‘Noel Baba’ diye fotoğraflananlardan biri, Demreli Sint Nikolaas’tır, diğeri ise İskandinavyalı Noel Baba’dır.
Çam ağacı süslemek tamamıyla Türk adetidir ve bu adet Türkler’den Avrupa’ya geçmiştir.
Yılbaşı ise, Noel ile ilgisi olmayan, yeni bir yıla girişin başlangıç kutlamalarıdır.
İlhan KARAÇAY yazdı:
Hıristiyan aleminin kutladığı Noel Bayramı hakkında çeşitli varsayımlar dile getirilir. İskandinavyalı Noel Baba ile, Demreli Sint Nikolaas ve Yılbaşı kutlamaları birbiri ile karıştırılır. Çam ağacı süslemenin de bir Hıristiyan geleneği olduğu bilinir.
Kaldı ki, dünyanın en önemli Sümeroglarından biri olan Dr. Muazzez İlmiye Çığ bakın bu konuda ne diyor: “Çam ağacı süslemek tamamıyla Türk adetidir. Eski Türklerde yerin göbeğinden göğe kadar bir ağaç tasavvur ediliyor ve buna Hayat Ağacı deniyordu.
Bu, Sümerlerde de vardı. Bir ucunda Gök Tanrısı duruyordu. Halen Orta Asya’da 22 Aralık’taki gündönümünde, evlerine Akçam Ağacı getirip, dallarına ertesi sene için Tanrı’dan niyaz ettikleri şeyler, adak olarak istedikleri şeyler için kurdele koyuyorlar. Türklerdeki bu ağaç süslemenin Hıristiyanlıktaki Noel ile bir ilgisi yoktur. Bu adet, daha sonra Türkler yoluyla Avrupa’ya geçmiş, 16’ncı yüzyılda Almanya’da başlamış ve buradan da dünyaya yayılmıştır.”
Coğrafi bir olgu olarak, 21/22 Aralık gecesi, günler uzamaya, geceler kısalmaya başlar.
Eski Türkler’in inanışlarına göre, Güneş, 21/22 Aralık gecesi, karanlığı yenmekte ve bu güne “NARDUGAN” denmekteydi. Dugan, Tugan= Doğan Nardugan= Doğan Güneş, anlamına gelir.
Türkler, Nardugan’da, Hayat Ağacı’nı (Sonsuz Hayat) temsilen bir Akçam’ın altına duaları Tanrı’ ya gitsin diye hediyeler koyuyorlar, ağacın etrafında şarkılar söyleyip oyunlar oynuyorlardı.
Yaşlılar ziyaret ediliyor ve bir arada yemek yeniyordu.
Bu gelenek halen Tatarlar, Başkırlar, Çuvaşlar ve Karaçay- Malkarlar tarafından yaşatılmaktadır.
“Hayat Ağacı” (Sonsuz Hayat) motifi, Hitit, Urartu ve daha sonraki dönemlerde Selçuklular ve Osmanlılar’ da farklılık gösterse de göze çarpar. Halı ve kilim desenlerinde de, “Hayat Ağacı” motifi sıklıkla görülür.
Ve son olarak çok önemli bir konuyu da unutmayalım:
21/22 Aralık günlerinde, Muğla’ nın Bodrum ilçesine bağlı Gündoğan beldesinde “NARDUGAN ŞENLİKLERİ” yapıldı.
Gündoğan sahilinde ‘Nardugan’ (doğan güneş) ateşi yakıldı,
‘Hayat Ağacı’ olarak seçilen bir okaliptüs ışıklandırıldı.
NOEL BABA BİLİNMEYENİ
Gerek Noel Baba ve gerekse Sint Nikolaas gerçeğini aşağıda sizlere sunacağım.
Ama önce , 2016 yılında, eski hakemlerden, şimdiki spor yorumcusu Ahmet Çakar’ın bir falsosu için yazdığım yoruma bakalım.
Daha sonra da Noel Baba, Sint Nikolaas ve Yılbaşı konularına değineceğim. En altta da Hollandaca yazıları bulacaksınız.
İlhan Karaçay’ın Ahmet Çakar’a cevabı. Noel Baba, adamın daniskasıdır, bacadan girmez, kapıdan girer.
Ünlü eski hakemlerimizden Ahmet Çakar, her hafta ahkam kestiği spor programlarından birinde, konularla hiç alakası olmadığı halde bir laf etmişti.
Laf şöyleydi:”Noel baba’yı hiç sevmem. Adam olsa kapıdan girer; niye bacadan giriyor kardeşim? Yemişim Noel Baba’yı.”
Bu lafı duyunca midem bulanmıştı doğrusu.
Kocaman ve tahsilli bir adamın ”Yemişim Noel baba’yı” gibi argo bir cümleyi kullanması hiç hoş olmadı.
Benim sevgili meslektaşım Yüksel Aytuğ da SABAH‘taki (GÜNAYDIN eki de olabilir), Ahmet Çakar’ın bu hakaretini, ‘Yılın Lafı’ olarak köşesine koymuş. ‘Kocaman ve tahsilli’ dediğim Ahmet Çakar, Tıp tahsili yapmış ve pratisyen doktor olarak göreve başlamıştı. Babası Mustafa Çakar da bir hekimdi. Ama sonra hakem de oldu. Ahmet Çakar da babası gibi hekimlikten sonra hakemliğe başladı.
Tanışmışlığımız da vardır Ahmet Çakar ile.
1994’de ABD’de yapılan Dünya Futbol Şampiyonası sırasında, New York’ta aynı yemek sofrasını paylaşmıştık. Aynı masada sevgili dostum Fatih Terim de vardı. Ahmet Çakar eşi ile birlikteydi ve çok kibar bir insandı.
Ama nedense, çıktığı TV programlarında yorumculuk yaparken ukalalığı ile göze çarpmaya başladı. O’nun bu tavrı birilerinin hiç hoşuna gitmemiş olacak ki, bir tetikçi tarafından silahla vurulmuştu.
Ne yazık kİ, televizyon programlarında yorumculuk yapmakta olanların bazıları, patavatsız konuşmaları ile dikkat çekmeye çalışırlar. Bunlardan biri de benim Mersinli hemşehrim Erman Toroğlu’dur. Kendilerine verilen mikrofonları fuzuli laflarla işgal edip durur bu tip adamlar.
İskandinavyalı Noel Baba
Biz konumuza dönelim ve Ahmet Çakar’ın Noel baba için söylemiş olduğu yakışıksız sözleri ele alalım.
Ahmet Çakar, tarihi bilmediği için böylesi bir laf etmiştir. Zira, Ahmet Çakar tarihi bilseydi, Noel Baba dediği adam ile Sint Nicolaas’ın değişik kişiler olduğunu da bilirdi. Tarihi bilseydi, evlere bacadan girdiğini sandığı kişinin Demreli (Myra-Patara) Sint Nicolaas olduğunu bilirdi.
Tarihi biliyor olsaydı, Sint Nicolaas’ın evlere bacadan girmediğini, bir eve bacadan hediye attırdığını bilirdi.
Demreli Sint Nikolaas
Ben, Sint Nicolaas’ın yaşamını öğrenmek için Demre’ye gittim ve araştırdım.
Sint Nicolaas, Anadolu’nun bu şirin kentinde yaşayan sevimli bir insandı. Babası tüccardı. yani zengin bir ailenin çocuğuydu.
O’nun yaşam öyküsünü detaylı bir şekilde öğrenmek isteyenler, bu yazının altındaki uzunca öyküye bakabilirler.
Sint Nicolaas’ın ‘baca’ iddiasına gelince…
Nicolaas yardımsever bir insandı. Yaşadığı yerdeki fakirlere yardım ederdi.
Nicolaas’ın yaşam öyküsünde çeşitli rivayetler vardır.
Bu rivayetlerden birine göre, yaşadığı yerde fakir bir aile vardı. Üç kızı olan bu fakir ailenin kızları parasızlıktan evlenemiyormuş. Kızların kötü yola düşmesinden korkan Nicolaas, bu kızların evlerine pencereden arada bir altın para attırırmış.
Kızlar bu durumdan çok korkmuşlar ve pencereleri kapamışlar. Sint Nicolaas, yamağı olan siyahi Pit’e, ‘Dama çık ve bacadan at’ emrini vermiş.
Bu durum karşısında zengin olan baba, kızlarını teker teker evlendirmiş.
İşte, hikaye bu kadar basit.
Ahmet Çakar’ın, kapıdan girmeyip bacadan girdiğini öne sürerek hakaret ettiği Noel (Sint Nicolaas) hikayesinin aslı budur işte.
Sint Nicolaas ile Noel Baba’nın aynı kişiler olmadığını, ve asıl hikayeyi öğrenmek istiyorsanız, alttaki uzun yazıyı okuyunuz.
İlhan KARAÇAY gitti, gördü ve yazdı…
Sint Nikolaas ve Myra
Hollanda’da ‘çocukların sevgilisi’ konumundaki Sint Nikolaas’ın, Anadolu topraklarındaki Myra’da doğduğunu bilenler olduğu gibi bilmeyenler de çoktur. Hollanda’da Myra’nın nerede olduğunu sorduğunuz zaman, akıllarına ilk gelen ülke İspanya olur.
İlhan Karaçay Demre’de Sint Nikolaas heykeli önünde.
Her yılın 5 aralık günü, Sint Nicolaas’ın gelişini kutlayan çocuklar hediyelere boğulur ve bu gün çocukları çok mutlu eder.
40 yıl önce, Sint Nikolaas’ın, bu gün adı Patara ve Demre olan yerlerde doğduğunu ve rahip olduğunu belirten bir yazıyı gönderdiğim Hollanda medyasından bazıları bu yazıyı kullanmış ve başta Enschede’deki Tubantia gazetesi olmak üzere bazı gazeteler ise bu yazıyı bana posta ile geri göndererek, ‘Bilginize ihtiyacımız yoktur’ gibi bir mesajla terniye sınırını aşmışlardır.
Geçen ay yolumuz Demre’ye düştü. Gittik ve Sint Nikolaas’ın rahip olduğu
kiliseyi ziyaret ettik. Sorduk, soruşturduk ve tarih sayfalarını karıştırdık. Sonuçta biz de Sint Nikolaas’ı sayfalarımıza aktarmayı yeğledik.
Bütün dünyada “Noel Baba” adıyla tanınan, Avrupa ülkelerinde çoğunlukla Santa Klaus olarak bilinen Aziz Nicholaos, Anadolu’da yaşamış bir din adamıdır. Günümüz İtalya’sının Sicilya Adası, Napoli, Bari, Almanya’nın Frieburg ve hatta Amerika’da New York kentinin koruyucu azizi olma derecesine varan önemi, her yılın 6 Aralık günü (Hollanda’da 5 aralık) yapılan anma törenleri ile daha da pekişmektedir.
Günümüzde Santa Klaus, hiç şüphe yok ki, İskandinavya ülkelerindeki iyilik sever çocukların koruyucusu ve sevindiricisi olan Noel Baba efsanesi ile Myra’lı Aziz Nicholaos’ın kişiliklerinin birleştirilmesiyle, yarı dinî ve çok popüler bir tipin doğmasıyla oluşmuştur. Bu tipin kökünün İskandinavya ülkelerinin çok eski inançlarından alındığı, Noel Baba’nın geyikler tarafından çekilen bir kızakla dolaşmasından anlaşılır. Halbuki gerçek Myra’lı Aziz Nicholaos’ın yaşadığı yerler hiç kar yağmayan Akdeniz kıyılarıdır. Onun zor durumda olan çocukları, insanları koruyucu kişiliği, kuzeyin kutsal bir varlığı, belki de çok erken çağların karanlıklarında kaybolmuş bir tanrısıyla birleşerek, Noel geceleri ortaya çıkan, çocuklara hediyeler getiren sempatik bir ihtiyara dönüşmüştür. Ne derece gerçeklere aykırı olursa olsun, Hıristiyan ülkelerinde Noel Baba, özellikle çocukların heyecanla bekledikleri sevimli bir kişi olarak yaşamaktadır.
Aziz Nicholaos’ın hayatı hakkında, azizlerin birçoğunda olduğu gibi fazla bir şey bilinmez. Sonraları pek çok efsane ile hayatı süslenmiştir. Tahıl ticareti yapan bir ailenin çocuğu olduğu bilinir. Hayatına dair yazılan dinî kitaplarda, göğün bir hediyesi, ana-babasının dualarının ve verdikleri sadakaların bir meyvesi, fakirlerin kurtarıcısı olarak dünyaya geldiğine işaret edilmiş, daha bebek iken mucizeler yarattığına inanılmıştır.
Aziz Nicholaos’ın ölüm günü tüm Hıristiyanlarca 6 Aralık olarak kabul edilir. Ancak bu tarihin kesin bir kaynağa dayandığı söylenemez. Azizden bahseden en eski kaynaklar olan, VI. yüzyıla ait “Vita Sionitae” ile “Vita de Stratelatis” adlı eserler de kesin bir ölüm tarihi vermezler. Bu kaynaklarda sadece Azizin doğum yerinin, Likya’nın en büyük limanı Patara olduğu kaydedilmiştir. Hıristiyanlığın ilk yıllarında Havari Paulos’un, Patara’da kaldıktan sonra yoluna devam etmesi, Patara’ya İncil’de adı geçen kentlerden biri olma özelliğini kazandırmıştır. Bu bölümde Havari Paulos’un arkadaşı Luke ile üçüncü seyahatleri sonunda, Miletos’tan Kudüs’e dönerken Patara’da kaldıkları ve buradan muhtemelen daha büyük bir gemiye binerek seyahatlerine devam ettikleri anlatılır.
Aziz Nicholaos’ın İ.S.III. yüzyıl sonlarında Patara’da dünyaya geldiği ve Myra’ya papaz olana dek, gençlik yılarının Patara’da geçtiği söylenmektedir. Gençliğinde Filistin ve Mısır’a yaptığı seyahatlerden söz edilmiş, yaşadığı devrin İmparator Konstantinos dönemi veya III. yüzyıl sonu ile IV. yüzyıl başı olduğu belirtilmiştir. Ölümünden sonra Avrupa’nın birçok kentinde adına kiliseler inşa edilmiştir ki, bunlar arasında VI. yüzyılda İstanbul’da inşa edilen Bazilika en göze çarpan yapıdır. Rusya ve Yunanistan’ın en saygın Azizi olarak tanınmış, çocukların mahkûmların, denizcilerin ve gezginlerin koruyucusu olarak saygı görmüştür.
Yaşantısı ve mucizeleri hakkında gerçekliği tartışılacak, sayısız hikâyeler anlatılmıştır. Piskopos olma kararının kehanetlere veya seçim toplantısı kararına göre, ertesi günü kiliseye giren ilk adam olmasına dayanılarak verildiği söylenir. Diğer hikâyeler, İmparator Dioeletianus devrinde (284-305) Hıristiyanlara yapılan zulümler sırasında çektiği acılarla ilgilidir. İnancından dolayı hakimler tarafından tutuklanıp zincire vurulmuş, birkaç yıl sonra Hıristiyan İmparator Konstantinos tarafından serbest bırakılarak Myra’ya geri dönmesi sağlanmıştır.
Bir başka hikâyede Azizin İ.S. 325 yılında Nicaca’da (İznik) toplanan Konsüle katıldığı anlatılır. Bir keresinde İmparator Konstantinos’un rüyasına girerek, haksızlıkla ölüme mahkûm edilmiş olanları serbest bırakmasını söyler. Bir keresinde de Mısır’dan İstanbul’a giden bir gemiden aldığı hububatla Myra halkını açlıktan kurtarır. Ancak gemi İstanbul’a vardığında yükünde hiçbir eksilme görülmez. Bu belki de Aziz’in, denizcilerin patronu olmasına bağlanan mucizelerden biridir. Çünkü, Akdeniz’de seyreden gemicilerin sefere çıkmadan önce birbirlerine iyi dilek olarak “Dümenini Aziz Nicholaos tutsun” demeleri gelenek olmuştur. Aziz’in sağlığında din adamı olarak çalıştığı Likya sahilleri, Akdeniz’in en önemli denizcilik merkezi, burada yaşayanlar da Akdeniz’in ünlü denizcileriydi. Bu nedenle, Aziz’in denizle ilgili birçok mucizesine din kitaplarında da rastlanır.
