FC TWENTE’NİN TUR UMUTLARINI ÇİMLERE GÖMEN FENERBAHÇE’YE TEBRİKLERİMLE…
DUŠAN TADİĆ DÜN ‘TU KAKA’ İDİ, BUGÜN ALKIŞLANIYOR…
Depremzede yas bandını takmadığı için, Türk Futbolcu Orkun Kökçü tarafından eli sıkılmayarak protesto edilen Tadić, şimdi Fenerbahçe taraftarları tarafından alkışlanıyor.
Feyenoord-Ajax maçında, 27’nci dakikada Orkun’un oruç açması ile de dalga geçen Sırp futbolcu, maçın 61’inci dakikasında ayağına bastığı Kökçü ile kavga etmişti.
Türkiye ve İslam’a karşı saygı göstermeyen Sırp futbolcunun şimdilerde Türkler tarafından alkışlanması can yakıyor.
Türk halkına sempatik görünmek için, bazı yayın organlarına demeçler veren ve kendisini savunan Tadić’in samimiyetine güvenmiyorum ama, kendisini hoş görmemiz için, ayıplarını kapatacak bir tutum içine girmesini tavsiye ediyorum.
İlhan KARAÇAY yazdı:
ABD 1994 Fransa 1984 Bernabéu Didi Kovács
Cruyff Eusébio Van Basten, Gullit,Rijkaart Van gaal
Gerd Müller De Booer kardeşler Arveladse kardeşler Dick Advocaat
Abdullah Avcı, Türk sporuna yaptığım hizmetten ötürü bana ödül veriyor…
Değerli Okurlarım, yukarıdaki fotoğraflardan da anlaşılacağı gibi, 1970- 2000 yılları arasında çalışmalarımın büyük bir kesimini futbol oluşturmuştu.
2000 Yılında Hollanda ve Belçika’da organize edilen Avrupa Futbol Şampiyonası, takip ettiğim en son turnuva olmuştu.
Bugünkü yazımın ana konusu, Fenerbahçe’ye transfer olan Dušan Tadić’in, geçmişte yaptığı ayıplar üzerine. Tadić’in ayıpları, bizim futbolcumuz Orkun Kökçü ile bağlantılı olduğu için, önce Orkun Kököçü ile ilgili haberimi okuyalım:
2000 yılından sonra arada bir spor yazdım ama, hiç bir yazı, beni Orkun Kökçü yazısı kadar sevindirmemiş ve heyecanlandırmamıştı. Zira milli futbolcumuz Orkun Kökçü, bir tarih yazmıştı. ‘Hadi Orkun’u da yazayım’ diye düşünürken, özellikle genç okurlarımın benim futbol geçmişimi bilmelerini urzuladım ve üstteki kupürleri sıralamak durumunda kaldım. Yukarıdaki kupür ve fotoğrafların, binlerceden birkaçı olduğunu da genç okurlarıma duyurmak isterim.
Dile kolay tabii…
22 Yaşında bir Türk genci, Hollanda’daki tüm ünlü futbolcular arasında ‘En İyi’ olarak seçilmiş ve ‘Altın Ayakkabı’yı hak etmiş.
Yurt dışında futbol oynayan Türk gençleri arasında başarılı olan başkaları da vardır elbette.
Ama, 22 yaşında olmasına rağmen, Feyenoord gibi bir takımda kaptanlık yapan ve futbolcular arasındaki ilişkiyi sıcak tutup ağabeylik yapan, bunlar yetmezmiş gibi bir de şampiyonluk kazandıran Orkun Kökçü, sadece başarıya değil, zirveye ulaştı.
Sezon boyunca sergilediği muhteşem futbolu ile medya tarafından sürekli övülen Orkun’un, ‘En İyi’ seçileceğini gösteren emareler o kadar çoktu ki, bu gelişi sezinleyememek bir futbol yazarı için imkânsız gibiydi. Zira, milli takımımızdaki performansı da yüksek olan Orkun, Hollanda medyası için tam bir konu mankeni olmuştu. Spor yazarları ve muhabirler, Orkun ile röportaj yapabilmek için sıraya girmişlerdi.
Orkun için futbol konulu yazılar ‘olağan’ sayılırdı. Ama bir konu vardı ki, futbol dışı ve insanlık ayıbı sayılacak bir konuydu bu.
Ülkemizde meydana gelen deprem felâketinden sonra, dünyanın dört bir yanındaki spor müsabakalalardan önce saygı duruşu yapılıyordu.
Orkun’nun Futbol Federasyonu’na başvurusu sonucunda, takım kaptanlarının siyah pazubent takmalarına izin verildi ama bir mecburiyet yoktu. Hollanda’daki tüm takım kaptanları pazubent takma saygınlığını gösterirken, Ajax’ın kaptanı Tadic pazubent takmayacağını açıklamıştı. Bu açıklamadan sonra tesadüfen Feyenoord-Ajax maçı vardı. Hakemler ile el sıkışılırken, Orkun’a da el uzatan Tadic’in eli havada kaldı tabii. Zira Orkun, bu saygısız ve küstah kaptanın elini sıkma nezaketini uygun bulmamıştı
Sahada yaşanan bu görüntü tabii ki medyanın ana konusu oldu ve sağduyulu herkes Orkun’a hak verdi.
Orkun’un medyaya geniş bir şekilde konu olacak futbol dışı güzel bir hareketi daha vardı.
Şampiyonlukları kutlamaya gelen onbinlerce Feyenoord taraftarı arasında tabii ki engelli insanlar da vardı. Kimi tedavi olunmaz kanser hastası olan bu engelli insanların, bu iyi hasletine karşılık vermek için dolaşan ve onlarla konuşan Orkun, ihtiyaç istekleri olanlara da katkı sözü verdi. Orkun’un onlarca engelli ve tedavi edilmez hasta arasındaki bu dolaşımı, medyanın bir başka konusu olmuştu.
Orkun’un, küçüklükten bu yana her zaman desteğini aldığı ve kanatları altına sığındığı ağabeyi Ozan da iyi bir futbolcudur. Bir zamanlar Azerbaycan’ın Sabah FC takımında ve milli takımda oynayan Ozan, şimdi Hollanda’nın Eindhoven takımında oynuyor.
Ebeveynleri Afyonkarahisar Emirdağ’ın Suvermez köyünden Hollanda’ya gelen Orkun, 29 Aralık 200 tarihinde Haarlem şehrinde doğdu.
Futbol yaşamına Haarlem’de başlayan Orkun, 2014 Yılında Feyenoord’un Gençlik Akademisi’ne katıldı. 17 yaşında iken Feyenoord formasını giyen Orkun, Hollanda Kupası’nın ilk turunda
VV Gemert’e karşı oynadı. Maçı 4-0 kazanan Feyenoord’un iki golünü Orkun atmıştı. 17 Yaşında bir gencin iki gol atması dikkat çekmişti tabii.
İlk lig maçını 9 Aralık 2018’de Emmen’e karşı oynayan Orkun, oyuna sonradan girmesine rağmen bir gol ve bir asist ile yine dikkat çekti.
Kökçü, Hollanda’nın U-17, U-18 ve U-19 millî takımlarında oynadı. 2019 Yılında Türk milli takımı formasını tercih edeceğini ilan eden Orkun, ilk milli formayı 6 Eylül 2019’da İngiltere’ye karşı 21 Yaş Altı Avrupa Şampiyonası’nda giydi. Orkun Kökçü A milli takıma 28 Ağustos 2020’de çağrıldı.
Feyenoord 10 Nisan 2019’da Orkun ile mukavelesini 2023’e kadar uzattı.
Bu yıl serbest kalacak olan Orkun astronomik bir teklif bekliyor ama, “Olmazsa, takımımla Şampiyonlar Ligi’nde mücadelemi sürdürürüm” diyor.
ALTIN AYAKKABI
Ünlü futbol adamlarından oluşan 35 kişilik Jüri’den 96 puan alan Orkun altın kazanırken, 54 puanla Xavi Simones gümüş ve 19 puanla David Hancko brons kazandı.
35 ünlü fotbol adamından 29’u oylarını Orkun’a verdi. Ruud Gullit, Bert van Marwijk, Wim Kift, Rafael van der Vaart, Jaap Stam, Arnold Mühren, Arie Haan, Ernie Brandts, Ben Wijnsteker, Roy Makaay, Rinus İsrael, Marcel Peeper, Jan Peters, Danny Koevermans, Bart Latuheru, John van Loens, Peter Boeve, Sonny Silooy, Ferdi Vierklau, Mario Been, Regi Blinker, Andre Hoekstra, Peter Hoekstra, Romano denneboom, Barry van galen, Ed de Goey, Martijn Meerdink ve Henny Meijer, Orkun Kökçü’yü birinci olarak seçerken, John van ’t Schip, Kees Kist, Barry Opdam ve Jan Poortvliet de Orkun’a ikinciliği lütfettiler. Böylece 35 jüri üyesinin 33’ü Orkun’u seçmiş oldu.
BABA HALİS KÖKÇÜ
Orkun’un Altın Ayakkabı kazanması, Hollanda’nın en büyük gazetesi De Telegraaf’ta yayınlanan tam sayfa yayınlandı. Haberde şu ilginç sözler yer aldı:
“Altın Ayakkabı ödülü alanların çok azı, babaları ile birlikte olmuştur. Baba Halis Kökçü, soyunma odasında yalnız kalan oğluna müjdeyi vermek için, sürpriz bir ziyaret yapmıştır. Zira, Feyenoord’un kaptanı, Eredivisie Ligi’nin en iyi futbolcusu olarak ‘Altın Ayakkabı’yı kazanmıştı.
Feyenoord’un şampiyonluğunu ilan ettiği maç sonrasında çok hareketli olan soyunma odasından en son çıkmak üzere olan Orkun, karşısında babasını görünce şaşırdı. Baba Halis oğluna, şampiyonluktan başka bir de ‘En iyi futbolcu’ olduğu haberini verdiği zaman duygulu anlar yaşanmıştı. Baba Halis, diğer oğlu Ozan’ın da profesyonel futbolcu olduğunu vei ki oğlunu sahalarda görmek için Hollanda’yı baştan başa dolaştığını söylerken, çok gurur duyduğunu da anlatıyor. Baba Halis, bu güzel gelişmeler arasında bir başka güzel haberi de verdi. Diğer oğlu Ozan’ın bir oğlu dünyaya gelmiş ve dede olmuştu. Yeni doğan çocuğa ne isim verilmiş biliyor musunuz? Orkun! Evet, Ozan yeni doğan oğluna kardeşinin adını armağan etmiş.”
