Seçim kriteri: Ailesinden gördüğü baskıları korkusuzca yazması ve her türlü tehditlere boyun eğmeyerek diğer müslüman kızlara örnek olması.
Hollanda’daki Türk toplumunu derinden yaralayan, Lale Gül tandanslı haberler üzerine, Amsterdam Belediye Başkanı özel önlemler aldırmıştı.
Daha önce yayınladığım haber ve yorumlarda, Lale Gül’ün anlattıklarını objektif olarak yayınladıktan sonra, ‘Lale Gül’e desteğe okey, acı çeken ebeveynler ne olacak?’ diye yazmıştım.
İlhan KARAÇAY yazdı:
Hollanda’nın en çok satılan dergisi EW (Elsevier Weekblad), yazdıkları ve anlattıkları ile İslam’ı yerden yere vuran, çok ünlenip, çok da para kazanan Lale Gül’ü ‘Yılın Hollandalısı’ seçti.
‘Yılın Hollandalısı’nı her yıl özel bir jüri tarafından seçen dergi, 2021’in Hollandalısını seçmeden önce Amsterdam Belediye Başkanı Femke Halsema, Lale Gül kitabını yayınlayan Mai Spijkers ve Lale Gül’ün devam ettiği ünüversitenin doçentleri ile görüştükten sonra bu kararı açıkladı.
Dergi, Lale Gül’ün seçim kriterini şöyle açıkladı: Ailesinden gördüğü baskıları korkusuzca yazması ve her türlü tehditlere boyun eğmeyerek diğer müslüman kızlara örnek olması.
Derginin bundan önceki yıllarda seçtiği ‘Yılın Hollandalısı’ sıfatını kazananlar şunlar:
Ayaan Hirsi Ali (2004), Rijkman Groenink (2005), de soldaat in Uruzgan (2006), Joop van den Ende (2007), Wouter Bos (2008), Linda de Mol (2009), de politicus (2010), Mark Rutte (2011), koningin Beatrix (2012), Wim Pijbes (2013), Ahmed Aboutaleb (2014), Dafne Schippers (2015), Marcel Levi (2016), Boyan Slat (2017), Belediye Başkanı (2018), Derk Wiersum (2019) ve Yoğun Bakım doktorları ve sağlık personelleri (2020).
Lale Gül hakkında yazmış olduğun ilk haber
28 Şubat 2021 günü şu başlıkları taşıyordu:
HOLLANDA’DA YENİ BİR BİLİMKURGU
*Ailesine ‘roman yazıyorum’ dedi ama laf furyası ile ailesini yerden yere vurdu…
*23 yaşındaki Lale Gül, Türk ve islam geleneklerini sertçe eleştiren kitabının yayınlanmasından sonra evinden çıkamaz oldu.
*Televizyonlarda ve gazetelerde günün konusu olan genç kız, babası için ‘döllendiren’ annesi için de ‘irinli hamam böceği ve faşist islam despotu’ yakıştırmasını yaptı.
*Din ve geleneklerine bağlı olan Türk kesiminden ölüm tehditleri alan genç kız ‘yazarlığa tövbe’ dedi ama gelen cazip teklifler de kafasını karıştırıyor.
Aşağıda bu haberi komple bir şekilde bulacaksınız.
Lale Gül’e hak verenler olduğu gibi, onu yeden yere vuranlar ve tehdit edenler de vardı. Bu nedenle de 17 Mart 2021 tarihinde alttaki başlıklarla ikinci yorumumu yazdım:
İlhan Karaçay, objektif gazetecilik ilkesiyle soruyor: Lale Gül’e desteğe okey, acı çeken ebeveynler ne olacak?
*Doğrudur, bir genç kız, tanrının kendisine bahşettiği hayatı hür
iradesiyle yaşamalı ve baskılara maruz kalmamalı.
*Peki buna karşın, yaşananlar nedeniyle ele güne bakamaz
duruma gelen ebeveynlerin çektikleri acılar ne olacak?
*Izdırabını kitap yazarak anlatan ve destek bulan Lale Gül
amacına ulaştı ve özlediği hür yaşama kavuştu.
*Peki, ‘İrinli hamam böceği ve faşist islam despotu’ suçlaması ile
anne, ‘sadece döllendiren’ olarak suçlanan baba ne olacak?
Konunun zihinlerinizde şeffaflanması için o iki eski yazıyı sizlere sunuyorum:
İlhan KARAÇAY yazdı:
Bir Pazar gününüzü zehir etmek istemiyordum ama, Hollanda’da nelerin yaşandığını güncel olarak bilme hakkınız olduğu için bekletemedim. Ama söz, sizlere yarın iç açıcı bir yazı servis edeceğim. Yazının başlığını şimdiden müjdeleyim: Türkler Avrupalı mı?
Şimdi dönelim bugünkü konumuza…
Hollanda’da yeni bir ‘scienne fiction’ bilimkurgu filmi dönmeye başladı. Bu fimin başrol oyuncusu bu kez 23 yaşında Lale Gül adlı bir genç kızımız.
Ailesine ‘Roman yazıyorum’ diyen, ama roman yerine kendi hayatını yazarken Türk ve islam geleneklerini yerden yere vuran genç kızımız, gerek ailesinden ve gerekse din ve geleneklerine bağlı olan Türk kesiminden gördüğü tepkiler ve tehditler üzerine, hayata küserek dışarı çıkamaz hale geldi.
Kendi ifadesiyle, çeşitli çevreler tarafından lanet okunan genç kız, ‘Beni yuvasına pisleyen’ olarak anıyorlar diye dert yanarken, kalemini bir kenara attığını ve artık yazmayacağını belirtti.
Lale Gül’ün bir ilk olan kitabının adı ‘Ik ga leven’, yani ‘Yaşayacağım’. Ama öyle görülüyor ki, kitabında kullandığı hiciv, taşlama ve laf salatası nedeniyle hayatını zindana soktu. Kitapta kullandığı yazı dili, kendi deyimi ile yapısı olmayan, sokak dili ile yazılmış kaotik bir hikâye. Ama buna rağmen, kitapçılara sipariş verme yarışında ilk 10’na girmeyi başarmış.
Bakınız Lale Gül Hollanda medyasında nasıl değerlendirildi: Lale Gül, kitabının yayınlanmasından iki hafta sonra çok naif davrandığını ve budalalık yaptığını kabul etti. Amacı, kendini örnek göstererek, Amsterdam’da yaşayan bir genç kızın, aşırı islam toplumu içindeki boğuşmalı yaşamını anlatmaktı. Yazacaklarından ötürü evde zorluk çekeceğini hiç hesaba katmamıştı. Sonuçta anne ve babası kırık Hollandacaları ile bir şeyin farkına varmayacaklardı ve sonunda da, ‘Amaaan, kulaktan dolma sözlerle yazılmış bir roman’ diyecekti.
Ama bu düşünce ne yazık ki suya düştü. Kitabın yayınlanmasından iki hafta sonra çıktığı Televizyon programından sonra, Gül ailesinin telefonları kilitlenmişti. Aile bireyleri, tanıdıklar ve tanımadıkları hesap sormaya başlamışlardı. Kitap, Türk toplumu içinde utanç yaratıcıydı.
Lale anlatıyor: ‘Babam, titreyen elleri ile tuttuğu telefondan herkese cevap vermeye çalışıyordu. Zira ben kendilerine bir aşk hikâyesi yazdığımı söylemiştim. Ama babam her gelen telefondan anladıklarıyla, benim neler yazdığımı öğrenmişti. O sırada babam bana ‘Kızım, ne yaptın sen, aile yaşamımızı sokağa döktün.’ diye feryat etti.’
‘Yaşayacağım’ adlı kitapta başrolü oynarken laf salatası yaptığını unutmuştu. Evde müzik dinlemek, öpüşme sahnesi olan film seyretmek ebeveyler tarafından yasaklanmıştı. Makyaj, ziynet ve selfi fotoğraf çekmek yasaktı. Doğum günü kutlamak ve dışarı çıkmak yasaktı. Okul gezisine gitmek, tatile bir erkek aile bireyi olmadan gitmek yasaktı. Erkek arkadaş edinmek, hele hele sevgili edinmek kesinlikle yasaktı.
Ama başrol oyuncusu yasakların olmadığı bir yaşam istiyordu. Kitabında da soruyordu: ‘Ne yani, bir ev bitkisi olarak mı yaşayacaktım? Evleneceğim, gülme yoksunu, Kur’an yutmuş bir uyuşuk erkeği seçecek olan beni döllendirenler, yaşamam gereken seksüel ilişkinin nasıl olması gerektiğini de mi anlatacaklar? Bunun için mi yaşayacağım? Allah benim bu trajedime sevinecek mi?’
Lale Gül kitabında, annesi ile arasındaki geçimsizliği, bir erkek arkadaşıyla ilişkisi nedeniyle çektiği zorlukları anlatırken, babasından ‘Beni döllendiren’, annesinden de ‘irinli hamam böceği ve faşit islam despotu’ diye söz ediyor.
‘Amacım, zehirleyici dil kullanmak değildi’ diyor Lale Gül ve ekliyor: ‘Amacım, yaşadığım gerçekleri yazmak ve kararı okuyuculara bırakmaktı. Ama yazım sırasında ebeveynlerime kızdım ve kızgınlığımı okuyucuların da bilmesini istedim.’
Lale Gül’ün anne ve babası, 1990’lı yıllarda Hollanda’ya göç etmişlerdi. Amsterdam’ın bir mahallesinde ikamet ediyorlardı. Annesi, üç çocuğa bakan bir ev kadınıydı. Babası ise postacı ve tren temizliği işleri yapmıştı. Lale, o günleri şöyle anlatıyor: ‘Amsterdam’da ikamet ediyorlardı ama, geldikleri köyü hiç terk etmemiş gibiydiler. Türk televizyonlarını izliyorlar ve kendi geleneksel norm ve değerlerinden kopamıyorlardı. Benim kot pantolon giyinmemden bile rahatsız oluyorlardı. Ne de olsa komuşulardan çekiniyorlardı. Sofu müslüman olarak cennet ve cehenneme inanıyorlar. Çocuklarının ahirette cayır cayır yanmasını istemiyorlardı. Bu nedenle bize bazı kısıtlamalar koymuşlardı. Annem, benim günahlarımın kendisine kaydolacağına inanıyordu. Allah’ın ona, ‘Kızın şeytanın peşine takıldığı zaman sen ne yaptın’ diye soracağına inanıyordu.
Lale’ye göre, müslüman kızların çoğu aynı baskı ve kurallar içinde yaşıyordu. Ama çoğunluğun da bu baskı ve kurallara uymadığını görüyordu. ‘Amsterdam Üniversitesi’nde, yüksek eğitimli müslüman kızlar ile konuşurken, onların da evden dışarı çıkamadıklarını ve arkadaş edinemediklerini duyuyordum. Ama onlar bu duruma isyan etmiyorlardı. Okula geldikleri zaman başörtülerini çıkarıyorlar ve gizlice arkadaşları ile buluşuyorlardı. Ama toplum içinde bununla mücadeleden kaçınıyorlardı.’ diyor Lale.
