2021 yılının son günü, yani bugün arşivimde dolaşırken ekte gördüğünüz Hürriyet sayfasını gördüm. Sayfanın en altta görülen fotoğrafını daha önce bir yerlerde görmüştüm. Fazla düşünmeden hatırladım.
Yıl 1984, Mersin’de büyük şehir Belediye Başkanlığı’na adayım.
Çocuklarımın eğitimi için iki yıl kaldığım Mersin’de, CHP’li bir ailenin çocuğu olmama rağmen, Doğru Yol Partisi’nin teklifi üzerine aday olmuştum. Hem ben ve hem de parti yöneticileri, Belediye Başkanlığı ile Milletvekilliği görev anlayışını idrak ediyorduk.
Yani, bir Belediye Başkanının particilik yapmaması ve yurttaşların tamamına aynı hizmeti vermesi gerektiğini biliyorduk. Doğru Yol Partisi’nin perde arkasındaki lideri rahmetli Süleyman Demirel idi. Demirel, çok sayıdaki aday adayı arasından beni tercih etmişti.
Seçim kampanyalarına başladığım gün parti merkezine Hollanda’dan bir zarf gelmişti. Zarfta bir fotoğraf vardı. Bu fotoğrafı da ekte sizlere sunuyorum.
Fotoğrafta, ‘ÇIKIŞLARA SON’ yazılı bir pankartı bir ucundan benim de tutmuş olduğum görülüyor.
Hollanda’nın, Almanya’ya yakın Twente Bölgesi’ndeki fabrikalar, nedense Türk işçilerine toplu çıkış uyguluyordu. Ben de gazeteci olarak bu işten çıkarılışları sık sık haber yapıyordum.
İşsiz kalan yurttaşlarımız haklı olarak bizim devlet yetkililerimizden de destek bekliyordu.
Sonunda, Hollanda Türkiyeliler Birliği’nin Twente Bölgesi’ndeki derneği bir protesto yürüyüşü düzenledi. Hollanda Türkiyeli İşçiler Birliği, solculuğu ile bilinen bir örgüttür.
Ben, ‘ne sağcıyım ne solcu’ düsturu ile yaptığım gazeteciliğe uygun bir şekilde haberciliğimi sürdürmek mecburiyetindeydim. Bu protesto gösterisini destekledim ve ‘ÇIKIŞLARA SON’ pankartını bir ucundan tutarak bu desteğimi açık bir şekilde ilan etmiş oldum. Yayınladığımız haberin başlığında ve içeriğinde de bunu açık bir şekilde yazdım.
İşte, kim olduğunu tahmin edebildiğim bir dost (!), o fotoğrafı bulmuş ve Doğru Yol Partisi’nin Mersin adresine göndermişti. Fotoğrafa ekli mektupta da, ‘Hollanda Türkiyeli İşçiler Birliği’ gibi solcu bir kuruluşun mitinginde pankart taşıyan İlhan Karaçay’ı nasıl aday yaparsınız?’ gibi sözler yazılmıştı.
38 yıl sonra karşıma çıkan bu fotoğraf yaramı deşti.
Yaraların deşilmeyeceği yeni bir yıl dileğimle…
Bergen’i Farah Zeynep Abdullah canlandırıyor…
Senaryoyu Yıldız Beyazıt ve Sema Kaygusuz yazdı, yönetmenliğini Caner Alper ve Mehmet Binay yaptı, yapımcı da Mine Şengöz oldu.
Bergen’in acı dolu hayatı ve kadın haklarının analizi
İlhan KARAÇAY yazdı
‘Acıların Kadını’ olarak ünlenen Bergen’in hayatı filme çekildi. 31 Ekim 1982’de kocası Halil Serbest tarafından yüzüne atılan kezzap sonucunda bir gözünü kaybeden, daha sonra da yine kocası tarafından öldürülen Bergen’i Farah Zeynep Abdullah canlandırıyor…
Senaryoyu Yıldız Beyazıt ve Sema Kaygusuz yazdı, yönetmenliğini Caner Alper ve Mehmet Binay yaptı, yapımcı da Mine Şengöz oldu.
Fragmanı televizyonlarda yayınlanmaya başlanan filmin ne zaman vizyona gireceği merak konusu.
‘Acıların kadını’nı rahmetle anarken, çok sevdiğim bir ailenin kızı olan Bergen için daha önce yayınlamış olduğum yazıları aşağıda sunuyorum:
MERSİN ASRİ MEZARLIĞI’NDA HAZİN TABLO… Bir yanda kocası tarafından öldürülen ‘Acıların kadını’ olarak ünlenen Bergen, diğer yanda, bir sapığın hunharca öldürdüğü Özgecan yatıyor.
İlhan KARAÇAY gitti, gördü ve yazdı…
Özgecan mezarında huzur içinde uyurken, Türkiye’nin kendisi için ayağa kalktığını biliyor muydu acaba?
İkisi de kadına şiddet uygulamaktan zerre kadar çekinmeyen ve üzülmeyen sapıklar tarafından öldürüldü.
Yıllarca önce öldürülen Bergen için sadece göz yaşı döküldü. Kimse sokağa çıkmadı. Kimse ‘kadına şiddete son’ diye bağırmadı. Zira o zamanlar kadına şiddet normal bir şeymiş gibi algılanıyor ve ‘Bu da kadınların kaderiymiş’ gibi vurdumduymaz bir ortam vardı.
Kaldı ki, Bergen’i öldüren sapık, daha önce yüzüne kezzap dökerek bir gözünü kör etmişti. Bergen’in acı dolu hayat hikayesini altta çeşitli kalemlerden okuyacaksınız.
Geçtiğimiz ay Mersin’de öldürülen Özgecan’ın mezarına gittiğim zaman, Bergen’in kafes içindeki mezarını gördüm.
O’na yaşamı boyunca acı çektiren ve sonra da öldüren sapığın, mezarında bile rahat bırakmayacağından korkan ailesi, kızlarının naaşını bir kafes içinde koruma kararı almıştı.
Bergen, benim çok yakın arkadaşım İsmet Zorlular’ın eşi Cem’in kız kardeşiydi. Cem ile eşim Jeanne de içli dışlıydı. Zira Cem Mersin’de ünlü bir kuafördü ve eşim sık sık oraya giderdi. Sonra Rotterdam’a göç etti İsmet ile Cem. Orada da sık sık beraber olurduk. Bergen’in ölümünden sonra, ‘Acıların Kadını’nın yaşam öyküsünü hep onlardan dinlerdik. Ama ben bu konuyu hiç yazmadım.
Şimdi mezarlığa gittim, O’nları ziyaret ettim ve yazdım.
Türkiye’yi yasa boğan Bergen’in acı dolu yaşam öyküsünü altta okuyacaksınız.Ama önce geçen ay hunharca öldürülen kızımız Özgecan ile başlayalım.
Çağ Üniversitesi Psikoloji bölümünde okuyan Özgecan Aslan, 11 Şubat 2015 günü okuldan çıktıktan sonra Tarsus’ta bir alışveriş merkezinde arkadaşıyla gezdi. Daha sonra arkadaşından ayrılan ve ikamet ettiği Mersin’e gitmek isteyen Özgecan Aslan, şehirlerarası sefer yapan minibüse bindi. O saatten sonra genç kızdan haber alınamayınca, ailesi tarafından kayıp başvurusu yapıldı.
Bunun üzerine polis ve jandarma çalışma başlattı. Özbek Mahallesi yakınlarında trafik kontrolü yapan jandarma trafik ekipleri, durdurdukları minibüs içinde kan izlerini gördü. Jandarma, polis ile birlikte yaptığı çalışmada araçta bulunan N.A. (50), oğlu A.S.A. (26) ve F.G.’yi (20) gözaltına aldı.
Gözaltına alınan 2 kişi, genç kızı benzin döküp yakmaya çalıştıklarını, Çamalan Mahallesi Alman Mezarlığı yakınındaki Cin Deresi’ne attıklarını itiraf ettiler.
Zanlıların gösterdiği yerde yapılan aramada vücudunun bir bölümü yanmış kadın cesedi bulundu. Tarsus Devlet Hastanesi’ne getirilen cenaze, kayıp genç kızın Tarsus’ta en son birlikte görüldüğü kız arkadaşına gösterildi. Cesedi teşhis edemeyen ve ismi açıklanmayan genç kız, kıyafetleri görünce arkadaşına ait olduğunu söyleyip fenalık geçirdi. Jandarma tarafından sakinleştirilen genç kız, “Öğlene kadar birlikte okuldaydık. Saat 01.30’da okuldan birlikte çıktık. Alışveriş merkezinde yemek yedik, akşam saatlerinde minibüse bindik. Ben yolda indim o da evine gitmek üzere devam etti. Aynı gece kayıp olduğu bilgisini aldık, bir gün sonra da okula gelmedi” dedi. Ailesi de cenazesinin kızlarına ait olduğunu minibüste bulunan şapka ve kıyafetlerinden teşhis etti.
Özgecan’ın ölümü, kadına şiddet protestolarının sembolü oldu. Bu olayı ve sonrasını duyanlar ve görenler gözyaşlarına boğuldular. Ülkenin dört bir yanında kadına şiddet protestoları yapıldı. Mezarlığı ziyaret ettiğim gün de Mersin’de bir gösteri düzenlenmişti.
Mezarlıkta Bergen ile Özgecan’ın mezarlarını gördükten sonra, bu iki acı olayı bağdaştırmak istedim. Aynı kentte ve aynı mezarlıkta, Türkiye’yi ayağa kaldıran iki kadının mezarı vardı.
Hoş, Mersin’deki Asri Mezarlık’ta farklı din anlayışına sahip kişilerin defnediliyor. Fotoğraflarda, birinde ‘Fatiha’ yazılı mezar taşının karşısında, mezar taşında haç bulunan mezarları yan yana göreceksiniz.
Acıların Kadını Bergen’in Dramatik Öyküsü “Bergen” sadece 30 yıl yaşadı. Hayatını Halis’e duyduğu ölümüne aşka adadı. Tek isteği şarkı söylemekti. Ancak Halis’in kıskançlık krizleri buna izin vermedi. Önce yüzüne kezzap atıp güzelliğini elinden aldı, sonra da tek kurşunla canını.
İlk aşkı Yalçın’dı. Taksi şoförü Yalçın. Ona zorla sahip olan Yalçın.
Bir gün karşısına geçip, başkasıyla evleneceğini söyleyen Yalçın.
Belgen, aşkın ilk tokadını ondan yemişti. Yiyeceği tokatların yanında bu hiçbir şeydi elbet.
Bergen’in gözünü kör eden kezzap suyu saldırısından sonraki fotoğrafı.
Okulu bıraktı, sahneye çıkmaya karar verdi. Yaşını büyüttüler.
Şimdi ona bir sahne adı gerekiyordu.
Gazetede Norveç’in Bergen şehrinden bahseden bir haber gördü.
Çok sevdi, olmuştu bu iş.
Pavyonda kendisine uzun süre bakana, “Çok beğendiyseniz küçük oğlunuza alın” diyecek kadar çetin cevizdi. Yaralarını, şarkı söyleyerek sarıyordu. Yalçın’dan sonra kimse girmemişti hayatına. Ne olduysa Adana’da oldu. ‘Kömür gözlü adam’ her gece pavyonda karşısına kurulup bir saniye bile gözünü ayırmadan onu seyretti, her gece usanmadan kulise çiçek gönderdi… Bergen, kafasına attı çiçekleri. Halis’ti adı. Şimdi karşısında neredeyse ağlayacak gibi duran adam, hayatının kâbusu ve tabii büyük aşkı olacaktı.
Halis, gurur yaptı, gelmedi uzun süre pavyona. Ama çiçekleri yollamayı sürdürdü. “Beni tanısan seversin” diye yazdı bir karta. Bergen, çiçekleri, ilk kez o gece çöpe atmadı.
Bergen, taksitle araba almıştı. Senetlerini ödeyemeden yandı, kül oldu. Halis söndürmeye çalıştı yangını. “Ağlama” dedi, “Üzülme, ben sana yenisini alırım…”
O gün âşık oldu Halis’e… Sonra öğrendi arabayı Halis’in yaktığını. Ona yeni bir araba alarak aklını çelmek için yapmıştı bunu. Büyük aşk bunun da üstesinden geldi, evlendiler…
Defalarca dayak yedi Bergen. Sonra arada eve gelmeyen Halis’in zaten evli olduğunu öğrendi. Nikâh memuru da yalandı, şahitler de, her şey…
Ne Halis’le olabiliyordu, ne Halis’siz. Adam da deli gibi seviyordu Bergen’i, delirmiş gibi. Sahneye çıkmasını istemiyordu, “Boşanacağım” diyordu. Boşandı da…
Sahneyi bırakması şartıyla evlendiler.
Bergen, evinin kadını oldu, evinin neredeyse her gün yüzü gözü dağılan kadını. Her defasında sahneye kaçtı Bergen. Her defasında Halis’in kara gözlerine bakıp barıştı. Her seferinde hayatını astığı yerden yeniden giyindi, bir kez daha bir kez daha…
Defalarca kaçtı. Mersin’e, İzmir’e… Arada ona âşık olanlar oldu, o Halis’ten başkasını sevmedi. Bir gün acı acı çaldı telefon, Ankara’daki evi yanmıştı. Yine yanında “Üzme kendini” gibi kısacık cümleleriyle Halis vardı. Yine evi eski haline o döndürmüştü. Peki yine o mu yakmıştı? “Ben yapmadım” diyordu. Halis’e güvense de güvenmese de kendine kızıyordu Bergen.