…VE ORKUN GİTTİ
Hollanda’daki başarıları nedeniyle büyük bir kulübe transfer olması beklenen Orkun, bizleri yanıltmadı ve 45 milyon euro karşılığında Benfica’ya transfer oldu. Bir İtalyan, İspanyol, veya İngiliz takımına değil de, bir Portekiz takımına transfer oluşu biraz yadırgandı ama, Benfica’nın bu güzide futbolcuyu gelecek yıl 100 milyonun üstünde bir meblağ ile satmak için transfer yaptığını da herkes biliyordu.
Şimdi gelelim Dušan Tadić’in ayıplarına:
Depremzedeler için özel olarak yapılan ve dünyanın dört bir yanındaki ünlü takımlar tarafından kullanılan yas pazubendini, Ajax’ın kaptanlığını yaptığı zaman koluna takmayı ret eden Tadić, aynı pazubendi takım arkadaşlarına da taktırmamıştı.
Böylece büyük bir ayıba imza atan Sırp futbolcu, daha sonra oynadıkları bir maçın 27’nci dakikasında orucunu açan Orkun Kökçü ve diğer bir müslüman futbolcunun bu hareketi ile dalga geçmişti. Hareketleri ile iritasyon yaratan Tadić, aynı maçta Orkun ile kavgasını sürdürmüştü.
Depremzedelere ve müslümanlara yaptığı ayıpların üzerinden birkaç ay geçmişken, Fenerbahçe’ye transfer olan Dušan Tadić’in, yaptıklarının unutulması ve alkışlanması, olayları yakından takip eden bizleri çok üzüyor tabii…
Türk halkına sempatik görünmek için, bazı yayın organlarına demeçler veren ve kendisini savunan Tadić’in samimiyetine güvenmiyorum ama, kendisini hoş görmemiz için, ayıplarını kapatacak bir tutum içine girmesini tavsiye ediyorum.
Türkiye’deki yurttaşlarımızın, yurtdışında yaşayan yurttaşlarına karşı kin ve nefret beslediklerini ben iddia etmiyorum. Sosyal medyayı iyi incelediğiniz zaman, bu iddianın çeşitli kalemler tarafından ileri sürüldüğünü görürsünüz.
Yurtdışında yaşayan ve Türkiye’yi ziyarete geldikleri zaman, bin bir türlü hakarete uğradıkları belirtilen ‘gurbetçilerimiz’ için, “Ülkemize girerken 1000 euro vergi ödesinler” diye yazanlar ve hatta kampanya açanlar bile oldu.
Ne yazık ki, benim yazılarımı yayınlayan bir medya organının sahibi bile bu konuda görüş belirtmiş ve “ödesinler” diye yazmıştı. O dosta yazdığım kısa yanıtta, gurbetçilerimizin vatan için yaptıkları katkıları ve başlarına gelen olumsuzlukları yazmıştım.
Konuya şimdi sevgili dostum Veyis Güngör de girmiş. Hollanda Türkevi Araştırmalar Merkezi’nin Başkanı olan Veyis Güngör, gurbetçilerimizi eleştirmemiş, bu olumsuz gelişme hakkında cereyan edenleri dile getirmiş.
İsterseniz önce Veyis kardeşimin yazdıklarına bir göz atalım:
Türkiye’de Avrupa Türkleri algısı ve değerler çatışması…
“Genç sosyologlarımızdan Haluk Haydar Ceylan, Ankara Yıldırım Beyazıt Üniversitesi’nde, “Türkiye’ye yönelen geri dönüş göçleri” başlıklı bir Yüksek Lisans Tezi hazırlamış. Bu vesileyle, Almanya’daki Türkler üzerine çalışmalar yapan Ceylan’la Türkiye’ye dönüş yapan Avrupa Türklerinin yaşadıkları re-entegrasyon sorunları üzerine konuşurken, konu ister istemez, yaz tatili için Türkiye’ye gelen yurttaşlarımızın öz vatanlarında karşılaştıkları gayri insani yorumlara geldi.
Sosyal medyayı takip edenler mutlaka onaylayacaklardır. Geçen yıllarda olduğu gibi, bu yaz tatilinde de, bazı kesimlerin Avrupa’dan Türkiye’ye gelen vatandaşlarımıza yönelik nefreti, tahammülsüzlüğü, hakareti, bedduası ve mesnetsiz açıklamaları çizmeyi aşmıştır. Özellikle sosyal medya platformlarında, ne olduğu belli olmayan bazı tiplerin yorumları, Avrupa’daki Türklerin gündemini günlerce meşgul etmiştir. Avrupa’daki bazı Türk kurumları olayı ciddiye alarak basın açıklamaları yapmışlardır.
Her yıl dozu artırılarak yapılan bu yorum ve yayınlar, hiç şüphesiz Türkiye’deki bazı kesimler tarafından bilinçli ve maksatlı olarak dillendirilmektedir. Bu kesimlerin, Avrupa’daki Türklerle ilgili algıları, farklı sebeplerden ve bazı önyargılardan dolayı maalesef olumsuzdur. Öyle ki, bu kesimin bir bölümü, politik nedenlerden dolayı, Türkiye’deki Suriyelilere nasıl davranıyorlarsa, neredeyse Avrupa Türklerine de aynı muameleyi hak görmeye yöneliyorlar.
Bunun yanı sıra, Avrupa’da akrabaları, dostları, kardeşleri, çocukları, gelinleri, damatları ve iş ortakları olan, yani onları tanıyan, onlarla ilişkileri olan kesimlerin de, yukarıda belirtilen grup kadar vicdansız olmasa da, algılarının olumsuz olduğunu yer yer gözlemliyoruz.
Diğer taraftan, Türkiye’deki bu kesimlerin Avrupa Türkleriyle ilgili algıları bu şekildeyken, kimi karar vericilerin ve bürokratların da, Avrupa Türkleri ile ilgili algılarının, farklı olduğunu söylememiz oldukça zor. Tecrübeler, gözlemler, uygulamalar, davranışlar ve gerçekler, Türkiye bürokrasisin de, Ankara’nın son dönemde geliştirdiği diaspora politikalarına rağmen, Avrupa Türkleri ile ilgili algı ve zihniyetinin, ne yazık ki, 1960’larda oluşan ‘işçi’ algısından bir türlü kurtulamadığını söyleyebiliriz.
Alt alta sıraladığımız gözlemleri onlarca örnekle, yaşanmış tecrübeyle, yazılmış, yayınlanmış literatürle daha açık ve net ortaya koyabiliriz. Ancak niyetimiz, örneklerle olayı daha da zorlaştırmak ve içinden çıkılamaz hale getirmek değildir. Dikkat çekmek istediğimiz konu, her yaz tatilinde dozu artırılarak tekrar edilen Avrupa Türklerinin ötekileştirilmesinin psikolojik alt yapısı ve oluşan zihniyete dikkat çekmektir.
Daha net bir şekilde ifade etmemiz gerekirse, sosyolog Haluk Ceylan’ın da çalışmasında değindiği gibi, “Avrupa Türklerinin zihinlerinde yer alan anavatan tasavvuru ile Türkiye’deki gerçeklik uyuşmazlığı” söz konusudur. Bu uyuşmazlık, bir taraftan Türkiye’ye geri dönen Avrupa Türklerinde, bir dizi entegrasyon sorunlarına yol açarken, diğer taraftan her türlü zorluğu göz önüne alarak, büyük bir heyecanla yaz tatili için Türkiye’ye akın akın gelen Avrupa Türklerine, neredeyse nefrete varan ötekileştirme ve dışlama olarak ortaya çıkmaktadır.
Zihniyet değişiminin ve buna paralel olarak norm ve değerlerin oluşmasında insanların yaşadıkları sosyal çevrenin belirleyici rol oynadığını biliyoruz. Buradan hareketle, özellikle Avrupa Türkleri üzerine çalışan genç sosyal bilimcilerimizin, Avrupa Türkleri ile Türkiye Türkleri arasında, “değerler oluşumu ve çatışmalarını” araştırmaları kaçınılmazdır. Unutmamak gerekir ki, değerler sistemi dinamik bir yapıya sahiptir. Toplumsal değişim ve gelişimler önemli rol oynar.
Bu değişimlere rağmen, yukarıda yer alan ifadelerden hareketle, Türkiye’deki Türklerin ezici çoğunluğunun Avrupa Türklerini ötekileştirdiklerini söylememiz mümkün değildir. Diğer taraftan da Avrupa Türklerinin tamamının sütten çıkmış ak kaşık olduğunu da söyleyemeyiz. Bazı dengesizlerin, ukalâların ve komplekslilerin onur kırıcı yorumlarının gündemimizi belirlemesine müsaade etmeden, gelişmelere daha realist bakmaya çalışmalıyız.”
TAHAMMÜLSÜZLÜĞÜN VE KISKANÇLIĞIN NEDENİ
Veyis Güngör kardeşimin yukarıda yazdıklarına baktığınız zaman, yurtdışında yaşayan yurttaşlarımıza karşı beslenen kin ve nefrete şaşıracaksınız.
Ama bu gelişmenin nedenini düşünmek lâzım.
Ben düşündüm ve nedeni bulmakta da zorlanmadım.
Türkiye’deki ekonomik şartların, orada yaşayan yurttaşlarımızı çok zor durumlara soktuğunu benim tekrarlamama gerek yok sanırım.
Zor şartlar içinde ekmek parası bile bulamayacak kadar fakirleşen ve aç kalan insanlarımız, yanı başlarında bol bol para harcayan yurtdışı Türk’ü izlerken, ister istemez kıskançlık hissediyor.
Kısa bir süre eşimle birlikte gittiğim Türkiye’de alış veriş yaparken işittiğimiz fiyatların Euro karşılığında ne kadar az olduğunu konuşuyorduk.
Öyle ya, bir araba dolusu yiyecek ve içecek için ödediğimiz meblağ 1500 lira olunca, bunun karşılığının 50 Euro olduğunu düşünüyor ve aynı malı Hollanda’da 100 euroya bile alamayacağımızı konuşuyoruz.
