UKRAYNA-KÜBA BENZETMESİ VE SAVAŞ NEDENLERİNİN İÇYÜZÜ: STRATEJİ AVANTAJI

UKRAYNA-KÜBA BENZETMESİ VE SAVAŞ NEDENLERİNİN İÇYÜZÜ: STRATEJİ AVANTAJI

İlhan KARAÇAY yazdı:

Bugün yaşanmakta olan Ukrayna krizini yorumlamak yerine, 1962’de yaşanan Küba krizini hatırlatarak, stratejik avantajın önemini ortaya seriyorum.

Savaşlar çirkindir. Savaşlarda haklıyı ve haksızı seçmeye kalkışmak doğru değildir.

Savaşlar, dünyaya hakim olmak isteyen süper güçlerin akıl almaz akılsızlığıdır.

Savaşlarda, sadece askeri kayıp ve zararlar olmaz. İster istemez sivil alanlar ve halk da zarar görürler ve kayıp verirler.

metin içeren bir resim Açıklama otomatik olarak oluşturuldu

Bugünkü genç kuşaklar bilmeyebilirler. Bugün Ukrayna’da yaşanan krizin baş sorumlusu olarak suçlanan Rusya, bu sorumlulukta yalnız değildir. Bu krizin bir benzeri 1962 yılında Küba’da yaşanmış ve o yaşananın sorumlusu da Amerika Birleşik Devletleri olmuştur.

Bugün nasıl ki Rusya ABD’nin ve hatta NATO’nun, sınırlarına yakın yerlerde konuşlanmasını istemiyorsa, dün de ABD, Rusya’nın kendilerine yakın konuşlanmasını istemiyordu.
Bugün Ukrayna krizi yaşanıyorsa, dün de Küba krizi yaşanmıştır.

Bu konuda kesinlikle taraf olmak istemiyorum. Sadece yaşanan her çirkinliğin, emperyalist güçlerin eseri olduğunu ifade etmek istiyorum.

Bugünkü genç kuşaklara, 1962 yılında Küba’da neler yaşandığını anlatmak istiyorum.
O zaman ben 20 yaşındaydım. Rusya’nın Küba’daki varlığından rahatsız olan ABD’nin, Kübayı savaş gemileri ile nasıl abluka altına aldığını hiç unutamıyorum.

Küba olayını 20 yaşında bir genç olarak sizlere anlatmak isterdim ama, daha sağlıklı bilgiler vermem için Wikipedia’dan yararlanmam daha iyi olur sanırım.

metin, gazete içeren bir resim Açıklama otomatik olarak oluşturuldu

Küba Füze KriziABD’nin Türkiye ve İtalya‘ya, SSCB’nin ise Küba’ya nükleer başlıklı füze yerleştirmesi ile başlayan; Ekim 1962’de dönemin iki süper gücünü karşı karşıya getiren ve dünyayı nükleer savaş tehdidi altında bırakan bunalımdır.

Küba Füze Krizi ya da diğer adıyla Ekim Füzeleri bunalımının en önemli özelliği, nükleer silahlara sahip iki süper gücün dünyada ilk kez doğrudan karşı karşıya gelmesidir. Bunalımın bir başka özelliği hem “Soğuk Savaş“ın doruğunu hem de 1962 sonrasında yavaş yavaş ama kararlı bir tempoda yerleşmeye başlayan “yumuşama” (detente) olgusunun temelini oluşturmasıdır.

Nedenleri

Küba Füze Krizi bunalımının temelinde yatan asıl neden ise Amerikan Hükümeti’nin Fidel Castro rejimini devirmek istemesidir.

Castro’nun 1959 yılında Amerika Birleşik Devletleri’nin kontrolündeki Batista rejimini yıkarak iktidara gelmesi üzerine ABD, önce Amerikan Devletleri Örgütü (OAS) bünyesinde Latin Amerika ülkelerinin ortak harekatıyla “Castro Rejimi”ni yıkmayı denediyse de OAS üyeleri yalnızca “Castro Rejimi”ni kötülemekle yetindiler. Daha sonra ABD’ye kaçan Kübalı mültecilerin ABD Hükümeti’nin yardım ve desteği ile Küba’yı işgal etmesini içeren bir plan yürürlüğe konduysa da mültecilerin Domuzlar Körfezi Çıkartması‘nda başarısızlığa uğraması, ABD’nin bu dolaylı müdahale girişimini sonuçsuz bıraktı.

Bunalımın bir diğer nedeni ise, Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği‘nin (SSCB) ABD’nin gerek OAS bünyesinde gerekse Domuzlar Körfezi Çıkartması’nda yaşadığı başarısızlıktan yararlanması ve Küba’daki “Castro Rejimi”ne destek olmaya başlamasıdır. SSCB, ihtiyaç duymamasına karşın Küba’nın şeker ihracatının büyük kısmını satın aldı ve Küba’ya olası bir Amerikan müdahalesine karşı güvence verdi.

Füzeler

ABD’ye ait bir U-2 casus uçağının 1 Mayıs 1960’ta düşürülmesiyle ABDSSCB ilişkileri gerginleşirken Küba-SSCB dostluğu giderek sıkılaşıyordu. Bu sıcak ilişkilerin bir sonucu olarak 1962 sonbaharında Küba’ya Sovyet füzelerinin konuşlandırılmasına başlandı.

Bir görüşe göre Küba bunalımının ortaya çıkardığı tehlike gerçek olmaktan çok görünüşteydi. Bu görüşe göre füzelerin yerleştirilmesi dönemin SSCB lideri Nikita Kruşçev açısından becerikli bir “Soğuk Savaş” oyunuydu ve füzeler dönemin ABD Başkanı J. F. Kennedy zorladığı takdirde sökülmek üzere yerleştirilmişti. Ancak sökme bedeli olarak Kruşçev, bazı ödünler beklemekteydi: Küba’nın işgal edilmeyeceğine dair güvence ve SSCB toprakları yakınına (özellikle Türkiye’ye) yerleştirilmiş füzelerin sökülmesi.

Füzelerin yerleştirilme amacı ne olursa olsun Küba ile SSCB arasında gelişen bu ilişkiler ABD’yi bir müdahaleye doğru itmeye başladı. ABD Başkanı Kennedy, 1962 yılı Ekim ayının hemen başında verdiği bir demeçte şu olasılıkların gerçekleşmesi halinde Küba’ya müdahale edeceğini açıkladı: Küba’daki Amerika’ya ait Guantanamo ÜssüPanama Kanalı, öteki Latin Amerika ülkeleri veya kıtadaki Amerikalıların hayatları tehlikeye girerse; Cape Canaveral İstasyonu‘na müdahale edilirse veya SSCB Küba’da saldırgan üsler kurarsa.

Bunalım

14 Ekim 1962’de bir ABD casus uçağı Küba’daki inşaatı devam eden nükleer füze rampalarını tespit etti.[1] ABD’de seçim mücadelesinin hızlandığı bir dönemde 16 Ekim 1962 günü dönemin ABD Savunma Bakanı Robert McNamara Küba’da füze üslerini belirleyen hava fotoğraflarını Başkan Kennedy’e gösterdi. Fotoğraflardan edinilen bilgiye göre, Sovyet füzeleri yerleştirilmeye başlanmıştı ama ateşlemeye hazır hale gelmeleri için bazı parçaların Küba’ya gelmesi gerekiyordu.

Kennedy teknik danışmanlarıyla uzun süren toplantılar yaptıktan sonra Küba’nın denizden abluka altına alınmasına karar verdi. ABD, abluka kararı konusunda Birleşmiş Milletler’e, OAS’a veya NATO’ya danışmadı ve sadece bu örgütleri kararından haberdar etmekle yetindi.

22 Ekim 1962 tarihinde abluka uygulanmaya başladı. Bu sırada, Atlantik Okyanusu’nda seyreden Sovyet gemileri Küba’ya yaklaşmaktaydı. Bu gemiler ablukaya uymadıkları takdirde batırılacaklardı. Kruşçev ilk tepki olarak saldırı değil, savunma silahı taşıdığını söylediği gemilerin durması için emir vermeyeceğini açıkladı. Bu durum gerilimi daha da tırmandırdı.

Kruşçev, 27 Ekim 1962’de Kennedy’e gönderdiği mektupta, ABD’nin Türkiye’deki benzer füzeleri sökmesi halinde (ABD 1959 yılında Türkiye ile anlaşmış ve 1961 yılında Türkiye’ye Jüpiter füzeleri yerleştirmişti. Füze durumları Türk halkına 40 yıl sonra açıklandı veya belgelendirildi.) SSCB’nin de Küba’dakileri sökeceğini, Türkiye’nin toprak bütünlüğüne ve bağımsızlığına saygı göstereceğini, içişlerine karışmayacağını ve işgal etmeyeceğini belirtmiş ve Küba’daki füzelerin sökülmesinin karşılığı olarak ABD’nin de aynı güvenceleri Küba açısından vermesi gerektiğini eklemiştir.

Başkan Kennedy ise aynı tarihli cevabi mektubunda; Küba’daki füzeler söküldüğü takdirde Küba’ya karşı uygulanan ablukaya son verileceğini ve Küba’yı işgal etmeyeceği güvencesini verebileceğini kaydetmiştir. Ancak Türkiye’deki füzelerin sökülmesi konusunda kesin bir güvence vermekten kaçınarak “Dünyadaki gerginliklerin yumuşaması, mektubunuzda belirttiğiniz öteki silahlarla ilgili olarak daha geniş bir düzenlemeye gidebilmemize olanak sağlayabilir” demiştir.

ABD Başkanı Kennedy kısa vadeli tedbirlerle uzun süreli tedbirleri birbirinden ayırmaktaydı. Kennedy için önemli olan ABD’ye yönelik tehdidin ortadan kaldırılmasıydı. Jüpiterler ise daha sonra ele alınacak bir düzenleme içinde düşünülebilirdi.