Halis ne zaman “Çıkmayacaksın ulan bir daha sahneye” diye alevlense, Bergen’in kanı hızlı akmaya başlıyordu. ‘Hangisi daha delikanlıydı yarışı’ başlayıveriyordu.
Evlendiler sonunda. 9 Ocak 1982’de günlüğüne “Evlendim” diye yazmıştı Bergen. Birlikte yaşamaya başladıktan sonra Halis yine eski hayatına dönmüştü. Bergen ise yine evinin kadını.
Peşi sıra kavgalar, dayaklar… Bıraktı Halis’i. Kaçtı gitti İzmir’e. Sahneye çıktı yeniden. O kaçtı, Halis kovaladı. Adana delikanlısı, “Üç gün sonra bütün gazeteler senden bahsedecek” dedi. Dediği de oldu.
Bir adam elindeki kovayı Bergen’e doğru savurdu. Önce bir sıcaklık hissetti yüzünde, vücudunda. Canı yanıyordu. O kovada kezzap vardı. Halis yine sahnedeydi. Görmüyordu Bergen.
Hastane yatağında rüyasına girmişti, Müslüm Gürses ile “Cehennem ateşi ahirette olur/ Sen beni dünyada ateşe attın” diye şarkı söylüyorlardı. Çok sonraları gerçek olmuştu rüyası.
Bütün gazeteler Bergen’in acıklı hikâyesini yazıyordu. Halis hapse, Bergen İstanbul sahnelerine gitti. Kısa süre görüşmediler.
Bu bile bitirmedi bu aşkı. Bergen, Halis’i ziyarete gidiyor, para götürüyordu. Şöhreti artık Türkiye sınırlarını aşmıştı. Yurtdışı turnelerine çıkıyor, sahne aldığı yerlerde izdiham oluyordu. Bülent Ersoy’lar, İbrahim Tatlıses’lerle aynı sahnedeydi artık.
Aklıysa Halis’teydi. Bir gün yine kavuştular. Aynı film yeniden çekildi. Kimse değişmiyordu. Adam kıskanç, kadın inatçıydı. Boşandılar.
Bir gün annesiyle yine bir başka şehre giderken arkadaki araba direksiyon kırıp, önlerine geçti. Halis’ti. Tartışmaya başladılar. Tek bir el silah sesi duyuldu. Bergen’in ağzına dolan kan, çenesinden boynuna ağır ağır akmaya başladı.
Bergen, acılarını da alıp bu dünyadan göçtü. Ablasına aylar önce aldığı bitki o gün ilk çiçeğini açtı. Bunun bir anlamı var mıydı?
“Bergen” sadece 30 yıl yaşadı. Hayatını Halis’e duyduğu ölümüne aşka adadı. Tek isteği şarkı söylemekti. Ancak Halis’in kıskançlık krizleri buna izin vermedi. Önce yüzüne kezzap atıp güzelliğini elinden aldı,
sonra da tek kurşunla canını.
BERGEN’İ DAHA YAKINDAN TANIYIN
Boyacı ustası bir baba ile ebe bir annenin ilk çocuğu olarak 1960’ta Belgin Sarılmışer adıyla Mersin’de dünyaya geldi. Ailenin ilk çocuğuydu, ondan sonra altı kardeş daha katıldı aileye. Yıllar sonra, Almancada “Dağlar” anlamına gelen Berge’den kendine bir sahne adı yaratacaktı.
Sarılmışer çifti 1966’da boşandı, Belgin annesiyle birlikte Ankara’ya taşındı. Yenimahalle Yunus Emre İlkokulu’nda müsamerelerde mandolin çalarken müziğe yeteneğini keşfeden öğretmenleri tarafından konservatuara yönlendirildi. Ankara Devlet Konservatuarı Piyano Bölümü’ne girdi ama maddi sıkıntılar nedeniyle ayrıldı. Yaşını büyüttü, PTT’de çalışmaya başladı.
Arkadaşlarının zoruyla sahneye çıktı
Bir gece eğlenmek için gittiği Feyman Gece Kulübü’nde arkadaş ısrarıyla kendini sahnede buldu. Kulübün sahibi İlhan Feyman
19 yaşındaki bu genç kızın sesini çok beğendi. Sahneye çıkmasını teklif etti. Bergen Türk sanat müziği, Türk hafif müziği ve dönemin modası olan aranjmanları söylüyordu.
Daha sonra Adana’daki Kuyubaşı Gazinosu’na transfer oldu Bergen. Sekiz aylık çalışma karşılığında verilecek otomobil teklifini kabul etti. Ama iş bitiminde otomobil elinden alındı ve sanatçı borç içinde bırakıldı.
O sırada tanıştığı Halis Serbes bu durumdan kurtulmasına yardım etti. Birbirlerine âşık olan ikili nişanlandı, Adana’ya yerleşti. Bergen’e sürekli şiddet uygulayan Serbes’in evli ve üç çocuklu olduğu da ortaya çıkınca genç kadın Ankara’ya döndü. Osman Hattat’la kısa bir birlikteliğin ardından Serbes’le barıştı.
Eşinden boşanan Halis Serbes’le Ocak 1982’de evlendiler. Yine Adana’ya yerleştiler. Bir süre sonra Bergen’in çalışma isteğine Serbes’in karşı çıkması ve sanatçıya yine şiddet göstermesi nedeniyle araları bozuldu. Bergen ilişkiye ara verip kulüplerde sahneye çıkmaya devam etti. O dönemde “Şikayetim Var” adlı LP’yi yaptı ama albüm beklenen ilgiyi görmedi.
Ekim 1982’de sanatçının hayatını değiştirecek olay gerçekleşti. Bergen, İzmir Alsancak’taki New York gece kulübünde çalıştığı sırada, şiddetinden yılarak kaçtığı eşi Halis Serbes’in, yanında çalışan ve daha sonraları 500 bin liraya kiralayarak azmettirdiği ortaya çıkan Şakir isimli kişi, sanatçıya bir kova dolusu kezzap attı. Yüzünün ve vücudunun büyük bir kısmı yanan Bergen’in iki gözü de kör oldu. Azmettiren koca iki aylık firardan sonra yakalanıp tutuklandı. Aylar süren tedaviden sonra Bergen’in bir gözü kurtarıldı. Yüzündeki yanık izlerini bugünlerin duayen estetik cerrahı Onur Erol tedavi etti.
Ameliyat sonrası 1984 yılında İzmir’e geri dönen Bergen’i ziyaret eden New York gece kulübünün sahibi Cengiz Özşeker, sanatçıyı tekrar sahneye çıkması için ikna etti.
1987’de TRT’nin arabesk yasağını deldi.
Bergen kendisine yaşattığı acılara rağmen kocasını affetti ve ondan boşanmadı. Zaman zaman Niğde Açık Cezaevi’ne nakledilen Halis Serbes’i ziyaret bile etti. Kezzap olayından dolayı açılan davadan da vazgeçti.
Bergen’in Mart 1986’da Yaşar Plakçılık etiketiyle çıkan “İnsan Severse” albümü büyük ilgi gördü. Bergen dönemin ünlü kulübü Stardust’ta çalışmaya başladı.
Eylül 1986’da Yaşar Plakçılık, Bergen’in üçüncü albümü “Acıların Kadını”nı piyasaya sürdü. Kısa zamanda bir milyonluk satış rakamı yakalandı. “Acıların Kadını” isimli albümün gördüğü ilgi film yapımcılarını da cezbetti. 1987 yılında Ülkü Erakalın’ın yönettiği “Acıların Kadını” filminde Bergen; Yalçın Gülhan, Asuman Arsan ve Ali Rıza Özbilgiç ile kamera karşısına geçti.
1987’de Bergen “Albümü En Çok Satan Arabesk Kadın Sanatçı” unvanını aldı. Haziran 1987’de “Yılın Arabesk Kadın Sanatçısı” ödülünü kazandı.
Bergen 1987’de İbrahim Tatlıses ve Müjde Ar’lı kadroyla gittiği Bursa’da sahneye çıkıyordu. Bu sırada Haftalık Müzik Magazin dergisinde Avustralyalı organizatör John Pale ile Bergen’in aşk yaşadığı iddia edildi. Bu haber Bergen’e pahalıya patladı. Adana Lunapark Gazinosu’nda şarkı söyleyen Bergen, gazinonun fotoğrafçısı Necmettin Utaş tarafından bıçaklandı. Saldırının gerçek nedeninin ne olduğu anlaşılamadı. Hapisten yakında çıkacak olan kocasının azmettirdiği veya gazinocular arasındaki bir hesaplaşma olabileceği iddiaları ortaya atıldı.
1987’de Bergen TRT’in arabesk yasağını ilk delen sanatçı oldu. “Musiki Maceramız” programı için Lutesse gece kulübünde gerçekleştirilen çekimlerde “Acıların Kadını”nı söyledi.
Cenazesine arkadaşları bile katılamadı
Yıl sonuna doğru İstanbul Çakıl Gazinosu’nda şarkı söyleyen Bergen kocasının hapisten çıkmasına dört ay kala, onun isteği ile sahneyi bıraktığını açıkladı. Böylece kezzaplı saldırı nedeniyle 13 yıl 11 ay hüküm giyen ama af sayesinde altı yıllık hapishane hayatının ardından Temmuz 1988’de serbest bırakılan kocasıyla Mersin’de yaşamaya başladı. Bu “huzur” kısa ömürlü oldu, 1989’da boşandılar.
1989’da Bergen, yedinci ve yaşarken çıkardığı son albümü olan “Yıllar Affetmez”i hazırladı. Albümün tanıtımı için Anadolu turnesine çıktı.
14 Ağustos’u 15 Ağustos’a bağlayan gece Anadolu turnesi kapsamında Kayseri’den Mersin’e gitmek için annesi ile birlikte yola çıktıklarında Halis Serbes’in kendilerini takip ettiğini fark ettiler, polisi arayarak durumu bildirdiler. Tedbir alınacağını öğrenince yollarına devam ettiler. Tarsus-Pozantı E-5 Karayolu’nun Çamalan Yaylası mevkiindeki Aspava lokantasında gece 04.00 sularında Halis Serbes, Bergen ve annesinin karşısına çıktı. Serbes ile tartışan sanatçı, arabaya binmek üzereyken Halis Serbes’in silahından çıkan altı kurşunun hedefi odu. Serbes, Bergen’in annesi Sabahat Çakar’ı da üç kurşunla yaralayarak kayıplara karıştı. Olaydan bir gün sonra Bergen sanatçı arkadaşlarının bile katılamadığı, apar topar düzenlenen bir cenaze töreniyle Mersin’de toprağa verildi.
12 Mart 1992’de kaçtığı Almanya’dan getirilen Halis Serbes çıkarıldığı mahkemede 1 yıl 3 ay hüküm giydi. Ancak zaman aşımı, Almanya’da mahkumiyet süresi gibi hafifletici sebeplerle sadece yedi ay sonra serbest bırakıldı. 1993’te yeniden evlenen ve şu an Adana’da yaşayan Halis Serbes’in dört çocuğu var. Serbes önce gazetelere yaptığı nedeniyle pişman olduğunu söyleyen röportajlar verdi, bir süre sonra ise yaptığından hiçbir zaman pişmanlık duymadığını, Bergen’in bu yaşananları “hak ettiğini” açıkladı.
TEPKİLER “Kezzap bile bu kadını çirkinleştirememiş”
Erol Atar (Fotoğrafçı)
-1970’lerde Ankara’da fotoğrafçılık yapıyordum. Bergen bana fotoğraf çektirmeye gelirdi. Çok güzel bir genç kızdı. Şu anda önemli yerlerde olan erkeklerin de bulunduğu ilişkiler yaşadı.
-Bir gece Sezen Aksu ile çıktığı kulübe gittik. Sezen Bergen’e baktı baktı dedi ki “Kezzap bile bu kadını çirkinleştirememiş”.
-Bergen fotoğraf çekimlerinde yüzünün yaralı tarafına polyester yapıştırırdı. Onun üzerini pullarla süslerdi. Saçının bir kakülünü o gözünün üzerine örterdi. O hazırlıklarını yaparken gözünün olmadığı çukura bakamazdım, içim kalkardı.
-Bergen hoppa bir kızdı, başına buyruktu. Şimdi belki geçerli bir şey bu ama o devir için geçerli değildi.
“İnternetten en çok ‘Acıların Kadını’ şarkısı indiriliyor”
Mustafa Kekeva (Yaşar Plak’ın sahibi)
Bergen’in Yaşar Plak’tan çıkan albümleri 4 milyondan fazla sattı. En çok satan albümü “Acıların Kadını” 1 milyon rakamını geçti.
Bergen albümleri hâlâ satılıyor müzik marketlerde. “Benim İçin Üzülme”, “Acıların Kadını”, “Sen Affetsen Ben Affetmem” internette en çok tıklanan şarkıları.
“Kalçasından aldığım deriyi yüzüne ekledim”
Prof. Dr. Onur Erol (Estetik cerrah)
-Yılın Tıp Adamı dalında Sedat Simavi ödülü alan bir plastik cerrahtım, herhalde onun da etkisiyle Bergen ameliyat olmaya bana geldi. En az üç kez ameliyat ettiğimi hatırlıyorum onu. Çünkü dokuların iyileşmesi, olgunlaşması aylar sürer bu tip yanıklarda. Zımparalama yöntemiyle Bergen’in derilerini soymuştuk.