Evimizdeki terasımıza bir yataklı salıncak için 6000 lira istenince, bunun karşılığının 200 Euro olduğunu hesaba katıyor ve ‘çok ucuz’ diyorduk. Böylesi bir salıncağa Hollanda’da en az 800 euro ödememiz gerektiğini düşünürken de, ekmek parası bulamayanları kıskandırıyorduk tabii…
Yurttakilerin, yurtdışındakilere karşı kıskançlık duymalarının nedenlerinden biri de, yurtdışındakilerin Türkiye seçimlerindeki oy kullanma şekliydi. Şu andaki muhaliflerin saptamalarına göre, yurtdışındaki Türklerin oylarının çoğu hükümet lehindedir.
Ana akım medyada olduğu gibi, sosyal medyada da dillendirilen bu durum, halkımızın yarısında alerji yaratmaktadır.
Ekmek parası bile bulamayanların, yurtdışından gelip, son model olmasa da otomobillerini, lüks otellerde konakladıklarına şahit oldukları insanları görünce, kıskançlık duymaları anlayışla karşılanabilir. Ama bunun için kin ve nefret duymak yakışık almaz.
Sosyal medyada bu konuyu abartıp, hayal sınırlarını aşarak mübalağalı hikâyeler yazanlar, kin ve nefreti kamçılamış oluyorlar.
GEÇMİŞTE ÇOK EZİLDİLER
Şimdilerde, kıskançlık, kin ve nefret duyulan gurbetçilerimiz, göç ettikleri ilk yıllarda büyük meşakkatlere katlandılar. 20 kişi bir odada yattılar. Gece gündüz çalıştılar ve karşılığında, yerli halktan daha az maaş aldılar. Kazandıkları paralarının büyük kısmını Türkiye’deki yakınlarına göndererek, devletimize döviz kazandırdılar.
Hastalandıkları halde işe gönderildiler. Hasta hasta işe gidenler arasında ölenler bile oldu.
Vatan hasreti içinde iken, bırakın televizyon izlemeyi, kısa dalga TRT Radyosu’nu bile cızırtılı dinleyebiliyorlardı.
Aile birliği başladığı zaman, çoluk çocukları ile başlarını sokacak bir ev bulamıyorlardı.
Çocuklarını okula gönderemiyorlardı. Kendilerini güya ziyarete gelen Bakanlar ve Başbakanlar, sorunları dinliyorlardı ama, bu sorunları sigara paketlerinin arkasına yazıyorlardı ve sonra da atıyorlardı.
Devlete döviz gönderenlerin kıymeti bilinmezken, sahte holdingler meydana çıktı ve hisse satışı bahanesiyle milyonlarca döviz dolandırıcılığı yapıldı.
KENDİ İŞLERİNİ KURDULAR
Yıllarca işçi olarak ezilen gurbetçilerimiz, yavaş yavaş toparlanmaya ve kendi işlerini kurmaya başlamışlardı. “Yavaş yavaş”, artık hızlı olmaya başlamıştı. Örneğin, Hollanda’da 30 bin kadar yurttaşımız şimdi kendi işlerinin başındalar ve en az 100 bin işçi çalıştırıyorlar. Bu işçiler arasında tabii ki Hollandalılar da var. Yani, buraya işçi olarak gelen Türkler, artık Hollandalı işçi çalıştırıyorlar.
Ayrıca, başlangıçta eğitim görmekte zorlanan çocuklarımızın çoğu, artık en iyi eğitimi alıyorlar ve avukatlık, mühendislik, doktorluk gibi meslekler ile kamuoyu içinde ve kamu kuruluşlarında yerlerini alıyorlar.
Yakında yayınlanacak olan, “Hollanda’da ünlü ve başarılı olmuş Türk kadınları” başlıklı araştırmamda, 100’ü aşkın çok ünlü ve 500’ü aşkın başarılı kadınlarımızı saptadım. Eminim ki bu sayılar 500’ü değil, binleri geçmektedir. Buna bir de başarılı olmuş erkeklerimizi eklersem, sayı onbinleri bulacaktır.
İşte böylesi bir gelişmişlik yaşayan, 50 yılı aşkın meşakkatten sonra, şimdilerde eğitim görerek ve meslek edinerek refaha kavuşan gurbetçilerimizi hor görmenin ve kıskanmanın hiçbir anlamı yok.
Bir zamanlar, anavatana döviz gönderebimek için kuyrukta bekleyen gurbetçilerimize karşı gösterilmekte olan böylesi çirkin tepkiler, aidiyetlerini hiçbir zaman inkâr etmeyecek olan genç gurbetçileri de etkileyebilir ve vatanımızdan soğutabilir.
Son günlerde hep birlikte izlemekte olduğumuz ekteki klipte olduğu gibi, Türk bayrağını görünce göz yaşlarını tutamayan Türk çocuğunu, Türkiye’ye ve bayrağımıza bağlılığından koparmayınız.
Türk çocuğunun klibini görmek için fotoğrafa tıklayınız.
Hollanda hükümetine, Türkler konusunda danışmanlık yapması için, çeşitli Türk Federasyonları tarafından kurulmuş olan İOT, önemli ve yararlı girişimler yaparken, sonuç elde edilemeyecek konulara dalmamalı.
Geçmişte, ‘Türkiye’den evlenmeyin’ raporu hazırlayan İOT, Hollanda Adalet Bakanı Yeşilgöz ile görüşememeyi saptırırken, şimdi de Türkiye Ulaştırma ve Altyapı Bakanı’ndan istenen, ‘Uçak biletlerini ucuzlatın’ çağrısına gelen olumsuz cevabı çarpıtmaya çalıştı.
‘Dünyada eşi ve benzeri yok’ diye sitayişle söz ettiğim İOT, sübvansiyonun kesilmesinden sonra ayakta durma mücadelesi verip, sponsorlukla ayakta durmaya çalışırken, abes işlere girmemeli.
İlhan KARAÇAY yazdı:
Türkler İçin Danışma Kurulu’nu (Inspraakorgaan Turken in Nederland IOT), ilk kurulduğu günlerde ‘Dünyada eşi benzeri olmayan bir kuruluş’ diye sitayişle övmüş ve sonrasında da yaptığı yararlı çalışmaları sürekli övmüştüm.
Öyle ya, Hollanda’da bulunan, çeşitli siyasi ve dini görüşlere mensup 8 Türk Federasyonunun bir çatı altında toplanıp, Türk toplumu yararına çalışmalar yapacak olması çok önemliydi.
İOT’nin kurulma isteği Hollanda hükümetinden gelmişti. Ülkede bulunan Türk toplumu için hükümete danışmanlık yapması için kurulan İOT, gerekli sübvansiyonu yeterince alıyordu.
Ne var ki, böylesi bir kuruluşun, aldığı sübvansiyon nedeniyle hükümete yalakalı yapacağını sananlar, hayal kırıklığına uğrayınca, sübvansiyonun kesilmesi uzun sürmedi.
Tabii ki sübvansiyon kesilince de, Türk Federasyonları içinde de hoşnutsuzluk baş gösterdi ve Kurul’u oluşturan federasyonlar da değişkenlik gösterdi.
Şimdi ise sübvansiyonu kesilen İOT, sponsorluklar ile ayakta durmaya çalışıyor.
Türkler İçin Danışma Kurulu İOT’nin başkanlığını Zeki Baran yürütürken, Ahmet Azdural da müdürlüğünü yapıyor.
Zeki Baran, haksızlığa uğrayan Türk toplumunun haklarını savunmak için sık sık ortaya çıkıyor ama, bazı girişimlerindeki olumsuzlukları da örtbas etme meyline düşüyor. Bazen de abesle iştigal etme durumu doğuyor.
Abesle iştigal etmek sözü, boş işlerle uğraşmak, boşa zaman geçirmek ve gereksiz alakasız işlerle uğraşmak anlamını taşır. Abes kelimesi gerekli olmayan lüzumsuz anlamında bir kelimedir. İştigal kelimesi ise uğraşmak uğraşı anlamına gelir.
İşte, Zeki Baran’ın son abes ile iştigali:
Hollanda’daki yurttaşlarımız, uçak biletlerinin pahalı oluşundan yakınmışlar. Bu durumu göz önüne alan Baran, hemen kağıda kaleme sarılmış ve Türkiye Ulaştırma ve Altyapı Bakanı’na bir mektup döşenmiş. ‘Yurttaşlarımız mağdur oluyor, uçak biletleri için tavan fiyat koyun’ diye yazmış Zeki kardeşimiz…
Bu konuyu haber olarak gönderen İOT’nin bu girişimi bana göre, abesle iştigaldi.
Zira, Hollanda kolonisi Curacao’ya 1000 euroya uçan bir KLM varken, buna karşı Corendon’un 375 euroya uçacağı haberleri geliyor. Bu da gösteriyor ki, her ülkede bir serbest piyasa ekonomi vardır.
Türk Bakan’dan da bu konuda olumsuz bir cevap geleceğini biliyorduk.
Bakan’a gönderdikleri ilk mektup hakkında basın bülteni gönderen İOT, aynı Bakan’dan gelen olumsuz cevabı da bir bülten ile duyurdu. Bakanlığın, bilet fiyatlarının daha uygun hale gelebilmesi amacıyla rekabetçi bir ortamın teşvik edildiğini belirten İOT, bunu da olumlu bir sonuç olarak ortaya koydu.
HOLLANDA ADALET BAKANI
Zeki Baran, Hollanda Adalet Bakanı Dilan Yeşilgöz’e gönderdikleri bir mektuba gelen cevabı da çarpıtarak yayınlamıştı. Hollanda’da Kur’an yakma olayı hakkında Bakan’a şikâyette bulunan Zeki Baran, Bakan’a gönderdikleri mektubu da bir bülten ile duyurmuştu.
Daha sonra Bakan’dan gelen olumsuz cevabı da çarpıtan Baran, Bakan’ın kendileri ile görüşmesi için randevu verdiğini belirtmişti. Kaldı ki Bakanın verdiği randevu kendisi ile değil, yardımcıları ileydi.
Bakınız, Bakan Yeşilgöz konusundaki haberimde neler yazmıştım:
Türkler İçin Danışma Kurulu’nun, Kur’an yırtma eylemini protesto amacıyla, Türkler ve Faslılar adına mektup gönderdiği Adalet ve Güvenlik Bakanı Dilan Yeşilgöz’ün iadei cevabını memnuniyet ile karşılayanlar, diplomatik bir dil ile yazılmış olan cevabın, ‘Laf olsun, torba dolsun’ içerikli bir cevap olduğunu anlayamadılar veya anlamazdan geldiler.
