Bir hazırlık maçında kalp krizi geçiren ve sakat kalan 20 yaşındaki Futbolcu Abdelhak Nouri için 7,8 milyon euro tazminta evet denildi.
Faslı bir ailenin çocuğu olan Abdelhak Nouri, Avusturya’da Werder Bremen ile yapılan hazırlık maçında kalp krizi geçirmiş ve beyin sarsıntısı nedeniyle sakat kalmıştı.
5 yaşında futbola başlayan, 7 yaşında Ajax’a giren, 17 yaşında ilk profesyonel maçına çıkan Nouri, 14 yaşındayken katıldığı bir turnuvanın yıldızı seçilmişti.
İlhan KARAÇAY yazdı:
13 yaşında iken, Het Parool gazetesinin ünlü yazarı Henk Spaan, onun için ‘Hiç şüphesiz, dünyanın en büyük futbol yıldızı olacak’ diye yazdığı Fas asıllı futbolcu Abdelhak Nouri, şöhret basamaklarını adım adım aşarken, bir hazırlık maçı esnasında geçirdiği kalp krizi sonrasında sağ kalmıştı ama, beyin sarsıntısı nedeniyle sakat kalarak, beklentileri alt üst etmişti.
Yaşamını ve futbol kariyerini az sonra anlatacağım Nouri için, önceki gün alınan bir kararı anlatmak istiyorum.
8 Temmuz 2017 günü, Avusturya’nın Zillertal kentindeki Linden Stadı’nda oynanan Ajax-Werder Bremen hazırlık maçında sahaya çıkan Nouri, maş esnasında fenalaşmış ve yere yığılmıştı. Dakikalarca kalp masajı yapılan genç futbolcu daha sonra bir helikopter ambulans ile 70 km. Mesafedeki İnnsbruck’un Üniversite Hastanesi’ne götürülmüştü. Hastanede yapılan müdahaleler onun yaşama devam etmesini sağlamıştı ama, geçirdiği beyin sarsıntısı sakat kalmasına neden olmuştu.
Sonradan yapılan açıklamada, kalp krizi geçirdiği sırada yeteri kadar oksijen verilemeyen Nouri’nin beyninde bir zedelenme meydana geldiği, bu yüzden de sakat kaldığı belirtilmişti.
İşte bu ‘verilemeyen oksijen’ durumu, Nouri’nin haklarını savunacak olan avukat için yeterli bir veri olmuştu.
Daha sonra kulüp yönetimi ile yapılan görüşmelerde, Nouri için alesine verilmesi gereken tazminat miktarı tartışılmaya başlandı. Ajax yönetimi bu pazarlıklar sırasında katı davranmıyor ve zorluk çıkarmıyordu ama, makul bir meblağda buluşmayı amaçlıyordu.
Sonuçta, Ajax kulübü hâlâ sakat bir halde evinde bakıma muhtaç bir şekilde yaşayan Nouri’nin ailesine 7,8 milyon euro vermeyi kabul etti.
Ajax kulübü, sadece bu meblağı vermekle kalmayacak, bugüne kadar yapılan tüm tedavi ve bakım masrafları ile, bundan sonra yapılacak olan tedavi ve bakım masraflarını da üstlenecek.
Ne hoş değil mi? Hiç zorluk çıkarmadan, toplamda 10 milyon euroluk bir meblağı gözden çıkaran Ajax kulübü, Nouri’ye istediği yaşamı geri veremeyecek ama, onun bakımını üstnenen ailesi için muhteşem sayılacak bir meblağ vermeyi zorluk çıkarmadan kabul etti.
NOURİ’NİN GEÇMİŞİ
Abdelhak’ın babası Muhammed Nouri, Fas’ın Fez kentinden Amsterdam’a informatica eğitimini tamamlamak için gelmişti. Geçimini sağlamak için de Haarlemmer sokağında bulunan bir kasap dükkânında çalışmaya başlamıştı. Daha sonra bu dükkânın işletmesini devralan Muhammed Nouri, çocukken Fas’tan Hollanda’ya gelen bir genç kızla tanıştı ve sonra da evlendi.
Dört odalı bir apartmana yerleşen Nouri ailesinin üçüncü çocuğu olarak 2 Nisan 1997’de doğan Abdelhak, küçük yaşlarda futbola sevdalı olmuştu. 5 yaşındayken, ağabeyinin de oynadığı Eendracht takımının antrenöründen, antremanlara katılma izni almıştı. Yaşı nedeniyle maçlarda oynayamayan Abdelhak, RKSV DCG kulübü tarafından istendi. Futbol simsarlarının gözünden kaçmayan Abdelhak 2004 yılında Ajax kulübüne transfer oldu. Böylece, 7 yaşında iken Ajax’ın genç takımına katılan bu yetenek, Ajax’ın genç takımında kadroda yer almayan başladıktan sonra, 13 yaşına bastığı zaman, ülkenin en ünlü spor yazarlarından Henk Spaan, Parool gazetesinde yazdığı yorumunda, ‘Hiç şüphesiz, dünyanın en büyük futbol yıldızı olacak’ dedi.
2012 yılında yapılan Marveld Turnuvası’nda en iyi futbolcu seçilen Abdelhak, 2014 yılında da Futura Kupası’nın en iyi futbolcusu seçildi.
2015 yılında Ajax’ın as kadrosu ile Katar’daki kampa katıldı.
Daha sonra Frank De Boer onu orta saha oyuncusu olarak kadroya aldı ve mukavelesi 2018’e kadar uzatıldı.
Nouri artık Ajax’ta muhteşem futbolu ile yıldızlaşıyordu. Lig maçlarında ve Avrupa maçlarında art arda attığı goller konuşuluyordu. Ama ne yazık ki o talihsiz hazırlık maçı, belki de dünyanın en iyi futbolcusu olacak bu gencin kariyerinin durduğu maç oldu.
8 Temmuz 2017 günü, geç müdahale nedeniyle sakat kalan Nouri, İnssbruck hastanesindeki tedavilerinden sonra, getirildiği Amsterdam’daki evinin önünde binlerce kişi tarafından karşılanmıştı.
Hayatı sönen genç Nouri için tazminat pazarlıkları başlamıştı. Ajax yönetimi hiç zorluk çıkarmıyordu ama, aracılar ve avukatların pazarlıkları yine de sonuçlanamıyordu. Sonuçta, bilirkişilerin de araya girmesiyle tazminat meblağı üzerinde karar verildi: 7,8 milyon euro ve bugüne kadar yapılmış olan ve bundan sonra da yapılacak olan tedavi ve bakım masrafları.
Bu yaşanılanlara baktığım zaman aklıma şu soru geliyor: Acaba aynı olay Türkiye’de birinin başına gelseydi, bizim kulüplerimizin tutumu ne olurdu?
Kulüplerimiz, Ajax kulübü gibi cömert mi davranırdı, yoksa ‘Bizim ne kabahatimiz var, kabahar Avusturya’daki stadyum yöneticilerinde’ mi derlerdi?
Bir IŞİD şeriatçısı gibi davranan ve ömür boyu hapis cezasına çarptırılan katil, mahkemede de bayan görevlilere öpücük savurmuş, mahkeme heyetine tükürük yağdırmış, orta parmak göstermiş ve işaret parmağı ile de cihatçı sembolü yapmıştı.
Hapisten çıkarsa aynı eylemeleri tekrarlayacağını belirten katilin kız kardeşi, ‘o part time müslümandı’ derken, erkek kardeşi de ‘İnancı zayıf biriydi’ ifadesini vermişlerdi.
Gökmen Tanış, annesine göre de ‘Yarım yıl Yahudi, yarım yıl da Müslüman’dı.
İlhan KARAÇAY’ın haberi:
18 Mart 2019 günü Hollanda’nın Utrecht kentindeki bir tramvayda, silah ile dört kişiyi öldüren, 5 kişiyi de yaralayan Gökmen Tanış’ın, ‘Akli dengesi yerinde olmayan süper bir manyak olduğu’ ortaya çıktı.
Gazeteci Saskia Belleman’ın yazdığına göre, hunharca cinayetleri işleyen Gökmen Tanış, bir IŞİD şeriatçısı gibi davranan, mahkemede bayan görevlilere öpücük savuran, mahkeme heyetine tükürük yağdıran, orta parmağını göstererek, işaret parmağı ile de şeriat semboleri çizmeye çalışmıştı.