ABD’ye göre pazarlık unsurları da birbirine uymamaktaydı. Bir yanda birdenbire Küba’ya yerleştirilen füzeler öte yanda çok önce yerleştirilmiş bulunan ve yerleştirildikleri anda SSCB’nin tepkisiyle karşılaşmadığı için üstü kapalı olarak kabul edilmiş füzeler bulunuyordu.

Kruşçev, 28 Ekim 1962’da Kennedy’e ikinci bir mektup yazmıştır. Bu mektupta Türkiye’deki Jüpiter füzelerinden hiç bahsedilmemiş ve Kennedy’nin önerilerine sıcak bakıldığı vurgulanmıştır. Kennedy, aynı gün Kruşçev’e bir mektup göndermiş ve sağduyulu kararından dolayı kendisini tebrik etmiştir. Amerika’da Büyükelçiler nezdinde yapılan son görüşmede Sovyet elçi Küba’daki füzelerin kaldırmasının ancak Türkiye’deki füzelerin kaldırılmasına bağlayacak Amerikan elçi yedekte tuttuğu kozu kullanıp “Zaten Türkiye’ye koyduğumuz füzeler eskimişti 6 ay içerisinde kaldıracaktık” demiştir. (Amerikan Elçi Kenndy’nin kardeşi bakandır ve ayrıca Sovyet Elçi ile görüşmeden önce Türkiye’deki füze kozunu en son seçim olarak kullanmasını kararlaştırmışlardır.) Füzelerin Sovyetlerin aynı dönemde kaldırılmamasının sebebi ise gelişen olaylar karşısında medyada sıkıntı çeken Kennedy’nin Türkiye’deki füzelerin kaldırılmasının altında kalabilecek olmasıdır. Amerikan Elçi bu gizli maddenin sadece Sovyet kurmaylar tarafından bilineceği, Türkiye’deki füzelerin kaldırılmasının kamuoyu tarafından bilinmesinin anlaşmayı bozacağı ve askerî müdahalenin kaçınılmaz olacağını söylemiştir. Bir ihtimal de, Kruşçev sadece ülkesinin böyle bir tehlikeyle karşı karşıya kalmaması için başkanlık koltuğundan indirilirken bu gizli maddeyi açıklamamıştır ama Sovyetler kendini tehdit eden yakınındaki nükleer füzelerden kurtulmuştur.

28 Ekim 1962 tarihli mektuplar ve ABD’nin Küba’ya uygulanan ablukayı kaldırmasıyla bunalım atlatılmıştır.

*Kruşçev’in füzeleri sökme kararı, NATO’da da rahatlama yaşanmasına neden oldu. Çünkü, 28 Ekim 1962 tarihli NATO Konseyi toplantısında ABD, Küba’yı işgal hareketine girişirse Türkiye’nin Sovyet işgaline uğrayabileceği ve NATO’nun savaşa sürüklenebileceğine değinilmişti. NATO Konseyi’ndeki bazı delegeler ABD’den Küba’yı işgal etmeme garantisi istemiş, ABD delegesi ise bu güvenceyi vermekten kaçınmıştı.

*Ekim Füzeleri bunalımı, biraz da çelişkili olarak, soğuk savaşın doruk noktasına vardığı bir dönemde “yumuşama” ve “görüşme” havası yaratmıştır. Nükleer savaşın eşiğine gelindiğini anlayan taraflar, bu bunalımdan sonra daha temkinli olacaklardır. (Örneğin ABD, Türkiye’deki Jüpiter füzelerini tek taraflı bir kararla sökmeye başlamıştır.)

*NATO üyeleri, daha doğrusu NATO’nun Avrupa kanadı, böyle büyük bir bunalımda (kendilerini de tehlikeye atan bir durum olsa dahi) görüşlerinin alınmayacağını, ABD’nin tek başına hareket edeceğini anlamışlardır.

*SSCB’de Kruşçev serüvencilik suçlamasıyla iktidardan düşürüldü.

*Ekim Füzeleri bunalımı, o dönemki iki kutuplu dünya düzeninde, blokları oluşturan devler arasındaki ilişkileri de etkiledi. Doğu Bloku içinde Çin-Sovyet anlaşmazlığı açığa çıktı. Pekin, Moskova’yı “devrimci davaya ihanetle” suçladı. Moskova Pekin’i serüvencilikle itham etti. Batı Bloku’nda Fransa iki süper devlet arasında denge kuracak bir “Batı Avrupa Koalisyonu” girişimi başlattı ve ABD ile ilişkilerini gevşetme yönünde önemli adımlar atarak kendi nükleer programını başlattı.

*ABD ve SSCB Ekim Füzeleri bunalımından sonra nükleer silahların yayılmasını önlemek için Moskova’da, 5 Temmuz 1963’te “Nükleer Silah Denemelerinin Kısmi Yasaklanması Anlaşması”nı imzaladılar. (Bu anlaşma atmosferde, uzayda ve denizaltında nükleer denemeleri yasaklıyor ancak toprak altındaki nükleer denemelere izin veriyordu.)

*Ekim Füzeleri bunalımı, bölgesel bir çatışmada geleneksel (klasik) silahların önemini artırmıştır.

*Herhangi bir bunalım sırasında Washington ve Moskova arasında doğrudan bir haberleşme hattının kurulması gerekliliği ortaya çıkmıştır. İki başkent arasında anında haberleşmeyi sağlayacak telefon hattı (hotline) –Kırmızı telefon– kurulmuştur.

metin, adam, kişi, iç mekan içeren bir resim Açıklama otomatik olarak oluşturuldu

KRİZLERİN GÜNÜMÜZDEKİ DEĞERLENDİRMELERİ, KÜBA-UKRAYNA ÖRNEĞİ
Soğuk Savaş olarak bilinen, 40 yıldan uzun süren ve 1991’de Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla sona eren dönemin başlıca iki özelliği vardı. Bunlardan ilki dönemin iki “süpergücü” olan ABD ile SSCB’nin sınıf karakterlerinden kaynaklanıyordu. Bu devletler, tarihî olarak birbiriyle uzlaşmaz bir çelişki içinde olan iki sınıfın, burjuvazinin ve proletaryanın hâkimiyetini temsil eden iki ayrı sosyoekonomik oluşumun, kapitalizmin ve sosyalizmin dünya çapındaki önce güçleriydi. Aralarındaki gerilim tarih boyunca nüfuz bölgeleri, sömürgeler vb. üzerinde çelişkiye düşen devletlerin arasındaki gibi üstesinden gelinebilecek türden anlaşmazlıklar değildi; birinin varlığı öteki için varoluşsal bir tehditti. Dolayısıyla, Soğuk Savaş hızla bir dünya savaşına dönüşme potansiyeline sahipti.

İkincisi, bunlar dünyanın en büyük nükleer silah stokuna sahip olan iki ülkeydi. Aralarında doğacak ve kaçınılmaz olarak NATO İttifakı ile Varşova Paktı’nın üyesi ülkeleri de içine çekecek bir dünya savaşı, bu yüzden insanlığın, hatta yeryüzünde canlı varlığın sonu demek olabilirdi.

O zaman okur sorabilir: İki ülkenin arasındaki gerilimler karşılıklı tehdit düzeyinde mi kalmıştır yoksa böyle bir nükleer savaşın eşiğine geldikleri olmuş mudur? Bu sorunun, aralarında siyasi, ideolojik, teorik olarak ne farklar olursa olsun bütün Soğuk Savaş tarihçilerince verilen ortak cevabı, bütün bu dönem boyunca iki ülkenin savaşın eşiğine en çok yaklaştığı anın 1962 yılındaki Küba füze krizi olduğudur.

Küba füze krizinin dinamikleri

Ne güzel rastlantı: Bu yıl Küba füze krizi olarak anılan bu olayın 60. yıldönümünü idrak ediyoruz. Yıl içinde, hele hele krizin yoğun bir biçim aldığı 22-28 Ekim arasında bu tarihî önemdeki olay mutlaka ayrıntısıyla tartışılacaktır. Biz bu tartışmayı daha Ocak ayından gündeme getiriyorsak, bunun nedeni Küba füze krizinin bugünkü Ukrayna krizinin tersyüz edilmiş hali olmasındandır.

Olayın nasıl yaşandığını bilmeyenler için, özel olarak da genç kuşaklar için 60 yıl önce dünyayı nükleer savaşın eşiğine getiren gelişmelerin ne olduğunu yalın biçimde özetleyelim. Şunu da ekleyerek: Küba füze krizinin iki süpergüç ile adı üzerinde Küba dışında bir dördüncü aktörü daha var. O da bizim memleketimiz, Türkiye. Bir bakıma, ABD ile SSCB’nin karşılıklı rolü ne ise, Küba ile Türkiye’nin krizin daha pasif aktörleri olarak rolleri de aynı şekilde simetriktir.

Bilindiği gibi, Küba devrimci 26 Temmuz Hareketi, Fidel ve Raúl Castro ve Ernesto Che Guevara önderliğinde verilen bir gerilla savaşı sonucunda 1958-1959 yılbaşı gecesi iktidarı ele geçirmişti. Bunu izleyen iki yıl boyunca Küba’nın yeni devrimci iktidarı, devrim öncesinde ada üzerinde neredeyse mutlak bir ekonomik ve politik hâkimiyet kurmuş olan Amerikan emperyalizmiyle adım adım tırmanan bir çelişki içine giriyordu. Sonunda adadaki emperyalist Amerikan sermayesi mülksüzleştiriliyor, buna karşılık ABD Küba’ya (bugün 60 yıl sonra hâlâ devam etmekte olan) ağır bir ekonomik ambargo koyuyor, devrimci Küba rejimi ise başlangıçta gündeminde olmadığı halde 1961 yazında artık sosyalizm yoluna girmiş olduğunu ilan ediyordu. ABD bunun üzerine Kübalı karşı devrimcileri silahlandırıp adaya çıkararak deyim yerindeyse filmi geri sarmaya çalışacak, ama tarihe “Domuzlar Körfezi çıkartması” olarak geçen bu olayda ağır bir yenilgiye uğrayacaktı.