Lale’nin bu konudaki serüveni Kur’an okulunda başlamıştı. (Gazete Kur’an okulunun bağlı olduğu kuruluşun adını yazmış ama ben bundan imtina ediyorum.)
6 yaşından 17 yaşına kadar her Cumartesi ve Pazar günleri, Kur’anı ezbere öğreniyordu. Öğrenciler islam norm ve değerleri çerçevesinde öğrenim görüyorlardı. Lale’nin tuhafına giden, kendi görüş ve düşüncelerinin ne olduğunun sorulmaması idi. Kaldı ki gittiği ilkokulda buna imkân veriliyordu. Ama hafta sonları buna şansı yoktu ve kendi düşüncelerini yutmak zorundaydı. Kur’an hocasına ‘Neden biz başımızı örtüyoruz ama erkeklere hiçbir kural yok’ diye sormuş. Aldığı cevap şu olmuş:’Bu soruyu senin kulağına şeytan üfürdü.’
Lale Gül kitabında, Batılı görüşler ile peygamber öğretisini barıştırmak istiyordu. Şöyle diyor Lale: ’16 yaşında iken YouTube’de solcu Türkler’in filmlerini izliyordum. Onlara göre dini kurallara körü körüne bağlanmak yerine, günün şartlarına göre hareket etmek mübahtır. O zaman memnun olmuştum ve bundan böyle kimlerle özdeşleşeceğimi öğrenmiştim.’
Lale şöyle devam ediyor: ‘Bir hafta sonra sınıfta, eşcinselliğin bir hastalık olduğunu söylediğim zaman doçentimiz çok kızmış ve bunun hipokrit (münafık-riyakâr) bir düşünce olduğunu, hipokritlerin de çoğu zaman ateistlerden (inançsızlardan) daha kötü olduklarını belirtmişti’
18’inci yaşından itibaren kendisinin ‘islamofoob’ (islam korkusu) olduğunu belirten Lale Gül şöyle diyor: ‘O zaman dini inancın, insan yaşamındaki etkisinden endişe duymaya başlamıştım. Eşcinsel veya feminist kadınların yaşayabileceği hiçbir islam ülkesi yoktur. Kadın imam veya bir eşcinselin camiye girmesi gibi, islamı modernleştirme girişimleri hep baltalanmıştır. Yayınlanan dini tekstlerdeki yorumlar, peygamber öğretisini zayıflatınca, Hollanda-Türk toplumu içindeki tutuculuk SGP ( Dini Parti) oryantallığına dönüşüyor.’
Lale Gül, kitap yazımından çok önce, 2019’da görüşlerini sosyal medyada duyurmaya başladığı zaman, sağ görüşlü twitter kullanıcıları tarafından baştacı edildi. Bir anda kendisini De Telegraaf yazarı Wierd Duk, Forum Demokrasi Partisi lideri Thierry Baudet ve TV programcısı Fidan Ekiz öğle yemeğine davet ettiler. Bu buluşmalardan çok memnun olmuştu. Zira bu cesur görüşlerini destekliyorlardı. Baudet, kendisini parti propagandası toplantılarına davet etti. Ama 23 yaşındaki Lale, bu davete icabet etmediği için de memnun oldu. ‘Öyle umut ediyordum ki Baudet, bu yapısal konulara değinecekti. Ama öyle olmadı.’ diyor Lale.
Lale Gül, kitabının yayınlanmasından sonra da ilgi odağı oldu. Kendi pozisyonunda olan pek çok genç kadından aldığı mektuplarda tavsiyeleri soruldu. Okuyucular da onun kültüre bakış açısını tebrik ettiler. O da bir yazar olan Franca Treur’den aldığı mektupta, aynı konulara değinilecek olan bir kitap yayınlayacağını öğrendi.
Lale, islam karşıtları tarafından takdir ediliyordu ama evdeki durum bambaşkaydı.
Kitabın yayınlanmasından iki hafta sonra katıldığı televizyon tartışma programından sonra, ‘verem ol’ tehditleri başladı. Kitapta adından bahsettiği (Açık ismi yazmıyorum) dini kuruluşun başkanının telefon ederek kendisini mahkmeye vereceğini belirten Lale, ‘Amcalarımdan biri evime geldi ve bana ‘pis fahişe kızı’ dedi ve ağzımdaki dişlerin hepsini kıracağını söyledi. Annem de bana, ‘Amcana hak vermeden edemeyeceğim. Zira sen yazdığın kitapla bunu hak ettin’ dedi.’
Lale, artık sokakta tanınıyor ve tehdit ediliyordu. Bunun için savcılığa şikâyette bulundu. Evden dışarı çıkamaz oldu. Babası da, komşuların hesap sormasından korktuğu için dışarı çıkamaz oldu. Kitabın yayınlanmasından sonra camiye de gitmez oldu. Ama, postacılık işi için yine de sokaklara çıkma mecburiyetinde kalıyordu..
Lale anlatıyor: ‘Babam mahallede mektup dağıtırken, kendisine ‘Senin kızın da ikinci Ebru Umar oldu. ( O da yazdıkları nedeniyle Türkiye’den Hollanda’ya sınır dışı edilmişti) Neden kızına engel olamadın?’ diye soruyorlar. Babam da onlara ‘Ne yapayım, boğazını mı keseyim, söyleyin’ diye cevap veriyor. Babam eve gelince, ‘İnsanlarımızın nasıl olduğunu biliyordun, bunu hesaba katamaz mıydın’ diye azarlamaya devam ediyor.’
Dışarıdan gelen tehditlere karşı babası, 20 yaşındaki erkek kardeşi ve 22 yaşındaki yeğeni tarafından korunduğunu belirten Lale ekliyor: ‘Kardeşim insanları uyarıyor. Kardeşim ‘kim kız kardeşime dokunursa benden çekeceği var’ diyor. Onun desteği olmasaydı şimdiye çoktan tokatlanmıştım.’
Lale, diğer aile fertlerinden de destek bekliyordu. Ama onlar kendisine sırtlarını çevirdiler. Bu da çok zoruna gidiyor ve ekliyor: ‘Bana yuva pisleten diyorlar. Ama ben kendi hayatım diye yazdım. Kendi hikâyemi anlatmak hakkım yok mu? Bunu tekrarlamaya devam edeceğim. Ama birbirimizi anlayamıyoruz.’
Lale, aynı zamanda kendisini suçlu buluyor ve devam ediyor: ‘Öncelikle, kötü bir düşüncem yoktu, Sadece hikâyemi dökmek istiyordum. Ama pratikte bu böyle olmadı. Ebeveynlerimin bu yüzden hastalandıklarını görüyorum. Annem iki haftadır yatakta kıvarıp duruyor. Annem kız kardeşime şöyle diyor.’Bana felç inerse veya kendimi öldürürsem, bu Lale’nin kabahatidir.’ Bu da kardeşimi çok üzüyor. Dün kardeşim bana, ‘Bunu bir daha yapmayacağına dair söz ver. Annemin başına bunların gelmesini istemiyorum’ diyerek ağlamaya başladı.’
‘Olanları Hollandalı arkadaşlarıma anlattığım zaman bana, ‘Bu olağan durum karşısında kendini suçlu bulma’ diyorlar. Ama ben bunların hepsini hesaba katmadan hareket ettim.’ diyen Lale’ye diğer aile fertleri sırt çevirmişti ama kendi anne ve babası sırt çevirmemişti. Lale şöyle devam ediyor: ‘Bu durum en çok anne ve babamı zor durumda bıraktı. Annem ve babam bana yine de teklifte bulundular ve şöyle dediler:’Öyle sanıyoruz ki, şimdi pişmanlık duyuyorsun. Kitabın için seni af ediyoruz. Ama bir daha hiçbir tartışma ortamına girmeyeceksin.’
Lale bu durumdan çok memnun olduğunu söylüyor ve şöyle diyor: ‘Yazdığım kitap ile görüşlerimi tüm dünyaya duyurdum. Hollanda, Türk toplumunun içinde bulunduğu durumu öğrenmiş oldular. Böylece amacıma ulaştım sayılır. Şimdi kepengi indirdim. Annem ve babam ile bağdaşmak için yazmaya ‘stop’ diyorum’
Ama bu alınması çok zor bir karardı. Bunu da şöyle yorumluyor Lale: ‘İçimi kemiren bir his var. Benim için iyi bir yetenek diyorlar. Geçen hafta çok sayıda telefon geldi. Aylık dergi Elle’ye yorum yazmam istendi. Katıldığım Televizyon programı için sürekli katılım teklifi geldi. Türkiye cumhurbaşkanı Erdoğan hakkında konuşmam istendi. Bu nedenle kariyerli ve kamuoyu oluşturan bir yazar olma rüyaları görüyorum. Ama bunları yapmamam lâzım. Böylece yarayı deşmekten başka bir şey yapmış olmam. Aksi takdirde, bir daha asla düzelmez.’
Yıllarca çırpındıktan sonra elde etmek istediği serbestliğe ulaşmıştı Lale. ‘Baş örtüsü kullanmaya mecburiyetim yok, makyaj yaparak da dolaşabilirim. Yaz gelince kumsalda da uzanabilirim. Türk-Hollandalı pek çok kadının bunları nasıl elde ettikleri hakkında çok şeyler okudum. Tiyatrocu Nazmiye Oral ve televşzyon yapımcısı Fidan Ekiz’in, evlerine Türk olmayan erkeklerle gittiklerini de okudum. Bu gelişmeler bana hep umut veriyor. Demek ki bir gün bana da bu yol açılabilir diye düşünüyorum hep.’ diyor.
Lale anlatmaya devam ediyor: ‘Biliyorum, Nazmiye ve Fidan bu konuda tabii ki birer istisnadır. Ben bir Hollandalı erkekle eve gidemem ve artık yayın da yapamam. Kendimi buna alıştırmaya çalışacağım. Bunlar ebeveynlerimin bana sunacakları en iyi toleranstır. Ben anne ve babam ile vedalaşmak istemiyorum. Erkek ve kız kardeşim ile gizlice anlaşmak da istemiyorum. Çocuklarım olduğu zaman, anne anne ve dede diyebilmelerini istiyorum.’
Son olarak şunu söyleyebiliriz: Lale, şimdilerde anne ve babasının bilgisi dışında son mülakatlarını yapıyor. 23 yaşındaki yazarın kariyeri başlamadan bitiyor. Üniversitedeki eğitimine devam edecek. İleride evleneceği ve mutlu bir evlilik süreceği bir Türk erkek bulacak. Çok ileride belki yine kalemi eline alacak ve yazacak. Ama bunu şimdi hiç düşünmeyecek. Romanının filme çekilmesi için ciddi teklifler alan Lale, bunun gerçekleşmesi halinde, başına gelecekleri şimdiden bildiği için, bu teklifi de geri çevirdi.
Kendisiyle yaptığım bu görüşme bir umutsuzluk görüşmesi miydi acaba?
Lale, gülerek cevap veriyor: ‘Sana başka bir hikâye anlatmak isterdim. Zira benim yaşamım bir masal değildir.’