Türkler İçin Danışma Kurulu Başkanı Zeki Baran, sosyal medya kanalıyla yaptığı duyuruda, Bakan’dan gelen Hollandaca mektubun yanında şunları yazdı: “Sayın Adalet Bakanı’na yazdığımız mektup için verdiği cevaba Teşekkür ediyoruz. İsteğimizi kabul ederek, bizimle görüşmek istemesi memmuniyet verici. Müslümanların kutsal kitabını yakmak veya yırtmak gibi eylemlerin düşünce özgürlüğü ile bir alakası yoktur. Bu, doğrudan kin, nefret, toplumun bir bölümüne ayrımcılık yapmaktır.Sayın Bakan ile yapacağımız görüşmede, bu gibi eylemlerin önüne geçilmesi için gerekenin yapılmasını önereceğiz.”
GÖRÜŞME BAKAN İLE DEĞİL GENEL MÜDÜR İLE
Zeki Baran’ın açıklamasında, ‘Bakan ile yapılacak olan görüşme’den söz ediliyor. Kaldı ki Bakan mektubunda, görüşmenin Yargı Koruma Genel Müdürü ile yapılacağını belirtmiş. “Bu konuda Bakanlığımın çalışanları sizinle temasa geçecektir. Müslüman ayrımcılığı temasını genişçe ele almak için bazı organizasyonlar ile de görüşeceğim” diyen Bakan Yeşilgöz, mektubunu, Hollandaca deyimi ile ‘Bla bla bla’ ile doldurmuş.
Bakan’ın, ‘Bla bla bla’larından biri de şöyle: “Kur’an yırtma ve tekmeleme eyleminin, İslam toplumu üzerinde huzursuzluk ve kızgınlık yarattığını biliyorum. Bu konuda 24 Şubat’ta meclise yazdığım mektupta, bunun kabul edilemez olduğunu belirtmiştim.”
Bakan bunları söylüyor ama, ardından da protesto özgürlüğünden, kimin ne yapacağını önceden bilememekten, protesto yasaklamanın sansür kabul edileceğinden, protesto izinlerinin Belediye Başkanı tarafından verildiğinden ve de, suç işlenip işlenmediğini savcılığın ortaya çıkaracağından söz ediyor ve ekliyor: “Bu konuda ben, Adalet ve Güvenlik Bakanı olarak görüş belirtemem.”
İyi de sayın Bakan, adını bile anmak istemediğim, kışkırtıcı islam düşmanı eylemci, Kur’an sayfalarını yırtacağını önceden bildirmemiş miydi?
Daha önceleri de, cami önlerinde, mangalda domuz kızartma eylemi için izin istenmişti. Rotterdam Belediye Başkanı Ebutaleb, demokrasi budalılığı ile bu eyleme izin vermemiş miydi? Buna karşı da Lahey, Utrecht, Arnhem ve Gouda Belediye Başkanları ret etmemişler miydi?
Savcılık, bu gibi eylemlerin kışkırtıcılık olduğunu ve istenmeyecek olayların meydana gelebileceğini hesaba katamıyor muydu?
TÜRKİYE’DEN EVLENMEYİN
İOT’nin geçmişte bir hatası daha olmuştu.
Bakanlıktan, Türkler arasındaki evlilikler konusunda bir rapor hazırlanması için 75 bin euro alan İOT,
Hazırlanan raporda aile evliliklerinin sağlıksız olduğu görüşü ile süslediği raporu olumsuz bir şekilde tamamlamıştı. O zamanla da bu raporun yazılışını sert bir şekilde eleştirmiştim.
SON SÖZ
Hollanda’daki Türk toplumu için yararlı faaliyetleri olduğu bir greçek olan İOT, para desteği olmayınca bocalamaya başlamıştır. Ne var ki bu zor durum en çok Başkan Zeki Baran’ı zor duruma sokmaktadır.
Şimdi yapılması gereken, Türk kuruluşlarının dizginleri eline almasıdır.
Bu konuda, ya Hükümet’e baskı yapılmalı, ya da Türk kuruluşlar ellerini ceplerine atmalı.
Parasızlık, insanları olduğu gibi kuruluşları da yanlış yola sevkedebilir.
Bu nedenle, Zeki Baran başkanlığındaki şimdiki İOT’nin bocamalarına da olumlu bir göz ile bakılmalı.
Haydi hayırlısı…
MEDENİYETİN ZİRVESİNDE OLAN ÜLKELER YOL VE MESKEN İNŞASINDA NEDEN GERİDELER?
ALMANYA’DA AYLARCA SÜREN YOL TAMİRLERİNİN, TÜRKİYE’DE DAHA ÇABUK YAPILMASININ SEBEBİ NEDİR?
İŞÇİ HAKLARININ SINIRSIZ OLUŞU, MEDENİ ÜLKELERDE YOL VE MESKEN İNŞASINDAKİ LAÇKALIĞA YOL MU AÇIYOR?
BATILILARIN ‘ÜÇÜNCÜ DÜNYA ÜLKESİ’ OLARAK GÖRDÜKLERİ TÜRKİYE, GEREK KENDİ ÜLKESİNDE VE GEREKSE DIŞ ÜLKELERDEKİ YOL VE MESKEN İNŞASINDA NEDEN BAŞARILI OLUYOR?
DEMOKRASİYE DAYALI OLAN İNSAN HAKLARI, BATIDA LAÇKALIK, ANTİDEMOKRATİK ÜÇÜNCÜ DÜNYA ÜLKELERİNDE RANDIMAN MI KAZANDIRIYOR?
SADDAM HÜSEYİN VE MUAMMER KADDAFİ NEDEN YOK EDİLDİLER?
Uzun bir dünya turundan sonra, İlhan KARAÇAY’dan bir analiz:
Amacım, her hangi bir devleti veya devlet başkanını övmek veya yermek değil.
Amacım, devletler, devlet başkanları ve toplumlar arasındaki, resmi, siyasi ve özel ilişkilerin nasıl işlediğini anlatmaktır.
Bugünkü dünyamız, ‘medeni ülkeler’, ‘ikinci ve üçüncü sınıf ülkeler’ diye sınıflandırılmıştır. Medeni ülkeler, tabii ki daha gelişmiş, daha demokrat ve insan haklarına saygılı ülkeler olarak tanımlanır. İkinci ve üçüncü dünya ülkeleri ise gelişmekte olan ve gelişmemiş ülkeler olarak tanımlanır. Bu ülkelerde demokrasi ve insan hakları da yerini almamıştır.
Batıdaki bazı ülkelerde, seks yaşamından tutun, uyuşturucu kullanımına kadar pek çok konu sınırsız özgürlüğe sahiptir. Öyle ki, trafik cezası yazan polislerin yanında uyuşturucu kullananlar görmezden gelinmektedir. Bazı Batı ülkelerinde, pedofili, yani sübyancılığın bile serbest olması istenmektedir.
İşçi haklarına gelince…
Gelişmiş ülkelerde işçi hakları tabii ki sınırsızdır.
Gelişmemiş ülkelerde ise, var olan işçi sendikalarına rağmen, hak hukuk yok gibidir.
Şimdi soru şu: İşçi haklarının sınırsız oluşu, sözü edilen gelişmiş ülkelerde bir dezavantaj yaratmakta mıdır?
Örneğin, “Benim her türlü serbestlik hakkım var. İşe ister giderim, ister çalışırım, ister çalışmam, çayımı kahvemi istediğim saatte içerim” diyen ve böyle davranan işçiye karşı önlem alınamaması, o ülkede büyük bir laçkalığa yol açmamakta mıdır?
Patron karşısında hazırol duruş Patron karşısında serbest duruş
55 Yıldır yaşadığım Hollanda’da ve komşu ülkelerde tespit ettiklerime göre, işçi hakları özgürlüğünün sınırsız olduğu bu ülkelerde, işler istenildiği gibi randımanlı olmamaktadır. 300 metrelik bir yol tamiratının bile, haftalarca sürmesi, sözü edilen laçkalıklardan biridir.
Konut inşaatlarında, “işçi hakkı sınırsızlığı” nedeniyle yaşanan gecikmeler, oto yolu inşaatlarında da sürmektedir.
Hollanda’nın en büyük inşaat firması Ballast Nedam, işçi haklarının yarattığı zarardan kurtulamadığı için, Türk firması Rönesans tarafından satın alınmıştır.
Hollanda’da şimdi pek çok konut ve yol yapımları, işçi haklarına halel getirilmeden, Rönesans tarafından daha seri bir şekilde yapılmaktadır.
ALMANYA YOLLARI
Geçen ay, Türkiye’ye otomobil ile bir yolculuk yaptım. Almanya yollarına girdiğim zaman, oto yollarında sık sık tamiratlar ile karşılaştım. ‘Yol tamiratı’ diyorum ama, uzun yolculuk yapanlar için üç beş saatlik gecikmeler çok yorucu olmaktadır.
Almanya yollarında her yıl yaşanan bu olumsuzluklar karşısında, ister istemez, “Gelecek defa Almanya yollarını kullanmayacağım. Belçika, Fransa, İsviçre ve İtalya üzerinden gideceğim” diyenlerin sayısı çok oluyor.
Türkiye güzegâhında ve diğer ülkelerde fazla sorun yaşanmıyor.
Türkiye içinde ise, medeni ve refah ülkelerin papuçlarını dama attıracak yolları görmek, sürücüyü rahatlatıyor.
En yoğun trafiğin yaşandığı İstanbul-Ankara yolunda bile, Almanya yolları ile kıyaslanamayacak kadar pürüzsüz yol katediliyor. Türkiye’deki yol tamiratları da aylarca, haftalarca değil, birkaç günde tamamlanıyor.
(Bazı yolların paralı oluşu, istisnalar dışında tabii…)
Ankara’dan sonra, Adana istikametine giden yeni oto yolu da, Aksaray’dan değil, Niğde üzerinden gidiyor. Onlarca tunelin yer aldığı bu yolda seyredenler, huzurlu bir yolculuk yapıyorlar.
