SİZE BİRAZ FUTBOL YAZAYIM MI?

SİZE BİRAZ FUTBOL YAZAYIM MI?

Beşikten mezara kadar teknik direktör olduklarını zanneden
80 milyon kişiye, futbolun azizliğini ve cilvesini anlatmak zor ama,
55 yıllık gazeteciliğim ile yine de birşeyler karalayacağım.

Halen devam etmekte olan Avrupa Futbol Şampiyonası’nda, ‘Süper’ bir takım ve ‘Yıldız’ diyebileceğiniz bir futbolcu gördünüz mü?

Bir talihsiz ve rezil İtalya maçı haricinde, Türk milli takımının, diğer takımlardan eksik neyi vardı?

Gazetecilikte futbol yaşamımdan kesitler ve fotoğrafları bu yazıda bulabileceksiniz.

İlhan KARAÇAY’ın analizi:

‘Futbol’ deyip geçmeyiniz. Daha doğrusu bunu genelleştirip ‘spor’ olarak ele alabiliriz. Futbolun kadri çok büyüktür. Bunu ancak yaşayanlar bilir.
Naçizane şahsım, bugüne kadar tam 6 Dünya Futbol Şampiyonası, 1 Mini Dünya Futbol Şampiyonası ve 6 da Avrupa Futbol Şampiyonası izleme şansını yakalamıştım.
1974 Almanya, 1978 Arjantin, 1980 (Uruguay, Mini Dünya Futbol Şampiyonası), 1982 İspanya, 1986 Meksika, 1990 İtalya ve 1994 Amerika Birleşik Devletleri’nde yapılan Dünya Futbol Şampiyonaları’ndan başka, 1976 Yugoslavya, 1980 İtalya, 1984 Fransa, 1988 Almanya, 1992 İsveç ve 2000 Hollanda-Belçika’da yapılan Avrupa Futbol Şampiyonaları’nı yakından izledim. Bunlara ilaveten, izlediğim kulüpler şampiyonalarının sayısı da bir hayli çok.
Futbol müsabakaları öncesi ve sonrasında yaşananları değerlendirmeye kalkışırsanız, bu sporun önemini anlayabilirsiniz. Özellikle Dünya Şampiyonaları çok renkli ve zevkli geçer. Örneğin, Brezilyalılar’ın olmadığı bir şampiyona renksiz olur. Gittiğim Avrupa Şampiyonaları’nda bu eksikliği her zaman hissetmiştim.
Son 55 yılda dünyanın en önemli futbol karşılaşmalarını yakından izlememe karşın, sizleri olduğu gibi, beni de mutluluğun doruğuna çıkaran Japonya ve Kore’deki şampiyonayı yakından izleyemediğim için kahroldum. Keşke bundan önceki hiçbir turnuvaya gitmeseydim de, Türkiye’mizin zafer kazandığı bu son turnuvaya gitseydim. Bunun için imkan vardı ama, özel nedenlerle gidemedim.
Bu ‘futbol’ denen eğlence ve yarış, insanları bazen kızdırıyor, bazen de sevindiriyor. Bu kızgınlıklar ve sevinçler çoğu zaman çılgınca oluyor. ‘Çılgınlık’ derken, eli sopalı ve bıçaklı holiganların çılgınlığından söz etmiyorum. Onların yaptığı ancak ‘vahşilik’ olarak nitelenir. Benim sözünü ettiğim ‘çılgınlık’ tatlı çılgınlıktır.
Bakınız, her konuda doyuma ulaşmış ülkelerin insanları bile, futboldaki zaferden sonra sokaklara nasıl dökülüyorlar. Doyuma ulaşmış ülkelerin insanları bile sokaklara döküldükten sonra, pek çok konuda aç kalmış ülkelerin insanları ne yapmaz ki?
Yarım asırdır Avrupa’da horlanan Türkler, her türlü spor müsabakası sonrasında, farklı yenilgiler nedeniyle ayrıca kahroluyordu. Ellerinde bayraklar ve flamalar ile statlara ve salonlara koşan Türkler hep hüsrana uğramışlardı. Hüsranın yerini sevincin almasına o kadar ihtiyacımız vardı ki, şimdiki Avrupa Şampiyonası’nda bunu elde edeceğimizi sanıyorduk ama olmadı.