AYAAN HİRSİ ALİ
EBRU UMAR
Lale Gül, yayınlamış olduğu kitap ile, islamı yeren yazarlar zincirine katılmış oldu.
Bu yazarlardan biri de Somalili Ayaan Hirsi Ali idi. 2004 yılında Theo van Gogh ile birlikte, islam karşıtı Submission filmini yapmıştı. Bu nedenle van Gogh öldürülmüş, Ayaan Hirsi Ali de, hayatından endişe edildiği için ABD’ye sürgüne gönderilmişti.
Ne ilginçtir ki, solcu görüşlerle sivrilen Ayaan Hirsi Ali, ABD’de konservatif (tutucu) görüşlü bir Düşünce Kuruluşu olan Hoover Instituut’te çalışıyor.
Ama Lale Gül, Hirsi Ali ile kıyaslanmasını da doğru bulmuyor ve ‘O bir şahane insandır. O benim ancak ustam olabilir’ diye övgü yağdırmayı da ihmal etmiyor.
EBRU UMAR
Babası patoloji doktoru, annesi göz doktoru olan Ebru Umar, 2004 yılında öldürülen Theo van Gogh ile birlikte çalıştı. Çeşitli gazetelere yazdığı yorumlarda, müslümanların ve Türkler’in gözüne battı. Tehditler aldığı için savcılığa başvuruda bulundu.
23 Nisan 2016 günü, Kuşadası’nda polis tarafından tutuklandı. Suçu, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’a hakaret suçuydu. Bu tutuklama iki ülke arasında siyasi krize yol açtı. Daha sonra Hollanda Dışişleri’nin baskısı sonucunda sınır dışı edildi.
Sevgili Okurlarım,
Bugünkü yazım iç açıcı değildi. Hoş, dünyanın neresine giderseniz gidin, göçmenler için yazılacaklar arasında bu gibi konular yer alır.
Kanada’ya, Yeni Zelanda ve Avustralya’ya göç etmiş olan Hollanda toplumları içinde de gelişmemişliklere rast gelebilirsiniz. Bu, göçün bir kaderidir. Burnumuzun dibindeki Paris yakınlarında koloni halinde yaşayan Hollandalılar içinde de bunlar yaşanmaktadır. Mesele, dışa açılamamak ve kendi içlerinde boğulma meselesidir.
************************
İlhan KARAÇAY yazdı:
Daha önce yayınladığım haber, ana akım gazetelerinde, haber portallarında ve sosyal medyada yayınlandıktan sonra, büyük bir çalkalanma oldu. Genç kızımızı destekleyen görüşlerin yanında, az da olsa adet ve geleneklerden söz eden görüşler de vardı.
Üç beş gün süren bu çalkalanmadan sonra ortalık sessizliğe büründü.
Ne var ki, aradan 15 gün geçtikten sonra akılları başlarına gelen (!) bazı siyasetçiler ve kurumlar, bu konuyu yeniden gündeme getirerek, kendilerine bir paye kazandırmaya çalışmaya başladılar. Paye kazanmaya çalışan bu kişiler arasında benim dostlarım da var.
Lale Gül’ün ebeveynlerinin, utançlarından hâlâ sokağa çıkamadıklarını göz ardı eden bu kişi ve kuruluşlar, bu durumun ehemmiyetine değinmezken, tehdit edilmekte olan Lale Gül’e, arşivlerdeki en edebi sloganları sıralayarak sahip çıkıyorlar.
Aslında ben de, Lale Gül’ü savunan bu sloganları destekliyorum. Ama madalyonun diğer tarafına da bakılmasını istiyorum.
Hollanda’da yazarlık yapan erkek cinsiyetinde bir Türk, önceki gün kendisyle yapılan ve ‘de Volkskrant’ta yayınlanan bir röportajda, ‘Ben 15 yaşında iken geneleve gittim. Ama buna karşın kız kardeşim okul seyahatine bile gidemedi’ benzetmesi ile Lale Gül’e destek oluyordu.
Ama nedense, bu demokrat ve özgürlükçü gazeteci, Lale Gül’ün annesi ve babası ile tüm ailesinin çektikleri ızdırap için tek kelime etmediği gibi, dinine ve geleneğine bağlı olan insanların aydınlatılması için bir öneride bulunmuyordu.
Çok sevdiğim ve saygı duyduğum bir bayan politikacı, şu andaki görevi ile hiç bağdaşmadığı halde, Lale Gül hakkında bir bildiri yayınlıyor ve Lale Gül’e yapılan tehditleri şiddetle kınıyor.
Bu politikacımız da nedense, Lale Gül’ün annesi ve babası ile tüm ailesinin çektikleri ızdırap için tek kelime etmediği gibi, dinine ve geleneğine bağlı olan insanların aydınlatılması için bir öneride bulunmuyordu.
Özgürlükçülüğü ile tanınan bir Türk örgütü de dün bir açıklama yaptı ve Lale Gül’e yapılan tehditleri şiddetle kınadı.
Ama nedense, bu demokrat ve özgürlükçü örgüt de, Lale Gül’ün annesi ve babası ile tüm ailesinin çektikleri ızdırap için tek kelime etmediği gibi, dinine ve geleneğine bağlı olan insanların aydınlatılması için bir öneride bulunmuyordu.
Lale Gül’e destek açıklamaları yapanların yanında, tehdit iddiaları ile yıpratılan Kuzey Hollanda Milli Görüş Yönetimi de, Amsterdam Belediye Başkanı Bayan Femke Halsema’ya göndermiş olduğu mektubu yayınladı.
Milli Görüş Yönetimi’nin, Belediye Başkanı Halsema’ya gönderdiği mektubun bir kısmının orijinal fotoğrafı ve Türkçe tercümesi altta:
Amsterdam, 15.03.2021
Konu: ‘Ik ga leven’ isimli yayını nedeniyle Lale Gül’e karşı tehditler
Belediye Başkanı Sayın Halsema,
Kuzey Hollanda Milli Görüş olarak Lale Gül hanıma karşı yapılan tehditleri kayıtsız șartsız reddediyor ve kendisinin güvenliği için alacağınız her türlü önlemi destekliyoruz.
Bir eleştiri eylemi hiçbir zaman tehditlere yol açmamalıdır. Bir an önce bu meselenin netliğe kavuşmasını ve Lale Gül hanımın tekrar normal günlük hayatına devam etmesini temenni ediyoruz. Bir kişinin İslam dinini kabul edişinde, yaşayışında veya reddedişinde hiçbir tehdit veya zorunluluk söz konusu olmamalıdır. Dolayısıyla Lale hanımın kararına saygı duyarak yapılan tehditleri kınıyoruz.
Çeşitli medya kanallarının iddialarının aksine yönetimimiz hiçbir şekilde Lale hanımın ailesi ile iletişime geçmemiş ve kendisi tarafımızdan hiçbir şekilde bir tehdide maruz kalmamıştır. Söz konusu medya ilgisinin bir sonucu olarak teşkilatımız maalesef haksız yere itham edilmiş ve medyada olumsuz bir şekilde yer almıştır.
Geçtiğimiz günlerde ‘Volkskrant’ gazetesi tarafından bir düzeltme yayınlanmış, Milli Görüş teşkilatının bu meselede, ne ebeveynler ile bir irtibatta ne de bir mahkeme tehdidinde bulunduğu belirtilmiştir. Gül ailesine bu zor zamanlarında kolaylıklar ve bir an evvel sükunete kavuşmalarını diliyoruz.
Saygılarımızla,
Kuzey Hollanda Milli Görüş Yönetimi
Son aldığım bir habere göre, Hollanda’daki pek çok sanatçı, siyasetçi ve hatta birkaç imam,
Lale Gül için imzaya açılan bir dilekçeye destek vermişler.
Bu haberin yer aldığı sayfaya, Jan Beerenhout (1933 yılında Atatürk ve Kraliçe Wilhelmina tarafından kurulan Hollanda-Türk Dostluk Cemiyeti eski sekreteri ve müslüman olmuş bir değer) şu satırları yazmış:
Kur’an:2:256 ‘Dini inançta zorlama olmaz’ Hz. Muhammed: ‘Sizin inancınız sizindir, benim inancım ise benimdir’. ‘Lale Gül ile dayanışma içinde olduklarını açıklayan müslümanların mevcudiyeti tuhaf değildir. Ama O’na saldıran ve tehdit edenler de muhtemelen müslüman değildir.’
İşte, kendisi de 60 yıl önce müslüman olmuş bir Hollandalı’nın görüşü yukarıdaki gibi.
Müslümanlığın, şamatacı ve yalancı politikacı Geerd Wilders’in saçmaladığı gibi bir din olmadığını, Kur’an-ı Kerim’i inceleyen her insanoğlu anlayabilir.
Jan Beerenhout’un yukarıda verdiği örnekte olduğu gibi, Kur’an-ı Kerim’de ‘Dini inançta zorlama olmaz’ başlıklı ayete inanmayanlar müslüman olamazlar.
Şimdi gelelim yeniden boynu bükülen Gül aile fertlerinin yaşamakta oldukları acılara…
Hollanda TV’sine çalışan Bülent Moran kardeşimiz bugün sosyal medya üzerinden bir duyuru yaptı. Lale Gül konusunda konuşmak isteyen Türk aileleri arıyormuş. Dilerim ki Moran kardeşimiz konuşacak aileleri bulur ve bu aileler de, Gül ailesinin çektikleri ızdıraba merhem olurlar.
Ben şahsen soz söz olarak şunu söyleyebilirim: Gurbette yaşayan Türk kökenlilerin birinci kuşağının tükenmekte olduğu yıllar içindeyiz. Birinci kuşaktakilerin büyük bir çoğunluğu dini vecibelerine, kültür ve geleneklerine sıkıca bağlı insanlardır. Hoş, ikinci kuşak gurbetçilerimiz, evde öğrendikleri doğrultusunda aynı hassasiyete bağlı kalmışlardır.
Üçüncü ve şimdilerde henüz bebek olan dördüncü kuşak Türkler’in, ilk kuşaktakiler gibi, aynı konularda çok hassas ve bağnaz olmayacakları malumdur.
Ama her şeye rağmen, henüz yaşamakta olan birinci ve ikinci nesil yurttaşlarımıza, göç edip geldikleri ülkelerde, yaşam tarzının şekilleri ve şartları öğretilmelidir.
Her konuda aşırı düşünen insanlar olduğu gibi, din, adet ve gelenek hakkında da aşırı düşünen insanlar vardır. Makul ve sağlıklı düşünen insanlarımız çoğunlukta olduğuna göre, yaşam şartları konusunda kendilerini geliştirememiş insanlarımız için eğitici toplantılar yapmak doğru olmaz mı?
Bu eğitici toplantıları veya kursları, vergi ödediğimiz devletin kurumları üstlenmelidir. Ama kendi devletimiz de bu konuda girişimlerde bulunma hakına sahip olmalıdır. ‘Ankara’nın uzun kolu’ safsatası bir kenara itilerek, en az 30-40 yıl daha sürecek olan bu gelişmemişliğe son vermenin tek çaresi budur.