1962 yılında yaşanan Küba füze krizinin dinamikleri işte Küba ile ABD arasında yaşanan bu Davud ile Calut kavgasında yatıyor.

“Küba”dan “füze”ye

Küba füze krizinde ikinci unsur füze faktörü. Bu ise Küba’nın sosyalizm yoluna girdiğinin ilan edilmesinin Soğuk Savaş’a yeni bir unsur getirmiş olmasının sonucu. 1962 yazında Sovyetler Birliği’nin o dönemdeki önderi Kruşçov Küba’ya yolladığı temsilciler aracılığıyla Fidel Castro ve arkadaşlarıyla gizli bir görüşme yapıyor ve iki taraf adaya nükleer başlıklı Sovyet füzeleri yerleştirilmesi üzerinde anlaşıyor. ABD birkaç ay U-2 casus uçaklarının keşif uçuşlarına rağmen bunları keşfedemese de Ekim ayında nihayet bu bilgiye ulaşıyor. İşte kriz bu aşamada başlıyor.

22 Ekim’de ABD’nin o dönemdeki başkanı John Kennedy bir televizyon konuşmasında, SSCB’nin Küba’ya Washington’dan Panama Kanalı’na kadar birçok stratejik hedefi vurabilecek uzunlukta menzili olan nükleer başlıklı füzeler yerleştirmiş olduğunun anlaşıldığını halka açıklıyor. Ardından da yönetiminin aldığı kriz tedbirlerini ortaya koyuyor. Bunlardan üçü en büyük önemi taşır: (1) Küba’ya bir “karantina” uygulanması. Bu aslında ablukanın hafifletilmiş bir ifadesidir. (2) Küba’ya silah ve malzeme taşıyan Sovyet gemilerinin uluslararası sularda durdurulmasına ilişkin karar. (3) Füzeler çekilmeyecek olursa Küba’nın işgali.

22 Ekim’den 28 Ekim’e kadar yaşanan çok ağır kriz sırasında her iki taraf da diğerini geriletmek için elinden geleni yapıyor. Sonunda Kruşçov işin gittiği yerin gerçekten çok tehlikeli olduğunu gördüğü için geri adım atıyor. (Fidel olaydan sonra Kruşçov için Kübalılara en ufak bir danışmada bulunmadan veya soru sormadan karar değiştirdiği için “hijo de puta” nitelemesini uygun görmüştür! Okurumuz Fidel’in kullandığı siyasi terminolojiyi merak ediyorsa İspanyolca olan bu deyimin anlamını Google translate yoluyla keşfedebilir.) Ama hem tam bir yenilgi yaşamamak hem de gerçekten bir karşı avantaj elde etmek için o da Kennedy’ye bir şart koşuyor.

Türkiye sağ taraftan sahneye girer

Kruşçov’un füzeleri Küba’dan çekmek için Kennedy’ye koştuğu şart, ABD’nin Türkiye’de konuşlandırmış olduğu Jüpiter füzelerinin geri çekilmesidir. Bu füzeler Menderes döneminde yapılan bir anlaşma gereği Türkiye topraklarına konuşlandırılacaktı. Ne var ki, iş uzamış ve ancak Temmuz 1962’de İsmet İnönü’nün başbakanlığında bir koalisyon hükümeti döneminde gerçekleşmiştir.

Türkiye ile SSCB’nin arası daha önce yaşanan bir olay dolayısıyla zaten bir ölçüde gerilmişti. 3 Mayıs 1960’ta, henüz Menderes başbakanken, bir Amerikan U-2 casus uçağı Sovyet savunmasınca düşürülüyordu. Hayatta kalan pilot sorgusunda Pakistan’dan Norveç’e uçmakta olduğunu söylese ve Amerika bunun bir casus uçağı değil iklim araştırması amaçlı bir ölçüm uçağı olduğunu iddia etse de pilotun ta 1956’dan beri İncirlik Üssü’nden havalanarak istihbarat topladığı anlaşılacaktır.

Kruşçov bütün bunlar çerçevesinde Türkiye’deki Jüpiter füzelerinin kaldırılması karşılığında Küba’daki nükleer başlıklı füzeleri geri çekmeyi kabul etmiş, böylece Küba füze krizi, başladığından 6 gün sonra 28 Ekim’de savaş çıkmaksızın çözüme kavuşturulmuştur.

Ukrayna krizinin tersyüz edilmiş hali

Küba krizi bugün yaşanmakta olan Ukrayna krizinin anlamını kavramak ve ABD’nin ikiyüzlülüğünü gün yüzüne çıkarmak bakımından mükemmel bir laboratuvardır. ABD 1962’de neden nükleer bir dünya savaşı çıkarmayı göze alarak bir kriz yaratmıştır? Çünkü Kennedy’nin açık açık söylediği gibi Rus nükleer silahlarının kendi ülkesine 90 mil (yaklaşık 150 kilometre) uzaklıktaki bir ülkede konuşlanmasına izin vermesi çok ağır bir tehdidi kabul etmek olurdu. Kennedy ABD’nin buna izin vermeyeceğini açıkça ifade etmiştir.

Bugünkü tartışma nedir? Roller tersine dönmüştür. Her ne kadar Sovyetler Birliği (şimdilik) artık yoksa da, onun en büyük mirasçısı devlet olan Rusya Federasyonu’nun cumhurbaşkanı Putin, NATO’nun 30 yıllık genişlemesinin, sonunda kendi ülkesine sınır komşusu olan Ukrayna’ya kadar geldiğini hesaplayarak, bu ülkenin topraklarına nükleer silah yerleştirilmesine yol açabilecek olan NATO üyeliğine “nyet” diyor, yani bunu veto ediyor. Bunun Küba krizinde ABD’nin aldığı tavırdan ne farkı vardır ki bu kadar gürültü yaratılmaktadır?

Belki Putin’in hedefine değil de yöntemlerine karşı mı tepki göstermektedir Batı ittifakı? Putin Ukrayna sınırına asker yığmıştır. Bu bir savaş tehdidi olarak görülüyor ve sabah akşam kınanıyor. Peki Kennedy yönetimi ne yapmıştır? Birincisi Küba’ya abluka uygulamaya başlamıştır. Rusya Ukrayna’ya hiç olmazsa doğusundan ve (müttefiki Belarus’un desteğiyle) kuzeyinden uygulayabileceği bir ambargo bile uygulamıyor. İkincisi, Kennedy birçok Sovyet askerî gemisini fiilen durdurmuş ve bir kısmını geri yollamıştır. Bu tür müdahalelerin her iki tarafın iradesinden bağımsız olarak tırmanarak savaşa yol açabilecek riskler yaratacağı açıktır. Üçüncüsü, Kennedy resmen Küba’ya işgal edeceğini açıklamıştır. Putin böyle bir tehdide hiçbir an başvurmamıştır. Buna rağmen bu kadar çok eleştiriliyor ve kınanıyor Rusya.

Emperyalistlerin iki yüzlülüğünün ne kadar sınır tanımak bilmez olduğunu gösteren benzer bir olay çifti muhtemelen modern tarihin sayfalarında bulunamaz!

GÜNAY USLU’YA, “SÖZDE ERMENİ SOYKIRIMI İDDİASINDA BULUNANLARA HİÇ TEPKİ GÖSTERDİN Mİ?” SORUSU YÖNELTİLDİ

GÜNAY USLU’YA, “SÖZDE ERMENİ SOYKIRIMI İDDİASINDA BULUNANLARA HİÇ TEPKİ GÖSTERDİN Mİ?” SORUSU YÖNELTİLDİ

Savaş, Holokost ve Soykırım Araştırmaları Enstitüsü NIOD’un Yönetim Kurulu’nda yer alan Uslu, “Benim görev dönemimde, Ermeni meselesi hiç gündeme gelmedi. Aksine ben, Osmanlı ve Türklerin, Avrupa kültür tarihindeki önemli rolünü aydınlatan konferanslar verdim” diye cevap verdi.

İlhan KARAÇAY yazdı:

Değerli Okurlarım,
Hollanda’da araştırmacılığı çok seven bir dostum, bana göndermiş olduğu yazı ve dökümanlara not olarak şunları yazmış:

“Günay Uslu, bir çok uğraşlarının yanında, Amsterdam’daki Hollanda “Soykırımlar” Araştırmaları Enstitüsü (NIOD) Fonu yönetim kurulu üyesiydi.
NOID, Amsterdam Üniversitesi’nin zırhına bürünerek “Sözde Ermeni Soykırımı” yalancılarına ev sahipliği yapan bir “Çiftlik” olduğuna göre, Günay Uslu’da “NIOD” çatısı altında olup-bitenleri mutlaka biliyordur.
Soru: NIOD Yönetim Kurulu Üyeliği yapan Günay Uslu, severek ve gönüllü olarak çalıştığı Enstitü’nün, biz Türkleri soykırımcı ilan eden yalanlarına hiç tepki göstermiş midir?”

Bu değerli dostuma, bu konuyu araştıracağımı, Günay Uslu ile konuşacağımı ve sorusuna cevap vereceğimi söyledim.

NIOD, Savaş, Soykırım ve Soykırım Araştırmaları Enstitüsü, Hollanda’da bulunan ve arşivleri tutan ve İkinci Dünya Savaşı, Holokost ve dünyadaki diğer soykırımlar hakkında geçmişte ve günümüzde tarihi araştırmalar yürüten bir kuruluştur.

