60 Yıl önce, medeniyeti Türkler’den öğrenen Avrupa ülkelerine göç eden Türklerden bazıları, kendilerine medeni ve demokratik imkânlar sunan bu ülkelere nankörlük yapmakla kalmıyor, aynı zamanda Türk kültür ve medeniyetini çiğniyorlar.
Türkiye’deki seçimler için oy kullanmaları sağlanan bazı kendini bilmezler, Lahey ve Amsterdam’daki seçim salonlarında çıkardıkları kavgalar ile kin ve nefret saçtılar.
Yurtdışında oy verme işlemini baltalamak için kasıtlı olarak olay çıkaranları konuşturan medya, “Diğer yabancılar sorun çıkarmıyor. Türklerin oy kullanımını yasaklayın” şeklinde yayın yapıyorlar.
Haberin sonunda “Türklerin medeniyet tarindeki yeri” başlıklı yazıyı da okuyunuz.
Türkiye’de, milyonların merakla beklediği 14 Mayıs seçimleri için oy verme işlemi, 29 Nisan günü yurtdışında başlamıştı. Hollanda’daki yurttaşlarımız için, Lahey, Amsterdam, Deventer ve Eindhoven kentlerinde oy kullanma imkânı sağlanmıştı.
Ülkenin en görkemli salonlarında kurulan sandıklara yığınlar halinde giden yurttaşlarımız, demokratik haklarını kullanmanın mutluluğu içindeydiler. Ne var ki, önce Lahey’deki seçim salonunda, daha sonra da Amsterdam’daki seçim salonunda art arda kavgalar baş göstermişti.
Türkler’e oy verme imkânı sağlayan Hollanda devleti, gerekli trafik hizmetini sunduğu gibi, güvenlik için de önlemler almıştı.
Amsterdam’da oy kullanılan ünlü RAİ salonlarına akın akın gelen aileler, huzur iinde oylarını kullanırken, ben de demokratik hakkımı kullanarak oyumu kullanmıştım.
Hiç kimse, oy verme işlemleri sürerken, orada görevli bazı Türkler’in kavgaya tutuşacaklarını aklından geçirmemişti. Lahey ve Amsterdam’daki kavgalar, Hollanda medyasında tabii ki abartılarak yayınlandı.
Çıkan kavgaların fazla önemsenmemesi beklenirken, oy kullanma işleminin bitmesinden sonra meydana gelen bir başka kavga hiç hesapta yoktu. Son kavga yine Amsterdam’da meydana gelmişti. Oy kullanma işleminin bitmesinden sonra meydana gelen kavga, bu defa daha geniş kapsamlıydı. Olay yerine takviye kuvvetler gönderen polis, gece saat 02.00’ye kadar aralıklı olarak devam eden kavgaları yatıştırdı. Zırhlı araçlar ve helikopterlerin de devreye sokulduğu kavgada yaralanıp hastanelik olanlar da vardı.
Oy verme işleminin son günü meydana gelen Amsterdam’daki kavga, Hollanda medyası tarafından geniş bir şekilde ele alındı. Seçim salonlarında görevli bulunan, çeşitli partilere mensup kişilerin çıkardıkları bu kavgaların, bundan sonra daha da tehlikeli olabileceğini belirten yayın organları, “Diğer ülkelerin insanları oy kullanırken olay çıkarmazken, Türkler’in bu tarz gayrı medeni halleri düşündürücüdür. Bu nedenle Türkler’in oy verme işlemleri yasaklanmalıdır” diye yayın yaptılar.
Oy kullanma işlemlerinin ardından gelen günlerde, Türkiye’deki seçimlerle ilgili röportajlar yayınlayan organların bazıları, bazı grupların, oy verme işlemini yasaklatmak için kasıtlı olarak olay çıkardıkları da belirttiler.
Ama, bizim için büyük bir kayıp olacak olan ‘Oy kullanma’ şansımızı yok edecek tartışmalar da yaşandı. Konuyu millet meclisine taşıyan siyasiler, Sosyal İşler Bakanı Karien Van Gennip’e sorular yönelttiler. Hükümetin büyük ortağı VVD ile, ırkçı Wilders’in partisi PVV milletvekilleri, “Türkiye’ye bu konuda neden geniş bir serbesti hakkı veriliyor” sorusundan sonra, oy verme işleminin yasaklanmasını istediler. Bakan Van Gennip, “Seçim sandıkları etrafında yaşanan kavgalar Hollanda kültürüne ait değil” diyerek, olayların araştırılmakta olduğunu belirtti.
Van Gennip, oy kullanmanın temel bir hak olduğunu ve engellenemeyeceğini vurgulayarak, oy kullanma işleminin şiddetsiz ve Hollanda Anayasası’na saygı gösterilerek yapılması gerektiğini sözlerine ekledi.
Mecliste yaşanan tartışmalar sırasında yüreğimize su serpen tek üye, DENK Partili Stephan van Baarle oldu. Bir Türk babadan olma Van Baarle, olayların ayrılıkçılar tarafından kasıtlı olarak çıkarıldığını, amacın oy verme işlemini yasaklatmak olduğunu söyledi.
Hükümet ortağı VVD Partisi milletvekili Bente Becker ise, “Olaylarda AKP’nin militanlarının yer aldığına dair işaretler var. Bu kesinlikle mümkün olmamalı” şeklinde konuştu.
TÜRKLERİN MEDENİYET TARİHİNDEKİ YERLERİ
Prof. Dr. Saadettin Gömeç’in 2007 yılında kaleme aldığı uzun yazının önce özetini, daha sonra da yazının tamamını sizlere sunuyorum.
İyi okumalar….
— Türkler dünyada yazısı, yani kendilerine ait bir alfabesi bulunan ender topluluklardan birisidir.
— “Runik” denilen İskandinav yazılarının kökeni Türk alfabesidir. (Orkun, Yenisey veya Göktürk diye adlandırılan alfabemiz)
— Uygur Türkleri de milli bir alfabe geliştirmiştir.
— Bugün Moğol milletinin alfabesi hala milli Uygur Türk yazısıdır.
— Uygur Türkleri kitapları matbaa da kağıt üzerine basıyorlardı. Çinlilerin blok baskı ile çoğaltma tekniğinden değişik bir baskı sanatı bulmuşlar, sert ağaçtan tek tek, hareketli Uygur harfleriyle kitap basmayı ilk olarak başarmıştır.
— Türkler, farklı medeniyetler arasında köprü vazifesi yapmışlardır. Doğu-Batı, iki medeniyetin oluşmasında önemli ölçüde Türk tesiri vardır.
— Atı ilk evcilleştiren Türklerdir. Ulaşımda ve savaşta bu sayede üstünlük kurmuştur. Bu üstünlükleri sayesinde binlerce kilometrelik alanları bir anda geçmişler ve pek çok yere sahip olma imkanına kavuşmuşlardır.
— At ve öküzler tarafından çekilen arabaları da evvela Türkler icat ettiler ki, göç mevsimlerinde çadırlarını bu arabaların üzerinde taşımaları gayet kolay olmuştur.
— Tarihte demiri ilk bulan ve işleyen millet yine Türklerdir.
— Türkler silah yapımında ve kullanımında ustaydılar.
— Türkler madencilik sanatında altın, gümüş, bakır, demir ve kıymetli taşları işleyerek ticarette kullanmışlardır.
— Dünya’da ilk halı ve kilimi dokuyan Türklerdir.
— El sanatları açısından da çok yetenekli olan Türkler, madene ve ağaca istedikleri şekli verebildikleri gibi ondan masa, sandalye, yatak, dolap, sepet ve kap-kacak türü eşyaları yapabiliyorlardı. Dünya masa, sandalye, karyola türü tahta yatakları Türklerden öğrendi.
— Resim ve heykelcilikte çok ileri tekniklere sahiptirler.
— Tarihte, insanlığın çekirdeğini teşkil eden ailenin en mükemmel şekli Türkler arasında görülür. Bugünün hem Doğu, hem de Batı medeniyeti modern aile yapısını Türklere borçludur. Diğer eski dünya milletlerinin aileleriyle, Türklerinkini karşılaştırdığımızda pek çok bakımdan farklılıklar vardır. Geçmişteki Yunan veya Slavlarda olduğu üzere, Türklerde baba ailenin tek hakimi ve ailenin üyeleri onun kölesi değildi. Büyük toprak mülkiyetleri söz konusu olmayıp, ailedeki herkes sahip olunan mallara ve araziye ortaktı. Eski Türklerde umumiyetle tek evlilik geçerliydi. Bu da günümüzün ideal evlilik tipidir. Dolayısıyla zamanımızın çağdaş ailesiyle, eski Türk ailesi birbirine çok benzer. Türkler bu bakımdan münasebette bulundukları halklara, kendi aile düzenlerini de alıştırmışlardır.
— Merkeziyetçi devlet sistemi, Türklerin insanlığa mirasıdır.
— Devletin asıl vazifesi, milleti zengin etmek, refah içinde yaşatmaktır.
— Herkes toplum içerisinde kabiliyetine göre yer edinebilirdi. Halk kendine ait sürülere sahip olabildiği gibi, yerleşik hayatın devam ettiği bölgelerde arazileri de kendi adlarına ekip-biçebiliyorlardı. Yani eski Türk sosyal yapısında insanların özel mülkiyet hakkı söz konusuydu. Milletin istemediği bir şeyi idarecilerin zorla kabul ettirmesi mümkün değildi ve halk da temel vatandaşlık görevlerini yerine getirdiği müddetçe her türlü hürriyete sahip idi.
— Türk sosyal hayatını düzenleyen yazılı olmayan kanunlar bulunuyordu ki, bunlara “töre” deniyordu. Batıda ve Türklerin dışında doğuda, insanların geleceği hiçbir şekilde garanti altında bulunmazken, Türk devletinin sınırları içinde kimse hayatı hakkında endişeli değildi. Ölene kadar kendisinin bütün ihtiyacını karşılayan ve koruyan bir devletin varlığı, insanları huzur içerisinde yaşatıyordu. Bütün bunlara Batılı halklar, ancak 16. asırdan sonraları kavuşabilmiştir.
— Türklerde hükümdar karizmatik bir yapıya sahip olmakla beraber, devletin ve milletin geleceğinde tek başına karar verme yetkisine sahip değildi.
— Türklerin efsanevi atası Oğuz Kağan’ın her önemli iş öncesi ve sonrası kurultay topladığı görülür. Buna benzer olarak Hun, Kök Türk ve Uygurların yılın muayyen zamanlarında oluşturdukları meclislere büyük bir katılım söz konusuydu. Bunlar ya toy, ya düğün-dernek veya kengeş adı altında gerçekleşiyordu. Eski Türk devletini idare eden bir de hükümetten haberdarız. Hükümetin bakanları dokuz kişiden oluşuyor ve bunlara “buyruk” deniyordu. Bunlardan üçü iç, altı tanesi de dış işlerinden sorumlu bakandı.
— Türk kültüründe ve devlet anlayışında hiçbir zaman imparatorluk deyimi yoktur. Bilindiği üzere “imperium” kelimesi Latin kökenli bir terim olup, muhtevasında sömürgecilik ve baskı vardır. Kelimenin kökü “hükmetmek” fiili ile alâkalıdır ve emperyalizm kelimesi de buradan gelmektedir. Ama bize tarih göstermiştir ki, ne yaklaşık 600 yıllık Osmanlı, ne de ondan önceki Türk hanedanlıkları emperyalist bir siyaset takip etmediler.
— Tanrı tarafından bu göreve tayin edildiği kabul edilen Türk kağanı, bütün yeryüzünün, yani insanlığın hükümdarıydı. O sadece Türklerden değil, bütün insanlıktan sorumluydu. Kendilerinin mutluluğunu, onların huzuruna bağlıyorlardı. Günümüzde dahi bu anlayış henüz mevcut değildir. Herkes öyle kolay kolay hükümdar da olamıyordu. Her şeyden önce akıllı, yiğit, erdemli, güçlü ve ünlü kişilerdi. Halbuki dünyanın diğer milletlerinde idareciler kendilerini Tanrı ile eş değer görüp, zaman zaman ilah olduklarını bile ilan ediyorlardı. Bu yüzden de ağızlarından çıkan her söz kanun gibiydi. Her ne kadar demokrasinin beşiği olarak eski Roma ve Grek kültürleri gösteriliyorsa da, buradaki devlet yapılarına ve hükümdarların vaziyetlerine baktığımızda gerçekle hiç ilgisinin olmadığı anlaşılır. Türkler, Asya’nın batı taraflarına ve Avrupa’ya geldiklerinde o halklar, hakiki manada devlet yapılarıyla ve demokrasiyle tanıştılar.
— Türkler idareleri altındaki hiçbir milleti dinlerini ve dillerini değiştirmeye zorlamadılar.
— Türkler ordu millettir. Savaşlarda kadınlarda görev almıştır.
— Türk ordusu, onluk düzen içinde teşkilatlanmıştır. Dünya, ordu teşkilatlanmasını Türklerden öğrenmiştir.
— Ordu bandosunu ilk defa Türkler kurmuştur.
— Türkler tarım alanında ürettiği sebze ve meyvelerin yanı sıra kanallarla sulama teknolojisini diğer milletlere de öğretmiştir.
— Et ve balığı kurutarak ilk defa pastırma ve konserve haline getirilmesini Türkler yapmıştır.
— Türkler elbise, çamaşır ve ayağa giyilen pantolon türü eşyaya da “don” demişlerdir. Ceket, gömlek ve pantolonu insanlığa armağan eden Türklerdir.
— Koyun yağıyla, bir tür kuru otun külünü karıştırarak da sabun yaparak kullananlarda Türklerdir.
— Kıyafetlerini ilk defa ütüleyen millette Türklerdir.
— Türkler “çumuşluk” denilen tuvaletleri kullanırken, Avrupalılar evlerinin içine veya açık alanlara pisliyorlardı.
— Nizam’ül-Mülk’ün öncülüğünü yaptığı ve Nizamiye Medreseleri diye anılan ilmi kuruluş, dünyada ilk modern üniversite müesseseleridir.
— Türkler günlük hayatlarında paradan da yararlanıyorlardı. Bazen üzerinde kağan tamgası da olan kağıt ve ipek paraların da tedavülde olduğu anlaşılıyor. Kök Türkler çağında madeni paraya “yarmak” da denmiştir.
— Türkler eskiden zamanı on iki hayvanlı Türk takvimiyle ölçüyorlardı. Gerçi günümüzde dahi bu takvim esasına göre hareket eden Türk grupları hala mevcuttur. Üçyüz altmış beş günlük dilime yıl deniyordu… Yılların hayvan adlarıyla anılması meselesi karşımıza çıkıyor ki, esasında hayvanlarla iç-içe olanlar Çinliler değil, Türklerdir. Dolayısıyla bu zaman hesabı Türklerden Çinli, Hintli, Tibetli ve Moğol gibi kavimlere geçmiş olsa gerek.