Amsterdam’ın kriminal bir mahallesinde yetişen ve tam 14 arkadaşı öldürülen Harvey Esajas, Ajax ve Feyenoord’ta oynadıktan sonra işsiz kaldı.
Tiyatro çadırı kurma işi yaparken 130 kilo olmuştu. Yakın arkadaşı Seedorf onu Milano’ya çağırdı. Antermanlardan sonra AC Milan ile anlaştı ve oynadı.
Hiçbir olaya karışmayan ve sabıka kaydı olmayan Esajas, kriminal çevrenin etkisinden kurtulamadı ve yine işssiz kaldı.
Şimdilerde, eşi Diana ile birlikte kurduğu bir vakıf kanalıyla yoksullara yardım edecek olan Esajas, Arapça öğrendikten sonra imam olacak.
İlhan KARAÇAY’ın haberi:
‘Üzüm üzüme baka baka kararır’ ata sözü, milyonlar kazanarak ünlü olmuş Amsterdamlı Harvey Esajas için de geçerli olmalı.
Hoş, çok ünlü bir futbolcu olmuş ve milyonlar kazanmış olan Esajas, baktığı üzümlerden tam olarak kararmamış olsa da, o kara üzümlerin esintisinden mağdur olmuş.
Hüzünlü yaşam öyküsünü anlatmaya çalışacağım Harvey Esajas, doğduğu ve geliştiği Amsterdam’ın Pijp mahallesinde herkes tarafından çok seviliyor.
Pijp mahallesi Amsterdam’ın en kriminal topluluğuna sahip bir mahalle olarak biliniyor. İşte bu nedenle bu mahallede yaşayanlara ‘üzüm’ yakıştrmasını yapıyorum ve birbirlerine bakan bu insanların nasıl karardıklarını önünüze seriyorum.
Harvey Esajas, Pijm mahallesindeki üzümlere çok baktı ama, onlar kadar kararmadı.
Bakınız ne diyor Esajas: ‘Ben öyle bir nahallede doğdum ve büyüdüm ki, tam 14 arkadaşım cinayete kurban gitti. Mahalle gençleri ile çok iyi anlaşıyordum ama, çoğunun meşgalesine katılmıyordum. Futbolu seviyordum ve oynuyordum. Özellikle annem bu konuda bana en iyi tavsiyeleri veriyordu.’
Harvey Esajas maceralı yaşamından sonra şimdi Hollanda medyasında geniş yer alıyor.
Yazılarını pedagogic, sosyologic ve psikolojik bir şekilde ele alan ve çok beğeni kazanan dostum Veyis Güngör de Hollanda medyasından esinlenerek bir yazı kaleme almış. Bakınız Veyis Güngör bu konuda gençlerimizin de yararlanabilmesi için bu konuyu nasıl izah etmiş:
‘Harvey Esajas, Amsterdam’da, Sürinam’lı Hristiyan bir ailenin oğlu olarak dünyaya geldi. Kriminal arkadaşları vardı ama o kendisini futbola verdi. Ajax en Anderlecht genç takımlarında top koşturdu.
Ajax ve RSN Anderlecht genç takımlarında başlayan futbol kariyeri, 1993 yılında Feyenoord takımında yükselmeye başlıyor Harvey’in. Bir süre FC Groningen takımında oynayan Harvey, Real Madrid’de oynamak için İspanya’ya gidiyor. Bir ara futbolu bırakıyor ve 2005 yılında AC Milan’da oynamaya başlayana kadar, bulaşık yıkayıp, diskotekte çalışmaya başlıyor. Ancak, Harvey bu sıra 130 kilo olmuştur.
Tiyatro çadırı kurma işinde çalışırken, yakın arkadaşı Clarence Seedorf onu Milano’ya çağırıyor.Yaptığı antremanlardan sonra futbol oynayacak duruma geliyor ve AC Milan ile anlaşma yapıp futbol yaşamını başarı ile sürdürüyor. Ne var ki, geçmişi ile meşgul olan kafası onu futbol aynamaktan alıkoyuyor ve futbol kariyerine son vererek Hollanda’ya geri dönüyor.
Harvey Esajas, iki yıl önce, Amsterdam’daki sorunlu ve durumu iyi olmayan gençlere spor yoluyla yardımcı olabilmek için eşi Diana ile birlikte “I-Sport-Special” vakfını kurdu.
‘En iyi futbolcu’ olarak ün salan Harvey Esajas, eski bir arkadaşının, Hz. Muhammed ile ilgili okuduğu bir yazıdan olağanüstü etkilenmiş. Arkadaşıyla birlikte camiye gitmiş. İmam, Kur’an-ı Kerimden bir sayfa açmış, İhlas Suresini okumaya başlamış. “Allah eksiksiz, sameddir. Bütün varlıklar O’na muhtaç, fakat O, hiçbir şeye muhtaç değildir…”.
Harvey’in psikolojisi altüst olmuş. Elini masaya vurmuş ve ‘işte bu’ demiş. İmam, daha sonra Ayetel Kürsi’yi de okumuş. “Allah’tan başka hiçbir ilah yoktur. O. Daima yaşayan, daima duran, bütün varlıkları ayakta tutandır. O’nu ne gaflet basar, ne de uyku…”.
Harvey, bir çırpıda ezberden bildiği on kuralı söylemeye başlamış. Kısa bir süre sessizliğe boğulmuş Harvey. Kendine gelince, ‘işte yıllardır hissetiğim tam da bu’ demiş ve şehadet getirmiş.
Hıristiyan bir ailede büyüyen Harvey, futbol oynamadığı pazar günleri kiliseye devam gitmiş. Ancak, çok genç yaşlarda kilisede duydukları kafasına takılmış. Bir Noel arifesinde, Papaz’ın yanına kadar gitmek durumunda kalan Harvey’e, ‘melek nedir’ diye soruluyor. ‘Haber veren’ cevabından sonra, Harvey şu beklenmeyen soruyu yöneltiyor: ‘Eğer, Hz. İsa, Orta Doğu’dan geldiyse, neden saçları sarı, gözleri mavi?’. ‘Anlatılanlara inanmayacağım, kendim araştıracağım’ diyerek yola çıkan Harvey, her zaman, herkesten büyük olan bir şey olduğunu düşündüğünü söylüyor.
Gençlere mesajı İslam’ın üç prensibini, ‘dürüst, dindar ve erdemli olsözünü gençlere tavsiye etmek isterim’ diyen Harvey, gençlerin kesinlikle ümitsiz olmamalarını tavsiye ediyor. Problemli bir mahallede yetiştiğini, bir çok gencin suça bulaştığını belirten Harvey, kendi yaşamının, gençlerin ümitli olmaları için bir örnek olduğunu hatırlatıyor. Her insanın farklı bir hikayesi olduğunu, hata yapabileceğini, ancak asla ümidin elden bırakılmamasına dikkat çeken Harvey, ‘You don’t plan to fail, you fail to plan” gerçeğinin farkına vardığını söylüyor.
Misyonunun insanlara iyilik yapmak, yardım etmek, ihtiyaçlarına cevap vermek olduğunu belirten Harvey, Kuran’ı okuyabilmesi, peygamberin hadislerini öğrenmesi için Arapça öğreniyor. Harvey, imam olunca, Amsterdamlı gençlere yaşayan bir örnek olarak yaklaşacağını belirtiyor.
Hollanda medyasında, Harvey Esajas’la yapılan çeşitli söyleşilerde, ‘eski futbolcu imam olmak istiyor’, ‘profesyonel futbolcunun yeni yaşam sitili: imam olmak’, ‘AC Milan ve Pijp arasında bir yaşam’ gibi başlıklar atılıyor.
Harvey’in, Feyenoord, Ajax ve AC Milan gibi takımlarda oynadığına atıf yapılarak, İslam’ı seçtiği yazılıyor. Harvey ile yapılan bu söyleşilerden, bazı pasajları, karamsarlığa düşen bir kısım gençlerimize fayda sağlar düşüncesiyle kaleme aldım.
Veyis Güngör’e pek çok beğeni gönderen okurları gibi, ben de tebriklerimi iletiyorum.
Rotterdam ve Schiedam’da ölü vermemiştik, Mölln’de 3, Solingen’de 5 ölü vermiştik.
Her yıl acı ile andığımız 23 Kasım 1992 Mölln ve 29 Mayıs 1993 Solingen yangınları kundaklamalarından ders çıkarılmıyor.
Yaşanan tüm olayları yerinde incelediğim zaman ‘Bu bir vahşettir’ demiştim.
Vahşet, basit eleştiriler ile savsaklanacak bir bir oluşum değildir ve her an yeniden oluşmaya müsait ortamlar var.
Doğrudur, bizde de 6-7 Eylül vahşeti yaşanmıştı. Özür olarak kabul edilmez ama ortada bilinçli bir tahrik vardı.
İlhan KARAÇAY’ın analizi:
Yaşamakta olduğumuz modern çağda (!), uygar görünümlü modern (!) devletlerin ve halkların, insancıl (!) ifadelerine takılmayınız.
Bu sözde modern ve insancıl devletler ve halkların geçmişleri vahşetler ile doludur.
Sömürgeci zihniyetin, geri kalmış ülkelerde yaptıkları vahşetler tarih sayfalarında kaybolmayacaktır.
Aynı devlet ve halkların yakın tarihimizde de yaşanmış vahşetleri vardır.
Yugoslavya’nın parçalanışı ve Bosna’daki Srebrenitsa Katliamı, Saddam Hüseyin’in ortadan kaldırılarak Irak’ın parçalanması, Mısır’ın bölünmesi, Kaddafi’nin ortadan kaldırılarak Libya’nın parçalanması ve Suriye’nin bu hale düşürülmesi, hep bu sözde modern ve demokrat ülkelerin vahşice planlarıdır. Bunlara, Afganistan’daki son durumu da ekleyebiliriz.
Yakın tarihimizde, uluslararası olmasa da, ulusal sınırlar içerisinde pek çok vahşet olaylarına şahit olmuşuzdur. Bu vahşetleri de, sözde modern ve insancıl halklar gerçekleştirilmiştir.
Avrupa’da bi ril sayılacak olan ırkçılık hareketleri 1972 yılında Rotterdam’da başlamıştı. Yakından takip ettiğim Rotterdam olayları Hürriyet’te günlerce yayınlandı.
Göç alan ülkelerde cereyan eden ve bizzat şahsımın da yakından izlediğim ilk vahşet olayları Rotterdam’da yaşanmıştı. Türklerin varlığına tahammül edemeyen ırkçı halk kesiminin başlattığı Rotterdam olayları tam bir hafta sürmüştü. Yazımın en sonuna detaylı olarak ekleyeceğim haberimde bu olayın içyüzünü okuyabileceksiniz.
Rotterdam olaylarını bir Hollanda gazetesi de ‘Bir hafta nefret ve siddet’ başlığıyla vermişti.
Rotterdam’da yaşanan vahşetin üzerinden 4 yıl geçtikten sonra, 1976 yılında yine bir ağustos günü, bu kez Rotterdam’ın banliyösü Schiedam’da Türk işyerleri ve evleri talan edilmeye başlandı.
