worden. Wij zijn lid van de westerse beschaving, dat is de boodschap die het land uitzendt. Maar als die westerse beschaving zich vervolgens zo gruwelijk misdraagt, dan heb ik meer reden om boos te worden dan wanneer de Congolezen dat doen, of de Chinezen jegens Tibet.”

Van Agt is niet de enige prominente CDA’er van katholieke huize die zulke scherpe kritiek heeft op Israël. Ook de oud-EU-commissarissen Frans Andriessen en Hans van den Broek (tevens gewezen minister van buitenlandse zaken) wassen het land regelmatig de oren. Uit protestantse hoek is de toon veel milder. Zelf heeft Van Agt daar wel een verklaring voor: „Voor onze reformatorische broeders en zusters is de Bijbel veel meer in tel geweest in de jaren van hun opvoeding en vorming. De mensen van de kerk waarin ik ben geboren zijn vaak gehoond en gesmaad, en niet zonder reden, wegens onvoldoende kennis van de Heilige Schrift, vooral van het Oude Testament. In dat Oude Testament zijn de noties van het beloofde land en het verbond tussen God en zíjn volk, met uitsluiting van andere volken, zo preponderant dat op die bodem allicht de gedachte kan ontstaan dat wat we hier zien gebeuren in onze dagen de verwezenlijking is van de belofte van duizenden jaren her. Nou zult u zeggen: en Maxime Verhagen dan, die is toch ook rooms-katholiek? Dat raadsel, hoop ik maar, zal ooit bij ons beider verscheiden van deze planeet worden opgelost, maar ik ben er niet zeker van.”

De vraag is of Van Agt met zijn felle toon niet de mensen van zich vervreemdt die de Palestijnse zaak een goed hart toedragen, maar die niet anti-Israël zijn. „De verwijten die ik maak zijn stuk voor stuk feitelijk onderbouwd en bewezen. U vraagt mij nu of het verstandig is die feiten te noemen. Eigenlijk een rare vraag, niet? Ík polariseer niet, ík bouw die muur niet die van de Westbank een verbrokkeld gebied maakt waardoor een Palestijnse staat feitelijk onmogelijk is geworden. Als je die muur ziet, dan schreeuw je het toch uit?”

„Er zijn al beterweters en nurksen geweest die het nodig hebben gevonden het boek af te kraken nog voordat zij het gelezen hadden. Wat duidt dit aan? Het is het zoveelste blijk van het verschijnsel dat de boodschap die ik breng, en ik niet alleen, in zijn argumentatie en feitelijke ondersteuning zo onweerlegbaar is dat alleen maar soelaas kan worden gevonden in het besmeuren van de boodschapper.

Ook de komende dagen zal ik wel weer in alle talen worden uitgekreten als een antisemiet. In mijn leven heb ik veel eelt op zijn ziel gekregen, maar voor deze beschuldiging niet. Het grieft mij, ik vind het ontzettend. Het komt telkens terug, en nu in verhevigde mate, reken maar. Ik ben geen antisemiet, ik heb gerechtvaardigde en beargumenteerde kritiek op de staat Israël.”

HOLLANDA’NIN 8 ÇINARI BİR ARAYA GELDİLER VE ÇÖZÜLEMEYEN SORUNLARI GÜNDEME GETİRDİLER…

HOLLANDA’NIN 8 ÇINARI BİR ARAYA GELDİLER VE ÇÖZÜLEMEYEN SORUNLARI GÜNDEME GETİRDİLER…

Zeki Gül, İbrahim Görmez, Veyis Güngör, Halit Köse, İsmet Biçer, Şerif Taştan ve Osman Bahadır ile katıldığımız Barbeque (Mangal) partisinde sorunlar muallâkta kaldı.

En büyük meşâkkatı çeken birinci nesil Hollanda Türklerinin, şimdiki dördüncü neslinin, aidiyet duygusundan uzak kalmalarına üzülen çınarlar, her iki devlete çağrıda bulundular.

Entegrasyon ile asimilasyon çelişkisinin de tartışılması gerektiğini belirten çınarlar, Hollanda Diyanet Vakfı’nın da emin ellerde olması için fikir teatisinde bulundular.

(Haberin Hollandacası en altta)
(Nederlandse tekst van het bericht is onderaan)

İlhan KARAÇAY yazdı:

Hollanda’ya Türk işçi göçünün 60’ıncı yılı anıları ve kutlamaları gündemdeyken, Hollanda’daki Türk varlığının temelini atmış olan yüzlerce yurttaşımızdan 8’i, alışılmışın dışında bir toplantıda, sorunları tartışmak için bir araya geldiler.
‘Çınar ağacı’ olarak niteleyebileceğimiz bu 8’liyi bir araya getirme fikri, Zeki Gül ile İbrahim Gözmez’den çıktı.

Zeki Gül’ün oğulları Sait, Sadık ve Akif’in ev sahipliğinde hazırlanan Mangal Partisi, Amsterdam’ın banliyösü Oostzaan’da gerçekleşti.
Zeki Gül ve İbrahim Görmez, “Beşinci neslimizi beklediğimiz Hollanda’da, sorunlarımız hâlâ çözülemedi. Bir yığın devlet kuruluşu ve Sivil Toplum Kuruluşları çareler arıyorlar ama bulamıyorlar. Birinci nesilden birkaç dost ile bir araya gelelim ve sorunlarımızı tartışalım” diyerek, naçizane şahsım da dahil 8 çınarı bir araya getirdiler.

Yazdığım gibi, alışılmamış bir toplantı düzenleyen Gül ve Görmez ikilisi, katılımcı sayısını özellikle kısıtlı tuttuklarını belirterek, sağlıklı bir tartışmanın gerçekleşmesini sağladılar.