Çoğunuzun aklınızdan geçenleri okuyor gibiyim: “İyi ama, Türkiye çok geniş bir alana sahip” diyeceksiniz. Nüfus bakımından eşit sayılacak olan Türkiye-Almanya kıyaslamasında, Türkiye’nin biraz daha geniş bir alana sahip olduğu bir gerçektir. Ama bu gerçek, işçi laçkalığını hoş görmemize yol açmamalıdır.
AKSARAY’IN KAYBI
Her oto yolunun yarattığı olumsuzluklar vardır. Nasıl ki, Bolu otoyolu, eski yol üzerindeki restoran ve dükkânları perişan ettiyse, Niğde üzerinden giden otoyolu da Aksaray güzergâhındaki restoran ve dükkânları perişan etmiştir.
Hele hele Orhan Ağaçlı restoranı ve oteli, terkedilmişlik yüzünden iflasın eşiğine girmiştir.
EMPERYALİSTLERİN OYUNU
Demokrasiyi alet olarak kullanıp, emperyalizmi sürdüren bazı Batı ülkeleri, el attıkları ülkelerdeki halkın refahını görmezden gelip, sözümona demokrasi kahramanlığını oynamaktadırlar.
Örneğin, Irak’ta bir Saddam Hüseyin, Libya’da bir Muammer Kaddafi vardı.
Özellikle ABD tarafından, halklarına eziyet çektirdikleri gerekçesiyle devrilen bu iki devlet lideri, sonradan anlaşıldı ki, halklarına her türlü yaşam yardımını yapan liderlerdiler. Sosyal gelirleri yeterli olan halk, liderlerini kaybettikten sonra perişan hale gelmişlerdir. Afganistan’a bakıldığı zaman, ABD’nin ülkeyi Talibanlar’a nasıl teslim ettiği de görülür. Mısır’ın hali de ortada…
Bütün bunlar gösteriyor ki, Batı ülkelerinin demokrasi ve insan hakları konusunda gösterdikleri hassasiyetler, her ülkede aynı sonucu getirmiyor.
SONUÇ
Analizimin başlığına koyduğum cümlelere bakıldığı zaman, işçi hakları savunuculuğu yerine, haksızlığı savunduğum zehabına kapılabilirsiniz.
Ama benim anlatmak istediğim, her şeyin fazlasının, bazen yarar yerine zarar getirdiğidir. Fazla serbestinin, Batılı ülkeleri iş yapılamaz hale getirdiği gibi.
Bu nedenle de mesken ve yol yapımları da sekteye uğramaktadır.
Peki, Hollanda’da Ballast Nedam’ı satın alıp, inşaat işlerini çabuklaştıran Türk Rönesans firması ile Türkiye’deki inşaat firmaları, işçi haklarını çiğniyor mu?
İşte bu sorulara cevap bulmak için yapılanlara ve yapılamayanlara bakılmalıdır.
Hollanda’da, Theo Loevendie, Ersoy Demir ve Duygu Alkan gibi isimlerin icra ettikleri müziklerin, artıları ve eksileri nedir?
Onyıllardır, ‘Arabesk’ olarak anılan çalıntı müzik ile Türk-Yunan müzik çalıntıları, müziği dejenere etmiyor mu?
Hollandaca şarkıları Türkçe, Türkçe şarkıları da Hollandaca okuyan Ersoy Demir’i nasıl yorumlayacağız?
Türkiye’de aldığı müzik eğitimini, Hollanda’da geliştiren ve farklı müzikleri sentezleyen Duygu Alkan bir yaratıcı mı?
Araştırma ve yorum:
Gençlik yıllarımda müzik ile yakından ilgilenmiş, Mersin Türk Musiki Cemiyeti’nde çalışmalar yapmış, İstanbul’da çadır tiyatrolarında sahne almış, eski bir müzik sempatizanı olarak kaleme almakta olduğum, aşağıdaki müzik araştırması, pek çok soruya tam cevap veremeyecek ama, insanları bu konuda düşünmeye sevk edecektir.
Üstteki kimlik kartında görülebileceği gibi, şöhreti müzik dalında ararken, medya dalında bulan bir yazar olarak kaleme alacağım bu müzik araştırması, tabii ki tartışmaya açık bir yazı olacaktır.
Müzik denince, bizim aklımıza gelecek olan ilk çeşitler Türk Halk Müziği ve Türk Klasik Müziği’dir. Avrupalılar’ın aklına gelecek olan ilk müzik çeşidi ise Opera. ABD’nin Güney Doğu’sundaki Amerikalılar’ın aklına Country, diğer bölgelerdekilerin aklına Rock, Güney Amerika’dakilerin aklına Samba ve Tango gelir.
Afrikalılar’ın aklına gelecek olan müzik türü, Batı tarafından kendilerinden çalınmış olan Caz ve Blues türüdür.
Asyalılar’ın aklına ilk gelecek olan müzik türü ise, Hint, Çin ve Japon müziği olabileceği gibi, Batı hegamonyasının etkisiyle yerleşen müzik gelir.
Türk ve Arap müziğindeki makam, diğer müzik çeşitlerinde bulunmaz.
Bilirkişiler, makamı şöyle izah ediyorlar: “Türk musikisinde, kullanılan ses dizilerinin (gam) belli kurallar çerçevesinde kullanılmasıdır. Makamların dizileri, aralıkları eşit toplamı 53 koma olan sekiz sesten oluşur. Dizileri aynı olan makamlar birbirlerinden seyirlerine göre ayrılır. Bu yüzden makamda seyir çok önemlidir. Türk musikisinde diziler perdelerden oluşur ve 43 adet perde mevcuttur Türk müziğinde. Makamların karar sesleri, güçlüsü, yedeni, asma kararları ve bazen de ikinci güçlüleri olur.”
Makam konusundaki zenginlikleri anlatmaya sayfalar yetmez.
Hollanda’da ünlü bir müzik virtüözü olan Theo Loevendie, Türk müziği ile Hollanda müziği kıyaslaması yapılamayacağını, Türk müziğinin makam ve ses (gam) olarak Hollanda müziğinden çok daha zengin olduğunu söylüyor. Repertuarında onlarca Türk eseri olan Loevendie’nin yaşam öyküsünü kısa da olsa az sonra yazacağım.
TÜRK MÜZİĞİ KAYBOLUYOR
Klasik Türk müziği parçalarını icra eden o kadar tanınmış enstrüman üstadları ve solistleri vardı ki, konserlerde, radyo ve televizyonlarda isimlerini duya duya ezberlemişizdir.
Daha sonra, Arap müziğinden çalıntılar ile ‘Arabesk’ türünü müziğimize sokanlar, müziğe ilk darbeciler olmuştur. Batılıların aksine, neşelendirme yerine hüzünlendirme yaratan bu müzik türü, insanlarımızı umutsuzluğa sevketmiştir.
Ne yalan söyleyeyim, şahsımı da arada bir etkisi altına alan bu müzik türü, insanları iş hayatında da etkilediği için başarısızlıkların kaynağı olmuştur.
Tarihe karışan Zeki Müren ve Müzeyyen Senar gibi sanatçıların yok oluşundan sonra ortaya çıkan ‘lay lay lom’ müziği, ne makam ve ne de gam olarak hiç de doyurucu olmamıştır.
Sadece ticari kazancı hedefleyen radyo ve televizyon şirketleri de, Klasik Türk Müziği’nin o ünlü icracıları yerine, günümüzün ‘lay lay lom’cularını sergilemeyi tercih etmişlerdir.
Batı’da da, Türkiye’deki müzik kaybına benzer durumlar yaşanmaktadır. Batıda artık Frank Sinatralar, Tom Jonesler, Frida Boccara’ların yerini, Türkiye’deki gibi ‘lay lay lom’cular aldı.
Beethoven, Mozart, Vivaldi, Haydn, Chopin, Bach, Schubert, Verdi ve Rossini gibi müzik yaratıcıları da özlenir oldu.
Dejenere olmakta olan müzik hakkında daha pek çok eleştiri yapabilirim.
Ama ben sizlere günümüzdeki gelişmelerden üç örnek ile bir şeyler anlatmaya çalışayım.
Haber, Ersoy Demir ile ilgili. Değerli meslektaşım Abdullah Aşıran’ın aşağıdaki haberini takip ettikten sonra, Ersoy Demir’i nasıl yorumlayacağınızı çok merak ediyorum doğrusu…
Haber şöyle:
Ersoy Demir’in Hollandaca “Hatasız Kul Olmaz” şarkısı 1 milyondan fazla izlendi
Küçük yaşlarda müziğe ilgi duyan Hollanda doğumlu Ersoy Demir, Orhan Gencebay, İbrahim Tatlıses, Müslüm Gürses ve Ferdi Tayfur gibi sanatçıların şarkılarını Hollandacaya çevirip seslendiriyor.
Hollanda’nın 2004’te vefat eden halk sanatçısı Andre Hazes’in şarkılarını da Türkçeye çevirip seslendiren ve “Türk Hazes” lakabıyla tanınan Demir, 17 yaşından bu yana düğünlerde sahne alıyor.
Demir yaptığı açıklamada, amacının, Türk müziğini Hollandalılara tanıtarak iki ülke arasında köprü kurmak olduğunu belirterek, şu ifadeleri kullandı:
“Hollanda şarkıları ile büyüdüm ama Türk müziğini çok seviyorum. Bizim müziğimiz kadar güzel bir müzik yok. Çok zengin ve duygu dolu bir müziğimiz var. Orhan Babamızın, Müslüm Babamızın, Ferdi Babamızın ve İbrahim Tatlıses’in şarkılarını Hollanda’ya tanıtmak istiyorum. ‘Hatasız Kul Olmaz’ şarkısı, sosyal medyada 1 milyondan fazla izlendi ve binlerce kez paylaşıldı. İnşallah Orhan Baba ile bir gün düet yaparız.”
Demir, uzun yıllar bu işi yaptığını ve son zamanlarda büyük ilgi gördüğünü vurgulayarak, şöyle devam etti:
“Orhan Baba’nın, Müslüm Baba’nın, Ferdi Baba’nın, İbrahim Tatlıses abimizin müziklerini Hollandacaya çevirip söylüyorum. Hollandaca sözleri bulmakta baya bir zorlandım ama sonunda başardım. Bazı parçalarla 3 ay uğraştım, çünkü tonlar ve melodilerin uyum sağlaması lâzım. Hollandaca ve Türkçe arasında çok fark olduğu için, kelimeleri şarkıyı bozmadan yerleştirmek lazım. Çok zorlandım ama başarılı olunca çok güzel oluyor. Sosyal medyadan çok mesaj geliyor, başka şarkıları da Hollandacaya çevirmemi istiyorlar.”