Tek zaferimiz

2002 Dünya Şampiyonası’nda bizi en son sevindiren ve hatta çılgınlaştıran zafer, birleştirici de olmuştu.
Şöyle ki; bugüne kadar gerek siyasi veya gerek dini çıkarlar nedeniyle Türkiye’ye küfredenler bile, içlerindeki asıl sevgiyi dışa vurma ihtiyacını hissettiler.
Bizzat şahit oldum. Hollanda’ya iltica ederken, Türkiye aleyhine söylemedik laf bırakmayan ve iltica hakkını elde ettikten sonra Türkiye aleyhinde söylemleri ile de tanıdığımız bir şahıs, Türkiye- Brezilya yarı final maçını kızları ile birlikte büyük ekran bir TV’den izliyordu. Bu şahısın kızlarının sırtında ay yıldızlı Türk bayrağı vardı. Kendine göre, demokrasi mücadelesi verdiği için Türkiye aleyhine söylenmedik laf bırakmayan bu şahıs, Hollandalı spikerin Brezilyalılar lehindeki her konuşmasından sonra sandalyesinden fırlayarak isyan ediyordu. Eskiden, ‘Bayrak’, ‘Atatürk’ ve ‘Türkiye’ dendiği zaman, tüylerinin kalktığını bildiğimiz insanlar, şimdi herkesten daha fanatik Türkçü olmuşlar. Amsterdam’ın Mercator Plein ve Rotterdam’ın Cool Singel meydanlarında kimler görülmedi ki? Fotoğraf çeken gazetecilere yakalanmamak için yüzlerini gizleyenleri gördük. Ama bu bile bize mutluluk verdi. Bir zamanlar Türkiye aleyhine söylenmedik laf bırakmayanlar, şimdi sokaklarda ‘Türkiye, Türkiye’ diye bağırabiliyorlardı. Bu da bize yeter. Varsın yarın yine menfaat icabı eski hastalıklarına dönüş yapsınlar. Biz onları af ettik. Onların yüreklerinde Türkiye sevgisi olduğunu bildiğimız sürece de bu hastalıklarına katlanacağız.
Şahit olmadım ama duyduğum bir başka olay daha var; Bir zamanlar Türkiye aleyhtarlığının liderliğini yapan ve sonra rahmetli olan bir tanıdığımızın çocukları, Ankara’da Anıtkabir’i ziyaret edecek kadar Türkiye hayranı olmuşlar.
Bütün bunlar, aslında sevgiye susamışlığın sonuçlarıdır. Menfaatler insanları bazı çirkinliklere sevkedebilir. Menfaatlerin derecesi hesaba katıldığı zaman, bazı çirkinlikler af edilebilir. Sevgiden ve ilgiden mahrum kalmış insanların, ekonomik zorluklar karşısında yaptıkları hatalar da af edilebilir. Ve zaten öyle de oluyor. Şefkatli Türk devleti, katilleri bile af ettiğine göre, şimdi eli bayraklıların pişmanlığını anlayacaktır.
Biraz da futbol analizi:
Batılı spor uzmanları, tıpkı siyasi uzmanlar gibi yine sınıfta kaldılar. Her şeye at gözlüğü ile bakan Batılılar, son şampiyona öncesinde, Almanya’yı, Portekiz’i, Fransa’yı, İspanya’yı favori gösteriyordular. Ama öyle olmadı. Bu ülkelerin hepsi ince bir ipte sallandılar. Tesadüflerle atılan goller sonrasında turu atlama şansına sahip oldular.
Gruplardaki sıralamalar o kadar ilginçti ki, bir grupta sonuncu durumda olan bir takım, sadece bir tek gol atabilseydi grup lideri olacaktı.
Türk milli takımı hakkında söylenenlere gelince:
Gerçekten, futbol tarihimizin en genç ve en ünlü futbolcularından oluşan Türk milli takımı, Avrupalılar’ın da açıkça söyleyemedikleri favoriler arasındaydı ki, elenmesinde en çok söz edilen ülke Türkiye oldu.
Türkiye nasıl elenmezdi?
Teknik heyetin başında Şenol Güneş olmasaydı.
1978 yılından bu yana çok iyi dostluğum olan Güneş hakkında fazla yazmak istemiyorum. Ama onun için söylenenlerin hepsine (kişisel eleştiriler hariç) katılıyorum. Sanırım sizlerin de çoğu aynı fikirdesiniz.
Çoğu Avrupa’da yetişmiş olan ve Avrupa kültürünün serbestliği içinde davranan futbolcular, Şenol Güneş’in beklediği ‘hazırol duruş’u sergilemedikleri için laf işittiler ve dışlandılar. Böyle olunca da bu futbolcular ile Şenol Güneş arasında tatsız tartışmalar cereyan etti. İtalya maçında, ille de beraberlik isteği, futbolcuları hipnotizma olmuşcasına etkiledi. Ben 55 yıllık gazetecilik yaşamımda böyle silik bir Türk milli takımı görmediğimi itiraf edebilirim.
Bu turnuvada başarısız oluşumuzun nedenlerini çoğaltabilirim ama, gelin biz geleceğe umutla bakalım.
Ne diyelim, bir başka bahar çok uzak değil.
Dileriz, gelecek yıl Katar’da yapılacak olan Dünya Futbol Şampiyonası’nda özlemi çekilen başarıyı gösteririz.

Futbol turnuvalarından anılar:

Neçizane şahsım 1978’de Arjantin’de yapılan ‘Dünya Futbol Şampiyonasını’, iki yıl sonra 1980 yılında Uruguay’da yapıla ‘Mini Dünya Futbol Şampiyonası’nı Hürriyet gazetesi için izlemiştim.
1978’de, başta rahmetli Necmi Tanyolaç olmak üzere, ünlü gazeteciler Halit Kıvanç,Togay Bayatlı, Ertuğrul Akbay, Güven Taner, Hüseyin Kırcalı, Kemal Belgin, Erol Aydın, Hasan Sarıçiçek ve teknik direktör Metin Türel ile birlikteydik.
Arjantin’deki şampiyonada, Hollanda takımının şampiyon olması için yanıp tutuşuyordum. Hollanda’yı ne de olsa ‘Babavatan’ olarak seçmiştik bir kere…
Finale kadar yükselen Arjantin Milli Takımı’nın, Peru’ya karşı elde ettiği bol gollü galibiyet maçının, tamamen binbir tehdit sonucunda kazanıldığını en iyi bilenlerden biriydim. Zira, konaklamakta olduğum Liberty (Hürriyet) Oteli’nde Peru takımı da konaklıyordu. Arjantin turuvaya iyi başlamamıştı. Gruptan çıkması için Peru’yu en az 4-0 yenmesi gerekiyordu.
General Vidella başkanlığındaki ihtilal hükümeti, Peru’ya silah ve gıda yardımı teklif ederek maçın en az 4-0 galibiyetle bitmesini istedi. Bu da yetmedi, konakladığımız Liberty Oteli askerler tarafından abluka altına alındı ve futbolculara korku salındı. Sonunda Arjantin Peru’yu 6-0 yendi ve gruptan çıktı.
Arjantin, Hollanda ile birlikte finale kadar yükselmişti. Hiç unutamadığım o final maçını Hollanda kaybetmişti. Hollanda’nın o zamanki yıldızı Rensenbrink, son dakikadaki fırsatı gole çeviremedi. Top direğe çarparak geri döndü. Uzatmada Arjantin maçı 3-1 kazandı.
Titreyerek seyrettiğim maç sonunda resmen ağlamıştım.
Maradona’nın yıldızlaştığı Uruguay’da ise tek Türk gazeteci olarak ben vardım. Maradona ile konuşan ilk Türk gazetecisi de ben olmuştum.
Her zaman yazmışımdır. Avrupa Futbol Şampiyonaları, Dünya Futbol Şampiyonaları gibi renkli olmuyor. Güney Amerikalılar ve Afrikalılar turnuvalara renk katıyor. Özellikle Brezilyalılar şampiyonaların en renkli görüntülerini yaratıyorlar. Öyle ki, Dünya Şampiyonaları’nda, en ilgi duymayacak ülkelerin maçları bile seyirci rekoru kırıyor.
Biz Türkler de bu konuda az değiliz ha!
Hiç unutamayacağım bir anı da, 1982’de İspanya’da yapılan Dünya Futbol Şampiyonası sırasında yaşandı. Bu şampiyonaya Türkiye katılmamıştı. Ama Barcelona’nın Ramblas meydanında gece yarısı şenliklerinde bir grup Beşiktaşlı taraftarın açtıkları Türk ve BJK bayrakları etrafında yapılan danslar beni çok duygulandırmıştı. O fotoğrafı çekme ve Hürriyet’te yayınlama şansı da bana nasip olmuştu.