-Bergen’in sağ gözü çıkmıştı, kapakları kapanmıyordu. Sonradan eklenecek protez için göz çukuru yaptım. Burun kanatları yok olmuştu, oraya kıkırdaklar kondu. Yüzüne kalçasından deri eklendi.
“Tek gözüyle kullandığı arabayla eve dönerken dualar ediyordum”
Sinan Özşeker (Müzisyen)
-Bergen kocasının kezzaplı saldırısına da bizim kulübün çıkışında uğradı. Bergen’de ne sahneye çıkacak güç ne görüntü ne inanç vardı. Babam Cengiz Özşeker tam bir terapist gibi onu sahnelere hazırladı.
-Alkolle arası çok iyiydi, sıkı içerdi. Çalışması zor bir sanatçıydı. Kaprisliydi. Kezzap olayından sonra psikolojisi de bozulduğu için belki böyleydi.
-Onunla ilgili bir anımı anlatayım, bir gece onunla eğlenceye gittik. Tek gözüyle ve sarhoş halde kullandığı arabasına binmiştim. O kadar çok korkmuştum ki eve sağ salim varayım diye dualar etmiştim.
“Sesi de iyiydi ama efsaneleşmesinin nedeni çektiği acılar ve ölümü”
Murat Meriç (Müzik tarihçisi)
-Bergen tam 12 Eylül’ün sonrasında, en karanlık dönemlerde çıktı. O sırada arabesk bütün toplumu sarmıştı.
1960-1970’lerdeki melodramlardaki kadınların vücuda gelmiş haliydi Bergen.
-Bergen 80’lerin en iyi kadın arabeskçileri arasındadır Bugün
herhangi bir müzik markete gittiğinizde Bergen albümleri görebilirsiniz. Raflarda 80’lerin sanatçısı olan bir ismin albümlerinin bulunması o albümlerin hâlâ sattığı anlamına gelir.
“Sahiciliği tutmasını sağladı”
Naim Dilmener (Müzik yazarı)
-Tutma sebebi samimiyet ve sahiciliktir. Standart kurallara vurduğumuzda, kendisi de albümleri de şarkıları da “iyi değildir” bile diyebilirim. Çok ağladığı, inlediği de söylenebilir.
-Bergen kulvarında ilk üç içinde bile değildi. Gülden Karaböcek, Kibariye ve Ayşe Mine tepedeydi.
Bu üç dev isim, şu an aynı yerde değiller. Bergen de yaşamına devam ediyor olsaydı, aynı yerde olmayacaktı.
Hem 12 Eylül’leri ardımızda bıraktık, hem de çağ değişti. Bu çağda Bergen, yeni şarkılar-yeni albümler
ile kimseye bir şey ifade etmezdi.
Bergen albümleri:
1982 Şikayetim Var
1983 Kardeşiz Kader
1985 İnsan Severse
1986 Acıların Kadını
1987 Onu da Yak Tanrım
1988 Sevgimin Bedeli
1988 İstemiyorum
1989 Yıllar Affetmez
Bergen’in vefatından sonra çıkan albümleri:
1990 Giden Gençliğim
1990 Garibin Çilesi Mezarda Biter
1991 Son Ağlayışım
Bergen’i önce kör eden daha sonra da öldüren canin pişmanlık duymadığını belirttiği son haberi GÜNAYDIN’dan aktarıyorum:
Halis Serbest Tarafından Katledilen Bergen’in Ailesi 32 Yıl Sonra İlk Kez Konuştu! Gerçekler Ortaya Çıktı…
Yıllar önce eski eşi Halis Serbest tarafından öldürülen ünlü şarkıcı Bergen’in hayatı sinema filmi oluyor. Filmin başrolleri belli olurken Bergen’in hayatına dair detaylarda gündemden düşmüyor. Bergen’in ölümünün ardından uzun süre sessizliğini koruyan ailesi 32 yıl sonra ilk kez konuştu. İşte Bergen’in ailesinin anlattıkları ve tüm detaylar…
Bergen’in katili Halis Serbest, katıldığı TV programda ‘Bergen’i öldürdüğüm için pişman değilim. Ailesi de ‘Ölümü hak etti’ demişti’ Bu sözler infiale neden oldu, sosyal medyada katile tepki yağdı. Yıllar sonra ilk kez GÜNAYDIN’a konuşan Bergen’in ablaları ve abisi ise ‘ Bu nasıl bir ifade, nasıl aşağılık sözler! 32 yıl sonra tekrar büyük bir şiddete maruz kaldık. Siz katili TV’ye çıkarıp mikrofon uzatırsanız, sırtını sıvazlarsanız, daha çok kadın öldürülür’ dedi.
Bergen’in Ailesi İlk Kez Konuştu
32 yıl önce eşi Halis Serbest tarafından öldürülen ünlü şarkıcı Bergen (Belgin Sarılmışer), hayatını anlatan sinema filmi haberleriyle sık sık gündeme geliyor. Bir TV kanalında katil Halis Serbest’e uzatılan mikrofon tepkilere yol açtı. ‘Öldürdüğüm için pişman değilim’ diyen Serbest, ailenin de ‘Bergen ölümü hak etti’ dediğini öne sürdü. Bergen’in ablaları Hatice Vargı, Aynur Direkçi, Mukadder Terim ve abisi Mehmet Sarılmışer, yıllar sonra ilk kez GÜNAYDIN’a konuştu. Bergen’in ailesi cinayetin perde arkasında olanları, ailece yaşadıkları büyük acıyı ve filmden beklentilerini anlattı.
Her Gece Çocuğu Olsun Diye Dua Ederdi
HATİCE VARGI (Ablası)
Bergen’i katleden Halis Serbest’e mikrofon uzatıldı, o da ‘Ailesi de Bergen’in ölümü hak ettiğini söyledi’ dedi…
Böyle bir şeyin doğru olması mümkün mü? Kardeşimiz öldürülecek ve biz ‘Hak etti’ diyeceğiz. Hayatı boyunca yalan söylemiş bir adam 32 yıl sonra çıkıp bizim üzerimizden kendine prim yapıyor. Bir insan bu kadar alçak, bu kadar kötü, aşağılık olamaz ama insan değil…
Bergen’in ölümü sonrasında anneniz Sabahat Çakır bu acıyla hayatına nasıl devam etti?
Hepimiz yanında olduk. Haberi, annemden günlerce gizledik. Hastaneden çıktığında yeri göğü inletti annem, hâlâ o sesler kulağımda. Esas acıların kadını benim annem. Düşünsenize evladını, kızını gözünün önünde öldüren bir adam var, annemi de yaralıyor, çok korkunç ve acı değil mi? Hepimiz ilahi adalete inanıyoruz.
Kardeşinizin katili daha önce de Bergen’in yüzünü kezzapla yaralarken annenizin de yaralandığını biliyoruz…
Evet, Belgin’in önüne geçmiş. Kezzap annemin kollarına ve göğsüne gelmiş. Kurşunlandığında da uzun süre tedavi gördü. Adam, anneme; ‘Ölümden korkmuyor musun sen?’ demiş. Annem de ‘Korkmuyorum’ deyince ‘Al sana, al sana, vurdum’ diye kurşunlamış. Sanki bu olaydan sonra, bu adamın yaptıklarından sonra kadın cinayetleri daha çok arttı.
Kardeşiniz istemiyordu değil mi Halis Serbest’i?
İstemiyordu ama nasıl kaçacağını bilemedi ondan.
32 yıl sonra Bergen’in hayatı filme dönüşüyor. Buna nasıl karar verdiniz?
Çok teklifler aldık, hep en doğrusunu bekledik. Mine (Şengöz) Hanım da bizim için doğru bir isimdi. Güvendik kendisine. Şimdiye kadar da her şeyi iyi yönetti. İnanıyoruz ki her şey çok güzel olacak.
Annem “Karanlıktan Korkar Kızım Diye Günlerce Mezarında Sabahladı”
Bergen çocuğunun olmasını çok istiyordu öyle mi?
Tabii… ‘Abla doktordan geliyorum yine, doktorun verdiği ilaç geri tepti’ derdi. Yani kabul etmiyordu vücudu. Çocuğu olsun diye çok uğraştı ama maalesef olmadı. Her gece ağlardı. Bütün bu acılar yetmezmiş gibi rahim kanseri oldu, ameliyat oldu ve çocuğu olma şansını kaybetti.
İnternette kuzeniyle evlendiğine ve çocuğu olduğuna dair bilgiler var…
Doğru değil. Bir hayranı ‘Oğluyum’ diye ortaya çıktı ve herkes buna inandı. İnternette var olan fotoğraflarda kızı olarak bilinen kişi Cemile Ablam’ın kızı Esra’dır. İşte tam da yanlış bilinen bilgilerden dolayı bu filmin yapılmasını çok istiyoruz.
Halis’in evli olduğunu ve iki çocuğu olduğunu öğrenince nasıl tepki verdi?
Çok şaşırdı, çıldırdı. Bana geldi, ‘Abla, bana yaptığı nikah sahteymiş. Karısı ve iki çocuğu varmış’ dedi. Ben de ‘Sen annemi dinlemedin’ dedim. Belgin kaçınca da kezzap olayı oldu zaten.
Belgin sevmiş miydi onu?
Aşıktı. Sevmişti tabii. Ama sonrasında sahte nikahı filan öğrenince bitti.
Acı olaydan sonra hayatınızı nasıl sürdürdünüz?
O olaydan sonra annem ‘Bir evlat daha kaybetmeye dayanamam, tahammül edemem’ derdi. Annem hepimizi sakinleştirdi. ‘Kana kanla karşılık verilmez. Ben Allah’a bıraktım, Allah herkesin cezasını verir’ derdi. Biz 32 senedir hâlâ ağlıyoruz. Bu kadar güzel bir kız nasıl bu hale geldi? Keşke annemi dinleseydi. Ama şuna inanıyorum, hayatta olsaydı böyle bir filminin olmasını isterdi.
Bergen’in vefatını başta annenizden sakladınız. Sonra nasıl açıkladınız?
Hastaneden eve geldiğinde fark etti annem. Yedi mevlidini yapıyorduk. Hocalar vardı, kalabalıktı… Annemin çektiği acıyı görünce herkes yandı kavruldu. Öyle bir ağıt yakıldı ki, annemi zor tutuyordum. O acıdan sonra annem kendini de mezara gömdü. Sonra hep siyah giydi; düğünde de, bayramda da… Belgin’le annem de öldü. Kendi kendine konuşuyordu. Belgin, kahveyi çok severdi. Annem, kardeşim vefat ettikten sonra her sabah iki tane Türk kahvesi yapar, Belgin’le dertleşerek kahvesini içerdi. Akşama kadar tespih çekerdi kardeşimin posterleriyle kaplı odasında.
Mezarına sık sık gider miydi?
‘Kızım yalnızlıktan, karanlıktan korkar’ derdi. Sabaha kadar mezarlıkta annemle otururduk.
Bergen’in Filmi Tüm Kadınların Sesi Olacak
MEHMET SARILMIŞER (Abisi)
Siz nasıl haber aldınız kardeşinizin ölüm haberini?
Ben ailemle beraber yaşadığımız Hollanda’dan yaz tatiline Mersin‘e gelmiştim, çok üzüldüm, şok oldum duyduğumda… Hatta Kayseri‘ye gitmeden ablamların yazlığındaydık hep birlikte… Belgin, Kayseri’ye konsere gidecekti, adam sürekli rahatsız edip karşı çıkıyordu konserlere gitmesine…
Kayseri’ye konsere gitti ve dönüşte o acı hadise yaşandı…
Evet. Konseri dönüşü Belgin, Çamlıyayla’da annemle birlikte yemek yemişler. Yemekten çıkıp arabaya bindiklerinde önünü kesiyor. Önce annemi vuruyor, omzundan, göğsünden ve dirseğinden yaralıyor. Sonra kardeşimi sırtından vuruyor. Bu nasıl bir kin, nasıl bir öfke! Kardeşime önce annemi vurarak annemin acısını yaşatıyor, sonra sırtından vuruyor. Kardeşim benim canım ciğerimdi, o kadar çok üzüldüm ki tahmin edemezsiniz. Otopsi yapılmıştı, her yeri kesilmişti, o halde gördüm onu. Mezarlıktan hiç ayrılmadım.
Mezarına sık sık gider misiniz?
Gidiyorum. Mezarı suluyorum, dua ediyorum. 32 yıldır sabah akşam 5 vakit duamı eksik etmiyorum.
Anneniz bu olaylardan en çok etkilenen kişi oldu kuşkusuz…
Tarifsiz bir acı yaşadı… İnanamadı. Kendisi de yaralı olduğu için hastanede kaldı.
Bergen’in hayatını anlatan bir film çekiliyor. Bu filmden beklentiniz ne?
İnşallah bu film çıktığı zaman yeni yeni kanunlar çıkar. Kadın hakları için, kadınları daha güzel korumak için, müdafaa etmek için… Tek dileğim ve beklentim bu. Umarım bu ölümler son bulur, acılar biter. Filmden sonra bir şeylerin değişeceğine inanıyorum. Yurt dışında da ses getirecektir. Avrupa’da, belki de Amerika‘da, belki de Avustralya’da seyredecekler kardeşimin filmini. Mine Hanım çok çaba gösterdi. Kardeşim hak ettiği değeri, önce Allah, sonra onun ve ekibinin sayesinde bulacak. Belgin tüm kadınları temsil edecek. Kadın cinayetlerini aza indirecek bir etki yaratmasını bekliyorum.
