Amsterdam’ın kriminal bir mahallesinde yetişen ve tam 14 arkadaşı öldürülen Harvey Esajas, Ajax ve Feyenoord’ta oynadıktan sonra işsiz kaldı.
Tiyatro çadırı kurma işi yaparken 130 kilo olmuştu. Yakın arkadaşı Seedorf onu Milano’ya çağırdı. Antermanlardan sonra AC Milan ile anlaştı ve oynadı.
Hiçbir olaya karışmayan ve sabıka kaydı olmayan Esajas, kriminal çevrenin etkisinden kurtulamadı ve yine işssiz kaldı.
Şimdilerde, eşi Diana ile birlikte kurduğu bir vakıf kanalıyla yoksullara yardım edecek olan Esajas, Arapça öğrendikten sonra imam olacak.
İlhan KARAÇAY’ın haberi:
‘Üzüm üzüme baka baka kararır’ ata sözü, milyonlar kazanarak ünlü olmuş Amsterdamlı Harvey Esajas için de geçerli olmalı.
Hoş, çok ünlü bir futbolcu olmuş ve milyonlar kazanmış olan Esajas, baktığı üzümlerden tam olarak kararmamış olsa da, o kara üzümlerin esintisinden mağdur olmuş.
Hüzünlü yaşam öyküsünü anlatmaya çalışacağım Harvey Esajas, doğduğu ve geliştiği Amsterdam’ın Pijp mahallesinde herkes tarafından çok seviliyor.
Pijp mahallesi Amsterdam’ın en kriminal topluluğuna sahip bir mahalle olarak biliniyor. İşte bu nedenle bu mahallede yaşayanlara ‘üzüm’ yakıştrmasını yapıyorum ve birbirlerine bakan bu insanların nasıl karardıklarını önünüze seriyorum.
Harvey Esajas, Pijm mahallesindeki üzümlere çok baktı ama, onlar kadar kararmadı.
Bakınız ne diyor Esajas: ‘Ben öyle bir nahallede doğdum ve büyüdüm ki, tam 14 arkadaşım cinayete kurban gitti. Mahalle gençleri ile çok iyi anlaşıyordum ama, çoğunun meşgalesine katılmıyordum. Futbolu seviyordum ve oynuyordum. Özellikle annem bu konuda bana en iyi tavsiyeleri veriyordu.’
Harvey Esajas maceralı yaşamından sonra şimdi Hollanda medyasında geniş yer alıyor.
Yazılarını pedagogic, sosyologic ve psikolojik bir şekilde ele alan ve çok beğeni kazanan dostum Veyis Güngör de Hollanda medyasından esinlenerek bir yazı kaleme almış. Bakınız Veyis Güngör bu konuda gençlerimizin de yararlanabilmesi için bu konuyu nasıl izah etmiş:
‘Harvey Esajas, Amsterdam’da, Sürinam’lı Hristiyan bir ailenin oğlu olarak dünyaya geldi. Kriminal arkadaşları vardı ama o kendisini futbola verdi. Ajax en Anderlecht genç takımlarında top koşturdu.
Ajax ve RSN Anderlecht genç takımlarında başlayan futbol kariyeri, 1993 yılında Feyenoord takımında yükselmeye başlıyor Harvey’in. Bir süre FC Groningen takımında oynayan Harvey, Real Madrid’de oynamak için İspanya’ya gidiyor. Bir ara futbolu bırakıyor ve 2005 yılında AC Milan’da oynamaya başlayana kadar, bulaşık yıkayıp, diskotekte çalışmaya başlıyor. Ancak, Harvey bu sıra 130 kilo olmuştur.
Tiyatro çadırı kurma işinde çalışırken, yakın arkadaşı Clarence Seedorf onu Milano’ya çağırıyor.Yaptığı antremanlardan sonra futbol oynayacak duruma geliyor ve AC Milan ile anlaşma yapıp futbol yaşamını başarı ile sürdürüyor. Ne var ki, geçmişi ile meşgul olan kafası onu futbol aynamaktan alıkoyuyor ve futbol kariyerine son vererek Hollanda’ya geri dönüyor.
Harvey Esajas, iki yıl önce, Amsterdam’daki sorunlu ve durumu iyi olmayan gençlere spor yoluyla yardımcı olabilmek için eşi Diana ile birlikte “I-Sport-Special” vakfını kurdu.
‘En iyi futbolcu’ olarak ün salan Harvey Esajas, eski bir arkadaşının, Hz. Muhammed ile ilgili okuduğu bir yazıdan olağanüstü etkilenmiş. Arkadaşıyla birlikte camiye gitmiş. İmam, Kur’an-ı Kerimden bir sayfa açmış, İhlas Suresini okumaya başlamış. “Allah eksiksiz, sameddir. Bütün varlıklar O’na muhtaç, fakat O, hiçbir şeye muhtaç değildir…”.
Harvey’in psikolojisi altüst olmuş. Elini masaya vurmuş ve ‘işte bu’ demiş. İmam, daha sonra Ayetel Kürsi’yi de okumuş. “Allah’tan başka hiçbir ilah yoktur. O. Daima yaşayan, daima duran, bütün varlıkları ayakta tutandır. O’nu ne gaflet basar, ne de uyku…”.
Harvey, bir çırpıda ezberden bildiği on kuralı söylemeye başlamış. Kısa bir süre sessizliğe boğulmuş Harvey. Kendine gelince, ‘işte yıllardır hissetiğim tam da bu’ demiş ve şehadet getirmiş.
Hıristiyan bir ailede büyüyen Harvey, futbol oynamadığı pazar günleri kiliseye devam gitmiş. Ancak, çok genç yaşlarda kilisede duydukları kafasına takılmış. Bir Noel arifesinde, Papaz’ın yanına kadar gitmek durumunda kalan Harvey’e, ‘melek nedir’ diye soruluyor. ‘Haber veren’ cevabından sonra, Harvey şu beklenmeyen soruyu yöneltiyor: ‘Eğer, Hz. İsa, Orta Doğu’dan geldiyse, neden saçları sarı, gözleri mavi?’. ‘Anlatılanlara inanmayacağım, kendim araştıracağım’ diyerek yola çıkan Harvey, her zaman, herkesten büyük olan bir şey olduğunu düşündüğünü söylüyor.
Gençlere mesajı İslam’ın üç prensibini, ‘dürüst, dindar ve erdemli olsözünü gençlere tavsiye etmek isterim’ diyen Harvey, gençlerin kesinlikle ümitsiz olmamalarını tavsiye ediyor. Problemli bir mahallede yetiştiğini, bir çok gencin suça bulaştığını belirten Harvey, kendi yaşamının, gençlerin ümitli olmaları için bir örnek olduğunu hatırlatıyor. Her insanın farklı bir hikayesi olduğunu, hata yapabileceğini, ancak asla ümidin elden bırakılmamasına dikkat çeken Harvey, ‘You don’t plan to fail, you fail to plan” gerçeğinin farkına vardığını söylüyor.
Misyonunun insanlara iyilik yapmak, yardım etmek, ihtiyaçlarına cevap vermek olduğunu belirten Harvey, Kuran’ı okuyabilmesi, peygamberin hadislerini öğrenmesi için Arapça öğreniyor. Harvey, imam olunca, Amsterdamlı gençlere yaşayan bir örnek olarak yaklaşacağını belirtiyor.
Hollanda medyasında, Harvey Esajas’la yapılan çeşitli söyleşilerde, ‘eski futbolcu imam olmak istiyor’, ‘profesyonel futbolcunun yeni yaşam sitili: imam olmak’, ‘AC Milan ve Pijp arasında bir yaşam’ gibi başlıklar atılıyor.
Harvey’in, Feyenoord, Ajax ve AC Milan gibi takımlarda oynadığına atıf yapılarak, İslam’ı seçtiği yazılıyor. Harvey ile yapılan bu söyleşilerden, bazı pasajları, karamsarlığa düşen bir kısım gençlerimize fayda sağlar düşüncesiyle kaleme aldım.