Schiedam olayları sırasında bir yurttaşımız can vermişti.
Rotterdam ve Schiedam’da yaşanan olaylar, Hollanda’yı tüm dünyada ırkçı bir toplum olarak tanıtmıştı. Bu konudaki haberi altlarda göreceksiniz.
MÖLLN VAHŞETİ
23 Kasım 1992 günü, Almanya’nın kuzeyindeki Mölln’de, ırkçıların bir Türk evini kundaklayarak yaktıkları haberi geldi. O sırada GÜNAYDIN’ın Almanya müdürlüğünü yapan Günhan Altınkaynak telefonla aramış ve ‘Ne duruyorsun, çabuk Mülln’e fırla’ demişti.
Otomobil ile çiktığım yol 4 saat sürmüştü. Mölln’e geldiğim zaman 3 ceset çıkarılan evden dumanlar çıkıyordu. Aşırı sağcı ve ırkçıların sebepsiz olarak kundakladıkları evde, 10 yaşındaki Yeliz Arslan, 14 yaşındaki Ayşe Yılmaz ve 51 yaşındaki Bahide Arslan yaşamlarını yitirmişlerdi.
22 Kasım’ı 23 Kasım’a bağlayan gece, aralarında baş suçlu Michael Peters ve Lars Christiansen’in bulunduğu bir grup, önce Ratzeburgerstr.’da bulunan Türklere ait binaları, sonra da Arslan ailesinin evini ateşe verdiler. İtfaiye ekipleri Ratzeburgerstr.’daki yangın yüzünden gecikince, Arslan ailesinin üç ferdi yanarak can verdi. Olay yerine gelen itfaiye ekipleri içeri girdiklerinde, 6 saattir duman soluyan ve babaannesi Bahide Arslan’ın ıslak battaniyelere sarıp masanın altına soktuğu İbrahim Arslan ağır yaralı olarak çıkarıldı. Oğlu Emrah’ı da ıslak battaniyeye sarıp 7 metre yükseklikten aşağıya atlayan Ayten Arslan ise iki sene süren tedavisinin ardından, hayata ‘engelli’ olarak dema etmek mecburiyetinde kaldı
Mölln halkı bu vahşet karşısında çok şaşırmıştı. Öğleden sonra yapılan protesto gösterilerine binlerce Alman ve Türkler ile dayanışma içinde olan insanlar katılmıştı. Tabii ki bunu fırsat bilen bizim ayrılıkçılar da gösteride provakasyon yaparak ortalığı dağıtmışlardı. Polisin bu kez Alman ırkçılar yerine bizim ayrılıkçılarla çatışması başgöstermişti.
Mölln’deki kundaklamayı yapanlardan Michael Peters ve Lars Christiansen 15’er yıl hapis yattıktan sonra, şimdilerde maalesef insanlık dışı eylemlerini sürdürüyorlar.
29 YIL ÖNCEYDİ
Geçtiğimiz 23 Kasım günü, 29 yıl önce yaşanan vahşet yapılan çeşitli törenlerle anıldı.
Irkçılığın kınanması ve benzeri saldırıların bir daha yaşanmaması amacıyla düzenlenen programa, Türkiye’nin Hamburg Başkonsolosluğu Muavin Konsolosu Osman Taş, Mölln Belediye Başkanı Jan Wiegels, olayda hayatını kaybedenlerin akrabaları ve çevrede yaşayan Almanlar katıldı.
Faciada annesi ve kızını kaybeden Faruk Arslan kundaklanan evin önünde yaptığı konuşmada, “Annemi, kızımı ve yeğenimi kaybetmenin acısı hep taptaze ve burada her konuşma yapmamda aynı acıyı yaşıyor, zorlanıyorum. 29 yılda çok yoruldum. Bedenim bana evde kalmamı söylerken ruhum farklı düşünüyor. Hiçbir şey yapmadan, bir şey olmamış gibi ailemin karşısında oturamam. Yorulsam da zor gelse de ırkçılığa, aşırı sağa karşı mücadelemiz devam edecek.” ifadelerini kullandı.
Irkçılıkla ortak mücadelenin önemini vurgulayan Arslan, “29 yıldır bu yolda bizi yalnız bırakmayan, sevdiklerimizin, yaşadığımız acıların unutulmasına izin vermeyen sizlere teşekkür ediyorum. Irkçılığın ne çevremizde ne Almanya’da ne de dünyada yeri yok. 1971 yılında Almanya’ya geldiğimde yemyeşil ve rengarenkti. Bu renkleri koruyabilmek için ırkçı zihniyetlerle ortak mücadele edelim, Nazilere hep beraber ‘dur’ diyelim.” dedi.
Muavin Konsolos Taş törendeki konuşmasında, aradan 29 yıl geçmesine rağmen Almanya’da hala ırkçı saldırılar ve yabancı düşmanlığının yaşandığına, hastalıklı ruhların hala insanları etnik kimliklerine ve inançlarına göre ayrıştırdığına dikkat çekti.
Mölln Belediye Başkanı Jan Wiegels de aşırı sağa karşı ortak mücadelenin, dinler ve kültürlerarası diyalogların önemini vurguladı.
Almanya’da 1990 yılından bu yana 200 insanın aşırı sağcı ve antisemitik saldırılara kurban gittiğine dikkati çeken Wiegels, bu tür olayların bir daha yaşanmaması için acıların diri tutulmasının, hatırlatılmasının önemli olduğunu ifade etti.
Anma etkinliğinde kundaklanan evin önüne çok sayıda çiçek ve çelenk bırakıldı.
SOLİNGEN VAHŞETİ
Mölln vahşetinin üzerinden henüz bir yıl bile geçmeden 29 Mayıs 1993 günü, bu kez Solingen’de bir Türk evi ırkçılar tarafından ateşe verildi.
Yine talimat üzerine gttiğim Solingen’de durum korkutucu ve içler acıtıcıydı. Genç ailesinin 5 ferdi, bu kundaklama sonuncunda feci şekilde yanarak can vermişti.
Fotoğraftaki manzara ile karşılaştığım Solingen’deki evden, Genç ailesinden Hülya Genç (9), Gülüstan Öztürk (12) ve Hatice Genç’in (18) cesetleri çıkarılırken, Gürsün İnce (27) ve Saime Genç (4) ise kaldırıldıkları hastanede hayatlarını kaybettiler.
Genç ailesi, 1970’li yıllarda Karadeniz bölgesinden Almanya’daki Solingen kasabasına taşınarak yeni bir hayata başlamıştı. Aile fertlerinin artmasının ardından, eski ahşap bir binaya taşındılar. Polis sorgularında da denildiği gibi, kalabalık ama mahallede kimseyle sorunu olmayan bir aileydi.
İşte o aile, 29 Mayıs 1993 yılında ırkçılığın en çirkin yüzüyle karşı karşıya geldi.
Kundaklama sonucunda hayatlarını kaybedenleri anmak için çeşitli etkinlikler yapılıyor. Solingen kurbanları da, Mölln kurbanları gibi her yıl törenlerle anılıyor. Geçtiğimiz 29 mayıs günü, 28’inci yılı anılan Solingen kurbanları önimizdeki mayıs ayındada anılacaklar.
Solingen katliamının en büyük mağduru Kamil Genç, hayatını kaybeden kızları ile ilgili, “Vefat eden kızlarım durmuş olsaydı şu anda 33, 36 ve 37 yaşlarında olacaklardı” diyor.
Yaşanan ırkçı saldırının failleri, çeşitli sürelerde hapis cezalarını çekip serbest kaldılar ve unutuldular. Ancak o gece kızlarını, yakınlarını kaybeden Kamil Genç, aradan geçen bunca yıla rağmen hala olayın şokunu atlatabilmiş değil.
Kamil Genç, o acı gün ile ilgili şunları söyüyor: “O anki bağrışlar, ağlamalar, itfaiyelerin buradaki çalışmaları, hepsi gözümün önünde sanki dün olmuş gibi veyahut bugün olmuş gibi… Bunları ancak vefat ettiğimiz zaman gözümün önünden gidebilir. Yoksa aynen devam ediyor. Çünkü olayın yaşandığı saat bir buçuğa kadar zaten uyuyamıyoruz. 28 senedir aynı, saat gece bir buçuk olmadan uyuyamıyoruz. “
HANAU SALDIRISI
Irkçı saldırıların en tazesi 19 Şubat 2020’da yine Almanya’nın Hannau kentinde yaşanmıştı. Tobias Rathjen tarafından iki nargile kafeye ve bir büfeye ırkçı saldırı düzenlenmiş ve saldırıda Mercedes Kierpacz, Sedat Gürbüz, Gökhan Gültekin, Hamza Kurtoviç, Ferhat Ünvar, Kaloyan Velkov, Vili Viorel Paun, Said Nesar Hashemi ve Fatih Saraçoğlu hayatlarını kaybetmişlerdi.
Rathjen, saldırının ardından evine dönerek annesi Gabriele Rathjen’i öldürdükten sonra intihar etmişti.
Mölln ve Solingen’den ders çıkarmayan Almanya NSU’yu görmezden geliyor…
Möln, Solingen ve Hanau’da olduğu gibi, 2000-2006 yılları arasında sekiz Türk ve bir Yunan vatandaşı Nasyonal Sosyalist Yeraltı (NSU) isimli ırkçı terör örgütünün cinayetine kurban gitmişti. Ne var ki emniyet ve istihbarat birimleri ırkçı motivasyonlu cinayetlerin üzerine gitmedi.
NSU, ilk cinayetini 9 Eylül 2000’de işledi. Böhnhardt ve Mundlos, Nürnberg’de seyyar çiçekçi Enver Şimşek’i 8 kurşunla öldürdü.
19 Ocak 2001’de Köln’de bir İranlıya ait markete bombalı saldırı düzenleyen NSU üyeleri, 13 Haziran 2001’de Nürnberg’de terzi Abdurrahim Özüdoğru, 27 Haziran 2001’de Hamburg’da manav Süleyman Taşköprü, 29 Ağustos 2001’de Münih’te de market işleten Habil Kılıç’ı katletti.
Kılıç’ı öldürdükten sonra 2,5 yıl cinayetlerine ara veren Neonaziler, 25 Şubat 2004’te Rostock’ta döner büfesinde çalışan Mehmet Turgut’u vurdu.
NSU üyelerinin, 9 Haziran 2004’te Köln’de Türklerin yoğun yaşadığı Keup Caddesi’nde düzenlediği çivili bomba saldırısında 22 kişi yaralandı.
9 Haziran 2005’te Nürnberg kentinde döner büfesi işleten İsmail Yaşar’ı öldüren Mundlos ve Böhnhardt, 15 Haziran 2005’te Münih’te Yunan vatandaşı çilingir Theodoros Boulgarides’i, 4 Nisan 2006’da Dortmund’da büfe işleten Mehmet Kubaşık’ı, 6 Nisan 2006’da Kassel’de internet kafe işleten Halit Yozgat’ı ve 25 Nisan 2007’de Alman polis Michele Kiesewetter’i öldürdü.