Geçtiğimiz günlerde Bergen’i katleden Halis Serbest’e mikrofon uzatıldı ve ailenin ‘Bergen ölümü hak etti’ dediğini dile getirdi. Siz bu sözlerine ne diyeceksiniz?
Öncelikle bir katile mikrofon uzatılması kadar kötü bir durum olamaz. Türkiye’nin çok izlenen bir kanalına bir katil çıkıyor, ‘Pişman değilim öldürdüğüm için’ diyor, bir de bizim kendisine, ‘Bergen ölümü hak etti’ dediğimizi ifade edebilecek kadar da aşağılık biri. Türkiye’de yüzlerce kadın neden öldürülüyor şimdi anlıyor musunuz? Siz katilin sırtını sıvazlarsanız, ona mikrofon uzatıp ‘Nasıl öldürdün?’ diye anlattırırsanız bu ülkede daha çok kadın öldürülür.
Hayatımın Geri Kalanını Hep Eksik Yaşadım
AYNUR DİREKÇİ (Ablası)
Halis Serbest’in açıklamalarına ne diyorsunuz?
İnanın kulaklarıma inanamadım. Bu yalanı neden söylüyor, neden bizim üzerimizden hâlâ bir şeyler yapmaya çalışıyor anlamıyorum. Her şeyi geçtim, bir katili konuşturan bir TV kanalına neden ceza verilmiyor da bizim üzerimize geliniyor. Kardeşim öldürülüyor ve biz ‘Ölümü hak etti’ diyoruz, öyle mi! Bu yalana kim inanır, kim bu katilin sözlerine göre hareket eder? Bu çok yıpratıcı. Kadın cinayetlerinin durdurulacağına dair inancımı kaybettim.
32 yıl sonra kardeşinizi anlatan filmin yapılmasına onay verdiniz. Sizin için ne değişti de bu kararı verdiniz?
Ben o yıllarda ailemle birlikte Hollanda’da yaşıyordum. Yaz tatillerimizde Mersin‘e gelirdik, bütün kardeşler çok güzel vakit geçirirdik. O yaz tatilinde Belgin de Mersin’e gelmişti. Benim yemeklerimi çok severdi. Ona güzel yemekler yapmıştım. Çok güzel vakit geçirmiştik. Biz çok büyük acılar çektik. 32 yıldır da herhangi bir yerde, herhangi bir cümle kurmadık. Bu arada bir sürü yanlış şeyler yazıldı, çizildi kardeşimizle ilgili. Hep sessiz kaldık. Mine Hanım, gelip bizlerle tanıştı, sıcak ve samimi davranışları bize güven verdi. Bu film sayesinde internet ve gazetelerde var olan yalan yanlış bilgilerin önüne geçilmiş olunacağını düşünerek ikna olduk.
Bu olay sizde nasıl etkiler bıraktı?
Belgin’in ani ölümü bende çok büyük bir travma yarattı. Kardeşimizi kaybettik. Ciğerimiz yandı. Benim küçük güzel kardeşim artık yok. Benim de canımın bir parçası gitti. Hayatımın geri kalanını hep eksik yaşadım.
Katil, o dönem defalarca tehditlerde bulunmuş size…
O adam, 32 yıl önce Belgin’i öldürmeden, gecenin ikisinde arardı telefonla ‘Kemiklerini size bırakmayacağım, onu öldüreceğim’ derdi. Annem o mezara o kafesi onun için yaptırdı.
Bergen’in Halis Serbest’e her defasında inanmasını neye bağlıyorsunuz?
Kardeşimin ona inanmasının, yanaşmasının sebebi; bir yuvasının, çocuğunun olmasını istemesiydi. Bu ümitle hep inandı, güvendi ona. Belgin hayal kırıklığıyla mahvoldu.
O An Kalbimin Göğsümden Çıkacağını Sandım
MUKADDER TERİM (Ablası)
Anneniz, Bergen’den sonra nasıl tutundu hayata?
Belgin biriciğimizdi. Annem onu kaybettikten sonra travmadan hiç çıkamadı ki. Kardeşimizin acısı içimizden hiç çıkmadı, çıkacak gibi de değil. Belgin’i kaybettiğimiz o talihsiz gün, o anki acı nasıl izah edilir ki? Duyduğumda sanki kalbimin göğsümden çıkacağını hissettiğimi hatırlıyorum. Yokluğuna alışamadık.
Bergen’in katilinin sözlerine siz neler söyleyeceksiniz?
Bu korkunç yalanın içine bizi çekmeye çalışan bir katile mikrofon uzatılmış. Elbette ki hepsi yalan. Gerçek olan ise öldürdüğü ve hâlâ ‘Pişman değilim’ dediğidir. Hâlâ da açık tehditler var. Ceza alması gerekirken, rahatça konuşup Türkiye’nin gözleri önünde kadını öldürmenin haklılığından söz ediyor. Ve hiç kimse de çıkıp ‘Ne yapıyorsunuz?’ demiyor. Acı olan bu! Katil aramızda, çıkıp TV kanallarına konuşuyor. Yapacağımız film umarım tüm kadınlar için güç olur. Hangi kardeş, abi, anne, baba evladı için ‘Ölümü hak etti’ der. Bu nasıl bir ifadedir, nasıl aşağılık sözlerdir. Acımız katlanarak devam ediyor. Belgin’in ölümünden 32 yıl sonra hâlâ büyük bir şiddete maruz kalıyoruz.
‘Noel Baba’ diye fotoğraflananlardan biri, Demreli Sint Nikolaas’tır, diğeri ise İskandinavyalı Noel Baba’dır.
Çam ağacı süslemek tamamıyla Türk adetidir ve bu adet Türkler’den Avrupa’ya geçmiştir
Yılbaşı ise, Noel ile ilgisi olmayan, yeni bir yıla girişin başlangıç kutlamalarıdır.
İlhan KARAÇAY yazdı:
Hıristiyan aleminin kutladığı Noel Bayramı hakkında çeşitli varsayımlar dile getirilir. İskandinavyalı Noel Baba ile, Demreli Sint Nikolaas ve Yılbaşı kutlamaları birbiri ile karıştırılır. Çam ağacı süslemenin de bir Hıristiyan geleneği olduğu bilinir.
Kaldı ki, dünyanın en önemli Sümeroglarından biri olan Dr. Muazzez İlmiye Çığ bakın bu konuda ne diyor: “Çam ağacı süslemek tamamıyla Türk adetidir. Eski Türklerde yerin göbeğinden göğe kadar bir ağaç tasavvur ediliyor ve buna Hayat Ağacı deniyordu.
Bu, Sümerlerde de vardı. Bir ucunda Gök Tanrısı duruyordu. Halen Orta Asya’da 22 Aralık’taki gündönümünde, evlerine Akçam Ağacı getirip, dallarına ertesi sene için Tanrı’dan niyaz ettikleri şeyler, adak olarak istedikleri şeyler için kurdele koyuyorlar. Türklerdeki bu ağaç süslemenin Hıristiyanlıktaki Noel ile bir ilgisi yoktur. Bu adet, daha sonra Türkler yoluyla Avrupa’ya geçmiş, 16’ncı yüzyılda Almanya’da başlamış ve buradan da dünyaya yayılmıştır.”
Coğrafi bir olgu olarak, 21/22 Aralık gecesi, günler uzamaya, geceler kısalmaya başlar.
Eski Türkler’in inanışlarına göre, Güneş, 21/22 Aralık gecesi, karanlığı yenmekte ve bu güne “NARDUGAN” denmekteydi.
Dugan, Tugan= Doğan Nardugan= Doğan Güneş, anlamına gelir.
Türkler, Nardugan’da, Hayat Ağacı’nı (Sonsuz Hayat) temsilen bir Akçam’ın altına duaları Tanrı’ ya gitsin diye hediyeler koyuyorlar, ağacın etrafında şarkılar söyleyip oyunlar oynuyorlardı.
Yaşlılar ziyaret ediliyor ve bir arada yemek yeniyordu.
Bu gelenek halen Tatarlar, Başkırlar, Çuvaşlar ve Karaçay- Malkarlar tarafından yaşatılmaktadır.
“Hayat Ağacı” (Sonsuz Hayat) motifi, Hitit, Urartu ve daha sonraki dönemlerde Selçuklular ve Osmanlılar’ da farklılık gösterse de göze çarpar. Halı ve kilim desenlerinde de, “Hayat Ağacı” motifi sıklıkla görülür.
Ve son olarak çok önemli bir konuyu da unutmayalım:
21/22 Aralık günlerinde, Muğla’ nın Bodrum ilçesine bağlı Gündoğan beldesinde “NARDUGAN ŞENLİKLERİ” yapıldı.
Gündoğan sahilinde ‘Nardugan’ (doğan güneş) ateşi yakıldı,
‘Hayat Ağacı’ olarak seçilen bir okaliptüs ışıklandırıldı.
NOEL BABA BİLİNMEYENİ
Gerek Noel Baba ve gerekse Sint Nikolaas gerçeğini aşağıda sizlere sunacağım.
Ama önce , 2016 yılında, eski hakemlerden, şimdiki spor yorumcusu Ahmet Çakar’ın bir falsosu için yazdığım yoruma bakalım.
Daha sonra da Noel Baba, Sint Nikolaas ve Yılbaşı konularına değineceğim. En altta da Hollandaca yazıları bulacaksınız.
İlhan Karaçay’ın Ahmet Çakar’a cevabı. Noel Baba, adamın daniskasıdır, bacadan girmez, kapıdan girer.
Ünlü eski hakemlerimizden Ahmet Çakar, her hafta ahkam kestiği spor programlarından birinde, konularla hiç alakası olmadığı halde bir laf etmişti.
Laf şöyleydi:”Noel baba’yı hiç sevmem. Adam olsa kapıdan girer; niye bacadan giriyor kardeşim? Yemişim Noel Baba’yı.”
Bu lafı duyunca midem bulanmıştı doğrusu.
Kocaman ve tahsilli bir adamın ”Yemişim Noel baba’yı” gibi argo bir cümleyi kullanması hiç hoş olmadı.
Benim sevgili meslektaşım Yüksel Aytuğ da SABAH‘taki (GÜNAYDIN eki de olabilir), Ahmet Çakar’ın bu hakaretini, ‘Yılın Lafı’ olarak köşesine koymuş. ‘Kocaman ve tahsilli’ dediğim Ahmet Çakar, Tıp tahsili yapmış ve pratisyen doktor olarak göreve başlamıştı. Babası Mustafa Çakar da bir hekimdi. Ama sonra hakem de oldu. Ahmet Çakar da babası gibi hekimlikten sonra hakemliğe başladı.
Tanışmışlığımız da vardır Ahmet Çakar ile.
1994’de ABD’de yapılan Dünya Futbol Şampiyonası sırasında, New York’ta aynı yemek sofrasını paylaşmıştık. Aynı masada sevgili dostum Fatih Terim de vardı. Ahmet Çakar eşi ile birlikteydi ve çok kibar bir insandı.
Ama nedense, çıktığı TV programlarında yorumculuk yaparken ukalalığı ile göze çarpmaya başladı. O’nun bu tavrı birilerinin hiç hoşuna gitmemiş olacak ki, bir tetikçi tarafından silahla vurulmuştu.
Ne yazık kİ, televizyon programlarında yorumculuk yapmakta olanların bazıları, patavatsız konuşmaları ile dikkat çekmeye çalışırlar. Bunlardan biri de benim Mersinli hemşehrim Erman Toroğlu’dur. Kendilerine verilen mikrofonları fuzuli laflarla işgal edip durur bu tip adamlar.
İskandinavyalı Noel Baba
Biz konumuza dönelim ve Ahmet Çakar’ın Noel baba için söylemiş olduğu yakışıksız sözleri ele alalım.
Ahmet Çakar, tarihi bilmediği için böylesi bir laf etmiştir. Zira, Ahmet Çakar tarihi bilseydi, Noel Baba dediği adam ile Sint Nicolaas’ın değişik kişiler olduğunu da bilirdi. Tarihi bilseydi, evlere bacadan girdiğini sandığı kişinin Demreli (Myra-Patara) Sint Nicolaas olduğunu bilirdi.
Tarihi biliyor olsaydı, Sint Nicolaas’ın evlere bacadan girmediğini, bir eve bacadan hediye attırdığını bilirdi.
Demreli Sint Nikolaas
Ben, Sint Nicolaas’ın yaşamını öğrenmek için Demre’ye gittim ve araştırdım.
Sint Nicolaas, Anadolu’nun bu şirin kentinde yaşayan sevimli bir insandı. Babası tüccardı. yani zengin bir ailenin çocuğuydu.
O’nun yaşam öyküsünü detaylı bir şekilde öğrenmek isteyenler, bu yazının altındaki uzunca öyküye bakabilirler.
Sint Nicolaas’ın ‘baca’ iddiasına gelince…
Nicolaas yardımsever bir insandı. Yaşadığı yerdeki fakirlere yardım ederdi.
Nicolaas’ın yaşam öyküsünde çeşitli rivayetler vardır.