İki hikâye aynı zamanda onun, çocukların da patron azizi olduğunu gösterir. Birinde insanlar açlıktan kırılırken, kasap üç genci evine davet edip satmak için uykularında parçalar. Aziz Nicholaos, bunu duyar duymaz kasabın evine koşar ve gençleri yeniden diriltir. Bir diğerinde fakir bir tüccar, kızlarını evlendirmeye gücü yetmeyince, onları satmayı düşünür. Aziz Nicholaos, tüccarın evine üç kese dolusu para atarak, kızları kötü yola düşmekten kurtarır. Bu hikâyeden çocukların Santa Klaus gününde hediye almalarının sebebi olduğu gibi Avrupa’da rehinecilerin, dükkânlarına üç altın top asma geleneğinin de kaynağı olduğuna inanılır. Aziz’in resminin ikonalar da üç altın top ile tasvir edilmesinin sebebi de bu hikâyeye dayandırılır.
Noel Baba Kilisesi
Aziz Nicholaos öldüğünde yapılan kilise veya şapel 529 yılındaki depremde yıkılınca daha büyük belki de bazilika tipinde bir kilise yapılmıştır. Peschlow, büyük apsisin güney tarafında eşit apsisli iki küçük mekân ile bugünkü binanın kuzey yan nefinin büyük kısmının bu ilk yapıya ait olduğunu tahmin etmektedir.
Bu kilise VIII. yüzyılda zelzele veya Arap akınlarıyla yıkılmış, daha sonra tekrar yenilenmiştir. 1034 yılında Arap donanmasının denizden yaptığı akınlarla harap olmuştur. On yıl harap durumda kalan kilisenin 1042’de Bizans İmparatoru IX. Konstantin Monomakhos ve eşi Zoe tarafından tamir ettirildiği kitabesinden anlaşılmaktadır. XII. yüzyılda binaya bazı ekler yapılmış, kilise tekrar onarılmıştır.
XIII. yüzyılda Türklerin eline geçen Myra’da, kiliseyi serbestçe ibadet etmek için kullandığını ve kilisede bazı onarımların yapıldığını anlıyoruz. 1738’de büyük kilisenin yanındaki şapel tamir edilmiştir. 1833- 1837 yılları arasında Anadolu’yu gezen C. Texier, Myra’ya da uğramış ve kitaplarında kiliseden bahsetmiştir. Ondan on yıl kadar sonra 1842 yılı Mart ayında Teğmen Spratt ile Prof. Forbes de Myra’ya gelmiş, kilisenin bir krokisini çıkarmışlar ve kilisenin yanında bir manastırın olduğunu görmüşlerdir. 1853 yılında Kırım Harbi sırasında Ruslar kilise ile ilgilenmişler ve burada bir Rus kolonisi kurmak için Anna Golicia adındaki Rus kontesi adına toprak almışlardır. Ancak Osmanlı Devleti işin siyasî yönünü farkedince Rusların aldıkları toprakları geri almış, yalnızca kilisenin onarım istekleri kabul edilmiştir. Böylece 1862 yılında August Salzmann adında bir Fransız, Nicholaos Kilisesi’nin onarımı ile vazifelendirilmiştir. Bu restorasyonlar kilisenin aslını bozacak kadar kötü yapılmıştır. Bu restorasyon sırasında 1876’da bugün görülen çan kulesi de ilave edilmiştir.
Birçok kentin koruyucu azizi olan Noel Baba’ya adanmış iki bine yakın kilise bulunmaktadır. O’nun yaşam öyküsü ve mucizeleri birçok kitapta yer almış, ancak en eskisi 750-800 yılları arasında Byzantion’da Stadion Manastırı Başkeşişlerinden Michael tarafından yazılmıştır.
IV. yüzyılda burada bulunan tek kubbeli kilisenin güneyine VIII. yüzyılda haç şeklinde bir şapel ile kuzey tarafına da eklemeler yapılmıştır. Ayrıca 1862-63 senelerinde de binaya dış narteks ile iç narteksin bazı kısımları ilave edilmiştir. Bugün iki sütunu ayakta kalmış bir avludan bir iki basamakla Bizans Devri’nde ilave edilmiş güney nefine inilir. Haç biçimli bu bölümün doğu kısmında üç kemerli pencereye sahip bir apsis yer alır. Apsisin önünde orijinal stylobat ile ortasında altar kaidesi hâlâ görülür. Apsis nişinin içinde yer yer renkleri kaybolmuş ve belirsizleşmiş aziz figürleri vardır. Bunların altındaki küçük niş içindeki fresko Noel Baba’ya aittir. Bu bölüm ve esas kilisenin güneydoğu şapelinin tabanlarında farklı desenlerde mozaik panolar görülür. Batı yönünde merdivenlerin karşısındaki niş içerisinde İsa, Meryem ve Yahya freskoları vardır. Buradan iyi muhafaza edilmiş kapı bizi, lahitlerin bulunduğu kısma, yani haç biçimli şapelin uzun kısmına çıkartır. Lahitlerin yer aldığı nişler içindeki freskolar bugün net olarak görülmese bile çeşitli aziz tasvirlerini içeren freskolar ile bezenmiştir. Kuzey duvarındaki ilk nişle sütunların üzerinde Meryem freskosu ilginç örneklerdir. Noel baba freskosunun bulunduğu ikinci niş sütununun ters konduğu yazılarından anlaşılmaktadır.
Nişler içinde yer alan lahitlerden birinci niş içindeki akarthus yaprakları ile süslü Roma Devri lahdinin Noel Baba’ya ait olduğu kabul edilir. Hatta Noel Baba’nın denizcilerin de azizi olmasından dolayı lahdin üzerinin balık pulu desenleriyle süslendiği söylenir. 20 Nisan 1087’de Bari’li korsanlar, Noel Baba’nın kemiklerini almak için lahdi kırmışlar, bazı kemikleri alarak Bari’ye götürmüşlerdir. İkinci niş ile karşısındaki nişte bulunan lahitler sadedir. Burada nişler içindeki lahitlerden başka yerde iki mezar daha bulunmaktadır. Buradan bir kapı ile kilisenin iri blok levhalarla döşeli avlusuna geçilir. Avluda ise bir niş içerisinde boşaltılmış iki mezar bulunur. Yanında bulunan mermer üzerinde haç ve çapa motifi Noel Baba için yapılmış olmalıdır. Solda duvar içine yerleştirilmiş mezardaki kitabede 1118 tarihi yer alır.
Avludan önce dış nartekse, sonra üç kapı ile ana mekâna (naos) açılan iç nartekse geçilir. Burası gruplar halinde piskoposların resmedildiği freskolarla süslenmiştir. Buradan geçilen esas mekân üç kemerle yan neflere açılır. Ana mekânın güneyinde iki nef vardır. İkinci nefte niş içindeki lahitte Noel Baba’nın mezarı olduğu söylenir ise de üzerindeki kadın erkek kabartması bunun böyle olmadığını gösterir. Yan nefin karşısındaki niş içerisinde ise bir başka mezar vardır. Kuzey nefin kubbesinde Hz. İsa ve 12 havarinin freskoları bulunur. Yanda ise yan nefin kazısı yapılmaktadır. Bu kazının yapıldığı nefin batı kısmında ise üç oda bulunur. Binanın ortasında pencereli ve kasnaklı bir kubbenin olması gerekirken, Salzmann yaptığı tamir sırasında mekânın üstünü kapatarak, kesme taştan kaburgalı büyük bir çapraz tonoz kullanmıştır.
Aziz Nicholaos’ın piskoposluk yaptığı ve bu nedenle tüm Orta Çağ boyunca ününü sürdüren Myra önemli bir Lykia kenti olup ismi “Yüce Ana Tanrıçasının yeri” anlamına gelmektedir. Lykia dilinde “Myrrh” olarak geçen Myra, Demre ovasını kuzeybatıdan çeviren dağların denize bakan yamacına kurulmuştur. Önce bugünkü kaya mezarlarının üzerindeki tepeden kurulan şehir daha sonraları aşağıya inerek genişlemiş ve Lykia’nın çok önemli altı büyük kentinden birisi olmuştur. Kentin M.Ö. IV. yüzyılda basılan ilk sikkesi üzerinde ana tanrıça kabartması vardır.
Antik kaynakların M.Ö. I. yüzyıldan itibaren Myra’dan bahsetmelerine rağmen, kaya mezarlarından ve bastıkları sikkelerden, şehrin en az M.Ö. V. yüzyılda varolduğu anlaşılmaktadır.
Şehrin içinden geçen Demre Çayı (Myros) deniz ticaretini geliştirmiş ancak korsanların kolayca baskın yapmalarına neden olmuştur. Bu nedenle Myralılar limanları Andriake’de, nehrin ağzına bir zincir gererek bu baskınları durdurmaya çalışmışlardır. M.Ö. 42’de Sezar’ı öldüren Brutus asker toplamak için Lykia’ya gelmiş, Xanthos’u aldıktan sonra komutan Lentulus’u para toplamak için Myra’ya göndermiştir. Myralılar buna karşı çıkmışlar ve kendilerini müdafaa etmeye çalışmışlarsa da komutan nehrin ağzına gerilen zincirleri kırarak şehre girmiştir. M.S. 18’de Tiberius’un evlatlığı olan Germanicus ve karısı Agrippina burayı ziyaret etmişler ve Myralılar limanları olan Andriake’ye onların heykellerini dikerek kendilerine olan saygılarını göstermişlerdir. M.S. 60’da ise St. Paul Roma’ya giderken Myra’da gemi değiştirir. Eski kaynaklar Myra ile Limyra arasında gemi seferlerinin yapıldığını kaydederler.
Lykia Birliği’nin metropolisi olan Myra M.S. II. yüzyılda büyük bir gelişme göstermiş, burada Lykialı zengin kişilerin yardımları ile birçok yapı yapılmıştır. Örneğin Oinoandalı Licinius Langus 10.000 dinar vererek tiyatro ve portikoyu yaptırmıştır. Ayrıca Rhodiapolisli ve Kyeanaili Iason’un da Myra’nın imarı için çok yardım ettigini kitabelerden anlıyoruz. Aziz Nicholaos’ın Myra’da başpiskoposluk yaptığı II. Theodosion (408 – 450) zamanında Myra’nın Lykia Bölgesi’nin başşehri olduğu bilinmektedir. Şehir, VII. yüzyıldan başlayarak IX. yüzyıla kadar devamlı Arap akınlarına uğramış, 809 yılında Harun El Reşit’in komutanlarından birisi Myra’yı zaptetmiştir. 1034 tarihinde Arapların yaptığı deniz hücumlarında St. Nicholaos Kilisesi yıkılmıştır. Arap akınlarının verdiği huzursuzluk, Myros Çayı’nın sık sık taşması, bu taşma nedeniyle gelen toprakla bazı yapıların dolması ve bu arada meydana gelen depremler şehrin terk edilmesine neden olmuştur.
Tiyatronun üzerindeki dağda bulunan akropolde fazla bir şey kalmamıştır. 1842’de Myra’yı ziyaret eden ve akropole çıkan Spratt burada küçük taşlardan başka bir şey kalmadığını görmüştür. Roma Devri’nden kalma şehir surlarında yer yer Hellenistik Devir’den kalma ve hatta M.Ö. V. yüzyıla ait olan duvar kalıntıları bulunmaktadır. Tiyatronun yakınında şehre doğru giderken, yolun sonunda hamam veya bazilika olabilecek geç devir kalıntıları görülmektedir.
Myra’nın su ihtiyacı Demre deresinin aktığı vadi kenarındaki kaya yüzüne açılan kanallarla karşılanmaktaydı. Bugünde bu kanalları görmek mümkündür. Myra’nın diğer yapıları bugün toprak altında olup gün ışığına kavuşacakları zamanı beklemektedirler. Myra’ya gelirken yol üzerindeki Karabucak mevkiinde, günümüze kadar iyi korunmuş Roma Devri mezar anıtı dikkati çeker.
Çay ağzındaki Myra’nın limanı olan Andriake’nin üzerinde kehanet merkezi olmasıyla ünlü Sura antik kenti Sura’dan birkaç km uzaklıktaki Gürses’te ise Trebenda antik kenti yer alır. Myra’nın görkemli tiyatrosu oldukça sağlam olarak günümüze kadar gelebilmiştir. Arkasındaki dik dağın yamacında kurulan tiyatronun caveası büyük ölçüde kayalara oyulmuştur. Tiyatro daha sonraları arena olarak da kullanılmış, bu nedenle bazı düzenlemeler yapılmıştır.
Kaya mezarlarıyla ünlü Myra’da mezarlar hemen tiyatronun üzerinde ve doğu taraftaki nehir nekropolü denilen yerde olmak üzere iki yerde toplanmıştır.
HOLLANDACA YAZILAR
Inwoners van Myra noemen hemNoël Baba, vadertje kerst…
Turkije, thuisland van Sint Nicolaas
MYRA – In het centrum van het dorpje Demre aan de zuid-westkust van Turkije bevindt zich een oeroud kerkje gewijd aan de heilige Nicolaas. Sint-Nicolaas wel te verstaan, bij ons bekend van het strooien en zie-ginds-komt-de-stoomboot.
De fraaie kerk dateert uit derde eeuw, maar werd grotendeels herbouwd in de elfde eeuw. Nicolaas werd later bisschop van Myra, destijds een van belangrijkste steden van de Turkse landstreek Lycië. Van Myra resten nog slechts ruïnes. Ze bevinden zich op enkele kilometers ten noorden van Demre.
De Sint-Nicolaaskerk in Myra
Ook de wieg van Sint-Nicolaas stond in Lycië. In het jaar 280 zag de goedheiligman het levenslicht in het Turkse havenstadje Patara. De ruïnes van het stadje zijn nog altijd te vinden te midden van duinenrijen aan de zuid-westkust van Turkije.
Je zou denken dat de Sint in zijn geboortestreek als wonderdoener en groot kindervriend wel op een voetstuk zou staan. Dat is ook zo, maar niet als bisschop. Vreemd genoeg wordt Sinterklaas door zijn eigen dorpsgenoten geëerd als….de kerstman. ‘Noël Baba’, Vadertje Kerst, zeggen ze in het vroegere Myra, als ze het over ONZE Sint Nicolaas hebben!
Dit harde feit was ons al eerder geopenbaard: Sint Nicolaas komt niet uit Spanje, doch uit Turkije. Rijdend over daken en alom pepernoten strooiend moet hij rond de vijfde december in ons land dan ook worden beschouwd als een der vroegste Turkse gastarbeiders van ons land.
Met zijn knechten is de Sint hier bovendien dan illegaal aan het werk. De vreemdelingendienst ziet dit door de vingers. Het is historisch zo gegroeid en bovendien zou de hele Nederlandse kinderschare heftig in beroering komen indien Sint Nicolaas bij de grens al zou worden toegeroepen: “Ho, ho! Vol is vol!”
Op 6 december in het jaar 342 overlijdt de bisschop van Myra op 62-jarige leeftijd. In 1087 verdwijnen zijn stoffelijke resten uit de stad. Geroofd door Italiaanse zeelieden.
In de Italiaanse stad Bari stellen ze de beenderen ten toon. Plots duiken hier ook de verhalen op dat Sint-Nicolaas bij leven tal van hemelse wonderen zou hebben verricht. Een lokmiddel voor vele duizenden pelgrims. Het stadje vaart er wel bij. Bari behoorde destijds tot het Spaanse rijk en wellicht om die reden is de Sint in onze ogen altijd Spanjaard gebleven.
Lycië zit toeristisch bezien vol verrassingen om in Sinterklaasstijl te blijven. Eeuwenoude rotsgraven, unieke grafhuizen en vreemdsoortige sarcofagen doemen in grote getale op in het afwisselende landschap van bergen, bossen, baaien en schilderachtige vissersdorpjes. De rust wint het hier nog van het massatoerisme.
Vanwege de vele natuurlijke havens hebben de Turkse zuid- en westkust altijd een belangrijke rol gespeeld bij de zeer levendige handel in het Middellandse-Zeegebied. De wateren rond Turkije liggen bezaaid met wrakken van schepen die het bij stormweer niet haalden of bij zeegevechten ten onder gingen. Een staalkaart van vele eeuwen maritieme geschiedenis bevindt zich hier onder water. Een interessant domein voor duikers.
Graven
Heel bijzonder in Lycische grafarchitectuur zijn de zogeheten ‘pijlergraven’. Losse, uit een stuk gehouwen pijlers met een grafkamer uitgehouwen aan de top. Een forse steen dekt die ruimte af. Sommige van de graven zijn voorzien van inscripties en reliëfs. Grafschriften die iets vertellen over het roemrijke verleden van de verstorvene. De ‘grafhuizen’ zijn rustplaatsen aangelegd in de vorm van een huis met uitstekende balken aan de buitenzijden. Honderden grafkamers, uitgehakt in een steile rotswand, vindt u in de plaats Pinara.
De Turkse zuid- en westkust zijn uiterst belangwekkend vanwege de vele overblijfselen uit de tijd van de zevende eeuw voor Christus tot in het Byzantijnse tijdperk. Ook de Romeinen heersten hier en lieten tal van interessante sporen achter. Zoals het Romeinse theater van Xanthos, gebouwd tegen de noordhelling van de Lycische akropolis. Neem er een kijkje, de eeuwen knielen aan uw voeten.