Afbeelding met person, raam, kleding, persoon Automatisch gegenereerde beschrijving

Mangaldan çıkan kızarmış et parçaları, beraberinde salata, plaki ve biber ezmesi olduğu halde midelerimize indikten sonra, tartışmanın fitilini ateşlemek bana düştü.
Benim şu anda çok önemli bulduğum Hollanda Diyanet Vakfı konusu zaten gündeme geleceği için, şu soruyu ortaya attım:

‘Hollanda’daki Türk toplumunun cefakârlık ve vefakârlıklarıyla kurulan Hollanda Diyanet Vakfı’nın bugünkü durumu nedir. 150 camisi ve Cenaze Fonu ile milyarlık servete sahip olan bu vakıfın hukuki durumu nedir? Herhangi bir anlaşmazlık ve finans krizi yaşandığı zaman bu mallara nasıl sahip çıkabileceğiz. Vakıfın tüzükteki konumu nedir? Türkiye Diyanet’ine bağlılığı ve bağımlılığı var mıdır? Kurucuların bazıları vefat etti ve yerlerine başkaları girdi.
Hollanda’daki Türklerin malı sayılan, Hollanda Diyanet Vakfı’nın mallarına nasıl sahip çıkacağız?’

Afbeelding met kleding, persoon, person, Menselijk gezicht Automatisch gegenereerde beschrijving
Zeki Gül (Hollanda’ya ilk gelen cami imamı), İbrahim Görmez (Hollanda Türk İslam Kültür Dernekleri Federasyonu ve İslam Yayın Kurumu İOS’in eski başkanı. Şimdiki Transvaal informatie Sociaal Culturele Centrum Başkanı), Veyis Güngör (Hollanda Türkevi Araştırmalar Merkezi Başkanı), Halit Köse ( Deneyimli yönetici) , İsmet Biçer ( Amsterdam Türk Kültür Merkezi eski yöneticisi), Şerif Taştan (Zwolle Ulu Cami Yöneticisi), Osman Bahadır (Türkler İçin danışma Kurulu eski Başkanı) ve naçizane şahsım hatıra fotoğrafını bu pozu verdik.

Afbeelding met persoon, Menselijk gezicht, kleding, rimpel Automatisch gegenereerde beschrijving
Yukarıda Hollanda Diyanet Vakfı hakkındaki soruya ilk cevap veren, vakıfın kuruluşu sırasında faal olan İbrahim Görmez oldu

Görmez sözlerine şöyle başladı: “Hollanda Diyanet Vakfı (HDV), Hollandaca ismiyle Islamitische Stichting Nederland (ISN), 10 Aralık 1982 yılında, Tayyar Altıkulaç, Sami Uslu, Lütfi Şentürk, Abdulbaki Keskin, Ahmet Uzunoğlu, Mehmet Kervancı, Hayrettin Şallı, Mahmut Sezgin, Remzi Yavuz ve Erdinç Türkçan tarafından kurulmuştur.
Aramızdan ayrılanlara Allah rahmet eylesin, vefat edenlerin yerleri sonradan doldurulmuştur.

Göz bebeğimiz olan bu kuruluşun geleceği bizleri düşünmeye ve ne yapılması gerektiğine odaklanmamızı gerektirmektedir. 42 yıl önce kurulan bu kuruluş, şu anda devasa bir kuruma dönüşmüş vaziyettedir. Onlarca lojmanı, 150 adet cami binası, 120 bin cenaze fonu üyesi, morg ve cenaze yıkama uniteleri ile, tüm mal varlığı milyar euroya yakın olan bu kuruluşu, artık imamlar ve part time gönüllü yöneticiler değil, profesyonellerin yönetme vakti gelmiştir. Buradaki mal varlığımızın, yüz yıllar boyu gelecek olan nesillerimizin hizmetlerine devredilmesi için, vakfın yeniden yapılanmaya ihtiyacı olduğu kanısındayız. Hepimizin bildiği gibi, 500 yıl önce Portekiz ve İspanya’dan kovulan yahudi cemaati, tüm kuruluşları ile ayakta kalabilmişlerdir. Bu da sadece dini kuruluşlara bağlı olan hahamlar ile değil, bu dini kuruluslara destek olan sivil toplum kurumları ile ayakta kalabilmeyi sağlamışlardır. Hollanda Diyanet Vakfını, Hollanda Türk İslam Kültür Dernekleri Federasyonu tarafindan kurulduğunu kimse inkâr edemez. Böyle olduğu halde, son yıllarda bir sivil toplum kuruluşu olan Hollanda Türk İslam Kültür Dernekleri Federasyonu’nun, gerek federasyon yöneticilerinin acizliği, gerekse vakıf tarafından dışlanması neticesi, maalesef işlevsiz bir duruma düşürülmüştür. En kısa bir zamanda Hollanda Türk İslam Kültür Dernekleri Federasyonu, seçeceği yeni yöneticiler ile, Hollanda Diyanet Vakfı ile en üst derecede birlikte çalışma zorunluluğu vardır. Bu zorunluluk, gelecek olan nesillerimiz için olmazsa olmazıdır. Aksi takdirde, politik olarak asırı sağ ve İslam karşıtı olan hükümetlerin politikaları neticesinde bu kuruluşumuzun büyük bir tehlike altında olacağı kesindir. Her gün daha fazla gelişen islamofobik hareketler cümlemizin malumudur. Bütün bunları bertaraf etmenin yolu, kuvvetli bir Sivil Toplum Kuruluşu olan Federasyonumuz ile birlikte hareket edilmesi gereklidir. Tüm endişelerimiz bundandır. Hiç bir kişiye şahsi bir husumetimiz yoktur, olamaz da…
Amacımız, buradaki varlığımızın teminatı olan Hollanda Diyanet Vakfı’nın, yüz yıllar boyu hizmet vermesinin garanti altına alınmasıdır.
Bunun için de, yüksek düzeyde bir araştırma yapılması kaçınılmazdır.”