Veyis Güngör’e pek çok beğeni gönderen okurları gibi, ben de tebriklerimi iletiyorum.
Rotterdam ve Schiedam’da ölü vermemiştik, Mölln’de 3, Solingen’de 5 ölü vermiştik.
Her yıl acı ile andığımız 23 Kasım 1992 Mölln ve 29 Mayıs 1993 Solingen yangınları kundaklamalarından ders çıkarılmıyor.
Yaşanan tüm olayları yerinde incelediğim zaman ‘Bu bir vahşettir’ demiştim.
Vahşet, basit eleştiriler ile savsaklanacak bir bir oluşum değildir ve her an yeniden oluşmaya müsait ortamlar var.
Doğrudur, bizde de 6-7 Eylül vahşeti yaşanmıştı. Özür olarak kabul edilmez ama ortada bilinçli bir tahrik vardı.
İlhan KARAÇAY’ın analizi:
Yaşamakta olduğumuz modern çağda (!), uygar görünümlü modern (!) devletlerin ve halkların, insancıl (!) ifadelerine takılmayınız.
Bu sözde modern ve insancıl devletler ve halkların geçmişleri vahşetler ile doludur.
Sömürgeci zihniyetin, geri kalmış ülkelerde yaptıkları vahşetler tarih sayfalarında kaybolmayacaktır.
Aynı devlet ve halkların yakın tarihimizde de yaşanmış vahşetleri vardır.
Yugoslavya’nın parçalanışı ve Bosna’daki Srebrenitsa Katliamı, Saddam Hüseyin’in ortadan kaldırılarak Irak’ın parçalanması, Mısır’ın bölünmesi, Kaddafi’nin ortadan kaldırılarak Libya’nın parçalanması ve Suriye’nin bu hale düşürülmesi, hep bu sözde modern ve demokrat ülkelerin vahşice planlarıdır. Bunlara, Afganistan’daki son durumu da ekleyebiliriz.
Yakın tarihimizde, uluslararası olmasa da, ulusal sınırlar içerisinde pek çok vahşet olaylarına şahit olmuşuzdur. Bu vahşetleri de, sözde modern ve insancıl halklar gerçekleştirilmiştir.
Avrupa’da bi ril sayılacak olan ırkçılık hareketleri 1972 yılında Rotterdam’da başlamıştı. Yakından takip ettiğim Rotterdam olayları Hürriyet’te günlerce yayınlandı.
Göç alan ülkelerde cereyan eden ve bizzat şahsımın da yakından izlediğim ilk vahşet olayları Rotterdam’da yaşanmıştı. Türklerin varlığına tahammül edemeyen ırkçı halk kesiminin başlattığı Rotterdam olayları tam bir hafta sürmüştü. Yazımın en sonuna detaylı olarak ekleyeceğim haberimde bu olayın içyüzünü okuyabileceksiniz.
Rotterdam olaylarını bir Hollanda gazetesi de ‘Bir hafta nefret ve siddet’ başlığıyla vermişti.
Rotterdam’da yaşanan vahşetin üzerinden 4 yıl geçtikten sonra, 1976 yılında yine bir ağustos günü, bu kez Rotterdam’ın banliyösü Schiedam’da Türk işyerleri ve evleri talan edilmeye başlandı.
Schiedam olayları sırasında bir yurttaşımız can vermişti.
Rotterdam ve Schiedam’da yaşanan olaylar, Hollanda’yı tüm dünyada ırkçı bir toplum olarak tanıtmıştı. Bu konudaki haberi altlarda göreceksiniz.
MÖLLN VAHŞETİ
23 Kasım 1992 günü, Almanya’nın kuzeyindeki Mölln’de, ırkçıların bir Türk evini kundaklayarak yaktıkları haberi geldi. O sırada GÜNAYDIN’ın Almanya müdürlüğünü yapan Günhan Altınkaynak telefonla aramış ve ‘Ne duruyorsun, çabuk Mülln’e fırla’ demişti.
Otomobil ile çiktığım yol 4 saat sürmüştü. Mölln’e geldiğim zaman 3 ceset çıkarılan evden dumanlar çıkıyordu. Aşırı sağcı ve ırkçıların sebepsiz olarak kundakladıkları evde, 10 yaşındaki Yeliz Arslan, 14 yaşındaki Ayşe Yılmaz ve 51 yaşındaki Bahide Arslan yaşamlarını yitirmişlerdi.
22 Kasım’ı 23 Kasım’a bağlayan gece, aralarında baş suçlu Michael Peters ve Lars Christiansen’in bulunduğu bir grup, önce Ratzeburgerstr.’da bulunan Türklere ait binaları, sonra da Arslan ailesinin evini ateşe verdiler. İtfaiye ekipleri Ratzeburgerstr.’daki yangın yüzünden gecikince, Arslan ailesinin üç ferdi yanarak can verdi. Olay yerine gelen itfaiye ekipleri içeri girdiklerinde, 6 saattir duman soluyan ve babaannesi Bahide Arslan’ın ıslak battaniyelere sarıp masanın altına soktuğu İbrahim Arslan ağır yaralı olarak çıkarıldı. Oğlu Emrah’ı da ıslak battaniyeye sarıp 7 metre yükseklikten aşağıya atlayan Ayten Arslan ise iki sene süren tedavisinin ardından, hayata ‘engelli’ olarak dema etmek mecburiyetinde kaldı
Mölln halkı bu vahşet karşısında çok şaşırmıştı. Öğleden sonra yapılan protesto gösterilerine binlerce Alman ve Türkler ile dayanışma içinde olan insanlar katılmıştı. Tabii ki bunu fırsat bilen bizim ayrılıkçılar da gösteride provakasyon yaparak ortalığı dağıtmışlardı. Polisin bu kez Alman ırkçılar yerine bizim ayrılıkçılarla çatışması başgöstermişti.
Mölln’deki kundaklamayı yapanlardan Michael Peters ve Lars Christiansen 15’er yıl hapis yattıktan sonra, şimdilerde maalesef insanlık dışı eylemlerini sürdürüyorlar.
29 YIL ÖNCEYDİ
Geçtiğimiz 23 Kasım günü, 29 yıl önce yaşanan vahşet yapılan çeşitli törenlerle anıldı.
Irkçılığın kınanması ve benzeri saldırıların bir daha yaşanmaması amacıyla düzenlenen programa, Türkiye’nin Hamburg Başkonsolosluğu Muavin Konsolosu Osman Taş, Mölln Belediye Başkanı Jan Wiegels, olayda hayatını kaybedenlerin akrabaları ve çevrede yaşayan Almanlar katıldı.
Faciada annesi ve kızını kaybeden Faruk Arslan kundaklanan evin önünde yaptığı konuşmada, “Annemi, kızımı ve yeğenimi kaybetmenin acısı hep taptaze ve burada her konuşma yapmamda aynı acıyı yaşıyor, zorlanıyorum. 29 yılda çok yoruldum. Bedenim bana evde kalmamı söylerken ruhum farklı düşünüyor. Hiçbir şey yapmadan, bir şey olmamış gibi ailemin karşısında oturamam. Yorulsam da zor gelse de ırkçılığa, aşırı sağa karşı mücadelemiz devam edecek.” ifadelerini kullandı.
Irkçılıkla ortak mücadelenin önemini vurgulayan Arslan, “29 yıldır bu yolda bizi yalnız bırakmayan, sevdiklerimizin, yaşadığımız acıların unutulmasına izin vermeyen sizlere teşekkür ediyorum. Irkçılığın ne çevremizde ne Almanya’da ne de dünyada yeri yok. 1971 yılında Almanya’ya geldiğimde yemyeşil ve rengarenkti. Bu renkleri koruyabilmek için ırkçı zihniyetlerle ortak mücadele edelim, Nazilere hep beraber ‘dur’ diyelim.” dedi.