Een bronzen beeld van Sint-Nicolaas in Demre toont een bebaarde man omringd door kinderen. De rijzige figuur heeft een Pietermanzak over de schouder geslagen. Echter het hoofd getooid met de karakteristieke afhangende muts van de kerstman. Nee, niet met een mijter!
Merk op dat de kerstman in veel landen wordt aangeduid met Santa Claus en u voelt de relatie met onze Sinterklaas. Wie de kerstman zoekt moet dus eigenlijk in Turkije zijn en niet aan de noordpool. Het is maar dat u het weet mocht u al bezig zijn met koffers pakken.
In de Sint-Nicolaaskerk van Demre bevindt zich nog altijd de lege tombe van Nicolaas. Het deksel is die van een Romeinse sarcofaag, dus niet oorspronkelijk meer. De prachtige wandschilderingen in de kerk dateren uit de tiende tot de veertiende eeuw.
Sint-Nicolaas was de beschermheilige van zeelieden, handelsreizigers, dieven, pandjesbazen, maagden, maar ook van prostituees. Beroemd is het verhaal van Sint-Nicolaas die enkele nachten achtereen een zak met goudstukken binnen de deur wierp van een arme man. Dank zij deze bruidsschat konden zijn dochters alsnog trouwen. Aan die daad van de Sint is mogelijk het strooien ontleend. In 1970 schrapte de rooms-katholieke kerk Sint Nicolaas van de lijst met officiële heiligen. Het Vaticaan geloofde er niet meer in. Slechts heimelijk wordt in de vertrekken rond de paus door een twijfelaar nog wel eens een schoen gezet. Doch zonder resultaat.
Nicolaas van Myra
Nicolaas van Myra (geboorte- en sterfjaar onbekend, waarschijnlijk Patara in Lycië, rond 270 – 6 december342 of 352), was aan het begin van de 4e eeuwbisschop te Myra de toenmalige hoofdplaats van Lycië in Klein-Azië, werd door de traditie heilig verklaard en is hoofdpersoon in tal van legenden, bijvoorbeeld de Legenda Aurea van de 13e-eeuwse geleerde dominicaan Jacobus de Voragine. Belangrijke elementen van het Sinterklaasfeest gaan op hem terug. Verder zijn er parallellen te trekken met de heidense God Wodan, deze rijdt ook op een schimmel, de achtbenige Sleipnir, waarmee hij door de lucht vliegt.
Leven
Van de heilige is niet heel veel overgeleverd. De informatie die beschikbaar is is gedeeltelijk mondeling overgeleverd en in een veel later stadium op schrift gesteld, en komt gedeeltelijk uit de verschillende levensverhalen, Vitae of heiligenlevens, waarvan de Vita per Michaelem (de best begrijpelijke) en de Vita per Metaphrasten (de oudste van de twee) de belangrijksten zijn. In de Vita per Michaelem is de meeste informatie over het leven van Nicolaas terug te vinden, zoals de namen van zijn Lycische ouders, die verder nergens zijn aangetroffen. Uit deze bronnen komt de informatie dat er in 280 in Patara, niet ver van Myra, het tegenwoordige Demra, in Klein-Azië de jonge Nicolaas wordt geboren. Volgens de Vita Compilata, een andere vita, uit welgestelde, hoewel niet rijk genoeg om te kunnen rentenieren, maar ook zeer gelovige ouders.
Aan de kleine Nicolaas worden al vanaf de geboorte wonderen toegekend. Zo kon hij al direct na de geboorte rechtop in zijn badje staan, de handen ten hemel geheven, alsof hij God dankte voor dit mirakel, en wou hij op de vastendagen, woensdag en vrijdag, niet van zijn moeders borst drinken. Verder wist hij op vroege leeftijd al de namen van de hemellichamen uit zijn hoofd, hij was een geleerd persoon.
Het was al snel duidelijk dat Nicolaas, vernoemd naar zijn oom (waar hij vaak mee verward wordt), bisschop in een naburige gemeente, zijn leven aan de godsdienst zou gaan wijden. Dit vanwege de verbanden met de Bijbelse figuur Samuel. Nicolaas’ moeder kon net als de moeder van Samuel geen kinderen krijgen, en kreeg uiteindelijk een kind in ruil voor de belofte dat de eerstgeborene in dienst van God zou treden. Net als Samuel was Nicolaas al op vroege leeftijd geliefd bij de bevolking, en begreep hij al snel dat hij een hogere taak te vervullen had (I Samuel 3:20). Samuel was de laatste en belangrijkste der Richteren, die ook koningen zou zalven. Ook hier ligt een overeenkomst, want tijdens Nicolaas’ leven zou het christendom in het Romeinse Rijk opkomen.
Volgens de later heilig verklaarde Simeon de Vertaler (in de Vita per Metaphrases), was Nicolaas een goede leerling, ging hij met regelmaat naar de kerk en was hij waar nodig behulpzaam. Al op een leeftijd van 19 jaar werd de jonge Nicolaas door zijn oom tot priester gewijd, werd hem ook de kloostergeloften afgenomen, en sprak zijn oom (de bisschop) reeds de verwachting uit dat Nicolaas zelf óók bisschop zou worden, en een leven van verlichting zou gaan leiden. Door zijn strenge discipline wat betreft het houden van vastendagen, zijn goede wil en zijn gebeden voor iedereen zou hij een voorbeeld zijn geweest voor anderen.
Toen zijn oom een reis zou gaan maken naar Jeruzalem, werd de jonge Nicolaas benoemd tot diens gevolmachtigde in zijn klooster Nieuw Zion. Volgens de overlevering bestuurde hij het klooster zó goed dat het leek alsof de bisschop zelf aanwezig was.
Toen de jonge Nicolaas zelf eens op pelgrimstocht was, zou hij een dode zeeman na een hevige storm weer tot leven hebben gewekt, en kwam hij bekend te staan als genezer. Om deze reden werd hij gezien als beschermheilige van de zeelieden. Daarom wordt hij op schilderijen vaak afgebeeld met een anker.
Volgens Simeon de Vertaler heeft de heilige meermalen het huidige Israël bezocht, en vatte hij iedere keer het plan op om meerdere weken in het Heilige land te verblijven, maar een “engel des Heeren beval hem om huiswaarts te keren”. Dit betekende dan dat zijn parochie in gevaar was, en hij zijn bovenmenselijke krachten aldaar moest gebruiken. Eens probeerde bij zo’n gelegenheid een zeeman hem te bedriegen, maar Nicolaas verijdelde dat plan, en sprak streng: Probeer nu nooit meer iemand te bedriegen. Vaar naar huis, en mijn zegen zal jullie vergezellen. Vandaar dat hij bekend staat als vergevingsgezind.
Inmiddels was hij voldoende volwassen geworden, en zou hij gewijd worden tot bisschop. Aan de vooravond van zijn inwijding ontving Nicolaas volgens de Vita Compilata een versie van de Bijbel uit de handen van “Jezus” (die toen 325 jaar oud was).
In 325, hij was inmiddels midden in de veertig, was Nicolaas aanwezig bij het Concilie van Nicaea als bisschop. Daar kwamen de kerkleiders bijeen om over moeilijke kwesties te spreken. De reis ernaartoe duurde ongeveer twee weken, en het Concilie een week of vijf. Eén van de prangende kwesties was technisch, maar daarom niet minder belangrijk: Op welke datum dient Pasen gevierd te worden? Maar ook de vraag of Jezus naast de reeds erkende Goddelijkheid ook menselijkheid bezat stond ter discussie. Aan de ene kant stond Arius, een priester uit Alexandrië, en aan de andere kant stond diens eigen superieur, Alexander van Alexandrië. Tijdens dit concilie liep Nicolaas, een fervent tegenstander van Arianus, naar hem toe, en gaf hem een klap in het gezicht. Hiervoor werd Nicolaas in de kerker gegooid, maar ‘s nachts werd hij al uit zijn boeien bevrijd door Maria, kreeg hij van haar zijn bisschoppelijke gewaden terug, en een Bijbel om uit te lezen. Gedurende de rest van het concilie werd er bij grote vraagstukken beslist naar de mening van Nicolaas.
Gedurende zijn leven zou Nicolaas vele malen de bevolking tegen demonen hebben beschermd, maar ook na zijn dood zou hij actief zijn gebleven. Zo zou hij voor voldoende eten hebben gezorgd tijdens hongersnoden en schepen hebben behoed voor de ondergang. Rond 340 moet hij zijn gestorven. Hij werd begraven in Myra, waar zijn basiliek nog steeds te bezichtigen is.
Na zijn dood
Sinter Claes op de Dam (Amsterdam)
In 1087, werden zijn relieken door Italiaanse kooplieden van Myra naar Bari overgebracht, zoals die van de evangelist Marcus naar Venetië waren overgebracht, om ze te beschermen tegen de oprukkende Islam.
Nicolaas van Myra wordt ten onrechte vaak vereenzelvigd met Nicolaas van Pinara, een 6e-eeuwse abt van Sion en later bisschop van Pinara (Lycië), en de levensverhalen van de twee mannen worden vaak vermengd. In de Middeleeuwen kwamen er nog meer verhalen over Nicolaas bij, zoals dat van de drie jongens in de ton.
De naamdag van de heilige is 6 december. De viering van Sint-Nicolaas’ naamdag is waarschijnlijk in het verleden samengevoegd met de viering van een Germaans feest, en deze figuur is als Sinterklaas de centrale figuur geworden in het kinderfeest dat op 5 december (“pakjesavond”) en op 6 december (de feitelijke feestdag) in Nederland en België wordt gevierd.
Sint-Nicolaas is de schutspatroon van de zeelieden. Deze status heeft hij te danken aan het feit dat hij door middel van stil gebed een storm op zee tot bedaren zou hebben gebracht. Veel havensteden, waaronder Amsterdam, hebben Sint-Nicolaas als beschermheilige. Ook werd de Oude Kerk in Amsterdam aan hem gewijd.
Nicolaas’ reputatie als kindervriend berust onder meer op de legende, waarin hij drie vermoorde jongetjes uit een bad pekel redde en tot leven wekte. Een andere versie van deze legende vertelt dat Nicolaas drie studenten redde, die door een herbergier zijn gedood en gepekeld. Het vlees komt in handen van een oude man (Nicolaas). Die vertrouwt het niet, brengt de jongens terug tot leven en bekeert de herbergier en zijn vrouw. Verder zou hij een ontvoerd jongetje hebben gevonden en een baby gered hebben die in een badje boven het vuur zat.
Nicolaas zou nog meer wonderen hebben verricht. Zo redde hij drie dochters van een arme edelman van de prostitutie door hen een bruidsschat te geven, liet hij tijdens hongersnood graan groeien en gaf hij Lycië op wonderbaarlijke wijze te eten. Mensen die onschuldig ter dood werden veroordeeld redde hij, zodoende werd Nicolaas tevens patroonheilige van gevangenen.
Sint-Nicolaas wordt in de Oosters-orthodoxe Kerk zeer vereerd en zijn beeltenis is op veel iconen te vinden. Hij is ook de beschermheilige van het belangrijkste orthodoxe land: Rusland.
Derya Demirtaş’ın bulduğu uyarı cihazı Smartwatch, hastane dışı kalp durmasını tespit ediyor ve merkeze aktarıyor.
Önce Kanada’da, şimdi de Hollanda’da çeşitli buluşlara imza atan Türk’ün buluşları, aralarında US News, Globe and Mail, CTV News ve Toronto Sun’ın da bulunduğu birçok medya kuruluşundaolduğu gibi, Hollanda’da da çeşitli organlarda yayınlandı.
İlhan KARAÇAY’ın haberi:
Önce Kanada’da ve şimdi de Hollanda’da başarılı buluşlara imza atan Türk araştırmacı Derya Demirtaş, Hollanda’daki yeni buluşuyla dünya medyasında geniş yer aldı.
Twente Üniversitesi’ndeki çalışmasında, OHCA olarak da bilinen hastane dışı kalp durmasını otomatik ve güvenilir bir şekilde tespit etmek ve acil yardım başlatmak için akıllı bir cihaz üzerinde çalışan Demirtaş, simülasyon modellerini kullanarak cihazın etkinliğini test edecek ve ayrıca ölüm oranı ve yanıt süresi üzerindeki etkisini de artıracak cihazın tanıtımını yaptı.
Hollanda’da her yıl yaklaşık 17.000 kişi hastane dışı kalp krizi geçiriyor. Bu insanların çoğu, acil servislere çok geç haber verildiği için ölmekte veya nörolojik sorunlar yaşamaktadır.
Demirtaş, “OHCA’yı otomatik ve güvenilir bir şekilde tespit edebilen ve aynı zamanda acil servisleri hemen arayabilen bir çözüm araştırıyoruz. Çözümümüz, kardiyopulmoner resüsitasyon (CPR) verilmeden önceki süreyi önemli ölçüde azaltacak, potansiyel olarak her yıl binlerce hayat kurtaracak ve nörolojik hasarı sınırlayacak.” diyor.
YAPAY ZEKA
Derya Demirtaş konuşmasına şöyle devam ediyor: ” Fotopletismografi (PPG) ve ek sensörlerden gelen sinyallere dayanan, açık kaynaklı bir kalp durması tespit algoritması geliştiriyoruz. PPG, kalp atışı tarafından üretilen pulsatil kan akışındaki belirli dalga boylarında, ışık absorpsiyonundaki değişiklikleri ölçerek, nabız hızını ve oksijen doygunluğunu sürekli olarak izlemek için kullanılan kanıtlanmış bir tıbbi teknolojidir. Klinik deneyim ve deneme verileri, PPG’nin pulsatil kan akışının olmadığını güvenilir bir şekilde tespit edebildiğini göstermektedir. İvmeölçerler ve GPS gibi ek sensörler, teşhis doğruluğunu artırır ve hayati konum verileri sağlıyor.”
CİHAZDAN BAĞIMSIZ ‘INTERFACE’
Derya Demirtaş sözlerini şöyle tamamlıyor: “Mevcut kalp durması tespit teknolojisi ile ‘HartslagNu’ ve 112 canlandırma çağrı sistemi arasında cihazdan bağımsız bir interface (“motor bloku”) sağlıyoruz. Motorun bir parçası olarak, kullanıcılara görsel-işitsel bir uyarı ve yanlış alarmı önlemek için ‘durdur düğmesi’ yaptık. Motor ayrıca, tıbbi müdahale ekiplerine, hastaya erişmeleri için kritik tıbbi veriler ve ek bilgiler sağlayan GDPR uyumlu profil depolaması sağlıyor. Teknik gelişmelere kapsamlı araştırmalar eşlik ediyor. Kullanıcı ihtiyaçlarını anlamak, Kl-algoritmasını eğitmek için kullanıcı araştırması, sinyal verisi araştırması, saha laboratuvarı ve simülasyon çalışmaları yapılacak,”
DERYA DEMİRTAŞ’I TANIYALIM
Derya Demirtaş, Twente Üniversitesi Endüstri Mühendisliği ve İşletme Bilişim Sistemleri Bölümü’nde Sağlık Hizmetleri Operasyonlarını Geliştirme ve Araştırma Merkezi’nde (CHOIR) yardımcı doçenttir. Araştırmaları, yöneylem araştırması, optimizasyon ve veri analitiği, konum teorisi ve bunların sağlık ve kamu hizmetlerine uygulamalarına odaklanmaktadır.
Dr. Demirtaş, NWO (Hollanda Araştırma Konseyi) Veni grant (2019), American Heart Association (AHA) Young Investigator Award (2015) ve National Association of EMS Physicians tarafından En İyi Poster Ödülü (2016) sahibidir. Ayrıca INFORMS Case Competition’da ikincilik (2020) ve INFORMS Section on Public Sector Yöneylem Araştırması en iyi bildiri yarışmasında ikincilik (2012) kazandı.. Araştırmaları Management Science, European Journal of Operational Research, Journal of the American College of Cardiology ve Circulation gibi en iyi dergilerde yayınlandı. 2018 yılında Georgia Tech’te Endüstri ve Sistem Mühendisliği ve Sağlık ve İnsani Sistemler Merkezi’nde misafir öğretim üyesi olarak afet müdahalesi üzerinde çalıştı.
AKADEMİK GEÇMİŞİ: Dr. Demirtaş, Lisans derecesini Orta Doğu Teknik Üniversitesi Bilgisayar Mühendisliği bölümünden çift anadal ile Endüstri Mühendisliği alanında almıştır (2008). Daha sonra, Kanada’daki Waterloo Üniversitesi’nden Kombinatorik ve Optimizasyon alanında MMath derecesini (2010) ve Kanada Toronto Üniversitesi’nden Endüstri Mühendisliği alanında doktora derecesini (2016) aldı.