Repertuarında çok sayıda şarkı bulunduğunu ve bu işi yapmaya devam edeceğini dile getiren Demir, hem Hollandalı hem Türk sanatçı arkadaşlarına besteler yaptığını, müzik çalışmalarını da uzun yıllar birlikte çalıştığı Hollandalı bir arkadaşının stüdyosunda yaptıklarını anlattı.
Demir, Türklerin yanı sıra Hollandalılardan da güzel geri dönüşler aldığına işaret ederek, “Türk düğünlerinin yanı sıra Hollanda düğünlerinde veya doğum günü partilerinde de sahne alıyorum. Türk şarkılarını, Hollandaca söylediğimde Hollanda müziği duygusunu, Hollandaca şarkıları da Türkçe söylediğimde Türk müziği duygusunu veriyorum.” ifadesini kullandı.
Türkiye’de de sahne aldığına değinen Demir, İstanbul’da Hollanda Başkonsolosluğunda aldığı sahnede, iki ülkenin bayrağı altında şarkı söylemenin gurur verici olduğunun altını çizdi.
“Hazes’in eşi, beni Hollanda’da TV programına çağırdı”
Hollandalı sanatçı Hazes’in şarkılarını da Türkçeye çevirip seslendirdiğini söyleyen Demir, şunları kaydetti:
“Andre Hazes, ‘Hollanda’nın Müslüm Babası’ olarak biliniyor. Onun müziklerini de çok seviyorum ve söylüyorum. Onun eserlerini Türkçeye çevirip söylediğimde çok hoş geri dönüşler aldım. Hazes’in eşi, beni Hollanda’da bir televizyon kanalında yayınlanan programa çağırdı. ‘Sen, ilk defa bir Türk olarak Hazes’in şarkılarını Türkçe okuyorsun, bu çok hoşumuza gitti, böyle devam et.’ dedi. Ben de ona damar şarkılarını açıklamaya çalıştım çünkü Hazes’in şarkıları da damar, direkt kana giriyor.”
Ersoy Demir ile ilgili habere ve icra ettiği kliplere bakıp dinlediğimiz zaman, bu girişimin müziğe ne kattığı sorusuna verilecek cevabı merak ediyorum doğrusu. Ersoy’un tercüme şarkıları, dinleyenleri duygulandırıyor mu, yoksa sadece eğlendiriyor mu sorusu da muallakta kalıyor bence. Her şeye rağmen, Ersoy’un gayretlerini takdir etmek de bir borç olmalı bence.
Altta sizlere Ersoy Demir’in Türkçe ve Hollandaca bir klibini sunuyorum.
********************
Türkiye’de aldığı müzik eğitimini, Hollanda’da geliştiren ve farklı müzikleri sentezleyen Duygu Alkan bir yaratıcı mı?
Değerli meslektaşım Merve Yılmaz Oruç’un yaptığı bir röportajı sizlere sunarak, bu sorumun yanıtını hep beraber arayalım.
DUYGU ALKAN’IN HOLLANDA’DAKİ ÇALIŞMALARI
Sesinde Anadolu müziğinin tınılarını barındıran ve Hollanda’da müzik yolculuğuna devam ederek Türk müziğini birçok farklı coğrafyada temsil eden sanatçı Duygu Alkan, yeni albümü Serenad’ı dinleyicilerle buluşturdu. Klasik ve geleneksel Türk müziği ile popüler müzik icracısı olan Alkan aynı zamanda araştırmacı ve eğitmen. Hollanda’da doktora hazırlıklarına devam ederken farklı kültürlerden sanatçılarla müzik projelerinde yer alan Alkan kendi bestelerini de yapıyor. Müzikle dolu bir hayat süren Alkan’dan yolculuğunu ve yeni çalışmalarını dinledik.
-Müzik ile yolunuz nasıl kesişti?
-“Aslında hep içindeydim, çocukluğumdan beri tek hayalimdi ve gerçekleştirmek için elimden geleni yaptım, hâlâ da devam ediyorum. 2017’de Ege Üniversitesi Türk Müziği Ses Eğitimi Bölümü’nden mezun oldum. Master eğitimim için Hollanda’ya geldim. Codarts University’de dünya müzikleri altında Türk Müziği Bölümü’nde Osmanlı Müziği üzerine master eğitimimi tamamladım.”
-Şu an Hollanda’da neler yapıyorsunuz?
-“Avrupa’da farklı müzik gruplarıyla konserler veriyorum. Genel olarak Hollanda ve Belçika ağırlıklı. Klasik Türk Müziği ve Anadolu müziğini farklı müzik türleri ile sentezleyen projeler düzenliyorum ve onları hayata geçiriyorum. Bugünlerde Osmanlı – Barok müziğinden oluşan bir projem var. String Quartet ve Türk müziği enstrümanlarıyla, Klasik Türk Müziği ve barok dönemi Klasik Batı Müziği repertuvarından oluşan bir proje. Geçtiğimiz hafta kültürel diplomasinin de bulunduğu Yunus Emre Enstitüsü işbirliği ile bir konser düzenledik. Amsterdam’da bir tiyatro salonunda ve çok güzel geri dönüşümler aldık. Bu proje ile ilgili daha fazla konser düzenlemeye devam edeceğiz. Ayrıca Türk müziği koroları yönetiyorum, makam-vokal dersleri ile workshoplar veriyorum. Bir yandan da doktora eğitimime hazırlanıyorum.”
-Bize yaptığınız müziği nasıl tanımlarsınız?
-“Dünya müziği terimini her ne kadar yeterli görmesem de öyle diyebiliriz. Bulunduğum projeye göre de değişebilir. Ama Duygu Alkan ses icrasında hem klasik hem geleneksel hem de popüler öğeler barındırıyor diyebilirsiniz.”
-Geçen yıl ninnilerden oluşan My Garden’s Perennials albümünü yayınlamıştınız. Bu albümden de bahsetmeden geçmek istemedim. Ninni fikri nasıl çıkmıştı?
-“İlk tiyatro deneyimimde ninniler söylemiştim. İnsanların sözlerini anlamadıkları halde ne kadar etkilendiğini gördüm. Bu da bana insanları çocukluklarına götürme fikrini yarattı. Greek Lullaby, Laye Laye, Lori Lori, Tamzara ve Durme Durme eserleri yer aldı albümde. Farklı dillerden sevdiğim ninnilerdi kendim yorumlamak istedim.”
-Yurt dışında yaşıyor olmanıza rağmen Anadolu müziği sizin hep bir parçanız ve müziğinizin içerisinde kendine yer buluyor…
-“Kendi alanımın bir parçası olduğu için mekân ve zaman çok fark etmiyor.”
-Şarkı sözü yazar mısınız? Bu eserlerden bir albüm gelir mi?
-“Evet, beste de yaparım. Bazen bestelerin üzerine şarkı sözü de yazarım. Konservatuvar yıllarımdan beri. Hem enstrümantal hem de sözlü bir çok bestem var. Dinlediğim müzikler, bulunduğum ortamlar ilham oluyor tabi. İlerde planlarım arasında yer alıyor sadece kendi bestelerimden oluşan bir albüm…”
-Son albümünüz Serenad’ı konuşalım. 5 parçalık bir EP…
İsmi nereden geliyor albümün? Albümde kimlerle çalıştınız?
-“İsmi benim 2018 yılında kurduğum Türk-Yunan müziği projemden geliyor. Bu albümde aşk temalı eserler seçtiğim için bu adın uygun olabileceğini düşündüm. Albümde dört tane Türk Halk Müziği bir de kendi bestem ‘Pervasız Kalp’ var. Diğer eserler; ‘Derya Kenarında Bir Ev Yapmışım’, ‘Evlerinin Önü Handır’, ‘Şu Karşıki Dağda Kar Var Duman Yok’ ve ‘Tutam Yar Elinden’. Albümün aranjelerini ve bağlamalarını Coşkun Karademir, gitarları ve yaylı tanburu Cenk Erdoğan, klasik kemençeyi Elif Canfeza Gündüz ve birbirinden değerli isimler çaldı.”
-Pervasız Kalp parçasının bir hikâyesi var mı?
-“Pandemi döneminde kendimi yalnız hissettiğim bir zamanda yazmıştım. Hollanda’nın yağmurları ve parkları bana ilham olmuştu. Yalnız ve uzun yürüyüşlerimde…”
-Ninni albümünde de Coşkun Karademir ile çalışmıştınız. Bu albümde de… Karademir ile bir müzik birlikteliği var. Neler söylemek istersiniz?
-“Müzik zevkine güvendiğim bir isim Coşkun Karademir. Hem insan olarak hem de müzisyen olarak çok iyi olduğu için severek çalışıyoruz.”
-Farklı dillerde şarkı söylüyorsunuz. Türkçe ya da farklı dilde şarkı söylerken duygu anlamında bir farklılık oluyor mu?
-“Çok teşekkür ederim. Türkçe anadilim olduğu için daha rahat hissediyorum tabi ki. Ama duygu olarak fark etmiyor benim için, Anadolu’da duygular o kadar ortak ki, kapılıp gitmemek elde değil…”
-Türkiye’de müzik çalışmalarınız olacak mı?
-“İki albümümü ve birkaç Klasik Türk Müziği kayıtlarımı Türkiye’de Türk müzisyenler eşliğinde yaptım. Sürekli gidip geldiğim için orada da yaşıyor gibiyim aslında. Umuyorum yakın zamanda ülkemde de konserlerim olur. Şu an da burada hemen hemen her hafta farklı müzik toplulukları ile konserler veriyorum. Konserler de olmayı isterim.”
-Yurt dışında yaşayan Türk bir müzisyen olarak orada yaşadıklarınızı merak ediyorum. Size ve müziğinize nasıl bakıyorlar?
-“Sadece Türkler tarafından değil Hollandalılar tarafından da seviliyor. Çalışmalarımı usta müzisyenlerle birlikte incelikle hazırlayıp sunduğum için bir hayli ilgi görüyor aslında. Çalıştığım müzisyenlerin çoğunluğu yabancı kültürden geliyor. Onlar da keyif alarak icra ediyorlar. Albümlerim farklı ülkelerde radyo listelerinde yer alıyor. Şaşırtıcı bir şekilde çok güzel dönüşler alıyorum.”