— Dünyada bir Tanrı’ya inanan ilk kavim Türklerdir.
BU DA YAZININ TAMAMI
Bu yazının amacı Türklerin insanlığa kazandırdığı değerler olunca, konuya başlamadan önce kültür ve medeniyet nedir? Kültür ile medeniyet arasında ne gibi farklar bulunmaktadır? Kanaatimizce kısaca bunları izah etmekte fayda vardır. Çünkü terimlerin manaları değişik olup, zaman zaman da kullanımlarında yanılgıya düşülüyor. Hakikatte bu konu üzerinde pek çok sosyal bilimci bir şeyler söylemesine rağmen, henüz ortak bir tanımın da oluşturulamadığını görüyoruz.
Bilindiği üzere kültür, sosyolojinin en önde gelen kavramlarından biridir. Latince kökenli bir kelimeden neşet eden kültürün manası “toprağın işlenmesi” demek olup; daha sonraları özellikle Batı dillerinde kazandığı anlam olan “yüksek dereceli bilgi, insan vücudunun ve ruhunun terbiyesi, sanat ve fikir eserlerinin geliştirilmesi” şekliyle Türkçemize girdiğini görüyoruz. Ayrıca bu kelimeye değişik bazı manalar da verilmiştir. Meselâ bunları kısaca özetleyecek olursak:
Bir topluluğun yaşama tarzı ve hayat tecrübesi.
Atalardan gelen maddî ve manevî değerlerin toplamı.
İnsanın tabiatı ve kendini idare etme yoluyla bizzat meydana getirdiği eser.
Bir toplulukta törelerden, davranış durumlarından, teşkilat ve tesislerden kurulu düzenli bütünlük.
Umumi olarak inançlar, değer hükümleri, zevkler, gelenekler, kısaca insanlar tarafından yapılmış ve yaratılmış herşey.
Milletin bütün fertlerinin katıldığı manevi hayat.
İnsanların birarada yaşamaları için gerekli olan şartlar.
Bütün bunlar, kültürün daha çok toplulukların kendilerine has yaşayış ve davranışları olduğunu göstermektedir. Kültürel meselelerin izahı ve bu kelimenin tanımlanmasında, Türkiye’de en önde gelen ilim ve fikir adamı, ünlü Türk sosyoloğu Ziya Gökalp’a göre kültür; bir milletin dini, ahlaki, hukuki, ilmi, estetik, lisani, iktisadi, teknik hayatlarının ahenkli toplamıdır. Dolayısıyla kültürü herkes kendi bakış açısına göre, yukarıda çizilen ana çerçeve dahilinde anlayabilir.
Medeniyet ise, kültürden biraz farklı anlam arz-etmektedir. Medeniyet, milletlerarası ortak değer seviyesine yükselen anlayış, davranış ve yaşama vasıtaları bütünüdür. İlim ve teknoloji esasını teşkil eder. Bunun da kaynağı kültürlerdir.
Her topluluğun kendine özgü bir kültürü vardır, diğer bir deyişle her kültür ayrı bir topluluğu temsil eder. Bunun gibi Türk milletinin de dili, tarihi, edebiyatı, sanatı, dini, müziği, mimarisi, hukuk anlayışı ve olaylar karşısındaki davranışlarıyla kendine mahsus bir kültürü söz konusudur.
Durum böyle olunca; kültürlerin özel, medeniyetin genel olduğunu ve kültürlerden doğduğunu söylemek mümkündür. Zamanımız itibarıyla belki iki medeniyetten bahsedilebilir. Bunlar da; Doğu ve Batı medeniyetleridir. Kültür ve medeniyet üzerindeki tartışmalar, Z. Gökalp’ten beri gündemde olup, bundan sonra da devam edeceği ortadadır. Ne olursa olsun, her kültür kendi öz vasfını korur ve ana yapı bir süreklilik taşır. Bunun da böyle bilinmesi gerekir.
Bütün bu izahlardan sonra kesinlikle şunu söyleyebiliriz ki; dünya üzerinde Türk denen bir millet vardır ve onun geliştirdiği zengin kültür, dünya medeniyetlerinin oluşmasında mühim bir temel taşı vazifesi görmüştür. Bu yüzden insanlık tarihinin her açıdan şekillenmesinde en önde gelen faktörlerden birisi, Türklerdir.
Yeryüzünde iki millet söz konusudur ki, başlarından bugüne kadar pekçok felaketler geçmiş olmasına rağmen ayakta kalabilmiştir. Bu halklardan birisi Çinliler, diğeri de Türklerdir. Ancak bunlardan Türklerin tarihi, bambaşka bir durum arz-eder. Türkler, tarihte Çinliler gibi tek bir coğrafyada varlıklarını sürdürmemiş ve onların benzeri bir hayat tarzını da benimsememişlerdir. Yani, tamamen yerleşik bir kavim olmadıklarından geçmişlerini incelemek oldukça zordur. İdare ettikleri büyük coğrafya açısından karşılaştırıldığında dünyada bir eşleri daha yoktur. Tarih yapmada ve insanları idare etmede bu kadar hünerli olan Türklerin kendileri tarafından yazdıkları kaynakların azlığı da onların geçmişlerinin aydınlatılmasında yabancıların eserlerine müracaat etmeyi gerektirmekte, dolayısıyla bu durum birtakım yanlış anlaşılmalara da sebebiyet vermektedir.
Özellikle Türk milletini ve kültürünü yakından tanımayanlar, onların tarihlerini yorumlamada bir sürü hata yapmaktadır. Türkler 5000 yıllık tarihleri boyunca, dünyanın en büyük ve kudretli birkaç devletinin kurucuları oldular. Mo-tun (Börü Tonga), Attila, Kapgan Kagan, Alp-arslan, Kılıç-arslan, Emir Temür, Fatih Sultan Mehmet, Mustafa Kemal gibi büyük devlet adamlarını yetiştirerek, bugünkü dünyanın şekillenmesine aracılık ettiler. Fatih, Bizans’ı ortadan kaldırarak, yeni bir çağın açılmasına vesile olduğu gibi, İslamın peygamberinin vasiyetini de yerine getirmek suretiyle, İslam medeniyeti ve tarihinde haklı yerini aldı. Bu nedenle söz konusu çalışma, sadece Türk milletinin büyüklüğünü milli hislere dayanarak ortaya koymak amacıyla meydana getirilmiş olmayıp; belge ve bilgiler ışığında hakikatleri gözler önüne sermek için hazırlandı.
Büyük medeniyetler ve kültürlerin temelinde yazı olduğuna göre, biz Türkler bu açıdan oldukça şanslı bir milletiz. Türkler dünyada yazısı, yani kendilerine ait bir alfabesi bulunan ender topluluklardan birisidir. Bugün maksatlı olarak, Orkun veya Yenisey Alfabesi diye de adlandırılan bu yazı sisteminin, zaman zaman başka halklardan Türklere geçtiği yolunda iddialar var ise de, henüz bu durum ispat edilememiştir. Mevzubahs alfabenin “runik” diye isimlendirilmesi, eski İskandinav yazılarını çağrıştırmasından kaynaklanmaktadır ki, Runik sözü İskandinavcada “sır, esrar” manalarına gelir. Kök Türk Alfabesi şeklinde de adlandırılan, millî Türk yazısı Türkçedeki bütün sesleri göstermesi bakımından son derece ilginç olup; bu harfler yine Türkçenin ses uyumuna göre hazırlanmıştır. Onlar bu alfabe vasıtasıyla okuma-yazmayı öğrendikleri gibi, milletlerarası andlaşmalarda da bu yazıyı kullanıyorlar ve Asya’nın çeşitli halkları da bundan yararlanıyordu . Bunun gibi Uygur Türkleri de Sogd menşeili olduğu söylenen bir alfabeyi geliştirdiler ve kendilerinin dışındaki birtakım toplulukların da kullanmasına aracılık ettiler. İşte bunlardan Mogollar, Uygurlara son vermekle beraber, onların kuvvetli kültürlerine tabi olarak Uygur yazısını aldılar.
Nihayet Uygur katipleri ve devlet adamları bütün sivil idareyi ellerine geçirdiler. Çingiz Han’ın torunları zamanında Maveraünnehir, Horasan ve Irak’taki defterdarların çoğu Uygurlardandı. Bugün Mogol milletinin alfabesi halâ milli Uygur Türk yazısıdır. Ayrıca Uygurların kitapları kağıt üzerine yazılıp, basılıyordu. Bu, Çin kağıdından farklı idi. Uygurların kendi kağıt imal şekilleri olduğu da bir gerçektir. 9. ve 10. yüzyıllarda Çinlilerin blok baskı ile çoğaltma tekniğinden değişik bir baskı sanatı bulmuşlar, sert ağaçtan tek tek, hareketli Uygur harfleriyle kitap basmayı ilk olarak başarmıştır. Türkistanda’ki çeşitli kazılar sonucunda, torbalar içerisinde böyle harfler ele geçirilmiştir. Uygur Türklerinin bu şekilde kağıt ve matbaa usullerindeki yenilikleri, insanlığın ileri gitmesi vasıtalarından biridir. İlmin yayılmasında bu derece önemli bir yere sahip olan Türkler, asla göz-ardı edilemez.
Türk göçlerinin özellikle batıya doğru olması ve buralarda mecburen farklı siyasi teşekküllerin kurulması, yeni Türk kültür çevrelerinin de ortaya çıkmasına sebep olmuştur. Ayrıca değişik coğrafyalarda beraber yaşamak zorunda bulunduğu halklardan bazı şeyler aldığı gibi, onlara da pek çok şey verdiler. Geçmişte ve günümüzde Türklerin yer aldıkları coğrafyaya baktığımızda, Doğu-Batı veya İslam-Hristiyan medeniyetlerinin kesişme noktasında olduğunu görürüz. Bu yüzden de Türkler, farklı medeniyetler arasında köprü vazifesi görmüşlerdir. Dolayısıyla her iki medeniyetin oluşmasında önemli ölçüde Türk tesiri vardır. Bütün bunları bir kenara bırakıp, Türk milletini kültürce aşağı sayanlar, kim olursa olsun, akıl ve mantıktan yoksun kişilerdir.
Türklerin medeniyete kazandırdığı iki mühim şeyden birisi at, diğeri de demirdir. Atı günümüzün şartlarıyla kıyasladığımızda; bir savaş ve ulaşım aracı olarak tekerlekli vasıtalarla, uçaklar bugün ne ise, at da geçmişte öyle idi. Dünyada ilk defa atı ehlileştiren, bir binek hayvanı ve savaş aracı olarak kullanan Türkler, bu üstünlükleri sayesinde binlerce kilometrelik alanları bir anda geçmişler ve pek çok yere sahip olma imkanına kavuşmuşlardır. Muhtemelen at ve öküzler tarafından çekilen arabaları da evvela Türkler icat ettiler ki, göç mevsimlerinde çadırlarını bu arabaların üzerinde taşımaları gayet kolay idi. Türklerin atı bu şekilde yönetmeleri ve onlara bir ayrıcalık sağlamasından yola çıkarak, Çinli ve Avrupalı halklar da attan yararlandılar. Avrupa’da atlı şövalyeler, Çin’de de Türk usulünde atlı ordu birlikleri teşkil edildi. İnsanlık tarihinde bu denli mühim bir hayvan olan at ile Türkler o kadar iç-içeydiler ki, oniki hayvanlı Türk takviminin bir yılı da ata ayrılmıştı. Latin-Bizans eserlerinde Türk-Hunların yerde kendilerini güvende hissetmediklerinden, at üstünde yaşayıp, uyudukları bildirilir.
Tarihte demiri ilk bulan ve işleyen millet yine Türklerdir. Demircilikle uğraş Türkler açısından diğer Asya topluluklarına karşı bir üstünlüktü. Silah konusunda Türkler Orta Çağda oldukça ileriydiler ve bu da onların madenciliğinden kaynaklanıyordu. Savaş esnasında çok cesur olan Türkler, aynı zamanda zengin maden yataklarına sahiptiler ve silah işçiliğinde de ustaydılar. Demir madenlerini işletmek ve bundan çeşitli araç-gereçler yapmakla öğünüyorlardı. Bu durum Bizanslı ve Çinli elçilerle, seyyahların notlarına yansımış ve hatta zaman zaman hayrete düşmüşlerdir. Madencilik ve demircilikte en ileri düzeyde olan eski Türkler, yapmış oldukları savaş araç ve gereçlerini bir ihraç ürünü olarak da pazarlamaktaydılar. Mesela, batıdaki On Ok Türkleri demir ticaretiyle de meşgul oluyorlardı. Bayırkular, sadece at yetişitirciliğinde değil, demircilikte de maharetliydiler.
Çin kaynakları Kırgızlardan söz ederken; her yağmurdan sonra topraklarında demir çıkar ve bundan gayet keskin silahlar yaparlardı, diyor. Onların imali olan kesici aletlere bütün Orta Asya’da rağbet ediliyordu. Özellikle arkeolojik kazılar bize Altaylarda çelik üretildiğini, Tanrı Dağlarının güneyinde altın, gümüş, bakır ve demir bulunduğunu göstermektedir. Arkeolojik kalıntılar ve yazılı belgeler Hunların arasında dökümcülerin olduğunu belirtiyor. Yine tarihten hatırlıyoruz ki, Kök Türk Kaganlığının kurucuları Altay Dağlarında demircilikle uğraşıyorlardı. Bilge Kagan Anıt Mezarlığında 2001 yılında keşfedilen hazinelerdeki madeni eşyalar ve süsler dünyada eşi, benzeri olmayan harikulade şeylerdir. Daha önceki devirlere ait, özellikle Yenisey vadisinde, Altaylar ve Güney Kazakistan bozkırlarıyla, Orta Avrupa’da bulunan arkeolojik malzemeler arasında renkli taşlar, iğneler, bilezikler, küpeler, taraklar vs. dikkati çeker.
Uygurlar arasında dolaşan seyyahlar altın, gümüş ve demirden kaplar yaptıklarını, yeşim taşını çok güzel işlediklerini söylüyorlar. Yine Türklerden haber veren Bizans-Roma belgelerinde onların kemer, kılıç, okluk ve at koşumlarını değerli madenlerle süslediklerinden, çadırlarındaki altın ve gümüş kaplardan, ipekli halılar ve bunların üzerindeki desenlerden bahsederler. Pazırık, Noin-ula gibi kurganlarda ele geçirilen malzemeler buna bir örnektir. Dünyanın en eski halısı yine Türklere aittir. Mesela Orta Avrupa’da, Nagyszentmiklos’ta bulunan sanat eserlerine ve eşyalara paha biçilemiyor. Kısacası Türklerin medeniyete kazandırdığı demir ve işçiliği sayesinde, insanoğlu bugün daha iyi yaşayabilmektedir.