Spor gazeteciliği kariyerimde, Real Madrid’in efsane Başkanı Santiago Bernabeu ile 1972’de görüşmem, Hollanda’nın efsane futbolcusu Johan Cruyff’a, 1969’da ‘Sarı fare’ (rakiplerini fındık faresi gibi yediği için) lakabını takmam ve Maradona ile 1980’de ilk röportajı yapmış olmam, anılarımın en güzellerindendir.
Şimdi her şey Oranje için. Portakalları desteklemek bize yakışan bir hareket olacaktır.
Portakalların her galibiyetinden sonra yapılacak olan şenliklere biz de Türk bayrakları ile katılmalıyız ve Hollandalılar ile dayanışma içinde olduğumuzu göstermeliyiz.
Hup Holland hup !!!
Tanju Çolak ile bir nostalji…
Değerli Okurlarım,
Size bir Tanju çolak nostaljisi anlatacağım ve ondan sonra da bol fotoğraflı futbol geçmişimi uzun uzun anlatacağım. Önce Tanju Çolak hikâyesi:
Yıl 1989. Şubat’ın birinci günü. Monaco’da, 1987-1988 sezonunda Avrupa Gol Kralı’na altın ayakkabı verilecek. Futbol dünyasının gözü, kulağı Monaco’da. Ama binlerce futbol adamı da Monaco’da.
Günün kahramanının bir Türk oluşu çok garipseniyordu.
Evet, Altın Ayakkabı’yı bir Türk, yani Tanju Çolak alacaktı. Dile kolay, 38 gol atmıştı Tanju.

Her büyük futbol etkinliğinde olduğu gibi, o gün ben de oradaydım.
Hem de, Tanju Çolak’ı transfer etmek isteyen dev kulüplere satacak adam olarak.
O günlerde Wasteels adlı bir firmanın organizasyonu ile Hollanda’dan Türkiye’ye direkt tren seferleri düzenlenmişti. Wasteels’in Hollanda’daki Danışmanlık Bürosu TMF’in müdürü ile dostluğumuz vardı. TMF’ın Monaco’daki kardeş kuruluşu, Tanju Çolak’ın transfer işlerini üstlenmek istiyordu. İşte o sırada Monaco’da bu firma ile bir durum değerlendirmesi yaptık. Tanju’yu bu firmaya götürdüm. Durumdan çok memnun olan Tanju bu firmaya transfer konusunda yetki verdi.
Kimler yoktu ki Tanju’yu isteyenler arasında? Real Madrid, Barcelona, A.C. Milan, İnter Milan, AS Roma, Monaco, Arsenal, Liverpool, Ajax ve Bayern Münih. (Yukarıdaki fotoğraf)
Şans mı, tesadüf mü, siz ne derseniz deyin. 1 Şubatta Altın Ayakkabı’yı alan Tanju, 1 Mart’ta, yani 30 gün sonra Monaco’ya karşı sahaya çıkacaktı. Hem de Monaco’da. Tanju ve görücüler için büyük bir fırsattı bu.
Ve o gün geldi çattı.
Tanju’yu seyretmeye gelen dev kulüplerin başkanlarını ve transfer yetkililerini maç öncesi Stade Luis II’nin kapısı önünde topladım ve fotoğrafladım. Sonra hep birlikte Tanju’yu seyretmeye başladık. Görücüler, sahada dolaşıp duran Tanju’ya bakıyorlar ve sonra da bana dönüp, “Bu ne iştir, bir şey anlamadık” der gibi işaret yapıyorlardı. Ama biraz sonra bir mucize gerçekleşti. Prekazi Tanju’ya mükemmel bir top uzatmıştı. Eee, Tanju bu, fırsatı hiç kaçırır mı? Prekazi’nin soldan mükemmel ortaladığı topa Tanju, 3 kişinin arkasından gelip önlerine geçerek ve de uçarak kafayı vurmuş ve maçtaki tek golü kaydetmişti. Görücüler bu defa bana döndüler ve baş parmaklarını havaya kaldırarak zafer işaretleri yaptılar.
Görücüler maç sonrasında, Tanju’nun iyi bir golcü olduğunu gördüler ama, O’nu bir kez de rövanş maçında izlemek istediklerini söylediler.
Tanju için biçilen fiyat, o tarih için çok astronomik idi: 10 milyon Dolar.
O zaman çalıştığım Günaydın gazetesinin birinci sayfa manşeti de bu idi:Tanju’nun değeri 10 milyon Dolar.
Rövanş maçı, Galatasaray’ın cezası nedeniyle Köln’de oynanacaktı. 15 Mart akşamı aynı görücüler bu kez Köln’deydiler. Maç Prekazi ve Weah’ın golleri ile 1-1 bitmiş ve Galatasaray Avrupa Şampiyon Kulüpler Kupası’nda yarı finale yükselmişti ama Tanju bu kez gol atamamıştı.
Üzücüdür ama, pazarlığın 10 milyon dolardan başladığı bu transfer görüşmelerinden sonra, Tanju’ya hiç bir kulüpten ciddi bir talep olmadı.