NEDEN GÜNAY USLU?
İşte, Amsterdam Eye Film Müzesi Konseyi’ne Başkanlık, Lahey’de Maurits Müzesi’nin Danışma Kurulu Üyeliği, Rembrand Derneği’nin Danışma Kurulu Üyeliği, Leiden Üniversitesi’nde Hoşgörü Kürsüsü ve Allard Pierson’da Danışma Kurulu Üyesi olarak, pek çok kuruluşun, yönetimine almak istediği Günay Uslu, NIOD Vakfı’ndan da davet aldı ve bu teklife evet diyerek çalışmalar yaptı.

kişi içeren bir resim Açıklama otomatik olarak oluşturuldu

Geçtiğimiz 3 Ocak’ta Kültür ve Medya’dan Sorumlu Devlet Bakanı olduktan sonra, 10 ocakta bu görevinden istifa eden Günay Uslu, kendisine yöneltilen bu soruya, “Benim görev dönemimde, Ermeni meselesi hiç gündeme gelmedi. Aksine ben Osmanlı ve Türklerin, Avrupa kültür tarihindeki önemli rolünü aydınlatan konferanslar verdim. Ayrıca, genc araştırmacılara kendilerini geliştirebilmeleri için burs imkânları sağlama çabalarında bulundum.” cevabını verdi.

Günay Uslu, 2019’da NIOD Yönetim Kurulu’na girdiğini ve 10 Ocak 2022’de ayrıldığını belirtirken, ”2019’dan önce NIOD ile bir bağım yoktu. 2001’den 2022’ye kadar Amsterdam Üniversitesi Kültür Bilimleri Bölümü’ne bağlı olarak çalıştım. NIOD ile Üniversite Yönetim Kurulları ayrı ayrıydı.” dedi.

Bakınız, Günay Uslu’nun NIOD’taki Yönetim Kurulu Üyeliği gündeme gelmeden önce, Bakan olduğu ilk günlerde kendisi için neler yazmıştım:

OSMANLI TARİHİNİ İNGİLİZCE ANLATTI

kişi, insanlar, iç mekan, grup içeren bir resim Açıklama otomatik olarak oluşturuldu

Tam anlamıyla bir eğitim müptelası olan Günay Uslu, bir ara Türkiye’ye de giderek Osmanlı tarihi eğitimi için destek aldı.

Osmanlıca metinleri aslından okumak ve anlamak için, bireysel çabasıyla Osmanlıca öğrenen Uslu, 2014 yılında “Osmanlı İmparatorluğu’nda Kültür Politikaları” konusunda doktora tezini yazıp, savunarak, dr. ünvanını aldı.

Amsterdam Üniversitesi’nde bu konuda hem ders veren hem de araştırmalar yapan, Günay Uslu, Avrupa kültürü, mirası, müze ve kültür politikaları tarihinde de uzman oldu.


Günay Uslu’nun, Yunus Emre Enstitüsü’nde, Arkeolog Gert Jan van Wijngaarden ile birlikte verdiği konferansın davetiyesi. verdiği

Günay Uslu, 8 Haziran 2018’de, “Homeros, Truva ve Türkler. Geç Osmanlı İmparatorluğu’nda Miras ve Kimlik, 1870-1915” başlıklı konferans vermişti.
Amsterdam Üniversitesi’nde ‘Homeros’un Avrupa ve Türk kültürü üzerindeki etkileri’ konularında araştırmalar yapan Uslu, Homeros’un Truva Hikayeleri’nin, Batı kültürünün temel eserlerinden olmasına rağmen, Osmanlı-Türk kültür geleneğine de ilham verdiğini belirtiyor. Homeros ve Truva üzerine yapılan tarihi ve arkeolojik araştırmalarda, araştırmacıların büyük ölçüde Batı kaynaklarına güvendiğine dikkat çeken Uslu, Türklerin de Truva destanının kendi versiyonunu oluşturduğunu belirtiyor.
Uslu konferansta, Heinrich Schliemann’ın Osmanlı topraklarında Truva’yı aramak için 1870’li yıllarda başlattığı arkeoloji kazılarından, 1915’te Gelibolu muharebelerine kadar uzanan zaman dilimindeki Truva’nın hikayesini, hem de İngilizce anlatmıştı.

kişi içeren bir resim Açıklama otomatik olarak oluşturuldu
Günay Uslu ile yıllarca önce yaptığım bir görüşmede, o günlerdeki çalışmaları hakkında uzun uzun konuşmuştuk. Dün telefonda görüştüğüm Uslu, o görüşmemizdeki konuları bana hatırlattı.

Türkiye sevdalısı Emirdağlı Ata Uslu’nun kızı ve Türkiye’ye en çok turist gönderen Corendon’un sahibi Atilay Uslu’nun kız kardeşi olan, öğrencilik yıllarında, ‘Türkiye’de bile kadın Başbakan oldu, Hollanda’da neden kadın Başbakan yok” yok diyerek, ilk kadın Başbakan’ın kendisi olacağını belirten Günay Uslu, işte böyle bir siyasi, dini, sosyal ve kültürel yapıya sahip biridir değerli okurlarım.
Araştırmacı dostum da bu anlattıklarımdan tatmin olmuştur sanırım.

ÖDÜL KONUSU

Araştırmacı dostum, Lahey Büyükelçiliğine de göndermiş olduğunu belirttiği mektupta, devletimizin verdiği ödüller konusuna da değinmiş. Geçmişte yapılan hatalardan söz eden dost şunları yazmış:

“Hollanda Kültür ve Medya’dan sorumlu Devlet Bakanlığı görevine atanan Günay Uslu’ya, birgün gelir de “bilmem ne ödülü” vermeye kalkacak olursanız, NIOD Fonu Yönetim Kurulu üyeliği yaptığını bir yerlere not ediniz.
Dönemin Dışişleri Bakanı Abdullah Gül tarafından Prof.dr. Eric-Jan Zürcher’e verilen “Üstün Hizmet Ödülü” olayında olduğu gibi, günün birinde de Hollanda Kültür ve Medya’dan sorumlu Devlet Bakanlığı görevine atanan Günay Uslu’ya veya benzerlerine “Üstün Hizmet Ödülü” vermeden önce çok iyi araştırılmasında yarar vardır (…!)
Zamanında Lahey Büyükelçimiz merhum Zeki Çelikkol’a, Prof. Eric-Jan Zürcher ile ilgili bilgileri iletmemize rağmen, 11 Haziran 2005 tarihinde “Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne katılım sürecine yapmış olduğu katkılardan dolayı” kendisine Lahey Büyükelçiliğimizde, dönemin Dışişleri Bakanı Abdullah Gül tarafından, Büyükelçi Tacan İldem’in sunumu ile “Üstün Hizmet Ödülü” tevcih edilmişti  (…!)
Dönemin Dışişleri Bakanı Abdullah Gül tarafindan Prof.dr Eric-Jan Zürcher’e “Üstün Hizmet Ödülü” verilmesi tuhaf, tuhaf olduğu kadar da esef vericidir.”

BEN DE YAZMIŞTIM

Günay Uslu konusunda soru yöneltip uyarılarda bulunan dostuma şunu söyleyebilirim:
Haklı olduğun taraflar var. Zürcher hakkında ben de aşağıdaki yorumu yazmıştım. Ama Uslu hakkında endişe etme, Zira, yukarıda da yazmış olduğu gibi, Türkiye sevdalısı Emirdağlı Ata Uslu’nun kızı ve Türkiye’ye en çok turist gönderen Corendon’un sahibi Atilay Uslu’nun kız kardeşi olan Günay’dan, bir Zürcher olmaz.

İşte Zürcher hakkındaki eski yorumum

Türkiye’den aldığı şeref madalyasını iade eden tarihçi Erik Jan Zürcher’in gerçek yüzü…

İlhan KARAÇAY yazdı:

Türkiye tarihi üzerine çalışmalarıyla bilinen tarihçi Erik Jan Zürcher, dönemin Dışişleri Bakanı Abdullah Gül’den aldığı ‘Şeref Madalyası’nı Türkiye’deki ‘diktatöryal yönetim’i gerekçe göstererek iade etti.
Zürcher, Türkiye tarihi üzerine yaptığı bilimsel çalışmalar nedeniyle 2005 yılında  ‘Yüksek Şeref Madalyası’na layık görülmüştü. Dönemin Türkiye büyükelçisi Tacan İldem’in elinden madalyayı alan Zürcher, Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne (AB) giderek daha çok yaklaştığını söylemişti.

C:\Users\Ilhan\Desktop\Mayis bulteni\zurcher.jpg
Erik Jan Zürcher ‘Yüksek Şeref Madalyası’nı, 2005’tek Lahey Büyükelçimiz Tacan
İldem’den almıştı

Ne var ki, aynı Erik Jan Zürcher, Türkiye’nin kendisine cömertçe vermiş olduğu o madalyayı geri iade ettiğini açıklayarak ortalığı karıştırdı.

Erik Jan Zürcher’e Türk devleti tarafından ödül verilmesini ilk kınayanlardan biri bendim. Hollanda medyasında dikkatle izlediğim Zürcher’in, Türkler ile birlikteyken Türk hayranı gibi konuştuğunu, Hollandalılar ile birlikteyken ise düşmanca konuştuğunu fark etmiştim.

Bu konuda kısa bir anımı anlatacağım: Mersin’de Soli Tesisleri’nde tatildeydim. Orada bir çift ile tanışmıştım. Çift ile sohbet ederken, ‘Kızımız Hollanda’ya gidecek. Orada Atatürk hayranı bir Hollandalı dostumuz var’ demişlerdi. Ben de ‘Kimdir bu Atatürk hayranı Hollandfalı?’ diye sorduğum zaman, Erik Jan Zürcher adını zikrettiler. Bunun üzerine, ‘O adam kesinlikle Atatürk hayranı değildir. Sizi aldatmış’ demiştim.
Şimdi o saptamamda ne kadar haklı olduğumu öğrenmiş oldum.