Bakalım İbrahim Görmez’in bu çağrısı, gerek devlet kurtuluşlarında ve gerekse Hollanda’daki Türk Sivil Toplum Kuruluşları’nda nasıl yankılanacak?

Afbeelding met Menselijk gezicht, persoon, kleding, Voorhoofd Automatisch gegenereerde beschrijving
Şimdi sıra, 8 Çınar’ın en genci olan, Türkevi Araştırmalar Merkezi Başkanı Veyis Güngör’de.
Veyis Güngör, gerek Diyanet Vakfı konusunda ve gerekse üzerinde durulması gereken diğer sorunlar hakkında bakınız neler diyor:

“Bu kadar değerli, tecrübeli ve Hollanda Türk toplumuna hizmetleri geçmiş, Türklerin rahat etmesi için yüzlerce dernek, vakıf, cami kurmuş, yani Hollanda’da Türk kültürünün kurumsallaşmasına öncülük etmiş büyüklerimin yanında bize elbette söz düşmez. Öncelikle insanımıza öncülük etmiş ve ahirete göçmüş olanlara Allah’tan rahmet diler, burada bulunan ve Hollanda’da sayıları azalmış birinci nesil öncülerimizin ellerinden öpmek isterim.
Naçizane ben de 40 yıldır Hollanda Türk göç tarihinin canlı bir şahidi ve bir sosyal bilimci olarak, biraz önce gündeme gelen bir iki konu hakkında görüşlerimi ifade etmek isterim.
Hollanda Diyanet Vakfı ile ilgili İbrahim abi görüşlerini söyledi. Bunlara ilaveten şu görüşümü paylaşmak isterim: Hollanda Diyanet Vakfı, bir milyonu aşan bir nüfusla Hollanda’da yaşayan Müslümanların, bu ülkede kurumlaşmasının en somut ve önemli temel taşlarından birisidir. Hatırlanacağı gibi, Hollanda Diyanet Vakfı, bir zamanlar Hollanda hükümeti tarafından hemen hemen her konuda görüşü alınan, sorulan ve tabiri caizse karar vericilerle konuşma partneri olarak görülen bir kurumumuzdu. O yıllarda, Hollanda hükümeti Türkiye’den imamların gelmesine sıcak bakıyor, teşvik ediyor hatta imamlar için Bergen Halk Okulu’nda hafta sonları kursları açıyor ve eğitim programları uygulamalarını teşvik ediyordu. Ancak, bugün ne yazık ki, Hollanda hükümeti Türkiye’den imamların gelmesine sıcak bakmadığı gibi, bu yolu kapatmak istiyor. Hollanda Diyanet Vakfı, bu gelişme karşısında Hollandalı muhataplarıyla sürdürülebilir bir yol bulmalı, bir politika geliştirmelidir. Hollanda karar vericileri ile daha detaylı bir şekilde iletişim içinde olunmalıdır. Vakıf, Hollanda siyasetçilerine, gazetecilerine, araştırmacılarına ve kamuoyuna üçüncü kişi ve kurumlar tarafından değil, bizzat Vakfın yöneticilerince anlatılmalıdır.

Hollanda Diyanet Vakfı ve Vakfa ait cami ve dernekleriyle ilgili bir başka can alıcı konu ise, bu kurumların yarın ve obirgün yönetici bulamama gibi sorunla karşılaşmamaları için, gelecek plan ve programların ve bu yönde politikaların geliştirilmesidir. Günümüzde daha çok, ikinci ve az sayıda da olsa üçüncü nesil cami yöneticileri, yarınlarda görevlerini Hollanda’da doğan, büyüyen ve bu meseleye sahip çıkmak isteyen nesillere bırakmalılar. Böyle bir çalışma yapılırken, camilerin Hollanda toplumundaki emansipatorik fonksiyonları mutlaka göz önünde bulundurulmalıdır.
Her iki konuda da, Vakfı’n kardeş kuruluşu olan Hollanda Türk İslam Kültür Dernekleri Federasyonu (HTIKF) ile, geçmişte olduğu gibi, ortak çalışılmalıdır. Yer yer oluşan güç yarışına gerek yoktur. Hollanda birlikte çalışma kültürünün en gelişmiş toplumudur. Örnek önümüzdedir…”

Veyis Güngör’e bu açıklamasına teşekkür ettikten sonra şu soruyu yönelttim: Bu yıl Hollanda’ya yapılan Türk iş gücü göçünün 60’ıncı yılı olduğu ve bazı kutlamalar yapılacağı biliniyor. Ama bir de pek fazla bilinmeyen bir başka ‘Dostluk Anlaşması’nın da 100’üncü yıl dönümünden söz ediliyor. Nedir bu bir başka anlaşma?

Afbeelding met Menselijk gezicht, persoon, kleding, Voorhoofd Automatisch gegenereerde beschrijving
Evet, bu yıl iki yıl dönümü yaşayacağız. Ama bu iki anlaşmalara girmeden önce, bir iki cümleyle, Türkiye Hollanda ilişkilerini hatırlayalım.
2012 yılında kutladığımız ‘Türkiye-Hollanda Arasında 400 Yıllık Resmi İlişkiler’ anlaşması, 1612 yılında Cornelis Haga’nın İstanbul’a, Hollanda Elçisi olarak atanmasının yıl dönümüdür.
O yıl, Sultan I. Ahmet Hollandalılar’a “ahidname-i hümayun” vermiştir.
1989 yılında da Yahya Karaca Paşa, Osmanlı İmparatorluğunun Lahey Elçisi olarak atanmıştır.