MEDYADA: Dr. Demirtaş’ın araştırması, aralarında US News, Globe and Mail, CTV News ve Toronto Sun’ın da bulunduğu birçok medya kuruluşundaolduğu gibi, Hollanda’da da çeşitli organlarda yayınlandı.
Araştırma Alanları
Yöneylem araştırması, optimizasyon, mekansal veri analitiği ve bunların sağlık ve insani sektördeki uygulamaları: özellikle doğrusal ve tamsayılı programlama, belirsizlik altında tesis konumu, kapsama sorunları, uzay-zamansal trend analizi, halk sağlığı kaynak planlaması, afet sonrası kurtarma ve acil servis konumu problemler.
Projeler
Dr. Demirtaş’ın araştırmasının odak noktası, sağlık ve insani yardım sistemlerini iyileştirmeyi amaçlayan veriye dayalı karar vermedir. Projeleri şunları içerir:
Hastane dışı kalp durmasından (OHCA) sağkalımı iyileştirmek için halka açık defibrilatörlerin konumlarını optimize etme: Bu araştırmada, OHCA riskini analiz etmek ve otomatik harici defibrilatörlerin konuşlandırılmasına rehberlik etmek için matematiksel optimizasyon ve mekansal veri analitiği modelleri geliştiriyoruz ( AED’ler) halka açık ortamlarda.
Radyoterapide personel dağılımının optimize edilmesi: Bu projenin amacı, radyoterapide (RT) ön tedavi aşamasını bekleme süresi hedefleri içinde tamamlayan hasta sayısını en üst düzeye çıkarmaktır. Radyasyon tedavisi teknoloji uzmanlarının (RTT’ler) RT tedavi zincirinin tedavi öncesi süreci boyunca stokastik hasta gelişlerini göz önünde bulundurarak taktik planlamasına odaklanıyoruz.
Klinik kimya laboratuvarlarında süreç optimizasyonu: Bu projenin odak noktası, kan alımından ilk sonuçlara kadar olan operasyonları değerlendirmek ve teşhis geri dönüş süresini azaltmak ve laboratuvar performansını iyileştirmek için farklı konfigürasyonları ve önceliklendirme kurallarını araştırmaktır.
Afet sonrası kurtarma: Bu araştırmanın amacı, enkaz toplama konusunda karar vermeye yardımcı olacak verimli modeller oluşturmaktır. Maliyetleri en aza indirirken, toplumsal faydaları en üst düzeye çıkarırken ve bölgelerin bitişikliğini korurken, etkilenen alanı bölgelere ayırmaya ve bunları yüklenicilere atamaya odaklanıyoruz.
Hollanda Türklerini onurlandıracak bir gelişme daha…
İki hafta önce, Uluslararası Sosyal Bilimler Kongresi’nde yaptığı konuşmayı, gururlandırıcı bir haber olarak verdiğim Veyis Güngör, şimdi de bir kitabı için ödül aldı.
Hollanda’da kendisinden ‘Akil adam’ olarak söz ettiğimiz Güngör’ün, çalışmalarını ve başarılarını kapsayan, ‘Veyis Güngör nereye koşuyor’ ve ‘Veyis Güngör neden uzamıyor’ başlıklı yorumlarım ile bir derleme yaptım.
İlhan KARAÇAY yazdı:
Gazeteci vardır, kötü karekterlidir, sevmediği kişiler hakkında kötü yazar.
Gazeteci vardır, iyi niyetli sanılır ve sevdiklerini sürekli över.
Gazeteci vardır, benim gibidir, yakını olsun veya olmasın, hak edeni över, kötüyü de yerer…
Buna rağmen ben, 80 yılımı doldurduğum bugüne kadar, sadece bir tek kişi hakkında israrla kötü yazdım. Zira bu kişi, Hollanda’daki Türk toplumunu da rencide edici kötü faaliyetler içindeydi ve bolca aldığı sübvansiyon ve sponsorluklar ile köşeyi dönüyordu.
Kötü yazdıklarım arasında tabii ki siyasetçiler ve kurumlar da vardı. Bunlar da kişisel değil, toplumsal ve kurumsal konulardı.
Ne var ki, bir ‘adam’ hakkında çokça iyi şeyler yazdım.
O adam, şimdi yeniden ele alacağım Veyis Güngör’den başkası değil.
İki hafta önce Uluslararası Sosyal Bilimler Kongresi’nde yaptığı konuşmayı, gururlandırıcı bir haber olarak verdiğim Veyis Güngör, şimdi de yeni bir kitabı için ödül aldı.
Önce bu kitap ödülü haberini ve sonra da kendisi hakkında yazdıklarımın bazılarını bir derlemede topladım.
ÖNCE KİTAP ÖDÜLÜ HABERİ
Edebiyat Sanat ve Kültür Araştırmaları Derneği ESKADER’in düzenlediği ‘Kültür Sanat Ödülleri’nin sahipleri belli oldu.
2022 yılı için 24 dalda 27 kişi ve kuruma ödül verildi.
ESKADER Yönetim Kurulu, dernek üyeleri ve kültür sanat çevresinden birçok kişinin katkılarıyla hazırlanan ödül listesi, her yıl kamuoyunda merakla bekleniyor. Titiz araştırma ve inceleme döneminden sonra tespit edilen mükâfatlar, yıl sonunda açıklanıyor ve Nisan ayında da törenle sahiplerini buluyor.
Hollanda Türkevi Topluluğu Başkanı Veyis Güngör “Avrupa Türkleri Üzerine Düşünceler” adlı eseriyle “düşünce” dalında ödüle layık görüldü. Çizgi Yayınları arasında yer alan kitap, “Avrupa Türkleri, göç, sivil toplum ve gençlik”, “Irkçılık, Avrupa İslam’ı ve demokrasi”, “Türkiye-AB ilişkileri ve Türk Dünyası”, “Kültürel Referanslar, dünya dili ve gelecek vizyonu” başlıkları altında pek çok güncel meseleye ışık tutuyor.
Veyis Güngör, 2020 yılında da Türk Dünyası Yazarlar ve Sanatçılar Vakfınca (TÜRKSAV)“Uluslararası Türk Dünyasına Hizmet Ödülü”ne lâyık görülmüştü.
Edebiyat Sanat ve Kültür Araştırmaları Derneği (ESKADER), Türk edebiyatını, dilini, sanatını ve kültürünü araştırmak amacıyla, 4 Mart 2008 tarihinde İstanbul’da kurulmuş olan bağımsız bir sivil toplum kuruluşu olarak Türk Edebiyatı alanında çalışmalar yapan yazarlara destek veriyor.
ÖDÜLLER VE FAALİYETLER
Veyis Güngör’ün almış olduğu bu ödül, Hollanda Türkleri olarak hepimizi gururlandıracak bir ödüldür. Yaşamı, başarılı faaliyetler ve ödüllerle dolu olan Veyis Güngör, aslında hak ettiği yeri henüz bulamadı.
Bakan olması, en azından Lahey Büyükelçimiz olması gereken Veyis Güngör, neden uzamıyor ?
‘Hollanda’ denince, akla gelen ilk isimler arasında yer alan Veyis Güngör’ün, yaptığı ve yaptırdığı etkinlikler, yazdığı ve yazdırdığı, yayınladığı ve yayınlattığı, yaptığı ve yaptırdığı onlarca, yüzlerce ve hatta binlerce esere imza atmış bir düşünür olmasına ve de, Recep Tayyip Erdoğan’a ve AK Partiye yakınlığı ve hizmeti bilinmesine rağmen, Ankara tarafından hâlâ keşfedilememiş olması şaşırtıcı bir durum. Şimdiye kadar Bakan olması, en azından Lahey Büyükelçimiz olması gereken bu insan için, argo bir deyimle, ‘Veyis Güngör neden uzamıyor’ şeklindeki sorunun önce yanıtını vereyim, sonra da Güngör’ün neden uzaması gerektiğini, yani üst yönetici olmayı hak ettiğini ortaya serecek olan röportajları sunayım.
NEDEN UZAMIYOR?
Kendisini yakından tanıyan bir yazar olarak, sırf kendi görüşlerimi değil, O’nu yakından tanıyan dostlarının da görüşü olarak, çok kısaca şunları yazabilirim:. Hakiki ve sahte dostu tespit etmekte zayıf kalıyor.
Dost bildiği sahte dostlar, O’nu hakiki dostlarından uzaklaştırmaya çalışıyorlar ve başarılı oluyorlar.
Ankara’nın güçlü isimleriyle tanıştırdığı hakiki dostlar, O’nu hak ettiği övgüyle perçinlemeye çaılşırlarken, sahte dostlar O’nun kuyusunu kazıp kendilerine yol açmaya çalışıyorlar. Bu nedenle hakiki dost kaybı yaşayan Güngör, ortada sadece kuyu kazan sahte dost kalınca uzayamıyor.
NEDEN UZAMASI LAZIM? Veyis Güngör için, ‘Neden uzaması lazım’ sorusunun en iyi cevabını alttaki röportajlarda bulabileceksiniz:
‘Sosyal Bilimlerin Gözüyle Teknoloji Devrimi’ isimli kongre’de önemli bir konuşma yapan Güngör, Hollanda Türkleri’nin gurur kaynağı oldu.
Oturum başkanının, “Şimdi Hollanda’ya sığmayan Veyis Güngör’ü dinleyeceğiz” şeklindeki sunumu ve konuşma sonundaki “Dünya insanlığının sorunlarına dikkat çeken olağanüstü muhteşem bir konuşma” demesi alkışlandı.
Ünlü düşünce insanları arasında yer alan Veyis Güngör’ün kongrede yaptığı konuşmanın tam metnini ve kendisini tanıtan röportajı sunuyorum.
İlhan KARAÇAY yazdı:
Hollanda’daki Türk Sivil Toplum Kuruluşları arasında önemli bir yeri olan Türkevi Araştırmalar Merkezi’nin Başkanlığını yapan akil adamlarımızdan Veyis Güngür, İstanbul’da organize edilen bir kongrede yaptığı konuşma ile fırtına estirdi.
Kariyer Merkezi (MARKAM) ve TESAM işbirliği ile ”6.Uluslararası Sosyal Bilimler Kongresi, Sosyal Bilimlerin Gözü İle Teknoloji Devrimi” konu başlıklı seminer 7-8-9 Aralık tarihlerinde yapıldı. 7 Aralık 2022 Çarşamba saat 09.30-15.30’da Göztepe Kampüsü Dr. İbrahim Üzümcü Konferans Salonunda iki oturum şeklinde düzenlenen Kongrenin, diğer oturumları online olarak 8- 9 Aralık 2022 tarihlerinde yapıldı.
Ünlü düşünce insanları arasında yer alan Veyis Güngör’ün kongrede yaptığı konuşmanın tam metnini ve kendisini tanıtan röportajı sunuyorum.
Oturum başkanının, “Şimdi Hollanda’ya sığmayan Veyis Güngör’ü dinleyeceğiz” şeklindeki sunumundan sonra söz alan Veyis Güngör, ‘Batı’da Teknolojinin Egemenliği ve Yaşam Felsefesini Kaybeden Gençlik’ başlıklı konuşmasında, Hollanda’dan örnekler vererek, Batı’nın, gençleri iyi yönetemediğini vurguladı.
Veyis Güngör, konuşmasına şöyle başladı:
“Utrecht Hümanist Üniversitesi Felsefe ve Ahlak Bölümü öğretim üyesi filozof Joep Dohmen’in “Birisi Olmak, Şahsiyetin Oluşumu” kitabının, 2022 kasım ayında yayınlanmasıyla, Batı’da yaşam sanatı felsefesi yeniden tartışma konusu oldu. Çünkü, ‘Batı’, Hıristiyanlık, bilim, sosyalizm ve kapitalizm yüzünden yaşam sanatını kaybetti. Teknoloji ve neo-liberal kapitalizmin tartışmasız egemenliği, özellikle gençlerde yaşam felsefesi ve üslubunun kaybolmasına sebep oldu. Batı’da, geçmiş dönemlerde, din ve sosyal yapılar, insanlara bir yaşam yolu gösteriyordu. Günümüzde bunun yerini, bireysel özgürlükler aldı. Modern insan, bir başkasının verdiği kararla hareket etmek istemiyor, ancak kendisi için neyin iyi olduğunu da bilmiyor ve ikilem içerisinde kalıyor. Gençler, içinde bulundukları neo-liberal kapitalist sisteme iyi yetişmeden, yani şahsiyetleri oluşmadan giriyorlar. Bunun için sisteme karşı bir eleştiri mekanizması da geliştiremiyorlar. Gençler, otuz beş yaşlarına gelince, kendilerini elleri boş, güçsüz ve tereddüt içinde buluyorlar. Bu sunumda, filozof Joep Dohmen’in düşüncelerinden hareketle, insanın kendini bilmesi, toplum içinde sınırlarının farkına varması, disiplinli olması, yaşamı daha anlamlı kılması, egoist olmaması, yani bir yaşam sanatı geliştirmesi üzerinde durulacaktır.”
Veyis Güngör, Hollandalı filozof Joep Dohmen’in kimliği ve fikirlerini içeren konuşmasını şöyle sürdürdü:
“Joep Dohmen kimdir?
Dohmen, 1949 yılında Alman Nazi kamplarından kurtulan bir köle babanın ve gün ışığı görmemiş Hollandalı bir rahibenin oğlu olarak dünyaya gelir. Dönemin gençlik akımları içinde, özgürlük namına rezilliğin diz boyu olduğu bir hayat sürer. Utrecht, Berlin ve Leuven Üniversiteleri’nde felsefe eğitimi alır. 1992 yılında yayın hayatına başlayan Felsefe Dergisi’nin kuruluşu ve yardımcı yayın yönetmeni olur. 1994 yılında, ‘Nietzsche’nin doğası’ konulu çalışmasıyla doktorasını verir. 1998 yılından itibaren Utrecht Hümanist Üniversitesi’nde ders veren Dohmen, 2002 yılında ‘Yaşama sanatı antolojisi” ve 2014 yılında da “İyi yaşam üzerine büyük filozoflar” konulu kitaplarını yayınlar.
Dohmen kendini şöyle tarif ediyor:
“İkinci Dünya Savaşı sonrası bir kuşağa ait birisi olarak, güya özgürlük, eşitlik, emansipasyon adına savaştık, ancak karşı olduğumuz ekonomik sisteme ve gelişen refah için bir tohum olmaktan ileri gidemedik. Sınırsız eğitim imkânları, doyumsuz cinsellik, müzik, esrar ve eroin deneyimlerinden sonra, salak uyuşuk hedonistler haline geldiğimizi’ gördük diyor.
Bir yaşam sanatı ve stili geliştirmeyi, kendimi araştırmayı, Alman düşünür Nietzsche’yi tanıdıktan sonra başladım.”
Dohmen’in felsefi düşüncesi
Hümanist Joep Dohmen’in felsefi düşüncesinin ana çıkış noktasını, kişisel gelişim ve bir varoluş ahlâkı ve yaşama sanatının geliştirilmesi oluşturur.
Dohmen’in bu varoluş ahlâkı teorisinin üç uygulama alanı şunlardır:
– Gençlerin ahlâki eğitimi,
– Yaşlanma sanatı,
– Ahlâki liderlik.
Varoluş ahlâkında ele alınan temel temalar/konular başlıca şunlardır: Özerklik, otantiklik, erdemlilik, mutluluk, tutum, karakter, motivasyon, zaman ve hızlanma, negatif ve pozitif özgürlük, kendini gerçekleştirme, kişisel bakım ve anlamlandırma.
Liberalizmin ortaya koyduğu, özerk/otonom ve kendi kaderini tayin eden birey fikrine karşı çıkan Dohmen, liberalizmin insanları bağımsız ve dokunulmaz olarak tasvir ettiğini düşünüyor. Liberalizmin bu yaklaşımının insanları izole eden, yalnızlaştıran bir mit olduğunu belirtirken, diğer taraftan, insan hayatına çok fazla müdahale eden paternalizme karşı çıkıyor.
Otantik birey, yaşadığı ortamdan bağımsız olamadığı gibi, aynı zamanda, kendini gerçekleştirecek, kendisi olacak bir alana ihtiyaç duyar.
Muhafazakârların, ‘Otantik birey eninde sonunda egoist veya narsist olur’ görüşünü ret eden Dohmen, bireyin kendisi olması hali, aynı zamanda toplum için sorumluluğu da beraberinde getirdiğini savunmaktadır.