Muavin Konsolos Taş törendeki konuşmasında, aradan 29 yıl geçmesine rağmen Almanya’da hala ırkçı saldırılar ve yabancı düşmanlığının yaşandığına, hastalıklı ruhların hala insanları etnik kimliklerine ve inançlarına göre ayrıştırdığına dikkat çekti.
Mölln Belediye Başkanı Jan Wiegels de aşırı sağa karşı ortak mücadelenin, dinler ve kültürlerarası diyalogların önemini vurguladı.
Almanya’da 1990 yılından bu yana 200 insanın aşırı sağcı ve antisemitik saldırılara kurban gittiğine dikkati çeken Wiegels, bu tür olayların bir daha yaşanmaması için acıların diri tutulmasının, hatırlatılmasının önemli olduğunu ifade etti.
Anma etkinliğinde kundaklanan evin önüne çok sayıda çiçek ve çelenk bırakıldı.
SOLİNGEN VAHŞETİ
Mölln vahşetinin üzerinden henüz bir yıl bile geçmeden 29 Mayıs 1993 günü, bu kez Solingen’de bir Türk evi ırkçılar tarafından ateşe verildi.
Yine talimat üzerine gttiğim Solingen’de durum korkutucu ve içler acıtıcıydı. Genç ailesinin 5 ferdi, bu kundaklama sonuncunda feci şekilde yanarak can vermişti.
Fotoğraftaki manzara ile karşılaştığım Solingen’deki evden, Genç ailesinden Hülya Genç (9), Gülüstan Öztürk (12) ve Hatice Genç’in (18) cesetleri çıkarılırken, Gürsün İnce (27) ve Saime Genç (4) ise kaldırıldıkları hastanede hayatlarını kaybettiler.
Genç ailesi, 1970’li yıllarda Karadeniz bölgesinden Almanya’daki Solingen kasabasına taşınarak yeni bir hayata başlamıştı. Aile fertlerinin artmasının ardından, eski ahşap bir binaya taşındılar. Polis sorgularında da denildiği gibi, kalabalık ama mahallede kimseyle sorunu olmayan bir aileydi.
İşte o aile, 29 Mayıs 1993 yılında ırkçılığın en çirkin yüzüyle karşı karşıya geldi.
Kundaklama sonucunda hayatlarını kaybedenleri anmak için çeşitli etkinlikler yapılıyor. Solingen kurbanları da, Mölln kurbanları gibi her yıl törenlerle anılıyor. Geçtiğimiz 29 mayıs günü, 28’inci yılı anılan Solingen kurbanları önimizdeki mayıs ayındada anılacaklar.
Solingen katliamının en büyük mağduru Kamil Genç, hayatını kaybeden kızları ile ilgili, “Vefat eden kızlarım durmuş olsaydı şu anda 33, 36 ve 37 yaşlarında olacaklardı” diyor.
Yaşanan ırkçı saldırının failleri, çeşitli sürelerde hapis cezalarını çekip serbest kaldılar ve unutuldular. Ancak o gece kızlarını, yakınlarını kaybeden Kamil Genç, aradan geçen bunca yıla rağmen hala olayın şokunu atlatabilmiş değil.
Kamil Genç, o acı gün ile ilgili şunları söyüyor: “O anki bağrışlar, ağlamalar, itfaiyelerin buradaki çalışmaları, hepsi gözümün önünde sanki dün olmuş gibi veyahut bugün olmuş gibi… Bunları ancak vefat ettiğimiz zaman gözümün önünden gidebilir. Yoksa aynen devam ediyor. Çünkü olayın yaşandığı saat bir buçuğa kadar zaten uyuyamıyoruz. 28 senedir aynı, saat gece bir buçuk olmadan uyuyamıyoruz. “
HANAU SALDIRISI
Irkçı saldırıların en tazesi 19 Şubat 2020’da yine Almanya’nın Hannau kentinde yaşanmıştı. Tobias Rathjen tarafından iki nargile kafeye ve bir büfeye ırkçı saldırı düzenlenmiş ve saldırıda Mercedes Kierpacz, Sedat Gürbüz, Gökhan Gültekin, Hamza Kurtoviç, Ferhat Ünvar, Kaloyan Velkov, Vili Viorel Paun, Said Nesar Hashemi ve Fatih Saraçoğlu hayatlarını kaybetmişlerdi.
Rathjen, saldırının ardından evine dönerek annesi Gabriele Rathjen’i öldürdükten sonra intihar etmişti.
Mölln ve Solingen’den ders çıkarmayan Almanya NSU’yu görmezden geliyor…
Möln, Solingen ve Hanau’da olduğu gibi, 2000-2006 yılları arasında sekiz Türk ve bir Yunan vatandaşı Nasyonal Sosyalist Yeraltı (NSU) isimli ırkçı terör örgütünün cinayetine kurban gitmişti. Ne var ki emniyet ve istihbarat birimleri ırkçı motivasyonlu cinayetlerin üzerine gitmedi.
NSU, ilk cinayetini 9 Eylül 2000’de işledi. Böhnhardt ve Mundlos, Nürnberg’de seyyar çiçekçi Enver Şimşek’i 8 kurşunla öldürdü.
19 Ocak 2001’de Köln’de bir İranlıya ait markete bombalı saldırı düzenleyen NSU üyeleri, 13 Haziran 2001’de Nürnberg’de terzi Abdurrahim Özüdoğru, 27 Haziran 2001’de Hamburg’da manav Süleyman Taşköprü, 29 Ağustos 2001’de Münih’te de market işleten Habil Kılıç’ı katletti.
Kılıç’ı öldürdükten sonra 2,5 yıl cinayetlerine ara veren Neonaziler, 25 Şubat 2004’te Rostock’ta döner büfesinde çalışan Mehmet Turgut’u vurdu.
NSU üyelerinin, 9 Haziran 2004’te Köln’de Türklerin yoğun yaşadığı Keup Caddesi’nde düzenlediği çivili bomba saldırısında 22 kişi yaralandı.
9 Haziran 2005’te Nürnberg kentinde döner büfesi işleten İsmail Yaşar’ı öldüren Mundlos ve Böhnhardt, 15 Haziran 2005’te Münih’te Yunan vatandaşı çilingir Theodoros Boulgarides’i, 4 Nisan 2006’da Dortmund’da büfe işleten Mehmet Kubaşık’ı, 6 Nisan 2006’da Kassel’de internet kafe işleten Halit Yozgat’ı ve 25 Nisan 2007’de Alman polis Michele Kiesewetter’i öldürdü.
Beate Zschaepe’nin cinayetler sırasında olay yerinde bulunduğuna ilişkin şimdiye kadar somut kanıt elde edilemedi. 8 Türk ve bir Yunan’ın öldürüldüğü cinayetlerde “Ceska 83” marka silah kullanıldığı tespit edildi.
Bugün de durum farklı değil
Avrupa’nın dört bir yanında yaşanan göçmen problemi, hali hazırda ırkçılıkla mücadele sorununun yaşandığı Almanya’da, yaşanan krizi daha da körükledi.
Alınan önlemlerin yetersizliği, sadece göçmenler tarafından değil Alman siyasetçiler tarafından da gündeme getirildi.
Bild gazetesine açıklamalar yapan Almanya Dışişleri Bakanı Heiko Maas, ülkesini ırkçılıkla savaş konusunda tembel olduğu gerekçesiyle eleştirdi.
Alman vatandaşlara, “Koltuklarımızdan kalkmalı ve ağzımızı açmalıyız” çağrısı yapan Maas, “Bizim neslimize özgürlük, hukukun üstünlüğü ve demokrasi hediye olarak verilmişti. Biz bunlar için savaşmak zorunda değildik. Şimdi her şeyi garanti görüyoruz” dedi.