Bu rivayetlerden birine göre, yaşadığı yerde fakir bir aile vardı. Üç kızı olan bu fakir ailenin kızları parasızlıktan evlenemiyormuş. Kızların kötü yola düşmesinden korkan Nicolaas, bu kızların evlerine pencereden arada bir altın para attırırmış.
Kızlar bu durumdan çok korkmuşlar ve pencereleri kapamışlar. Sint Nicolaas, yamağı olan siyahi Pit’e, ‘Dama çık ve bacadan at’ emrini vermiş.
Bu durum karşısında zengin olan baba, kızlarını teker teker evlendirmiş.
İşte, hikaye bu kadar basit.
Ahmet Çakar’ın, kapıdan girmeyip bacadan girdiğini öne sürerek hakaret ettiği Noel (Sint Nicolaas) hikayesinin aslı budur işte.
Sint Nicolaas ile Noel Baba’nın aynı kişiler olmadığını, ve asıl hikayeyi öğrenmek istiyorsanız, alttaki uzun yazıyı okuyunuz.
İlhan KARAÇAY gitti, gördü ve yazdı…
Sint Nikolaas ve Myra
Hollanda’da ‘çocukların sevgilisi’ konumundaki Sint Nikolaas’ın, Anadolu topraklarındaki Myra’da doğduğunu bilenler olduğu gibi bilmeyenler de çoktur. Hollanda’da Myra’nın nerede olduğunu sorduğunuz zaman, akıllarına ilk gelen ülke İspanya olur.
İlhan Karaçay Demre’de Sint Nikolaas heykeli önünde.
Her yılın 5 aralık günü, Sint Nicolaas’ın gelişini kutlayan çocuklar hediyelere boğulur ve bu gün çocukları çok mutlu eder.
40 yıl önce, Sint Nikolaas’ın, bu gün adı Patara ve Demre olan yerlerde doğduğunu ve rahip olduğunu belirten bir yazıyı gönderdiğim Hollanda medyasından bazıları bu yazıyı kullanmış ve başta Enschede’deki Tubantia gazetesi olmak üzere bazı gazeteler ise bu yazıyı bana posta ile geri göndererek, ‘Bilginize ihtiyacımız yoktur’ gibi bir mesajla terniye sınırını aşmışlardır.
Geçen ay yolumuz Demre’ye düştü. Gittik ve Sint Nikolaas’ın rahip olduğu
kiliseyi ziyaret ettik. Sorduk, soruşturduk ve tarih sayfalarını karıştırdık. Sonuçta biz de Sint Nikolaas’ı sayfalarımıza aktarmayı yeğledik.
Bütün dünyada “Noel Baba” adıyla tanınan, Avrupa ülkelerinde çoğunlukla Santa Klaus olarak bilinen Aziz Nicholaos, Anadolu’da yaşamış bir din adamıdır. Günümüz İtalya’sının Sicilya Adası, Napoli, Bari, Almanya’nın Frieburg ve hatta Amerika’da New York kentinin koruyucu azizi olma derecesine varan önemi, her yılın 6 Aralık günü (Hollanda’da 5 aralık) yapılan anma törenleri ile daha da pekişmektedir.
Günümüzde Santa Klaus, hiç şüphe yok ki, İskandinavya ülkelerindeki iyilik sever çocukların koruyucusu ve sevindiricisi olan Noel Baba efsanesi ile Myra’lı Aziz Nicholaos’ın kişiliklerinin birleştirilmesiyle, yarı dinî ve çok popüler bir tipin doğmasıyla oluşmuştur. Bu tipin kökünün İskandinavya ülkelerinin çok eski inançlarından alındığı, Noel Baba’nın geyikler tarafından çekilen bir kızakla dolaşmasından anlaşılır. Halbuki gerçek Myra’lı Aziz Nicholaos’ın yaşadığı yerler hiç kar yağmayan Akdeniz kıyılarıdır. Onun zor durumda olan çocukları, insanları koruyucu kişiliği, kuzeyin kutsal bir varlığı, belki de çok erken çağların karanlıklarında kaybolmuş bir tanrısıyla birleşerek, Noel geceleri ortaya çıkan, çocuklara hediyeler getiren sempatik bir ihtiyara dönüşmüştür. Ne derece gerçeklere aykırı olursa olsun, Hıristiyan ülkelerinde Noel Baba, özellikle çocukların heyecanla bekledikleri sevimli bir kişi olarak yaşamaktadır.
Aziz Nicholaos’ın hayatı hakkında, azizlerin birçoğunda olduğu gibi fazla bir şey bilinmez. Sonraları pek çok efsane ile hayatı süslenmiştir. Tahıl ticareti yapan bir ailenin çocuğu olduğu bilinir. Hayatına dair yazılan dinî kitaplarda, göğün bir hediyesi, ana-babasının dualarının ve verdikleri sadakaların bir meyvesi, fakirlerin kurtarıcısı olarak dünyaya geldiğine işaret edilmiş, daha bebek iken mucizeler yarattığına inanılmıştır.
Aziz Nicholaos’ın ölüm günü tüm Hıristiyanlarca 6 Aralık olarak kabul edilir. Ancak bu tarihin kesin bir kaynağa dayandığı söylenemez. Azizden bahseden en eski kaynaklar olan, VI. yüzyıla ait “Vita Sionitae” ile “Vita de Stratelatis” adlı eserler de kesin bir ölüm tarihi vermezler. Bu kaynaklarda sadece Azizin sidoğum yerinin, Likya’nın en büyük limanı Patara olduğu kaydedilmiştir. Hıristiyanlığın ilk yıllarında Havari Paulos’un, Patara’da kaldıktan sonra yoluna devam etmesi, Patara’ya İncil’de adı geçen kentlerden biri olma özelliğini kazandırmıştır. Bu bölümde Havari Paulos’un arkadaşı Luke ile üçüncü seyahatleri sonunda, Miletos’tan Kudüs’e dönerken Patara’da kaldıkları ve buradan muhtemelen daha büyük bir gemiye binerek seyahatlerine devam ettikleri anlatılır.
Aziz Nicholaos’ın İ.S.III. yüzyıl sonlarında Patara’da dünyaya geldiği ve Myra’ya papaz olana dek, gençlik yılarının Patara’da geçtiği söylenmektedir. Gençliğinde Filistin ve Mısır’a yaptığı seyahatlerden söz edilmiş, yaşadığı devrin İmparator Konstantinos dönemi veya III. yüzyıl sonu ile IV. yüzyıl başı olduğu belirtilmiştir. Ölümünden sonra Avrupa’nın birçok kentinde adına kiliseler inşa edilmiştir ki, bunlar arasında VI. yüzyılda İstanbul’da inşa edilen Bazilika en göze çarpan yapıdır. Rusya ve Yunanistan’ın en saygın Azizi olarak tanınmış, çocukların mahkûmların, denizcilerin ve gezginlerin koruyucusu olarak saygı görmüştür.
Yaşantısı ve mucizeleri hakkında gerçekliği tartışılacak, sayısız hikâyeler anlatılmıştır. Piskopos olma kararının kehanetlere veya seçim toplantısı kararına göre, ertesi günü kiliseye giren ilk adam olmasına dayanılarak verildiği söylenir. Diğer hikâyeler, İmparator Dioeletianus devrinde (284-305) Hıristiyanlara yapılan zulümler sırasında çektiği acılarla ilgilidir. İnancından dolayı hakimler tarafından tutuklanıp zincire vurulmuş, birkaç yıl sonra Hıristiyan İmparator Konstantinos tarafından serbest bırakılarak Myra’ya geri dönmesi sağlanmıştır.
Bir başka hikâyede Azizin İ.S. 325 yılında Nicaca’da (İznik) toplanan Konsüle katıldığı anlatılır. Bir keresinde İmparator Konstantinos’un rüyasına girerek, haksızlıkla ölüme mahkûm edilmiş olanları serbest bırakmasını söyler. Bir keresinde de Mısır’dan İstanbul’a giden bir gemiden aldığı hububatla Myra halkını açlıktan kurtarır. Ancak gemi İstanbul’a vardığında yükünde hiçbir eksilme görülmez. Bu belki de Aziz’in, denizcilerin patronu olmasına bağlanan mucizelerden biridir. Çünkü, Akdeniz’de seyreden gemicilerin sefere çıkmadan önce birbirlerine iyi dilek olarak “Dümenini Aziz Nicholaos tutsun” demeleri gelenek olmuştur. Aziz’in sağlığında din adamı olarak çalıştığı Likya sahilleri, Akdeniz’in en önemli denizcilik merkezi, burada yaşayanlar da Akdeniz’in ünlü denizcileriydi. Bu nedenle, Aziz’in denizle ilgili birçok mucizesine din kitaplarında da rastlanır.
İki hikâye aynı zamanda onun, çocukların da patron azizi olduğunu gösterir. Birinde insanlar açlıktan kırılırken, kasap üç genci evine davet edip satmak için uykularında parçalar. Aziz Nicholaos, bunu duyar duymaz kasabın evine koşar ve gençleri yeniden diriltir. Bir diğerinde fakir bir tüccar, kızlarını evlendirmeye gücü yetmeyince, onları satmayı düşünür. Aziz Nicholaos, tüccarın evine üç kese dolusu para atarak, kızları kötü yola düşmekten kurtarır. Bu hikâyeden çocukların Santa Klaus gününde hediye almalarının sebebi olduğu gibi Avrupa’da rehinecilerin, dükkânlarına üç altın top asma geleneğinin de kaynağı olduğuna inanılır. Aziz’in resminin ikonalar da üç altın top ile tasvir edilmesinin sebebi de bu hikâyeye dayandırılır.
Noel Baba Kilisesi
Aziz Nicholaos öldüğünde yapılan kilise veya şapel 529 yılındaki depremde yıkılınca daha büyük belki de bazilika tipinde bir kilise yapılmıştır. Peschlow, büyük apsisin güney tarafında eşit apsisli iki küçük mekân ile bugünkü binanın kuzey yan nefinin büyük kısmının bu ilk yapıya ait olduğunu tahmin etmektedir.
Bu kilise VIII. yüzyılda zelzele veya Arap akınlarıyla yıkılmış, daha sonra tekrar yenilenmiştir. 1034 yılında Arap donanmasının denizden yaptığı akınlarla harap olmuştur. On yıl harap durumda kalan kilisenin 1042’de Bizans İmparatoru IX. Konstantin Monomakhos ve eşi Zoe tarafından tamir ettirildiği kitabesinden anlaşılmaktadır. XII. yüzyılda binaya bazı ekler yapılmış, kilise tekrar onarılmıştır.
XIII. yüzyılda Türklerin eline geçen Myra’da, kiliseyi serbestçe ibadet etmek için kullandığını ve kilisede bazı onarımların yapıldığını anlıyoruz. 1738’de büyük kilisenin yanındaki şapel tamir edilmiştir. 1833- 1837 yılları arasında Anadolu’yu gezen C. Texier, Myra’ya da uğramış ve kitaplarında kiliseden bahsetmiştir. Ondan on yıl kadar sonra 1842 yılı Mart ayında Teğmen Spratt ile Prof. Forbes de Myra’ya gelmiş, kilisenin bir krokisini çıkarmışlar ve kilisenin yanında bir manastırın olduğunu görmüşlerdir. 1853 yılında Kırım Harbi sırasında Ruslar kilise ile ilgilenmişler ve burada bir Rus kolonisi kurmak için Anna Golicia adındaki Rus kontesi adına toprak almışlardır. Ancak Osmanlı Devleti işin siyasî yönünü farkedince Rusların aldıkları toprakları geri almış, yalnızca kilisenin onarım istekleri kabul edilmiştir. Böylece 1862 yılında August Salzmann adında bir Fransız, Nicholaos Kilisesi’nin onarımı ile vazifelendirilmiştir. Bu restorasyonlar kilisenin aslını bozacak kadar kötü yapılmıştır. Bu restorasyon sırasında 1876’da bugün görülen çan kulesi de ilave edilmiştir.
Birçok kentin koruyucu azizi olan Noel Baba’ya adanmış iki bine yakın kilise bulunmaktadır. O’nun yaşam öyküsü ve mucizeleri birçok kitapta yer almış, ancak en eskisi 750-800 yılları arasında Byzantion’da Stadion Manastırı Başkeşişlerinden Michael tarafından yazılmıştır.
IV. yüzyılda burada bulunan tek kubbeli kilisenin güneyine VIII. yüzyılda haç şeklinde bir şapel ile kuzey tarafına da eklemeler yapılmıştır. Ayrıca 1862-63 senelerinde de binaya dış narteks ile iç narteksin bazı kısımları ilave edilmiştir. Bugün iki sütunu ayakta kalmış bir avludan bir iki basamakla Bizans Devri’nde ilave edilmiş güney nefine inilir. Haç biçimli bu bölümün doğu kısmında üç kemerli pencereye sahip bir apsis yer alır. Apsisin önünde orijinal stylobat ile ortasında altar kaidesi hâlâ görülür. Apsis nişinin içinde yer yer renkleri kaybolmuş ve belirsizleşmiş aziz figürleri vardır. Bunların altındaki küçük niş içindeki fresko Noel Baba’ya aittir. Bu bölüm ve esas kilisenin güneydoğu şapelinin tabanlarında farklı desenlerde mozaik panolar görülür. Batı yönünde merdivenlerin karşısındaki niş içerisinde İsa, Meryem ve Yahya freskoları vardır. Buradan iyi muhafaza edilmiş kapı bizi, lahitlerin bulunduğu kısma, yani haç biçimli şapelin uzun kısmına çıkartır. Lahitlerin yer aldığı nişler içindeki freskolar bugün net olarak görülmese bile çeşitli aziz tasvirlerini içeren freskolar ile bezenmiştir. Kuzey duvarındaki ilk nişle sütunların üzerinde Meryem freskosu ilginç örneklerdir. Noel baba freskosunun bulunduğu ikinci niş sütununun ters konduğu yazılarından anlaşılmaktadır.