Saskia Belleman, canavar olarak nitelendirdiği Gökmen için şunları yazmış:
“Hapisten çıkarsa aynı eylemeleri tekrarlayacağını belirten katilin kız kardeşi, ‘o part time bir müslümandı’ derken, erkek kardeşi de ‘İnancı zayıf biriydi’ ifadesini vermişlerdi.
Gökmen Tanış, annesine göre de ‘Yarım yıl Yahudi, yarım yıl da Müslüman’dı.
Tramvay’daki yolculara dehşet dolu anlar yaşatan Gökmen Tanış, 2 dakika 35 saniye içinde üç kişiyi öldürmüştü. Katilin dördüncü kurbanı, ayakları ile camı kırıp aşağı atlayan ama sırtından kurşun yemekten kurtulamayan bir genç kız olmuştu.
Gökmen Tanış, mahkemede sessiz bir şekilde gösterilen dijital tatbikatta Robocop olarak canlandırılmış, insanları sembolize eden oyuncak bebeklerin kırmızı giysili olanları kadın, mavi giysili olanları ise erkekleri temsil ediyordu. Tramvay içinde Robocop gibi tur atan Gökmen, gözünü kestirdiği Hollanda tiplilere ateş açıyordu. Her ateş edişinde de ‘Allahu ekber’ diye bağırıyordu. Tam anlamıyla kabus yaşayan yolcuların çoğu aylarca psikolojik tedavi görmek mecburiyetinde kalmışlardı.”
İşte böyle değerli okurlar, cinayetlerin işlendiği günlerde, aşırı fanatik bir müslüman olduğu yazılıp çizilen Gökmen Tanış’ın, düşünüldüğü gibi bir müslüman olmadığı, gerek hareketleri ve gerekse aile fertlerinin ifadeleri ile ortaya çıktı.
HUNHARCA CİNAYETİ HATIRLAYALIM
Olayların sonrasında yazdığım yorum:
İlhan KARAÇAY yazdı:
Hollanda’yı sarsan hunharca katliamın motivasyonu bir yana…
Hollanda Türkleri’nin içinde bulundukları hâletiruhiyeyi anlayan var mı?
Utrecht katliamını yapan cani Gökmen Tanış
Hollanda’da’nın Utrecht şehrinde meydana gelen ve ülkeyi tam anlamıyla sarsan hunharca katliamın motivasyonu üzerinde tartışmalar sürerken, ülkede yaşayan yarım milyonu aşkın Türk ve Türk kökenlilerin içinde bulundukları hâletiruhiyelerini anlayan var mı?
Gün boyu ve gece yarılarına kadar süren TV ve Radyo yayınlarında ortaya serilen varsayımlar kafaları karıştırırken, öğleden sonra yapılan açıklamalarda, olayı yaratan caninin bir Türk olduğu açıklandı. Bu açıklamadan sonra, olayın etkisi ile zaten üzüntü içinde olan Türk ve Türk kökenlilerin yürekleri bir kez daha cız etti.
Olayın yankıları sürerken, gerek Email, gerek WhatsApp ve gerekse messenger ile temasta olduğum dostlarım, ‘Neden bu konuda bir şey yazmadın’ diye hayıflanıyorlardı.
Ben de, çok karmaşık olan söylenti ve iddialar arasında yanlış yapmaktan korktuğumu belirterek, ‘Konu, hele biraz daha netlik kazansın’ diye beklediğimi söyledim.
Saldırganın bir Türk olduğu açıklandıktan sonra pek çok dostum, duyumlarını bana da anlattılar. Olayın bir aile dramı olduğunu duyanlar, ‘İnşallah böyledir’ demeden de edemediler.
Hollanda’da yaşanan bu acı olay, başta Başbakan Rutte olmak üzere, ülkedeki huzuru sağlamakla mükellef olan tüm yetkilileri, tam anlamıyla fırtına gibi koşturdu.
Dile kolay, 4 ölü 5 yaralı var ki, ölü sayısının artmasından da korkuluyor.
Hollandalılar çok hüzünlüler ama tabii ki kızgınlar da…
İşte, Hollandalılar’ın bu kızgınlığı, ülkede yaşayan Türkleri ve Türk kökenlileri hem üzüyor ve hem de korkutuyor.
Kim bilir, bu fırsatı kaçırmamaya dikkat edecek olan ırkçı politikacılar ve medya neler diyecekler?
Hollanda’daki Türk ve Türk kökenlileri endişeye sevk eden son gelişmeler hakkında ne düşündüklerini sorduğum Lahey Büyükelçimiz Şaban Dişli şu açıklamayı yaptı:
Lahey Büyükelçimiz Şaban Dişli, daha önce görüştüğü Utrecht Belediye Başkanı Jan van Zanen ile.
”Öncelikle, ölen kardeşlerimize Allah’tan rahmet, ailelerine sabır ve başsağlığı diliyorum. Ayrıca, yaralı kardeşlerimize de acil şifalar diliyorum. Olayı duyar duymaz, Utrecht Belediye Başkanı’nı aradım. Sonra da Amsterdam başkonsolosumuz Engin Arıkan’ın Utrecht’e gitmesini istedim. Başkonsolosumuz Utrecht’te gerekli temasları kurdu. Ben de önümüzdeki günlerde Utrecht’e gidip Belediye Başkanı Jan van Zanten nezdinde başsağlığı dileyeceğim. Olayın nedenini, katilin motivasyonunun ne olduğunu bilmeden, bazı medya organlarının sorumsuz yayınlarını üzülerek izledik. Medyadan son öğrendiğimiz, bu olayın motivasyonunun yüzde doksan terör olayı olmadığı yönünde.” Olaydan sonra Amsterdam Başkonsolosumuz Engin Arıkan ve Lahey Elçi-Müsteşar Pınar Gülün Kayseri ile birlikte Utrecht’e giderek çiçek bıraktılar ve ölenlerin ailelerine taziyede bulundular.
Büyükelçi Dişli konuşmasını şöyle sürdürdü: “Vatandaşlarımız bu durumdan çok etkilendiler. Hollanda yetkililerinin, olayın meydana geliş nedenini bir an önce açıklamaları lazım. Sorumsuz yayınlar, vatandaşlarımızı oldukça tedigin etti. Vatandaşlarımız, sokağa çıkamayacak kadar endişeliler. Biz, gerçek bilgiye ulaşana kadar, medya ile görüşmeme kararı aldık. Bunu ilkesel olarak tercih ettik.
Gerek Bakanlığımız ve gerekse ben gelişmeleri yakından takip ediyoruz.
Vatandaşlarımız şaşkınlık içindedir. Onlara sabırlı ve sakin olmalarını tavsiye ediyorum.
Ölen kardeşlerimize bir kez daha rahmet, yaralananlara da acil şifalar diliyorum.’‘
TRAMVAY CİNAYETİNİN İLK HABERİ
Hollanda’nın Utrecht kentinde tramvay saldırısı: 4 ölü 5 yaralı
Hollanda’nın Utrecht kentinde bir tramvayda düzenlenen saldırıda 4 kişi öldü, 5 kişi yaralandı. Saldırının 37 yaşındaki Türkiye doğumlu zanlısı Gökmen Tanış gözaltına alındı.
Hollanda Başbakanı Mark Rutte düzenlediği basın toplantısında, saldırının nedeninin hala belirsiz olduğunu söyledi.
Mark Rutte, “Çok fazla soru işareti ve söylenti var” dedi. Saldırıyla ilgili soruşturma sürüyor.
Savcı Rutger Jeuken ise zanlının daha önce de bazı suçlardan gözaltına alındığını açıkladı, bu konuda detaylı bilgi vermedi.
Hollanda’da Salı günü hayatını kaybedenlere ve ve akrabalarına saygı amacıyla resmi dairelerde bayraklar yarıya indirilecek.
Hollanda’nın resmi haber ajansı ANP, Tanış’ın gözaltına alındığının açıklanmasının ardından Utrecht’te tehdit seviyesinin düşürüldüğünü duyurdu.
‘Koltuklarda oturanlara nişan alıyor gibiydi’
Saldırı yerel saatle 10:45’de tramvay 24 Ekim Meydanı’nda ilerlerken düzenlendi.