Almanya’nın bu güne kadar gelmiş geçmiş en güçlü şansölyesi olarak tanımlanan Merkel de ırkçılığa karşı tepkisini, “Almanya’da sokaklarda nefrete yer yok” sözleriyle dile getirmişti.
HOLLANDA’DA DURUMDA DEĞİŞİKLİK YOK
Hollanda’da yıllardır yaşanan ırkçı eylem ve söylemlerde bir değişiklik yok. Irkçı partilerin liderleri PVV’li Wilders ve FvD’li Baudet’in eylem ve söylemleri kışkırtıcılığını kaybetmiyor. Irkçıların camilere yaptıkları saldırılar durmuyor.
Ülkeyi yöntenler ve diğer siyasiler, göstermelik kınamalardan başka bir şey yapmıyor. Hemen hemen hiç cezsı olmayan ırkçılık için bir ceza kanunu yapılmıyor.
Bu durumda bize, ‘Görünürde demokrat ve insancıl, gerçekte anti demokrat ve insanlık dışı devletler ve halklar’ demecten başka bir şey kalmıyor.
**********************************************************************
Zamanı olanlar ve dosyalamak isteyenler için Rotterdam ve Schiedam olaylarını altta yineliyorum:
İlhan KARAÇAY’ın analizi:
(İbret alınacak bu analizi
dosyalayıp saklayınız)
IRKÇI OLAYLAR İNSANLIK AYIBIDIR…
49 Yıl önce Rotterdam’da yaşanan Türk evlerine saldırı olayları, Hollanda tarihinde kara bir leke olarak kaldı.
Allah korusun, Türkiye’de patlak verecek bir olay, Rotterdam’dakine benzemez ve tam bir faciaya dönüşür.
Türkiye’de gündemde olan ‘Suriyeliler’ konusu, düşüncesiz bir şekilde sarf edilen bazı sözler ve uygulanmaya konulmak istenen bazı kurallar nedeniyle büyük tartışma konusu oluyor.
Bu konuda iktidar ve muhalefet mensuplarının, sonunun nereye varacağını hesap etmeden sarfettikleri sözler, Allah korusun büyük bir felakete yol açacak nitelikte.
Bu konudaki muhtemel bir tehlikeyi, Hollanda’dan örnekler vererek izah etmeye çalışacağım ama, Hollanda’daki Türk toplumu ile Türkiye’deki Suriyeli toplumunun konumu hakkında biraz bilgi vermem gerekecek.
Hollanda’daki Türkler, ülkeler arasında yapılan ikili anlaşmalar sonrasında Hollanda’ya getirilmişlerdir. Hem de davul zurna eşiliğinde yapılan karşılama törenleriyle…
Anlaşmalar, Türkler’in buradaki geleceğini garanti altına alıyor ve uluslararası hukuk kuralları ile de perçinleniyordu.
Ne var ki, devletin alacağı yanlış kararlara karşı güvencesi olan Türklerin, halk karşısında bir güvencesi yoktu. Nitekim öyle de oldu.
Hollanda’ya gelişleri 10 yıl dolmadan, halkın belli bir kesimi tarafından, ‘İşimizi elimizden aldılar, sokaklarımızı pisletiyorlar ve gürültü yapıyorlar’ diye suçlanmaya başlanan Türk toplumu, bazı siyasetçilerin ve medya organlarının kışkırtmasıyla ağır bir baskı altında yaşamaya başladı.
Münferit olaylardan sonra, 1972 yılında Rotterdam’da ve 1976 yılında da hemen yakındaki Schiedam’da, Türk evlerine ve işyerlerine saldırıların yapıldığı acı olaylar yaşandı.
Sizelere bu olayları gazete kupürleri ile anlatmadan önce, Türkiye’deki Suriyeliler’in konumu hakkında bilgi vermek istiyorum.
Türkiye’deki, sayıları beş milyon olduğu belirtilen Suriyeliler, Türk devleti tarafından getirilmedi ve güvence altına alınmak için de anlaşma yapılmadı. Suriyeliler, ülkelerinde çıkan iç savaş nedeniyle, gümrük kapılarından değil, sınırlardan kaçarak Türkiye’ye sığındılar. Türkiye, ölümden kaçan bu çaresiz insanları, gerek insanlık borcu ve gerekse uluslararası kurallar gereği kabul etti. Türkiye’ye sığınan Suriyeliler, uluslararası bir kuralın gereği olarak kabul edilmeliydi ama, ülkelerinde ortam normale döndüğü zaman da, ülkelerine geri gönderilebilirdi.
Zira, Hollanda’daki Türkler, hakları güvence altına alınmış göçmenlerdi, Suriyeliler ise sadece sığınmacıydı.
Türkiye’deki Suriyelilerin konumu her ne kadar dezavantajlıysa da, bu insanlar için söylenecek sözler rencide edici olmamalıdır. Bu insanlar, güvenceleri olmadığı için ve kendilerine bir söz verilmiş olmadığı için geri gönderilebilir ama, ortamın normale dönüşmesi beklenmelidir. Zira bu konudaki uluslararası kurallar da işlemektedir.
‘Bolu Beyi’ gibi ortaya çıkan Beldiye Başkanı’nın, Suriyeliler’i geri dönüşe zorlamak amacıyla koymak istediği kural, 10 yaşında bir çocuğun dahi yapmayacağı saçma bir kuraldır.
10 yaşında bir çocuğun sahip olduğu zekâya bile sahip olmayan bu Bolu Beyi, yabancılar için elektrik, su ve vergileri tam on misli daha fazla alacağını ilan ederek, tüm dünyada komik duruma düştü.
Ne gariptir ki, bu Bolu Beyi’ni alkışlayanlar oldu.
Suriyeliler’in varlığından rahatsız olan insanlar tabii ki geri gönderilmelerini arzu edebilirler ama, gerek insanlık adına ve gerekse uluslararası kurallar adına sabırlı olmalılar.
Hollanda’da yaşanan her olay sonrasında, inisiyatifi ele alıp, Türkler’i savunmaya soyunan naçizane şahsım, Hollanda parlamentosunda kürsüye çıkarak ve televizyonlarda konuşarak hak aradım. Tabii ki bunu yaparken, gerek Hollanda demokrasisi ve gerekse halkın toleranslı oluşundan yararlandım.
Şimdi sorarım sizlere, Suriyeliler içinden bir İlhan Karaçay çıkarsa, ve Hollanda’da yapılanları Türkiye’de yaparsa ne olur?
Facebook’ta, Türkiye’deki bir Suriyeli’nin görüntüsü yayınlandı. Bu Suriyeli çok bozuk Türkçesi ile, ‘Ne istiyorsunuz bizden kardeşim? Biz burada çalışıyoruz, vergi veriyoruz…’ gibisinden laflar ediyordu ama hiç de sempatik gelmiyordu. Bu adama yapılan reaksiyonları gördünüz mü? Allah korusun, yarın bu laflar sokaklarda söylenmeye başlandığı zaman ne olur biliyor musunuz? Sonuçta, Suriyeliler de kendilerini savunmaya çalışacaklardır.
Suriyeliler’den korktuğumuz için değil, insan haklarına ve uluslararası kurallara saygılı olduğumuz için, rencide edici sözler sarfetmemeliyiz.
Şimdi, Hollanda’da bulunan, hakları güvence altına alınmış göçmen bir Türk toplumu ile, hakları güvence altında olmayan, iç savaştan kaçarak Türkiye’ye sığınan Suriye toplumu arasındaki farkı anladık değil mi?
Bu anlayış ile hareket etmenin de bir insanlık borcu olduğunu vurgulayarak, tam 49 yıl önce yine bir ağustos ayında yaşanmış olan Rotterdam ve 45 yıl önce yaşanmış Schiedam olaylarını, gazete kupürleri ile anlatayım.