FOTOĞRAFLARLA FUTBOL YAŞAMIM


55 Yıllık gazetecilik yaşamımda, spor haberleri ve yorumları ile verdiğim hizmeti göz önünde tutan, Orhan İçin yönetimindeki Uluslararası Futbol Tenisi Federasyonu, şahsıma da bir ödül lutfunda bulunmuştu. Bu ödülü ünlü teknik direktör Abdullah Avcı’nın elinden almıştım.

Rinus Michels’in yarattığı total futbol ile büyüyen Hollanda’nın Ajax takımı ve milli takımın beyni olan Johan Cruyff ile birlikte göründüğümüz bu fotoğrafta, ünlü antrenörlerimizden Doğan Akı (ortada) Ünal temel (solda) ve Michels’in takipçisi Macar Stefan Kovacs da yer aldı. Kovacs daha sonra Fransa’ya total futbolu aşılayan adam oldu.

Hollanda’nın yetiştirmiş olduğu ünlü ve değerli futbolculardan De Boer kardeşlerden Frank, Galatasaray’da da fotbol oynamıştı. Şimdi Hollanda milli takımının başında olan Frank De Boer ve Ronald De Boer ile eski günlere dayanan bir fotoğrafımız.
Gazetecilik yaşamımda, Hollanda’nın dışında, diğer ülkelerin ünlü futbol adamları ile de görüşmelerim oldu. Üstteki fotoğrafta, İtalya milli takımı teknik direktörü Arrigo Sacchi, alttaki fotoğrafta da teknik direktör Giovanni Trappattoni ile değişik tarihlerde.

1980’li yıllarda İtalyan takımı AC Milan’a şampiyonluklar kazandıran ve 1988 Avrupa Şampiyonası’nda Hollanda’yı şampiyon yapan Marco van Basten, Ruud Gullit, ve Galatasaray’da da oynayan Frank Rijkaart ile bir anımız.
Bir zamanlar Brezilya’nın dünya çapında yıldızı olan ve Fenerbahçe’de teknik direktörlük yapan vei ki kez şampiyonluk kazandıran Didi, daha sonra Suudi Arabistan’a transfer oldu. 1978 yılında Suudi Arabistan’da ziyaret ettiğim Didi ile bir maç esnasında (üstte), altta ise iki değişik enstantane.
Bir zamanlar Alman futbolunun en büyük yıldızı olan Gerd Müller ile futbolculuk yıllarında (solda) ve Tanju Çolak’ın Altın Ayakkabı Ödülü aldığı Monaco’da (sağda) görülüyoruz.

İngiltere futbolu dendiği zaman akla gelecek olan iki eski isim Boby ve Jacky Charlton kardeşlerden Jacky ile, 1976 Avrupa Şampiyonası sırasında Belgrad’da.
Futbol Şampiyonalarını izlerken, futbolun dışında magazin haberi bulmakta da az hünerli sayılmam. İşte 1982’de İspanya’da yapılan Dünya Şampiyonası’nda yıldızlaşan Brezilyalı Zico’nun eşini, çocukları ile bir otelde bulmuştum. Zico daha sonra 2006 yılında teknik direktör olduğu Fenerbahçe’yi 2006 yılında şampiyon yapmıştı.

Futbol faaliyetlerimi anlatırken Guus Hiddink’i atlamam mümkün değil. Hollanda’nın
en başarılı teknik direktörlerinden biri olan Hiddink’in Fenerbahçe’ye gelişi sırasında tercümanlığını ve mihmandarlığını ben üstlenmiştim. Fenerbahçe’de başarılı olamayan ve ‘Hollanda köylüsü’ olarak aşağılanan Hiddink bir de kadın skandalına maruz kalmıştı.

Neden sadece yabancılar olsun? Bizim de futbolda ünlülerimiz var. İşte bu ünlülerden biri de Fatih Terim. Fatih terim ile 1992 Avrupa Futbol Şampiyonası sırasında İsveç’in Malmö kentinde birlikte olmuştum.
İtalyan futbolu dendiği zaman, Roberto Baccio akla gelen en ünlü golcülerden sayılır.
İşte Baccio’yu, 1990 Dünya Şampiyonası sırasında Roma’da ancak böyle yakalayabilmiştim

Spor gazeteciliği yıllarımda, futbol oynamayı da ihmal etmezdim. Hem de büyük takımlarda… Fotoğrafta gördüğünüz 10 numara Hollanda ve Ajax’ın büyük yıldızı Piet Keizer’dir. Ajax’ın ünlü Başkanı Jaap van Praag beni kulübün onur üyesi yapmıştı. Bu nedenle Ajax’ın antremanlarına da serbestçe katılırdım. İşte bir antreman sırasında, sırtımda Johan Cruyff’ın 14 numarası ile Ajax’a karşı oynadım ve bir de gol attım.
Real Madrid’in teknik direktörü Miguel Munoz, miyonlarca futbolseverin kalplerinde yer tutat Real Madrid’i defalarca şampiyon yapmıştı.

Spor muhabirliğim, sadece futbol ile sınırlı değildi tabii. Ünlü boksör Muhammed Ali’yi mağlup eden Joe Fraizer ile de görüşmem olmuştu. Fraizer, Hürriyet’te yayınlanan fotoğraflarını gördükten sonra, ‘Allah Allah, demek ki Türkiye’de de bu kadar ilgi görmüşüm ha?’ demişti.
1976’da Yugoslavya’da yapılan Avrupa Futbol Şampiyonasından bir Hürriyet kupürü.
Değerli Okurlarım,
Ünlü futbol adamları ile yaptığım görüşmelerin fotoğrafları o kadar çok ki, hepsini bu yazıya eklemeye kalkışırsam, web sayfamı çökertebilirim. En azından daha 100 ünlü ile görüşmelerimi ve fotoğraflarımı ekleyebilirim.
Kim bilir, onları da belki gelecek yıl yapılacak olan Dünya Şampiyonası’ndan sonra yazarım.
Bu akşamdan itibaren devam edecek olan 1/8 finalleri ve sonrasındaki çeyrek final, yarı final ve final maçlarında yeni yıldızlar görme dileğiyle…
TARİHİN VE GELECEĞİN EN BÜYÜK SORUNU: MÜLTECİLİK

TARİHİN VE GELECEĞİN EN BÜYÜK SORUNU: MÜLTECİLİK

Dünya Mülteciler Günü, Saadet Partisi Hollanda Teşkilatı tarafından anıldı.