Beate Zschaepe’nin cinayetler sırasında olay yerinde bulunduğuna ilişkin şimdiye kadar somut kanıt elde edilemedi. 8 Türk ve bir Yunan’ın öldürüldüğü cinayetlerde “Ceska 83” marka silah kullanıldığı tespit edildi.
Bugün de durum farklı değil
Avrupa’nın dört bir yanında yaşanan göçmen problemi, hali hazırda ırkçılıkla mücadele sorununun yaşandığı Almanya’da, yaşanan krizi daha da körükledi.
Alınan önlemlerin yetersizliği, sadece göçmenler tarafından değil Alman siyasetçiler tarafından da gündeme getirildi.
Bild gazetesine açıklamalar yapan Almanya Dışişleri Bakanı Heiko Maas, ülkesini ırkçılıkla savaş konusunda tembel olduğu gerekçesiyle eleştirdi.
Alman vatandaşlara, “Koltuklarımızdan kalkmalı ve ağzımızı açmalıyız” çağrısı yapan Maas, “Bizim neslimize özgürlük, hukukun üstünlüğü ve demokrasi hediye olarak verilmişti. Biz bunlar için savaşmak zorunda değildik. Şimdi her şeyi garanti görüyoruz” dedi.
Almanya’nın bu güne kadar gelmiş geçmiş en güçlü şansölyesi olarak tanımlanan Merkel de ırkçılığa karşı tepkisini, “Almanya’da sokaklarda nefrete yer yok” sözleriyle dile getirmişti.
HOLLANDA’DA DURUMDA DEĞİŞİKLİK YOK
Hollanda’da yıllardır yaşanan ırkçı eylem ve söylemlerde bir değişiklik yok. Irkçı partilerin liderleri PVV’li Wilders ve FvD’li Baudet’in eylem ve söylemleri kışkırtıcılığını kaybetmiyor. Irkçıların camilere yaptıkları saldırılar durmuyor.
Ülkeyi yöntenler ve diğer siyasiler, göstermelik kınamalardan başka bir şey yapmıyor. Hemen hemen hiç cezsı olmayan ırkçılık için bir ceza kanunu yapılmıyor.
Bu durumda bize, ‘Görünürde demokrat ve insancıl, gerçekte anti demokrat ve insanlık dışı devletler ve halklar’ demecten başka bir şey kalmıyor.
**********************************************************************
Zamanı olanlar ve dosyalamak isteyenler için Rotterdam ve Schiedam olaylarını altta yineliyorum:
İlhan KARAÇAY’ın analizi:
(İbret alınacak bu analizi
dosyalayıp saklayınız)
IRKÇI OLAYLAR İNSANLIK AYIBIDIR…
49 Yıl önce Rotterdam’da yaşanan Türk evlerine saldırı olayları, Hollanda tarihinde kara bir leke olarak kaldı.
Allah korusun, Türkiye’de patlak verecek bir olay, Rotterdam’dakine benzemez ve tam bir faciaya dönüşür.
Türkiye’de gündemde olan ‘Suriyeliler’ konusu, düşüncesiz bir şekilde sarf edilen bazı sözler ve uygulanmaya konulmak istenen bazı kurallar nedeniyle büyük tartışma konusu oluyor.
Bu konuda iktidar ve muhalefet mensuplarının, sonunun nereye varacağını hesap etmeden sarfettikleri sözler, Allah korusun büyük bir felakete yol açacak nitelikte.
Bu konudaki muhtemel bir tehlikeyi, Hollanda’dan örnekler vererek izah etmeye çalışacağım ama, Hollanda’daki Türk toplumu ile Türkiye’deki Suriyeli toplumunun konumu hakkında biraz bilgi vermem gerekecek.
Hollanda’daki Türkler, ülkeler arasında yapılan ikili anlaşmalar sonrasında Hollanda’ya getirilmişlerdir. Hem de davul zurna eşiliğinde yapılan karşılama törenleriyle…
Anlaşmalar, Türkler’in buradaki geleceğini garanti altına alıyor ve uluslararası hukuk kuralları ile de perçinleniyordu.
Ne var ki, devletin alacağı yanlış kararlara karşı güvencesi olan Türklerin, halk karşısında bir güvencesi yoktu. Nitekim öyle de oldu.
Hollanda’ya gelişleri 10 yıl dolmadan, halkın belli bir kesimi tarafından, ‘İşimizi elimizden aldılar, sokaklarımızı pisletiyorlar ve gürültü yapıyorlar’ diye suçlanmaya başlanan Türk toplumu, bazı siyasetçilerin ve medya organlarının kışkırtmasıyla ağır bir baskı altında yaşamaya başladı.
Münferit olaylardan sonra, 1972 yılında Rotterdam’da ve 1976 yılında da hemen yakındaki Schiedam’da, Türk evlerine ve işyerlerine saldırıların yapıldığı acı olaylar yaşandı.
Sizelere bu olayları gazete kupürleri ile anlatmadan önce, Türkiye’deki Suriyeliler’in konumu hakkında bilgi vermek istiyorum.
Türkiye’deki, sayıları beş milyon olduğu belirtilen Suriyeliler, Türk devleti tarafından getirilmedi ve güvence altına alınmak için de anlaşma yapılmadı. Suriyeliler, ülkelerinde çıkan iç savaş nedeniyle, gümrük kapılarından değil, sınırlardan kaçarak Türkiye’ye sığındılar. Türkiye, ölümden kaçan bu çaresiz insanları, gerek insanlık borcu ve gerekse uluslararası kurallar gereği kabul etti. Türkiye’ye sığınan Suriyeliler, uluslararası bir kuralın gereği olarak kabul edilmeliydi ama, ülkelerinde ortam normale döndüğü zaman da, ülkelerine geri gönderilebilirdi.
Zira, Hollanda’daki Türkler, hakları güvence altına alınmış göçmenlerdi, Suriyeliler ise sadece sığınmacıydı.
Türkiye’deki Suriyelilerin konumu her ne kadar dezavantajlıysa da, bu insanlar için söylenecek sözler rencide edici olmamalıdır. Bu insanlar, güvenceleri olmadığı için ve kendilerine bir söz verilmiş olmadığı için geri gönderilebilir ama, ortamın normale dönüşmesi beklenmelidir. Zira bu konudaki uluslararası kurallar da işlemektedir.
‘Bolu Beyi’ gibi ortaya çıkan Beldiye Başkanı’nın, Suriyeliler’i geri dönüşe zorlamak amacıyla koymak istediği kural, 10 yaşında bir çocuğun dahi yapmayacağı saçma bir kuraldır.
10 yaşında bir çocuğun sahip olduğu zekâya bile sahip olmayan bu Bolu Beyi, yabancılar için elektrik, su ve vergileri tam on misli daha fazla alacağını ilan ederek, tüm dünyada komik duruma düştü.
Ne gariptir ki, bu Bolu Beyi’ni alkışlayanlar oldu.
Suriyeliler’in varlığından rahatsız olan insanlar tabii ki geri gönderilmelerini arzu edebilirler ama, gerek insanlık adına ve gerekse uluslararası kurallar adına sabırlı olmalılar.
Hollanda’da yaşanan her olay sonrasında, inisiyatifi ele alıp, Türkler’i savunmaya soyunan naçizane şahsım, Hollanda parlamentosunda kürsüye çıkarak ve televizyonlarda konuşarak hak aradım. Tabii ki bunu yaparken, gerek Hollanda demokrasisi ve gerekse halkın toleranslı oluşundan yararlandım.
Şimdi sorarım sizlere, Suriyeliler içinden bir İlhan Karaçay çıkarsa, ve Hollanda’da yapılanları Türkiye’de yaparsa ne olur?
Facebook’ta, Türkiye’deki bir Suriyeli’nin görüntüsü yayınlandı. Bu Suriyeli çok bozuk Türkçesi ile, ‘Ne istiyorsunuz bizden kardeşim? Biz burada çalışıyoruz, vergi veriyoruz…’ gibisinden laflar ediyordu ama hiç de sempatik gelmiyordu. Bu adama yapılan reaksiyonları gördünüz mü? Allah korusun, yarın bu laflar sokaklarda söylenmeye başlandığı zaman ne olur biliyor musunuz? Sonuçta, Suriyeliler de kendilerini savunmaya çalışacaklardır.
Suriyeliler’den korktuğumuz için değil, insan haklarına ve uluslararası kurallara saygılı olduğumuz için, rencide edici sözler sarfetmemeliyiz.
Şimdi, Hollanda’da bulunan, hakları güvence altına alınmış göçmen bir Türk toplumu ile, hakları güvence altında olmayan, iç savaştan kaçarak Türkiye’ye sığınan Suriye toplumu arasındaki farkı anladık değil mi?
Bu anlayış ile hareket etmenin de bir insanlık borcu olduğunu vurgulayarak, tam 49 yıl önce yine bir ağustos ayında yaşanmış olan Rotterdam ve 45 yıl önce yaşanmış Schiedam olaylarını, gazete kupürleri ile anlatayım.
ROTTERDAM OLAYLARI
1972 yılının bir ağustos gecesiydi. Rotterdam’a 100 km. mesafede bulunan Zeist kasbasındaki evimin telefonu çaldığı zaman gece saat 00.30’du. Bana bağlı olarak çalışan muhabirlerimizden Senan Bilgin arıyordu: ‘Abi çabuk gel, burada büyük olaylar yaşanıyor. Türk evlerine saldırılıyor ve otomobilleri yakılıyor.’
Böyle bir cümleyi duyunca hemen yola koyulmak şart olmuştu tabii…
Ondan sonrası malûm. Kahvehane ve pansiyon sahibi bir Türk’e kızmış olan mahalle halkı ortalığı kasıp kavuruyordu.
Polis vardı ama, saldırılar sabaha kadar sürmüştü.
Sonra ortalık sakinleşti.
1972 Yılında Rotterdam’da meydana gelen olaylar sırasında, ünlü programcı
Jaap van Meekren, olayları görüntülerken benimle de bir röportaj yapmıştı. Söyleşide, refah içinde ama sevgisiz gelişen Hollanda gençliğinden söz etmiştim.
‘Oh’ demiştik ve bu kadarla kurtulmuş olduğumuza sevinmiştik.
Ama umduğumuz olmadı. Ertesi günün akşamı toplanan mahalle gençleri, saldırıları sürdürmüştü. Polis yine vardı ama nafile…
Evlerimiz ve otomobillerimiz yine alevler içindeydi.
İş bununla bitecek diye düşünmüştük ama, maalesef yine olmadı. Bu kez, ülkenin dört bir yanından gençler, örgütlü bir şeklide Rotterdam’a gelmeye başlamışlardı. Her akşam saatlerinde gençler Rotterdam’a geliyor ve saldırıları sürdürüyorlardı. Bu tam bir hata böyle sürdü.
Gazete kupürlerinde göreceğiniz gibi, bu olaylar Türkiye’de manşetlerden düşmediği gibi, dünyada da haber konusu olmuştu.