El sanatları açısından da çok yetenekli olan bu insanlar, madene ve ağaca istedikleri şekli verebildikleri gibi ondan masa, sandalye, yatak, dolap, sepet ve kap-kacak türü eşyaları yapabiliyorlardı. Orta Asya’nın çeşitli yerlerinde gerçekleştirilen kazılarda bunlar ortaya sık sık çıkarılıyor. Dünya masa, sandalye, karyola türü tahta yatakları Türklerden öğrendi. Bu kullandıkları eşya ve giyeceklerini çok güzel hayvan ve bitki motifleriyle donatıyorlardı. Bunlar ince bir sanatın ürünüydü. Ayrıca Türk coğrafyasının her yerinde rastlanan ve “taş-baba” dediğimiz heykellerin, bugünküleri kıskandıracak bir maharetle yontuldukları da ortadadır. Her zaman faydalandıkları çadır ve eşyalarını süslemekle birlikte mabetlerine, taşlara, kayalara ve ağaçlara kendi dünyalarını anlatan resimler çiziyorlardı. Hatta Türkistan’da yapılan kazılarda, bazı tabutların üzerinde bile bu resim sanatının inceliklerine rastlanıyor. Resim ve heykel gibi, bu tür sanatların doğudan batıya gitmediğini kim ispat edebilir?
Tarihte, insanlığın çekirdeğini teşkil eden ailenin en mükemmel şekli Türkler arasında görülür. Bugünün hem Doğu, hem de Batı medeniyeti modern aile yapısını Türklere borçludur. Diğer eski dünya milletlerinin aileleriyle, Türklerinkini karşılaştırdığımızda pekçok bakımdan farklılıklar vardır. Geçmişteki Yunan veya Slavlarda olduğu üzere, Türklerde baba ailenin tek hakimi ve ailenin üyeleri onun kölesi değildi. Büyük toprak mülkiyetleri söz konusu olmayıp, ailedeki herkes sahip olunan mallara ve araziye ortaktı. Eski Türklerde umumiyetle tek evlilik geçerliydi. Bu da günümüzün ideal evlilik tipidir. Dolayısıyla zamanımızın çağdaş ailesiyle, eski Türk ailesi birbirine çok benzer. Türkler bu bakımdan münasebette bulundukları halklara, kendi aile düzenlerini de alıştırmışlardır.
Bugün modern devlet yapılarının oluşmasında, devlet-fert ilişkilerinin teşekkülünde yine Türklerin büyük rolü vardır. Özellikle merkeziyetçi devlet sistemi, Türklerin insanlığa mirasıdır. Türklerde çok eskiden beri, devletin bugünkü deyimiyle, halka dönük bir siyaset takip ettiğini biliyoruz. Devletin asıl vazifesi, milleti zengin etmek, refah içinde yaşatmaktır. Mesela sarayın kapısının halka açık olması, hükümdarın her fırsattan faydalanarak şölenler vermesi, hatta bu toylardan sonra yemek takımlarının şölene katılanlar tarafından yağma edilmesi, sonra bugün de devam eden saçı geleneği, bunlara misal olarak gösterilebilir. Herkes toplum içerisinde kabiliyetine göre yer edinebilirdi. Halk kendine ait sürülere sahip olabildiği gibi, yerleşik hayatın devam ettiği bölgelerde arazileri de kendi adlarına ekip-biçebiliyorlardı. Yani eski Türk sosyal yapısında insanların özel mülkiyet hakkı söz konusuydu.
Milletin istemediği bir şeyi idarecilerin zorla kabul ettirmesi mümkün değildi ve halk da temel vatandaşlık görevlerini yerine getirdiği müddetçe her türlü hürriyete sahip idi. Yapılan faydalı işlerin de, zararlı davranışların da mutlaka bir karşılığı vardı. Türk sosyal hayatını düzenleyen yazılı olmayan kanunlar bulunuyordu ki, bunlara “töre” deniyordu. Batıda ve Türklerin dışında doğuda, insanların geleceği hiçbir şekilde garanti altında bulunmazken, Türk devletinin sınırları içinde kimse hayatı hakkında endişeli değildi. Ölene kadar kendisinin bütün ihtiyacını karşılayan ve koruyan bir devletin varlığı, insanları huzur içerisinde yaşatıyordu. Bütün bunlara Batılı halklar, ancak 16. asırdan sonraları kavuşabilmiştir.
Türklerde hükümdar karizmatik bir yapıya sahip olmakla beraber, devletin ve milletin geleceğinde tek başına karar verme yetkisine sahip değildi. Eski Türklerin “kagan” dediği idareciyi de denetleyen bir meclisin ve hükümetin mevcudiyeti artık kabûl edilmektedir. Türk destan edebiyatının temelini teşkil eden Oguz-nâmelere baktığımızda, Türklerin efsanevi atası Oguz Kagan’ın her önemli iş öncesi ve sonrası kurultay topladığı görülür. Buna benzer olarak Hun, Kök Türk ve Uygurların yılın muayyen zamanlarında oluşturdukları meclislere büyük bir katılım söz konusuydu. Bunlar ya toy, ya düğün-dernek veya kengeş adı altında gerçekleşiyordu. Eski Türk devletini idare eden bir de hükümetten haberdarız. Hükümetin bakanları dokuz kişiden oluşuyor ve bunlara “buyruk” deniyordu. Bunlardan üçü iç, altı tanesi de dış işlerinden sorumlu bakandı.
Burada bir hususa daha değinmek istiyoruz ki o da, her terim kendi kültür çevresinde kullanılmalıdır. Mesela bilerek veya bilmeyerek bizim devletlerimiz için zaman zaman imparatorluk tabirinin tercih edildiğine şahit oluyoruz. Halbuki Türk kültüründe ve devlet anlayışında hiçbir zaman imparatorluk deyimi yoktur. Bilindiği üzere “imperium” kelimesi Latin kökenli bir terim olup, muhtevasında sömürgecilik ve baskı vardır. Kelimenin kökü “hükmetmek” fiili ile alâkalıdır ve emperyalizm kelimesi de buradan gelmektedir. Ama bize tarih göstermiştir ki, ne yaklaşık 600 yıllık Osmanlı, ne de ondan önceki Türk hanedanlıkları emperyalist bir siyaset takip etmediler. Bilindiği gibi kültürler milli bünye ve kurumlarını ifade etmek için kendi terminolojilerini yaratırlar ve bunların muhtevalarına da kendi damgalarını vururlar. Bu bakımdan farklı kültür dairelerinde meydana gelen terminolojiler, bir diğer kültürün bünyesini izah için kullanıldıkları takdirde hata yapılmış olur. Dolayısıyla tarihimiz ve kültürümüzün aktarımında kendi kelimelerimizi tercih etmek zorundayız.
Tanrı tarafından bu göreve tayin edildiği kabûl edilen Türk kaganı, bütün yeryüzünün, yani insanlığın hükümdarıydı. O sadece Türklerden değil, bütün insanlıktan sorumluydu. Kendilerinin mutluluğunu, onların huzuruna bağlıyorlardı. Günümüzde dahi bu anlayış henüz mevcut değildir. Herkes öyle kolay kolay hükümdar da olamıyordu. Her şeyden önce akıllı, yiğit, erdemli, güçlü ve ünlü kişilerdi. Halbuki dünyanın diğer milletlerinde idareciler kendilerini Tanrı ile eş değer görüp, zaman zaman ilah olduklarını bile ilan ediyorlardı. Bu yüzden de ağızlarından çıkan her söz kanun gibiydi. Her ne kadar demokrasinin beşiği olarak eski Roma ve Grek kültürleri gösteriliyorsa da, buradaki devlet yapılarına ve hükümdarların vaziyetlerine baktığımızda gerçekle hiç ilgisinin olmadığı anlaşılır. Türkler, Asya’nın batı taraflarına ve Avrupa’ya geldiklerinde o halklar, hakiki manada devlet yapılarıyla ve demokrasiyle tanıştılar.
Türkler çağlar boyunca hakim oldukları heryerde hukuku ve insan haklarını ön planda tuttukları gibi, tebası olan halkların her türlü meseleleriyle de ilgilendiler. Onları kendi vatandaşlarından hiçbir zaman ayrı görmediler. Kök Türkler zamanında Türk devletinin içindeki gayri-Türkler nasıl rahatsalar, onlardan yüzlerce yıl sonra bir cihan devleti haline gelen Osmanlı’da da bütün toplum müreffeh bir şekilde yaşıyordu. Başkaları gibi çevredeki komşularını barbar olarak görmeyip, herkesi eşit kabul ettiler. Binlerce yıl çeşitli halklarla savaş içerisinde yaşasalar da, asla onları yeryüzünden silmek gibi bir düşünceye kapılmadılar. Mesela, Osmanlı Devleti sadece sınırları dahilinde değil, nüfuz alanındaki her yere huzur ve barışı götürdü. Osmanlı’dan sonra bildiğiniz ve bugün de şahit olduğumuz gibi her yerde kan ve göz yaşı aktı. Gittiği yerlere huzur ve adaleti hakim kılan Osmanlı’nın yerini alanlar, yalnız kargaşa ve teröre sebep oldular.
Bunun sonuçları şimdi bile ortadadır. Türkler insanı Tanrı’nın bir parçası saydıklarından koruyup, kollarken; zamanımızda ileri olduğunu iddia eden pek çok devlet birtakım halklara ırkından veyahut da dininden dolayı zulmetmeye devam ediyorlar. Bugün, Türk devletinin bir zamanlar hakim olduğu yerlerde yaşayan halklar (meselâ Avrupa, Afrika ve Asya) onun adaletine ve hoş görüsüne mazhar olmasalardı, tarihten silinip giderlerdi. Kendi devletlerinin içerisinde baskı altında bulunanlar, geçmişte olduğu gibi şimdi bile Türk devletinin koruyuculuğu altına sığınmaya çalışıyorlar. Şu an Avrupa’da Arnavut, Sırp, Boşnak, Rumen hatta Fransız; Afrika’da ve Arabistan’da Arap, Kıpti, Berberi; Asya’da Fars, Mogol, Afgan vs. gibi halklar yaşıyorsa, bu Türklerin sayesindedir. Türkler idareleri altındaki hiçbir milleti dinlerini ve dillerini değiştirmeye zorlamadılar. Basit vatandaşlık hakları çerçevesinde varlıklarının devam etmesine müsaade ettiler. Böyle alicenap bir milletin hakkını tarih elbetteki verecektir.
Bir milletin sosyal yapısı, ekonomik ve kültürel hayatı ile devlet teşkilatı çok mükemmel olabilir. Ama bunların özellikle dış tehlikelere karşı korunması ve devam ettirilmesi için güçlü bir askeri düzene de ihtiyaç vardır. Ordu millet olan Türklerin en büyük hususiyetlerinden birisi de savaşçılıklarıdır. Barış zamanında günlük işleriyle meşgûl olan halk, savaş zamanında çoluğundan-çocuğuna top-yekûn seferberlik halinde bulunuyordu. Türk tarihine ait kaynaklardan öğrendiğimize göre; savaş ve ordu komutanlığı sadece erkeklerin işi değildir. Kadınlar birliklere veyahut da ordulara kumanda edebildikleri gibi, at üstünde okları, yayları ve kılıçlarıyla birlikte savaşlara katılıyorlardı. Bugün daha yeni yeni dünya ordularında kadınlar vazife alıyorlar. Ayrıca Türk ordusu onluklar biçiminde düzenlenmişti. Türk ordu teşkilatına dair en eski kayıtlar, milattan önce 3. asra ait olup, bu ordu onlu düzene göre teşkil edilmişti.
Kaynaklardan öğrendiğimiz kadarıyla bu sistem Mo-tun (Börü Tonga) Yabgu zamanında meydana getirilmişti ve günümüz dünya orduları da bu esaslar çerçevesinde teşkilatlanmaktadır. Hatta ordu bandolarının kuruluşunun temelinde bile eski Türk askeriyesindeki davul ve onu takip eden Mehter olgusu yatar. Dünyanın en büyük devletlerinden birini kuran Türkler çağlarına göre daima yüksek bir harp sanayiine sahip oldular. Yani, Türkler yabancı kavimler karşısında sadece bilek gücüyle başarı kazanmadılar. Zamanlarına göre savaş tekniğini ve usullerini en iyi kullandıkları için dünyaya baş eğdirmişlerdi. Sonradan Avrupalılar ve diğer milletler bu teknikler ile yöntemleri daha da geliştirip, Türkler karşısında üstünlük kazanmaya başladılar. Bu arada şunu da belirtmek istiyoruz: Tarihin bu en cengaver kavmi, bugün olduğu gibi geçmişte de kalabalık ve güçlü olan Çinlilerin önüne bir set gibi gerilmeseydi, herhalde dünyanın Asya ve Avrupa kıtasında Çinliden başka halk olmazdı. Batı medeniyeti ve insanı varlığını Türklere borçludur.
Eski Türk ekonomisinin temeli konar-göçer hayvancılığa dayanıyordu. Toplumbilimciler genelde hiçbir inceleme ve araştırma yapmadan tarihteki Türklerin göçebe olduklarına dair görüşler bildiriyorlar. Bu nazariyeye göre göçebeler herhangi bir kültür veya medeniyet yaratamayacaklarından, Türklerin de köklü bir kültürleri ya da medeniyetleri yoktur. İşin doğrusu, biz Türkler hakkında yabancıların bu yanlı fikirleri pek de önemli değil. Halbuki Kök Türkçe yazılı belgelere baktığımızda eski atalarımızın kendilerine göçebe yerine, konar-göçer dediklerini görmekteyiz.
M.önce 3000’den beridir eski Türklerin ziraatla meşgul olduklarına dair elimizde arkeolojik malzemeler vardır. Özellikle Altay-Sayan bölgesinde yapılan kazılar bunu ispat ediyor. Hunlardan kalan su yollarına, toprağı işlemek için gerekli olan alet-edevata bu araştırmalarda tesadüf edilirken, Orta Asya’nın her tarafında bulunan kaya resimlerinde ziraata dair figürlere rastlıyoruz. Yine açılan bazı mezarlarda baltalarla birlikte orakların da yer alması bu durumu gözler önüne seriyor. M.önce 2. yüzyıldan itibaren tarihi Türk yurtlarını gezen Çinli seyyahlar, buralarda halkın nehir sularından ufak kanallar açmak suretiyle sulama ve ziraat işlerinde büyük ilerlemeler kaydettiğini ve bu ülkelerde Çin’in görmediği değişik bitki ve meyveler bulunduğunu hayretle müşahade etmişler ve yirmiden fazla bitki tohumunu Çin’e götürmüşlerdir.
4. asrın sonralarında Tabgaç hükümdarları tarımdan anlayan bir çiftçi sınıfı oluştururlarken, yeni ele geçirilen topraklara bunları yerleştirerek, faydalanmayı düşünüyorlardı. Dolayısıyla çok eski zamanlardan beridir Türkler ziraatla da meşgul olmuşlar, ekonomik tabanlarının bir bölümünü de tarım meydana getirmişti. Bundan başka Türkler ister göçebe, ister konar-göçer olsunlar dünya tarihine damgasını vurdular. Bunu kimse inkar edemez; çünkü tarih bunu kayıta geçirmiştir.