Bir de sizin sorduğunuz Türkiye ile Hollanda arasında yapılan bir başka Dostluk Anlaşması’nın 100’üncü yıl dönümü bu yıl. İlk kez 30 Kasım 2023 tarihinde Amsterdam’da yapılan DTİK Hollanda Buluşması’nda, Ticaret Bakanı Ömer Bolat ve sonraki aylarda da Lahey Büyükelçimiz Selçuk Ünal tarafından ifade edilen, Türkiye ile Hollanda arasındaki Dostluk Anlaşması’nın 100’üncü yıl dönümü bu yıl. Öyle ki, genç Cumhuriyetimizin ilanından hemen sonra, 1924 yılında imzalanan “Türkiye Cumhuriyeti ile Felemenk Kraliyeti Arasında Muhadenet Muahedenamesi”dir (Dostluk Anlaşması) var. İşte bu yıl bu anlaşmanın da 100’üncü yılı.

Hollanda Türk toplumu, bu yıl bir taraftan Hollanda’ya yapılan Türk iş gücü göçünün 60’ıncı yıl dönümünü, diğer taraftan da 1924 yılında yapılan Türkiye Hollanda Dostluk Anlaşması’nın 100’üncü yıl dönümünü kutlayacak.”

Afbeelding met persoon, Menselijk gezicht, rimpel, kleding Automatisch gegenereerde beschrijving
Mangal partisi toplantısının mimarı olan Zeki Gül, Hollanda’ya Türk devleti tarafından gönderilen ilk cami imamıdır. Daha sonra, ihtiyaç üzerine bir seyahat bürosu açan Gül, seyahat bürosunu çocuklarına devretti ve şimdi emekliliği yaşıyor.
Zeki Gül’ü en çok düşündüren, yeni nesil Türkler’in, aidiyet hislerinin sönmekte oluşudur.
Şöyle diyor Zeki Gül:
“Aslında bu sorun, göçmenlik tarihinin en büyük sorunlarından biridir. Kanada’ya, Avustralya’ya ve Yeni Zelanda’ya daha önce göç etmiş olan Hollandalılar da aynı sorunu yaşıyor. Gurbetteki yeni nesiller, aradan geçen yıllar sonrasında, atalarının geldikleri ülkeleri unutuyorlar ve aidiyet hissini de kaybediyorlar. Çok şükür biz buralarda gerek camilerimiz ile ve gerekse derneklerimiz ile, bu sorunu biraz geciktiriyoruz. Çocuklarımızın, ülkemize bağımlılıklarını isterken, onların asimile edilmelerine karşı olduğumuzu belirtiyorum. Tabii ki entegrasyon da çok önemlidir. Ama çok şükür, çocuklarımız tahsillerini sürdürerek Hollanda toplumuna entegre oluyorlar.

Afbeelding met Menselijk gezicht, persoon, rimpel, kleding Automatisch gegenereerde beschrijving
Mangal partisinin konuklarından İsmet Biçer, Amsterdam Türk Kültür Merkezi’nin ilk yöneticilerindendir. Biçer için en önemli sorunlarımızdan biri, buradaki gençlerimizin askerlik sorunudur. Şöyle diyor Biçer:
“Burada yetişmekte olan gençlerimiz, çok şükür ki, tahsil konusunda çok başarılılar. Diplomaları ile çok iyi portlara yerleşen gençlerimiz arasında iş dünyasına atılanlar da var. Yüksek düzeyde post kapmış olan ve iş dünyasına el atmış olan bu gençlerimizin önünde bir askerlik sorunu vardır.
Sağolsun devletimiz, ‘Bedelli askerlik’ sistemi ile gençlerimizin önünü açmıştır. Ama bu açış çok pahalıya mal olmaktadır. Hollandalılar, askerlikten muaf tuttukları gençlerinden para almamaktadır. Bence bizim devletimiz de gençlerimizden bir bedel almamalı.”

Afbeelding met persoon, Menselijk gezicht, rimpel, Voorhoofd Automatisch gegenereerde beschrijving
Mangal Partisinin tanınmış isimlerinden biri olan Osman Bahadır, gerek Türk İslam Kültür Dernekleri Federasyonunda ve gerekse Türkler İçin Danışma Kurulu IOT’de başkanlık yapmış bir isim. Bir ara Türkler için kurulan İslam Yayın Kurumu’nun başkanlığını İbrahim Görmez’den devralan Bahadır için önemli sorun, Türkler için yeniden bir İslam Yayın Kurumu oluşturmakdır.
Şöyle diyor Osman Bahadır:
“Birilerinin hataları nedeniyle elimizden alınan İslam Yayın Kurumu, şimdilerde bir başka oluşum içinde, diğer müslüman ülkelerden gelenlerin elinde. Ama kısıtlı bir yayın hakları var. Biz şimdi yeniden harekete geçmeliyiz ve elimizden alınan İslam Yayın Kurmu’nu yeniden hayata geçirmeliyiz.”