NRC gazetesine konuşan bir görgü tanığı, tramvayda bir erkeğin aniden ayağa kalktığını ve “büyük bir silahla” etrafa ateş etmeye başladığını söyledi. Görgü tanığı şunları anlattı: “Tramvayın arkasındaydım. Koltuklarda oturan insanlara nişan alıyor gibiydi. Kondüktör hemen kapıyı açmadı. Yanımdaki iki genç pencereyi tekmeleyerek açtı. ben de ordan dışarı kaçtım. Birçok kişi böyle kurtuldu.”
Utrecht polisi olayın ardından yaptığı ilk açıklamada, “terör saldırısı” ihtimalinin de değerlendirildiğini duyurdu.
Utrecht kentinde saldırının düzenlendiği bölgedeki polisler
Utrecht’te önce bir süreliğine tramvay seferleri durduruldu, okullar tatil edildi ve camiler de güvenlik nedeniyle boşaltıldı.
Zanlının babası DHA’ya konuştu: 11 yıldır konuşmuyoruz, yaptıysa cezasını çeksin
Öte yandan, zanlı Gökmen Tanış’ın Kayseri’de oturan babası Mehmet Tanış ise Demirören Haber Ajansı’na (DHA) konuştu.
Tanış, “Oğlumla 11 yıldır diyaloğum yok, konuşmuyoruz. Yaptıysa cezasını çeksin” dedi.
37 yaşındaki Gökmen Tanış’ın, yaşadığı Utrecht’te “sosyalleşmeyi sevmeyen, münzevi bir kişi” olarak bilindiği bildiriliyor.
BBC Türkçe’ye konuşan Utrecht’te yaşayan Türk bir iş adamı, Yozgat doğumlu olan Tanış’ın geçmişte Çeçenistan’a gittiğini ve Hollanda polisi tarafından sorgulandığını söyledi. Ancak bu iddiaları Türk ya da Hollandalı yetkililerden teyit etmek mümkün olmadı.
Anadolu Ajansı ise haberinde, saldırıyı düzenleyen Gökmen Tanış’ın yakınları ile görüştüğünü aktararak, “Yakınları, Tanış’ın ailevi meselelerden dolayı tramvaydaki bir yakınına, ardından da yardım etmek isteyenlere ateş açtığını söyledi” dedi.
Erdoğan: Ailevi mesele olduğunu söyleyenler var, terör olayı olduğunu söyleyenler de var.
Bu arada Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan Ülke TV-Kanal 7-TVNet ortak yayınında saldırıyla ilgili bir soru üzerine, “Ailevi mesele olduğunu söyleyenler var. Bir terör olayı olduğunu söyleyenler var” dedi. Türk istihbaratının da olayın peşinde olduğunu belirten Erdoğan, “İstihbarat başkanımız, ‘Bilgileri alalım size döneriz’ dediler. Bekliyoruz” diye konuştu.
Dışişleri Bakanlığı: Saldırıyı şiddetle kınıyoruz
Dışişleri Bakanlığı da Utrecht’teki saldırıyı kınadı. Bakanlıktan yapılan açıklama şöyle:
“Hollanda’nın Utrecht kentinde bugün (18 Mart 2019) meydana gelen saldırıyı, faili kim olursa olsun ve hangi saikle gerçekleştirilmiş olursa olsun, şiddetle kınıyoruz.
Bu menfur saldırı neticesinde hayatını kaybedenlerin yakınlarına başsağlığı ve sabır, yaralananlara acil şifalar diliyoruz. Bu saldırı karşısında Hollanda halkı ve Hükümeti ile dayanışmamız tamdır.”
İLK TOPLU CİNAYET 40 YIL ÖNCE İŞLENMİŞTİ
Gökhan Tanış’ın işlediği dörtlü cinayet, Hollanda’daki ilk toplu Türk cinayeti değildi tabii. Tam 40 yıl önce, Delft kentinde bir kahvehanede, tam 6 kişiyi öldüren bir Türk daha vardı.
O da ömür boyu hapis cezasına çarptırılmıştı. Ama nasıl olduysa Hollanda Kralı onu geçen yıl ocak ayında af etmişti.
Bakınız o olayın haberi de nasıldı:
40 yıl önce 6 Hollandalı’yı öldüren müebbet hükümlü Türk’ü Kral af etti.
Eşi ve 12 yaşındaki kızı da öldürülen yaralıya hastanede çiçek vermiştik.
İlhan KARAÇAY
Hollanda Kralı Willem Alexander, 38 yıl önce Lahey’in banliyösü Delft’te, 6 Hollandalı’yı öldüren ve yargılanma sonucunda ömür boyu hapis cezasına çarptırılan Cevdet Yılmaz’ın af belgesini imzaladı.
Hollanda yasaları ve geleneklerine göre, ‘Müebbet hapis cezası, ölene kadar sürmesi gereken’ bir cezadır.
Az sonra detayını okuyacağınız 6 kurbanlı cinayetin baş rol oyuncusu Cevdet Yılmaz’ın af edildiği haberleri duyulur duyulmaz, Hollanda’da yer yerinden oynadı.
Medyanın en önemli konusu olan bu af, önümüzdeki günlerde siyasetçilerin ve halkın tepkileri ile Hollanda’nın çalkalanması kaçınılmazdır.
Ömür boyu hapis cezası yedikten sonra, serbest bırakılmak için mücadele eden Cevdet Yılmaz’ın 2009 yılında bir hafta sonu izine gönderilmesi büyük tartışmalar yaratmıştı.
O günden bu yana af edilmek için defalarca müracaat eden Cevdet Yılmaz, Bakanlığın ret kararlarına karşı durmadı ve konuyu İnsan hakları Mahkemesi’ne kadar götürdü.
Hollanda Adalet Bakanlığı’na bağlı olarak yeni oluşturulan ‘Hukuk Koruyan Bakan’ koltuğunda oturan Sander Dekker, Cevdet Yılmaz tarafından yapılan başvuruların tamamını, ‘6 kişiyi acımasız bir şekilde öldüren bir insanı af etmek, halkı derinden yaralar’ diye ret etmişti.
Ne var ki, gerek Hollanda’daki mahkemelerin ve gerekse İnsan Hakları Mahkemesi’nin baskılarına dayanamayan Dekker, Yılmaz’ın af dosyasını Kral Willem Alexander’e sunmak mecburiyetinde kaldı.
Kral Willem Alexander, kendisine sunulan af belgesini imzaladı.
Af belgesinin imzalandığı haberinden sonra ilk tepki, kafeteyadaki cinayette eşi Tonnie ve 12 yaşındaki kızı Carmen’i kaybeden baba Gerard Sneekes’ten geldi.
6 Kişiyi bir hiç uğruna katleden Cevdet Yılmaz’ın af edilmesi, diğer kurbanların aileleri tarafından da kınandı.
Önümüzdeki günlerde Hollanda’da günün konusu olmaya devam edecek olan bu olayın nasıl cereyan ettiğini anlatayım.
Yıl 1983, günlerden 5 nisan.
Lahey’in banliyösü sayılan Delft’te, Hollanda tabiyetine geçmiş olan bir Türk, bir kafeteryada Hollandalılığını öne çıkarmaya çalışırken, bir Hollandalı tanıdığının, ‘Sen Hollandalı olamazsın, olsan olsan Nederlander olursun’ diye tepki vermişti. (Hollanda Devleti, o zaman Surinam ve Aruba’yı da içine alan bir devletti ve adı da Nederland idi. Hoş, şimdi de Aruba nedeniyle Hollanda’nın resmi adı Nederland’tır)
Cinayetten sonra Delft gazetesinin haber kupürü
Hollandalı tanıdığının bu tepkisine çok kızan o Türk evine gidiyor, silahını alıp kafeteryaya geri dönüyor ve rastgele ateş ederek tam 6 kişiyi öldürüyor.
O zaman Hürriyet gazetesindeki son yılımdı. Zira o yılın sonunda Türkiye’ye kesin dönüş yapacaktım.
O zaman o caniye ‘Rezil’ demiştim. Kendisinden hep, ‘Rezil şunu yaptı, Rezil şunu dedi’ diye söz etmiştim.