Konar-göçerlik esasen iklim şartlarına bağlı olarak insanların yer değiştirmeleri ve konaklamalarıdır. Bu yaşadıkları coğrafya çok zor tabiat özelliklerine sahip olduğundan, kendileri de sanki birer çelik gibiydiler. Öyle ki kışın doğan çocukları karla, yazın doğanları da soğuk suyla yıkıyorlardı. Böylece daha baştan birtakım hastalıklara karşı bağışıklıkları sağlanıyordu. Ondört, onbeş yaşlarından itibaren de birer yiğit gibi savaşlara katılıyorlar, sağ kalırlarsa hayatlarını devam ettiriyorlardı. Bu açıdan bakıldığında, takdir edilmesi gereken yaşayışları vardı. Toplum içerisinde herkes vazifesinin ne olduğunu biliyor, ama yine de aralarında sıkı bir yardımlaşma gerçekleşiyordu.
Erkeklerin yatakta ölmesini bir zül olarak kabul eden Türkler, bilindiği gibi hayvancı bir toplumdur. Hayvan yetiştiriciliği üç açıdan mühimdir: Birincisi başlıca gıda maddesidir. İkincisi ticaret aracı, üçüncüsü de nakil vasıtasıdır. Ama Türkler hayvancılığın yanı-sıra tarım ve ticarete de ekonomik hayatlarında önemli bir yer veriyorlardı. Bu insanlar özellikle bahar ve yazları otu, suyu bol olan yüksek yaylalara göçerek hayvanlarını beslemekle beraber, ırmak boylarında ve sıcak ovalarda da yerleşerek buralarda ziraat yapıyorlar, dolayısıyla kışları da umumiyetle bu korunması kolay mahallerde geçiriyorlardı. Bu yaptıkları iş gelişi-güzel değildi. Yaylaların muayyen sınırları olup, kabilelerin başkasının arazisine girmediğini biliyoruz. Onlar sadece kendilerini düşünerek bütün otlakları tüketme hakkında da sahip bulunmuyorlardı.
At ve koyun yetiştiricisi olan bozkırlı Türk’ün başlıca yiyeceği etten ibaretti. Dolayısıyla ençok da at ve koyun eti yeniyordu. Koyun da tıpkı at gibi kendisinden yararlanılan bir hayvan olmakla birlikte, kültürel hayatta da önemli bir yer işgal ediyordu. Aileler ve kabileler yüzbinlerce hayvana sahip olduklarından eski Türkler, fazlaca istihsal edilen eti uzun süre muhafaza etmenin yollarını bulmuşlardı. Günümüzün pastırma usulüne benzer bir şekilde konserve etler hazırlıyorlardı. Tabi ki eti ve balığı kurutarak da korumasını biliyorlardı. Bazı kaynaklarda eti ince ince dilimleyerek, güneşte kuruttuklarından söz ediliyor. Bu yüzden söz konusu teknikler Türk insanının dünyaya bir armağanıdır.
Eski Türkler elbise, çamaşır ve ayağa giyilen pantolon türü eşyaya da “don” demişlerdir. Türklerin kıyafetlerinin nasıl olduğuna dair bilgilere yazılı kaynaklardan ve arkeolojik malzemelerden ulaşmak mümkündür. Özellikle Asya’da yapılan yüzey araştırmalarında ve kazılarda bulunan heykellerle, kaya resimlerinde; ayrıca duvar minyatürlerinde Türklerin ceket, pantolon, gömlek, şapka, çizme, kemer türü giyeceklerinin biçimleri ortaya konulabilmektedir. Ceket ve pantolon herhalde Türklerin insanlığa bir ihsanıdır. Burada tabiki şunu da belirtmeliyiz; kemer takma bir ihtiyaç olduğu gibi, hakimiyetin ve memurluğun da alametiydi. Türklerden kalan heykeller de bunu çok açık bir şekilde görebiliriz . Kişilerin sosyal durumlarına göre, başa geçirilen şapkaların şekilleri de farklıydı. Bazan Orta Asya’ya seyahat yapmış çeşitli kişilerin, bazan da yabancılar arasında yaşayan Türklerin giyim tarzları tarihi belgelere de yansımıştır ki; mesela Hazar prenseslerinden Çiçek’in Bizans’a gelin gittiğinde giydiği elbise ve çeyizler Romalılar içinde hususi bir kadın modası yaratmıştır.
Gömlek ya da kaftan şeklinde, uzun kollu ve yırtmaçlı bir giyecekleri daha vardı. 6. asrın birinci yarısındaki olayların nakledildiği Prokopius’un “Gizli Tarih” adlı eserindeki bilgilere göre, giydikleri gömlek ve ayakkabılarıyla, uzattıkları saç şeklinden dolayı Bizans’ta revaçtaki bir Hun modası söz konusuydu. Elbette ki onların bu giyim usulü bozkırın yapısına uygun olmalıydı. Netice itibarıyla ömrü at üzerinde geçen tarihteki Türklerin esas giysileri ata binerken rahatlık sağladığından ötürü ceket, pantolon türü şeylerdi. Mevsim durumlarına göre de bunların muhteviyatı değişiyordu. Mesela kışın daha kalın ve içi yünlü elbiseler giyilirken, yazları daha ince ve pamuklu nev’inden giyecekler tercih edilmekteydi. Savaşa gidilirken ise, özel harp elbiselerinin kullanıldığı da muhakkaktır. Bunlar o kadar rahatlardı ki, ara-sıra yabancı halkların tıpkı savaş araç ve gereçlerinde olduğu üzere, giyim usulünde de Türkleri taklit ettiklerine şahit oluyoruz.
Bununla beraber Çin’den ve İran’dan gelen daha zarif, ipekli ve pamuklu dokumaları kullandıklarını da, kaynaklar ve arkeolojik kalıntılar bize haber veriyor. 520 sıralarında Ak Hun sarayını ziyaret eden bir Çinli, hükümdarın işlemeli ve ipekten elbiselere sahip olduğunu belirtiyor. Dolayısıyla törenler için özel giyimleri vardı. Mesela yine Çinliler, Uygur Türklerinin zenginliğinden söz ederlerken sansar ve samur derisi elbiselerinin yanı-sıra beyaz aba, işlemeli ve çiçekli kumaşların bolluğundan haber verirler. Sadece at üzerinde, bozkırda dolaştığı düşünülen bu insanlar yazılı kaynaklardan öğrendiğimize göre, günlük hayatta kullandıkları elbiselerini dahi ütülüyorlar ve koyun yağıyla, bir tür kuru otun külünü karıştırarak da sabun üretiyorlardı .
Bugün modern dünyanın modasının temelini teşkil eden ceket, pantolon ve gömlek türü giyeceklerin tamamı Türk yapımıdır. O çağlarda Batı medeniyeti olarak adlandırdığımız coğrafyada doğru-dürüst giyim-kuşam olmadığı gibi, yüzlerce yıl sonra bile ne kılık-kıyafet, ne de temizlik konusunda onlar Türklerin düzeyine gelebilmiş değillerdi. Batılılar saraylarının ve evlerinin içine pislerken, daha Orta Çağlarda bile Türklerde bir tuvalet kavramı vardı ve onlar buna “çumuşluk” diyorlardı. Bir kısım araştırmacıların kültürsüz göçebeler olarak tanıtmaya gayret ettikleri bu eski Türklerin çadırlarındaki malzemelerin ve tahtların güzelliğine çağdaşı olan Avrupa, Asya imparatorlarının saraylarında tesadüf edemiyorsunuz. Böyle bir durumu kimse yok sayamaz.
Daha evvelce kendilerine ait yazıları ve edebiyatlarının olduğunu söylediğimiz Türk milleti, tarihlerinin parlak olduğu devirlerde ilimde de en ileri düzeydeydiler. Selçuklu ve Osmanlı çağında açılan medreseler buna örnektir. Nizam’ül-Mülk’ün öncülüğünü yaptığı ve Nizamiye Medreseleri diye anılan ilmi kuruluş, dünyada ilk modern üniversite müesseseleridir. Buna bağlı olarak Türk devletinin her tarafında inşa edilen hanlar, hamamlar, imaretler, şifahaneler zamanlarının öncü teşekkülleri olup, bugünkülerinin taklit edildiği ve geliştirildiği yapılardır.
Kültürsüz göçebeler diye itham edilen Türkler günlük hayatlarında paradan da yararlanıyorlardı. Bununla beraber eski Türk devletlerinde para kullanımının ne zaman başladığını belirlemek için kesin bir şey söyleyemiyoruz. Ama Hunlardan itibaren yapılan arkeolojik araştırmalarda Türklerin Çin ve İran paralarına benzer sikkeler kullandıkları gerçektir. Zaman zaman Çin paralarının kenarlarına kendi isimlerini kazıyarak, onlardan yararlanıyorlardı. Bazan üzerinde kagan tamgası da olan kağıt ve ipek paraların da tedavülde olduğu anlaşılıyor. Kök Türkler çağında madeni paraya “yarmak” da denmiştir. Özellikle Çu Nehri vadisinde yapılan kazılarda eski Türgişlere ait bol miktarda paraya rastlanıldı. Şu veya bu şekilde para kullanımı Uygurlarda da vardı.
Kaşgarlı Mahmud eserinde “kamdu” kelimesini izah ederken; “dört arşın boyunda, bir karış eninde bez parçasıdır ki, üzerine Uygur hanının mührü basılıp, alış-verişte para yerine kullanılır. Bu bez eskirse her yedi senede bir yamanır, sonra yıkanır, yeniden üzerine mühür vurulur” diyor. Alış-veriş işlerinde, dolayısıyla ticarette bir aracı vasıta olarak düşünülen para, Türklerden örnek alınarak Mogollar ve Mogolların Türkleşmesi suretiyle ortaya çıkan hanedanlar tarafından da kullanıldı. Mesela Kebek Han (1318-1326), kendi adına paralar bastırmış ve bunlar daha sonra Kebeki adıyla anılmış; hatta belki Altun Orda Hanlığı yoluyla Rus para birimlerinden “kopek”e de bu adın izafe edildiği söylenmiştir.
Türkler eskiden zamanı on iki hayvanlı Türk takvimiyle ölçüyorlardı. Gerçi günümüzde dahi bu takvim esasına göre hareket eden Türk grupları halâ mevcuttur. Üçyüz altmış beş günlük dilime yıl deniyordu ki, bunun da yıldız/yuldız kelimesiyle alâkalı olduğunu ileri sürenler mevcuttur. Ayrıca bu sistemin Çin’den veya Hint’ten alındığı iddiasında bulunanlar varsa da, daha ispatlanmamış bir konudur. Bu takvim üzerine teferruatlı çalışmaları olan alimler, onun on ikili boy teşkilatıyla da ilgisine dikkat çekiyorlar. Bir başka açıdan bunu tedkik ettiğimiz de, yılların hayvan adlarıyla anılması meselesi karşımıza çıkıyor ki, esasında hayvanlarla iç-içe olanlar Çinliler değil, Türklerdir. Dolayısıyla bu zaman hesabı Türklerden Çinli, Hintli, Tibetli ve Mogol gibi kavimlere geçmiş olsa gerek.
Ortaya çıkışlarından itibaren, dünyada bir Tanrı’ya inanan ilk kavim Türklerdir. Türkçenin asli kelimesi olan Tanrı’ya yazılı kayıt olarak, en eski m.ö. 5. yüzyılda rastlanmaktadır. Hiç şüphesiz bundan öncede mevcut idi. Zamanımızdan 2500 yıl evvel, başta eski Yunanlılarda olmak üzere ölümlü ve ölümsüz birçok Tanrının olduğunu görenler, Türklerde tek bir ilahın ve yaratıcı yerine geçen Tanrı kelimesinin varlığına inanmamışlar ve bunu kabul edememişlerdir .
Yabancıların idarecileri kendilerini bir nev’i Tanrı olarak görürken, Türk beyleri Tanrı’nın hizmetkarı olduklarına inandılar. Baştaki hükümdar ile sıradan vatandaş aynı haklara sahip idi. İdarecilerin hiçbir surette halkına eziyet etme hakkı yoktu. Onlar da biliyorlardı ki, vatandaşları olmadığı takdirde kendileri bir hiçti. Pek çok dine girdiler ama, her dinin de en ateşli savunucuları oldular. Bugün dünyada Budizm diye bir felsefi inanç varsa, Musevilik ya da İslamiyet gibi bir Hak dinden söz ediliyorsa bu Türklerin sayesindedir.
Bütün bu sosyal gelişmeler ve katkıların hepsini bir kenara bırakıp, insanlığın ilerlemesi açısından son derece mühim olan demir ve at gibi iki şeyi kazandırdıklarından dolayı, insanlık alemi Türklere minnettar olmalıdır .
1- Mesela 568 yılında Kök Türk ülkesinden Bizans’a giden elçiler, yanlarında İstemi Yabgu’nun Kök Türk harfleriyle yazılmış bir mektubunu götürdüler.
2- Bununla beraber altın kemeri ancak hükümdarlar takardı ki, 2001 senesinde Saadettin Gömeç tarafından yürütülen Bilge Kagan’ın Anıt Mezarlığındaki kazılarda ele geçirilen hazinenin içinde bilindiği gibi Bilge Kagan’ın altın kemeri de mevcuttur.
3- Kaşgarlı Mahmud, “ütük” yani ütü kelimesini açıklarken; mala biçiminde bir demir parçasıdır ki, dikiş yerlerini yatıştırmak için kızdırılarak elbise üzerine bastırılır, diyor.
4- Eski Yunanda Zeus, Apollon, Mars, Hera vs. gibi varlıklar aynı zamanda yarı tanrı olarak da kabul edilmekteydiler. Aslında bu inançda kim ölümlü, kim ölümsüz belli olmadığı gibi, kimin yaratıcı, kimin de yaratılan olduğu hususu da karışıktır.
5- Türklerin medeniyete hizmeti konusunda geniş bilgi için bakınız, S. Gömeç, Türk Kültürünün Ana Hatları, Ankara 2006.
2-ROTTERDAM’DA, ENERJİ TASARRUFU VE TEMİZ ENERJİ
KONFERANSI
Hollanda’da yarın Amsterdam ve Rotterdam’da iki önemli toplantı gerçekleşecek.
Bu iki toplantıda önemli konular ele alınacak.
AMSTERDAM’DAKİ TOPLANTI
Hz. Mevlana’nın 750. vuslat yılı ve 2023 Uluslararası Mevlana Yılı kapsamında, Mevlana’nın 22. kuşak torunu Esin Çelebi Bayru ve kızı Azra Bayru Hollanda’ya geliyor…
Uluslararası Mevlana Yılı 2023 münasebetiyle, Hollanda Mevlana Vakfı, Amsterdam Yunus Emre Enstitüsü, Vrije Üniversite Amsterdam (VU) ve Anatolia Öğrenciler Birliği tarafından, Rijksmuseum’un desteğiyle düzenleniyor.