Uluslararası Mülteci Hakları Derneği Genel Başkanı Abdullah Resul Demir ve duayen gazeteci Coşkun Aral konuşmacı olarak yer aldı.

Dünya Uygur Kongresi Başkanı Dolkun İsa, Çin’in uyguladığı sistematik zulümlerin, can ve mal güvenliklerini hiçe saydığını belirtti.

Mülteci, Sığınmacı, İlticacı ve Göçmen terimlerinin kafa karıştıran anlamları.

İlhan KARAÇAY yazdı:

Her önemli hareketin ve kişiliğin ‘Günü’ olduğu gibi‚‘Mülteciler Günü’ de var.
Dünya Mülteciler Günü, her yıl 20 Haziran’da, mültecilerin durumunu insanlara anlatabilmek için kutlanır. İşte bu günü unutmayanlardan Saadet Partisi Hollanda Teşkilatı, tarafından anıldı.

Saadet Avrupa Tanıtma Başkanı Murat Gürbüz’ün moderatörlüğünde, online ortamda geniş katılımlı panel program olarak yapılan etkinlikte, Saadet Partisi Genel Başkan Yardımcısı Mustafa Kaya, Saadet Partisi GİK üyesi Dr. Bekir Gündoğmuş, Dünya Uygur Kongresi Başkanı Dolkun İsa, duayen gazeteci Coşkun Aral ve Uluslararası Mülteci Hakları Derneği Genel Başkanı Abdullah Resul Demir konuşmacı olarak yer aldı.

Programda ilk söz alan, Doğu Türkistan’da Uygurların maruz kaldığı işkence ve zulümlere değinen, Dünya Uygur Kongresi Başkanı Dolkun İsa, mülteci olmanın ne anlama geldiğini bizzat kendi hayatlarında tecrübe ettiklerine dikkat çekti. Çin’in uyguladığı sistematik zulümler karşısında iltica etmenin, bir kurtuluş haline geldiğini vurgulayan Dolkun İsa, mülteci olarak verdikleri mücadele nedeniyle ailelerinin can ve mal güvenliğinin tehdit altında olduğunu da belirtti: Dolkun İsa, ‘Annemin de babamın da vefatını gazetelerden öğrendim. Kendi kardeşime müebbet hapis cezası verdiler. Tek suçu, Doğu Türkistan mücadelesini sürdüren bir ailenin üyesi olmaktı. Benim yurt dışında olmamdan ötürü aileme zarar vererek bizi engellemeye çalışıyorlar. Ama biz mücadelemizden asla vazgeçmeyeceğiz.’ diye devam etti.
Dünya genelinde savaş muhabirliği alanındaki yetkin isimlerden olan duayen gazeteci Coşkun Aral da, mültecilerin yaşam mücadelesinin iyi anlaşılması gerektiğine dikkat çekti. Mesleki tecrübelerinden bilgiler de aktaran Aral, ayrıca mülteciliğin sanki başkalarının başına gelecek bir şeymiş gibi algılandığını hatırlatarak katılımcılara “Bir gün sabah kalktığınızda mülteci olarak uyandığınızı düşünerek hareket etmeniz gerekir” uyarısında bulundu.
Göç alanında akademik çalışmaları bulunan Saadet Partisi GİK üyesi Dr. Bekir Gündoğmuş ise, mültecilerin sayısının dünya genelinde neredeyse 30 milyona ulaştığına vurgu yaparak, konunun küresel bir problem olarak ele alınması gerektiğini belirtti. Bu nedenle mülteciliği ortaya çıkaran sebeplere odaklanılmasının bir zorunluluk olduğunu belirten Gündoğmuş “Göçmenlerle ilgili söylenilenlerin önemli kısmı algısaldır. Örneğin göçmenlerin işsizliği ve suç oranlarını artırdığı söylenir sıklıkla. Halbuki bizim yaptığımız bir araştırmada da başka araştırmalarda da göç ile işsizlik arasında doğrudan bir ilişkiye rastlanılmamaktadır. Suç oranları ise oldukça düşük seviyede ve genelde de kendi aralarında yaşanmaktadır. Hiç kimse durduk yere mülteci olmuyor. Demek ki, mülteci konusunu ele alırken aynı zamanda sorumluları ve nedenleri de gündeme getirmeliyiz. Yani mazlumu konuşuyorsak zalimi de konuşmalıyız.” dedi.
Mültecilik konusuyla ilgili hukuki bilgiler veren Uluslararası Mülteci Hakları Derneği Genel Başkanı Abdullah Resul Demir de, mültecilere yönelik yaptıkları çalışmaları aktardı. Gönüllülük esası üzerine çalıştıklarını vurgulayan Demir, son yıllarda kitlesel iltica hareketliliğine maruz kalan Türkiye açısından, konunun önemine dikkat çekti. Mültecilerin zorla yerinden edilmiş kimseler olduğunu belirten Demir, mültecilerin bulundukları ülkelerde kalıcı kişiler olarak algılanmasının, doğru politikalar belirlenmesi açısından önemine vurgu yaptı. Özellikle yerel yönetimlerde birbirine taban tabana zıt politikaların uygulandığını hatırlatan Demir, zaten sürecin mağduru olan mültecilerin bu yüzden bir kez daha mağduriyet yaşadığını ifade etti.
Programın son konuşmasını ise Saadet Partisi Genel Başkan Yardımcısı Mustafa Kaya yaptı. Mevcut dünya düzeninin mülteciliği tetiklediğini ifade eden Kaya, Suriye, Irak, Afganistan, Yemen, Doğu Türkistan ve Rohingya gibi ülkelerde çıkartılan huzursuzluk ve çatışmaların insanların zorla yerinden edilmesine neden olduğunu belirtti. Uluslararası kuruluşların bu sorunları çözmede başarısız olduğunu vurgulayan Kaya, çözümün sömürü ve tahakküm yerine hak ve adaleti merkezine alan yeni bir dünyanın kurulmasından geçtiğini söyledi.