Panorama Dergisi, geçen yıl yayınladığı kapağında, Cevdet Yılmaz’ın serbest bırakılıp bırakılmayacağı konusunun tartışıldığını yazmıştı.
Rezil’in hunharca cinayetleri bizi o kadar üzmüştü ki, Türk toplumu olarak kızaran yüzümüzü göstermek istemiyorduk. Doğru söylüyorum, yüzümüz kızarmıştı ama utanmamıştık. Zira Türk toplumu utanılacak bir şey yapmamıştı. Toplumdan bir Rezil çıkmış ve o hunharlığı yapmıştı.
Ama biz yine boş durmadık. Türk toplumu olarak duygularımızı Hollanda toplumuna anlatmaya çalışmıştık.
6 ölüden başka yaralılar da vardı.
Naçizane şahsım, bir buket yaptırdım ve genç bir Türk kızı bularak hastaneye götürdüm.
Genç kız buketi, Hollanda’daki Türkler adına bir yaralıya verirken çektiğim fotoğrafı, haber atlatma sevdasından vazgeçerek hem Türk medyasındaki arkadaşlarıma ve hem de Hollanda medyasına dağıtmıştım. Aynı gece Hollanda televzyonu NOS’taki haber bülteninde o fotoğraf ekrana getirilerek Türkler’in duyguları dile getirilmişti.
Rezil, yargılandıktan sonra ömür boyu hapis cezasına çarptırıldı.
1990’larda temyize başvurarak serbest kalmayı denemişti.
2001’de bir kliniğe yatırıldı.
2009’da refakatlı (muhafızlı) hafta sonu izinleri başlamıştı.
2014’te çalışmak için işyerine gidip gelme izni verildi.
Hollanda’da, müebbet hapis cezasına mahkûm olmuş suçlulara, 1986 yılında çok hasta biri hariç, hiç af verilmemiştir.
Şimdi af edilmesinden sonra eşi ile Türkiye’ye dönüş yapacağını belirten Cevdat Yılmaz için çıkarılan af kararının, yapılacak olan tartışmalardan sonra geri alınıp alınmayacağı da merak konusu.
Irkçı saldırılara uğrayan Giethoorn’daki Türk ailesine destek olmak amacıyla yapılan otomobilli protesto, Türkler tarafından beğenildi, Hollandalılar ise ‘tahrik edici’ bulundu.
Giethoorn halkı, protesto gösterisine izin veren Belediye ve polise ateş püskürüyor.
İlhan KARAÇAY yazdı
Hollanda’nın dünyaca ünlü turistik köyü Giethoorn’da, bir Türk ailesinin başına gelen ırkçı saldırılar hakkındaki haberler, ülkede olduğu gibi, dünyada da şaşkınlık yaşatmıştı.
Bırakın şaşkınlık yaşatmayı, olaylara aylardır seyirci kalan resmi merciler de, çeşitli kuruluşlar tarafından protesto edilmişti.
Hatice Yılmaz ve 15 yaşındaki oğlu Yusuf’un başına gelen ırkçı saldırıları protesto etmek için, milletvekilleri Tunahan Kuzu ve Stefan van Baarle’den sonra, Hollanda Türk Platformu PTN adına Ömer Altay, Sadettin Şimşek ve Durmuş Doğan da ziyarette bulunmuşlardı. Ne var ki Yılmaz ailesi, konuyu Hollanda parlamentosuna taşıyan Stefan van Baarle’nin bu girişimine rağmen, köyü terk etme fikrinden caymamıştı. Bu ayın sonunda Giethoorn’u terkedecek olan Yılmaz ailesi, uğradıkları ırkçı saldırıların etkisinden kurtulamayacaklarını belirterek karardan vazgeçmemişti.
Giethoorn’daki aileye destek olma amacıyla harekete geçen, Türkler tarafından kurulmuş olan BMW Club Hollanda (BCH) adlı bir otomobil kulübü, aradan geçen zamana ve ailenin göç kararına rağmen, bu eylemi dün gerçekleştirdi.
Gerçekten ‘muhteşem bir davranış’ olarak niteleyebileceğimiz bir protesto şekli uygulayan, Ömer Bayram, Ergüneş Güngör, Selçuk Dağ ve Fatih Karaağaç yönetimindeki kulübe bağlı otomobilliler, Giethoorn’un bağlı olduğu Steenwijkerland sokaklarında tur attıktan sonra, Yılmaz ailesinin bulunduğu evin önüne geldiler ve aile ilebirlikte grup fotoğrafı çektirdiler.
Bu davranıştan çok memnun olduklarını belirten Hatice Yılmaz, otomobil kulübünün bu protesto gösterisine katılan diğer yurttaşlarımıza da teşekkür ettiler.
Buna karşı Giethoorn halkı da gösteriye izin veren Belediye ve Polise ateş püskürdü.
Dün Giethoorn’da yaşananlar, bizim açımızdan gerçekten ‘muhteşem’ bir davranıştı.
Ne var ki, hem ailenin pes ederek köyü terkedecek olması ve hem de aradan uzun bir zaman geçmesi, bu protesto gösterisi için, ‘Kaş yapayım derken göz çıkardı’ diyenler de oldu.
Aşağıda açıklamasını yapacağım bu deyim, sonuca pek oturmadı. Zira kaş yapılırken göz çıkarılmadı. Bu kez kaş yaparken, sadece gözün etrafına kalem sürülmüştür.
Sonuçta gösteri, Türkler tarafından ‘muhteşem’ olarak gösterildi ama, Hollandalılar tarafından ‘tahrik edici’ olarak nitelendi.
Bu yaşananlar için benim görüşümün ne olduğunu sorarsanız şu cevabı verebilirim:
Tabii ki muhteşem bir davranış. Ama, yaşananlardan pes etmiş ve köyü terketme kararı almış bir aile için destekte geç kalınmıştır. Protesto şeklinin ‘tahrik edici’ olduğunu ileri süren Hollandalılar haklı olabilirler ama, kendi ırkçılarının yaptıkları insanlık dışı saldırılar için, hiç de tahrik edici değil. Protesto gösterisinin şekli, bırakın tahrik ediciliği, ırkçı gençlere karşı saldırı olmadığı için takdir edilmelidir.
KAŞ YAPAYIM DERKEN GÖZ ÇIKARMA
Eskiden “kalemkar” denilen kadınlar, gelinin yüzüne saatlerce makyaj yaparlarmış. Gelinin kaşlarına, gözlerine özel kalemlerle şekil verirlermiş. Bu tür işler yapılırken, düğün evinde de davetliler çalgı çalıp oyunlar oynarlarmış. Ortalıkta oynamakta olan genç kızlardan birinin her nasılsa ayağı kaymış, bu arada makyaj yapan kadına çarparak yere düşmüş. Kadının elindeki sert uçlu kalem, gelin hanımın gözüne batmış, zavallı kör olmuş. Bu olaydan sonra gelin hanım yüzünden makyajcı kadın da işinden olmuş. Bu kadını kimse çağırıp bir daha ona iş vermemiş. Herkes, “Bu kaş yaparken göz çıkaran kadını istemeyiz.” demiş.
Müslüman esirlere moral vermesi için gittiği Almanya’daki çalışmalarını izlediğim Mehmet Akif Ersoy’un ‘İstiklal Marşı’, şimdilerde Avrupa gündeminde.
Hollandacasını yayınladığım İstiklal Marşı’ndaki sözler, okuyanlar tarafından ‘muhteşem’ olarak nitelendi.
Dünyadaki tüm dillere çevrilmesi gereken İstiklal Marşı’mız için, 12 Mart İstiklâl Marşı’nın Kabulü ve Mehmet Akif Ersoy’u Anma Günü dolayısıyla gazete tasarım yarışması düzenleniyor.
Geçen hafta Hollandaca tercümesini yayınladığım İstiklal Marşı’mızı, Türk dostları kanalıyla okuyan Hollandalılar, ‘muhteşem’ olarak değerlendirdiler. (En altta tercümeyi yeniden sunacağım)
Dünyadaki tüm dillere çevrilmesi gerektiğine inanılan İstiklal Marşı’mız için, Millî Eğitim Bakanlığı Avrupa Birliği ve Dış İlişkiler Genel Müdürlüğü (ABDİGM), 12 Mart İstiklâl Marşı’nın Kabulü ve Mehmet Akif Ersoy’u Anma Günü dolayısıyla gazete tasarım yarışması düzenledi.