ROTTERDAM OLAYLARI
1972 yılının bir ağustos gecesiydi. Rotterdam’a 100 km. mesafede bulunan Zeist kasbasındaki evimin telefonu çaldığı zaman gece saat 00.30’du. Bana bağlı olarak çalışan muhabirlerimizden Senan Bilgin arıyordu: ‘Abi çabuk gel, burada büyük olaylar yaşanıyor. Türk evlerine saldırılıyor ve otomobilleri yakılıyor.’
Böyle bir cümleyi duyunca hemen yola koyulmak şart olmuştu tabii…
Ondan sonrası malûm. Kahvehane ve pansiyon sahibi bir Türk’e kızmış olan mahalle halkı ortalığı kasıp kavuruyordu.
Polis vardı ama, saldırılar sabaha kadar sürmüştü.
Sonra ortalık sakinleşti.
1972 Yılında Rotterdam’da meydana gelen olaylar sırasında, ünlü programcı
Jaap van Meekren, olayları görüntülerken benimle de bir röportaj yapmıştı. Söyleşide, refah içinde ama sevgisiz gelişen Hollanda gençliğinden söz etmiştim.
‘Oh’ demiştik ve bu kadarla kurtulmuş olduğumuza sevinmiştik.
Ama umduğumuz olmadı. Ertesi günün akşamı toplanan mahalle gençleri, saldırıları sürdürmüştü. Polis yine vardı ama nafile…
Evlerimiz ve otomobillerimiz yine alevler içindeydi.
İş bununla bitecek diye düşünmüştük ama, maalesef yine olmadı. Bu kez, ülkenin dört bir yanından gençler, örgütlü bir şeklide Rotterdam’a gelmeye başlamışlardı. Her akşam saatlerinde gençler Rotterdam’a geliyor ve saldırıları sürdürüyorlardı. Bu tam bir hata böyle sürdü.
Gazete kupürlerinde göreceğiniz gibi, bu olaylar Türkiye’de manşetlerden düşmediği gibi, dünyada da haber konusu olmuştu.
IRKÇI SALDIRILARA, SOKAK KAVGASI DİYEN BAŞKONSOLOS
55 yıldır görev yaptığım Hollanda’da, tesadüf ya, Rotterdam’a ilk gelen Başkonsolos Ali Namık Aykaç ile, gider ayak bozuşmuştum. (Başkonsolosluk daha önce Lahey’deydi)
Bozuşma nedenimiz şuydu:
Malum 1972’de Rotterdam olayları, tüm dünyada Hollanda’ya puan kaybettiren olaylardı.
Bir hafta süren ve yaralanıp hastanelere yatırılan Türkler olduğu halde, Başkonsolos Ali Namık Aykaç, özellikle benim Hürriyet’te yayınlanan haberler nedeniyle ayağa kalkan parlamentoya bilgi vermesi gerekenlere, ‘Burada yaşananlar adi bir sokak kavgasıdır’ şeklinde bir rapor sunmuştu.
Zamanın Çalışma Bakanı Ali Rıza Uzuner de mecliste ‘Rotterdam’da yaşananlar adi bir sokak olayıdır. Medya abartıyor’ gibi laflar etmişti.
‘Adi bir sokak kavgası’ denilen olayların vehametini anlatabilmek için, hastanede komada yatan Mustafa Albayrak’ın fotoğrafını çekmeyi başardım ve haber atlatma lüksünü bir kenara atarak tüm mdeyaya dağıttım. Bu fotoğraf Hollanda TV’sinin ana haber bülteninde de yayınlanmıştı.
Bunun üzerine gazetem benden ille de yaralı fotoğrafı istemişti. Ünlü parlamenterimiz Nebahat Albayrak çocuk iken yaşanan olaylarda, amcası Mustafa Albayrak, başına yediği bir taş darbesi ile komaya girmiş ve hastaneye yatırılmıştı. Akla gelemeyecek atraksiyonlar yaparak girdiğim hastanede Albayrak’ın fotoğrafını çektim ve birkaç yaralı fotoğrafıyla birlikte, haber atlatma lüksünü hiçe sayarak, hem Türk medyasına ve hem de Hollanda medyasına dağıttım. Böylece hem Rotterdam Başkonsolosumuza ve hem de Bakanımıza gerekli cevabı vermiştim.
Rotterdam olayları Hollanda gazetelerinde de boy boy yer alıyordu. Trouw gazetesi, Türk Bakan Uzuner, yaşananların ırkçı saldırı olmadığını düşünüyor’ başlığını kullanmıştı.
Başkonsolosomuzun bir skandal hareketi daha vardı.
Hollanda medyası kendisine, ‘Ne yapmayı düşünüyorsunuz’ diye soru yöneltince, ‘Benim tayinim çıktı yarın gidiyorum, benden sonra gelecek olana sorun’ diye yersiz ve saçma bir cevap vermişti.
Rotterdamsch Nieuwsblad gazetesi, 12 ağustos 1972 sayısında, ‘Türk mahallesindeki tedhiş, şimdi polise karşı’ başlığıyla verdiği haberinde, ‘Almanya’daki Türkler’in trenlerle akın akın Rotterdam’a geleceği bildiriliyor’ diye yazdı.
Yukarıdaki kupürde, her ne kadar ‘Türk işçileri Hollanda’da halkla ve polisle çatışıyor’ gibi bir başlık kullanılmışsa da, Türk işçileri sadece kendilerini savunmakla yetinmişlerdi.
17 Ağustos 1972 tarihli Hollanda gazetesi ‘Het Vrije Volk’ ( Özgür Halk), olayları Hürriyet’te yayınlanan haberin kupürü ve ‘Bir hafta nefret ve şiddet’ başlığıyla yayınladı.
Utrechts Nieuwsblad gazetesi, ‘Türkler evlerinden çıkmaya cesaret edemiyorlar’ başlıklı haberinde, 62 kişinin tutuklandığı başlığını atarken, Türkiye’deki medyanın, Rotterdam olaylarında ılımlı davrandığını ve sadece Hürriyet’in olayları kendi muhabiri (bendeniz) ile takip ettiğini yazdı.
Rotterdamsch Nieuwsblad gazetesi, Hürriyet kupürü ile yayınladığı haberinde, genellikle Hürriyet’in haberinde yazılı olanların tercümesini kullandı. Gazete, Hürriyet’in ‘Türkler yasalara uygun hareket ederlerse, haklılıklarına halel gelmez’ sözlerini başlık olarak kullandı.
Rotterdam olaylarının üzerinden10 gün geçtikten sonra Rotterdm’a gelen Çalışma Bakanı Ali Rıza Uzuner yurttaşlarımız ile görüşmüştü. O sırada Tahtın varisi olan Prenses Beatrix de yaptığı açıklamada, olaylardan utanç duyduğunu söylemişti.
Rotterdam olaylarının ardından, 1976 yılında bu kez Schiedam’da Türk evlerine ve işyerlerine saldırı başladı. Olaylar, bir Türk’ün işlemiş olduğu cinayet suçundan sonra başlatılmıştı.
Schiedam olayları da, Rotterdam’daki gibi günlerce sürmüştü. Türkler’in göç etmeye başlaması üzerine, kentin Belediye Başkanı, ‘Türkler giderse Schiedam ekonomisi çöker’ demişti.
Schiedam olaylarından sonra, Hollanda’ya özel olarak getirdiğimiz, ünlü yazar Murat Sertoğlu ile çeşitli toplantılar yapmış ve yurttaşlarımıza moral yüklemiştik. Toplantılardan birine Belediye Başkanı Lems eşiyle birlikte gelmişti.
Dilerim, yukarıda yazılanlar ve gazete kupürleri, Türkiye’de yaşanması muhtemel olan tatsız olaylar için bir ibret ve örnek teşkil eder, yetkililer ve etkililer de bu bret ve örneklere göre davranırlar.