CEZMİ DOĞANER’İN TEPKİSİ
Hollanda’da sosyal, kültürel ve siyasi çalışmaları ile ön safhada yer alan Cezmi Doğaner, Erik Zürcher’e ödül verilmesinden sonra yaptığı açıklamada ve Zürhrer’e yazdığı mektupta şunları belirtmişti:

Doğaner: YTB'yi ciddiye almıyoruz!
Cezmi Doğaner

Sayın Zürcher,

Hollanda Yazılı ve sözlü basın yayın organlarında “Türkiye etnik temizlik üzerine kurulumuş, ırkçı bir devlettir” diyorsunuz.
Türkiye’nin etnik temel üzerine kurulmadığını siz herkesten daha iyi biliryorsunuz.
Birçok ülkede olduğu gibi, Türkiye’de bazı etnik sorunlar bulunabilir. Bunlara demokratik ve insani yollardan çözümler aranması doğaldır ve çok yerindedir.

Ancak, böyle çözümler aranırken, Türkiye’nin ve Türk ulusunun din, mezhep ve etnik easalara göre bölünmesi eğilimini yansıtan, veya Türk ulusunun birliğine gölge düşüren görüşlere katılamayız. CDA’lı Avrupa Parlementosu üyesi Camile Eurlings, “Türkiye’ de 26 etnik grup var ve 26 bölgeye ayrılmalı”, diyor.

Osmanlı Devleti sona ererken, Türkiye ve Türk ulusu, emperyalist güçlerce yapay biçimde bölünmek istenmiştir ve bu istek, işgal devletlerinin baskısı altında padişah adına imzalanan Sevr Antlaşması’nın temel unsurlarından birini oluşturmuştur. Fakat Türk ulusunun, etnik ayırım gözetmeksizin, birlik içinde başarıya ulaştırdığı Kurtuluş Savaşı sonunda bu Antlaşma feshedilmiş ve onun yerini, Türk ulusunun birliği ve Türkiye’nin bütünlüğü ve bağımsızlığı temeline dayanan Lozan Antlaşması almıştır.

Bu antlaşmanın ruhuna uygun olarak Atatürk Devriminin Türkiye’de oluşturduğu çağdaş ve anti-ırkçı ulus kavramına göre, “Türk” deyimi, bir ırkın veya etnik grubun değil, tümüyle bir ulusun, Türkiye’de yaşayan ulusun adıdır. Bunun açık kanıtı:Atatürk “Türk Cumhuriyeti” yerine ; “Türkiye Cumhuriyeti” demiş.

Halkımız bağımsızlık, ulusal birlik ve ülke bütünlüğü üzerine çok duyarlıdır. Ülkemizin tarihsel süreç içinde bütünleşmiş halkını, ırk, dil, din veya mezhep ayrılıklarına göre bölünmüş veya bölünebilinir sayamayız veya bölme çabası içinde bulunanlarla, ya da böyle bir çaba içinde bulunanları onaylayıp destekleyenlerle, bir arada olamayız.

Türkiye, bazı emperyalist güçlerin, “böl ve yönet” veya “böl ve sömür” stratejisini uyguladıkları bir bölgenin en duyarlı noktasındadır. Bilmeden veya herhangi bir kötü niyet beslemeden de olsa, bu emperyalist oyunlarına kapılanlarla işbirliği yapamayız. Bundan, en çok, Türk ulusundan ayrı bir unsurmuş gibi gösterilmek istenen yurttaşlarımız tedirgin olmaktadırlar.

Türk Sosyal demokratları olarak, bizler, sağcı ırkçılığa olduğu kadar, solcu veya sol görünümlü ırkçılığa da karşıyız.
Türkiye Tarihinde Geçiş Dönemi (1908-1928) adlı kitabınızda , o döneme ait Hollanda devlet arşivlerini çok iyi incelemişsiniz.
Özellikle arşivlerde “Ermeni iddiaları” ve “Sözde Soykırımı” üzerine yazılanları yazmamışsınız.

Tarihe, kendinize karşı dürüst olmak ve kalmak istiyorsanız o belgelerde neler yazılı olduğunu lütfen yazınız.
Bizde biliyoruz ki; sizin iddialarınız tarihle çelişecektir.
Osmanlı döneminde (1915) Ermeni tehcir inde hatalı ve görevini yapmayanlar yargılandılar; bazıları idam edildi, bazıları hapis cezası aldı.

1919-1921 de, Malta da İngiltere’nin istediği üzerine, Ermeni iddiaları için Uluslararası Mahkeme yapıldı. O dönemin sorumluları yargılandılar ve beraat ettiler.

Ülke işgal edilmiş, devlet yok.
Lozan da yeni Türkiye devleti kuruldu.
Bir dönem böylece kapandı. Siz bir dönemi önyargılı ve sömürgeci anlayışınızla yargılamak istemenizi anlamıyorum. Hangi bilgi ve belgeyle “Soykırım olmuştur”, “Türkler bunu kabul etmeli”, diyorsunuz?
Buyurun arşivlerinizi kendiniz açıklayınız.
Cezmi Doğaner.

AJAX’TAN DÜNYAYA ÖRNEK BİR DAVRANIŞ: SAKAT KALAN FUTBOLCUSUNA 7,8 MİLYON EURO TAZMİNAT

AJAX’TAN DÜNYAYA ÖRNEK BİR DAVRANIŞ: SAKAT KALAN FUTBOLCUSUNA 7,8 MİLYON EURO TAZMİNAT

Bir hazırlık maçında kalp krizi geçiren ve sakat kalan 20 yaşındaki Futbolcu Abdelhak Nouri için 7,8 milyon euro tazminta evet denildi.

Faslı bir ailenin çocuğu olan Abdelhak Nouri, Avusturya’da Werder Bremen ile yapılan hazırlık maçında kalp krizi geçirmiş ve beyin sarsıntısı nedeniyle sakat kalmıştı.

5 yaşında futbola başlayan, 7 yaşında Ajax’a giren, 17 yaşında ilk profesyonel maçına çıkan Nouri, 14 yaşındayken katıldığı bir turnuvanın yıldızı seçilmişti.

İlhan KARAÇAY yazdı:

13 yaşında iken, Het Parool gazetesinin ünlü yazarı Henk Spaan, onun için ‘Hiç şüphesiz, dünyanın en büyük futbol yıldızı olacak’ diye yazdığı Fas asıllı futbolcu Abdelhak Nouri, şöhret basamaklarını adım adım aşarken, bir hazırlık maçı esnasında geçirdiği kalp krizi sonrasında sağ kalmıştı ama, beyin sarsıntısı nedeniyle sakat kalarak, beklentileri alt üst etmişti.

kişi, spor, atletik oyun, oyuncu içeren bir resim Açıklama otomatik olarak oluşturuldu

Yaşamını ve futbol kariyerini az sonra anlatacağım Nouri için, önceki gün alınan bir kararı anlatmak istiyorum.
8 Temmuz 2017 günü, Avusturya’nın Zillertal kentindeki Linden Stadı’nda oynanan Ajax-Werder Bremen hazırlık maçında sahaya çıkan Nouri, maş esnasında fenalaşmış ve yere yığılmıştı. Dakikalarca kalp masajı yapılan genç futbolcu daha sonra bir helikopter ambulans ile 70 km. Mesafedeki İnnsbruck’un Üniversite Hastanesi’ne götürülmüştü. Hastanede yapılan müdahaleler onun yaşama devam etmesini sağlamıştı ama, geçirdiği beyin sarsıntısı sakat kalmasına neden olmuştu.
Sonradan yapılan açıklamada, kalp krizi geçirdiği sırada yeteri kadar oksijen verilemeyen Nouri’nin beyninde bir zedelenme meydana geldiği, bu yüzden de sakat kaldığı belirtilmişti.

kişi, çayır, açık hava, atletik oyun içeren bir resim Açıklama otomatik olarak oluşturuldu
İşte bu ‘verilemeyen oksijen’ durumu, Nouri’nin haklarını savunacak olan avukat için yeterli bir veri olmuştu.
Daha sonra kulüp yönetimi ile yapılan görüşmelerde, Nouri için alesine verilmesi gereken tazminat miktarı tartışılmaya başlandı. Ajax yönetimi bu pazarlıklar sırasında katı davranmıyor ve zorluk çıkarmıyordu ama, makul bir meblağda buluşmayı amaçlıyordu.
Sonuçta, Ajax kulübü hâlâ sakat bir halde evinde bakıma muhtaç bir şekilde yaşayan Nouri’nin ailesine 7,8 milyon euro vermeyi kabul etti.
Ajax kulübü, sadece bu meblağı vermekle kalmayacak, bugüne kadar yapılan tüm tedavi ve bakım masrafları ile, bundan sonra yapılacak olan tedavi ve bakım masraflarını da üstlenecek.

Ne hoş değil mi? Hiç zorluk çıkarmadan, toplamda 10 milyon euroluk bir meblağı gözden çıkaran Ajax kulübü, Nouri’ye istediği yaşamı geri veremeyecek ama, onun bakımını üstnenen ailesi için muhteşem sayılacak bir meblağ vermeyi zorluk çıkarmadan kabul etti.

NOURİ’NİN GEÇMİŞİ

Abdelhak’ın babası Muhammed Nouri, Fas’ın Fez kentinden Amsterdam’a informatica eğitimini tamamlamak için gelmişti. Geçimini sağlamak için de Haarlemmer sokağında bulunan bir kasap dükkânında çalışmaya başlamıştı. Daha sonra bu dükkânın işletmesini devralan Muhammed Nouri, çocukken Fas’tan Hollanda’ya gelen bir genç kızla tanıştı ve sonra da evlendi.

Dört odalı bir apartmana yerleşen Nouri ailesinin üçüncü çocuğu olarak 2 Nisan 1997’de doğan Abdelhak, küçük yaşlarda futbola sevdalı olmuştu. 5 yaşındayken, ağabeyinin de oynadığı Eendracht takımının antrenöründen, antremanlara katılma izni almıştı. Yaşı nedeniyle maçlarda oynayamayan Abdelhak, RKSV DCG kulübü tarafından istendi. Futbol simsarlarının gözünden kaçmayan Abdelhak 2004 yılında Ajax kulübüne transfer oldu. Böylece, 7 yaşında iken Ajax’ın genç takımına katılan bu yetenek, Ajax’ın genç takımında kadroda yer almayan başladıktan sonra, 13 yaşına bastığı zaman, ülkenin en ünlü spor yazarlarından Henk Spaan, Parool gazetesinde yazdığı yorumunda, ‘Hiç şüphesiz, dünyanın en büyük futbol yıldızı olacak’ dedi.