Avrupa’daki Türk öğrencilerin milli tarih bilincine katkı sağlamak amacını taşıyan,
7-11 ve 12-17 yaş aralıklarındaki çocuk ve gençlerin katılacağı yarışmanın başvuruları 6 Mart 2022 tarihine kadar kabul edilecek. Millî Eğitim Bakanlığı yarışma duyurusunda hedefin, “yurt dışında yaşayan çocuklarımıza İstiklal Marşı’nın hangi şartlarda yazıldığını ve yaşanan zorlukları fark ettirmek, Cumhuriyetimizin kurulduğu yıllara olan ilgi ve merakı artırmak, İstiklal Marşı’nın kabulü sırasında yaşanan coşkuyu ve millet olmanın gururunu hissettirmek, milli tarih bilinci oluşumuna katkı sağlamak, vatan şairimiz Mehmet Akif Ersoy’u tanımak, Türkçe ve Türk Kültürünü tanıtmak ve yaymak” olduğu açıklandı.
Değerlendirme sonuçlarına göre dereceye giren ve paylaşılması uygun görülen gazete tasarımları ABDİGM web sitesi ve sosyal medya hesaplarında yayımlanacak. Yarışmaya katılmak isteyen öğrenciler ve velileri https://abdigm.meb.gov.tr/yarismalar/ adresinden bilgi edinebilirler.
ERSOY’UN DIŞ ÜLKELERDEKİ ÖNEMİ
İstiklal Marşı yazarımız Mehmet Akif Ersoy’un, 1914 yılında esir düşen Müslümanlar’a moral vermesi için, Alman hükümeti tarafından özel olarak davet edilmesi üzerine gittiği Almanya’daki dört aylık yaşamını, 6 yıl önce gittiğim Berlin’de araştırmış ve TRT’ye program yapmıştım.
Daha önce yazıya dökmüş olduğum o programdaki Ersoy bölümünü sizlere sunuyorum:
WÜNSDORF HİLAL ESİR KAMPI VE MEHMET AKİF ERSOY
1914 yılında, Berlin’e 50 kilometre mesafedeki Wünsdorf’ta, Birinci Dünya savaşı’nda ele geçirilen Müslüman esirler için bir kamp kurulmuştu.
Bu kamptaki esirlerin çoğu, İngiltere’nin kolonileri Hindistan ve Afganistan ile, Fransa’nın Afrika’daki kolonilerinden getirilmişlerdi.
Almanlar, müttefik olan Türkiye’den gelen Müslüman askerlerden yararlanarak, esir olan
diğer Müslümanların kendi saflarında savaşmaları için, çok iyi davranıyordu. Yaklaşık 16 bin esirin barındırıldığı bu kampta ölenler için de bir mezarlık yapılmış.
Bu esirlerin çoğu 1921 yılında ülkelerine gönderildi.
Almanya’da kalmayı başaran esirlerin yanında,Türk askerleri de topluma karışarak yaşamlarını burada sürdürdüler.
Mehmet Akif Ersoy’un uğruna şiir yazdığı ve Padişah Vahdettin ile birlikte Atatürk’ün de konakladığı Adlon Oteli.
Şimdi, Başkent Berlin’e 50 km. mesafede olan Wünsdorf’a gidiyoruz. Burada arayacağımız izler, 1’inci Dünya Savaşı’nın en şiddetli günlerinde kurulmuş bir esir kampına ait…
Bu kampta İstiklal Marşı şairimiz M. Akif Ersoy, 4 ay boyunca esirler arasında kalmış ve onlara savaşın asıl nedenini anlatan konuşmalar yapmıştı.
Mehmet Akif Ersoy ve esir kampına değinmeden önce, savaşta ve esir kampında ölenlerin gömülü olduğu mezarlığa değinelim.
Çeşitli ülkelerden savaşa katılıp can veren müslümanlar için açılan bu mezarlıkta, böylesi anlamlı anıtlar da ziyaretçilerin takdirini kazanıyor.
Mihmandarımız, Berlin Şehitlik camii imamı Ender Çetin bizi önce bu mezarlığa getiriyor. Hilal esir kampı savaş sonuna kadar varlığını koruduğu için bu yıllar içinde ölenler kampın bitişiğinde oluşturulan mezarlığa defnedilmiş.
Müslümanlar’dan başka Hıristiyanlar’ın, Hindular’ın ve Sihler’in de yatmakta olduğu Mezarlığın giriş kapısında, ‘Mezarlık’ deyimininin üç dilde yazılı olduğu görülüyor.
Burada yatan savaş esirleri, ülkelerinden binlerce kilometre uzakta kaderin onları getirip bıraktığı bu bir avuç toprakta kıyameti bekliyorlar. Eve dönüş umutlarıyla, yakınlarının özlemleriyle can teslim edenler için yapılan son vazife, bir saygı ifadesi olarak, karşılıyor bizi…
Hala düzenli bir şekilde bakımı yapılan mezarlıkta, o günleri yaşatmak için dikilmiş anıtlar görüyoruz.
Mezarlıkta, çeşitli ülkeler adına savaşan müslümanlar yatıyor
Burada yatanlar yakınlardaki bir esir kampında tutuluyordu. Mihmandarımızdan bizi oraya götürmesini istiyoruz. Kamp hakkında ayrıntılı araştırma yapan imam Ender Çetin kampın hikayesini anlatıyor:
Birinci Dünya Savaşı’nda müttefikimiz olan Almanya’nın, İngiliz, Fransız ve Ruslardan aldıkları esirler arasında çok sayıda Müslüman bulunmaktaydı. Almanlar Müslüman esirleri Hilal adını verdikleri bu kampta toplamıştı.
Esir aldıkları Müslümanlar arasında yaptıkları araştırmada ilginç bir sonuçla karşılaştılar. Sömürgeleştirilmiş Müslüman ülkelerden toplanıp Almanlara karşı savaşmak üzere cephenin önüne yerleştirilen askerler, kendilerine yapılan bir propaganda sebebiyle büyük bir fedakarlık örneği göstererek savaşıyorlardı.. Sorgulamalar sırasında bunun nedenini öğrendiler: Sömürgeciler cahil ve yoksul bıraktıkları bu insanları, “Almanlar İstanbul’u işgal etti. Halifenizi esir aldı. Biz halifenizi kurtarmak için savaşıyoruz” diye kandırmışlardı.
İslâm dünyasına yönelik olarak Berlin’de Almanya Dışişleri Bakanlığı bünyesinde oluşturulan Şark İstihbarat Birimi yetkilileri, bu propagandayı tersine çevirecek girişimlere başladı. Wünsdorf’taki Müslüman esirlere, savaşın kimler arasında olduğu anlatılacak, gerçeğin bilinmesi sağlanacaktı. Bu amaçla İstanbul’daki Alman elçisinin katkısı istendi.
Elçi, Teşkilat-ı Mahsusa’da çalışan bir dostuyla irtibata geçerek gerekli isimleri belirledi ve Almanya’ya listeyi gönderdi. Bu listedeki isimlerin ilki Teşkilat-ı Mahsusanın Afrika masasının başındaki Şeyh Salih Eş-şerif Et-Tunusi, ikincisi ise Mehmet Akif Ersoy’du. Tunusi ve Mehmet Akif beraberindeki heyetle birlikte, bizzat Kral Wilhelm’in özel konukları olarak 1914 Kasım’ının son günlerinde Berlin’e vardılar.
Osmanlı heyeti Almanya siyasi tarihinde çok önemli bir yeri olan Brandenburg Meydanı’nın yanındaki Otel Adlon’a yerleştirildiler. Otel Adlon bugün de tarihi dekorunu muhafaza ederek faaliyetine devam ediyor. Ziyaretçilerini 20. yüzyılın başlarına götüren bir zaman makinesi gibi…
Bu otelde, Padişah Vahdettin ile Berlin’e gelen Atatürk de konaklamıştı
Mehmet Akif, bu otelin güzelliğinden ve konforundan çok etkilenmişti. Kasım sonlarından Mart sonlarına kadar Berlin’de kalan Akif, bu otelde bir de şiir yazar:
Meğer oteller olurmuş saray kadar ma´mûr:
Adam girer de yaşarmış içinde, mest-i huzûr:
Beş altı yüz odanın her birinde pufla yatak…
Nasîb olursa eğer, hiç düşünme yatmana bak!