Afbeelding met Menselijk gezicht, persoon, kleding, rimpel Automatisch gegenereerde beschrijving
Zwolle kentinde yaşayan Türklerin her türlü sosyal ve kültürel sorunlarının çözümünde faydalı çalışmalar yapan Şerif Taşdan için en önemli sorunlardan biri, çocuklarımızın Türkçe eğitim alamamasıdır.
Şöyle diyor Taşdan:
“Eskiden çocuklarımız için özel Türkçe dersleri veriliyordu. Hollanda hükümeti bütçe sıkıntısı olduğunu belirterek, bu masrafın Türkiye tarafından karşılanmasını istedi ve derslere verilen ödeneği kesti. Yıllardır bu sorun ile uğraşıyoruz. Ama nafile. Çocuklarımız Türkçe’yi sadece evlerinde birkaç saat konuşuyor. Dışarıda ve okulda Türkçe konuşamadıkları için, dil bilgisi eksikliği yaşıyorlar. Bence bu konu her iki ülkenin katkılarıyla çözümlenmelidir.”

Afbeelding met Menselijk gezicht, persoon, kleding, Bejaarde Automatisch gegenereerde beschrijving
Mangal Partisinin bir diğer konuğu Halit Köse için sorunlardan biri de, Türkiye’ye otomobil sokma sorunudur. İki yıllık triptik süresinin dört yıla çıkarıldığı haberlerinin aldatıcı olduğunu söyleyen Halit Köse şöyle diyor:
“Eskiden iki yıllık süre herkes için geçerliydi. Ama şimdiki dört yıllık sürenin, sadace emekliler için geçerli olduğu söyleniyor. Bu büyük bir haksızlıktır. Benim gibi emekli olanlar bu haktan yararlanabilmek için, büyük uğraş vermek mecburiyetinde. Emeklilik belgesi tercüme edilecek ve noterlikte tasdik ettirilecek. Bunlar angarya işlerdir. Suriyeliler’e bırakın dört yıllık triptiği, çok ucuz bir şekilde plaka veriliyor. Bizim Suriyeli’den eksiğimiz ne? Devletimizi ve ülkemize kazandırdığımız dövizlerin karşılığı bu olmamalıdır.”

Mangal partisinin sekizinci konuğu, naçizane şahsım, son olarak şunları söyler:
Nereden bakarsanız bakın, göçmenlik gerçekten çok meşakkatli bir oluşumdur.
Ben bu meşakkatli gelişmeleri, aşağı yukarı hergün yazıyor ve yayınlıyorum.
Tıpkı şimdi yaptığım gibi…
Bu nedenle benim bu son toplantı için söyleyecek bir lafım kalmadı.
Bundan sonraki günlerde, ‘Devamı yarın’ sloganı ile yazılarda bulacaksınız beni.
kalın sağlıcakla.

8 PLATANEN VAN NEDERLAND KWAMEN SAMEN EN
BRACHTEN ONOPGELOSTE PROBLEMEN TER SPRAKE…

Op het Barbeque feest dat we bijwoonden met Zeki Gül, İbrahim Görmez, Veyis Güngör, Halit Köse, İsmet Biçer, Şerif Taştan en Osman Bahadır, bleven de problemen in het ongewisse.

De eerste generatie Nederlandse Turken, die de grootste ontberingen hebben geleden, betreurden het dat de huidige vierde generatie ver verwijderd was van het gevoel erbij te horen en deden een beroep op beide staten.

Ze stelden dat de tegenstelling tussen integratie en assimilatie ook besproken moet worden en wisselden ideeën uit om de Nederlandse Religieuze Stichting in veilige handen is.

İlhan KARAÇAY schreef:

Terwijl de herinneringen en vieringen van de 60ste verjaardag van de Turkse arbeidsmigratie naar Nederland op de agenda stonden, kwamen 8 van onze honderden landgenoten die de basis hebben gelegd van de Turkse aanwezigheid in Nederland samen om de problemen te bespreken in een ongebruikelijke bijeenkomst.
Het idee om deze 8 bij elkaar te brengen, die we kunnen karakteriseren als ‘platanen’, kwam van Zeki Gül en İbrahim Gözmez.
Het barbecuefeest dat werd georganiseerd door Zeki Gül’s zonen Sait, Sadık en Akif vond plaats in Oostzaan, een buitenwijk van Amsterdam.

Zeki Gül en İbrahim Görmez zeiden: “In Nederland, waar we wachten op onze vijfde generatie, zijn onze problemen nog steeds niet opgelost. Veel overheidsinstellingen en niet-gouvernementele organisaties zijn op zoek naar oplossingen, maar ze kunnen ze niet vinden. Laten we samenkomen met een paar vrienden van de eerste generatie en onze problemen bespreken”, brachten ze 8 platanen samen, waaronder ikzelf.

Zoals ik heb geschreven, zorgden Gül en Görmez, die een ongebruikelijke bijeenkomst organiseerden, ervoor dat er een gezonde discussie plaatsvond door het aantal deelnemers bijzonder beperkt te houden.

Afbeelding met person, raam, kleding, persoon Automatisch gegenereerde beschrijvingNadat de stukken gebakken vlees van de barbecue, vergezeld van salade, plaki en chilipasta, in onze magen zaten, was het aan mij om de lont van de discussie aan te steken.
Aangezien de kwestie van de Nederlandse Religieuze Stichting, die ik op dit moment erg belangrijk vind, al op de agenda zal staan, stelde ik de volgende vraag:
‘Wat is de huidige situatie van de Nederlandse Religieuze Stichting, die is opgericht met de offers en loyaliteit van de Turkse gemeenschap in Nederland. Wat is de juridische status van deze stichting met haar 150 moskeeën en Begrafenisfonds, die over een miljardenvermogen beschikt? Hoe kunnen we aanspraak maken op deze eigendommen in geval van een geschil en financiële crisis? Wat is de positie van de stichting in het statuut? Is het gelieerd aan en afhankelijk van de Turkse Diyanet? Sommige oprichters zijn overleden en anderen hebben hun plaats ingenomen.
Hoe gaan we aanspraak maken op de bezittingen van de Nederlandse Religieuze Stichting, die worden beschouwd als de bezittingen van de Turken in Nederland?