2012 yılında yapılan Marveld Turnuvası’nda en iyi futbolcu seçilen Abdelhak, 2014 yılında da Futura Kupası’nın en iyi futbolcusu seçildi.
2015 yılında Ajax’ın as kadrosu ile Katar’daki kampa katıldı.
Daha sonra Frank De Boer onu orta saha oyuncusu olarak kadroya aldı ve mukavelesi 2018’e kadar uzatıldı.

Nouri artık Ajax’ta muhteşem futbolu ile yıldızlaşıyordu. Lig maçlarında ve Avrupa maçlarında art arda attığı goller konuşuluyordu. Ama ne yazık ki o talihsiz hazırlık maçı, belki de dünyanın en iyi futbolcusu olacak bu gencin kariyerinin durduğu maç oldu.

kişi, geniş, kalabalık, açık hava içeren bir resim Açıklama otomatik olarak oluşturuldu

8 Temmuz 2017 günü, geç müdahale nedeniyle sakat kalan Nouri, İnssbruck hastanesindeki tedavilerinden sonra, getirildiği Amsterdam’daki evinin önünde binlerce kişi tarafından karşılanmıştı.

metin, bina, açık hava, grafiti içeren bir resim Açıklama otomatik olarak oluşturuldu

Hayatı sönen genç Nouri için tazminat pazarlıkları başlamıştı. Ajax yönetimi hiç zorluk çıkarmıyordu ama, aracılar ve avukatların pazarlıkları yine de sonuçlanamıyordu. Sonuçta, bilirkişilerin de araya girmesiyle tazminat meblağı üzerinde karar verildi: 7,8 milyon euro ve bugüne kadar yapılmış olan ve bundan sonra da yapılacak olan tedavi ve bakım masrafları.

Bu yaşanılanlara baktığım zaman aklıma şu soru geliyor: Acaba aynı olay Türkiye’de birinin başına gelseydi, bizim kulüplerimizin tutumu ne olurdu?
Kulüplerimiz, Ajax kulübü gibi cömert mi davranırdı, yoksa ‘Bizim ne kabahatimiz var, kabahar Avusturya’daki stadyum yöneticilerinde’ mi derlerdi?

 

TRAMVAY CANAVARI GÖKMEN TANIŞ ‘YARIM İNANÇLI’ OLMASINA RAĞMEN, HER KURŞUN SIKIŞINDA ‘ALLAHU EKBER’ DİYE BAĞIRIYORDU

TRAMVAY CANAVARI GÖKMEN TANIŞ ‘YARIM İNANÇLI’ OLMASINA RAĞMEN, HER KURŞUN SIKIŞINDA ‘ALLAHU EKBER’ DİYE BAĞIRIYORDU

Bir IŞİD şeriatçısı gibi davranan ve ömür boyu hapis cezasına çarptırılan katil, mahkemede de bayan görevlilere öpücük savurmuş, mahkeme heyetine tükürük yağdırmış, orta parmak göstermiş ve işaret parmağı ile de cihatçı sembolü yapmıştı.

Hapisten çıkarsa aynı eylemeleri tekrarlayacağını belirten katilin kız kardeşi, ‘o part time müslümandı’ derken, erkek kardeşi de ‘İnancı zayıf biriydi’ ifadesini vermişlerdi.

Gökmen Tanış, annesine göre de ‘Yarım yıl Yahudi, yarım yıl da Müslüman’dı.

İlhan KARAÇAY’ın haberi:

18 Mart 2019 günü Hollanda’nın Utrecht kentindeki bir tramvayda, silah ile dört kişiyi öldüren, 5 kişiyi de yaralayan Gökmen Tanış’ın, ‘Akli dengesi yerinde olmayan süper bir manyak olduğu’ ortaya çıktı.

Gazeteci Saskia Belleman’ın yazdığına göre, hunharca cinayetleri işleyen Gökmen Tanış, bir IŞİD şeriatçısı gibi davranan, mahkemede bayan görevlilere öpücük savuran, mahkeme heyetine tükürük yağdıran, orta parmağını göstererek, işaret parmağı ile de şeriat semboleri çizmeye çalışmıştı.

Saskia Belleman, canavar olarak nitelendirdiği Gökmen için şunları yazmış:
“Hapisten çıkarsa aynı eylemeleri tekrarlayacağını belirten katilin kız kardeşi, ‘o part time bir müslümandı’ derken, erkek kardeşi de ‘İnancı zayıf biriydi’ ifadesini vermişlerdi.
Gökmen Tanış, annesine göre de ‘Yarım yıl Yahudi, yarım yıl da Müslüman’dı.

Tramvay’daki yolculara dehşet dolu anlar yaşatan Gökmen Tanış, 2 dakika 35 saniye içinde üç kişiyi öldürmüştü. Katilin dördüncü kurbanı, ayakları ile camı kırıp aşağı atlayan ama sırtından kurşun yemekten kurtulamayan bir genç kız olmuştu.

Gökmen Tanış, mahkemede sessiz bir şekilde gösterilen dijital tatbikatta Robocop olarak canlandırılmış, insanları sembolize eden oyuncak bebeklerin kırmızı giysili olanları kadın, mavi giysili olanları ise erkekleri temsil ediyordu. Tramvay içinde Robocop gibi tur atan Gökmen, gözünü kestirdiği Hollanda tiplilere ateş açıyordu. Her ateş edişinde de ‘Allahu ekber’ diye bağırıyordu. Tam anlamıyla kabus yaşayan yolcuların çoğu aylarca psikolojik tedavi görmek mecburiyetinde kalmışlardı.”

İşte böyle değerli okurlar, cinayetlerin işlendiği günlerde, aşırı fanatik bir müslüman olduğu yazılıp çizilen Gökmen Tanış’ın, düşünüldüğü gibi bir müslüman olmadığı, gerek hareketleri ve gerekse aile fertlerinin ifadeleri ile ortaya çıktı.

HUNHARCA CİNAYETİ HATIRLAYALIM
Olayların sonrasında yazdığım yorum:

İlhan KARAÇAY yazdı:

Hollanda’yı sarsan hunharca katliamın motivasyonu bir yana…

Hollanda Türkleri’nin içinde bulundukları hâletiruhiyeyi anlayan var mı?

C:\Users\Ilhan\Desktop\MART 2019 Bultenine girecekler\_106074349_d18zwyywkaehcmj.jpgUtrecht katliamını yapan cani Gökmen Tanış

Hollanda’da’nın Utrecht şehrinde meydana gelen ve ülkeyi tam anlamıyla sarsan hunharca katliamın motivasyonu üzerinde tartışmalar sürerken, ülkede yaşayan yarım milyonu aşkın Türk ve Türk kökenlilerin içinde bulundukları hâletiruhiyelerini anlayan var mı?

Gün boyu ve gece yarılarına kadar süren TV ve Radyo yayınlarında ortaya serilen varsayımlar kafaları karıştırırken, öğleden sonra yapılan açıklamalarda, olayı yaratan caninin bir Türk olduğu açıklandı. Bu açıklamadan sonra, olayın etkisi ile zaten üzüntü içinde olan Türk ve Türk kökenlilerin yürekleri bir kez daha cız etti.

Olayın yankıları sürerken, gerek Email, gerek WhatsApp ve gerekse messenger ile temasta olduğum dostlarım, ‘Neden bu konuda bir şey yazmadın’ diye hayıflanıyorlardı.
Ben de, çok karmaşık olan söylenti ve iddialar arasında yanlış yapmaktan korktuğumu belirterek, ‘Konu, hele biraz daha netlik kazansın’ diye beklediğimi söyledim.

Saldırganın bir Türk olduğu açıklandıktan sonra pek çok dostum, duyumlarını bana da anlattılar. Olayın bir aile dramı olduğunu duyanlar, ‘İnşallah böyledir’ demeden de edemediler.

Hollanda’da yaşanan bu acı olay, başta Başbakan Rutte olmak üzere, ülkedeki huzuru sağlamakla mükellef olan tüm yetkilileri, tam anlamıyla fırtına gibi koşturdu.
Dile kolay, 4 ölü 5 yaralı var ki, ölü sayısının artmasından da korkuluyor.
Hollandalılar çok hüzünlüler ama tabii ki kızgınlar da…
İşte, Hollandalılar’ın bu kızgınlığı, ülkede yaşayan Türkleri ve Türk kökenlileri hem üzüyor ve hem de korkutuyor.
Kim bilir, bu fırsatı kaçırmamaya dikkat edecek olan ırkçı politikacılar ve medya neler diyecekler?

Hollanda’daki Türk ve Türk kökenlileri endişeye sevk eden son gelişmeler hakkında ne düşündüklerini sorduğum Lahey Büyükelçimiz Şaban Dişli şu açıklamayı yaptı:

C:\Users\Ilhan\Desktop\MART 2019 Bultenine girecekler\Saban Disli-Utrecht Belediye Baskani Jan van Zanen.jpg Lahey Büyükelçimiz Şaban Dişli, daha önce görüştüğü Utrecht Belediye Başkanı Jan van Zanen ile.