Nişler içinde yer alan lahitlerden birinci niş içindeki akarthus yaprakları ile süslü Roma Devri lahdinin Noel Baba’ya ait olduğu kabul edilir. Hatta Noel Baba’nın denizcilerin de azizi olmasından dolayı lahdin üzerinin balık pulu desenleriyle süslendiği söylenir. 20 Nisan 1087’de Bari’li korsanlar, Noel Baba’nın kemiklerini almak için lahdi kırmışlar, bazı kemikleri alarak Bari’ye götürmüşlerdir. İkinci niş ile karşısındaki nişte bulunan lahitler sadedir. Burada nişler içindeki lahitlerden başka yerde iki mezar daha bulunmaktadır. Buradan bir kapı ile kilisenin iri blok levhalarla döşeli avlusuna geçilir. Avluda ise bir niş içerisinde boşaltılmış iki mezar bulunur. Yanında bulunan mermer üzerinde haç ve çapa motifi Noel Baba için yapılmış olmalıdır. Solda duvar içine yerleştirilmiş mezardaki kitabede 1118 tarihi yer alır.
Avludan önce dış nartekse, sonra üç kapı ile ana mekâna (naos) açılan iç nartekse geçilir. Burası gruplar halinde piskoposların resmedildiği freskolarla süslenmiştir. Buradan geçilen esas mekân üç kemerle yan neflere açılır. Ana mekânın güneyinde iki nef vardır. İkinci nefte niş içindeki lahitte Noel Baba’nın mezarı olduğu söylenir ise de üzerindeki kadın erkek kabartması bunun böyle olmadığını gösterir. Yan nefin karşısındaki niş içerisinde ise bir başka mezar vardır. Kuzey nefin kubbesinde Hz. İsa ve 12 havarinin freskoları bulunur. Yanda ise yan nefin kazısı yapılmaktadır. Bu kazının yapıldığı nefin batı kısmında ise üç oda bulunur. Binanın ortasında pencereli ve kasnaklı bir kubbenin olması gerekirken, Salzmann yaptığı tamir sırasında mekânın üstünü kapatarak, kesme taştan kaburgalı büyük bir çapraz tonoz kullanmıştır.
Aziz Nicholaos’ın piskoposluk yaptığı ve bu nedenle tüm Orta Çağ boyunca ününü sürdüren Myra önemli bir Lykia kenti olup ismi “Yüce Ana Tanrıçasının yeri” anlamına gelmektedir. Lykia dilinde “Myrrh” olarak geçen Myra, Demre ovasını kuzeybatıdan çeviren dağların denize bakan yamacına kurulmuştur. Önce bugünkü kaya mezarlarının üzerindeki tepeden kurulan şehir daha sonraları aşağıya inerek genişlemiş ve Lykia’nın çok önemli altı büyük kentinden birisi olmuştur. Kentin M.Ö. IV. yüzyılda basılan ilk sikkesi üzerinde ana tanrıça kabartması vardır.
Antik kaynakların M.Ö. I. yüzyıldan itibaren Myra’dan bahsetmelerine rağmen, kaya mezarlarından ve bastıkları sikkelerden, şehrin en az M.Ö. V. yüzyılda varolduğu anlaşılmaktadır.
Şehrin içinden geçen Demre Çayı (Myros) deniz ticaretini geliştirmiş ancak korsanların kolayca baskın yapmalarına neden olmuştur. Bu nedenle Myralılar limanları Andriake’de, nehrin ağzına bir zincir gererek bu baskınları durdurmaya çalışmışlardır. M.Ö. 42’de Sezar’ı öldüren Brutus asker toplamak için Lykia’ya gelmiş, Xanthos’u aldıktan sonra komutan Lentulus’u para toplamak için Myra’ya göndermiştir. Myralılar buna karşı çıkmışlar ve kendilerini müdafaa etmeye çalışmışlarsa da komutan nehrin ağzına gerilen zincirleri kırarak şehre girmiştir. M.S. 18’de Tiberius’un evlatlığı olan Germanicus ve karısı Agrippina burayı ziyaret etmişler ve Myralılar limanları olan Andriake’ye onların heykellerini dikerek kendilerine olan saygılarını göstermişlerdir. M.S. 60’da ise St. Paul Roma’ya giderken Myra’da gemi değiştirir. Eski kaynaklar Myra ile Limyra arasında gemi seferlerinin yapıldığını kaydederler.
Lykia Birliği’nin metropolisi olan Myra M.S. II. yüzyılda büyük bir gelişme göstermiş, burada Lykialı zengin kişilerin yardımları ile birçok yapı yapılmıştır. Örneğin Oinoandalı Licinius Langus 10.000 dinar vererek tiyatro ve portikoyu yaptırmıştır. Ayrıca Rhodiapolisli ve Kyeanaili Iason’un da Myra’nın imarı için çok yardım ettigini kitabelerden anlıyoruz. Aziz Nicholaos’ın Myra’da başpiskoposluk yaptığı II. Theodosion (408 – 450) zamanında Myra’nın Lykia Bölgesi’nin başşehri olduğu bilinmektedir. Şehir, VII. yüzyıldan başlayarak IX. yüzyıla kadar devamlı Arap akınlarına uğramış, 809 yılında Harun El Reşit’in komutanlarından birisi Myra’yı zaptetmiştir. 1034 tarihinde Arapların yaptığı deniz hücumlarında St. Nicholaos Kilisesi yıkılmıştır. Arap akınlarının verdiği huzursuzluk, Myros Çayı’nın sık sık taşması, bu taşma nedeniyle gelen toprakla bazı yapıların dolması ve bu arada meydana gelen depremler şehrin terk edilmesine neden olmuştur.
Tiyatronun üzerindeki dağda bulunan akropolde fazla bir şey kalmamıştır. 1842’de Myra’yı ziyaret eden ve akropole çıkan Spratt burada küçük taşlardan başka bir şey kalmadığını görmüştür. Roma Devri’nden kalma şehir surlarında yer yer Hellenistik Devir’den kalma ve hatta M.Ö. V. yüzyıla ait olan duvar kalıntıları bulunmaktadır. Tiyatronun yakınında şehre doğru giderken, yolun sonunda hamam veya bazilika olabilecek geç devir kalıntıları görülmektedir.
Myra’nın su ihtiyacı Demre deresinin aktığı vadi kenarındaki kaya yüzüne açılan kanallarla karşılanmaktaydı. Bugünde bu kanalları görmek mümkündür. Myra’nın diğer yapıları bugün toprak altında olup gün ışığına kavuşacakları zamanı beklemektedirler. Myra’ya gelirken yol üzerindeki Karabucak mevkiinde, günümüze kadar iyi korunmuş Roma Devri mezar anıtı dikkati çeker.
Çay ağzındaki Myra’nın limanı olan Andriake’nin üzerinde kehanet merkezi olmasıyla ünlü Sura antik kenti Sura’dan birkaç km uzaklıktaki Gürses’te ise Trebenda antik kenti yer alır. Myra’nın görkemli tiyatrosu oldukça sağlam olarak günümüze kadar gelebilmiştir. Arkasındaki dik dağın yamacında kurulan tiyatronun caveası büyük ölçüde kayalara oyulmuştur. Tiyatro daha sonraları arena olarak da kullanılmış, bu nedenle bazı düzenlemeler yapılmıştır.
Kaya mezarlarıyla ünlü Myra’da mezarlar hemen tiyatronun üzerinde ve doğu taraftaki nehir nekropolü denilen yerde olmak üzere iki yerde toplanmıştır.
HOLLANDACA YAZILAR
Inwoners van Myra noemen hemNoël Baba, vadertje kerst…
Turkije, thuisland van Sint Nicolaas
MYRA – In het centrum van het dorpje Demre aan de zuid-westkust van Turkije bevindt zich een oeroud kerkje gewijd aan de heilige Nicolaas. Sint-Nicolaas wel te verstaan, bij ons bekend van het strooien en zie-ginds-komt-de-stoomboot.
De fraaie kerk dateert uit derde eeuw, maar werd grotendeels herbouwd in de elfde eeuw. Nicolaas werd later bisschop van Myra, destijds een van belangrijkste steden van de Turkse landstreek Lycië. Van Myra resten nog slechts ruïnes. Ze bevinden zich op enkele kilometers ten noorden van Demre.
De Sint-Nicolaaskerk in Myra
Ook de wieg van Sint-Nicolaas stond in Lycië. In het jaar 280 zag de goedheiligman het levenslicht in het Turkse havenstadje Patara. De ruïnes van het stadje zijn nog altijd te vinden te midden van duinenrijen aan de zuid-westkust van Turkije.
Je zou denken dat de Sint in zijn geboortestreek als wonderdoener en groot kindervriend wel op een voetstuk zou staan. Dat is ook zo, maar niet als bisschop. Vreemd genoeg wordt Sinterklaas door zijn eigen dorpsgenoten geëerd als….de kerstman. ‘Noël Baba’, Vadertje Kerst, zeggen ze in het vroegere Myra, als ze het over ONZE Sint Nicolaas hebben!
Dit harde feit was ons al eerder geopenbaard: Sint Nicolaas komt niet uit Spanje, doch uit Turkije. Rijdend over daken en alom pepernoten strooiend moet hij rond de vijfde december in ons land dan ook worden beschouwd als een der vroegste Turkse gastarbeiders van ons land.
Met zijn knechten is de Sint hier bovendien dan illegaal aan het werk. De vreemdelingendienst ziet dit door de vingers. Het is historisch zo gegroeid en bovendien zou de hele Nederlandse kinderschare heftig in beroering komen indien Sint Nicolaas bij de grens al zou worden toegeroepen: “Ho, ho! Vol is vol!”
Op 6 december in het jaar 342 overlijdt de bisschop van Myra op 62-jarige leeftijd. In 1087 verdwijnen zijn stoffelijke resten uit de stad. Geroofd door Italiaanse zeelieden.
In de Italiaanse stad Bari stellen ze de beenderen ten toon. Plots duiken hier ook de verhalen op dat Sint-Nicolaas bij leven tal van hemelse wonderen zou hebben verricht. Een lokmiddel voor vele duizenden pelgrims. Het stadje vaart er wel bij. Bari behoorde destijds tot het Spaanse rijk en wellicht om die reden is de Sint in onze ogen altijd Spanjaard gebleven.
Lycië zit toeristisch bezien vol verrassingen om in Sinterklaasstijl te blijven. Eeuwenoude rotsgraven, unieke grafhuizen en vreemdsoortige sarcofagen doemen in grote getale op in het afwisselende landschap van bergen, bossen, baaien en schilderachtige vissersdorpjes. De rust wint het hier nog van het massatoerisme.
Vanwege de vele natuurlijke havens hebben de Turkse zuid- en westkust altijd een belangrijke rol gespeeld bij de zeer levendige handel in het Middellandse-Zeegebied. De wateren rond Turkije liggen bezaaid met wrakken van schepen die het bij stormweer niet haalden of bij zeegevechten ten onder gingen. Een staalkaart van vele eeuwen maritieme geschiedenis bevindt zich hier onder water. Een interessant domein voor duikers.
Graven
Heel bijzonder in Lycische grafarchitectuur zijn de zogeheten ‘pijlergraven’. Losse, uit een stuk gehouwen pijlers met een grafkamer uitgehouwen aan de top. Een forse steen dekt die ruimte af. Sommige van de graven zijn voorzien van inscripties en reliëfs. Grafschriften die iets vertellen over het roemrijke verleden van de verstorvene. De ‘grafhuizen’ zijn rustplaatsen aangelegd in de vorm van een huis met uitstekende balken aan de buitenzijden. Honderden grafkamers, uitgehakt in een steile rotswand, vindt u in de plaats Pinara.
De Turkse zuid- en westkust zijn uiterst belangwekkend vanwege de vele overblijfselen uit de tijd van de zevende eeuw voor Christus tot in het Byzantijnse tijdperk. Ook de Romeinen heersten hier en lieten tal van interessante sporen achter. Zoals het Romeinse theater van Xanthos, gebouwd tegen de noordhelling van de Lycische akropolis. Neem er een kijkje, de eeuwen knielen aan uw voeten.
Een bronzen beeld van Sint-Nicolaas in Demre toont een bebaarde man omringd door kinderen. De rijzige figuur heeft een Pietermanzak over de schouder geslagen. Echter het hoofd getooid met de karakteristieke afhangende muts van de kerstman. Nee, niet met een mijter!
Merk op dat de kerstman in veel landen wordt aangeduid met Santa Claus en u voelt de relatie met onze Sinterklaas. Wie de kerstman zoekt moet dus eigenlijk in Turkije zijn en niet aan de noordpool. Het is maar dat u het weet mocht u al bezig zijn met koffers pakken.
In de Sint-Nicolaaskerk van Demre bevindt zich nog altijd de lege tombe van Nicolaas. Het deksel is die van een Romeinse sarcofaag, dus niet oorspronkelijk meer. De prachtige wandschilderingen in de kerk dateren uit de tiende tot de veertiende eeuw.