Bu programlar deprem bölgelerine yardım kampanyaları kapsamında, İnsanı değerler ve hoşgörüyle her alanda köprüler kurmak, küresel felaketler karşısında birlik olmak ve yardımlaşmak gibi temel insani değerleri içeriyor..
11 Mayıs Perşembe akşamı, Vrije Universiteit Amsterdam’da yapılacak olan programda, gençler ve öğrenciler arasında bir diyalog gerçekleşecek. Esin Celebi Bayru, yeni kitabı ‘Evet Aşk Güzel Şeydir’ den esintiler kullanacak.
12 Mayıs Cuma günü, Esin Çelebi Bayru, Üniversite öğrencileriyle, birlikte Rijksmuseum’de ‘Turkish Cabinet’ sergisini gezecekler. Aynı günün akşamı, Yunus Emre Enstitüsünde Hollandalı konuklarla, Uluslararası Mevlana Yılı 2023 kapsamında bir program daha gerçekleştirilecek.
Yarın saat 19.00-20.00 arasında yapılacak olan toplantının adresi şöyle: Hoofdgebouw VU | De Boelelaan 1105 | Amsterdam
Cuma akşamı Rijksmuseum’da yapılacak olan toplantının adresi şöyle:
Museumstraat 1, 1071 XX Amsterdam
Hz Mevlâna, mevlevi yolunun öncüsü ve dünyanın en büyük mutasavvuf şair, 17 aralık 1273 yılında Konya’da ölmüştür. Geride iki oğul bırakmıştır.
Hz. Mevlâna’nın direkt sülalesi bugüne kadar devam etmiştir ve yeni bir erkek 1 ağustos 2012 dünyaya geldi. Çelebi ailesi dünyanın en eski ailelerinden birisidir ve 26 kuşak tır devam etmektedir. Soy ağacı var ama bütün ailenin olan bireyleri bilmek mümkün değil…
Can Ata, Azra’nın ve Mehmet’in Kumcoğlu oğludur ve Mevlânanın 24. kuşak torunudur. Azra Kumcuoğlu Esin Çelebi-Bayru’nun, Uluslararası Mevlâna Vakfı Başkan Vekilli, kızıdır.
Can Ata, Mevlâna 24. kuşak torunlarından biri
Mevlâna’nın kuşak torunu olmak, günlük yaşamda ne değiştiriyor bir kaç kere kendi kendime sordum… Cevaplarını az da olsa tahmin etmeme rağmen, bu soruyu Azra ve Esin Çelebi’ye sormayı düşündüm.
Esin Çelebi-Bayru, görev ve sorumluluklarından dolayı tanınmış bir kişi olmasına rağmen, eşi, iki kızı ve üç torunu (2 kız ve şimdi Can Ata) ile normal bir hayat yaşıyorlar.
Azra ve eşi Mehmet bir saat doğum yapmadan önce
Mevlâna’nın felsefesini göre çocuklara özel bir eğitim veriyorlar mı diye sorduğum da Azra : “Hayır, özel bir şey öğretmiyoruz, beraber yaşıyoruz, görerek öğreniyorlar. Mesela Mina, kızım, bebekken sema ayinine götürmeye başladım ve sonra büyürken semalarda sessiz oturacak, dinliyecek, görücek, merak edecek…”
Azra ve Mehmet Mina ve Can Ata ile
Esin Çelebi devam ediyor : “Genel Türk terbiyesi ile mevlevilikte kurallar ve terbiye kurallarıdır. Her Türk ailesinde çocuklar nasıl yetişitiriliyorsa, bizde o şekilde çocuklarımızı yetiştiriyoruz. Ama bizim evimizde Hz Mevlâna ve mevlevilik daha çok konuşuluyor, onun için çocuklar yaşayarak öğreniyorlar…”
Esin Çelebi-Bayru, eşi Osman bey, Azra ve Esra kızları
“Merak etikleri sorular olduğunda onlara yaşlarına uygun olarak tüm sorularına cevap vermeye çalışıyoruz. Mesela, semazen gördükleri zaman, şaşırmıyorlar çünkü çok küçük yaşta zaten gördükleri için hayatlarında bir parçası oluyor.”
“Sizin için, durumunuz belki biraz farklıdır çünkü Mevlâna Uluslararası Vakfı Başkan vekilli olarak, medyada size görüyorlar, ama kızlarınızın günlük yaşam daha normal, değil mi ?” diye soruyorum.
Esin Çelebi-Bayru, Mevlâna’nın 22. kuşak torunu ve Uluslararası Mevlâna Vakfi Başkan vekilli
İlk cevabı Azra veriyor : Evet, doğrudur, bizde Mina daha çok merak edip soru soruyor. Meselâ anneannesi Konya’ya gidiyor, orada uzun zaman kalıyor. Ve kızım Mina, anneannesinin Konya’da neden olması gerektiğini, neden seyahat ettiğini biliyor.”
Esin Çelebi açıkça belirtiyor : “Torunlarım beni televizyon da gördükleri zaman merak edip soruyorlar ? Gazetelerde röportajlarım olduğu zaman onları okuyorum ve böyle onlarda öğreniyorlar. Çocukların kendilerini geliştirmeleri için çok okuyup çalışmaları lazım.”
Esin Çelebi-Bayru ve torunları
ENERJİ TASARRUFU VE TEMİZ ENERJİ KONFERANSI
Hollanda’da Bakanlık desteği ile kurulmuş olan Türkler İçin Danışma Kurulu
(İnspraak Orgaan Turken İOT), ülkede yaşayan yurttaşlarımızın yararlanabileceği önemli toplantılarından birini daha, Rotterdam’da gerçekleştirecek.
Yarın (11 Mayıs 2023) Rotterdam’da gerçekleştirirlecek olan toplantının konusu, ‘Enerji tasarrufu ve temiz enerjiye geçişin önemi’.
Afrikaanderplein 40, 3072 EC Rotterdam adresindeki Kocatepe Camii salonunda gerçekleşecek olan toplantının programı şöyle:
18.30 Giriş
19.00 Amsterdam Belediyesi program ömenajeri Gürbüs Yabaş’ın açış konuşması.
19.05 İOT Başkanı Zeki Baran’ın ‘Hoş geldiniz’ konuşması.
19.10 Çevre Temizliği Merkezi’nden Gwen Jansen’in konuşması.
19.30 Enerji Bankası Rotterdam görevlisi Erica Meijerink’in konuşması.
19.45 Kocatepe Camii Başkanı İsmail Güveç’in, enerji tasarrufunun camiler için önemi konuşması.
19.55 Gültepe Camii Başkanı Oktay Yüksel’in, camilerde enerji tasarrufu konuşması.
13 Mayıs Cumartesi akşamı icra edilecek konserin biletleri tükeniyor…
Burak Savaş’ın şefliğinde yönetilen koro elemanlarının çoğu konservatuvar mezunu.
2001 Yılında dernekleşen koro, diğer Avrupa ülkeleri ve Türkiye’de de konserler verdi.
İlhan KARAÇAY’ın haberi:
Hollanda’daki müziksever okurlarıma, müjde niteliğindeki bu haberimde, Rotterdam Klasik Türk Müziği Korosu’nu tanıtacak, geçmişteki başarılı konserlerinden ve 13 Mayıs Cumartesi akşamı yapılacak olan konserden söz edeceğim.
Öncelikle, 13 Mayıs Cumartesi akşamı saat 19.30’da başlayacak olan konserden söz edeyim:
Lahey Büyükelçimiz Selçuk Ünal ve Rotterdam Başkonsolosumuz Sevgi Kısacık’ın da davetli oldukları konser, Gooilandsingel 95, 3083 DP Rotterdam adresindeki Zuidplein Tiyatrosu’nda yapılacak. ‘Bahar Konseri’ adlandırlan konser, Burak Savaş’ın şefliğinde, Lütfi Peşket, Atilla Tektaş, Ali Alkhafaji, Jamil Alasadi ve Aziz Sürmeli’nin dışında, konuk olarak katılacak olan enstrümanların eşliğinde, aşağıda belirtilen koristler tarafından seslendirilecek.
2001 Yılında dernekleşen koro, diğer Avrupa ülkeleri ve Türkiye’de de konserler verdi.
KENDİ ANLATIMLARIYLA KORO’NUN DÜNÜ VE BUGÜNÜ
Klasik Türk müziğimizi Hollanda’da yaşatmak, tanıtmak ve genç nesillere aktarmak amacıyla kurulan Rotterdam Klasik Türk Müziği Korosu, temellerini 2001 yılında atmış, 8 yıl sonra 2009’da Rotterdam Klasik Türk Müziği Korosu Derneği adı altında kurumsallaşmıştır.
Rotterdam, Hollanda’nın çok kültürlü şehirlerinin başında gelmektedir.
Müzik, insanların kaynaşmasına vesile olan önemli kültürel değerlerden biri olduğu için, koromuz kendisine ilave bir misyon edinmiştir: farklı kültürler arasında köprü oluşturmak!
Hollanda’da kurulan ilk seçkin müzik topluluğu olmak, koromuz için büyük bir gurur kaynağıdır. Klasik ve neo-klasik Türk Müziği eserlerinden taviz vermeyen koromuz, yaklaşık 30 korist ve 10 enstrümantalistten oluşmaktadır. Çalışmalarımız her Pazar saat 11:00 ile 14:00 arasında, Afrikaanderplein 7 adresinde değerli şefimiz Burak Savaş tarafından titizlikle yönetilmektedir.
Kuruluşumuzdan bu yana koromuz, şeflerini konservatoryumda öğrenim gören veya öğrenimini yeni tamamlamış başarılı gençlerden seçmektedir. Böylece koromuz müzikalitesini korurken, genç yeteneklerin kendilerini farklı açılardan geliştirmesine de katıkıda bulunmuş olur. Bu bilinçli tercihimiz bizi farklı kılmakta, sadece Türk değil, Hollandalı ve diğer milletlerden dinleyicilerimizin de takdirini kazanmakta; her sene Rotterdam’da büyük salonlarda verdiğimiz konserler herkes tarafından zevkle takip edilmektedir. Bunun yanı sıra, çeşitli etkinliklerde ve festivallerde yer alan koromuz, bu etkinlikler vasıtası ile pek çok önemli müzisyeni ve farklı kültürleri bir araya getirmiştir. Bunlardan bir kaçı şöyle:
• 2007/2008 – Hollandalı Maasstedelijke Koor ile ortak konser
• 2011 – Hollandalı klarnet korosu ile birlikte program
• 2013 – Cultifest festivalinde program
• 2015 – Hollanda İşverenler Topluluğunun Gala akşamında TRT Ankara Sanatçısı Bahadır Özüşen
ile birlikte program
• 2016 – Samsun Korolar Festivalinde çok değerli sanatçımız Kutlu Payaslı’nın yönetiminde diğer
korolar ile birlikte program
• 2016 – Çok değerli sanatçımız Kutlu Payaslı ve Turizm Bakanlığı Bursa Devlet Klâsik Türk
Müziği Korosu şefi ve kemani Hüseyin Taşçeşme ile birlikte program
• 2017 – Belçika’nın Gent şehrinde yapılan bir festival kapsamında, şehrin en büyük kilisesinde
Türk musikisini ilk kez yankılandırdığımız konser.
• Farklı yıllarda Rotterdam’da sosyal amaçlı olarak çeşitli bakım evleri, huzur evleri, kiliseler ve
derneklerde verdiğimiz dinletiler
• 15 Ocak 2023 Bursa’da çeşitli korolarla birlikte bir konserder yer aldık.
Bu özel konserler dışında her yıl Rotterdam’da sezon finali konserlerimiz olmuştur. En son 29 Mayıs 2022’de Isala Theater da seyircilerimizle buluştuk.
Derneğimizin yönetimi Erhan Günbulut (başkan), Mehmet Akçay (başkan yardımcısı) ve Ramazan Çelen (sayman) dan oluşmaktadır.
Rotterdam Klasik Türk Sanat Müziği Korosu’nu daha önce yıllarca yöneten sanatçımız Meriç Artaç, şimdilerde opera kompozitörü ve tiyatrocu olarak ününe ün katıyor.
Fotoğrafta 2016 yılında yapılan, Koro’nun 15’inci yılı kutlama töreninden bir enstantane görülüyor.
Peki, Hollandalılar’ın yeni vatandaşlarına güveni ve saygısı var mı?
Kraliçe Beatrix’e tam 16 yıl önce yazdığım mektubu, şimdi Kral Willem Alexander’a yazsam ne değişir?
4 Mayıs anma gününü hesaba katmadığım bir anı
Birinci Dünya Savaşı’nda yüzlerce Türk’ü ameliyat eden Dr. Mühler’in hikâyesi
Hollandalılar dün (4 Mayıs 2021), Hitler istilasında hayatlarını kaybeden insanların acısını andı.
Bugün ise, istiladan kurtuluşun 78’inci yıldönümünü kutluyor.
Az değil, bu ülkede 450 bin Türk, Hollanda tabiyetine geçmiştir. Türkiye’ye aidiyet duyguları hiçbir zaman sönmeyecek olan bu Türkler’in büyük bir çoğunluğu, tabiyetine geçtikleri Hollanda’ya saygıyla bağlılıkları da var. Her yıl anılan 4 Mayıs ve kutlanan 5 Mayıs programlarında yer alan Türk kuruluşları da var.
İlginçtir ki, 5 Mayıs Kurtuluş Günü resmi bir bayram olmasına rağmen, çalışanların parası 5 yılda bir (2020, 2025 gibi) ödenir. Bu konudaki anlaşmalar işveren ve işçi sendikaları arasında değişik şekillerde uygulanıyor.
İçinde yaşadığımız Hollanda’nın norm ve değerlerine saygı duymak bakımından, bizlerin de bu anma ve kutlamalara uymamız gerekir.
5 Mayıs 1945’te Alman ordusu Hollanda’daki Müttefik kuvvetlerine teslim oldu ve ülkeyi işgaline son verdi. İnsanlar, Hollanda’da her yıl bu önemli tarihi, özgürlüğü kutlayan partiler, toplantılar ve festivaller düzenleyerek onurlandırmaktadırlar.
İnsanlar bu tarihi, II. Dünya Savaşı’nın sonundan bu yana gözlemlemelerine rağmen, 1990 yılında Bevrijdingsdag (Kurtuluş Günü) resmi bir resmi tatil oldu.
Bu kurtuluş günü çeşitli yerlerde değişik şekillerde kutlanmaktadır.
AMSTERDAM’DA
Kurtuluş Günü boyunca Amsterdam’da, açık hava sosyal toplantılarından şehrin müzelerindeki canlı tartışmalara kadar pek çok farklı etkinlik gerçekleşiyor. Örneğin, şehrin çevresindeki birçok ev, kafe ve tarihi mekân, eski Yahudi halkının ve Hollanda direnişinin üyelerinin, genç nesillere öykülerinden geçebilmek için II. Dünya Savaşı deneyimlerini tartıştığı özel görüşmelere ev sahipliği yapıyor. Amsterdamlılar ayrıca yemek yemeklerini paylaşmak ve bir topluluk olarak kutlamak için şehir çevresindeki mahallelerde bir araya geliyor. Günün sonunda, müzisyenler, Amstel nehrinde bir açık hava konserinde sahne alıyorlar.