İnsan kayıtsız kalamaz İnsanın kayıtsız, sorumsuz olamayacağını, bunun için bir yaşama sanatı modeli ve örneği geliştirdiğini, örneğin günümüzde var olan pozitif düşünme, öz yönetim, kendi kendini yönetme, hedonizm, zenBudizm ve new age gibi hareketlerin, dominant yaşam tarzı neo-liberalizme bir alternatif oluşturduğuna dikkat çekmektedir. Bu popüler yaşam şekilleri, ‘hayatı daha yaşanılabilir’ iddiasını sahiplenir.
Kişinin kendini bilmesi
Yaşama sanatı aynı zamanda, kişinin kendini bilmesi, tanıması ve bu yönde gayret sarf etmesiyle mümkündür. Bunun gerçekleşmesi için Dohmen, beş teknik önermektedir.
Bunların başında, kişinin kendi hakkında bilgiye sahip olması gelmektedir.
İkincisi, bu bilgiyi kişinin yaşamında uygulaması ve davranışlara yansıtmasıdır.
Üçüncü olarak, kişinin kendi değeri üzerinde çalışmasıdır. ‘Bu hayattan ne bekliyorum?’ sorusunun cevabını bulmalıdır.
Son iki teknik ise, zamanlama ve toplumsal şuura ermektir.
Dostluk Dostluk, yaşam sanatının olmazsa olmazıdır. İnsanın, dertlerini, sevinçlerini, tecrübelerini, yaşadıklarını anlatacağı, paylaşacağı dostları olmalıdır. Kişinin, şuurlu, amaçlı, dolu dolu bir hayat yaşaması, gelecekten ümit var olması, etrafındaki dostlarla ilişkilerine bağlıdır. Dostluğu, kişinin kendisinde bulamayacağı ahlâki bilgiyi, başarılı bir hayat yaşanması temin eder.
Özgürlük
Özgürlük, ana bir sorundur. İç huzuru olmayanlar, dayanışmayı ve adaleti kaybederler. İşte bu tür insanlar, daha çok kendileriyle uğraşırlar. Bir yaşam sanatına sahip olmak ya da insanın kendini idare etme yeteneğini geliştirmesi, ‘egoizm ya da yaşamlarında başkalarına yer vermemek olarak’ yorumlanır. Bu tamamen yanlış bir bakış açısıdır. Burada, olumlu ve olumsuz özgürlüğü ayırt etmemiz gerekiyor.
Olumsuz özgürlük, başkalarının kendisine karışmamasını önceler. Ancak, yaşam sanatı, olumlu özgürlüğün gelişmesini sağlar. Beraberinde iç huzuru, barışı getirir. Ne ve kim olduğunu, ne istediğini bilirsin. Böyle bir mekanizmanın geliştirilmesi için, başkalarına ihtiyacın var. İç huzuru yakalamışsan, kendi dışındakilerle daha iyi ilişkilere girebilirsin.
En önemlisi, kendi yaşamının aktörü olabilmektir. Alman düşünür ve doktora yaptığım Nietzsche de böyle düşünüyor.
Elde ettiğimiz hiyerarşik değerler üzerine, kendimiz için bir duruş geliştirmemiz gerekmektedir.
Dohmen’in son kitabı: Birisi Olmak Akış halinde olan bir hayatın içindeyiz. Etrafımızda bir çok şeyden etkileniyoruz ki, farklı seçenekler de var. O kadar ses var ve sürekli bir bilgi akışına muhatap oluyoruz. Bütün bunların içinde, nasıl kendimiz olabiliriz? İsteklerimizi, hissettiklerimizi nasıl araştırabilir, neler istediğimizi nasıl keşfedebiliriz?
Geçtiğimiz dönemlerde, kendi hakimiyetimizi kaybettik. Bunu yeniden elde etmeliyiz. Şartlar ne kadar olumsuz ve zor olursa olsun, hayat ne kadar hızlı akarsa aksın, nasıl yaşamamız gerektiğini öğrenebiliriz. Karşılıklı, birbirimize değer vererek, farklılıklarımızı zenginlik sayarak, yeniden daha anlamlı ve dolu dolu bir hayat geliştirebiliriz.
Joep Dohmen, son kitabının birinci bölümünde, günümüzdeki yabancılaşma, varoluş belirsizliği ve doyumsuzluğu tartışmaya açıyor.
İkinci bölümde, Sokrates’ten Nussbaum’a kadar, filozofların, form, şekil, terbiye, yetişme kavramlarına nasıl eğildiklerini anlatıyor.
Üçüncü bölümde ise, genellikle düşünür Foucault’un eleştirel bir takipçisi ve kendi görüşü olarak pedagojideki çıkmazların giderilmesini ele alıyor.
Kitapta, varoluş ahlakı, insanın kendisi hakkında bir bakış açısı geliştirme, motivasyon, kendini bilmeden kendin olamama, öz disiplin, başkalarının çıkarı, yetişme ve içinde bulunulan zaman, ölüm, hayatın bir seyahat olması gibi konular işlenerek, örnek bir yaşam teklifi denemesi yapılıyor.
Kitabın mesajı, tek kelimeyle, ey insan, ey ademoğlu “İradeni kendi eline al”.
Gençlik, şahsiyet ve kapitalizm “Ne yazık ki, ‘Batı’ olarak, Hıristiyanlık, bilim, sosyalizm ve kapitalizm yüzünden, yaşam sanatımızı ve üslubunu kaybettik. Bu dünyada ânı yaşamayı telkin etmeyen Hıristiyanlığa karşıyım. Bilimi, bir yardım aracı olarak kabul ediyorum. Solcuları, adalete ilgi duydukları için sempatik buluyorum. Ancak, programlarında şahsi sorumluluğa yer vermedikleri için tehlikeli buluyorum. Sağcılara karşıyım. Bir çoğu kalpsiz, merhametsiz ve vicdandan yoksun.”
Yukarıdaki satırların yazarı, Utrecht Hümanist Üniversitesi Felsefe ve Ahlak Bölümü öğretim üyesi filozof Joep Dohmen. Böyle aykırı ve geleneğe isyan etmiş bir filozof olan Dohmen’in son kitabı kasım (2022) ayında yayımlandı.
“Birisi Olmak, Şahsiyetin Oluşumu” başlığını taşıyan kitap 816 sayfadan oluşuyor. Uzun zamandır beklenen kitap, Hollanda basınında büyük ilgi gördü. Kitabın tanıtımı çerçevesinde yazarla çeşitli söyleşiler yapıldı.
Filozof Joep Dohmen ile yapılan söyleşilerde öne çıkan bazı görüşleri aşağıdaki şekildedir:
Filozof Dolmen, Batı toplumlarında işlerin iyi gitmediğine inanıyor.
Dohmen’e göre, geçmişte, dini ve sosyal yapılar, insanı iyi bir yaşam yoluna yönlendirirdi. Günümüzde ise bu kurumlar yerini bireysel özgürlüklere terk etti. Modern insan, bir başkasının verdiği kararlar doğrultusunda yaşamak istemiyor. Ancak, kendisi için neyin iyi olduğunu da bilmiyor. Bir ikilem, bir çıkmaz içinde.
Gençler, pazar ekonomisinin ve teknolojinin egemen olduğu, neo-liberal kapitalist sisteme iyi yetişmeden, hazırlanmadan yani şahsiyetleri oluşmadan giriyorlar. Böyle olunca, bir çok genç, sisteme karşı eleştiri mekanizmalarını geliştiremiyor. Yıllarca piyasanın kendilerine empoze ettiği değerlerle yetişiyorlar. Gençlerin, otuz beş yaşlarına gelince, kendilerini elleri boş, güçsüz ve tereddüt içinde bulduklarını belirtiyor filozof Dohmen.
Gençlerin bu hale düşmesi, geçen yüzyılın yarısından sonra verilmeye başlanan, romantik ve anti-patarnalist ‘özgürlük-mutluluktur’ yetişme felsefesinden kaynaklanmaktadır. Dolmen’nin analizi ise şöyle: “Ebeveynler artık çocuklarının kaprislerine ve isteklerine direnme yetkisine sahip değiller. Oysa, bu çok önemli ve zorunludur. Zira çocuklar ve gençler henüz kişiliklerini kazanmadıkları için, yönlendirilmeye ve disipline ihtiyaçları vardır. Bu çerçevede, Fransız hükümeti, okullarda akıllı telefonları yasaklamıştır. Bu davranış, ailelerin piyasa ve teknolojinin insanı kıskaca almasına karşı, tekrar çocuklarının yanında olduklarının bir ifadesidir.”
Dohmen felsefesi öğretisine göre, insan kendini tanımalı, neleri yapıp neleri yapmayacağını bilmeli, toplum içinde insanlarla ilişkilerinde kendi sınırlarını tanıması gerekmektedir. Zira kendi kendinin farkında olmayanlar, başkaları tarafından yönlendirilmeye müsait olurlar. Bunun için, insan öncelikle kendine karşı dürüst olmalıdır.
Joep Dohmen kitabında, klasik bir vizyondan hareketle, felsefeyi kişisel bir şekillenme süreci, bir varoluş eğitimi olarak değerlendiriyor. Buna göre şahsiyetin geliştirilmesi, şekillenmesi ve oluşması ana düşüncedir. Kişinin kendini bilmesi ve disiplinli olması, hayata daha anlamlı bağlanmasını beraberinde getirir. İnsanın ‘kendisi’ olması, ‘birisi’ olması ‘egoist’ olmaması, otantik ve başkalarının da farkında olmasıdır.
Hepimiz, birisiyle konuşmaya başlarken, ‘nasılsın, iyi misin’ sorusunu sorarız. Konuştuğumuz kişi de, ‘iyiyim, şükürler olsun’ cevabını verir. İnsanlar, genel olarak cevaplarını kendi sağlık durumlarına göre verirler. Ama, sorunun temelinde, insanın doğru yolda olup olmadığı, kendisi olup olmadığı, varoluş istikametinde olup olmadığı kastedilmektedir. Bu soruya hakkıyla cevap verilmesi, ancak şahsiyetin gelişmesi, geliştirilmesiyle mümkündür.
Kısacası, insanın bir yaşam felsefesine sahip olması ve bu yönde şahsiyetini geliştirmesi, ilişkilerini tayin etmesi, kendisi olması, toplum içinde sınırlarını bilmesi, bu şuura sahip olması gerekmektedir. Günümüzde, yaşamı bir sanat gibi gören ve yaşayan, daha estetik bir yaşam üslubu geliştiren, şahsiyeti gelişmiş güçlü bireylere ihtiyaç duyulmaktadır.”
Oturum başkanının, Veyis Güngör’ün bu konuşmasından sonra, “Dünya insanlığının sorunlarına dikkat çeken olağanüstü muhteşem bir konuşma” demesi alkışlandı.
İLHAN KARAÇAY, HOLLANDA’DA BİR FENOMEN OLAN VEYİS GÜNGÖR İLE KONUŞTU
UETD Hollanda başkanlığını devrettikten sonra inzivaya çekildiği sanılan Veyis Güngör, ‘Etkinliklerimin en etkilileri asıl şimdi başlıyor’ diyor.
Hollanda’da etkinlik yapma rekorlarını ekarte etmekte olan Veyis Güngör’ün, bundan sonraki ilk etkinliği ‘Mesnevi’yi okuma öğretisi’ olacak
25 yılda tam 101 eser yayınlayan Güngör, dünyanın dört bir yanında yapılan konferans ve seminerlere de imza attı
O’nu çok başarılı bir öğrenci olarak tanımıştım. Yeni GÜNAYDIN gazetesini yönetirken, Hollanda’da yetişmekte olan Türk gençleri için bir kompozisyon yarışması düzenlemiştik. Birinciliği O genç kazanmıştı. O gencin adı Veyis Güngör’dü. Amsterdam Hilton Oteli’nde yapmış olduğumuz ödül töreni, ülkenin en büyük gazetesi De Telegraaf’ta yarım sayfalık bir haber olmuştu.
O’nu çok başarılı bir öğrenci olarak tanımıştım. Yeni GÜNAYDIN gazetesini yönetirken, Hollanda’da yetişmekte olan Türk gençleri için bir kompozisyon yarışması düzenlemiştik. Birinciliği O genç kazanmıştı. O gencin adı Veyis Güngör’dü. Amsterdam Hilton Oteli’nde yapmış olduğumuz ödül töreni, ülkenin en büyük gazetesi De Telegraaf’ta yarım sayfalık bir haber olmuştu.
Hollanda’da etkinlik yapmaya öğrencilik yıllarında başlamıştı Veyis Güngör. Ama isterseniz daha öncelere gidelim ve soralım kendisine:
– Hollanda’daki renkli yaşamınızdan önce, tabii ki bir Türkiye yaşamınız vardı. Bize Türkiye yaşamınızdan söz eder misiniz?
– ”Memnuniyetle. 1962 yılında Anadolu’nun Toroslar’a yaslanmış bir kasabasında dünyaya gelmişim. O kasabanın adı Akören (Konya). Babam o zaman çiftçilikle uğraşırmış. Henüz ilkokula başlamamıştım. Bir gün, babamın elimden tutup kasabanın kalabalık caddesindeki esnafları ziyaret ettiğini ve ‘Allahaısmarladık’ dediğini hatırlıyorum. Sonraki yıllarda anlıyorum ki, babam Avrupa’ya, Hollanda’ya gidiyormuş. Ailenin en büyük erkek çocuğu olarak kasabada ilk ve orta okul, şehirde liseyi bitirdim. Çocukluğumdam beri insanlarla iç içe olmaya ve sosyal olaylara ilgi duymama rağmen, beni bir an önce bir meslek öğrensin diye sanat okuluna kayıt ettirdiler. Liseyi bitirdikten tam bir yıl sonra, yani 1980’nin ağustos ayında aile birleşimi çerçevesinde Hollanda’ya göç ettik. Altı aylık bir lisan kursundan sonra iş aramaya başladım. Amsterdam Belediyesi’nde tam bir yıl çalıştım. Bu süre içinde okuduğum ve çok etkilendiğim Taha Akyol’un `Tarihten Geleceğe` kitabı bana farklı bir gelecek perspektifi tayin etmeme vesile oldu. Bu çerçevede rahmetli Erol Güngör başta olmak üzere, Mümtaz Turhan, Hilmi Ziya Ülken, Nurettin Topçu, Peyami Safa, Mehmet Kaplan, Necip Fazıl Kısakürek gibi fikir ve düşünce adamlarıyla tanışmayla birlikte, özellikle sosyoloji merakı hasıl oldu bende. Sosyolojinin kurucusu Ibn-i Haldun’u yine bu kitap sayesinde öğrendim.
Bu heyecanla 1984 yılında Amsterdam Üniversitesi Pedagoji Bilimleri Fakültesinde öğrenime başladım. Pedagoji’nin ne kadar zor ve çetrefilli bir bilim dalı olduğuna kanaat getirdim. Bunun yanısıra aynı üniversitenin Siyasal Bilgiler Fakültesinde Orta Doğu Tarihi ek programını takip ettim. Üçüncü Dünya kavramı ve dünya üzerindeki özellikle Orta Doğu’daki azınlıklar başta olmak üzere, 20’nci yüzyıla mührünü vuran ideolojileri (Hitler Almanyasını, Mussolini İtalyasını, Lenin-Stalin Rusyasını) ve Batı düşünce akımlarını (Liberalizm, Sosyalizm, Nasyonal Sosyalizm, Hümanizm vs.) yakından öğrenme imkânı buldum. Üniversite son sınıfta Erasmus Değişim Programı çerçevesinde Preston (İngiltere) da Etnik Azınlıklar Politikaları üzerine de eğitim aldım. 1990 yılında Amsterdam Üniversitesi Pedagoji Fakültesinden lisans (master) alarak mezun oldum. Aynı fakültede (1991-1992) eğitim yılında yabancı öğrenciler danışmanı olarak görev yaptım. Bu yıllarda Hollanda Diyanet Vakfında Hollandaca ve Türkçe olarak “Arayış ve İslam” dergisini çıkardım. Part time olarak Cordaid (Kalkınma İşbirliği Ajansı) kurumunun Orta Avrupa-Doğu masasında proje görevlisi olarak çalıştım. Haftanın geri kalan günlerini ve özellikle her akşam en az üç saatimi sosyal, kültürel, bilimsel etkinlikler ve çalışmalara ayırdım. DÜNYA Gazetesi, Haber ve HaberA dijital gazetede, genellikle Hollanda’daki insanlarımızın sorun ve faaliyetleri ile ilgili yazılar yazmaktayım. Evliyim ve iki çocuk babasıyım.”