Sokakta kar yağa dursun, odanda fasl-ı bahâr,
Dışarda leyle-i yeldâ, içerde nısf ı nehâr!
Hıyât-ı nûrunu temdîd edip her âvîze,
Fezâda nescediyor bir sabâh-ı pâkîze,
Havâyı kızdırarak hissolunmayan bir ocak;
Ilık ılık geziyor, her tarafta aynı sıcak.
Gürül gürül akıyor çeşmeler, temiz mi temiz;
Soğuk da isteseniz var, sıcak da isteseniz.
Gıcır gıcır ötüyor ortalık titizlikten,
Sanırsınız ki zemîninde olmamış gezinen.
Ne kehle var o mübârek döşekte hiç, ne pire;
Kaşınma hissi muattal bu i´tibâra göre!..
Unuttum ismini… Bir sırnaşık böcek vardı…
Çıkar duvarlara, yastık budur, der atlardı.
Ezince bir koku peydâ olurdu çokça, iti…
Bilirsiniz a canım… Neydi? Neydi? Tahtabiti!
O hemşerim, sanırım, çoktan inmemiş buraya,
Bucak bucak aradım, olsa rast gelirdim ya!
Mehmet Akif ve beraberindeki heyetin amacı, esir Müslümanlara gerçeği anlatmak ve halifenin yanında olmalarını sağlamaktı.
Akif, Berlin’de bulunduğu zaman içinde bu esirlerin bilgilendirilmesi için çalıştı.Esirleri bilgilendirmek için çıkartılan Cihad adlı gazetenin yayınlarına katkı yapmaya çalıştı. Esirlerden her biri aldatılmış olmanın acısını yaşadı. Savaşın mahiyetini öğrenenler saf değiştirdi.Onlardan oluşturulan Asya Taburu bu sefer kendi davası adına Suriye cephesine gönderildi. Sunulan her türlü imkana rağmen savaş şartlarında esir kampında hayat zordur. Birçok esir hastalıktan ölür. Kamp yakınında arazinin bira yüksek sayılan bir yeri esirlerin mezarlık sahası olur. Bu gün hala mevcut olan mezarlığın bir kısmı düzenlenerek ülkelerinden uzaklarda ölmek zorunda kalan bu mazlumların hatıraları yaşatılmıştır.
Mehmet Akif bir yandan esirlerle görüşmeler yapıyor bir yandan da İslam’ın içinde bulunduğu hali bizzat esirler üzerinden yeniden müşahede ediyordu. Özellikle Asya Müslümanları Ruslarla İngilizler arasında pay edilen topraklarda sömürülüyor, cahil bırakılıyor ve tarih dışına itiliyorlardı. Safahat’ta bu günlerde yazdığı şiirler gözlemlerini günümüze taşımıştır.
İşte o şiirlerden biri:
Hesaba katmıyorum şimdilik bizim yakada
Sönen ocakları; lakin zavallı Afrika’da
Yüz elli bin kadının tütmüyor bugün bacası.
Ne körpe oğlu denilmiş, ne ihtiyar kocası,
Tutup tutup getirilmiş Fransız askerine.
Siperlik etmek için saff-ı harbin önlerine
Mehmet Akif Ersoy, Alman devletinin davetlisi olarak gittiği Berlin’deki esir kampında 4 ay gibi uzun bir çalışma yaptı.
Hilal esir kampının bulunduğu yerde bugün iki fabrika ve boş bir arazi var. 1926 yılına kadar ayakta olan camii de, kamp kapatılıp bölge boşaltılınca diğer binalarla birlikte yıkılmış.
Asya’dan Afrika’dan yuvalarından kopartılarak bilmedikleri diyarlara sürüklenen bu insanlar, esirlikte aslında içine düştükleri büyük oyundan da kurtulmuş oluyorlardı.
Akif ve Eş-şerif Et-Tunusi bu uyanışta onlara destek oldular. Yeni bir bakış açısı kazandırdılar.
Burada 4 ay kalan Türk heyeti ve özellikle Mehmet Akif’in çabalarının iki önemli sonucu oldu. İlk olarak kamptaki esir Müslüman askerlerden gönüllüler Osmanlı ordusuna katıldılar ve Asya Taburu olarak bu sefer kendi davası adına Suriye cephesinde savaştılar. İkinci önemli sonuç ise savaş sonrasında Hilal esir kampının sakinleri memleketlerine döndüklerinde sömürgecilere karşı yerel direnişlere katılarak özgürlük savaşçıları haline geldiler.
Mehmet Akif Berlin’de kaldığı günlerde, Çanakkale Savaşları bütün dehşetiyle devam ediyordu. Savaşın durumu her an merakını çekiyor, sık sık son durumu öğrenmeye çalışıyordu. Çanakkale’nin kaybedilmesi Osmanlının bitmesi demekti.Bunu bildiği için savaşın seyrini Berlin’deki Askeri Ataşemiz Ömer Lütfi Bey’e soruyor, ‘Çanakkale ne olacak?’ diyordu. Uzakta olmasına rağmen aklı Çanakkale’deydi. Her türlü teknik imkanla Çanakkale’ye saldıran güçler, galip gelerek hilalin hakimiyetine son vermişler miydi? Berlin Hatıralarında endişesini şöyle belirtir:
Silindi gitti Hilâl´in şu anda belki izi,
Zavallı Marmara’nın şerha şerha bağrından!
Bir İngiliz bezidir, belki, şimdi dalgalanan
Bizim Çanakkale âfâk-ı târumârında,
O dâr-ı Saltanat´ın bâb-ı şerm-sârında!
Uzakta olmama rağmen civâr-ı zârından,
Civârım inliyor âvaz-ı intizârından!
13 Temmuz 1915’te ise bu esir kampında, Müslümanların ibadet edebileceği ‘Hilal’ adlı bir cami inşa edilmişti. Caminin açılışı Ramazan Bayramı’na denk getirilmişti.
O günlerde Almanlar kamp içerisinde Müslüman esirlerin ibadetlerini yapması için bir de cami inşa ettiler. Cami, Müslümanların morallerini yüksek tutması ve ortak bir dayanışma ruhu kazanmaları için önemli bir görevi yerine getiriyordu. Böylece kamp esir tutukluluğunun ötesine geçiyor, bir rehabilitasyon ve gerçeğe çağrı alanı haline geliyordu.
Cami, 68 m. genişliğinde ve 12 m yüksekliğinde kırmızı beyaz renkli ahşaptan inşa edilmişti. 23 m yüksekliğinde bir minaresi vardı. Asker ve sivil bürokratların katıldığı bir törenle, 1915 de zamanın Berlin Büyükelçisi İbrahim Hakkı Paşa tarafından açıldı. Açılışa ait bu görüntülerde Mehmet Akif yok ama bazı Osmanlı görevliler dikkatimizi çekiyor.
Ne var ki, 1924 tarihine kadar hizmet veren Hilal Camisi, bakımsızlık nedeniyle yıkılma tehlikesi geçirdiği için kapatılmış ve daha sonra da yerle bir edilmiş.
Burada şimdi sadece Tatarlar’a ait çürümeye yüz tutmuş bir anıt ve mezarlık kalmış.
Esirlerden kalanlar ise hemen yakındaki Garnizon Müzesi’nde sergileniyor. Müzedeki fotoğraflardan, bu dönüşümün ve yaklaşan hayatın izlerini görebiliyoruz.
İSTİKLAL MARŞIMIZIN HOLLANDACASI…
İlhan KARAÇAY Yazdı:
Milli mücadele şairimiz Mehmet Akif Ersoy’un, ‘O şiir bir daha yazılmaz.. Onu kimse yazamaz.. Onu ben de yazamam.. Onu yazmak için o günleri yaşamak lazım. O şiir artık benim değildir. O, milletin malıdır. Benim millete karşı en kıymetli hediyem budur… Allah bir daha bu millete bir İstiklâl Marşı yazdırmasın!..’ dediği istiklal marşımızı biz çok iyi anlıyoruz. Ne var ki, içinde yaşadığımız dış ülkelerdeki yerli halklar, sık sık duydukları bu marşta ne söylediğimizi anlayamıyorlar.