Sint-Nicolaas was de beschermheilige van zeelieden, handelsreizigers, dieven, pandjesbazen, maagden, maar ook van prostituees. Beroemd is het verhaal van Sint-Nicolaas die enkele nachten achtereen een zak met goudstukken binnen de deur wierp van een arme man. Dank zij deze bruidsschat konden zijn dochters alsnog trouwen. Aan die daad van de Sint is mogelijk het strooien ontleend. In 1970 schrapte de rooms-katholieke kerk Sint Nicolaas van de lijst met officiële heiligen. Het Vaticaan geloofde er niet meer in. Slechts heimelijk wordt in de vertrekken rond de paus door een twijfelaar nog wel eens een schoen gezet. Doch zonder resultaat.
Nicolaas van Myra
Nicolaas van Myra (geboorte- en sterfjaar onbekend, waarschijnlijk Patara in Lycië, rond 270 – 6 december342 of 352), was aan het begin van de 4e eeuwbisschop te Myra de toenmalige hoofdplaats van Lycië in Klein-Azië, werd door de traditie heilig verklaard en is hoofdpersoon in tal van legenden, bijvoorbeeld de Legenda Aurea van de 13e-eeuwse geleerde dominicaan Jacobus de Voragine. Belangrijke elementen van het Sinterklaasfeest gaan op hem terug. Verder zijn er parallellen te trekken met de heidense God Wodan, deze rijdt ook op een schimmel, de achtbenige Sleipnir, waarmee hij door de lucht vliegt.
Leven
Van de heilige is niet heel veel overgeleverd. De informatie die beschikbaar is is gedeeltelijk mondeling overgeleverd en in een veel later stadium op schrift gesteld, en komt gedeeltelijk uit de verschillende levensverhalen, Vitae of heiligenlevens, waarvan de Vita per Michaelem (de best begrijpelijke) en de Vita per Metaphrasten (de oudste van de twee) de belangrijksten zijn. In de Vita per Michaelem is de meeste informatie over het leven van Nicolaas terug te vinden, zoals de namen van zijn Lycische ouders, die verder nergens zijn aangetroffen. Uit deze bronnen komt de informatie dat er in 280 in Patara, niet ver van Myra, het tegenwoordige Demra, in Klein-Azië de jonge Nicolaas wordt geboren. Volgens de Vita Compilata, een andere vita, uit welgestelde, hoewel niet rijk genoeg om te kunnen rentenieren, maar ook zeer gelovige ouders.
Aan de kleine Nicolaas worden al vanaf de geboorte wonderen toegekend. Zo kon hij al direct na de geboorte rechtop in zijn badje staan, de handen ten hemel geheven, alsof hij God dankte voor dit mirakel, en wou hij op de vastendagen, woensdag en vrijdag, niet van zijn moeders borst drinken. Verder wist hij op vroege leeftijd al de namen van de hemellichamen uit zijn hoofd, hij was een geleerd persoon.
Het was al snel duidelijk dat Nicolaas, vernoemd naar zijn oom (waar hij vaak mee verward wordt), bisschop in een naburige gemeente, zijn leven aan de godsdienst zou gaan wijden. Dit vanwege de verbanden met de Bijbelse figuur Samuel. Nicolaas’ moeder kon net als de moeder van Samuel geen kinderen krijgen, en kreeg uiteindelijk een kind in ruil voor de belofte dat de eerstgeborene in dienst van God zou treden. Net als Samuel was Nicolaas al op vroege leeftijd geliefd bij de bevolking, en begreep hij al snel dat hij een hogere taak te vervullen had (I Samuel 3:20). Samuel was de laatste en belangrijkste der Richteren, die ook koningen zou zalven. Ook hier ligt een overeenkomst, want tijdens Nicolaas’ leven zou het christendom in het Romeinse Rijk opkomen.
Volgens de later heilig verklaarde Simeon de Vertaler (in de Vita per Metaphrases), was Nicolaas een goede leerling, ging hij met regelmaat naar de kerk en was hij waar nodig behulpzaam. Al op een leeftijd van 19 jaar werd de jonge Nicolaas door zijn oom tot priester gewijd, werd hem ook de kloostergeloften afgenomen, en sprak zijn oom (de bisschop) reeds de verwachting uit dat Nicolaas zelf óók bisschop zou worden, en een leven van verlichting zou gaan leiden. Door zijn strenge discipline wat betreft het houden van vastendagen, zijn goede wil en zijn gebeden voor iedereen zou hij een voorbeeld zijn geweest voor anderen.
Toen zijn oom een reis zou gaan maken naar Jeruzalem, werd de jonge Nicolaas benoemd tot diens gevolmachtigde in zijn klooster Nieuw Zion. Volgens de overlevering bestuurde hij het klooster zó goed dat het leek alsof de bisschop zelf aanwezig was.
Toen de jonge Nicolaas zelf eens op pelgrimstocht was, zou hij een dode zeeman na een hevige storm weer tot leven hebben gewekt, en kwam hij bekend te staan als genezer. Om deze reden werd hij gezien als beschermheilige van de zeelieden. Daarom wordt hij op schilderijen vaak afgebeeld met een anker.
Volgens Simeon de Vertaler heeft de heilige meermalen het huidige Israël bezocht, en vatte hij iedere keer het plan op om meerdere weken in het Heilige land te verblijven, maar een “engel des Heeren beval hem om huiswaarts te keren”. Dit betekende dan dat zijn parochie in gevaar was, en hij zijn bovenmenselijke krachten aldaar moest gebruiken. Eens probeerde bij zo’n gelegenheid een zeeman hem te bedriegen, maar Nicolaas verijdelde dat plan, en sprak streng: Probeer nu nooit meer iemand te bedriegen. Vaar naar huis, en mijn zegen zal jullie vergezellen. Vandaar dat hij bekend staat als vergevingsgezind.
Inmiddels was hij voldoende volwassen geworden, en zou hij gewijd worden tot bisschop. Aan de vooravond van zijn inwijding ontving Nicolaas volgens de Vita Compilata een versie van de Bijbel uit de handen van “Jezus” (die toen 325 jaar oud was).
In 325, hij was inmiddels midden in de veertig, was Nicolaas aanwezig bij het Concilie van Nicaea als bisschop. Daar kwamen de kerkleiders bijeen om over moeilijke kwesties te spreken. De reis ernaartoe duurde ongeveer twee weken, en het Concilie een week of vijf. Eén van de prangende kwesties was technisch, maar daarom niet minder belangrijk: Op welke datum dient Pasen gevierd te worden? Maar ook de vraag of Jezus naast de reeds erkende Goddelijkheid ook menselijkheid bezat stond ter discussie. Aan de ene kant stond Arius, een priester uit Alexandrië, en aan de andere kant stond diens eigen superieur, Alexander van Alexandrië. Tijdens dit concilie liep Nicolaas, een fervent tegenstander van Arianus, naar hem toe, en gaf hem een klap in het gezicht. Hiervoor werd Nicolaas in de kerker gegooid, maar ‘s nachts werd hij al uit zijn boeien bevrijd door Maria, kreeg hij van haar zijn bisschoppelijke gewaden terug, en een Bijbel om uit te lezen. Gedurende de rest van het concilie werd er bij grote vraagstukken beslist naar de mening van Nicolaas.
Gedurende zijn leven zou Nicolaas vele malen de bevolking tegen demonen hebben beschermd, maar ook na zijn dood zou hij actief zijn gebleven. Zo zou hij voor voldoende eten hebben gezorgd tijdens hongersnoden en schepen hebben behoed voor de ondergang. Rond 340 moet hij zijn gestorven. Hij werd begraven in Myra, waar zijn basiliek nog steeds te bezichtigen is.
Na zijn dood
Sinter Claes op de Dam (Amsterdam)
In 1087, werden zijn relieken door Italiaanse kooplieden van Myra naar Bari overgebracht, zoals die van de evangelist Marcus naar Venetië waren overgebracht, om ze te beschermen tegen de oprukkende Islam.
Nicolaas van Myra wordt ten onrechte vaak vereenzelvigd met Nicolaas van Pinara, een 6e-eeuwse abt van Sion en later bisschop van Pinara (Lycië), en de levensverhalen van de twee mannen worden vaak vermengd. In de Middeleeuwen kwamen er nog meer verhalen over Nicolaas bij, zoals dat van de drie jongens in de ton.
De naamdag van de heilige is 6 december. De viering van Sint-Nicolaas’ naamdag is waarschijnlijk in het verleden samengevoegd met de viering van een Germaans feest, en deze figuur is als Sinterklaas de centrale figuur geworden in het kinderfeest dat op 5 december (“pakjesavond”) en op 6 december (de feitelijke feestdag) in Nederland en België wordt gevierd.
Sint-Nicolaas is de schutspatroon van de zeelieden. Deze status heeft hij te danken aan het feit dat hij door middel van stil gebed een storm op zee tot bedaren zou hebben gebracht. Veel havensteden, waaronder Amsterdam, hebben Sint-Nicolaas als beschermheilige. Ook werd de Oude Kerk in Amsterdam aan hem gewijd.
Nicolaas’ reputatie als kindervriend berust onder meer op de legende, waarin hij drie vermoorde jongetjes uit een bad pekel redde en tot leven wekte. Een andere versie van deze legende vertelt dat Nicolaas drie studenten redde, die door een herbergier zijn gedood en gepekeld. Het vlees komt in handen van een oude man (Nicolaas). Die vertrouwt het niet, brengt de jongens terug tot leven en bekeert de herbergier en zijn vrouw. Verder zou hij een ontvoerd jongetje hebben gevonden en een baby gered hebben die in een badje boven het vuur zat.
Nicolaas zou nog meer wonderen hebben verricht. Zo redde hij drie dochters van een arme edelman van de prostitutie door hen een bruidsschat te geven, liet hij tijdens hongersnood graan groeien en gaf hij Lycië op wonderbaarlijke wijze te eten. Mensen die onschuldig ter dood werden veroordeeld redde hij, zodoende werd Nicolaas tevens patroonheilige van gevangenen.
Sint-Nicolaas wordt in de Oosters-orthodoxe Kerk zeer vereerd en zijn beeltenis is op veel iconen te vinden. Hij is ook de beschermheilige van het belangrijkste orthodoxe land: Rusland.
Hollandalılar, 1 Ocak 2020’den bu yana tüm resmi kaynaklarda ‘The Netherlands’ adını kullanıyor.
Türkiye de, 3 Aralık 2021’de Cumhurbaşkanı tarafından yayınlanan Genelge’den sonra tüm resmi kaynaklarda ‘Türkiye’ adını kullanmaya başladı.
Bir Hollanda gazetesi, Türkiye’nin çabalarını, ‘Hindi, fiyasko, pısırık, başarısız ve penis’ anlamları çok hoş, terkedilmesi çok zor’ diye ti’ye aldı.
İlhan KARAÇAY yazdı:
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın, çeşitli ülkelerde alay konusu yaratan İngilizce ‘Turkey’ yerine, ‘Türkiye’ adının kullanılması için yayınlamış olduğu 3 Aralık 2021 tarihli Genelge, Hollanda’nın ‘de Volkskrant’ gazetesi yazarı Arjen van der Ziel tarafından ti’ye alındı.
Aslında, kendi ülkelerine ‘Holland’ denilmesinden rahatsızlık duyan ve 1 Ocak 2020 tarihinden itibaren ‘The Netherlands’ adını resmiyete sokan Hollandalılar, Türkiye ile bu konuda dayanışma içinde olmalı ve tüm ülkeleri, ortak bir çağrı ile isim değişikliğine zorlamalıdır.
İsterseniz önce, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın 3 Aralık 2021 günü yayınlanan Genelge’sine bakalım.
Üstteki Genelge’nin yayınlanmasından sonra, Türkiye’nin bu konudaki rahatsızlığını dile getiren ‘de Voolkskrant’ yazarı Arjen van der Ziel, aşağıda göreceğiniz, ‘Erdoğan ‘Hindi’den kurtulmak istiyor’ başlıklı yazıyı yayınladı.
Arjen van der Ziel yorumunda, ‘Hindi, fiyasko, pısırık, başarısız ve penis’ anlamları çok hoş, terkedilmesi çok zor’ diye ti’ye aldı. ‘Bu sözler, Gururlu Türkler’in duymak istedikleri sözler değil’ diyen van der Ziel, kendi ülkelerinin de, ‘Holland’ adından kurtulmak istediğini hatırlattı.
Çek Cumhiriyeti’nin de 2016’dan bu yana ‘Çekya’ olarak anılmasını istediğini belirten van der Ziel,
Cumhurbaşkanlığı İletişim Başkanı Fahrettin Altun’un, “Türkiye markasını güçlendirmek için kıymetli bir adım daha atıldı.’ sözlerine yer verdi.
Hatırlanacağı gibi, 3 Aralık 2021 günü yayınlanan genelgeden sonra, Fahrettin Altun twitter hesabından şu sözlere yer vermişti.
“Cumhurbaşkanımız Sayın Recep Tayyip Erdoğan’ın imzaladığı genelge ile başta diğer devletler olmak üzere tüm uluslararası kurum-kuruluşlarla gerçekleşen her türlü faaliyet ve yazışmalarda ‘Türkiye’ ifadesi kullanılacak. Devletler ve uluslararası kurum ve kuruluşlarla resmi ilişkilerde olmak üzere her türlü faaliyet ve yazışmalarda, “Turkey”, “Turkei”, “Turquie” gibi ibareler yerine “Türkiye” ibaresi kullanılacak.”