ROTTERDAM’DA
Kurtuluş Günü sırasında, Rotterdam’ın merkezi kent parkı, het Park, Özgürlük Festivali Zuid Holland adlı ücretsiz bir açık hava etkinliğine ev sahipliği yapıyor. Bu festival için parkta birçok sahne ve podyum var ve canlı hip-hop konserlerinden sessiz diskolara kadar pek çok etkinliğe ev sahipliği yapıyor. Bu konserler, gösteriler ve performans 12: 30’da başlar ve genellikle 11’den önce sona erer. Diğer müzeler, galeriler ve mekanlar da canlı tartışmalar veya ücretsiz klasik müzik konserleri gibi Kurtuluş Günü sırasında özel etkinlikler düzenler.
LAHEY’DE
Kurtuluş Günü beklentisiyle Lahey, ‘Özgürlük Haftaları’ başlığı altında Nisan ayı ortasına kadar Mayıs ayı ortasından itibaren özgürlük ve barışla ilgili etkinliklere ev sahipliği yaptı. Bu etkinlikler arasında uluslararası hukukla ilgili canlı tartışmalar, mülteci krizi ve tarihi binaların rehberli turları gibi güncel konularla ilgili sergiler yer almaktadır. Şehrin Özgürlük Haftaları programı 5 Mayıs’ta, canlı konuşmalar, konserler ve performanslar sunan Malieveld parkında büyük bir açık hava festivaliyle sona eriyor.
WAGENİNGEN’DE
Wageningen, her yıl, Hollanda’nın en eski ve tartışmasız en büyük Kurtuluş Günü festivaline ev sahipliği yapar ve bu da Bevrijdingspop olarak bilinir. Bu büyük ölçekli etkinlik 1980’de kuruldu ve Hollanda’daki türünün ilk festivaliydi. Ülkenin diğer benzer kutlamaları gibi, Bevrijdingspop da Hollanda’nın kurtuluşunun onuruna düzenlenen konserler ve canlı performanslar içerir. Festival başlangıçta gençler için alternatif bir etkinlik olarak kuruldu ve şu anda yılda yaklaşık 130.000 ziyaretçi çekiyor.
LAURENS JOHANNES BÜLLER
Doktor Büller, 1912-1913 yıllarında İstanbul’da, Balkan Savaşı’nda yaralanmış yüzlerce Türk askerini Kızılhaç adına ameliyat ve tedavi etmişti.
Büller, bu hizmetinden dolayı Sultan Reşat tarafından Mecidiye Nişanı ile ödüllendirilmişti.
12-4-1944 tarihli gazetelerdeki ölüm ilanlarında, bu Mecidiye Nişanı gururla belirtilmiştir.
(Orde van Medjidie).
Doktor Laurens Johannes Büller, 9 Nisan 1944’te muayenehanesinde Naziler tarafından vurularak öldürülmüştü.
Kendisini ve tüm ölenleri saygı ile anıyoruz.
HOLLANDALILAR’IN NORM VE DEĞERLERİNİ HESABA KATMAYAN BİR ANIM.
4 mayıstan 3 hafta sonraya ertelediğim konserden bir sahne.
İçinde yaşadığımız Hollanda’nın norm ve değerlerine saygı duymak bakımından, bizlerin de bu anma ve kutlamalara uymamız gerekir ama, bu konuda benim başımdan geçen bir olayı anlatmak istiyorum:
1970’li yılların başlarında, Hollanda’daki yurttaşlarımızın vatan ve müzik sevgisini canlandıracak konserler organize ediyordum.
Dev kadrolu konserlerimden birini Utrecht’teki Jaarbeurs Fuar Salonu’da yapacaktım. Salon programında o zamanki günlerin hepsi doluydu. Bir tek 4 mayıs akşamı boştu. Ben de 4 mayıs akşamını seçtim ve mukaveleyi imzaladım.
Hollanda’da konser etkinliği için polisten izin alma kuralı yoktu ama, polise haber verme kuralı vardı.
Biletlerin hemen hemen tamamı satılmışken polise gitmek aklıma geldi. Durumu belirttiğim polis, Keşke bizim şehitlerimizi anma gününü seçmeseydiniz.’ deyince çok şaşırdım. Gerçekten hiç aklıma gelmemişti bu anma günü. Polis, konserimize bir yasak koyamazdı. Ben de çok üzülmüş ve kızmıştım. ‘Bu geri zekalı saloncular bu durumu bana neden söylemediler ki’ diye isyan ettim ve Hollandalıların norm ve değerlerine saygılı olmak için o konseri iptal ettim. Ertesi gün bu durumu yurttaşlarımıza yayınlarla duyurdum ve konseri 3 hafta sonraya erteledim.
BİZİM SAYGIMIZ KARŞILIK BULUYOR MU?
Türk kökenli Hollandalılar, bu ülkenin anılarına ve kutlamalarına saygıyla katılıyorlar.
Ne var ki, Türkler’in Hollanda’ya bağlılığı, istisnalar dışında pürüzsüz sürüyorsa da, acaba Hollandalılar’ın bu yeni vatandaşlarına güveni ve saygısı var mı?
Bu sorunun yanıtını, Kraliçe Beatrix’e yazmış olduğum eski bir mektuptan sonra, hâlâ yaşanmakta olanlara bakarak verebiliriz.
Tam 16 yıl önce, 22 Mart 2007 tarihinde VATAN gazetesinde yayınlanmış olan bir yazıyı, Google’de arama yaparken tesadüfen buldum.
Yazı, naçizane şahsımın, zamanın Hollanda Kraliçesi Beatrix’e yazmış olduğum mektup ile ilgiliydi.
Aradan 14 yıl geçti ama, o günkü durum ve şartlar ile bugünkü durum ve şartlar arasındaki benzerlik sürüp gidiyor.
O eski mektubu bir kez daha okuyunca, kendi kendime,‘Acaba, şimdiki Kral Willem Alexander’a bir mektup yazsam ne değişir?’ diye sordum.
Cevabımı hemen şuracıkta vereyim: Hiçbir şey değişmedi. Bu nedenle Kral’a mektup yazmama hiç gerek yok. Mektuplarım Kraliyet arşivinde duruyordur. Belki Kral’a bir sinyal giderse, o mektupları yeniden gözden geçirir.
İşte, VATAN Gazetesi’nde 22 Mart 2007 tarihinde yayınlanan, Süleyman Doğan’ın o yazısı ve benim mektubum:
Süleyman DOĞAN
Hollanda Kraliçe’sine mektup
Hollanda Kraliçe’si Beatrix geçtigimiz hafta Türkiye’yi ziyaret etti. Bu ziyaret iki ülke arasindaki ilişkileri hiç süphesiz güçlendirdi. Gerek Hollanda’da yaşayan Türkler açısından gerekse ikili ticari ilişkiler açısından…
Kraliçe Beatrix, Türkiye’de bulunmaktan mutlu olduğunu ve Türkiye ile Hollanda arasında 400 yıllık dostane ilişkilerin bulunduğunu söyledi.
Konuyla ilgili olarak Hollanda’da 40 yıldan beri yasayan gazeteci-yazar İlhan Karaçay’ın Kraliçe’ye yazdığı mektuba bu makalemde yer vermek istiyorum.
Bu vesileyle Hollanda’daki Türklerin durumu ve ilişkiler gündeme gelirken, mektup aynı zamanda genel bir durum değerlendirmesine yer vermektedir. Bu mektup aynı zamanda Avrupa’daki Türklerin mevcut durumunu gözler önüne sermektedir. O bakımdan mektup oldukça manidardır. ‘Avrupa Dünya’ gazetesinde neşredilen İlhan Karaçay’in mektubunu siz aziz okurlarIma takdim ediyorum:
Kraliçem,
40 Yıldır yaşadığım ve tabiyetinize geçtiğim ülkenizde, Kraliyet makamına ikinci kez mektup yazıyorum.
İlk mektubum, anneniz Kraliçe Juliana’ya 1970’li yıllarda yazılmıştı.
O zaman eğitim görmekte olan çocuklarımız için bazı kısıtlamalar getirilmişti.
Durumdan hoşnut olmayan Türk toplumunun üzüntülerini bildirmek için yazmıştım o mektubu.
İlhan Karaçay’ın Kraliçe Beatrix’ten önce, annesi Kraliçe Juliana’ya göndermiş olduğu mektup, Hollanda medyasında geniş yer almıştı.
O mektup, Hollanda medyasında çok büyük bir yankı bulmuştu.
Kraliçe adına hükümetten yanıt geldiği gibi, sorunun çözümü da sağlanmıştı.
Beatrix, Avrupa’nın ilk kapalı AVM’si olan Utrecht Hoog Catharijne’deki Hürriyet Bürosunun açılışı sırasında. Sağda İlhan Karaçay ve eşi Jeanne görülüyor.
O zaman yabancılara karşı biraz daha duyarlıydı Hollanda yönetimi ve medyası.
Şimdi ise durum tamamen değişti. Ne yöneticiler ve ne de medya, özellikle Türk’e ve Türkiye’ye karşı duyarlı değil. Bırakın duyarlılığı, Türk’e ve Türkiye’ye karşı düşmanca bir tutum ve tavır var.
Hem de size rağmen! İlhan Karaçay, Kraliçe Beatrix’in eşi Prens Claus ile görüşmeleri sırasında
’Size rağmen” diyorum. Çünkü siz, veliahtınız ile birlikte gittiğiniz Türkiye’den çok sıcak ve çok olumlu mesajlar verdiniz. Türkiye’yi tanımayan ve tanımak istemeyen çevrelere, gördüğünüz, yaşadığınız ve saptadığınız Türkiye geceğini anlattınız.
“Türkiye bize çok yakınmış” derken, Türkiye’yi geri kalmış bir Arap ülkesi gibi tanıyanlara, “Bakın, Türkiye sizin bildiğiniz gibi geri kalmış bir ülke değil. Belki devlet tarafından değil, halk arasındaki sosyal ilişkilerde önde giden, kültürel yönden dünya ile yarışan, Ekonomisi, endüstrisi ile kalkınmış zirvede olan bir ülkedir. Bu ülkeyi Avrupa’nın dışında görmek çok yanlıştır” mesajını verdiğiniz halde, orada sizi takip etmekte olan medya mensuplarının çoğu, sizin söylediklerinizi yalanlama gayreti içine girip hep kötü imajları öne sürerek Türkiye’yi ve Türkler’i karartmaya çalıştılar.
Siz, Atatürk’ün huzurunda ‘Türkiye medeniyeti’nden söz ederken, sizin medya mensuplarınız, gündemde hiç de olmayan ve olmaması gereken sözde Ermeni soykırımını gündeme getirmenizi istediler.
Siz, Türkiye’nin sosyal ve kültürel zenginliğinden söz ederken, sizin medya mensuplarınız, insan haklarından, Hıristiyanlar’a yapılan sözde zulümlerden söz ettiler.
Türkiye’deki medyanın hemen hemen tamamı sizin ziyaretinize çok geniş yer ayırırken, Hollanda’daki medya, size ayırdığı yerlerde, güzelliklerden değil, olumsuz bir tavır içinde, güzel olmayan şeylerden söz ettiler.
İşte, sizin medyanız böyle Kraliçem.
Bu medyayı oradaki bir oturumda eleştiren gençlere, veliahtınız Prens Willem Alexander, “Medyanın % 99’u olumlu olmaya çalışıyor” diyerek Hollanda medyasını savundu ve medya da bunu büyükçe yayınlayarak kendine paye çıkarmaya çalıştı.
Veliaht Prens Willem Alexander, bir incelik yapmıştır ve gerektiği şekilde medyasını savunmuştur.
Ben Ekselans Alexander ile bu konuyu tartışmayacağım ama bazı gerçekleri göz önüne sereceğim.
Hollanda medyasının tamamı değilse de büyük bir çoğunluğu Türkiye ve Türk düşmanlığı yapmaktadır. Nasıl ki, Rita Verdonk ve Geert Wilders gibi politikacılar Türk ve Türkiye düşmanlığı yaparak oy avcılığı yapıyorlarsa, Hollanda medyası da aynı düşmanlıkla tiraj ve reyting peşinde koşuyor.
Çirkin politikacılar ve çirkin medyacıların amaçları aynı.
Hollanda’da medyanın büyük bir kesimine neden ‘çirkindir’ diyorum biliyor musunuz Kraliçem?
Bir örnek vereyim:
Ben 5 yıl kadar önce, gazetem DÜNYA’da Türkçe ve Hollandaca uzun bir haber-yorum yayınlamıştım.
Veliaht oğlunuz Prens Willem Alexander Türkiye’yi ziyarete gidecekti. Ama tam o sırada, Alanya’da Hollandalı kızlara saldıran ve bu kızlardan birini öldüren sapıklardan biri, adli bir hata nedeniyle serbest bırakılmıştı. Bunun üzerine sizin medyanız ortalığı ayağa kaldırmıştı. Buna hiç bir itirazımız olamazdı. Hak aranmalıydı ve hak yerini bulmalıydı.
Ama bu hak arayış öylesine düşmanca yapılıyordu ki, bütün Türkler potansiyel suçluymuş gibi gösteriliyor ve Türkiye’ye boykot çağrıları yapılıyordu. Prens Willem Alexander’in de Türkiye’ye gitmemesi isteniyordu. Haliyle sizler de düşündünüz, taşındınız ve böyle bir atmosfer içinde yapılacak bir gezinin sakncalı olacağına karar verdiniz. Böylece de Prens Türkiye gezisini erteledi.
İşte ondan sonra ben, “Çuvaldızı başkasına batırmadan önce, iğneyi kendinize batırın.” başlıklı bir haber-yorum yazdım.
Bu yorumda, Alanya’da Hollandalı kızlara saldıranlara lanet ettikten sonra, hem genç kızları ve hem de anne-babaları uyarma ihtiyacı hissettim. Tatile giden Hollandalı kızların, Hollanda’da yapamayacakları çılgınlıkları tatil ülkelerinde yaptıklarını yazdım. Genç kızlara, ’Dikkatli olun. İskandinav ülkelerinde bile yapamayacağınız çılgınlıkları Türkiye, Yunanistan ve diğer Akdeniz ülkelerinde yapmayın. Köyünde kısa kollu kız bile görmemiş olan ve köylerinden tatil yerlerine koşan gençlere karşı çok açık olmayın’ gibi tavsiyelerde bulundum.