Ben, istiklal marşımızı Hollandalı dostlarımızın da anlamaları için, ilk iki kıtasını Hollanda’nın Ankara Büyükelçiliği Maslahatgüzarı Erik Weststrate’nin tercüme ettiği marşımızın diğer kıtalarının da Hollandacasını sunuyorum. Hollandalı dostlarımıza dağıtmak ve duyurmak size kaldı. Diğer ülkelerdeki yurtseverlerimizden de aynı davranışı bekliyorum.
Marşımız ve tercümesinin sonunda, marşın Büyük Millet Meclisi’nde kabulünün hikâyesi var.
İstiklal Marşı’mızın ilk iki kıtasını, Hollanda’nın Ankara Büyükelçiliği Maslahatgüzarı Erik Weststrate yaptı. Fotoğrafta, Erik Weststrate’yi, büyükelçilikte görevli Eray Ergeç ve eşim ile birlikte, Mersin’deki bir etkinlikte görüyorsunuz.
TÜRKİYE İSTİKLAL MARŞI (VRIJHEID MARSCH TÜRKİYE)
Korkma, sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak; (Vrees niet, o rode banier; Die wappert op deze horizonten)
Sönmeden yurdumun üstünde tüten en son ocak. (Zolang de laatste haard die boven dit land rookt niet is gedoofd
O benim milletimin yıldızıdır, parlayacak; (Is hij de ster van mijn volk die zal stralen.)
O benimdir, o benim milletimindir ancak. (Hij is alleen van mij, en van mijn volk)
Çatma, kurban olayım, çehreni ey nazlı hilal! Frons je gezicht niet zo, jij terughoudende halve maan!)
Kahraman ırkıma bir gül! Ne bu şiddet, bu celal? (Lach toch eens naar mijn heldhaftige ras! Wat is dit voor een geweld en woede?
Sana olmaz dökülen kanlarımız sonra helal… (Anders komt ons vergoten bloed jou niet toe…)
Hakkıdır, hakk’a tapan, milletimin istiklal! (Vrijheid is het recht van mijn godvrezende volk!)
Ben ezelden beridir hür yaşadım, hür yaşarım. (Ik was vrij vanaf het begin en zal het altijd zijn.)
Hangi çılgın bana zincir vuracakmış? Şaşarım! (Welke gek zal me vastketenen? Het idee verbaast mij!)
Kükremiş sel gibiyim, bendimi çiğner, aşarım. (Ik ben als een brullende vloed; krachtig en onafhankelijk.)
Yırtarım dağları, enginlere sığmam, taşarım. (Ik zal bergen verscheuren, ik zal de oneindigheid overtreffen, en dan nog zal ik uitstromen!)
Garbın afakını sarmışsa çelik zırhlı duvar, (Al omringt een stalen pantsermuur de westelijke horizon,)
Benim iman dolu göğsüm gibi serhaddim var (Ik heb een bastion in mijn hart vol van geloof!)
Ulusun, korkma! Nasıl böyle bir imanı boğar, (Je bent machtig, vrees niet! Hoe kan het tandeloze monster,)
‘Medeniyet!’ dediğin tek dişi kalmış canavar? (Wat je “beschaving” noemt, is een monster met nog één tand over ?)
Arkadaş! Yurduma alçakları uğratma, sakın. (Mijn vriend! Laat mijn geboorteland niet in de handen van gemene mensen!)
Siper et gövdeni, dursun bu hayasızca akın. (Geef uw borst als pantser! Houd deze beschamende stormloop tegen!)
Doğacaktır sana va’dettigi günler hakk’ın… (Want snel zal de dag van de goddelijke belofte komen.)
Kim bilir, belki yarın, belki yarından da yakın. (Wie weet het? Misschien morgen? Misschien nog wel eerder dan morgen!)
Bastığın yerleri ‘toprak!’ diyerek geçme, tanı: (Zie niet de grond waar u op loopt als zuivere aarde,)
Düşün altında binlerce kefensiz yatanı. (Maar denk over de duizenden onder u die er liggen, zonder een lijkwade.)
Sen şehit oğlusun, incitme, yazıktır, atanı: (Jij bent de edele zoon van een martelaar, behoud de traditie, kwets niet uw voorvader!)
Verme, dünyaları alsan da, bu cennet vatanı. (Zelfs wanneer u werelden wordt beloofd, geef dit paradijs van een geboorteland niet op.)
*
Kim bu cennet vatanın uğruna olmaz ki feda? (Welke man zou niet willen sterven voor dit hemelse stuk land?)
Şuheda fışkıracak toprağı sıksan, şuheda! (De martelaren zouden uitstorten als u de grond zou uitdrukken! Martelaren!)
Canı, cananı, bütün varımı alsın da hüda, (God mag al mijn geliefden en al mijn bezit nemen als hij wil.)
Etmesin tek vatanımdan beni dünyada cüda. (Maar laat hem mij niet van mijn enige echte geboorteland op deze wereld beroven.)
Ruhumun senden, ilahi, şudur ancak emeli: (De enige smeekbede van mijn ziel aan U, Ο God, is dit)
Değmesin mabedimin göğsüne namahrem eli. (Laat geen vreemde hand de borst van mijn heiligdom bezoedelen.)
Bu ezanlar-ki şahadetleri dinin temeli, (Laten deze gebedsoproepen, waarvan de belijdenissen de kern van het geloof zijn,)
Ebedi yurdumun üstünde benim inlemeli. (Euwig over mijn vaderland weerklinken
O zaman vecd ile bin secde eder -varsa- taşım, (Dan zal mijn grafsteen, als er een is, duizenden keren met zijn voorhoofd de aarde raken (zoals in salaat) in geestvervoering.)
Her cerihamdan, ilahi, boşanıp kanlı yaşım, (O God, tranen van bloed stromen uit mij, uit iedere wond,)
Fışkırır ruh-i mücerred gibi yerden na’şım; (Mijn lijk zal van de aarde stromen als een geest,)
O zaman yükselerek arsa değer belki başım. (En dan zal ik wellicht opstijgen en de hemel bereiken.)
Dalgalan sen de şafaklar gibi ey şanlı hilal! (Wapper als de dagende hemel, o roemrijke halve maan,)
Olsun artık dökülen kanlarımın hepsi helal. (Zodat eindelijk al mijn vergoten bloed waardig kan zijn!)
Ebediyen sana yok, ırkıma yok izmihlal: (Nooit zul jij, noch mijn natie vernietigd worden!)
Hakkıdır, hür yaşamış, bayrağımın hürriyet; (Vrijheid is het recht van mijn altijd vrij geleefde vlag)
Hakkıdır, hakk’a tapan, milletimin istiklal! (Onafhankelijkheid is het recht van mijn God vererende volk!
İSTİKLAL MARŞI’NIN KABULÜ
Maarif Vekaleti, Türk Kurtuluş Savaşı’nın başlarında, İstiklâl Harbi’nin millî bir ruh içerisinde kazanılması imkânını sağlamak amacıyla, 1921’de bir güfte yarışması düzenledi. Yarışmaya toplam 724 şiir katıldı. Eser gönderenler arasında Kazım Karabekir, Hüseyin Suat Yalçın, İsak Ferrara, Muhittin Baha Pars ve Kemalettin Kamu gibi tanınmış isimler de vardı.”Çanakkale Şehitleri” ve “Bülbül” gibi şiirlerin sahibi Mehmet Akif’in “Milletin başarılarının para ile övülemeyeceğini” düşündüğü için yarışmaya katılmak istemediği bilinir.
Son şiir gönderme tarihi olan 23 Aralık 1920’den sonra Eğitim Bakanlığı güfteleri incelemiş ancak içlerinde İstiklal Marşı olabilecek bir eser bulamamıştı. Mehmet Akif, Maarif Vekili Hamdullah Suphi Bey’in kendisine yazdığı 5 Şubat 1921 tarihli davet mektubundan sonra fikrini değiştirerek Ankara’daki Taceddin Dergahı’ndaki odasında, Türk Ordusuna hitap ettiği şiiri kaleme aldı ve bakanlığa teslim etti.