IRKÇI SALDIRILARA, SOKAK KAVGASI DİYEN BAŞKONSOLOS
55 yıldır görev yaptığım Hollanda’da, tesadüf ya, Rotterdam’a ilk gelen Başkonsolos Ali Namık Aykaç ile, gider ayak bozuşmuştum. (Başkonsolosluk daha önce Lahey’deydi)
Bozuşma nedenimiz şuydu:
Malum 1972’de Rotterdam olayları, tüm dünyada Hollanda’ya puan kaybettiren olaylardı.
Bir hafta süren ve yaralanıp hastanelere yatırılan Türkler olduğu halde, Başkonsolos Ali Namık Aykaç, özellikle benim Hürriyet’te yayınlanan haberler nedeniyle ayağa kalkan parlamentoya bilgi vermesi gerekenlere, ‘Burada yaşananlar adi bir sokak kavgasıdır’ şeklinde bir rapor sunmuştu.
Zamanın Çalışma Bakanı Ali Rıza Uzuner de mecliste ‘Rotterdam’da yaşananlar adi bir sokak olayıdır. Medya abartıyor’ gibi laflar etmişti.
‘Adi bir sokak kavgası’ denilen olayların vehametini anlatabilmek için, hastanede komada yatan Mustafa Albayrak’ın fotoğrafını çekmeyi başardım ve haber atlatma lüksünü bir kenara atarak tüm mdeyaya dağıttım. Bu fotoğraf Hollanda TV’sinin ana haber bülteninde de yayınlanmıştı.
Bunun üzerine gazetem benden ille de yaralı fotoğrafı istemişti. Ünlü parlamenterimiz Nebahat Albayrak çocuk iken yaşanan olaylarda, amcası Mustafa Albayrak, başına yediği bir taş darbesi ile komaya girmiş ve hastaneye yatırılmıştı. Akla gelemeyecek atraksiyonlar yaparak girdiğim hastanede Albayrak’ın fotoğrafını çektim ve birkaç yaralı fotoğrafıyla birlikte, haber atlatma lüksünü hiçe sayarak, hem Türk medyasına ve hem de Hollanda medyasına dağıttım. Böylece hem Rotterdam Başkonsolosumuza ve hem de Bakanımıza gerekli cevabı vermiştim.
Rotterdam olayları Hollanda gazetelerinde de boy boy yer alıyordu. Trouw gazetesi, Türk Bakan Uzuner, yaşananların ırkçı saldırı olmadığını düşünüyor’ başlığını kullanmıştı.
Başkonsolosomuzun bir skandal hareketi daha vardı.
Hollanda medyası kendisine, ‘Ne yapmayı düşünüyorsunuz’ diye soru yöneltince, ‘Benim tayinim çıktı yarın gidiyorum, benden sonra gelecek olana sorun’ diye yersiz ve saçma bir cevap vermişti.
Rotterdamsch Nieuwsblad gazetesi, 12 ağustos 1972 sayısında, ‘Türk mahallesindeki tedhiş, şimdi polise karşı’ başlığıyla verdiği haberinde, ‘Almanya’daki Türkler’in trenlerle akın akın Rotterdam’a geleceği bildiriliyor’ diye yazdı.
Yukarıdaki kupürde, her ne kadar ‘Türk işçileri Hollanda’da halkla ve polisle çatışıyor’ gibi bir başlık kullanılmışsa da, Türk işçileri sadece kendilerini savunmakla yetinmişlerdi.
17 Ağustos 1972 tarihli Hollanda gazetesi ‘Het Vrije Volk’ ( Özgür Halk), olayları Hürriyet’te yayınlanan haberin kupürü ve ‘Bir hafta nefret ve şiddet’ başlığıyla yayınladı.
Utrechts Nieuwsblad gazetesi, ‘Türkler evlerinden çıkmaya cesaret edemiyorlar’ başlıklı haberinde, 62 kişinin tutuklandığı başlığını atarken, Türkiye’deki medyanın, Rotterdam olaylarında ılımlı davrandığını ve sadece Hürriyet’in olayları kendi muhabiri (bendeniz) ile takip ettiğini yazdı.
Rotterdamsch Nieuwsblad gazetesi, Hürriyet kupürü ile yayınladığı haberinde, genellikle Hürriyet’in haberinde yazılı olanların tercümesini kullandı. Gazete, Hürriyet’in ‘Türkler yasalara uygun hareket ederlerse, haklılıklarına halel gelmez’ sözlerini başlık olarak kullandı.
Rotterdam olaylarının üzerinden10 gün geçtikten sonra Rotterdm’a gelen Çalışma Bakanı Ali Rıza Uzuner yurttaşlarımız ile görüşmüştü. O sırada Tahtın varisi olan Prenses Beatrix de yaptığı açıklamada, olaylardan utanç duyduğunu söylemişti.
Rotterdam olaylarının ardından, 1976 yılında bu kez Schiedam’da Türk evlerine ve işyerlerine saldırı başladı. Olaylar, bir Türk’ün işlemiş olduğu cinayet suçundan sonra başlatılmıştı.
Schiedam olayları da, Rotterdam’daki gibi günlerce sürmüştü. Türkler’in göç etmeye başlaması üzerine, kentin Belediye Başkanı, ‘Türkler giderse Schiedam ekonomisi çöker’ demişti.
Schiedam olaylarından sonra, Hollanda’ya özel olarak getirdiğimiz, ünlü yazar Murat Sertoğlu ile çeşitli toplantılar yapmış ve yurttaşlarımıza moral yüklemiştik. Toplantılardan birine Belediye Başkanı Lems eşiyle birlikte gelmişti.
Dilerim, yukarıda yazılanlar ve gazete kupürleri, Türkiye’de yaşanması muhtemel olan tatsız olaylar için bir ibret ve örnek teşkil eder, yetkililer ve etkililer de bu bret ve örneklere göre davranırlar.
Stichting Inter Talenten Gençlik Derneği ve Hollanda Türkiye Ticaret Odası Derneği’nin ve ortak çalışması ile başlatılacak olan kurslar Rotterdam’da gerçekleşecek.
İlhan KARAÇAY’ın haberi:
Hollanda’da bir koltuğa 3 karpuz sığdırdıktan sonra, dördüncü ve beşinci karpuzları da aynı koltuk altına sığdırmaya çalıştığını daha önce belirtmiş olduğum Ethem Emre için şu başlıkları kullanmıştım: *Kaza kurbanlarına tazminatlarını kazandırıyor… *Hollanda-Türk Ticaret Odası’nı başarıyla yönetiyor… *Türk gençlerini eğitim sonrası iş hayatına hazırlıyor…
*Dördüncü karpuz yolda: Türk Ticaret Merkezi
Ethem Emre, yine kendi inisiyatifi ile kurmuş olduğu, Stichting Inter Talenten Gençlik Derneği, Hollanda Türkiye Ticaret Odası Derneği ile ortaklaşa ilginç bir kurs başlatıyor.
HBO ve Universtite eğitimine devam eden ve bitirenler için Kariyer, Dil, Kültür, Tarih ve toplumsal bilinçlenme konularıda organizeler yapmayı amaçlayan ve gençlerimizin bir araya gelerek sosyalleşmelerine ortam sağlayan bu dernek, şimdi de, Türkçeyi önemseyen ve düzgün konuşmak isteyen, HBO ve yüksel eğitimli gençlerimiz için özel bir kurs düzenledi.
Gençliğimizin dil ve edebiyat ile tarih ve kültür değerlerine sahip olmalarının, gelecek nesillere de yansıyacağını belirten Ethem Emre, ‘Aksi takdirde pek çok değerimiz kayıp olacak ve bundan sonraki nesillerimiz asimilasyon ile karşı karşıya kalacak’ diyor.
Ocak 2022’de başlaması planlanan Türk Dili ve Edebiyatı derslerini, ünlü eğitimcilerimizden İsmail Coşkun verecek.
Hollanda’da ‘çocukların sevgilisi’ konumundaki Sint Nikolaas’ın, Anadolu topraklarındaki Myra’da doğduğunu bilenler olduğu gibi bilmeyenler de çoktur. Hollanda’da Myra’nın nerede olduğunu sorduğunuz zaman, akıllarına ilk gelen ülke İspanya olur.
Her yılın 5 aralık günü, Sint Nikolaas’ın gelişini kutlayan çocuklar hediyelere boğulur ve bu gün çocukları çok mutlu eder.
40 yıl önce, Sint Nikolaas’ın, Patara ve Demre’de doğduğunu ve rahip olduğunu belirten bir yazıyı gönderdiğim Hollanda medyasından bazıları bu yazıyı kullanmış ama başta Enschede’deki Tubantia gazetesi olmak üzere bazı gazeteler ise bu yazıyı bana posta ile geri göndererek, ‘Bilginize ihtiyacımız yoktur’ gibi bir mesajla terbiye sınırını aşmışlardır.
Bir zamanlar yolum Demre’ye düştü. Sint Nikolaas’ın rahip olduğu kiliseyi ziyaret ettim. Sordum, soruşturdum ve tarih sayfalarını karıştırdım.
Bakınız kitaplara nasıl yansımıştır Sint Nikolaas:
Bütün dünyada “Noel Baba” adıyla karıştırılan, Avrupa ülkelerinde çoğunlukla Santa Klaus olarak bilinen Aziz Nikolaas, Anadolu’da yaşamış bir din adamıdır. Günümüz İtalya’sının Sicilya Adası, Napoli, Bari, Almanya’nın Frieburg ve hatta Amerika’da New York kentinin koruyucu azizi olma derecesine varan önemi, her yılın 6 Aralık günü (Hollanda’da 5 aralık) yapılan anma törenleri ile daha da pekişmektedir.
Aziz Nikolaas’ın hayatı hakkında, azizlerin birçoğunda olduğu gibi fazla bir şey bilinmez. Sonraları pek çok efsane ile hayatı süslenmiştir. Tahıl ticareti yapan bir ailenin çocuğu olduğu bilinir. Hayatına dair yazılan dinî kitaplarda, göğün bir hediyesi, ana-babasının dualarının ve verdikleri sadakaların bir meyvesi, fakirlerin kurtarıcısı olarak dünyaya geldiğine işaret edilmiş, daha bebek iken mucizeler yarattığına inanılmıştır.
Aziz Nikolaas’ın ölüm günü tüm Hıristiyanlarca 6 Aralık olarak kabul edilir. Ancak bu tarihin kesin bir kaynağa dayandığı söylenemez.
Aziz Nikolaas’ın üçüncü yüzyıl sonlarında Patara’da dünyaya geldiği ve Myra’ya papaz olana dek, gençlik yılarının Patara’da geçtiği bilinmektedir. Ölümünden sonra Avrupa’nın birçok kentinde adına kiliseler inşa edilmiştir ki, bunlar arasında VI. yüzyılda İstanbul’da inşa edilen Bazilika en göze çarpan yapıdır. Rusya ve Yunanistan’ın en saygın Azizi olarak tanınmış, çocukların, mahkûmların, denizcilerin ve gezginlerin koruyucusu olarak saygı görmüştür.