Afbeelding met kleding, persoon, person, Menselijk gezicht Automatisch gegenereerde beschrijvingZeki Gül (imam van de eerste moskee in Nederland), İbrahim Görmez (voormalig voorzitter van de Federatie van Turks Islamitische Culturele Verenigingen in Nederland en de Islamitische Omroeporganisatie IOS. Nu voorzitter van Transvaal Informatie Sociaal Cultureel Centrum), Veyis Güngör (Voorzitter van het Nederlands Turkevi Onderzoekscentrum), Halit Köse (Ervaren manager), İsmet Biçer (Voormalig Directeur van het Turks Cultureel Centrum Amsterdam), Şerif Taştan (Directeur van de Grote Moskee in Zwolle), Osman Bahadır (Voormalig Voorzitter van de Adviesraad voor Turken) en ikzelf poseerden nederig voor deze herinneringsfoto.

Afbeelding met persoon, Menselijk gezicht, kleding, rimpel Automatisch gegenereerde beschrijving
İbrahim Görmez, die actief was tijdens de oprichting van de stichting, beantwoordde als eerste de vraag over de Nederlandse Religieuze Stichting.

Görmez begon zijn toespraak als volgt: “De Nederlandse Stichting Religieuzen (HDV), met de Nederlandse naam Islamitische Stichting Nederland (ISN), werd op 10 december 1982 opgericht door Tayyar Altıkulaç, Sami Uslu, Lütfi Şentürk, Abdulbaki Keskin, Ahmet Uzunoğlu, Mehmet Kervancı, Hayrettin Şallı, Mahmut Sezgin, Remzi Yavuz en Erdinç Türkçan.
Moge God genadig zijn met hen die overleden zijn, de plaatsen van hen die overleden zijn werden later opgevuld.
De toekomst van deze organisatie, die onze oogappel is, vereist dat we nadenken en ons richten op wat er moet gebeuren. Deze organisatie werd 42 jaar geleden opgericht en is nu uitgegroeid tot een enorm instituut. Met tientallen verblijven, 150 moskeegebouwen, 120.000 leden van het begrafenisfonds, mortuaria en begrafeniswassers, bedragen de activa van deze organisatie bijna een miljard euro en het is tijd dat professionals deze organisatie gaan leiden, niet imams en parttime vrijwillige managers. Wij geloven dat de stichting geherstructureerd moet worden om onze activa over te dragen aan de diensten van onze generaties die nog eeuwen zullen komen. Zoals we allemaal weten, heeft de Joodse gemeenschap, die 500 jaar geleden uit Portugal en Spanje werd verdreven, met al haar instellingen overleefd. Dit geldt niet alleen voor de rabbijnen die verbonden zijn aan religieuze organisaties, maar ook voor de niet-gouvernementele organisaties die deze religieuze organisaties ondersteunen. Niemand kan ontkennen dat de Nederlandse Stichting Religieuzen is opgericht door de Federatie van Turks Islamitische Culturele Verenigingen in Nederland. Toch is de Federatie van Nederlandse Turks Islamitische Culturele Verenigingen, een niet-gouvernementele organisatie, in de afgelopen jaren helaas gedegradeerd tot een disfunctionele staat als gevolg van het onvermogen van de federatiebestuurders en de uitsluiting van de stichting. De Federatie van Turks Islamitische Culturele Verenigingen Nederland, met de nieuwe bestuurders die zij zal kiezen, heeft de verplichting om zo snel mogelijk op het hoogste niveau samen te werken met de Stichting Religieuzen Nederland. Deze verplichting is een must voor onze toekomstige generaties. Anders is het zeker dat deze organisatie groot gevaar loopt als gevolg van het beleid van politiek extreem rechtse en anti-islamitische regeringen. Islamofobe bewegingen, die zich elke dag meer en meer ontwikkelen, zijn ons allen bekend. De manier om dit alles uit te bannen is door samen te werken met onze Federatie, die een sterke niet-gouvernementele organisatie is. Dit is de reden van al onze zorgen. We hebben geen persoonlijke vijandschap met wie dan ook, en dat kunnen we ook niet…
Ons doel is om te garanderen dat de Nederlandse Religieuze Stichting, die de garantie is van onze aanwezigheid hier, eeuwenlang dienst zal doen.
Daarvoor is een onderzoek op hoog niveau onvermijdelijk.”

Laten we eens kijken hoe deze oproep van İbrahim Görmez weerklank zal vinden bij zowel de staatsreddingen als bij de Turkse NGO’s in Nederland.

Afbeelding met Menselijk gezicht, persoon, kleding, Voorhoofd Automatisch gegenereerde beschrijving
Nu is het de beurt aan Veyis Güngör, de jongste van de 8 Çınar, voorzitter van het Turkevi Research Centre.
Veyis Güngör heeft het volgende te zeggen over zowel de Diyanet Stichting als andere problemen die moeten worden aangepakt.

“Het is natuurlijk niet aan ons om te spreken in het bijzijn van mijn oudsten die zo waardevol en ervaren zijn en de Nederlandse Turkse gemeenschap hebben gediend, die honderden verenigingen, stichtingen en moskeeën hebben opgericht voor het comfort van Turken, dat wil zeggen, die een pioniersrol hebben gespeeld bij de institutionalisering van de Turkse cultuur in Nederland. Allereerst wil ik Allah’s barmhartigheid toewensen aan hen die ons volk hebben gepionierd en zijn heengegaan, en ik wil de handen kussen van onze eerste generatie pioniers die hier zijn en wier aantal in Nederland is afgenomen.
Als levende getuige van de geschiedenis van de Turkse immigratie naar Nederland gedurende 40 jaar en als sociaal wetenschapper, wil ik graag mijn mening geven over een paar kwesties die zojuist aan de orde zijn gekomen.