 MÜLTECİ KİMDİR?

Bakınız, Prof. Dr. Nezih Orhon mülteciliği nasıl anlatıyor:
1951 Sözleşmesi’nin 1A maddesinin Mültecilerin Statüsüne istinaden, mülteci: “Irkı, dini, uyruğu, belli bir toplumsal gruba mensubiyeti veya siyasi düşünceleri nedeniyle zulme uğrayacağından haklı sebeplerle korktuğu için vatandaşı olduğu ülkenin dışında bulunan ve o ülkenin korumasından yararlanamayan, ya da söz konusu korku nedeniyle yararlanmak istemeyen; yahut uyruğu yoksa ve bu tür olaylar sonucu önceden yaşadığı ikamet ülkesinin dışında bulunan, oraya dönemeyen veya söz konusu zulüm korkusu nedeniyle dönmek istemeyen kişilerdir.”
Hükümetler normalde temel insan haklarını ve vatandaşların fiziksel güvenliğini garanti altına alır. Hükümetler bunu yapamadığında veya yapmak istemediğinde, bireylerin insan haklarının ihlali gibi ciddi sorunlar ortaya çıkabilir ve bireyler başka bir ülkede güvenlik bulmak için evlerini, çevrelerini ve ailelerini bırakmak zorunda kalırlar. Tanımı gereği mültecilerin hükümetleri tarafından korunmadığı durumlarda, uluslararası topluluk bu bireylerin haklarını ve fiziksel güvenliğini sağlamak için adımlar atar.
Mülteciler ile ilgili farklı birçok kaynak ve tartışmada vurgulanan ilk nokta insanların hareketliliğinin insanlık tarihi kadar eski olduğudur. Mülteciler ile bugün tartışılagelen konular ve kavramlar yeni boyutlar kazansa da çok daha geniş ve tarihsel bir temele dayanmaktadır. İnsanların göçü sadece bugüne ilişkin bir kavram olmamakla beraber belki de hiç olmadığı kadar medya ve yeni iletişim teknolojileri sayesinde görünürlüğü ve üzerine tartışılırlığı çok daha artmış bir kavramdır. Mülteciler üzerine çok farklı ve boyutlu tartışmaların olması olumsuz bir durum değildir. Mülteciler adına medyanın gündem belirlemesi ve kamuoyunun şekillenmesi anlamında sahip olduğu rol son derece kıymetlidir. Burada önemli olan medyanın mültecilere ilişkin tartışmaların yer aldığı bir platform olarak kavramların bulanıklaşması durumunda yarardan çok zarar üretebileceği gerçeğidir. Herkesin üzerine rahatça söz söyleyebileceği bir alan haline gelmesiyle beraber medyanın mülteciler adına sorumluluğu ve beraberinde uzmanlaşabilmesi de çok daha önemli hale gelmiştir. Mülteciler ile ilgili tartışmalar soyutlaşmaya başlayan bir ‘mülteci’ kelimesinden ya da arzulanmasa da onun sıfatlaşmasından ibaret değildir. Mülteciler tüm zorlukların ve kötülüklerin içinden çıkmış insanlardır. Evet, insanlardır. Bunu ısrarla vurgulamak gerekir. Medyanın görevi insanın değerini tanımak ve korumaktır. Bu yüzden de mültecileri tanımak, anlamak ve onları anlatmaya çalışmak mülteciliği anlatmanın yanında insanlığı da anlatmaktır. Medyanın mültecilerin varlığını ve iyilik içinde olabilmeleri konusundaki her türlü girişim ile çabayı desteklemesi mesleki bir sorumluluğun ötesinde etik, ahlaki ve insani bir sorumluluktur. Mültecilerin korunabilmesi ve içinde bulundukları ev sahibi toplum ile olumlu bir birliktelik içerisinde yer alabilmelerinde elbette bireylerin ve devletlerin görevleri ile sorumlulukları vardır ama medya gibi önemli etkilere sahip güç noktalarının da en az onlar kadar bu sorumluluklara sahip olduğunu hatırlamalıyız. İnsan onurunun esas olduğu her noktada medyaya da görev düştüğünü bilmeliyiz. İnsan onurunun ve değerinin toplumda daha da derinleşebilmesi ve özellikle de mülteciler açısından da işlenebilmesi adına medya önemli bir role sahiptir. İşte yukarıda paylaşılan düşünceler ışığında medyanın mülteciler için ortaya koyduğu bir çok olumlu çalışmaya bir nebze destek olabilmek amacıyla bu çalışma hazırlandı. Uluslararası Çalışma Örgütü ILO tarafından yürütülen “Hayata Fırsat” projesi kapsamında bir dizi farkındalık semineri düzenledik ve medya mensupları, iletişim fakültesi öğrencileri, sivil toplum temsilcileri ve diğer katılımcılar ile biraraya geldik. Onlarla önemli bir deneyim oluşturma fırsatını yakaladık. Buradaki birikimleri de, daha geniş bir kitleye ulaşabilmesi için bu kitaba aktarmanın önemli olduğunu düşündük. Bu el kitabının hazırlanmasına vesile olan ILO’ya, projenin donörü Avrupa Birliği’ne ve genel koordinasyonunu yürüten Aile, Çalışma ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı Uluslararası İşgücü Genel Müdürlüğü’ne teşekkür ediyorum. Dilerim, mültecilere daha güzel bir geleceğin sunulabilmesi konusunda çabalarımız artar ve geniş kitleler ile buluşabilir.