”Öncelikle, ölen kardeşlerimize Allah’tan rahmet, ailelerine sabır ve başsağlığı diliyorum. Ayrıca, yaralı kardeşlerimize de acil şifalar diliyorum.
Olayı duyar duymaz, Utrecht Belediye Başkanı’nı aradım. Sonra da Amsterdam başkonsolosumuz Engin Arıkan’ın Utrecht’e gitmesini istedim. Başkonsolosumuz Utrecht’te gerekli temasları kurdu. Ben de önümüzdeki günlerde Utrecht’e gidip Belediye Başkanı Jan van Zanten nezdinde başsağlığı dileyeceğim.
Olayın nedenini, katilin motivasyonunun ne olduğunu bilmeden, bazı medya organlarının sorumsuz yayınlarını üzülerek izledik. Medyadan son öğrendiğimiz, bu olayın motivasyonunun yüzde doksan terör olayı olmadığı yönünde.”
açık hava, zemin, çayır, kişi içeren bir resim Açıklama otomatik olarak oluşturuldu
Olaydan sonra Amsterdam Başkonsolosumuz Engin Arıkan ve Lahey Elçi-Müsteşar Pınar Gülün Kayseri ile birlikte Utrecht’e giderek çiçek bıraktılar ve ölenlerin ailelerine taziyede bulundular.

Büyükelçi Dişli konuşmasını şöyle sürdürdü: “Vatandaşlarımız bu durumdan çok etkilendiler. Hollanda yetkililerinin, olayın meydana geliş nedenini bir an önce açıklamaları lazım. Sorumsuz yayınlar, vatandaşlarımızı oldukça tedigin etti. Vatandaşlarımız, sokağa çıkamayacak kadar endişeliler. Biz, gerçek bilgiye ulaşana kadar, medya ile görüşmeme kararı aldık. Bunu ilkesel olarak tercih ettik.
Gerek Bakanlığımız ve gerekse ben gelişmeleri yakından takip ediyoruz.
Vatandaşlarımız şaşkınlık içindedir. Onlara sabırlı ve sakin olmalarını tavsiye ediyorum.
Ölen kardeşlerimize bir kez daha rahmet, yaralananlara da acil şifalar diliyorum.’

Utrecht'te tramvay saldırısının düzenlendiği yerde bırakılmış çiçekler

TRAMVAY CİNAYETİNİN İLK HABERİ

Hollanda’nın Utrecht kentinde tramvay saldırısı: 4 ölü 5 yaralı

Hollanda’nın Utrecht kentinde bir tramvayda düzenlenen saldırıda 4 kişi öldü, 5 kişi yaralandı. Saldırının 37 yaşındaki Türkiye doğumlu zanlısı Gökmen Tanış gözaltına alındı.

Hollanda Başbakanı Mark Rutte düzenlediği basın toplantısında, saldırının nedeninin hala belirsiz olduğunu söyledi.

Mark Rutte, “Çok fazla soru işareti ve söylenti var” dedi. Saldırıyla ilgili soruşturma sürüyor.
Savcı Rutger Jeuken ise zanlının daha önce de bazı suçlardan gözaltına alındığını açıkladı, bu konuda detaylı bilgi vermedi.
Hollanda’da Salı günü hayatını kaybedenlere ve ve akrabalarına saygı amacıyla resmi dairelerde bayraklar yarıya indirilecek.
Hollanda’nın resmi haber ajansı ANP, Tanış’ın gözaltına alındığının açıklanmasının ardından Utrecht’te tehdit seviyesinin düşürüldüğünü duyurdu.

‘Koltuklarda oturanlara nişan alıyor gibiydi’

Saldırı yerel saatle 10:45’de tramvay 24 Ekim Meydanı’nda ilerlerken düzenlendi.
NRC gazetesine konuşan bir görgü tanığı, tramvayda bir erkeğin aniden ayağa kalktığını ve “büyük bir silahla” etrafa ateş etmeye başladığını söyledi. Görgü tanığı şunları anlattı:
“Tramvayın arkasındaydım. Koltuklarda oturan insanlara nişan alıyor gibiydi. Kondüktör hemen kapıyı açmadı. Yanımdaki iki genç pencereyi tekmeleyerek açtı. ben de ordan dışarı kaçtım. Birçok kişi böyle kurtuldu.”

Utrecht polisi olayın ardından yaptığı ilk açıklamada, “terör saldırısı” ihtimalinin de değerlendirildiğini duyurdu.

Utrecht kentinde saldırının düzenlendiği bölgedeki polislerUtrecht kentinde saldırının düzenlendiği bölgedeki polisler

Utrecht’te önce bir süreliğine tramvay seferleri durduruldu, okullar tatil edildi ve camiler de güvenlik nedeniyle boşaltıldı.

Zanlının babası DHA’ya konuştu: 11 yıldır konuşmuyoruz, yaptıysa cezasını çeksin

Öte yandan, zanlı Gökmen Tanış’ın Kayseri’de oturan babası Mehmet Tanış ise Demirören Haber Ajansı’na (DHA) konuştu.
Tanış, “Oğlumla 11 yıldır diyaloğum yok, konuşmuyoruz. Yaptıysa cezasını çeksin” dedi.
37 yaşındaki Gökmen Tanış’ın, yaşadığı Utrecht’te “sosyalleşmeyi sevmeyen, münzevi bir kişi” olarak bilindiği bildiriliyor.

BBC Türkçe’ye konuşan Utrecht’te yaşayan Türk bir iş adamı, Yozgat doğumlu olan Tanış’ın geçmişte Çeçenistan’a gittiğini ve Hollanda polisi tarafından sorgulandığını söyledi. Ancak bu iddiaları Türk ya da Hollandalı yetkililerden teyit etmek mümkün olmadı.

Anadolu Ajansı ise haberinde, saldırıyı düzenleyen Gökmen Tanış’ın yakınları ile görüştüğünü aktararak, “Yakınları, Tanış’ın ailevi meselelerden dolayı tramvaydaki bir yakınına, ardından da yardım etmek isteyenlere ateş açtığını söyledi” dedi.

Erdoğan: Ailevi mesele olduğunu söyleyenler var, terör olayı olduğunu söyleyenler de var.

Bu arada Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan Ülke TV-Kanal 7-TVNet ortak yayınında saldırıyla ilgili bir soru üzerine, “Ailevi mesele olduğunu söyleyenler var. Bir terör olayı olduğunu söyleyenler var” dedi. Türk istihbaratının da olayın peşinde olduğunu belirten Erdoğan, “İstihbarat başkanımız, ‘Bilgileri alalım size döneriz’ dediler. Bekliyoruz” diye konuştu.

Dışişleri Bakanlığı: Saldırıyı şiddetle kınıyoruz

Dışişleri Bakanlığı da Utrecht’teki saldırıyı kınadı. Bakanlıktan yapılan açıklama şöyle:
“Hollanda’nın Utrecht kentinde bugün (18 Mart 2019) meydana gelen saldırıyı, faili kim olursa olsun ve hangi saikle gerçekleştirilmiş olursa olsun, şiddetle kınıyoruz.
Bu menfur saldırı neticesinde hayatını kaybedenlerin yakınlarına başsağlığı ve sabır, yaralananlara acil şifalar diliyoruz. Bu saldırı karşısında Hollanda halkı ve Hükümeti ile dayanışmamız tamdır.”

İLK TOPLU CİNAYET 40 YIL ÖNCE İŞLENMİŞTİ

Gökhan Tanış’ın işlediği dörtlü cinayet, Hollanda’daki ilk toplu Türk cinayeti değildi tabii. Tam 40 yıl önce, Delft kentinde bir kahvehanede, tam 6 kişiyi öldüren bir Türk daha vardı.
O da ömür boyu hapis cezasına çarptırılmıştı. Ama nasıl olduysa Hollanda Kralı onu geçen yıl ocak ayında af etmişti.
Bakınız o olayın haberi de nasıldı:

HOLLANDA’DA TÜRKLER’İN BAŞI YİNE AĞRIYACAK: 6 KİŞİNİN KATİLİ TÜRK’ÜN MÜEBBET CEZASI AF EDİLDİ

Hollanda’yı çalkalayacak olan yeni bir gelişme…

40 yıl önce 6 Hollandalı’yı öldüren müebbet hükümlü Türk’ü Kral af etti.

Eşi ve 12 yaşındaki kızı da öldürülen yaralıya hastanede çiçek vermiştik.

İlhan KARAÇAY

Hollanda Kralı Willem Alexander, 38 yıl önce Lahey’in banliyösü Delft’te, 6 Hollandalı’yı öldüren ve yargılanma sonucunda ömür boyu hapis cezasına çarptırılan Cevdet Yılmaz’ın af belgesini imzaladı.

Hollanda yasaları ve geleneklerine göre, ‘Müebbet hapis cezası, ölene kadar sürmesi gereken’ bir cezadır.

Az sonra detayını okuyacağınız 6 kurbanlı cinayetin baş rol oyuncusu Cevdet Yılmaz’ın af edildiği haberleri duyulur duyulmaz, Hollanda’da yer yerinden oynadı.
Medyanın en önemli konusu olan bu af, önümüzdeki günlerde siyasetçilerin ve halkın tepkileri ile Hollanda’nın çalkalanması kaçınılmazdır.

Ömür boyu hapis cezası yedikten sonra, serbest bırakılmak için mücadele eden Cevdet Yılmaz’ın 2009 yılında bir hafta sonu izine gönderilmesi büyük tartışmalar yaratmıştı.
O günden bu yana af edilmek için defalarca müracaat eden Cevdet Yılmaz, Bakanlığın ret kararlarına karşı durmadı ve konuyu İnsan hakları Mahkemesi’ne kadar götürdü.
Hollanda Adalet Bakanlığı’na bağlı olarak yeni oluşturulan ‘Hukuk Koruyan Bakan’ koltuğunda oturan Sander Dekker, Cevdet Yılmaz tarafından yapılan başvuruların tamamını, ‘6 kişiyi acımasız bir şekilde öldüren bir insanı af etmek, halkı derinden yaralar’ diye ret etmişti.
Ne var ki, gerek Hollanda’daki mahkemelerin ve gerekse İnsan Hakları Mahkemesi’nin baskılarına dayanamayan Dekker, Yılmaz’ın af dosyasını Kral Willem Alexander’e sunmak mecburiyetinde kaldı.
Kral Willem Alexander, kendisine sunulan af belgesini imzaladı.