Broeder Ibrahim heeft zijn mening gegeven over de Nederlandse Religieuze Stichting. In aanvulling hierop wil ik graag de volgende mening delen: De Nederlandse Stichting Religieuzen is een van de meest concrete en belangrijke hoekstenen van de institutionalisering van moslims die in Nederland wonen met een bevolking van meer dan een miljoen. Zoals men zich zal herinneren, was de Nederlandse Stichting Religieuzen ooit een instelling waarvan de mening werd gevraagd en gevraagd door de Nederlandse regering over bijna elke kwestie en die als het ware werd gezien als een gesprekspartner met besluitvormers. In die jaren verwelkomde en stimuleerde de Nederlandse overheid de komst van imams uit Turkije, door zelfs in het weekend cursussen voor imams te openen op de Openbare School in Bergen en door hen aan te moedigen trainingsprogramma’s uit te voeren. Maar vandaag de dag is de Nederlandse regering helaas niet alleen geen voorstander van de komst van imams uit Turkije, maar wil ze deze weg ook afsluiten. In het licht van deze ontwikkeling moet de Nederlandse Stichting voor Religieuze Zaken een duurzame manier vinden en een beleid ontwikkelen met haar Nederlandse tegenhangers. Zij zou meer in dialoog moeten treden met de Nederlandse beleidsmakers. De Stichting moet niet door derden en organisaties, maar door de managers van de Stichting zelf worden uitgelegd aan Nederlandse politici, journalisten, onderzoekers en het publiek.

Een andere cruciale kwestie met betrekking tot de Nederlandse Religieuze Stichting en de moskeeën en verenigingen die lid zijn van de Stichting is de ontwikkeling van toekomstige plannen en programma’s en beleid in deze richting, zodat deze instellingen niet voor problemen komen te staan zoals het niet kunnen vinden van managers morgen en ooit. Vandaag de dag moeten vooral de tweede en in mindere mate de derde generatie moskeebestuurders hun taken overlaten aan de generaties die in Nederland geboren en getogen zijn en die zich over deze kwestie willen ontfermen. Daarbij moet rekening worden gehouden met de emancipatoire functie van moskeeën in de Nederlandse samenleving.
Met de zusterorganisatie van de Stichting, de Federatie van Turks Islamitische Culturele Verenigingen in Nederland (HTIKF), moet net als in het verleden op beide terreinen worden samengewerkt. Machtsconcurrentie is niet nodig. Nederland is de meest ontwikkelde samenleving met een cultuur van samenwerken. Het voorbeeld ligt voor ons…”

Na Veyis Güngör bedankt te hebben voor deze uitspraak, stelde ik de volgende vraag: Het is bekend dat het dit jaar 60 jaar geleden is dat de Turkse arbeidsmigratie naar Nederland kwam en dat er een aantal festiviteiten zullen zijn. Maar er wordt ook gesproken over de 100ste verjaardag van een ander ‘Vriendschapsverdrag’ dat niet algemeen bekend is. Wat is dat andere verdrag?

Afbeelding met Menselijk gezicht, persoon, kleding, Voorhoofd Automatisch gegenereerde beschrijving
Ja, we hebben dit jaar twee verjaardagen. Maar laten we, voordat we ingaan op deze twee overeenkomsten, in een paar zinnen terugdenken aan de betrekkingen tussen Turkije en Nederland.
De ‘400 jaar officiële betrekkingen tussen Turkije en Nederland’, die we in 2012 vieren, is de verjaardag van de benoeming van Cornelis Haga als Nederlandse ambassadeur in Istanbul in 1612.
In dat jaar gaf sultan Ahmet I de “ahidname-i hümayun” aan de Nederlanders.
In 1989 werd Yahya Karaca Pasha benoemd tot ambassadeur van het Ottomaanse Rijk in Den Haag.

Dit jaar is het ook de 100ste verjaardag van een andere vriendschapsovereenkomst tussen Turkije en Nederland. Dit jaar markeert de 100ste verjaardag van de vriendschapsovereenkomst tussen Turkije en Nederland, die voor het eerst werd uitgedrukt door de minister van Handel Ömer Bolat op de DTİK Nederland bijeenkomst gehouden in Amsterdam op 30 november 2023, en door onze ambassadeur in Den Haag Selçuk Ünal in de daaropvolgende maanden. In feite is er het “Vriendschapsverdrag tussen de Republiek Turkije en het Koninkrijk der Nederlanden” (Vriendschapsverdrag) ondertekend in 1924, direct na de proclamatie van onze jonge Republiek. Dit jaar is het 100 jaar geleden dat dit verdrag werd ondertekend.

De Nederlandse Turkse gemeenschap viert dit jaar enerzijds de 60e verjaardag van de Turkse arbeidsmigratie naar Nederland en anderzijds de 100e verjaardag van het in 1924 ondertekende Turkije-Nederland Vriendschapsverdrag.”