Bu haber-yorum, Hollanda medyasından çok geniş yer buldu. Ama bir ajansın işgüzar elemanı, ’Karaçay’a göre, Alanya kurbanları kendileri etti ve kendileri buldu’ gibi bir başlık ile yaptığı haberi 28 yayın kuruluşuna servis yaptı. Tabii tüm gazeteler bu habere büyük yer verdi. Bunun üzerine kurbanların aileleri avukata başvurarak benim aleyhime dava açtılar.
Kraliçem, ben kendimi elbette savundum ve yazdıklarımın çarpıtıldığını ifade ettim. Hatta, ajansın haberine büyükçe yer veren Utrechts Nieuwsblad gazetesinin başyazarı, daha sonra yazdığı bir yorumda, “Ajansın haberini biz de haksız yere büyükçe yayınladık. Karaçay’ın böyle bir ifadesi yok” dedi.
Kraliçem, sadece medyanız ve politikacılarınız değil, adalet dağıtan hukukçularınız da maalesef Türk’e ve Türkiye’ye karşı tarafsız değiller. Bunun için verebileceğim örnekler çok.
Ama sizin yargıçlarınız, Utrechts Nieuwsblad gazetesinin başyazarının uyarısına rağmen, ajansın yazdığı başlığa itibar edip beni 6 bin euro para cezasına mahkum etti. Birinci temyiz ve ikinci temyizin yargıçları savunmalarıma kulak tıkayarak mahkumiyetimi onayladılar.
Avukatım, basın özgürlüğü ve Avrupa Bırliği yasalarından örnekler ile bir savunma yaptı ama fayda etmedi.
Tabii, yargıladıkları kişi bir Türktü ve mahkum olmalıydı.
Kraliçem, haksızlık yapmak istemiyorum. Sizin Türkiye gezinizi burada olumlu bir şekilde yayınlayan televizyonlar da oldu. Bir programda size tam 1,5 saat yer verildi. Stüdyoda da bir grup Türk vardı. Stüdyodaki Türkler arada bir, İstanbul’dan yayına canlı katılan muhabir ile birlikte aynı görüşte birleşiyorlardı: Türkiye moderndi ve Türk insanı uygardı…
Veliaht oğlunuz ve eşi Prenses Maxima, Türkiye’ye daha önce de gitmiş oldukları için, artık ülkemizi çok iyi tanıyorlardı. Bu nedenle de Türkiye’nin konuşulduğu her yerde olumlu görüşlerini açıklıyorlar. Ama maalesef medyanız bu olumlulukları hep çarpıtıyor.
Ülkenizde bazı kurumlar, sırf iş yapıyormuş gibi görünlmeleri için yanlış ve zararlı çalışmalar yapıyor. Özel olarak düzmece araştırmalar yaptırıyorlar. Örneğin, ‘Türkiye’den evlenmeyin’ sonucu çıkaran araştırmalar yapılıyor. ‘Aile içi şiddet’ ve ‘Töre cinayeti’ araştırmaları hep türkler üzerine yoğunlaştırılıyor. Bu konuda kitaplar yayınlatılıyor. Sanki bu tip ilkellikler sadece Türk toplumunda varmış gibi lanse ediliyor. Bu mübalağalı kuruluşlar sizden, yani devletten para alıyor ama ne devlete ve ne de vatandaşa yararlı olabiliyorlar. Aksine, Türkler’i sevimsiz bir toplum olarak lanse ediyorlar.
Kraliçem, biz sizin ülkenizde 40 yılı aşkın bir zamandan bu yana yaşayan 500 bin kişiyi aşan bir toplumuz. Resmi kayıtlara gore 275 binimiz sizing tabiyetinize geçmişiz. Yani sizing ‘tebaa’nız olmuşuz. Her ne kadar biz ‘cumhuriyetçi’ isek de, sizing ülkenizde ‘cumhuriyetçi’ olan ve bu nedenle de sizing kraliyetinize karşı çıkan kesimlerle hiç bir ilgimiz olmadı. Yani, sizin ‘tebaa’nız olmak, bizi hiç rahatsız etmedi. Her yıl 30 Nisan’da kutlanan ‘Kraliçe Günü’ tüm Hollandalılar ile birlikte içtenlikle kutladık.
Hollanda’yı çok sevdik. 400 yılı aşkın bir sure once bizden aldığınız ve tüm dünyaya sevdirdiğiniz lâleniz ile biz de sevindik. Yel değirnemlerinizi, takunyalarınızı, futbolunuzu çok sevdik. Haa. Futbol deyince aklıma geldi. Ben şahsen taaa 1978’de Arjantin’da şampiyon olamayan Hollanda milli takımı için göz yaşı dökecek kadar bir ‘oranje’severdim.
İşte böyle Kraliçem. Hollanda’da yaşayan 500 bini aşkın Türk ve Türk kökenli Hollandalı, ‘tebaa’ olarak size çok bağlı kaldı. Buraya temizlik işçisi olarak gelen Ahmetler’in, Mehmetler’in çocukları, ülkenize o kadar uyum sağladılar ki, kimi milletvekili oldu, kimi de belediye meslis üyesi… Bunlardan Nebahat Albayrak ‘staatssecretaris’ (Bakan gibi) oldu.
İsterseniz ülkenize uyum sağlamış olan Türkleri sayı ile belirteyim Kraliçem.
Bu güne kadar 300’ü aşkın Belediye Meclis Üyesi çıkardık. 7 milletvekili, 15 İl Genel Meclisi Üyesi ve 7 wethouder (Belediye Başkan Yardımcısı) kazandırdık Hollanda’ya.
15 bini aşkın girişimcimiz var. Bunların çoğu esnaf ama, milyonlarca euroluk cirosu olan çok sayıda büyük işadamımız da var.
Hollanda’nın önemli ve büyük firma ve kuruluşlarında çok önemli postları kapmış yüzlerce insanımız da var. Çocuklarımız iyi eğitiliyor. Siyasete ve ticarete ilgi duyan çocuklarımız, Hollanda’nın geleceği için çok önemli roller üstleniyor.
İşte, Hollanda’ya böylesine bağlı, sevdalı ve de yararlı Türkler, maalesef bunun karşılığını göremiyorlar. Horlana horlana bıkkınlık krizleri geçirmeye başlayan bu Türkler’i kaybetmeyin Kraliçem. Zira, burada yüksek eğitim gören ve kaliteli işler yapan pek çok Türk ülkenizi terk etmeye başladı bile…
Halbuki, yaşlanan Hollanda’nın bu gençlere ne kadar ihtiyacı var.
Kraliçem, Hollandalılar sizi ve ailenizi çok seviyorlar. Özellikle yabancı düşmanlığı yapan çirkin politikacılara inanan ve rağbet eden kesimde daha çok seveniniz var.
Hollanda’nın geleceği için sizden rica ediyorum: Türkiye ve Türkler hakkındaki görüş ve düşücelerinizi bu kesime sık sık anlatın. Anlatın ki, çirkin politikacılar tarafından aldatıldıklarını anlasınlar.
Tabii ki biz de, içimizde var olan ve varsayılan bazı yanlışlıkları düzeltmekle mükellefiz.
Bize sahip çıkılmadığı halde, biz bu mükellefiyeti mutlaka yerine getireceğiz.
Kraliçem, önce çok sevdiğimiz, sonra da biraz soğuduğumuz Hollanda’yı bize yeniden sevdiriniz. Bu sevgiyi önleyen odaklara sık sık uyarı yapınız. Bizi, çok sevmiş olduğumuz Hollanda’dan soğutmasınlar.
Ben şahsen soğudum.
Ama ben, 1978’de Arjantin’de göz yaşı döktüğüm gibi, Hollanda için yine göz yaşı dökmeye hazırım.
Yeter ki, benim göz yaşlarım hak edilsin.
Benim şahsen yüzlerce halis Hollandalı akrabam var Kraliçem.
Hollanda’da doğmuş çocuklarım ve torunlarım var. Çocuklarım, saygın bir Türk geleneğini uygulamayacak kadar Hollandalılaşmışlar.
Nedir bu Türk geleneği biliyor musunuz Kraliçem?
Türkler, nerede ölürlerse ölsünler, Türkiye’de gömülürler.
Benim çocuklarım, beni çok sevdiğim Mersin’de değil, Hollanda’da gömecekler Kraliçem.
Böylesi Türkler’in Hollanda’dan soğutulmasına ve kaçmasına izin vermeyin.
İtmesinler bu Türkleri, kucaklasınlar!!!
Voor de tweede keer sinds ik in Uw land ben, waar ik al 40 jaar leef en waarvan ik de nationaliteit heb aangenomen, schrijf ik aan het Staatshoofd.
Mijn eerste brief heb ik aan Uw moeder, Koningin Juliana geschreven in de jaren ’70.
Toen werden er allerlei beperkingen opgelegd aan het onderwijs van onze kinderen. Destijds heb ik die brief geschreven om het verdriet dat de Turkse gemeenschap daarover had bekend te maken. Die brief heeft grote weerklank in de Nederlandse media gevonden.
Namens de Koningin heeft de regering er op gereageerd en zo is er een oplossing gekomen voor het probleem.
Destijds waren de regering en de media veel gevoeliger voor wat er leefde onder buitenlandse ingezetenen. Nu is de situatie compleet veranderd. Noch de leidinggevenden, noch de media zijn gevoelig voor de Turken en ten opzichte van Turkije. Gevoelig is trouwens allang het goede woord niet meer, er is zelfs sprake van een vijandige houding ten opzichte van Turken en Turkije. En dat ondanks U!
Ik zeg “Ondanks U” want U hebt voortdurend tijdens Uw bezoek met de kroonprins aan Turkije in heel positieve en warme zin signalen uitgezonden, U hebt aan de kringen, die Turkije niet kennen, niet willen kennen, verteld over het Turkije, zoals U het beleefd en meegemaakt hebt.
“Wat is Turkije ons nabij”, hebt U gezegd. U bedoelde daarmee te zeggen tegen al degenen, die Turkije als een achtergebleven Arabisch land kennen, “Kijk eens, Turkije is niet het achtergebleven land, dat jullie denken, het is een land dat voorop gaat in sociale contacten, misschien niet van de overheid zelf, maar wel onder de bevolking; dat zich in cultureel opzicht met de wereld kan meten, een land dat qua economie en industrie aan de top staat. Het zou heel verkeerd zijn dit land buiten Europa te laten.”
Maar terwijl U zich ingespannen hebt, dit signaal te geven, hebben de mediavertegenwoordigers, die U volgden, zich inspanningen getroost Uw woorden te ontkrachten en Turkije en de Turken zoveel mogelijk met slechte beelden in een kwaad daglicht te stellen.
Terwijl U in tegenwoordigheid van Atatürk van “de Turkse beschaving” sprak, hebben de media van Uw land getracht een punt dat helemaal niet op de agenda stond en ook niet had moeten staan, de zogenaamde Armeense genocide, aan de orde te stellen.
Terwijl U sprak van de ‘sociale en culturele rijkdom’ van Turkije, hebben Uw mediavertegenwoordigers alleen maar gesproken over de mensenrechten en de zogenaamde onderdrukking, waaronder de Christenen te lijden zouden hebben.
Terwijl de media in Turkije heel veel aandacht schonk aan alle onderdelen van Uw staatsbezoek, heeft de media in Nederland, als ze al plaats voor U maakten, niet over de schoonheden van Turkije, maar met een zeer negatieve houding alleen over de lelijke kanten van het land gesproken.
Zo is het nu eenmaal gesteld met Uw media, Majesteit.
Prins Willem Alexander heeft wel tegen de jongeren, die de media daar in een rondetafelgesprek bekritiseerden, gezegd : “99% van de media probeert positief te berichten” en daarmee geprobeerd het voor de Nederlandse
media op te nemen. Ik ga er van uit, dat de kroonprins deze verdediging uit beleefdheid op zich genomen heeft. Ik wil niet met Prins Willem Alexander hierover in discussie gaan, maar ik wil hem een paar feiten voorhouden:
Een grote meerderheid van de Nederlandse media, zo niet het geheel, stelt zich vijandig op tegenover Turkije en de Turken. Zoals politici van het kaliber van Rita Verdonk en Geert Wilders met hun afkeer van Turkije en Turken op stemmenjacht gaan, zo hollen de Nederlandse media met eenzelfde afkeer achter hun kijkcijfers en oplagen aan. Het doel van deze kwalijke politici en media is hetzelfde.
Majesteit, weet U waarom ik een groot deel van de media “kwalijk” durf te noemen? Moge ik U een voorbeeld geven:
5 jaar geleden heb ik een lang commentaar in het Turks en het Nederlands geschreven in mijn krant, DÜNYA.
Uw zoon Prins Willem Alexander zou toen voor een bezoek naar Turkije gaan. Maar juist op dat moment werd door een justitiële fout een van de perverse daders, die in Alanya Nederlandse meisjes verkracht en een van hen vermoord hadden, vrijgelaten. Hierover is de Nederlandse media allemaal in het geweer gekomen. Daar zouden wij ook geen enkel bezwaar tegen kunnen maken. Het recht moest zijn loop hebben. Maar dit streven naar recht doen werd wel op zo’n vijandige manier onder woorden gebracht, alsof bijna alle Turken potentieel crimineel waren; er werd zelfs opgeroepen tot een boycot van Turkse producten. En men verlangde dat Prins Willem Alexander niet naar Turkije zou gaan. Uiteraard hebt U ook het een en ander overwogen en besloten, dat een bezoek in een dergelijke atmosfeer ongewenst zou zijn. En daarop heeft de Prins zijn reis naar Turkije uitgesteld.
Ik heb toen een commentaar geschreven onder de titel, “Zoek eerst de splinter in Uw eigen oog, voordat ge U beklaagt over de balk in andermans ogen” In dat commentaar heb ik eerst de verkrachters van de Nederlandse meisjes in Alanya vervloekt, maar vervolgens ook een waarschuwing uitgesproken aan het adres van de jonge meiden en hun ouders in Nederland. Ik schreef, dat Nederlandse meisjes, die met vakantie gingen naar het buitenland soms zo uit de band konden springen zoals als ze dat in Nederland nooit van hun leven zouden doen. Ik heb de jonge meisjes toen geadviseerd: “Wees voorzichtig. Doe geen gekke dingen in landen aan de Middellandse Zee zoals Griekenland en Turkije die je zelfs in de Scandinavische landen niet zou doen! Geef je niet teveel bloot in landen, waarvan de dorpelingen zelfs nog nooit meisjes met ontblote armen gezien hebben” of woorden van die strekking.
Daarop is dit commentaar in de Nederlandse media uitgebreid geciteerd. Maar een overijverig medewerker van een agentschap kopte ‘Verkrachting Alanya was eigen schuld’ (Volgens Karaçay hebben de slachtoffers van Alanya alles aan zichzelf te wijten) en bediende daarmee 28 andere media op hun wenken. Bijna in alle kranten werd dit nieuws groot gebracht. De familie van de slachtoffers nam een advocaat in de arm en daagde mij voor het gerecht.