– Sayın Güngör sosyal, kültürel, bilimsel etkinlikler ve çalışmaları biraz açalım
– ”Hay hay!.. Yukarıda insanlara ve sosyal olaylara ilgimdem bahsetmiştim. Küçük yaşlardan beri, sanki kaos içinde olan etrafımı düzenleme, örgütleme, organize etme gibi bir his var içimde. Daha yedi, sekiz yaşlarında, aklımız henüz siyasete ermezken, mahallenin çocuklarını biraraya toplar ve grup oluştururdum. Hiç unutmam mahallede oluşturduğumuz Beşiktaşlılar grubuyla tüm mahalledeki evlerin kapılarına, duvarlarına BJK ibarelerini yazmıştık bir akşam vakti. Sonraki yıllar malum… Memleket kurtarma…
Bu haleti ruhiye içinde sosyal, kültürel ve diğer etkinliklerimiz Amsterdam Üniversitesinde oluşturduğumuz ‘Gençlik Komitesi’yle devam etmiştir. Artık misyonumuz, Hollanda’da Türk kültürünün kurumlaşması sürecinde gerek üniversite bünyesinde, gerek ülke düzeyinde sosyal ve kültürel etkinliklerde bulunmaktır. 1990’lı yıllara yaklaştığımızda, sosyal bilimlerde öğrenmiş olduğumuz bazı metodları mensup olduğumuz insanların hizmetinde kullanmak olmuştur o yıllardan günümüze amacımız. Mesela üniversitede okurken kurmuş olduğumuz Hollanda Türk Akademisyenler Birliği Vakfı, Hollanda’da oluşmakta olan kültürümüze sayısız Hollandaca ve Türkçe kitap kazandırmıştır. Devamında kurduğumuz Amsterdam Türkevi Derneği, Hollanda tarihinde ilk defa ata sporumuz yağlı güreşleri organize ederek bu kültür değerimizin Hollanda’da tanınması ve gençlerimiz tarafından benimsenmesine sebep olmuştur. Türkevi Derneği’nin etkinlikleri sadece Holanda’yla sınırlı olmayıp, Türkiye başta olmak üzere Balkanlar, Orta Asya ve Afrika ülkelerinde de onlarca kalkınma işbirliği projelerin gerçekleşmesine vesile olmuştur. Bir zamanlar Prizren’de yayın yapmakta olan Yeni Dönem Radyosu, Üsküp’te yayınlanmakta olan „Yeni Balkan“ gazetesi, Kişinov’da yayınlanan „Ana Sözü’’ hemen aklıma gelenler arasında.
Bunların yasıra, on yıl önce yani Hollanda Türk göçünün 40. yılında ;
Araştırma dalında: “Hollanda Güncesi“, Dr. Kadir Canatan`, “40 Yıl, 40 İnsan ve 40 Öykü“, Yavuz Nufel ve “Rembrandt’tan van Gogh’a“, Emel Ertop.
Edebiyat dalında: “Göçmen İşçiler Ağıdı“, Nuri Can, “Gurbetten Sılaya“, Aşık Çağlari, “Nevbahar“, Hüseyin Kerim Ece ve “Derdaniden Deyisler“, Ali Karaahmet ait kitaplar yayınladık.
Belgesel film dalında:Olie Worstelen/Yağlı Güreşler, Mehter in Holland/Hollanda’da Mehter, Tolerant Islam: MEVLANA / Hoşgörü – İslam: Mevlana ve Maria in de Qoran / Kur’an da Hz. Meryem konulu filmlerin Hollandaca baskısını yaparak piyasaya sunduk.
İşte bu tür etkinliklerimiz Sakarya Üniversitesi Sosyoloji bölümünde doktora tezi olmuş ve tez kitap olarak yayınlanmıştır.
Veyis Güngör, Doğu Türkistanlı Uygurlar’ın özgürlük savaşçısı Rabia Kadir’i de Hollanda’da ağırladı ve Hollandalı devlet yöneticileri ile tanıştırdı.
– Peki, son on yıl bu çalışmaların yanısıra lobi faaliyeleri de diyebileceğimiz siyasi katılım, Avrupa Birliği Türkiye ilişkileri analanlarında da etkin oldunuz. Bu dönemi kısaca değerlendirir misin?
– “Son sekiz, on yılda, sizin de ifade ettiğiniz gibi, yürüyen faaliyelerin yanısıra, özellikle Türkiye’nin Avrupa Birliği üyeliği süreci başta olmak üzere, içinde yaşadığımız ülkede insanımızın siyasi katılım alanında etkin olması yönünde gayret sarfettik. Bu etkinliklerimizi kısa adı UETD olan Avrupalı Türk Demokratlar Birliği Hollanda şubesi olarak icra ettik. Bilindiği üzere, Türkiye – AB ilişkileri özellikle 2003’ten başlayarak sonraki yıllarda çok ciddi bir ivme kazandı. Türkiye’ye aidiyet duyan bireyler ve yöneticisi oldiğumuz kurumlar olarak bu süreçte pasif kalamazdık. Çünkü heyecanlanıyorduk. Avrupa Birliği değerlerinin, yani insan hakları, demokrasi, sivil toplum, düşünce özgürlüğü yani insanca yaşama değerlerinin ülkemize hakim olması, bu yönde bir çok adımlar atılması bizi heyecanlandırıyor hatta gururlandırıyordu. İşte biz de bu süreçte üzerimize düşen görevi yapmaya gayret ettik. Örneğin, Konya demokrasi okulu projesi, Antalya’da Filistinli yazar ve gazetecilerle sivil toplum çalıştayı, Hollanda Hükümeti Bilimsel Danışma Kurulunun “Türkiye, İslam ve Avrupa Birliği” raporunun tercümesi ve kitap olarak yayınlanması, Türkiye – AB ilişkilerinde Avrupalı Türk Sivil toplum kuruluşlarının rolü, gibi bir çok çalışma bu çerçevede olmuştur. Siyasi çalışmalarımız elbette bunlarla sınırlı kalmayıp, Hollanda’daki siyasi partiler, sendikalar ve Hollandalı sivil toplum kuruluşlarıyla ortak yaptığımız bir çok program da, Hollanda’daki insanımızın siyasi bilincinin yükselmesini amaçlamıştır. Bunlara ilaveten, aynı çerçevede Balkanlarda, örneğin Kosova’da sivil toplum ve demokrasi okulu, Ohri’de Avrasya Sivil Toplum Forumu projelerimiz de Türk ve Akraba topluluklarda biraz önce bahsettiğim insani değerlerin yayılması ve yerleşmesi yönündeki uğraşlarımız olmuştur. Ve sekiz yıl süren bu yorucu, yoğun ama onurlu çalışma sonunda, geçtiğimiz aylarda UETD Hollanda görevini yeni arkadaşlara devretmiş oldum. Şu anda geride bıraktığımız 8 yılın bir değerlendirmesi mahiyetinde bir kitap çalışmasıyla meşgulüm”.
Veyis Güngör, dünyanmın dört bir yanından davetlilerin katıldığı ‘Süreli Yayınlar Sempozyumu’ adı altındaki toplantıları yıllarca organize etti. Türkçe yayın yapan insanlar bu sempozyumlara yığınlar halinde katıldılar.
– Yeni kitap çalışmanızın adı ne olacak? İçeriği hakkında bilgi verir misiniz?
– ‘Üzerinde çalıştığım ve yaz tatilinden önce yayınlamayı planladığım kitabın adı: UETD Hollada’nın Altın Yılları 2005 – 2013.
Adından da anlaşılacağı üzere, kitap bizim son sekiz, dokuz yılımızı anlatan daha çok siyasi açıklamalarımızın yer aldığı, bir tür siyasi tarih kitabı olacak. Kitap üç ana bölümden oluşuyor. Birinci bölüm, UETD’de göreve geldiğimiz tarihten itibaren yayınlamış olduğumuz bildiriler ve faaliyetlerimizin bültenlerinden oluşmakta. İkinci bölüm UETD ve çalışmaları ile ilgili köşe yazılarından oluşmakta. Bu bölümde Prof. Dr. Talip Küçükcan, Yavuz Nufel, Ali Çimen, Ali Kılıçarslan, Cengiz Özdemir, İlhan Karacay, İbrahim Karaman gibi gazeteci ve yazarların yanısıra, benim ve Ahmet Suat Arı’nın UETD ve çalışmaları ile ilgili yazılarına yer verilmekte. Üçüncü bölüm ise, gazte küpürlerinden oluşan, basın kesitlerine yer verilmekte. Kitap tarihe düşülen bir not olarak da yorumlanabilir. Türkevi Yayınları arasında çıkacak olan kitap orta boy olup 1000 sayfadan oluşacak”.
– Tam da bu noktada size sormak istediğim UETD başkanlığı meselesi var. Başkanlığı devretmeyle ilgili bazı spekülasyonlar dolaşıyor. Birinci elden olayı anlatır mısınız?
– Siz de çok iyi bilirsiniz ki, Hollanda’da bir gelenek var. İnsanlar bir işte, bir görevde onlarca yıl kalmazlar. Bir iki dönem sonra kendileri yaptıkları işi, üstlendikleri görevi bir başkasına devrederler. Bu devretme hem kişiler hem kurumlar için bir yenilenmedir. Kan değişimidir. Buradan hareketle biz de, arkadaşlarımla birlikte 8 yılı aşan bir süreyle UETD Hollanda yöneticiliği yaptık. Bu gelenekten hareketle, tam bir yıl önce yönetim kurulumuzun aldığı karar gereği devir teslim çalışmaları başladı ve yeni arkadaşlarımıza devrettik. Bunun yanısıra, biz görevi devretme hazırlığı sürecindeyken, UETD teşkilatında genel anlamda bir de konsept değişikliğine gidildi. Lobi merkezli bir teşkilatttan, taban ağırlıklı bir hizmet anlayışı gelişti. Ben ve arkadaşlarım bu değişikliği saygıyla karşıladı. Belki etrafta dolaşan spekülasyonlar bu çerçevededir. Şunun bilinmesinde fayda var. 25 yılı aşan bir süredir Hollanda merkezli, Türkiye, Balkanlar hatta zaman zaman Orta Doğu ve Afrika’yı da içine alan bir sivil toplum hizmetimiz var. Bu çalışmaların merkezi, varoluş felsefemize uygun, Anadolu’da bin yıldır oluşturduğumuz medeniyet anlayışımızla milletimize ve insanlığa hizmet etmektir. Biz hangi kurumda olursak olalım, dünya görüşümüz ve duruşumuz hep aynı oldu, bundan sonra da değişmeyecek. Hz. Pir Mevlana Celaleddin Rumi, Piri Türkistan Hoca Ahmet Yesevi, Yunus Emre, Hacı Bektaş-i Veli, Evliya Çelebi ve bunların ortaya koydukları misyon bizim ilham kaynağımızdır. Bu anlayışımız UETD Hollanda döneminden önce de, UETD döneminde de ve yarınlarda da sürecektir”.
Veyis Güngör, 25 şubat 2009’da Amsterdam’da düşen THY uçağında can verenlerin anısına dikilen anıtın açılışına da katkıda bulundu. Fotoğrafta Veyis Gungor ve İlhan Karaçay anıt önünde görülüyorlar.
– Anlaşıldığı kadarıyla, bu faaliyetleriniz bundan sonra da devam edecek. Bu faaliyetleriniz Türkevi Araştırmalar Merkezi adı altında mı yapılacak? Bu kuruluş hakkında biraz daha bilgi verebilir misiniz?
– ”Memnuniyetle. Türkevi Araştırmalar Merkezi’ni (TAM), sosyolog Talip Küçükcan beyle birlikte, bilimsel araştırmalar yürütmek, stratejik analizler yapmak, bilim, siyaset ve medya dünyası ile kamuoyuna tarafsız ve doğru bilgiler vermek amacıyla 2004 yılında kurduk. TAM’ın, eğitim ve insan kalitesinin giderek yükseldiği yeni bin yılda doğru ve güvenilir bilgi üretimine katkıda bulunmayı amaçlayan bağımsız bir bilimsel araştırma merkezi olduğundan kimsenin kuşkusu olmasın.
TAM, Hollanda ve Avrupa’da yaşayan Türkler’in sorunlarına sürdürülebilir çözümler üretmeyi amaçlamaktadır. Ayrıca, Avrupa değerlerinin Türkiye’de, Türk kültür ve uygarlık birikiminin ise Avrupa ülkelerinde tanıtılmasını sağlayarak Türkiye-Avrupa Birligi ilişkilerine katkıda bulunmayı hedeflemektedir. Bu amaca yönelik olarak TAM, Avrupa’daki eğitim, araştırma, düşünce kuruluşları ve sivil toplum kuruluşları ile ortak çalışmalar yürüterek doğru ve nitelikli bilginin üretilmesine imkan sağlamakta, ulusal ve uluslararası bilimsel araştırma projelerini desteklemekte ve üretilen bilginin daha geniş kitlelere ulaştırılması için yayın, sempozyum ve konferans faaliyetlerinde bulunmakta ve yetkin bilim adamları yetiştirilmesi için imkânlar sağlayarak nitelikli insan gücüne katkıda bulunmayı amaçlamaktadır. TAM, başta Hollanda olmak üzere Avrupa ve Türkiye’deki siyasal, sosyal, ekonomik ve kültürel gelişmeleri bilimsel yöntemlerle izleyerek bilim adamı, yöneticiler ve medya için bilgi birikimi sağlamayı amaçlamaktadır.
Hollanda’da on üç yıldır kapsamlı etkinlikler sürdüren Türkevi Derneği’nin bir üst kuruluşu olarak etkinliklerine başlayan TAM bilimsel araştırma projeleri yanında Hollanda başta olmak üzere Avrupa’daki Türk toplumu, Türkiye-AB ilişkileri, Türk kültürü ve uygarlığı hakkında uluslararası araştırma, yayın, sempozyum ve konferans etkinliklerinde bulunacaktır. TAM, bilimsel ve nitelikli bilgi üretilmesine katkıda bulunmak amacıyla araştırmacı yetiştirecek, araştırma kütüphanesi ve dokümantasyon ünitesi kuracak, ihtiyaç duyulan konularda kamuoyunu aydınlatacak görüşler hazırlayacaktır.”
Veyis Güngör eski Başbakan Balkenende’ye Hz Meryem DVD Belgeselini veriyor.
BUNDAN SONRA YAPILACAKLAR
– Peki, bundan sonra Türkevi Araştırmalar Merkezi olarak yapacağınız etkinlikler konusunda bilgi verir misiniz?
-” İsterseniz önce yayınlarımızda söz edeyim: Bildiğiniz gibi Mesnevi’yi uzun ve yorucu bir çalışmadan sonra Hollandacaya tercüme ettik ve yayınladık. Bu yıl ikinci başkısını gerçekleştirdik. İkinci baskısında altı cild bir arada, büyük boy tek kitap olarak yayınladık.
Diğer taraftan, Anadolu Evliyaların Piri olan, Türkistanlı Hoca Ahmet Yesevi’nin hayatını, görüşlerini, Türklerin Orta Asya’dan yayılmalarını konu alan ‘Ahmet Yesevi’ kitabını Hollandaca olarak yayınladık. Önümüzdeki günlerde organize edeceğimiz “Türk kültüründe Tasavvuf ve Ahmet Yesevi” konulu bir çalıştayla kitabı kamuoyuna ve kitap severlere tanıtacağız.
UNESCO’un dünyada kaybolan diller arasına aldığı Nogayca ‘Akşa Nenem’ adında bir hikaye kitabı yayınladık. Hollanda’da yaşamakta olan Nogayların kurduğu Nogay Vakfıyla birlikte yürüttüğümüz bu proje çerçevesinde, bir de ‘Hollanda’da Nogaylar’ belgeselini hazırladık. Ankara’da ve Amsterdam’da organize edilecek programlarla bu kitap ve belgeselin tanıtımı yapılacak.
Bu arada, benimle son yirmibeş yılda yapılan ve çeşitli gazetelerde yayınlanan Avrupa’da Anadolu kitabımın Amsterdam’da bir tanıtım programı olacak.
Hollandalı yazar Mohamed El Fers’in hazırladığı ve Konya Selçuklu Belediyesiyle ortaklaşa yayınladığımız ‘13’üncü Yüzyıl Konyası’na Seyahat’ adlı kitabın tanıtımı Mayıs ayında Konya’da yapılacak.
Yayın faaliyetlerimizin yanısıra önümüzdeki dönemde yapacaklarımız ise gerçekten çok önemli. İlk etapta Mesnevi’nin nasıl okunacağına dair bir kurs-öğreti planladık. Mart ayı içinde başlayacak olan 10 bölümlük bur kurs için duyurulara başladık. Büyük bir ilgi göreceğini umuyorum. Yunus Emre, Dede Korkut, Hacı Bektaş Veli programlarımız sırada.
Diğer taraftan, Leonardo Da Vinci projesi çerçevesinde Lahey Büyükelçiliğimizin Basın Müşavirliği, Hollanda Gazeteciler Cemiyeti ve Avrupa Kopmisyonun hazırladığı ‘Yerel Medya AB ile Buluşuyor’ programının bir bölümünde ‘Hollanda’da Türkçe Medya’ konulu bir çalıştay düzenlenecek.