Afbeelding met persoon, Menselijk gezicht, rimpel, kleding Automatisch gegenereerde beschrijving
Zeki Gül, de architect van de barbecuefeestbijeenkomst, was de eerste moskee-imam die door de Turkse staat naar Nederland werd gestuurd. Daarna opende hij uit noodzaak een reisbureau, gaf het over aan zijn kinderen en leeft nu met pensioen.
Wat Zeki Gül de meeste zorgen baart, is dat de nieuwe generatie Turken hun gevoel van verbondenheid verliest.
Zeki Gül verwoordt het als volgt:
“In feite is dit een van de grootste problemen in de geschiedenis van immigratie. Nederlanders die al geëmigreerd zijn naar Canada, Australië en Nieuw-Zeeland hebben hetzelfde probleem. Nieuwe generaties in de geëmigreerde landen vergeten de landen waar hun voorouders vandaan kwamen en verliezen het gevoel erbij te horen. Gelukkig vertragen we dit probleem met onze moskeeën en verenigingen. Hoewel we willen dat onze kinderen gehecht zijn aan ons land, verklaar ik dat we tegen hun assimilatie zijn. Natuurlijk is integratie ook heel belangrijk. Maar godzijdank gaan onze kinderen door met hun opleiding en integreren ze in de Nederlandse samenleving.

Afbeelding met Menselijk gezicht, persoon, rimpel, kleding Automatisch gegenereerde beschrijving
İsmet Biçer, een van de gasten van het barbecuefeest, is een van de eerste directeuren van het Turks Cultureel Centrum Amsterdam. Een van de belangrijkste problemen voor Biçer is het dienstplichtprobleem van onze jongeren hier. Biçer zegt het volgende:
“Onze jongeren die hier opgroeien zijn godzijdank zeer succesvol in hun opleiding. Onder onze jongeren, die met hun diploma’s op zeer goede posities terechtkomen, zijn er ook die het bedrijfsleven ingaan. Voor deze jongeren, die een hoge functie hebben en het bedrijfsleven zijn ingegaan, is er een probleem met de militaire dienstplicht.
Dankzij onze regering hebben onze jongeren de weg vrijgemaakt met het systeem van ‘Betaalde militaire dienst’. Maar deze opening is erg duur. De Nederlanders nemen geen geld aan van hun jongeren die zijn vrijgesteld van militaire dienst. Ik vind dat onze staat ook geen prijs moet vragen van onze jongeren.”

Afbeelding met persoon, Menselijk gezicht, rimpel, Voorhoofd Automatisch gegenereerde beschrijving
Osman Bahadır, een van de bekende figuren van de Mangal Partij, is voorzitter geweest van zowel de Federatie van Turkse Islamitische Culturele Verenigingen als de Adviesraad voor Turken (IOT). Voor Bahadır, die het voorzitterschap van de Islamitische Omroeporganisatie voor Turken heeft overgenomen van İbrahim Görmez, is het belangrijke probleem om opnieuw een Islamitische Omroeporganisatie voor Turken op te richten.

Osman Bahadır zegt het volgende:
“De Islamitische Omroep, die van ons werd afgenomen door de fouten van sommige mensen, is nu in handen van mensen uit andere moslimlanden in een andere organisatie. Maar zij hebben beperkte uitzendrechten. We moeten nu opnieuw actie ondernemen en de Islamitische Omroeporganisatie, die ons werd afgenomen, nieuw leven inblazen.”

Afbeelding met Menselijk gezicht, persoon, kleding, rimpel Automatisch gegenereerde beschrijving
Een van de belangrijkste problemen voor Şerif Taşdan, die zich inzet voor de oplossing van allerlei sociale en culturele problemen van de Turken die in Zwolle wonen, is het gebrek aan Turks onderwijs voor onze kinderen.

Taşdan zegt het volgende:
“In het verleden werden er speciale Turkse lessen gegeven voor onze kinderen. De Nederlandse regering, die stelde dat er een begrotingstekort was, eiste dat deze kosten door Turkije zouden worden gedekt en schrapte het geld voor de lessen. We zijn al jaren met dit probleem bezig. Maar tevergeefs. Onze kinderen spreken alleen thuis een paar uur Turks. Omdat ze buiten en op school geen Turks kunnen spreken, missen ze grammatica. Ik denk dat dit probleem moet worden opgelost met de bijdragen van beide landen.”

Afbeelding met Menselijk gezicht, persoon, kleding, Bejaarde Automatisch gegenereerde beschrijving
Een ander probleem voor Halit Köse, een andere gast van het barbecuefeest, is het probleem van het binnenbrengen van auto’s in Turkije. Halit Köse zegt dat het nieuws dat de tweejarige drieluikperiode is verlengd naar vier jaar misleidend is:

“In het verleden gold de periode van twee jaar voor iedereen. Maar nu wordt er gezegd dat de periode van vier jaar alleen geldig is voor gepensioneerden. Dit is een grote onrechtvaardigheid. Gepensioneerden zoals ik moeten veel moeite doen om van dit recht te kunnen profiteren. Het pensioencertificaat moet vertaald en notarieel bekrachtigd worden. Dat is zwaar werk. Syriërs krijgen heel goedkoop kentekenplaten, laat staan een vierjarig drieluik. Wat missen we van de Syriër? Dit mag niet de tegenprestatie zijn voor de buitenlandse valuta die we naar onze staat en ons land brengen.”

Afbeelding met tekst, Menselijk gezicht, person, kleding Automatisch gegenereerde beschrijving
De achtste gast van het barbecuefeest, mijn nederige ik, zegt uiteindelijk het volgende:
Hoe je het ook bekijkt, migrant zijn is echt heel moeilijk.
Ik schrijf en publiceer min of meer elke dag over deze moeilijke ontwikkelingen.
Net zoals ik nu doe…
Daarom heb ik niets meer te zeggen over deze laatste bijeenkomst.
De komende dagen zul je me tegenkomen in artikelen met de slogan ‘Lees morgen verder’.

Tot ziens.