Değerli Okurlarım,
Henüz ilkokulda bize öğretildiği gibi, özel isimler hiç değiştirilmeden yazılmalıdır.
Ne var ki, pek çok ülkede özel isimler değişik şekilllerde yazılıyor. Bu hataya biz de düşüyoruz.
Örneğin California’ya biz Kaliforniya,Washingron’a da Vaşington diyoruz ve yazıyoruz.
Hollandalılar, İstanbul’u, Istanboel olarak yazıyorlar. Bazı Hollanda gazeteleri bu yanlışı düzelttiler ve doğru olan İstanbul diye yazıyorlar.
Böyle bir ortamda, ülkelerin çabucak bir isim değişikliğine gitmeleri imkân dahilinde görünmüyor.
Dileriz, Cumhurbaşkanımızın isteği çabucak uygulamaya geçirilsin.
En altta sizlere hindiye neden turkey denildiğinin hikâyesini aktaracağım:
Hollandalılar’ı rahatsız eden devlet ismi hakkında, 1 Şubat 2020 tarihinde aşağıdaki haberi yayınlamıştım. Lütfen bu haberi de okuyunuz ve hoşnut olunmayan isimlerin nelere malolacağını görünüz.
İlhan KARAÇAY yazdı:
Lahey’den şaşırtıcı bir karara göre, bundan böyle
HOLLAND yok, NETHERLANDS var.
Lahey hükümetinin almış olduğu şaşırtıcı bir karara göre, 1 Ocak 2020 tarihinden itibaren, ‘Holland’ adı tarihe karışacak. Bakanlıklar, yurtdışındaki Büyükelçilikler, Üniversiteler ve Firmalar bundan böyle, şimdiye kadar ‘Holland’ olarak kullanılan ülke adını ‘The Netherlands’ olarak kullanacaklar. Bugüne kadar kullanılan ‘Holland’ adlı logo da yeni bir logo ile yer değişecek. Bundan böyle, NL harflerine lale sembolü işlendiği iddia edilen bir logo kullanılacak.
Turizm Bakanlığı, ‘The Netherlands’ ismi ile yurtdışında daha çekici bir ortam yaratılacağını, şimdi sadece Kuzey ve Güney Holland vilayetlerinde yaşatılan turizmin, diğer 10 vilayete de yayılacağını belirtirlerken, Dış Ticaret Bakanı Sigrid Kaag, ‘Ülkemizi dışarıda daha modern bir imaj ile lanse edeceğiz’ dedi.
Peynir, takunya ve lale simgelerinin bayatladığını, bunun yerine yeni ve modern bir ele alış biçiminin yaşama geçirileceğini belirten Turizm Bakanlığı, ‘Ülkemiz sadece 2 vilayetten değil, 12 vilayetten oluşuyor’ açıklamasını yaptı.
Ne ilginçtir ki, şimdiki Hollanda devletinin yöneticileri, ‘Biz artık Hollanda ismini sevmiyoruz’ dercesine, ülkenin resmi adının Nederland olduğunu söylüyorlar ve bundan sonra tüm dünyadaki resmi devlet isimlerinin ‘The Netherlands’ olarak geçeceğini belirtiyorlar.
Dış ülkelerde, ‘I am from Holland’ diyenler, 1 ocak 2020’den itibaren ‘I am from the Netherlands’ demek mecburiyetinde kalacaklar.
Dışişleri Bakanlığı ile Ekonomi Bakanlıkları, bu karmaşadan bıktıklarını belirterek bundan böyle sadece ‘The Netherlands’ isminin kullanılacağını belirtti.
FARK NEDİR?
Peki, Hollanda ile Nederland arasındaki fark nedir. Nederland 12 Vilayetten oluşuyor. Ama insanlar Nederland’tan söz ederken de Holland diyor.
Aslında, Rotterdam, Lahey ve Leiden’i içine alan Güney Hollanda ile Amsterdam, Haarlem ve Alkmaar’ı içine alan Kuzey Hollanda adlı 2 Vilayet ‘Hollanda’ olarak anılıyor. Diğer 10 vilayet ile birlikte 12 Vilayetten oluşan ülke Nederland’ı oluşturuyor.
Ne var ki, insanlar diğer Vilayetlerden de söz ederken ‘Holland’ diyorlar.
Ülkenin resmi adı ‘Koninkrijk der Nederlanden’ (Alçak topraklar Kraliyeti) Willem Alexander ülkenin Kralıdır.
TARİHÇE
Şimdiki Nederland toprakları, 1588 ile 1795 arasında ‘Yedi Birleşmiş Nederlanden Cumhuriyeti’ olarak anılırdı. Ülke 1795’te Fransız ordusu tarafından işgal edildi ve adı ‘Bataafse Cumhuriyeti’ oldu.
Napolyon, 1806 yılında kardeşi Lodewijk’i buraya Kral olarak tayin edince, ülke cumhuriyetten krallığa geçiş yapmış oldu. Napolyon’un düşüşünden sonra da ülke ‘Nederland Kraliyeti’ olarak kaldı. ‘Holland’ olarak anılan bölge, ekonomi ve refah bakımından çok zengin olduğu ve tüm ülkeye yayıldığı için, dış ülkelerde de ‘Holland’ adı tüm ülke için kullanıldı.
Hollanda denildiği zaman tabii ki laleler, değirmenler ve peynir akla gelir.
Bazıları ‘Ben Hollandalı değil Nederlandlıyım’ der ama, futbol maçlarında herkes ‘Hup Holland hup’ diye tezahürat yapar.
TARİHÇİLER NE DİYOR ?
Tarihçi Samuel Kruizinga şöyle diyor: ‘Tarihsel açıdan bakıldığı zaman, ‘Holland’ veya
‘The Netherlands’ denmesi fazla bir fark yaratmıyor. Holland, Leiden bölgesinde bol ağaçlı bir bölümden oluşuyordu. O zaman ‘Holtland’ veya ‘Houtland’ deniliyordu. Nederland ise Maas ve Ren nehirlerini de içine alan Schelde deltası gibi, daha büyük bir alanı kapsıyordu.’
Tarihçi Kruizinga’ya göre, ‘Holland’ ismi tarihi açıdan daha tanınmış bir isim. ‘Holland’ isminin siyasi, askeri ve ekonomik alanda daha ünlü olduğunu belirten Kruizinga, ‘Holland adı ağza daha iyi yakışıyor. Tıklım tıklım dolu bir stadyumda Holland naraları daha cazibeli olur. Bu nedenle bu isim değişikliğinin kolay olmayacağını sanıyorum’ diye devam etti.
Hollanda’daki bu değişikliğe dünya medyasında geniş yer ayrıldı. The Sun gazetesi, BBC Televizyonu ve Sydney Morning Herald gazetesi, Hollanda’daki isim değişikliğine bir anlam veremediklerini yazdılar ve söylediler.
Hindiye neden turkey deniliyor?
ABD’de Şükran Günü yaklaşırken bu özel günde geleneksel olarak tüketilen hindilerle ilgili New York Times ilginç bir habere imza attı. Gazete hindinin İngilizcesi olan Turkey kelimesinin neden 4 bin 429 mil ötedeki bir ülke olan Türkiye’nin İngilizce’deki karşılığıyla aynı olduğunu merak ederek araştırdı. Araştırmaya göre, Avrupa üzerinden Türk tüccarlar tarafından hindinin İngiltere’ye getirilmesiyle ülkedekiler bilinmeyen bu kuş türüne Turkey demeye başladılar.
Vatan gazetesinden Uğur Kocabaş‘ın New York Times’a dayandırdığı habere göre hindiye turkey denilmesinin nedeni şöyle: Bir zamanlar İngilizler sefil durumdaydı. Patates yoktu, puro yoktu ve kesinlikle hindiler de yoktu. Daha sonraları insanlar egzotik bir kuşu ithal ederek tüketmeye başladı. Bilimsel adı Numida meleagris olan bu kuş Madagaskar’dan geliyordu ama İngilizler bunu bilmiyordu. Tek bildikleri bu hayvanın Avrupa üzerinden Türk tüccarlar tarafından ülkeye getirildiğiydi. Durum böyle olunca kuşa da turkey demeye başladılar.
Daha sonra İspanyollar Yeni Dünya’ya bir başka kuşla ayak bastı. Bilimsel adı Meleagris gallopavo olan bu kuş, İngiliz sofralarında servis edilmeye başlandığında tadı ‘turkey’ dedikleri ilk hayvana benzediği için onu da turkey olarak adlandırdılar.
Daha da ilginci aynı kuşa Fransızca’da dinde adı veriliyor. Çünkü Fransızlar ilk kez karşılaştıklarında bu hayvanın Hindistan’dan, yani onların dilinde d’Inde’den geldiğini düşündüler. Ondan da ilginci Türkler’in de hindiye hindi demelerinin sebebi, Fransızlar’dan bu düşünceyi aynen almış olmaları.
Mersin’den facebook arkadaşım ünlü noterlerden İsmail Nedret Eryürek’in, bu sabah facebook’a koyduğu Hulusi Kentmen’in ölüm yıldönümü haberi, bende bir çağrışım yaptı. ‘Ebediyete göç eden ünlü dostlar’ başlıklı, henüz yayınlamadığım bir kitapta yer almıştı rahmetli. Ölüm yıldönümünde hep birlikte analım ve rahmet okuyalım merhuma…
Yıl 1962. Yer, Kasımpaşa Askeri Deniz Hastanesi. Askerliğimi yaparken geçirdiğim bir bunalım nedeniyle, bu hastanenin Asabiye Servisi’ne yatırılmıştım.
Hastanenin hemen yanında askeri hapishane vardı. Malumunuzdur, hapisaneye düşenler hemen hastaneye getirilir ve müşahede altına alınırdı. Hapishaneden gelenlerle yaptığım sohbetler sırasında Hulusi Kentmen adını çok duydum. Merhum hakkında söylenenleri burada anlatmaktan imtina ederek, Sami Mert Eğilmez’in web sayfasındaki ifadelerini aktarmakla yetineceğim: ‘1911 yılında Bulgaristan’da dünyaya gelen Hulusi Kentmen, 1942’de sinema oyunculuğuna adımını atmıştır. Bugüne kadar 231 filmde rol alan Kentmen, çizdiği sevecen, iyi kalpli ve otoriter rolleriyle halkın her kesimi tarafından sevilmiştir. Polis ve hakim karakterleriyle rol aldığı filmlerde adaletin iyi yüzünü, zengin bir iş adamını canlandırmış, otoritenin simgesi olmuştur. Pos bıyıklarıyla bir neslin dedesi kadar sevdiği Kentmen, çevresinde de her zaman sevgi dolu kalbiyle tanınırdı.
Hulusi Kentmen, sinema oyunculuğuna atılmadan önce bir süre orduda deniz kuvvetlerinde astsubaylık yapmıştır.
Ama efsane oyuncunun gerçek mesleği cezaevinde dirliği ve düzeni sağlamaktan sorumlu olan gardiyanlıktır.’
Hastane günlerimden birinde, o zaman Galatasaray’da oynayan Uğur ve Telat askerlik muayenesi için hastaneye gelmişlerdi.
Onlara yardım için koridorlardaydım. Tam o sırada Hulusi Kentmen’in de orada olduğunu öğrendim. Duyduklarımdam ötürü çok kızmış olduğum Kentmen’e bir sürpriz yapmalıydım. ‘Horozun oğlu Hulusiiiiii ‘ diye bağırdığım zaman kendisi de şaşırmıştı. ‘ Kim ulan bu’ gibisinden üzerime gelmeye başlayınca kulağına fısıldandı: ‘Aman ha, çok asabidir’. Hulusi Kentmen o an çark etti ve ‘Gel bakyım oğlum’ diye yanaştı ve beni kucakladı. İşte ne olduysa ondan sonra oldu.
O sevilmeyen sert adama sempati duydum.
Yıllar sonra, Hulisi kentmen’i Müslüm Gürses kadrosuyla Hollanda’ya getirdim. Hengelo’daki konser sırasında kuliste sordum O’na. ‘Hulusi baba sen beni tanımadın değil mi?’
Yanıt açıktı. ‘ Nasıl tanımam canım. İlhan Karaçay’ı tanımayan mı var?’ Hatırlatmaya çalıştım: ‘Yıl 1962, Kasımpaşa Askeri deniz Hastanesinde biri sana Horozun oğlu Hulisiiiii diye bağırmıştı.’ Kentmen’in yanıtı: ‘Hatırlamam mı yaaaa. Zır delinin tekiydi.’
‘İşte o zır deli bendim Hulusi baba’ deyince o da çok şaşırdı.
Hoş, ben zır deli değildim ama, Hulusi babada o intibayı bırakmışım.
Ben de hapisane yaşamına değinmiştim Hulusi babanın…
Bana Hengelo’da uzun uzun anlattı. Meslek icabı mahkumlara karşı yumuşak davranılmaması zorunluluğundan söz etmişti. Beyaz perdenin en iyi babası, asıl mesleğininin en sert adamı, Yeşilçam’ın unutulmaz oyuncusu Hulusi Kentmen, 20 Aralık 1993’te İstanbul’da hayatını kaybetmişti.
Allah rahmet eylesin !!!