Mülteci, Sığınmacı, İlticacı ve Göçmen terimlerinin kafa karıştıran anlamları.

Bakınız, Sinem Özdemir bu konuda neler diyor:
Kamuoyunda “göçmen”, “sığınmacı”, “ilticacı” veya “mülteci” ayrımı çoğunlukla doğru yapılamıyor. Bu durum bir kavram karmaşasına neden oluyor. Sık karıştırılan bazı iltica terimlerini derledik.
Lesbos Ankunft FlüchtlingsbootTürkiye’den Yunanistan’ın Midilli Adası’na geçen sığınmacılar
İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana en ağır mülteci krizinin yaşandığı günümüzde, o yıllarda vatandaşları şiddet ve çatışmalardan kaçıp diğer ülkelere sığınan Avrupa ülkeleri bu kez kendileri ev sahibi konumunda. 2011’de başlayan iç savaşla birlikte Suriye’den kitleler Avrupa’ya akın etti. En fazla Suriyeliyi ağırlayan ise komşu ülke Türkiye oldu.
Mülteci krizi; Avrupa Birliği’ni ve Türkiye gibi, “transit” ülke konumundan hızla ev sahibi ülke konumuna evrilen ülkeleri hazırlıksız yakaladı. İzlenecek ortak mülteci politikası konusunda Birlik içindeki tartışmalar hâlâ devam ediyor. Göç ve iltica terminolojisinde uluslararası anlaşmalarda düzenlenmiş kimi kavramların ülkeler özelinde yeniden yorumlanması da bir anlam karmaşasına ve tartışmaların büyümesine neden oldu.
Yaşanan bu kavram karmaşasının basında yer alan haberlere de yansıdığı görüldü. Türk basınında olduğu kadar Avrupa basınında da ülkelerinden kitleler hâlinde ayrılmak zorunda kalanlar kimi zaman sığınmacı, kimi zaman mülteci, bazen göçmen; hatta bazen de “kaçak göçmen” olarak nitelendirildi.
Peki, bu kavram kargaşasına neden olan ne? Türkiye’de uluslararası hukukta kabul görmüş anlamlarıyla mültecilerden ve sığınmacılardan bahsetmek mümkün mü?
Göçmen, sığınmacı, mülteci tanımları ve sıkça karıştırılanlar
Mülteci: 28 Temmuz 1951’de Cenevre’de imzalanan ve iltica terminolojisinin temelini oluşturan Birleşmiş Milletler (BM) Mültecilerin Hukuki Durumuna İlişkin Sözleşme’ye göre mülteci; “Irkı, dini, milliyeti, belirli bir sosyal gruba mensubiyeti veya siyasi düşünceleri nedeniyle zulüm göreceği konusunda haklı bir korku taşıyan, bu yüzden ülkesinden ayrılan ve korkusu nedeniyle geri dönemeyen veya dönmek istemeyen kişidir.”
Hukuki statü olarak da bu şartları sağlayan ve “mülteci” olarak tanınmış kişileri ifade eder. Mülteciler, gönüllü olmadığı takdirde ülkelerine geri gönderilemezler.
Sığınmacı: Uluslararası koruma arayan, başvuruda bulunduğu ülkede yetkili makamlarca başvurusu henüz sonuçlandırılmamış, yani henüz resmi olarak mülteci statüsü verilmemiş kişileri ifade eder. Her sığınmacı mülteci olarak tanınmaz, ancak her mülteci iltica sürecinin başında sığınmacıdır.
Flüchtlinge an der griechisch-mazedonischen GrenzeYunanistan-Makedonya sınırındaki İdomeni’de sığınmacılar
Göçmen: BM’ye göre, uluslararası göçmenin resmi bir tanımı bulunmamakta. Ancak uzmanların çoğu, “göçün nedeni ve hukuki statüsünden bağımsız olarak ikamet ettiği ülkeden ayrılarak başka bir ülkeye giden kişi” tanımı üzerinde hemfikir. Burada, “göçün sebebinden ve göçmenin statüsünden bağımsız” vurgusu önemli. Örneğin Uluslararası Göç Örgütü (IOM) mültecileri de göçmen kategorisine alıyor. Ancak örgüte göre, “her mülteci göçmen sayılsa da her göçmen mülteci değil.”
Düzensiz Göçmen: Düzensiz göçmenin de uluslararası kabul görmüş bir tanımı bulunmuyor. Avrupa Komisyonu’na göre; “göç alan ülkeler” göç düzenlemelerinin gerektirdiği izin ve belgelere sahip olmaksızın ülkeye giriş yapan, buraya yerleşen ya da burada çalışanları “düzensiz göçmen” olarak tanımlıyor. Göç veren ülke için ise “düzensizlik” genellikle geçerli bir pasaportu ya da seyahat belgesi olmaksızın uluslararası bir sınırı geçen ya da ülkeyi terk edebilmesi için gereken idari yükümlülükleri yerine getirmeyenleri ifade ediyor.
Kaçak göç ve göçmen: İnsani yardım ve mülteci örgütlerine göre “kaçak göçmen” tabiri, suç işleme eylemiyle özdeşleştirildiğinden kaçınılması gereken bir kavram. Çünkü düzensiz göçmenlerin çoğu bir suç işlemiş olmuyor. Birçok ülkede ilgili belgeleri haiz olmaksızın bulunmak bir idari ihlal sayılıyor, ancak suç teşkil etmiyor. Bu hassasiyete atıfla BM, “düzensiz” ya da “belgelenmemiş” göç terimlerini kullanırken, Avrupa Komisyonu uzun bir süre “kaçak göç” teriminin kullanılmasından yanaydı. Kısa süre önce Avrupa Komisyonu da düzensiz göç kavramını kullanmaya başladı. Bununla birlikte Komisyon, göç ve göçmen arasında bir ayrım gözetiyor: Bir durum ya da süreci ifade etmek üzere “yasa dışı” kavramı hâlâ tercih edilebilirken, göçmenler söz konusu olduğunda “düzensiz” kavramını kullanıyor.
Coğrafi sınırlama (çekince) nedir?
İlk imzalandığında “1951 yılı ve öncesi Avrupa’da meydana gelen olaylar nedeniyle mültecileri korumaya yönelik” ifadelerinin yer aldığı BM Mülteciler Sözleşmesi, 1967 Protokolü ile yeniden düzenlendi. Bu düzenlemeylezaman sınırlaması ve coğrafi şart kaldırıldı. Ancak daha önce coğrafi sınırlama beyanı ile anlaşmaya taraf olan ülkelere bu koşulu sürdürme hakkı tanındı.
Türkiye’de mülteci ve sığınmacılar
Türkiye,1967 Protokolü’ne “coğrafi sınırlama” şerhinin devamı ile taraf olan tek Avrupa Konseyi ülkesi. Yani, Türkiye yalnızca Avrupa ülkelerinden gelen sığınmacıları mülteci olarak kabul ederken, diğer ülkelerden gelenlere mülteci statüsü tanımıyor.
Türkiye’nin sürdürmekte ısrarcı olduğu “coğrafi sınırlama” şartı aralarında Uluslarası Af Örgütü’nün de bulunduğu birçok insani yardım örgütü tarafından eleştiriliyor. Bu örgütler, Türkiye’nin coğrafi ayrım yapmaksızın etkin bir uluslararası koruma imkanı sunmasını talep ediyor.