Af belgesinin imzalandığı haberinden sonra ilk tepki, kafeteyadaki cinayette eşi Tonnie ve 12 yaşındaki kızı Carmen’i kaybeden baba Gerard Sneekes’ten geldi.
6 Kişiyi bir hiç uğruna katleden Cevdet Yılmaz’ın af edilmesi, diğer kurbanların aileleri tarafından da kınandı.

Önümüzdeki günlerde Hollanda’da günün konusu olmaya devam edecek olan bu olayın nasıl cereyan ettiğini anlatayım.

Yıl 1983, günlerden 5 nisan.
Lahey’in banliyösü sayılan Delft’te, Hollanda tabiyetine geçmiş olan bir Türk, bir kafeteryada Hollandalılığını öne çıkarmaya çalışırken, bir Hollandalı tanıdığının, ‘Sen Hollandalı olamazsın, olsan olsan Nederlander olursun’ diye tepki vermişti. (Hollanda Devleti, o zaman Surinam ve Aruba’yı da içine alan bir devletti ve adı da Nederland idi. Hoş, şimdi de Aruba nedeniyle Hollanda’nın resmi adı Nederland’tır)

metin, gazete içeren bir resim Açıklama otomatik olarak oluşturulduCinayetten sonra Delft gazetesinin haber kupürü

Hollandalı tanıdığının bu tepkisine çok kızan o Türk evine gidiyor, silahını alıp kafeteryaya geri dönüyor ve rastgele ateş ederek tam 6 kişiyi öldürüyor.
O zaman Hürriyet gazetesindeki son yılımdı. Zira o yılın sonunda Türkiye’ye kesin dönüş yapacaktım.
O zaman o caniye ‘Rezil’ demiştim. Kendisinden hep, ‘Rezil şunu yaptı, Rezil şunu dedi’ diye söz etmiştim.

metin, kişi içeren bir resim Açıklama otomatik olarak oluşturulduPanorama Dergisi, geçen yıl yayınladığı kapağında, Cevdet Yılmaz’ın serbest bırakılıp bırakılmayacağı konusunun tartışıldığını yazmıştı.

Rezil’in hunharca cinayetleri bizi o kadar üzmüştü ki, Türk toplumu olarak kızaran yüzümüzü göstermek istemiyorduk. Doğru söylüyorum, yüzümüz kızarmıştı ama utanmamıştık. Zira Türk toplumu utanılacak bir şey yapmamıştı. Toplumdan bir Rezil çıkmış ve o hunharlığı yapmıştı.
Ama biz yine boş durmadık. Türk toplumu olarak duygularımızı Hollanda toplumuna anlatmaya çalışmıştık.
6 ölüden başka yaralılar da vardı.
Naçizane şahsım, bir buket yaptırdım ve genç bir Türk kızı bularak hastaneye götürdüm.

Genç kız buketi, Hollanda’daki Türkler adına bir yaralıya verirken çektiğim fotoğrafı, haber atlatma sevdasından vazgeçerek hem Türk medyasındaki arkadaşlarıma ve hem de Hollanda medyasına dağıtmıştım. Aynı gece Hollanda televzyonu NOS’taki haber bülteninde o fotoğraf ekrana getirilerek Türkler’in duyguları dile getirilmişti.

Rezil, yargılandıktan sonra ömür boyu hapis cezasına çarptırıldı.
1990’larda temyize başvurarak serbest kalmayı denemişti.
2001’de bir kliniğe yatırıldı.
2009’da refakatlı (muhafızlı) hafta sonu izinleri başlamıştı.
2014’te çalışmak için işyerine gidip gelme izni verildi.

Hollanda’da, müebbet hapis cezasına mahkûm olmuş suçlulara, 1986 yılında çok hasta biri hariç, hiç af verilmemiştir.

Şimdi af edilmesinden sonra eşi ile Türkiye’ye dönüş yapacağını belirten Cevdat Yılmaz için çıkarılan af kararının, yapılacak olan tartışmalardan sonra geri alınıp alınmayacağı da merak konusu.

GİETHOORN PROTESTOSU ZAMANINDA YAPILSAYDI MUTEŞEM OLURDU AMA, ŞİMDİ ‘KAŞ YAPAYIM DERKEN GÖZ ÇIKARMA’YA BENZETİLDİ

GİETHOORN PROTESTOSU ZAMANINDA YAPILSAYDI MUTEŞEM OLURDU AMA, ŞİMDİ ‘KAŞ YAPAYIM DERKEN GÖZ ÇIKARMA’YA BENZETİLDİ

Irkçı saldırılara uğrayan Giethoorn’daki Türk ailesine destek olmak amacıyla yapılan otomobilli protesto, Türkler tarafından beğenildi, Hollandalılar ise ‘tahrik edici’ bulundu.

Giethoorn halkı, protesto gösterisine izin veren Belediye ve polise ateş püskürüyor.

çayır, açık hava, kırmızı, eski içeren bir resim Açıklama otomatik olarak oluşturuldu

İlhan KARAÇAY yazdı

Hollanda’nın dünyaca ünlü turistik köyü Giethoorn’da, bir Türk ailesinin başına gelen ırkçı saldırılar hakkındaki haberler, ülkede olduğu gibi, dünyada da şaşkınlık yaşatmıştı.
Bırakın şaşkınlık yaşatmayı, olaylara aylardır seyirci kalan resmi merciler de, çeşitli kuruluşlar tarafından protesto edilmişti.

Hatice Yılmaz ve 15 yaşındaki oğlu Yusuf’un başına gelen ırkçı saldırıları protesto etmek için, milletvekilleri Tunahan Kuzu ve Stefan van Baarle’den sonra, Hollanda Türk Platformu PTN adına Ömer Altay, Sadettin Şimşek ve Durmuş Doğan da ziyarette bulunmuşlardı. Ne var ki Yılmaz ailesi, konuyu Hollanda parlamentosuna taşıyan Stefan van Baarle’nin bu girişimine rağmen, köyü terk etme fikrinden caymamıştı. Bu ayın sonunda Giethoorn’u terkedecek olan Yılmaz ailesi, uğradıkları ırkçı saldırıların etkisinden kurtulamayacaklarını belirterek karardan vazgeçmemişti.

açık hava, yol, çizgili içeren bir resim Açıklama otomatik olarak oluşturuldu

Giethoorn’daki aileye destek olma amacıyla harekete geçen, Türkler tarafından kurulmuş olan BMW Club Hollanda (BCH) adlı bir otomobil kulübü, aradan geçen zamana ve ailenin göç kararına rağmen, bu eylemi dün gerçekleştirdi.

ağaç, açık hava, kişi, grup içeren bir resim Açıklama otomatik olarak oluşturuldu

Gerçekten ‘muhteşem bir davranış’ olarak niteleyebileceğimiz bir protesto şekli uygulayan, Ömer Bayram, Ergüneş Güngör, Selçuk Dağ ve Fatih Karaağaç yönetimindeki kulübe bağlı otomobilliler, Giethoorn’un bağlı olduğu Steenwijkerland sokaklarında tur attıktan sonra, Yılmaz ailesinin bulunduğu evin önüne geldiler ve aile ilebirlikte grup fotoğrafı çektirdiler.

metin, açık hava, araba, çayır içeren bir resim Açıklama otomatik olarak oluşturuldu

Bu davranıştan çok memnun olduklarını belirten Hatice Yılmaz, otomobil kulübünün bu protesto gösterisine katılan diğer yurttaşlarımıza da teşekkür ettiler.
Buna karşı Giethoorn halkı da gösteriye izin veren Belediye ve Polise ateş püskürdü.

bina, kişi, açık hava, tuğla içeren bir resim Açıklama otomatik olarak oluşturuldu

Dün Giethoorn’da yaşananlar, bizim açımızdan gerçekten ‘muhteşem’ bir davranıştı.
Ne var ki, hem ailenin pes ederek köyü terkedecek olması ve hem de aradan uzun bir zaman geçmesi, bu protesto gösterisi için, ‘Kaş yapayım derken göz çıkardı’ diyenler de oldu.

Aşağıda açıklamasını yapacağım bu deyim, sonuca pek oturmadı. Zira kaş yapılırken göz çıkarılmadı. Bu kez kaş yaparken, sadece gözün etrafına kalem sürülmüştür.

metin, gök, kişi, açık hava içeren bir resim Açıklama otomatik olarak oluşturuldu Sonuçta gösteri, Türkler tarafından ‘muhteşem’ olarak gösterildi ama, Hollandalılar tarafından ‘tahrik edici’ olarak nitelendi.

Bu yaşananlar için benim görüşümün ne olduğunu sorarsanız şu cevabı verebilirim:
Tabii ki muhteşem bir davranış. Ama, yaşananlardan pes etmiş ve köyü terketme kararı almış bir aile için destekte geç kalınmıştır. Protesto şeklinin ‘tahrik edici’ olduğunu ileri süren Hollandalılar haklı olabilirler ama, kendi ırkçılarının yaptıkları insanlık dışı saldırılar için, hiç de tahrik edici değil. Protesto gösterisinin şekli, bırakın tahrik ediciliği, ırkçı gençlere karşı saldırı olmadığı için takdir edilmelidir.

KAŞ YAPAYIM DERKEN GÖZ ÇIKARMA

Eskiden “kalemkar” denilen kadınlar, gelinin yüzüne sa­atlerce makyaj yaparlarmış. Gelinin kaşlarına, gözlerine özel kalemlerle şekil verirlermiş. Bu tür işler yapılırken, düğün evinde de davetliler çalgı çalıp oyunlar oynarlarmış. Ortalık­ta oynamakta olan genç kızlardan birinin her nasılsa aya­ğı kaymış, bu arada makyaj yapan kadına çarparak yere düşmüş. Kadının elindeki sert uçlu kalem, gelin hanımın gözüne batmış, zavallı kör olmuş. Bu olaydan sonra gelin hanım yüzünden makyajcı kadın da işinden olmuş. Bu kadını kimse çağırıp bir daha ona iş vermemiş. Herkes, “Bu kaş ya­parken göz çıkaran kadını istemeyiz.” demiş.