-Yurt dışındaki eğitiminiz ve katıldığınız uluslararası programlar sizin müziğinizi nasıl etkiledi?
-“Başka pencerelerden bakmama, müzikte daha cesaretli ve özgür hissetmeme vesile oldu diyebiliriz. Farklı kültürler bir nevi ufkumu açtı, büyük zenginlik ekledi yaptığım müziğe ve de hayatıma. Birçok başarı getirdi, en önemlisi müziğimi farklı kültürden gelen dinleyicilere ulaştırmamı sağladı.”
-Yabancı dilde bir albüm gelir mi?
-“Neden olmasın…”
-Tiyatro ile ilgili de çalışmalarınız olmuş. Bu anlamda yeni projeler var mı?
-“Evet Amsterdam Theater Rast ile birlikte bir deneyimim olmuştu, 2020’de. Geçtiğimiz ay ise Belçika’nın prestijli tiyatrolarından Ulusal Brüksel Tiyatrosu’nda çok özel bir deneyim yaşadım. Bu oyunlarda hem şarkı söyleyip hem aktörlük yaptım. Çok keyifliydi. Sahnede çekingen olmadığım için doğal olarak ilerledi aslında. Müzikten çok da uzak bir dünya değil tiyatro… Yeni bir proje daha var beni çok heyecanlandıran…”
-Nedir bu proje?
-“Hollanda’da bilindik bir orkestra ile Türk müziğini hikâye anlatıcıları ile sergileyeceğiz.”
-Müzik mesleki anlamı dışında size ne ifade ediyor?
-“Müzik de sanatın diğer dalları da zihin, beden ve ruha zaman zaman iyi gelebilecek, hayatımızda olmazsa olmazlarımızdan biri bence. Hiç mırıldanmadığınız bir gününüz oldu mu?”
-Mikrofonu elinize aldığınız anda nasıl hissediyorsunuz?
-“İnsanları kısa süre de olsa gitmek istedikleri yere, anılarına götürebilmek yani kısacası zaman yolculuğuna çıkarmak gibi. Bazen fırtınalı bazen durağan zamanlara…”
-Kimleri dinlemeyi seversiniz? Hangi müzik tarzını seversiniz?
-“Klasik Türk müziğini severim ama Jazz, blues, indie pop tarzını daha çok takip ederim. Türk sanatçılardan Erkan Oğur’u, yabancılardan ise Ella Fitzgerald, Billie Holiday’i çok severek dinlerim.”
-Çalışmalarınızda bu tarzlara yer veriyor musunuz?
-“Tam olarak söyleyemem bunu her ne kadar modern tınılara yer versek de… Ama ileriki projelerimde mutlaka bulunduracağım.”
-Müzik ile ilgili gerçekleştirmek istediğiniz bir hayaliniz var mı?
-“Performans alanında birçok hayalim var. Ama bir gün kendi okulumu açmayı çok isterim.”
-Eğitimci bir tarafınız da var. İleriki dönemde müziğe sadece bir eğitimci olarak mı devam etmek istersiniz, yoksa sahne sizin hayatınızda hep olacak mı?
-“Aslında hem eğitimci hem de performans sanatı olarak çok çok ilerlemek isterim, 10 yıl sonra da görmek istediğim nokta bu olur. Müzikte her zaman önceliğim performans oldu öyle de kalır zannediyorum çünkü çok seviyorum.”
CEVABI ARANAN SORU
Yukarıdaki hikâye de Duygu Alkan’ın Hollanda macerasını okudunuz. ‘Alkan’ın bu çalışmalar ile müziği zenginleştirme konusunda bir katkısı oluyor mu’ sorusunun cevabı da merak ediliyor. Duygu Alkan’ın da bir klibini altta sunuyorum. Bence başarılı bir çalışma ama karar sizin.
THEO LOEVENDİE
Johan Theodorus Loevendie 17 Eylül 1930’da Amsterdam’da doğdu.
Amsterdam müzik akademisinde (Conservatorium) kompozisyon ve klarnet eğitimi aldı. Başlangıçta caz müziği üzerinde yoğunlaştı. 1968’den itibaren opera, konçerto ve oda müziğinin de aralarında bulunduğu konser müziği de yazdı. Bestelerinden bazıları ödüller kazandı. 1970’den itibaren Loevendie, birkaç Hollanda konservatuarında kompozisyon dersleri verdi. Loevendie’nin Türk müziğinden etkilendiğini bilenlerimiz azdır.
Loevendie, 1952’de Boğaziçi’nde dört ay klarnetçi olarak çalıştı. Türk müziğini ilk kez orada duydu ve bu onda derin ve kalıcı bir etki bıraktı. 30 yıldır bir Türk kadını ile evli olan Loevendie’nin iki kızı bulunuyor.
Loevendie kendisine “besteci olarak geç kalan biri” diyor. 1970’lere kadar sadece caz saksafoncusu olarak biliniyordu. Dörtlüsü ( Hans Dulfer , Arjen Gorter ve Martin van Duynhoven’ın ortak oluşturduğu ) ile Boy Edgar’s Big Band’in bir üyesi ve Theo Loevendie, Consort ile uluslararası üne kavuştu. Ancak o zaman çağdaş müziğe geçiş yapar. Bestelerinin karakteristik özelliği, doğaçlama alanı ve özellikle Orta Doğu müziği olmak üzere Batılı olmayan unsurlardır.
1930 – 1950
Theo Loevendie küçük yaşlardan itibaren müziğe karşı bir yetenek ve ilgiye sahiptir. İlkokulda çeşitli enstrümanlarla tanışma fırsatı yakalar. Loevendie’nin yeteneğini fark eden bir öğretmen, dokuz yaşındaki öğrenciyi, Bach’ın bir müzik konserine götürür. Loevendie, Postharmonie’de klarnet çalacak. Kısa bir süre sonra, 1949’da Amsterdam ve çevresinde aktif olan The Typhoons altılısında çalmaya başladığında caz devreye giriyor.
1951 – 1955
1952 civarında Theo Loevendie, diğerlerinin yanı sıra trompetçi Nedly Elstak ile Gökkuşağı Beşlisi’ni oluşturur. Elstak ve Berlin merkezli multi-enstrümantalist William McAllen ile birlikte gece kulüplerinde çalmak için Türkiye’ye gider. Müzisyen, bu ziyareti sırasında daha sonraki bestelerinde de etkisi görülen Doğu müziği ile tanışacaktır. Dönüş yolculuğunda daha sonra eşi olacak bir Türk kızıyla tanışır. 1955’te onu Lahey’deki kulüplerde Chuck Ross’un kombosunda alto saksafon çalarken görmeliydiniz.
1956 – 1959
Theo Loevendie, Amsterdam Konservatuarı’nda Ru Otto’dan klarnet, Ernest Mulder’dan teori ve Leon Orthel’den kompozisyon dersleri alıyor. Üç yıl sonra klarnet diplomasını alır. İki yıl sonra kompozisyon bölümünden mezun oldu. Öğretmenleri tarafından pek beğenilmeyen caz çalmaya bu dönemde devam ediyor. 1958’den 1960’a kadar, VARA iki haftada bir müzik programı yayınlar: Romance In Jazz. Loevendie, caz ve klasik müziği bir araya getirmeyi amaçlayan projenin lideri ve aranjörü. Trompetçi Ado Broodboom’un yanı sıra katılımcılar şunları içerir: Sem Nijveen (keman), Rita Reys (vokal), Pim Jacobs (piyano), Ruud Jacobs (bas), Cees Verschoor (klarnet, alto saksafon ve bas klarnet) ve Cees See ( davul).
1960 – 1968
Ado Broodboom’un girişimiyletek seferlik bir performans için büyük bir grup oluşturulur. Loevendie, bir saksafoncu ve aranjör olarak bunun bir parçası olacak. 27 Aralık 1960’ta Amsterdam Concertgebouw’da Boy Edgar’ın yönettiği konser o kadar başarılı ki, Antibes Festivali de dahil olmak üzere yurtiçi ve yurtdışındaki performanslarıyla Boy’s Big Band olarak devam ediyor. 1965 ve 1966’daki kayıtlar, Finch Eye da dahil olmak üzere Loevendie’nin bestelerini de içeriyordu. Boy Edgar, 1966 sonbaharında Amerika Birleşik Devletleri’ne gittiğinde, Loevendie yönetimi devralır. Taburu bestesi 1967 Hollanda Festivali’nde seslendirildi. 1968 baharında, kısmen mali ve sanatsal sorunlardan dolayı grup için perde düşer. Theo Loevendie ve üçlüsü, 1967’de kendi adı altında, daha sonra Edison ödülü alacak olan LP Stairs’i kaydetti. 1968 sonbaharında Loevendie, formasyon Eşini öyle bir kadroyla sunar ki, artık fikirlerinin uygulanmasının önünde herhangi bir sanatsal engel kalmaz. Grupta ve daha küçük oluşumlarda yıllarca aktif kalır.
1969 – 1979
Theo Loevendie, Johan Wagenaar Vakfı tarafından orkestra için ilk bestesini yazması için görevlendirilir. Scaramuccia’nın prömiyeri 1969’da yapıldı. Rotterdam Konservatuarı’nda kompozisyon alanında kıdemli öğretim görevlisi olacak. Müzisyen, beste ve doğaçlama arasında köprü kuran Stamp konserleriyle büyük başarı elde ediyor. Scaramuccia ve Flexio (1979) adlı bestelerinin yanı sıra, bu dönemde çeşitli orkestraların repertuarlarında birçok eseri bulunmaktadır. 1979’da kendisine Wessel Ilcken Ödülü verildi. Jüri raporundan bir alıntı: “Theo Loevendie, son 15 yılda, rüzgar nerede eserse, soğukkanlılıkla kendi yoluna giden son derece çok yönlü bir müzisyen olarak kendini gösterdi.”
1980 – 1984
Bestesi ‘Venus & Adonis’in performansıyla Nieuw Ensemble yaratıldı. Anlatıcı ve topluluk için ‘Bülbül’ masallı gramofon plağı (1979) Edison Classic 1982 aldı ve TV yapımı İtalyan RAI’den ödül aldı. Theo Loevendie, Amerikan Koussevitzky Ödülü’nü (1984) orkestra çalışması ‘Flexio’ (1979) için kendisine verilen Pierre Boulez ile paylaşır.