Stichting Inter Talenten Gençlik Derneği ve Hollanda Türkiye Ticaret Odası Derneği’nin ve ortak çalışması ile başlatılacak olan kurslar Rotterdam’da gerçekleşecek.
İlhan KARAÇAY’ın haberi:
Hollanda’da bir koltuğa 3 karpuz sığdırdıktan sonra, dördüncü ve beşinci karpuzları da aynı koltuk altına sığdırmaya çalıştığını daha önce belirtmiş olduğum Ethem Emre için şu başlıkları kullanmıştım: *Kaza kurbanlarına tazminatlarını kazandırıyor… *Hollanda-Türk Ticaret Odası’nı başarıyla yönetiyor… *Türk gençlerini eğitim sonrası iş hayatına hazırlıyor…
*Dördüncü karpuz yolda: Türk Ticaret Merkezi
Ethem Emre, yine kendi inisiyatifi ile kurmuş olduğu, Stichting Inter Talenten Gençlik Derneği, Hollanda Türkiye Ticaret Odası Derneği ile ortaklaşa ilginç bir kurs başlatıyor.
HBO ve Universtite eğitimine devam eden ve bitirenler için Kariyer, Dil, Kültür, Tarih ve toplumsal bilinçlenme konularıda organizeler yapmayı amaçlayan ve gençlerimizin bir araya gelerek sosyalleşmelerine ortam sağlayan bu dernek, şimdi de, Türkçeyi önemseyen ve düzgün konuşmak isteyen, HBO ve yüksel eğitimli gençlerimiz için özel bir kurs düzenledi.
Gençliğimizin dil ve edebiyat ile tarih ve kültür değerlerine sahip olmalarının, gelecek nesillere de yansıyacağını belirten Ethem Emre, ‘Aksi takdirde pek çok değerimiz kayıp olacak ve bundan sonraki nesillerimiz asimilasyon ile karşı karşıya kalacak’ diyor.
Ocak 2022’de başlaması planlanan Türk Dili ve Edebiyatı derslerini, ünlü eğitimcilerimizden İsmail Coşkun verecek.
Hollanda’da ‘çocukların sevgilisi’ konumundaki Sint Nikolaas’ın, Anadolu topraklarındaki Myra’da doğduğunu bilenler olduğu gibi bilmeyenler de çoktur. Hollanda’da Myra’nın nerede olduğunu sorduğunuz zaman, akıllarına ilk gelen ülke İspanya olur.
Her yılın 5 aralık günü, Sint Nikolaas’ın gelişini kutlayan çocuklar hediyelere boğulur ve bu gün çocukları çok mutlu eder.
40 yıl önce, Sint Nikolaas’ın, Patara ve Demre’de doğduğunu ve rahip olduğunu belirten bir yazıyı gönderdiğim Hollanda medyasından bazıları bu yazıyı kullanmış ama başta Enschede’deki Tubantia gazetesi olmak üzere bazı gazeteler ise bu yazıyı bana posta ile geri göndererek, ‘Bilginize ihtiyacımız yoktur’ gibi bir mesajla terbiye sınırını aşmışlardır.
Bir zamanlar yolum Demre’ye düştü. Sint Nikolaas’ın rahip olduğu kiliseyi ziyaret ettim. Sordum, soruşturdum ve tarih sayfalarını karıştırdım.
Bakınız kitaplara nasıl yansımıştır Sint Nikolaas:
Bütün dünyada “Noel Baba” adıyla karıştırılan, Avrupa ülkelerinde çoğunlukla Santa Klaus olarak bilinen Aziz Nikolaas, Anadolu’da yaşamış bir din adamıdır. Günümüz İtalya’sının Sicilya Adası, Napoli, Bari, Almanya’nın Frieburg ve hatta Amerika’da New York kentinin koruyucu azizi olma derecesine varan önemi, her yılın 6 Aralık günü (Hollanda’da 5 aralık) yapılan anma törenleri ile daha da pekişmektedir.
Aziz Nikolaas’ın hayatı hakkında, azizlerin birçoğunda olduğu gibi fazla bir şey bilinmez. Sonraları pek çok efsane ile hayatı süslenmiştir. Tahıl ticareti yapan bir ailenin çocuğu olduğu bilinir. Hayatına dair yazılan dinî kitaplarda, göğün bir hediyesi, ana-babasının dualarının ve verdikleri sadakaların bir meyvesi, fakirlerin kurtarıcısı olarak dünyaya geldiğine işaret edilmiş, daha bebek iken mucizeler yarattığına inanılmıştır.
Aziz Nikolaas’ın ölüm günü tüm Hıristiyanlarca 6 Aralık olarak kabul edilir. Ancak bu tarihin kesin bir kaynağa dayandığı söylenemez.
Aziz Nikolaas’ın üçüncü yüzyıl sonlarında Patara’da dünyaya geldiği ve Myra’ya papaz olana dek, gençlik yılarının Patara’da geçtiği bilinmektedir. Ölümünden sonra Avrupa’nın birçok kentinde adına kiliseler inşa edilmiştir ki, bunlar arasında VI. yüzyılda İstanbul’da inşa edilen Bazilika en göze çarpan yapıdır. Rusya ve Yunanistan’ın en saygın Azizi olarak tanınmış, çocukların, mahkûmların, denizcilerin ve gezginlerin koruyucusu olarak saygı görmüştür.
Yaşantısı ve mucizeleri hakkında gerçekliği tartışılacak, sayısız hikâyeler anlatılmıştır. Piskopos olma kararının kehanetlere veya seçim toplantısı kararına göre, ertesi günü kiliseye giren ilk adam olmasına dayanılarak verildiği söylenir.
Bir keresinde de Mısır’dan İstanbul’a giden bir gemiden aldığı hububatla Myra halkını açlıktan kurtarır. Ancak gemi İstanbul’a vardığında yükünde hiçbir eksilme görülmez. Bu belki de Aziz’in, denizcilerin patronu olmasına bağlanan mucizelerden biridir. Çünkü, Akdeniz’de seyreden gemicilerin sefere çıkmadan önce birbirlerine iyi dilek olarak “Dümenini Aziz Nikolaas tutsun” demeleri gelenek olmuştur.
Aziz’in sağlığında din adamı olarak çalıştığı Likya sahilleri, Akdeniz’in en önemli denizcilik merkezi, burada yaşayanlar da Akdeniz’in ünlü denizcileriydi. Bu nedenle, Aziz’in denizle ilgili birçok mucizesine din kitaplarında da rastlanır.
Hikâyeye göre, fakir bir tüccar, kızlarını evlendirmeye gücü yetmeyince, onları satmayı düşünür. Aziz Nikolaas, tüccarın evine pencereden üç kese dolusu altın atar. Ev halkı çok şaşırır ve korkar. Bunun üzerine pencereleri kaparlar. Nikolaas aileye yardımı devam ettirmek ister. Her yer kapalı olunca, uşağı olan Siyah Pit’i dama çıkarır ve hediyelri bacadan aşağı attırır. Böylece de kızları kötü yola düşmekten kurtarır.
İşte bu nedenle bugün Hollandalı çocuklar bacalardan atılacak olan hediyeleri bekleyecekler veya kapı önlerine ayakkabılarını bırakıp içine para konmasını umut edecekler.
Noel Baba Kilisesi
Aziz Nikolaas öldüğünde yapılan kilise veya şapel 529 yılındaki depremde yıkılınca daha büyük, belki de bazilika tipinde bir kilise yapılmıştır.
XIII. yüzyılda Türklerin eline geçen Myra’da, kiliseyi serbestçe ibadet etmek için kullandığını ve kilisede bazı onarımların yapıldığını anlıyoruz. 1738’de büyük kilisenin yanındaki şapel tamir edilmiştir.