Hollanda’nın kurtuluş yıldönümü 5 mayısta “Özgürlük Yemeği” düzenlecek. Gençlere yönelik olan bu programda özellikle göçmen gençlerin bu konuda görüşlerine yer verilecek.
Mayıs’ın sonunda, her yıl katıldığımız ‘3. Dünya Türk Forumu’ organize edilecek. Türk Dünyası Akil Kişiler toplantısının da yapılacağı Forum’da “Kültür Diplomasisi; Yeni Araçlar ve Modeller”, “Türk-Ermeni ilişkilerine Tarihsel Bakış” ele alınacak.
Hollanda’ya göç’ün 50. Yılı çerçevesinde ise yıl boyu çeşitli faaliyetlerimiz olacak. Bunların başında, 24, 25, 26 Haziran’da Türkiye’den 5o akademisyenin katılacağı uluslararası ‘Göç’ün 50. Yılında Hollanda Türkiye İlişkileri’ konulu bir sempozyum organize edilecek.
Diğer taraftan, ‘Sivil Toplum’da 25. Yıl’ konulu bir belgesel hazırlanacak. Göç çerçevesinde “Üçüncü Nesilden Birinci Nesile Mektuplar” konulu bir ödüllü kompozisyon yarışması organize edilecek.
Veyis Güngör Bosna Başbakanına DÜNYA’yı gösteriyor
– Yapmayı planladığınız bu etkinliklerin tamamı ‘Türkevi Araştırmalar Merkezi’ adına mı yapılacak?
-”Evet, bundan sonraki faaliyetlerimizi Türkevi adı altında sürdüreceğiz. Ancak bizim uzun süredir devam ettirdiğimiz ve birikte çalıştığımız partner kuruluşlarımızda bazı faaliyetlerde görev alacaklar.”
– Yurttaşlarımız için son olarak söylemek istedikleriniz var mı?
-” Tabii ki var. İnsanımıza hizmet sadece bir çatı altında yapılmaz. Ben UETD’ye başkan olmadan önce de milletimiz ve insanlık için etkinlkler yapıyordum. 25 yılda 101 eser yayınladım. Şimdi, çok değer verdiğim arkadaşlarımla birlikte Türkevi çatısı altıında hizmetlerimizi sürdüreceğiz.”
-Size yeni görevlerinizde başarılar diliyoruz.
-” Ben de sizlere teşekkür ediyorum. Milletimizin her türlü sorunları ile ilgilenmeye devam edeceğimi de sizin kanalınızla duyurmuş olayım.”
Veyis Güngör Kıbrıs sempozyumunda.
Veyis Güngör,Pekin’de öğrenci hareketini başlatan Orkes Nur Muhammet Deleti ile.
Veyis Güngör ve Kosova Çevre Bakanı Mahir Yağcılar
Kendi ülkesinde Başbakan’ın bile bisiklet ile işine gittiğini bilen Hollandalı, Türkiye’de bir parti başkanına gösterilen ilkel ilgi karşısında şoke oldu.
Devlet Bahçeli’nin Mersin ziyareti sırasında Hilton otelinde yaşananlar için, “Hem devlet parası çarçur ediliyor ve hem de insan onuru çiğneniyor” diyen Hollandalı, eğilip bükülenlere, hazırol vaziyette duranlara ve el öpenlere hayretle baktı.
Bir saatlik miting için onbinlerce bayrak ve flama harcaması, ülkenin dört bir yanından Mersin’e akın edilmesi ve en az 15 adet siyah otomobilin Ankara’dan gelmesi, Hollandalı için tam bir peri masalı gibiydi.
İlhan KARAÇAY yazdı:
Burası Mersin. Fotoğrafta görülen bayrak ve flamaların kime ait olduğu hiç önemli değil. Zira bu manzara Türkiye’deki her siyasi parti için geçerlidir. Bu fotoğrafı çeken Hollandalı, 17 Aralık Cumartesi günü Mersin’e giriş yapıyordu. Konaklayacağı Hilton oteline gelinceye kadar, her caddeye asılmış olan bu bayrakların neden konulduğunu sorunca, aldığı cevap üzerine, “İyi ama bu bayrakların sayısı milyon da olabilir. Yazık değil mi bu kadar para harcamaya” diye sordu. Az sonra Hilton’a yerleşen Hollandalı, çok sayıda koyu elbiseli ve kravatlı adam gördü ama buna bir anlam veremedi. Bu siyah takımlı adamların, bir gün sonra yapılacak olan mitinge gelecek olan parti liderini ağırlamaya gelen insanlar olduğunu anlamamıştı Hollandalı.
Hollandalı, sabah güneşinin yansıdığı Hilton’daki gününe mutlulukla başlamıştı.
Kahvaltısını yaptıktan sonra, elindeki kahvesi ile lobiye geçen Hollandalı, boş sandalye bulamamıştı. Zira, az sonra otele gelecek olan parti başkanını karşılamaya gelen siyah takımlı adamlar salonu doldurmuşlardı. Yürüyecek yer bile yoktu. Hollandalı hemen odasına çıktı ve az sonra da kiralamış olduğu otomobil ile dışarı çıktı.
Mersin’in güzelliklerini izleyen Hollandalı, Mersin’in 10 kilometrelik sahil bulvarında hoş vakit geçirdikten sonra, öğle uykusu için Hilton’a geri döndü. Saat 14.00 olmuştu.
Parti başkanının geleceği saatti. Hilton’a yaklaştığı zaman trafiğin yoğunlaştığını farketti. Biraz zaman aldı ama sonunda Hilton’a vardı. Ama Hilton’a giriş kapanmıştı. Polis, Hollandalı’ya el işareti ile ‘devam et’ talimatı vermişti. Hollandalı polise, otel müşterisi olduğunu söylemişti ama polis el işaretini sürdürmüştü. Korna çalanların protestosu üzerine yoluna devam eden Hollandalı, Hilton’a arka taraftan giriş bölümüne geldi. Burada da yol kapalıydı. Oradaki polis de ‘yasak’ ve ‘devam et’ uyarısını tekrarladı. Ama Hollandalı kararlıydı. Otomobilden indi ve polis şefi ile görüşmek istediğini söyledi. Otel müşterisi olduğunu, uzun yürüyüş yapamayacak kadar rahatsız olduğunu söyleyen Hollandalı’nın isteğini kabul eden şef, zor da olsa otele giriş için izin verdi. Girişte de anlatılması uzun sürecek olaylar yaşayan Hollandalı sonunda kendini otelin kapalı garajında buldu.
Otele giriş yapabildiği için sevinen Hollandalı, bu kez otele girme konusunda da zorluk yaşadı. Zevkle seçtiği ve parasını ödediği Hilton’a girmesi zorlaşan Hollandalı, bir otel çalışanının yardımı ile lobiye sokuldu.
Parti lideri Devlet Bahçeli otele gelmişti ve iki saatlik bir istirahat için odasına çıkmıştı.
Asansörlerin önü yığınlar halindeki adamlarla doluydu. Hollandalı resepsiyona yakın bir yerde bir koltuk buldu ve oturdu. Bundan sonra manzarayı seyretmeye ve fotoğraf çekmeye başladı.
Siyah takım elbiseli ve kravatlı adamların, birbirleri ile selamlaşırken, iki büklüm oluşlarını ve hazırol vaziyette duruşlarını ibretle izleyen Hollandalı, bazı yaşlı insanların, kendilerinden küçük insanların el öpüşlerini de ibretle seyretti.
Hollandalı bir ara otelin terasına geçmeyi başardı. Terasta, karşılaştığı bir tanıdık tek başına kahve içiyordu. Sohbet sırasında Hollandalı bu tanıdığına sorularını sıralamaya başladı: “Böyle bir organizasyon ile, otel müşterileri çok rahatsız ediliyor. Bu konuda otele yapılan organizasyon teklifi ret edilemiyor mu?” Muhataptan cevap yok. Hollandalı devam ediyor: “Adabınız, geleneğiniz ve saygınız önemlidir ama, yabancılara da saygılı olmak gerekmiyor mu?”
Muhatap, denizdeki iki hücumbotu göstererek, “Bakınınız, terör korkusu ne gibi önlemler aldırıyor.” demekle yetindi.
Hollandalı sorularına istediği yanıtı alamıyordu. Devam etti. “Tamam anladım, ama müşterileri çok rahatsız eden böyle bir organizasyonu ret edemiyorlar mı?”
Muhatap şöyle yanıt verdi: “Ret için çok önemli bir gerekçe gösterilmesi lâzım. Meydana gelecek rahatsızlıkları önceden bilmek mümkün değil. Ben şahsen şahit olmuştum. Bir otelin genel müdürüne bile giriş izni vermemişlerdi. Hatta bir polis genel müdüre, ‘Biz az önce otel sahibini bile içeri sokmadık’ diye cevap vermişti. Ne yapalım bu da bizim örf ve geleneğimiz.”
Az sonra, Devlet Bahçeli’nin asansör ile aşağı ineceği haberi geldi. Hollandalı da manzarayı izlemek için asansör önüne gitti. Asansörlerin önü, bakleşen insanlarla doluydu. 10 dakika sonra asansörün kapısı açıldı. Ortadan ayrılan bekleşenlerin arasında dışarı doğru yürüyen parti başkanı, hiç kimseye tek laf bile etmeden dışarı çıktı ve otomobiline binerek miting alanına gitti.
Hollandalı çok merak etmişti. ”Bu mitingi nasıl izlerim” diye sorduğu zaman, Mersin33 Televzyonu’ndan canlı izleyebileceği söylendi. Televizyonda miting alanını dolduran onbinlerce insanı gören Hollandalı, bu kez daha çok şaşırdı. Zira, kendi ülkelerinde bir siyasi parti başkanının veya bir Başbakanın toplantısına sadece davetlilerin katıldığını ve bu sayının birkaç yüzü geçmeyeceğini bilen Hollandalı, dört bir yandan gelen insanların tercihine de bir anlam veremedi.
Hollanda’da, başbakan işine bisikleti ile giderken, Türkiye’de bir siyasi liderin 500 kilometre uzaktaki bir yerdeki miting için, Ankara’dan en az 15 adet siyah otomobilin gelmiş olduğunu gören Hollandalı, Hollanda Başbakanını kastederek “Vay zavallı Rutte vay!” demiştir sanırım.
Hollanda Başbakanı Mark Rutte, işine bisikleti ile giderken elma yemeyi de ihmal etmiyor.
Şimdi, kendi ülkesinde bu adet ve geleneğe sahip olan bir Hollandalı’nın, Türkiye’de gördüğü ve yaşadığı adet ve geleneklere şaşkınlıkla bakması gayet normaldir tabii.
Hollandalı’nın yaşadığı miting günü böylece bitti mi?
Tabii ki ‘hayır’.
Miting sonrası Hilton’u yeniden dolduran siyah takımlı ve kravatlı adamlar, bu defa kendi aralarındaki gruplar olarak toplanmaya başladılar. Bu toplantılar sırasındaki ‘üst-alt’ seviyelerin birbirlerine karşı tavırları, Hollandalı için gerçekten çok ilginçti.
Hollandalı son olarak şunları söylüyordu: “ Şahsen ben saygılı davranışları takdir ederim. Hollanda’da bir işveren karşısında sadece işini düşünen ve patronunun varlığını görmemeye çalışan bir işçi tipi varken, Türkiye’de, patronu geldiği zaman ayağa fırlayıp hazırol durumuna geçen işçi tipi var. Patrona karşı saygılı olamak iyi ama, patron yerine işine saygılı olmak daha yararlıdır. Aynı durum siyasi partilerdeki ilişkilerde de var. Türkiye’de bu durum maalesef çok rencide edici bir durumdadır. Hoş, liderler veya üstler böylesi aşağılayıcı bir durumu tasvip etmezler ama, bence bu ilkelliğe son verilmesi gerekir.”
Üstteki fotoğrafın bugünkü yazımız ile ilgisi yok ama, insanların önünde diz çökmenin ne kadar garipsenecek bir durum olduğunu anlattığı için önemlidir. İşte, bir zamanların Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün önünde diz çöken bir zavallının hali gerçekten çok komik değil mi?
‘Yunus Emre Vakfı’, Türkiye’yi, Türk dilini, tarihini, kültürünü ve sanatını tanıtmak; bununla ilgili bilgi ve belgeleri dünyanın istifadesine sunmak; Türk dili, kültürü ve sanatı alanlarında eğitim almak isteyenlere yurt dışında hizmet vermek amacıyla kuruldu.
‘Yunus Emre Enstitüsü’ ise, Vakfa bağlı bir kuruluş olarak, bu kurumun amaçlarını gerçekleştirmek üzere yurt dışında kurduğu merkezlerde, yabancılara Türkçe öğretimi çalışmalarının yanı sıra, ülkemizin tanıtımı amacıyla kültür ve sanat faaliyetleri yürütmekte, ayrıca bilimsel çalışmalara destek vermektedir.
2009 yılında faaliyetlerine başlayan Yunus Emre Enstitüsü’nün, yurt dışında 66 kültür merkezi bulunmaktadır. Kültür merkezlerinde verilen Türkçe eğitiminin yanı sıra, farklı ülkelerdeki eğitim kurumlarıyla yapılan iş birlikleri ile, Türkoloji bölümleri ve Türkçe öğretimi desteklenmektedir. Kültür merkezleri aracılığıyla, kültür ve sanatımızı tanıtmak amacıyla birçok etkinlik düzenlenmekte, ulusal veya uluslararası etkinliklerde ülkemiz temsil edilmektedir.
Vizyon’u, Dünyanın her yerinde Türkiye ile bağ kuran ve Türkiye’ye dost insan sayısını artırmak.
Misyon’u, Türkiye’nin uluslararası alanda bilinirliğini, güvenilirliğini ve itibarını artırmak.
İlhan KARAÇAY derledi:
Yunus Emre Enstitüsü’nün neden çok yararlı olduğunun hikâyesine az sonra döneceğim. Ama şimdi, yurt dışındaki faaliyetleri bu kadar önemli olan Yunus Emre Enstitüsü’nün, Amsterdam şubesine yeni atadığı koordinatörden söz edeceğim.
Bu koordinatör yabancı bir isim değil. Bu isim, Hollanda Türklerinin yakından tanıdığı Adil Akaltun’dur.
Medya ile yıllardır dolaylı ve direkt ilişkisi olan Akaltun bu görevi, beş yıldır başarı ile yürüten Abdullah Altay’dan devraldı.
Başlangıç yıllarında yönetim sorunu yaşayan Amsterdam şubesi, genellikle yabancılara hizmet verirken, şimdi daha profesyonelce yönetilmesi bekleniyor ve Adil Akaltun’un eline aldığı bayrak ile Türkler’e de yararlı olması bekleniyor.
Amsterdam Yunus Emre Enstitüsü’ndeki bayrak değişimi, özel olarak davet edilen gazetecilerin önünde gerçekleşti. Adil Akaltun, enstitünün eski koordinatörü Abdullah Altay ile birlikte basın mensuplarını ağırladı.
Gerçekleşen bu buluşmada konuşan Abdullah Altay, Enstitü ile olan gönül bağını hiçbir zaman koparmayacağını belirtirken, yeni koordinatöre her türlü desteği vereceğini ifade etti.
Adil Akaltun ise devir aldığı bayrağı daha ileri taşımak için kendisinin de mensubu olduğu basın camiasına çok önem verdiğini belirterek, “Burada sizlere kapımız her zaman açıktır. Bundan böyle Amsterdam’da bir eviniz var” dedi.
ENSTİTÜ’NÜN KISA BİR GEÇMİŞTEKİ ETKİNLİKLERİ
Lahey’de Turkish Art Sergisi
Amsterdam Yunus Emre Enstitüsü’nün sponsorluğunu yaptığı, Hollanda Türk çağdaş sanatını tanıtmak hedefiyle düzenlenen Aura/contemporary Turkish Art Sergisi’nin açılışı, Lahey’deki Pulchri Studio Sanat Merkezi’nde yapıldı.
YEE Koordinatörü Adil Akaltun’un da katıldığı sergi büyük ilgi gördü.
Seyr-i Ahenk konserinde Türk müzisyenler Ümit Yılmaz, Derya Türkan ve Alper Kekeç sahne aldılar.
Amsterdam Yunus Emre Enstitüsü tarafından 2 Kasım 2022 tarihinde Amsterdam Merkez Kütüphanesi OBA konser salonunda, Türk ve Hollandalı müzisyenlerin ortaklaşa hazırladıkları Seyr-i Ahenk albümündeki şarkıların dinletildiği ve Hollandalı müzikseverlerin büyük ilgi gösterdiği bir konser gerçekleştirildi.