1985 – 1986
‘Naima’ operasının prömiyeri Hollanda Festivali sırasında yapılacak. Loevendie, bu çalışma için 1986 Matthijs Vermeulen Ödülü’nü aldı.
1988 – 1991
Theo Loevendie, Lahey’deki Kraliyet Konservatuarı’nda ders veriyor. Eserleri ve birçok başarısı nedeniyle 1988’de prestijli 3M Ödülü’nü alan ilk bestecidir. Librettosunu kendisinin yazdığı ‘Gassir, The Hero’ (1990) oda operasının prömiyeri Mayıs 1991’de Boston’da yapıldı.
1995 – 1997
Loevendie ayrıca Conservatorium van Amsterdam’da öğretmen olacak. ‘Esmée’ (1994) adlı operasının prömiyeri Hollanda Festivali’nde yapılacak. Opera Berlin’de de sahnelenir ve 1997’de Bielefeld’de (Almanya) yeni bir prodüksiyon sahnelenir.
2001 – 2002
Oda operası ‘Johnny & Jones’, Hollanda Festivali’nde prömiyer yapacak. 25 Batılı ve Batılı olmayan enstrüman için ‘Seyir’ (2001) prömiyerini Berliner Festspiele 2002’de yapacak. ‘En güzel notası’ sorulduğunda, bu parçadan birini seçiyor, ancak: “Güzel olmak için müziğin hiçbir özelliği yok. Yazılı notalar sadece yardımcıdır. Besteci ancak beyan sahibidir.”
2003 – 2006
‘Johnny & Jones’ oda operası Dresden’de tekrarlanıyor. Loevendie, çok kültürlü topluluk Ziggurat’ı kurdu. Bu topluluk, Türk-Ermeni duduk ve Çin erhu gibi batılı ve batılı olmayan enstrümanların bir kombinasyonundan oluşur. Daha önce Loevendie, dünya müziğinin çalışmaları üzerindeki etkisi hakkında şunları söyledi: “Artık Batılı olmayan enstrümanlar için beste yapmaya devam etmek istiyorum. Çok fazla fedakarlık yapıyorsunuz çünkü bu zaman alıyor ve performans seçenekleri sınırlı ama bence gelecek bu. … Her kültürden müziğin birbirine karışması kaçınılmazdır.”
2007
Theo Loevendie “operina”yı icat eder; fazla dekor veya kostüm içermeyen kısa bir müzikal tiyatro çalışması. ‘Babylon’ adlı parça, eleştirmen Frits van der Waa’dan şu tepkiyi alıyor: “Loevendie, genizden gelen ancak kadifemsi bir sesi ve kışkırtıcı bir dinamik aralığı olan, obua benzeri bir Ermenistan duduk’un ifade olanaklarını test ediyor (deniyor). Çin erhu kemanı ve pan flüt. Tüm bunlar, doğaçlama ve bestenin sorunsuz bir şekilde birleştiği bir programa dahil edildi.”
2008
Amerikalı kölelik karşıtı savaşçı William L. Garrison’ın hayatını konu alan mini opera ‘Kurtarıcı’, 4 Ekim’de Boston’da prömiyer yapacak. Kees van Kooten, De Nachtegaal için yeni bir metin yazıyor, bu versiyonun prömiyeri Noord Nederlands Orkest ile yapılacak ve DVD ve CD olarak yayınlanacak.
2009
Solistler, koro ve üflemeli çalgılar için ‘Fatum’ adlı eserin prömiyeri, Mozart’ın ‘Requiem’inin karşılığı olarak Nederlands Blazers Ensemble tarafından Mart ayında yapılacak bir turda yapılacak. Eylül ayında Theo Loevendie Quartet’in Martin van Duynhoven , Hans Dulfer ve Arjen Gorter ile yeniden bir araya gelmesi bekleniyor .
2010
Eylül ayında, 80. doğum günü vesilesiyle, Bimhuis, Concertgebouw (Ralph van Raat tarafından hazırlanan piyano için konçerto prömiyeri ile) ve Muziekgebouw aan ‘t IJ’de konserler düzenlenecek. Filozof Spinoza hakkında bir opera oratoryosu üzerinde çalışan Theo Loeven.
2013
Mart ayında, Muziekcentrum van de Omroep koleksiyonunda yapılan bir araştırma sırasında, Theo Loevendie’nin 1958 ile 1960 yılları arasında VARA radyo programı A Romance In Jazz için yazdığı caz standartlarında düzenlemelerle birlikte el yazısıyla yazılmış bir dizi nota tesadüfen bulundu. Repertuardan bazıları All Of You, Billie’s Bounce, Caravan, Stella By Starlight, Love For Sale ve The Nearness Of You’dur.
2014
Saksofoncunun 2014’teki ilk performansı, oluşumu The Wellingtonians ile 11 Ocak’ta Bimhuis’te. Grup, gitarist Maarten van der Grinten, basçı Mark Haanstra, davulcu Joost Lijbaart ve tenor saksafoncu Yuri Honing , tromboncu Wolter Wierbos ve viyolacı Oene van Geel’den oluşuyor.. Grubun adı, Theo Loevendie’nin 2012’den bu yana yılda birkaç kez Theo Loevendie 4 dörtlüsü de dahil olmak üzere caz konserleri verdiği Amsterdam’daki müzik kafesi Café Welling’den geliyor. 11 Ekim 2014’te The Rise Of Spinoza operası prömiyer yapacak Amsterdam’daki Concertgebouw’un Grote Zaal’ında. Hem besteler hem de libretto Loevendie’ye ait. Opera, Markus Stenz yönetimindeki Radyo Filarmoni Orkestrası tarafından icra edilecek. Hikaye, Yahudi filozof Baruch Spinoza’nın (1632-1677) Sefarad topluluğundan kovulduğu 1656 yılında geçiyor. Konserin kaydı 6 Haziran 2015’te Radyo 4’te yayınlanacak ve 2018’de CD olarak yayınlanacak.
2015 – 2016
Loevendie’nin çeşitli besteleri dünya çapında orkestralar ve daha küçük topluluklar tarafından icra edilmektedir. Claro parçası, 26 Temmuz’da Madrid’deki Uluslararası Klarnet Festivali’nde Laura Carmichael (klarnet) ve Fie Schouten (bas klarnet) tarafından ilk kez seslendirilecek. Besteci ayrıca plakçı Erik Bosgraaf ve Holland Baroque Society için besteler yazıyor. Besteci ve müzisyenin 85. doğum günü, 27 Eylül 2015’te Amsterdam Bimhuis’te Loevendie’nin düzenli caz grubu The Wellingtonians ile kutlanacak. O akşamın konukları Oene van Geel ve Yuri Honing’dir., şarkıcı Nora Fischer ve Erik Bosgraaf. Festival akşamında, Loevendie’nin bazı eserleri, The Wellingtonians üyeleri tarafından desteklenen Conservatorium van Amsterdam’dan öğrenciler tarafından da seslendirilecek. Aralık 2015’te, Podium Witteman müzik programının televizyon yayınında, Belediye Başkan Yardımcısı Kajsa Ollongren, Theo Loevendie’ye tüm faaliyetleri için bir takdir göstergesi olarak Amsterdam Şehri Andreas Madalyası takdim etti.
2017
Piyano için iki yeni Bagatelle ilk kez 26 Eylül’de Ralph van Raat tarafından Tilburg’daki Het Cenakel’deki bir konserde seslendirilecek. Konserin kayıtları Kasım ayında Concertzender tarafından yayınlanacak. Van Raat ayrıca tamamen Theo Loevendie’nin piyano eserlerinden oluşan Strides albümünü de çıkarıyor. Jazz in Welling’in ilk şafağı, 12 Kasım’da tenor saksofoncu Yuri Honing’in konuk olacağı özel bir edisyonla kutlanacak .
2018
Kaydedici Erik Bosgraaf, Brilliant Classics etiketinden bir CD’de Nachklang ve Loevendie’nin diğer eserlerini seslendiriyor. Besteci üç doğaçlamaya katılır. 4 Mart’ta, Loevendie’nin Happy Ted ve iki Bagatelles üzerine yazdığı varyasyonların dünya prömiyeri. Rotterdam, De Doelen’de Ralph van Raat tarafından icra ediliyorlar. Amsterdam’daki Çello Bienali 2018 sırasında, seçilen on beş çellist, festival adına Theo Loevendie’nin solo çello için yazdığı eseri seslendirmek zorunda oldukları bir yarışmaya katılıyor. Besteci/müzisyen, hayat hikayesini Prometheus tarafından yayınlanan Theo Loevendie: Bir bestecinin anıları adlı kitapta anlatıyor.
2019 – 2021
20 Nisan 2019’da Concertgebouw Amsterdam’da ‘Theo Loevendie ve Türk Müziğinin Etkisi’ başlıklı bir akşam gerçekleşti. Besteci, bestelerinden kendisi bir seçim yapıyor ve kemancılar Emma Breedveld ve Oene van Geel , ud sanatçısı Mehmet Polat, tromboncu Wolter Wierbos , gitarist Maarten van der Grinten ve basçı Mark Haanstra ve diğerleri ile birlikte çalıyor
Loevendie, korona krizinin patlak verdiği yılda, doksanıncı doğum gününü kutluyor.
17 Eylül 2020’de özel bir Jazz in Welling baskısının ardından, iki gün sonra sizi düzenli dörtlüsü The Wellingtonians ve Swinging Strings (Emma Breedveld, Oene van Geel, Maarten van der) ile birlikte Bimhuis’te bir caz partisine davet edecek. Grinten ve Tijs Klaassen). Besteci, Dudok Quartet Amsterdam’a ithafen yeni bir yaylı sazlar dörtlüsü yazıyor. Parça ilk kez 13 Nisan 2022’de Concertgebouw Amsterdam’da bir konser sırasında duyulabilir.
SONUÇ
Yukarıda yaşam öyküsünü okuduğunuz Loevendie’nin repertuarından onlarca Türk eseri var.
Kendisinin Türk müziğine olumlu bir katkı sağlayıp sağlamadığı sorusuna, müzik uzmanları karar verebilirler.
Ama her şeye rağmen, müzik için gösterilen gayretleri de takdir etmek, bize yakışan bir tutum olacaktır.