Aziz Nikolaas’ın piskoposluk yaptığı ve bu nedenle tüm Orta Çağ boyunca ününü sürdüren Myra, önemli bir Lykia kenti olup ismi “Yüce Ana Tanrıçasının yeri” anlamına gelmektedir. Lykia dilinde “Myrrh” olarak geçen Myra, Demre ovasını kuzeybatıdan çeviren dağların denize bakan yamacına kurulmuştur. Önce bugünkü kaya mezarlarının üzerindeki tepeden kurulan şehir daha sonraları aşağıya inerek genişlemiş ve Lykia’nın çok önemli altı büyük kentinden birisi olmuştur. Kentin M.Ö. IV. yüzyılda basılan ilk sikkesi üzerinde ana tanrıça kabartması vardır.
Myra’nın su ihtiyacı, Demre deresinin aktığı vadi kenarındaki kaya yüzüne açılan kanallarla karşılanmaktaydı. Bugünde bu kanalları görmek mümkündür. Myra’nın diğer yapıları bugün toprak altında olup gün ışığına kavuşacakları zamanı beklemektedirler. Myra’ya gelirken yol üzerindeki Karabucak mevkiinde, günümüze kadar iyi korunmuş Roma Devri mezar anıtı dikkati çeker.
Çay ağzındaki Myra’nın limanı olan Andriake’nin üzerinde kehanet merkezi olmasıyla ünlü Sura antik kenti Sura’dan birkaç km uzaklıktaki Gürses’te ise Trebenda antik kenti yer alır. Myra’nın görkemli tiyatrosu oldukça sağlam olarak günümüze kadar gelebilmiştir. Arkasındaki dik dağın yamacında kurulan tiyatronun caveası büyük ölçüde kayalara oyulmuştur. Tiyatro daha sonraları arena olarak da kullanılmış, bu nedenle bazı düzenlemeler yapılmıştır.
Kaya mezarlarıyla ünlü Myra’da, mezarlar hemen tiyatronun üzerinde ve doğu taraftaki nehir nekropolü denilen yerde olmak üzere iki yerde toplanmıştır.
NOEL GÜNÜNDE SİZLERE SİNT NİKOLAAS İLE NOEL BABA’NIN AYNI KİŞİLER OLMADIĞINI VE ÇAM SÜSLEMENİN GERÇEK HİKÂYESİNİ YAZACAĞIM.
Inwoners van Myra noemen hem Noël Baba, vadertje kerst…
Turkije, thuisland van Sint Nicolaas
door HENK DE KONING
MYRA – In het centrum van het dorpje Demre aan de zuid-westkust van Turkije bevindt zich een oeroud kerkje gewijd aan de heilige Nicolaas. Sint-Nicolaas wel te verstaan, bij ons bekend van het strooien en zie-ginds-komt-de-stoomboot.
De fraaie kerk dateert uit derde eeuw, maar werd grotendeels herbouwd in de elfde eeuw. Nicolaas werd later bisschop van Myra, destijds een van belangrijkste steden van de Turkse landstreek Lycië. Van Myra resten nog slechts ruïnes. Ze bevinden zich op enkele kilometers ten noorden van Demre.
De Sint-Nicolaaskerk in Myra
Ook de wieg van Sint-Nicolaas stond in Lycië. In het jaar 280 zag de goedheiligman het levenslicht in het Turkse havenstadje Patara. De ruïnes van het stadje zijn nog altijd te vinden te midden van duinenrijen aan de zuid-westkust van Turkije.
Je zou denken dat de Sint in zijn geboortestreek als wonderdoener en groot kindervriend wel op een voetstuk zou staan. Dat is ook zo, maar niet als bisschop. Vreemd genoeg wordt Sinterklaas door zijn eigen dorpsgenoten geëerd als….de kerstman. ‘Noël Baba’, Vadertje Kerst, zeggen ze in het vroegere Myra, als ze het over ONZE Sint Nicolaas hebben!
Turkije kent tal van rustieke plekjes die nog niet door het massatoerisme zijn ontdekt.
Dit harde feit was ons al eerder geopenbaard: Sint Nicolaas komt niet uit Spanje, doch uit Turkije. Rijdend over daken en alom pepernoten strooiend moet hij rond de vijfde december in ons land dan ook worden beschouwd als een der vroegste Turkse gastarbeiders van ons land.
Met zijn knechten is de Sint hier bovendien dan illegaal aan het werk. De vreemdelingendienst ziet dit door de vingers. Het is historisch zo gegroeid en bovendien zou de hele Nederlandse kinderschare heftig in beroering komen indien Sint Nicolaas bij de grens al zou worden toegeroepen: “Ho, ho! Vol is vol!”
Op 6 december in het jaar 342 overlijdt de bisschop van Myra op 62-jarige leeftijd. In 1087 verdwijnen zijn stoffelijke resten uit de stad. Geroofd door Italiaanse zeelieden. In de Italiaanse stad Bari stellen ze de beenderen ten toon. Plots duiken hier ook de verhalen op dat Sint-Nicolaas bij leven tal van hemelse wonderen zou hebben verricht. Een lokmiddel voor vele duizenden pelgrims. Het stadje vaart er wel bij. Bari behoorde destijds tot het Spaanse rijk en wellicht om die reden is de Sint in onze ogen altijd Spanjaard gebleven.
Lycië zit toeristisch bezien vol verrassingen om in Sinterklaasstijl te blijven. Eeuwenoude rotsgraven, unieke grafhuizen en vreemdsoortige sarcofagen doemen in grote getale op in het afwisselende landschap van bergen, bossen, baaien en schilderachtige vissersdorpjes. De rust wint het hier nog van het massatoerisme.
Vanwege de vele natuurlijke havens hebben de Turkse zuid- en westkust altijd een belangrijke rol gespeeld bij de zeer levendige handel in het Middellandse-Zeegebied. De wateren rond Turkije liggen bezaaid met wrakken van schepen die het bij stormweer niet haalden of bij zeegevechten ten onder gingen. Een staalkaart van vele eeuwen maritieme geschiedenis bevindt zich hier onder water. Een interessant domein voor duikers.
Graven
Heel bijzonder in Lycische grafarchitectuur zijn de zogeheten ‘pijlergraven’. Losse, uit een stuk gehouwen pijlers met een grafkamer uitgehouwen aan de top. Een forse steen dekt die ruimte af. Sommige van de graven zijn voorzien van inscripties en reliëfs. Grafschriften die iets vertellen over het roemrijke verleden van de verstorvene. De ‘grafhuizen’ zijn rustplaatsen aangelegd in de vorm van een huis met uitstekende balken aan de buitenzijden. Honderden grafkamers, uitgehakt in een steile rotswand, vindt u in de plaats Pinara.
De karakteristieke Turkse rotsgraven.
De Turkse zuid- en westkust zijn uiterst belangwekkend vanwege de vele overblijfselen uit de tijd van de zevende eeuw voor Christus tot in het Byzantijnse tijdperk. Ook de Romeinen heersten hier en lieten tal van interessante sporen achter. Zoals het Romeinse theater van Xanthos, gebouwd tegen de noordhelling van de Lycische akropolis. Neem er een kijkje, de eeuwen knielen aan uw voeten.
Een bronzen beeld van Sint-Nicolaas in Demre toont een bebaarde man omringd door kinderen. De rijzige figuur heeft een Pietermanzak over de schouder geslagen. Echter het hoofd getooid met de karakteristieke afhangende muts van de kerstman. Nee, niet met een mijter!
Merk op dat de kerstman in veel landen wordt aangeduid met Santa Claus en u voelt de relatie met onze Sinterklaas. Wie de kerstman zoekt moet dus eigenlijk in Turkije zijn en niet aan de noordpool. Het is maar dat u het weet mocht u al bezig zijn met koffers pakken.
In de Sint-Nicolaaskerk van Demre bevindt zich nog altijd de lege tombe van Nicolaas. Het deksel is die van een Romeinse sarcofaag, dus niet oorspronkelijk meer. De prachtige wandschilderingen in de kerk dateren uit de tiende tot de veertiende eeuw.