Majesteit, uiteraard heb ik mij daar verdedigd en verklaard, dat mijn uitlatingen bewust verkeerd waren weergegeven. De hoofdredacteur van het Utrechts Nieuwsblad, die het bericht van het agentschap in grote opmaak had gebracht, moest later in een redactioneel commentaar toegeven “dat wij het bericht van het persagentschap ten onechte in grote opmaak gebracht hebben, Karaçay heeft zich zo nooit uitgelaten.”
Majesteit, niet alleen Uw media en Uw politici, maar helaas ook sommige van Uw juristen, die rechtvaardigheid beoefenen, zijn niet altijd onpartijdig als het om Turken of Turkije gaat. Ik kan U daarvan vele voorbeelden geven. Maar Uw rechters hebben mij, ondanks de waarschuwing van de hoofdredacteur van het Utrechts Nieuwsblad, tot een geldboete van 6 duizend Euro veroordeeld, omdat zij meer waarde hechtten aan de kop, die het persagentschap publiceerde. Ook in hoger beroep en in cassatie zijn de rechters hiervoor doof gebleven en hebben mijn veroordeling in stand gelaten. Ook al heeft mijn advocaat mij met een beroep op de persvrijheid en de wetgeving van de Europese Unie verdedigd, het mocht niet baten. De vervolgde persoon was een Turk en moest wel veroordeeld worden.
Majesteit, ik wil U geen onrecht aandoen. Uw reis naar Turkije is ook wel op positieve wijze getoond. In een programma werd er wel 1 ½ uur aan gewijd. In de studio bevond zich een groep Turken, die in wisselgesprekken met de reporters die live uit Istanbul berichtten, een en hetzelfde feit beklemtoonden: Turkije is een modern land en de Turkse mens is beschaafd…
Uw zoon, de Kroonprins en Prinses Maxima, die al eerder naar Turkije gegaan waren, kenden ons land al goed. Daarom ook gaven zij overal, waar zij verschenen, de positieve indruk die zij van het land hadden weer. Maar Uw media hebben die positieve opmerkingen verdraaid.
Sommige instellingen in Uw land verrichten hier, alsof het om serieus werk ging, verkeerde en schadelijke werkzaamheden. Zij laten bijvoorbeeld valse onderzoeken verrichten, waaruit dan conclusies komen als “Trouw niet met iemand uit Turkije” Onderzoeken over eerwraak en geweld binnen het gezin worden vooral op Turken geconcentreerd. Er worden boeken over uitgegeven, alsof dit soort primitiviteit in de Turkse gemeenschap heerst. Deze niet van overdrijving gespeende instellingen ontvangen van U, dat wil zeggen van de overheid, geldelijke ondersteuning. Zij zijn evenwel noch voor de staat, noch voor de burger van enig wezenlijk nut. In tegendeel, zij zijn er op uit, de Turken als een onsympathieke gemeenschap te portretteren.
Majesteit, wij zijn een gemeenschap van bijna 500 duizend personen, die al meer dan 40 jaar in Uw land leeft, woont en werkt. Volgens officiële gegevens zouden bijna 275 duizend van hen inmiddels de Nederlandse nationaliteit hebben aangenomen, dus Uw “onderdanen” geworden zijn. Ook al zijn wij van origine “republikeins” dat wil niet zeggen, dat wij enige binding hebben met of voelen voor de groeperingen, die tegen de monarchie zijn. Dat wil zeggen, wij zijn dus helemaal niet ongelukkig als Uw onderdanen hier te leven. Wij hebben altijd van harte en met veel vreugde samen met de andere Nederlanders op 30 April Koninginnedag gevierd. Wij hebben steeds van Nederland gehouden. Wij waren blij, dat de tulpen, die U vierhonderd jaar geleden bij ons vandaan haalde, door Uw land over de hele wereld bekend en bemind werden. Wij hielden van Uw windmolens, Uw klompen en Uw voetbal. Ja, dat herinnert mij eraan, dat ik net als zovele “oranje” fans in 1978 tranen met tuiten moest huilen, toen Nederland in Argentinië geen kampioen kon worden.
Zo wil ik U uitleggen, Majesteit, dat wij met ons vijfhonderdduizenden als Turken en Nederlanders van Turkse origine steeds trouwe onderdanen van Uwe Majesteit gebleven zijn. De kinderen van hier als schoonmaker gekomen Ahmet’s en Mehmet’s, hebben zich zelfs zozeer in Uw land geïntegreerd, dat sommigen het tot Kamerlid of gemeenteraadslid brachten… Een van hen, Nebahat Albayrak, werd zelfs Staatssecretaris. Als U mij toestaat,
Majesteit, wil ik U een paar getallen noemen van in Uw land geïntegreerde Turken: Tot op vandaag hebben wij bijna 300 Gemeenteraadsleden, 7 parlementariërs, 15 leden van Provinciale Staten en 7 wethouders geleverd. We hebben bijna 15 duizend ondernemers, waarvan vele misschien slechts middenstanders, maar er zijn ook een aantal grote zakenlieden bij met een jaarlijkse omzet van miljoenen euro’s.
Ook hebben wij bij belangrijke en grote bedrijven en instellingen in Nederland honderden van onze mensen op vooraanstaande posities. Onze kinderen worden goed opgevoed. Zij, die interesse hebben voor politiek en handel zullen voor de toekomst van Nederland een grote rol gaan spelen.
Maar hoe jammer is het nu, dat deze aan Nederland zo trouwe en gehechte groep van nuttige Turken daarvoor geen enkele waardering krijgt. Met een opeenstapeling van minachting bejegend, krijgen zij langzamerhand genoeg van dit land!
Zorgt U er toch voor, Majesteit, dat wij deze nuttige en goede mensen niet kwijtraken! Want een aantal hoogopgeleide Turken is al begonnen het land te verlaten…Het steeds verder vergrijzende Nederland zal nog grote behoefte aan onze jongeren krijgen.
Majesteit, de Nederlanders houden van U en uw gezin, vooral ook in kringen die geloven in en waarde hechten aan de slechte politici, die tot vreemdelingenhaat aanzetten. In het belang van de toekomst van Nederland vraag ik U daarom: wilt U ook aan deze mensen Uw gedachten en opvattingen zo vaak als mogelijk is vertellen en hun duidelijk maken, hoezeer zij door deze akelige politici bedrogen worden.
Natuurlijk zijn wij ook verplicht de in onze gemeenschap bestaande of vermoede onjuistheden te corrigeren. Die verplichting zullen wij ook absoluut nakomen, zelfs als men zich niet om ons bekommert.
Majesteit, tracht U ons weer de liefde voor Uw land bij te brengen, waarvan wij zozeer gehouden hebben, maar waarvan wij nu enigermate verkild zijn. Spreekt U vooral heel vaak Uw waarschuwingen uit tegen de kringen, die ons die liefde voor het land proberen tegen te maken. Laat niet toe, dat er tussen ons en ons geliefde Nederland verkilling optreedt!
Zelf ben ik verkild, maar nog steeds, zoals in 1978 in Argentinië, bereid mijn tranen te vergieten voor Nederland. Als het maar niet voor niets is!
Majesteit, ik heb zelf honderden Nederlandse verwanten, mijn kinderen en kleinkinderen zijn hier geboren. Mijn kinderen zijn zo vernederlandst dat zij zelfs een traditioneel Turks gedragspatroon niet meer vertonen.
Weet U, welk gedragspatroon dat is? Dat Turken, waar ook ter wereld altijd in Turkije begraven willen worden! Mijn kinderen zullen mij niet in mijn geliefde Mersin, maar in Nederland begraven, Majesteit. Laat U dus niet toe dat dergelijke Turken uit Nederland wegvluchten of hun liefde voor dat land laten bekoelen.
Laten ze de Turken niet afstoten, maar in hun armen sluiten!
İkinci Dünya Savaşı’nda Hitler ordusu tarafından tutuklandıktan sonra Amersfoort Esir Kampı’nda katledilen 101 şehit kandaşımız için Kur’an okundu ve gözyaşları döküldü.
İlhan KARAÇAY’ın haberi
İkinci Dünya Savaşı’ndaki en büyük Nazi Kamplarından ‘Amersfoort Toplama Kampı’nda esir tutulan ve sonra da öldürülen Sovyet ordusundaki Özbek, Kazak ve Azerbaycanlı 101 şehidimiz için iki ayrı anma programı düzenlendi ve Kuran-ı kerim okundu.
Anma programının ilk bölümü Leusden şehrindeki ‘Sovjet Ereveld Anıt Mezarlığı’nda gerçekleştirildi.
Askerlerin hazin hikayesi, kimlik belirleme ve ailelerini bulma çalışmaları hakkında araştırmacı gazeteci Remco Reiding tarafından bilgi verildi.
Özbek. Kazak, Azerbaycanlı ve Türklerin ilk kez topluca aynı anda bulundukları törende, Türk Federasyon’a bağlı Utrech Türk Kültür Merkezi hafız imamı Mahmut Yakut tarafından Kur’an okunarak dua edildi. Anıt mezarlığa karanfil bırakan ziyaretcilerin duygulu anlar yaşadıkları gözdendi.
Törene katılan Utrecht Türk Kültür Derneği Başkanı Salim Çam anıt mezarlığın kendi hizmet bölgelerine yakın olması nedeni ile, bundan sonra -özellike başta bayram arafeleri olmak üzere- şehitler için sürekli anma programları düzenleyeceklerini belirtti. Salim Çam, bu amaçla 25 Haziran günü dernek lokallerinde, kampta şehitliği bulunan Özbek askerlerinin anlatıldığı bir belgesel gösterimisunulacağını ve arife günü de, Sovyet Ereveld kabir ziyareti düşündüklerini belirtti.
Programın öğleden sonraki bölümünde, Amersfoort Eemland Kütüphanesi’ndeki anma konferansda, Remco Reiding’in yanı sıra Lahey Azerbaycan Büyükelçiliği birinci sekreteri Sabina Sadigli, Kazakistan konsolosu Rustem Belgibayev ve Hollanda Ali Şir Nevai Özbekistan Kültür Merkezi Başkanı yazar Sharif Ahmedov konferans verdiler.
Organize komitesi adına açılış konuşması yapan gazeteci Burhanettin Carlak, 29 Nisan tarihinin Nazi Almanyasına direniş açısından önemli bir gün olduğunu vurgulayarak, dönemin metal grevlerinin Hengelo’da Stork fabrikasında başladığını belirterek, kısa sürede 500 bin insanın katıldığı grevle, Nazi baskısına direnişe ivme kazanıldığını belirtti. Carlak, bağımsızlık için hayatlarını adayan tüm kahramanlar için katılımcıları bir dakikalık saygı duruşuna davet etti ve Özbek, Kazak, Azerbeycanlı ve Türklerin ortak anma programının kapsamının genişletilerek yaygınlaştırılacağını belirtti.
2004 – 2012 yılları arasında Moskova’da gazetecilik yapan Stichting Sovjet Ereveld kurumunun müdürü Remco Reiding yaptığı konuşmada İkinci Dünya savaşı sırasında Almanlara esir düşen Sovyet askerlerinin 865’inin Amersfoort Kampına getirildiğini ve son derece gayri insani şartlar altında çoğunun işkence, açlık ve hastalık, sonucu öldüğünü, geri kalanının da kurşuna dizildiğini belirtti. Kimlikleri imha edildiği için ancak çok titiz ve uzun zaman çalışmalar sonucu bunlardan 200’ünün eski Sovyetlerde yakınlarının tesbit edildiğini belirten Reiding, bunlar arasında 101 askerin Özbekistanlı olduğunu tesbit ettiklerini, çekik gözlü oldukları için Nazilerin Özellikle Orta Asyalıları karükatürize ettiklerini, anti probaganda için kullandıklarını ve ‘untermenschen’ diye lanse edildiklerini belirtti.
Ölen askerlerin kimlik testi çalışmalarının devam ettiğini belirten Reiding kendilerinin her hangi bir siyasi duruşlarının olmadığını sadece humaniter bir düşünce ile bağışcıların destekleri ile çalışamalarını sürdürdüklerini ifade etti.
Lahey Azerbaycan elçiliği birinci katibi Sabina Sadigli İkinci Dünya Savaşı esnasında Azerbaycan’ın 600 bin askerinin cepheye gittiğini bunlardan yarısının dönmediğini bir çoğundan haber dahi alınamadığını belirtti. Savaşda Sovyetlerin petrol ihtiyacının % 70’inin Azerbeycan tarafından karşılandığını belirten Sadıqlı, Naziler,n durdurulmasında kafkas cephesi başta olmak üzere çok katkı verdiklerini belirtti. Amersfoort kampında da şehitleri olduğunu ama henüz tamamı hakkında araştırmaların sürdüğünü belirterek örnekler verdi: `Babi Babayev Oruz bölgesinden katılmış. Milli Kahraman Mehmet Memedov burdan sağ çıkanlardan ve Oostenrıjk köyüne yerleşmiş ve Hollandalı bir kadınla evlenmiş. Sadıqlı, Memedov’un 2003’de kaybettiklerini kızının adının da Nene hanım olduğunu belirtti.
Kazakistan Lahey Konsolosu Rustem Belgibayev de Kazakistan’ın bir milyon 200 bin evladını İkinci Dünya Savaşında cepheye gönderdiğini ancak bunların yarının geri gelmediğini belirti. Savaşda sıkılan her on Sovyet mermisinin dokuzunun Kazakistan’dan geldiğini çok ciddi muhimmad sağladıklarını belirterek Nazilere karşı cok ciddi kahramanlıklar gösterdiklerini belirrti. Amersfort kampında da şehit askerlerinin bulunduğunu belirten Belgibayev katılımcılara Hollandaca çevrilen ünlü Kazak edebiyatcısı Abay’ın eserlerini hediye etti.
Ali Şir Nevai Özbek Kültür Merkezi başkanı yazar Sharif Ahmedov Özbekistan’ın II. Dünya savaşı sırasından nufusunun 6,5 milyon olduğunu ve bunun bir buçuk milyonun cepheye gittiğini en az 500 bin kayıp yüzbinlerce de yaralılarının olduğunu belirterek , ‘Amerika gibi büyük bir ülke bile bu kadar kayıp vermedi’ dedi. Kimlikleri belirlenen 101 Özbek askerin bu bakımdan kendıleri için simgesel bir anlam taşıdığnı belirtti.
Türkistan şehitlerini ortak anma programının bundan sonra da her yıl gerçekleştirileceği belirtildi.
Türk Federasyon Başkanı Murat Gedik, işadamları Yücel Şimşek, Dursun Kılıç ve Türksoy dernek temsilcilerinin katıldığı programda Hollandalı araştırmacılar da yoğun ilgi gösterdi.
Ebru sanatının Hollanda’daki tanınmış icracılarından Yusuf Akkaya konuşmacılara organizasyon adına ebru tabloları hediye etti. Programın geleneksel olarak farklı temalarla kütüphanede yapılması temennisi ifade edildi.
Kazakistan asıllı Dilek Taşdemir, organizasyonun sponsoru olarak katıldığı törende, şehitler için dua etti.