Yaşantısı ve mucizeleri hakkında gerçekliği tartışılacak, sayısız hikâyeler anlatılmıştır. Piskopos olma kararının kehanetlere veya seçim toplantısı kararına göre, ertesi günü kiliseye giren ilk adam olmasına dayanılarak verildiği söylenir.
Bir keresinde de Mısır’dan İstanbul’a giden bir gemiden aldığı hububatla Myra halkını açlıktan kurtarır. Ancak gemi İstanbul’a vardığında yükünde hiçbir eksilme görülmez. Bu belki de Aziz’in, denizcilerin patronu olmasına bağlanan mucizelerden biridir. Çünkü, Akdeniz’de seyreden gemicilerin sefere çıkmadan önce birbirlerine iyi dilek olarak “Dümenini Aziz Nikolaas tutsun” demeleri gelenek olmuştur.
Aziz’in sağlığında din adamı olarak çalıştığı Likya sahilleri, Akdeniz’in en önemli denizcilik merkezi, burada yaşayanlar da Akdeniz’in ünlü denizcileriydi. Bu nedenle, Aziz’in denizle ilgili birçok mucizesine din kitaplarında da rastlanır.
Hikâyeye göre, fakir bir tüccar, kızlarını evlendirmeye gücü yetmeyince, onları satmayı düşünür. Aziz Nikolaas, tüccarın evine pencereden üç kese dolusu altın atar. Ev halkı çok şaşırır ve korkar. Bunun üzerine pencereleri kaparlar. Nikolaas aileye yardımı devam ettirmek ister. Her yer kapalı olunca, uşağı olan Siyah Pit’i dama çıkarır ve hediyelri bacadan aşağı attırır. Böylece de kızları kötü yola düşmekten kurtarır.
İşte bu nedenle bugün Hollandalı çocuklar bacalardan atılacak olan hediyeleri bekleyecekler veya kapı önlerine ayakkabılarını bırakıp içine para konmasını umut edecekler.
Noel Baba Kilisesi
Aziz Nikolaas öldüğünde yapılan kilise veya şapel 529 yılındaki depremde yıkılınca daha büyük, belki de bazilika tipinde bir kilise yapılmıştır.
XIII. yüzyılda Türklerin eline geçen Myra’da, kiliseyi serbestçe ibadet etmek için kullandığını ve kilisede bazı onarımların yapıldığını anlıyoruz. 1738’de büyük kilisenin yanındaki şapel tamir edilmiştir.
Aziz Nikolaas’ın piskoposluk yaptığı ve bu nedenle tüm Orta Çağ boyunca ününü sürdüren Myra, önemli bir Lykia kenti olup ismi “Yüce Ana Tanrıçasının yeri” anlamına gelmektedir. Lykia dilinde “Myrrh” olarak geçen Myra, Demre ovasını kuzeybatıdan çeviren dağların denize bakan yamacına kurulmuştur. Önce bugünkü kaya mezarlarının üzerindeki tepeden kurulan şehir daha sonraları aşağıya inerek genişlemiş ve Lykia’nın çok önemli altı büyük kentinden birisi olmuştur. Kentin M.Ö. IV. yüzyılda basılan ilk sikkesi üzerinde ana tanrıça kabartması vardır.
Myra’nın su ihtiyacı, Demre deresinin aktığı vadi kenarındaki kaya yüzüne açılan kanallarla karşılanmaktaydı. Bugünde bu kanalları görmek mümkündür. Myra’nın diğer yapıları bugün toprak altında olup gün ışığına kavuşacakları zamanı beklemektedirler. Myra’ya gelirken yol üzerindeki Karabucak mevkiinde, günümüze kadar iyi korunmuş Roma Devri mezar anıtı dikkati çeker.
Çay ağzındaki Myra’nın limanı olan Andriake’nin üzerinde kehanet merkezi olmasıyla ünlü Sura antik kenti Sura’dan birkaç km uzaklıktaki Gürses’te ise Trebenda antik kenti yer alır. Myra’nın görkemli tiyatrosu oldukça sağlam olarak günümüze kadar gelebilmiştir. Arkasındaki dik dağın yamacında kurulan tiyatronun caveası büyük ölçüde kayalara oyulmuştur. Tiyatro daha sonraları arena olarak da kullanılmış, bu nedenle bazı düzenlemeler yapılmıştır.
Kaya mezarlarıyla ünlü Myra’da, mezarlar hemen tiyatronun üzerinde ve doğu taraftaki nehir nekropolü denilen yerde olmak üzere iki yerde toplanmıştır.
NOEL GÜNÜNDE SİZLERE SİNT NİKOLAAS İLE NOEL BABA’NIN AYNI KİŞİLER OLMADIĞINI VE ÇAM SÜSLEMENİN GERÇEK HİKÂYESİNİ YAZACAĞIM.
Inwoners van Myra noemen hem Noël Baba, vadertje kerst…
Turkije, thuisland van Sint Nicolaas
door HENK DE KONING
MYRA – In het centrum van het dorpje Demre aan de zuid-westkust van Turkije bevindt zich een oeroud kerkje gewijd aan de heilige Nicolaas. Sint-Nicolaas wel te verstaan, bij ons bekend van het strooien en zie-ginds-komt-de-stoomboot.
De fraaie kerk dateert uit derde eeuw, maar werd grotendeels herbouwd in de elfde eeuw. Nicolaas werd later bisschop van Myra, destijds een van belangrijkste steden van de Turkse landstreek Lycië. Van Myra resten nog slechts ruïnes. Ze bevinden zich op enkele kilometers ten noorden van Demre.
De Sint-Nicolaaskerk in Myra
Ook de wieg van Sint-Nicolaas stond in Lycië. In het jaar 280 zag de goedheiligman het levenslicht in het Turkse havenstadje Patara. De ruïnes van het stadje zijn nog altijd te vinden te midden van duinenrijen aan de zuid-westkust van Turkije.
Je zou denken dat de Sint in zijn geboortestreek als wonderdoener en groot kindervriend wel op een voetstuk zou staan. Dat is ook zo, maar niet als bisschop. Vreemd genoeg wordt Sinterklaas door zijn eigen dorpsgenoten geëerd als….de kerstman. ‘Noël Baba’, Vadertje Kerst, zeggen ze in het vroegere Myra, als ze het over ONZE Sint Nicolaas hebben!
Turkije kent tal van rustieke plekjes die nog niet door het massatoerisme zijn ontdekt.
Dit harde feit was ons al eerder geopenbaard: Sint Nicolaas komt niet uit Spanje, doch uit Turkije. Rijdend over daken en alom pepernoten strooiend moet hij rond de vijfde december in ons land dan ook worden beschouwd als een der vroegste Turkse gastarbeiders van ons land.
Met zijn knechten is de Sint hier bovendien dan illegaal aan het werk. De vreemdelingendienst ziet dit door de vingers. Het is historisch zo gegroeid en bovendien zou de hele Nederlandse kinderschare heftig in beroering komen indien Sint Nicolaas bij de grens al zou worden toegeroepen: “Ho, ho! Vol is vol!”
Op 6 december in het jaar 342 overlijdt de bisschop van Myra op 62-jarige leeftijd. In 1087 verdwijnen zijn stoffelijke resten uit de stad. Geroofd door Italiaanse zeelieden. In de Italiaanse stad Bari stellen ze de beenderen ten toon. Plots duiken hier ook de verhalen op dat Sint-Nicolaas bij leven tal van hemelse wonderen zou hebben verricht. Een lokmiddel voor vele duizenden pelgrims. Het stadje vaart er wel bij. Bari behoorde destijds tot het Spaanse rijk en wellicht om die reden is de Sint in onze ogen altijd Spanjaard gebleven.
Lycië zit toeristisch bezien vol verrassingen om in Sinterklaasstijl te blijven. Eeuwenoude rotsgraven, unieke grafhuizen en vreemdsoortige sarcofagen doemen in grote getale op in het afwisselende landschap van bergen, bossen, baaien en schilderachtige vissersdorpjes. De rust wint het hier nog van het massatoerisme.
Vanwege de vele natuurlijke havens hebben de Turkse zuid- en westkust altijd een belangrijke rol gespeeld bij de zeer levendige handel in het Middellandse-Zeegebied. De wateren rond Turkije liggen bezaaid met wrakken van schepen die het bij stormweer niet haalden of bij zeegevechten ten onder gingen. Een staalkaart van vele eeuwen maritieme geschiedenis bevindt zich hier onder water. Een interessant domein voor duikers.
Graven
Heel bijzonder in Lycische grafarchitectuur zijn de zogeheten ‘pijlergraven’. Losse, uit een stuk gehouwen pijlers met een grafkamer uitgehouwen aan de top. Een forse steen dekt die ruimte af. Sommige van de graven zijn voorzien van inscripties en reliëfs. Grafschriften die iets vertellen over het roemrijke verleden van de verstorvene. De ‘grafhuizen’ zijn rustplaatsen aangelegd in de vorm van een huis met uitstekende balken aan de buitenzijden. Honderden grafkamers, uitgehakt in een steile rotswand, vindt u in de plaats Pinara.
De karakteristieke Turkse rotsgraven.
De Turkse zuid- en westkust zijn uiterst belangwekkend vanwege de vele overblijfselen uit de tijd van de zevende eeuw voor Christus tot in het Byzantijnse tijdperk. Ook de Romeinen heersten hier en lieten tal van interessante sporen achter. Zoals het Romeinse theater van Xanthos, gebouwd tegen de noordhelling van de Lycische akropolis. Neem er een kijkje, de eeuwen knielen aan uw voeten.
Een bronzen beeld van Sint-Nicolaas in Demre toont een bebaarde man omringd door kinderen. De rijzige figuur heeft een Pietermanzak over de schouder geslagen. Echter het hoofd getooid met de karakteristieke afhangende muts van de kerstman. Nee, niet met een mijter!
Merk op dat de kerstman in veel landen wordt aangeduid met Santa Claus en u voelt de relatie met onze Sinterklaas. Wie de kerstman zoekt moet dus eigenlijk in Turkije zijn en niet aan de noordpool. Het is maar dat u het weet mocht u al bezig zijn met koffers pakken.
In de Sint-Nicolaaskerk van Demre bevindt zich nog altijd de lege tombe van Nicolaas. Het deksel is die van een Romeinse sarcofaag, dus niet oorspronkelijk meer. De prachtige wandschilderingen in de kerk dateren uit de tiende tot de veertiende eeuw.
Sint-Nicolaas was de beschermheilige van zeelieden, handelsreizigers, dieven, pandjesbazen, maagden, maar ook van prostituees. Beroemd is het verhaal van Sint-Nicolaas die enkele nachten achtereen een zak met goudstukken binnen de deur wierp van een arme man. Dank zij deze bruidsschat konden zijn dochters alsnog trouwen. Aan die daad van de Sint is mogelijk het strooien ontleend. In 1970 schrapte de rooms-katholieke kerk Sint Nicolaas van de lijst met officiële heiligen. Het Vaticaan geloofde er niet meer in. Slechts heimelijk wordt in de vertrekken rond de paus door een twijfelaar nog wel eens een schoen gezet. Doch zonder resultaat.