Sint-Nicolaas was de beschermheilige van zeelieden, handelsreizigers, dieven, pandjesbazen, maagden, maar ook van prostituees. Beroemd is het verhaal van Sint-Nicolaas die enkele nachten achtereen een zak met goudstukken binnen de deur wierp van een arme man. Dank zij deze bruidsschat konden zijn dochters alsnog trouwen. Aan die daad van de Sint is mogelijk het strooien ontleend. In 1970 schrapte de rooms-katholieke kerk Sint Nicolaas van de lijst met officiële heiligen. Het Vaticaan geloofde er niet meer in. Slechts heimelijk wordt in de vertrekken rond de paus door een twijfelaar nog wel eens een schoen gezet. Doch zonder resultaat.
Nacizane şahsımın da görüşlerine yer verilen özel yayında, yurt dışındaki gençlerimizin aidiyet ve kimlik konuları değerlendirildi.
Veyis Güngör’ün yorumu ile örtüşen benim yorumuma göre, gençlerimiz aidiyet duygularını ve kimliklerini kaybetmeyecekler.
Zeynel Abidin Kılıç yönetimindeki Doğuş Gazetesi’nde yayınlanan yorumumu sizlere sunuyorum. Veyis Güngör ve diğerlerinin değerlendirmelerini de piyasaya çıkan Doğuş’ta okuyabilirsiniz.
İlhan KARAÇAY yazdı:
60 yıl geçti aradan ayrı ayrı,
bitsin artık bu hasret bulaşalım gayrı
Evet, göçmenlik tarihimizde 60 yılı geride bıraktık. Bu 60 yılın sonunda aklıma ilk gelen, ‘60 yıl geçti aradan ayrı ayrı, bitsin artık bu hasret bulaşalım gayrı’ şarkısı oluyor. ‘Kimden ayrı kaldık ve kiminle buluşalım artık’ sorusunun cevabını hepimiz biliyoruz. Biliyoruz da bu cevabı vermek çok kolay mı?
Tabii ki anayurdumuzdan ayrı kaldık ve anayurdumuzdakilerle buluşma arzusu var.
Ama bu mümkün mü?
Hiç de kolay değil tabii…
Göçün nedenlerini anlatan çok hüzünlü yazılar yazmışızdır. Bu konuda göz yaşartıcı edebiyat yapanlarımız olmuştur. ‘Dişlerimize kadar muayene’ ve ‘bir odada 20 kişi’ edebiyatları ile göz yaşı döktüren çok oldu.
Önceleri yaşanılan bu gibi dertlerin ardından hastalık sorunları dillere pelesenk oldu.
Sonra aile birleşimi başladı, eşlerimiz ve çocuklarımız geldi. Daha sonra da burada ğremeye başladık. Bunlar ile birlikte konut sorunu ve çocuklarımızın eğitim sorunları dile getirilmeye başlandı.
Bu sorunları ortadan kaldırmak için neler yapmadık ki?
Birinci nesil olarak adlandırılan ilk gelenler, önce kendi sorunları ile daha sonra da aile fertlerinin sorunları ile mücadele edebilmek için güçbirliği yapmanın kaçınılmaz olduğunu anlayınca dernekleşme başladı. İlk dernekleşmeler kahvehane köşelerinde gerçekleşti.
Dini vecibelerimizi yerine getirebilmek için mekânlarımız yoktu. İşyeri köşelerinde namaz kılınıyordu.
Bırakın cemiyi, mescitimiz bile yoktu.
Zamanla bu sorunlar da aşıldı. İslam dernekleri kuruldu ve federasyonlar ile büyüdü.
Çocuklarımızın futbol oynayabilmeleri için yine kahvehane köşelerinde kulüpler kuruldu.
Çocuklarımıza ayrımcılık yapan ve kadroya almayan Hollanda kulüplerine karşı, kendi Futbol federasyonumuzu ve kendi ligimizi kurduk.
Zaman geçtikçe, ihtiyaçlarımızı kendi gayretlerimiz ile karşılamaya başladık. Gerek içinde yaşadığımız devlet ve gerekse kendi devletimiz maalesef bize katkıda bulunmuyorlardı.
İşçilikten kurtulup işadamı olanlarımız çıktı sahneye. Bugün Hollanda’da 25 bini aşkın işyerimiz var.
Sonra çocuklarımız çıktı sahneye. İyi eğitim alan çocuklarımız, gerek devlet dairelerinde ve gerekse özel sektörde, övünç verici işlere giriyorlardı.
Daha sonra siyasete girmeye başladı gençlerimiz.
Siyasi partilere üye olan gençlerimiz, seçimlerde aday listelerine girmeye başladılar.
Önceleri Belediye Meclislerine üyeler vermeye başladık. Sonra da parlamentoya ve İl genel Meclisleri’ne üyeler verdik. Bakan seviyesine gelen çocuklarımız da oldu.
Bunların hepsi birer başarı hikâyesidir. Başarılarımız bunlarla kalmadı. Pek çok sporcu yetişti ve ünlü oldu. Hollanda medyasında yazarlık yapanlarımız oldu. Tiyatrocularımız, şarkıcılarımız, modacılarımız ve çeşitli sanat dallarında çalışanlarımız ile Hollandalılar’ın dikkatini çekmeye başladık.
Tüm bu başarılara rağmen, gerek yaşadığımız ülkenin devleti ve gerekse bizim devletimiz, eksiklerimizi görmezden geldiler ve isteklerimizi yerine getirmediler.
Örneğin, askerlik mecburiyetimiz, emekliliğimiz ve otomobil ithalatı gibi sorunlarımızı, bizim devlet hâlâ çözmedi. Hollanda devleti de, başta vergi daireleri olmak üzere çeşitli kurumlarda biz karşı yapılan acımasız ayrıcalıklara göz yumdu. Genellikle Türk ailelerini vuran, çocukların bakımı için verilen ödeneklerin kesilmesi ve vergi dairelerinin sahtekârlık suçlaması, hâlâ çözüme kavuşmadı. Mahkeme kararları, parlamento kararları ile ülke ayağa kalktı ama sorun çözülmedi.
Şimdi gelelim 6o yıl sonrasındaki durumumuza.
Birinci nesilin, binbir zorlukla aşabildiği sorunlar, ne mutlu ki şimdi nesilimiz tarafından yaşanmıyor.
Birinci nesilin bıraktığı mirası çok iyi değerlendiren yeni nesillerimizle ne kadar övünsek azdır.
Bu konuda artıda olduğumuzu söylemek doğru bir yaklaşım olur.
60 yıl geçmesine rağmen hâlâ bizleri kabullenemeyen bir anlayışın varlığına rağmen, bizim çocuklarımız boyun eğmemeye direnecek güçtedir.
Tabii ki bu konuda gençlerimizin yapmaları gereken bazı girişimler olmalıdır.
Söylemesi kolay ama, gençlerimiz her iki devletin ağır topları ile temas içinde, hem de sıkı bir temas içinde olmalılar. Bu konuda, gizli değil alenen (açıkça) toplantılar yapmalılr ve dernekleşmeliler.
Tabii ki burada yaşamakta olan kanaat önderlerimizin de yapacakları var.
Kanaat önderlerimiz, particiliği, kulüpçülüğü ve bölgeciliği bir kenara atarak, toplumun genel sorunlarının çözümü için gayret sarfetmeliler ve yol göstermeliler.
Kısaca, sonuç nedir biliyor musunuz?
Ferdi Tayfur, ‘Hadi gel köyümüze geri dönelim,Fadimenin düğününde halay çekelim’ diye şarkı söylüyor ya?
Bizim gençlik buna, ‘Köyümüze geri dönmeyeceğiz ve Fadime’yi de buraya getireceğiz’ diyorlar.
Durum bunu gösteriyor.