Albümle aynı adı taşıyan Seyr-i Ahenk konserinde Türk müzisyenler Ümit Yılmaz, Derya Türkan ve Alper Kekeç’in yanı sıra Hollandalı Martin Fondse ve Eric Van Der Westen’de enstrümanlarıyla sahne aldı.
Konser sonrasında bir açılama yapan Ümit Yılmaz, çoğunlukla kendisi ve Türkan’ın eserlerinin yer aldığı albümdeki “Seyir” isimli eserin Cumhurbaşkanlığı Sözcüsü İbrahim Kalın’ın kompozisyonu olduğunu belirtti.
Yılmaz, “Sayın Kalın ile ortak çalışmamız da albümde yer alıyor. Ayrıca albümdeki bazı resimler de Kalın’a ait.” dedi.
Albümdeki 7 enstrümantal eserin, Amsterdam’daki Esoundstudios’ta kaydedildiğini belirten Yılmaz, Enstitümüzün desteğiyle albümün Amsterdamlı müzikserverlerle buluşmasından duyduğu memnuniyeti dile getirdi.
Konsere katılanların büyük ilgisini çeken İstanbul kemençesini çalan Türkan, “İstanbul kemençesinin 900 yıllık tarihi var ve insan sesine en yakın çalgılardan biri, dinleyince insanlarda üflemeli bir çalgı hissi uyandırıyor .” diye konuştu.
Konserde, İbrahim Kalın’ın bestesi “Seyir”in yanı sıra “Ey Benim Divane Gönlüm”, “Ece”, “Derya”, “Metruk”, “Rana” ve “Ümit” adlı eserler çalınırken, müzisyenler konser sonunda dinleyicilerin yoğun ısrarı üzerine albüm dışından bir parça daha çalarak konseri bitirdi.
Enstitü tarafından Amsterdam OBA Konser Salonu’nda gerçekleştirilen “Seyr-i Ahenk” konserine çok sayıda Türk ve Hollandalı müziksever katıldı. Konserde,Cumhurbaşkanlığı Sözcüsü İbrahim Kalın’ın bestesi “Seyir”in yanı sıra “Ey Benim Divane Gönlüm”, “Ece”, “Derya”, “Metruk”, “Rana” ve “Ümit” adlı eserler icra edildi.
Amsterdam Yunus Emre Enstitüsü tarafından Amsterdam Corendon Hotel’de düzenlenen “Yunus’un İzinde” programı konukları büyüledi.
Yunus Emre Enstitüsü Başkanı Prof. Dr. Şeref Ateş, T.C. Lahey Büyükelçisi Şaban Dişli, T.C. Amsterdam Başkonsolosu Engin Arıkan, HOTİAD Başkanı Hikmet Gürcüoğlu, THY Amsterdam yeni Müdürü Şerafettin Ekici başta olmak üzere yaklaşık 300 kişinin katıldığı programda ünlü sunucu / yorumcu Serdar Tuncer Yunus Emre şiirleri ve anlatısı ile Bosnalı sanatçı Zeyd Şoto ise ilahilerle sahne aldı.
Programda söz alan Ateş yaptığı konuşmada Yunus Emre Enstitülerinin kurulduğu günden itibaren tüm dünyada kabul görerek dünya barışına, insan sevgisine Yunus Emre düşüncesi ile hizmet ettiğini söyledi. Daha sonra söz alan Amsterdam Yunus Emre Enstitüsü Koordinatörü Abdullah Altay görevini yoğun işleri dolayısı ile bırakacağını açıklayarak 5 yıldır büyük bir onurla devam ettirdiği görevini gönüllü olarak devam ettireceğini belirtti ve yeni Koordinatör Adil Akaltun’a başarı dileklerinde bulundu.
Amsterdam Yunus Emre Enstitüsünde fotoğraf sanatçısı İzzet Keribar’ın yeni sergisinin açılışı gerçekleşti. Birçok sanatseverin ziyaret ettiği etkinliğe T.C. Lahey Büyükelçisi Şaban Dişli ve Amsterdam Başkonsolosu Engin Arıkan da katıldı.
Yunus Emre Enstitüsü Amsterdam Koordinatörü Abdullah Akın Altay’ın yaptığı açılış konuşmasının ardından, sanatçı İzzet Keribar fotoğraf sanatına olan tutkusundan ve bu sanat pratiği ile Türkiye’nin birçok güzelliğini dünyanın geri kalanına duyurduğu kariyerinden anekdotlar paylaştı.
Piyanist Julia Tavit’in müziği eşliğinde gerçekleşen açılışa sanatseverler büyük ilgi gösterdi. İzzet Keribar’ın kariyerinin farklı dönemlerinden 64 eserin yer aldığı sergiyi 26 Eylül – 30 Aralık 2022 tarihleri ve 11:00-16:00 saatleri arasında Yunus Emre Enstitüsü Amsterdam’da ziyaret edebilirsiniz.
Hollanda’da Amsterdam Yunus Emre Enstitüsünde (YEE) konser salonunda düzenlenen “mystical jourNEY” programının açılış konuşmasını Amsterdam YEE Koordinatörü Abdullah A. Altay yaptı.
Farklı ülkelerden müzisyenlerin bir araya gelerek oluşturduğu “Sinan Arat Band” mystical jourNEY adını verdikleri bu konser ile seyircilere unutulmaz bir program sundular. Sufi müziğin Ney ve Batı enstümanlarıyla harmanlanlandığı müzikal yolculukta makamsal müziğin zengin ifadeleri hem özgün besteler hem de Yunus Emre ilahileri ve nefesler ile icra edildi.
Hollanda’da yaşayan ney sanatçısı Sinan Arat’ın aynı zamanda vokal olarak da yer aldığı konsere Stuart Dickson: Perküsyon, Davul , Eren Aksahin- Saz, Kopuz, Ud, Kenan Arat- Gitar ve Payam Ghasemi – Bass Gitar enstrümanları ile eşlik ettiler.
Konuklar arasında bulunan tanınmış Suriyeli sanatçı Wasim Arslan’ın da programın kapanışında sahne alması gecenin sürprizi oldu ve sanatseverlerden büyük övgü aldı.
Amsterdam Yunus Emre Enstitüsü ve Amsterdam Merkez Kütüphanesi OBA iş birliği ile “WEST TO EAST, OTTOMAN” Barok Müzik Konseri düzenlendi.
Osmanlı dönemi ve Barok müziğin harmanlandığı bu özel konser Duygu Alkan & Eudora Quartet tarafından icra edildi. Solist Duygu Alkan’ın harika bir performans sergilediği konserde, kemanda Çisem Özkurt, ikinci kemanda Burcu Ramazanoğlu, viyolada Kardelen Buruk ve viyolonselde Celia Torres Ruiz’den oluşan yaylı çalgılar dörtlüsü Eudora Quartet ve udi Dimitra Mezraki yer aldı.
Hollandalı müzikseverlerin büyük ilgi gösterdiği bu keyifli akşamda davetliler Osmanlı Klasik müziğinin en seçme eserlerini ve günümüzün sevilen şarkılarını dinleme imkanı buldular.
Konser bitiminde verilen resepsiyonda müzisyenlerle sohbet etme imkanı bulan konuklar bu eşşiz müzik ziyafeti hakkında daha detaylı bilgi alarak kulaklarında hoş bir seda ile salondan ayrıldılar.
Hollanda’da Öğretmenler Günü
Enstitü’nün, Hollanda Yaşayan Diller Vakfı Türkçe Bölümüyle beraber düzenlediği Öğretmenler Günü programına, Hollanda’da yaşayan Türkçe öğretmenleri ve diğer branş öğretmenleri yoğun ilgi gösterdi. Lahey Eğitim Müşaviri Miyase Koyuncu Kaya ve Amsterdam Başkonsolosluğu Eğitim Ataşesi Anıl Yılmaz’ın da kısa birer konuşma yaptığı programda, Hollanda Eğitim sisteminde Türkçenin yeri ve güncel olarak yapılan çalışmalar hakkında bilgi paylaşımları yapıldı ve alanda çalışan öğretmenlerin tecrübeleri paylaşıldı.
Amsterdam Corendon Village Hotel toplantı salonlarında gerçekleştirilen program, öğretmenlerin kendilerini tanıtmaları ve müzik dinletisinin ardından yemekle devam etti. Hollandanın çeşitli şehirlerinden gelen eğitim gönüllüsü öğretmenlerimiz yemek sonrasında da geç saatlere kadar sohbet ve bilgi ve görüş alışverişinde bulundular.
NEDEN YUNUS EMRE?
Yunus Emre Enstitüsü, adını 13. ve 14. yüzyıllarda yaşamış bir Anadolu mutasavvıfı Yunus Emre’den almıştır. En önemli özelliği, insanî değerleri, insan sevgisini ve toplumsal barışı temsil eden bir sembol isim olmasıdır. Dolayısıyla Enstitümüz, dünyaya Türkiye’nin kültür ve sanatını tanıtarak, uygarlığın en yetkin, incelikli ve kendine özgü dilini kullanarak birbirini daha iyi anlayan, daha barışçıl bir dünya için çalışmayı hedeflemektedir. Bu amaca ulaşabilmek ve bütün dünyaya söyleyecek bir sözümüz olduğunu göstermek için, öncelikle kendimizi ve kültürel değerlerimizi doğru anlatmak zorundayız. İnsan odaklı bir anlayışla hareket eden Enstitümüze Yunus Emre isminin seçilmesi bir tesadüf değildir. Bu büyük şahsiyet, şiirleriyle sadece Türkçenin gelişimine önemli bir katkıda bulunmakla kalmamış, aynı zamanda evrensel insani değerler üzerine inşa edilmiş felsefesiyle, hiçbir din, dil, ırk ayrımı gözetmeksizin insanoğlunun barış ve ortak değerler etrafında birlikte yaşamasını amaçlayan mesajlar vermiştir. Yunus Emre Enstitüsü tüm faaliyetlerinde bu temel felsefeyi gözetmeyi bir hedef olarak belirlemiştir.
Türk Kültürüyle Tanışın
Yunus Emre Enstitüsü, kısa zamanda ciddi bir faaliyet sayısına, aynı zamanda dikkate değer bir faaliyet çeşitliliğine ulaşmıştı. Zengin bir kültürel kaynağa sahip olan Türkiye’nin doğru bir şekilde ve yetkin temsilcilerle tanıtılması Enstitü’nün birincil önceliği olmuştur. Faaliyetleri, ülkemizin seçkin ve zengin kültürel birikimini yurt dışında tanıtmak amacıyla planlanmaktadır.
Türkiye, dünyada daha çok tarihi ile bilinen bir ülke. Enstitü, tarihimizden aldığı ilham ile zengin birikimi tanıtmayı amaçlarken, öte yandan modern sanat ve kültüre dair güncel gelişmeleri de önemsiyor.
Türkiye sevdalılarını tanıtmak
Enstitü, sadece Türkiye’de yetişmiş kültür adamlarını değil, geçmişte veya günümüzde, Türkiye ile teması olmuş sanat, fikir ve bilim insanlarını da, hem tanımayı hem de tanıtmayı amaçlamakta ve bu çerçevede faaliyet yapmaktadır.
Amaç, değişen dünyada ülkemizin kültürel ve bilimsel birikimini, uluslararası arenada duyurmak ve “başka milletlerin tecrübesini” de kendi topraklarımıza taşımaktır. Kültürel ve bilimsel paylaşımın her bakımdan faydalı ve değerli olduğu biliniyor. Bu amaçla Dede’yi, Wagner’le, Yunus’u, Verlaine ile, Baki’yi, Goethe ile buluşturmaya devam ediliyor.
Yunus Emre Vakfı Yönetimi Mütevelli Heyeti
(Bazı değişiklikler olmuştur)
Başkan: Mehmet Nuri ERSOY, Kültür ve Turizm Bakanı
Üyeler: Dr. Serdar ÇAM, Kültür ve Turizm Bakan Yardımcısı
Yavuz Selim KIRAN, Dışişleri Bakan Yardımcısı
Dr. Sadri ŞENSOY, Millî Eğitim Bakan Yardımcısı
Dr. Cengiz YAVİLİOĞLU, Hazine ve Maliye Bakan Yardımcısı
Prof. Dr. Birol AKGÜN, Türkiye Maarif Vakfı Başkanı
Prof. Dr. Muhammed Fatih ANDI, Fatih Sultan Mehmet Vakıf Üniversitesi Rektörü
Prof. Dr. Ali Osman KURT, Ankara Sosyal Bilimler Üniversitesi Rektör Yardımcısı
Prof. Dr. Ahmet Sacit AÇIKGÖZOĞLU, Mimar Sinan Güzel San. Üni. Öğretim Üyesi
Prof. Dr. Musa DUMAN, Fatih Sultan Mehmet Vakıf Üniversitesi Öğretim Üyesi
Prof. Dr. Emel TOPÇU, Hasan Kalyoncu Üniversitesi Öğretim Üyesi
Yönetim Kurulu Başkan: Prof. Dr. Şeref ATEŞ, Yunus Emre Enstitüsü Başkanı
Üyeler:
Serkan KAYALAR, Türk İşbirliği ve Koordinasyon Ajansı Başkanı
Abdullah EREN, Yurtdışı Türkler ve Akraba Topluluklar Başkanı
Ayda ÜNLÜ, Dışişleri Bakanlığı Yurtdışı Tanıtım ve Kültürel İşleri Genel Müdürü
Batuhan MUMCU, Kültür ve Turizm Bakanlığı Özel Kalem Müdürü TÜRKSOY Temsilcisi
Prof. Dr. Ahmet KARADOĞAN, Kırıkkale Üniversitesi Öğretim Üyesi
Prof. Dr. Hikmet YAMAN, Marmara Üniversitesi Öğretim Üyesi
Danışma Kurulu Başkan;Dr. Serdar ÇAM, Kültür ve Turizm Bakan Yardımcısı
Üyeler: Prof. Dr. Muhammed Fatih ANDI, Fatih Sultan Mehmet Vakıf Üniversitesi Rektörü
Prof. Dr. Ali Osman KURT, Ankara Sosyal Bilimler Üniversitesi Rektör Yardımcısı
Prof. Dr. Ahmet Sacit AÇIKGÖZOĞLU, Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üni. Öğretim Üyesi
Prof. Dr. Musa DUMAN, Fatih Sultan Mehmet Vakıf Üniversitesi Öğretim Üyesi
Prof. Dr. Emel TOPÇU, Hasan Kalyoncu Üniversitesi Öğretim Üyesi
Batuhan MUMCU, Kültür ve Turizm Bakanlığı Özel Kalem Müdürü TÜRKSOY Temsilcisi
Prof. Dr. Ahmet KARADOĞAN, Kırıkkale Üniversitesi Öğretim Üyesi
Prof. Dr. Hikmet YAMAN, Marmara Üniversitesi Öğretim Üyesi
Prof. Dr. İlber ORTAYLI, Galatasaray Üniversitesi Öğretim Üyesi
Abbas Gökhan ÖLMEZ, Cumhurbaşkanlığı İletişim Strateji Geliştirme Başkanı
Prof. Dr. Mehmet Zahid SOBACI, TRT Genel Müdürü
Prof. Dr. Ali ERBAŞ, Diyanet İşleri Başkanı
Prof. Erol PARLAK, Sanatçı
Mahmut ARSLAN Hak İşçi Sendikaları Konfederasyonu Başkanı
Mehmet ÇETİN, Türkiye İşçi Sendikaları Konfederasyonu Genel Sekreter Yardımcısı
Levent KOCAGÜL, TİSK İcra Kurulu ve Yön. Kurulu Üyesi, KİPLAS Yön. K. Başkanı
Metin DEMİR, TİSK İcra Kurulu ve Yönetim Kurulu Üyesi
Prof. Dr. Gürer GÜLSEVİN, Türk Dil Kurumu Başkanı
Prof. Dr. Muhammet HEKİMOĞLU, Atatürk Kültür, Dil Ve Tarih Yüksek Kurumu Başkanı
Prof. Dr. Öcal OĞUZ, UNESCO Türkiye Millî Komisyonu Başkanı
Prof. Dr. Alev ALATLI, Yazar
Prof. Dr. Nurhan ATASOY, Sanat Tarihçisi, Yazar
Günseli KATO, Sanatçı
Devrim ERBİL, Sanatçı
Prof. Dr. Leyla KARAHAN, Türk Dil Kurumu Bilim Kurulu Üyesi
Prof. Dr. Melek ÖZYETGİN, Yıldız Teknik Üniversitesi Öğretim Üyesi
Prof. Dr. Kemal SAYAR, Yazar
Dr. Nazan ÖLÇER, Sabancı Müzesi Müdürü
Görgün TANER, İKSV Genel Müdürü
Derviş ZAİM, Sinema Yönetmeni