Şiirde, şair Kurtuluş Savaşı’nın kazanılacağına olan inancını, Türk askerinin yürekliliğine ve özverisine güvenini, Türk ulusunun bağımsızlığa, Hakk’a, yurduna ve dinine bağlılığını dile getirmiştir.Hamdullah Suphi Bey, Âkif’in şiirinin önce cephede asker arasında okunmasına karar verdi. Batı Cephesi Komutanlığına gönderilen şiir, askerin beğenisini kazandı. İstiklâl Marşı, 17 Şubat 1921 tarihinde Hakimiyet-i Milliye ve Sebilürreşad gazetelerinde yayınlandı, on iki gün sonra ise Konya’da Öğüt gazetesinde yer aldı.
Ön elemeyi geçen yedi şiir 12 Mart 1921’de Mustafa Kemal’in başkanlığını yaptığı meclis oturumunda tartışmaya açıldı.Mehmet Âkif’in şiiri meclis kürsüsünde Hamdullah Suphi Bey tarafından okundu. Şiir okunduğunda milletvekilleri büyük bir heyacana kapıldı ve diğer şiirlerin okunmasına gerek görülmedi. Bazı mebusların itirazlarına rağmen Mehmet Akif’in şiiri coşkulu alkışlarla kabul edildi.
Hollanda tahtının altıncı sahibi Kraliçe Juliana ile anıları olanlar aranıyor.
Kasım ayında açılacak olan Juliana Sergisi’nde yer alacak olan söyleşi ve yazışmalar için hemen başvurun.
İlhan KARAÇAY
Huis van Oranje-Nassau olarak taç giyen 8 Kral ve Kraliçe’nin altıncısı olan Kraliçe Juliana, biri haziran ayında Utrecht’te, diğeri de kasım ayında muhtemelen Amsterdam’da açılacak olan bir sergide anılacak.
Utrecht’te yapılacak olan organizasyonu Atlas Kültür Merkezi, Amsterdam’da yapılacak olan organizasyonu de De Nieuwekerk düzenleyecek. De Nieuwkerk’in organizasyonuna, Atlas Kültür Merkezi de destek olacak.
Yıllar önce Enschede kentini ziyaret etmiş olan Kraliçe Juliana, bir Türk’ten halı hediyesi almıştı. Örneğin, bu fotoğraftaki Türk bize başvurabilir.
Yine yıllar önce gazeteci ağabeyimiz İlhan Karaçay da, Kraliçe Juliana’ya bir mektup yazmıştı. İlhan Karaçay da başvuru yapanlar arasında yer alabilir.
Her iki organizasyon için, Kraliçe Juliana ile teması olmuş yabancılar aranıyor. Atlas Kültür Merkezi Başkanı Şahin Yıldırım bu konuda şöyle diyor: “Kraliçe Juliana ile, kendileri, ebeveyleri ve büyük ebeveynleri veya tanıdıkları temas kurmuş olanlar bize başvursunlar. Başvurulardan sonra, kayda değer bulduklarımız ile görüşüp yazılı ve görsel söyleşi yapacağız. Bunun için, info@atlascultureelcentrum.nl adresine gönderi yapabilirler.”
Kraliçe Juliana’yı Wikipedia’dan tanıyalım:
Juliana (Juliana Louise Emma Marie Wilhelmina van Oranje-Nassau van Mecklenburg;
30 Nisan 1909 – 20 Mart 2004), 1948’den 1980’deki feragatına kadar Hollanda kraliçesi.
Juliana, Kraliçe Wilhelmina ve Mecklenburg-Schwerin Prensi Henry’nin tek çocuğuydu. Özel bir eğitim aldı ve Leiden Üniversitesi’nde uluslararası hukuk eğitimi aldı. 1937’de, Lippe-Biesterfeld Prensi Bernhard ile evlendi ve dört çocukları oldu: Beatrix, Irene, Margriet ve Christina. İkinci Dünya Savaşı’nda Hollanda’nın Alman işgali sırasında kraliyet ailesi, Birleşik Krallık’a tahliye edildi. Juliana, çocukları ile Kanada’ya yerleşmeye devam ederken Wilhelmina ve Bernhard İngiltere’de kaldı. Kraliyet ailesi, 1945’te Hollanda’nın kurtuluşuyla ülkeye döndü.
Wilhelmina’nın bozulan sağlığından dolayı Juliana, 1947 ve 1948’de kısa bir süre için kraliyet görevlerini üstlendi. Eylül 1948’de Wilhelmina feragat etti ve Juliana Hollanda tahtına çıktı. Saltanatı, Hollanda Doğu Hint Adaları’nın bağımsızlığını gördü. Kraliyet ailesini ilgilendiren bir dizi tartışmaya rağmen Juliana, Hollandalılar arasında popüler bir isim olmaya devam etti.
Nisan 1980’de Juliana, en büyük kızı Beatrix’in lehine feragat etti. 2004’te 94 yaşında ölümü üzerine, dünyanın en uzun yaşamış olan eski hükümdarı oldu.
Mecklenburg-Schwerin Dükü Henry ve Kraliçe Wilhelmina‘nın tek çocuğu olarak Lahey‘de Het Loo Sarayı’nda doğdu. Çocukluğunu Lahey‘deki Noordeinde Sarayı ve Huis ten Bosch Sarayı’nda geçirdi. 30 Nisan 1927 günü, Princess Juliana on sekizinci doğum günü ile birlikte Barones ilan edilişi kutlandı. Aynı yıl, Prenses Leiden Üniversitesi’ne kaydoldu.
Üniversitenin ilk yılında,sosyoloji dersleri, hukuk, ekonomi, dinler tarihi, parlamento tarih ve anayasa hukuku derslerine katıldı. Prenses uluslararası ilişkiler, uluslararası hukuk, tarih, ve Avrupa kültürleri hukuku hakkındaki konferanslara katıldı.
EVLİLİĞİ VE SÜRGÜNDEN DÖNÜŞÜ
Prenses ve Prens nişanlandıktan hemen sonra
1930 yılında Kraliçe Wilhelmina kızı için uygun bir eş aramaya başladı. Kraliyet standartlarına uygun bir Protestan prensi bulmak çok zordu. Bavyera 1936 Kış Olimpiyat Oyunlarında, Julianna, Lippe-Biesterfeld Prensi Bernhard isimli genç bir Alman aristokrat ile tanıştı. Çiftin nişanı 8 Eylül 1936 tarihinde yapıldı. Düğün öncesinde 24 Kasım 1936 tarihinde, Prens Bernhard’a Hollanda vatandaşlığı verildi ve isminin yazımı değişti. 7 Ocak 1937 tarihinde Lahey‘de Prenses Juliana dedesi Kral III. William ve Kraliçe Emma’nın elli sekiz yıl önce evlendiği yerde ve tarihte evlendi.
Sivil tören Lahey Belediye Sarayında yapıldı ve aynı şekilde evlilikleri Lahey‘deki Büyük Kilise’de (St. Jacobskerk Kilisesi) kutsandı. Genç çift Baarn Soestdijk Sarayı’na taşındı. Çiftin ilk çocuğu Prenses Beatrix 31 Ocak 1938 tarihinde, ikinci çocukları Prenses Irene 5 Ağustos 1939’da doğdu. Uzun süren sürgünden sonra 2 Ağustos 1945 Prenses Juliana Hollanda topraklarında ailesiyle yeniden bir araya geldi.
30 Nisan 1980’de kendi isteğiyle tahttan çekilen Juliana’nın yerine kızı Beatrix geçti.
HASTALIK VE ÖLÜM
1990’ların ortalarından itibaren, Juliana’nın sağlığı geriledi ve Juliana bu saatten sonra kamuoyunda görünmedi. Kraliyet Ailesinin doktorları Juliana’yı 24 saat bakım altında aldılar. 20 Mart 2004 yılında “Pnömoni Komplikasyon” bağlı olarak uykusunda öldü. Kraliçe Julianna mumyalanarak 30 Mart 2004 tarihinde Delft Nieuwe Kerk’de bulunan Kraliyet mezarlığına annesi Kraliçe Wilhelmina‘nın yanına defnedildi. Eşi Prens Bernhard’ın 93 yaşında ölümünden sekiz ay sonra 1 Aralık 2004’te öldü ve o da eşinin yanına defnedildi.