Geçici koruma, şartlı mülteci, ikincil koruma

Peki, Avrupa dışından gelenlerin Türkiye’deki statüsü ne oluyor?
Uluslararası iltica sistemi standartlarına yönelik yapılandırma çalışmalarının sürdüğü Türkiye’de, 11 Nisan 2014’te yürürlüğe giren “Yabancılar ve Uluslararası Koruma Kanunu” ülkedeki sığınma sistemine ilişkin başlıca düzenlemeleri içeriyor.
Buna göre Türkiye, Avrupa dışı ülkelerden gelen ve uluslararası koruma başvuruları olumlu sonuçlanmış kişilere üçüncü ülkelere yerleştirilinceye dek “geçici koruma” sağlıyor ve bu sığınmacıları “şartlı mülteci” olarak kabul ediyor.
Göç İdaresi Genel Müdürlüğü’ne göre, mülteci veya şartlı mülteci olarak nitelendirilemeyen, ancak menşe ülkesine ya da ikamet ülkesine geri gönderildiği takdirde ölüm, şiddet ya da başka bir tehditle karşı karşıya kalacak olan yabancı ya da vatansız kişiye ise statü belirleme işlemleri sonrasında “ikincil koruma” statüsü veriliyor.
Flüchtlinge aus Kobane 16.10.2014Suruç’ta bir mülteci kampı, 2014
Suriyelilerin durumu
BM Mülteciler Yüksek Komiserliği’ne göre, Türkiye’de Ağustos ayı itibariyla yaklaşık 3 milyon 500 bin kayıtlı Suriyeli sığınmacı bulunuyor. Ancak coğrafi sınırlama Suriyeliler için de geçerli olduğundan, hukuki statü olarak mülteci sayılmıyorlar.
Türkiye, Suriyelileri Yabancılar ve Uluslararası Koruma Kanunu’nda düzenlenen “geçici koruma” kapsamına alıyor ve “şartlı mülteci” kabul ediyor.
Güvenli ülke

İltica terminolojisinde en tartışmalı kavramlardan biri de “güvenli ülke.”
BM’ye göre, güvenli ülke kavramı ikiye ayrılıyor: Birinci kategori, mülteciliğe sebebiyet veren şartların oluşmadığı varsayılan güvenli menşe ülkeleri (Safe Country of Origin); ikincisi ise iltica arayışında olanların sığınabilecekleri güvenli ülkeleri (Safe Country of Asylum) ifade ediyor.

 

YİNE YÜZÜMÜZE GÖZÜMÜZE BULADIK! UMUDA YOLCULUK ANITI AÇILIŞINDA DEVLET YOKTU

YİNE YÜZÜMÜZE GÖZÜMÜZE BULADIK! UMUDA YOLCULUK ANITI AÇILIŞINDA DEVLET YOKTU

Avrupa’ya göçün 60’ıncı yılında, İstanbul’da açılan ‘Umuda Yolculuk Anıtı’ ilgi görmedi ve sahiplenilmedi.

Açılışta Belediye Başkanı, Bakan veya bir siyasetçi yoktu.

İlgisizliğin ve sahiplenmemenin nedeni olarak, konuya siyasi bir rengin katılışı gösteriliyor.

Yurtdışındaki 10 milyona yakın Türk’ü temsil edecek olan, böylesine önemli bir anıtın her kesime mal edilememesi, büyük bir beceriksizlik olarak niteleniyor.

Yurtdışındaki akil insanlarımız konuyla ilgili görüşlerini belirtirlerken, ‘Girişim mükemmel ama uygulama zayıf’ dediler.

İlhan KARAÇAY yazdı:

Değerli Okurarım,
1 Haziran günü sizlere sunmuş olduğum, ‘Türk işçi göçünü sembolize eden anıt İstanbul’da açılıyor’ başlıklı yazımı, umut dolu sözler ile süslemiştim ama, ‘Umuda Yolculuk’ adı verilen bu anıtın dikilmesine karşı olanlar olduğunu da ima etmiştim.
Hatta, anıtın önce Sirkeci Garı yanına dikildiğini, sonra da Fatih Belediyesi tarafından söküldüğünü dile getirmiştim. Belliydi ki, bu anlamlı ve güzel girişim, bazı kesimlere iyi anlatılamamış ve bu kesimler de, girişimi desteklememiş ve hatta baltalamıştır.
İsterseniz önce, benim de bulunmak istediğim ama bir neden ile gitmediğim, 18 haziran Cuma günü Kadıköy’de açılışı yapılan, ‘Umuda Yolculuk Anıtı’nın açılış törenini Kadıköy Gazatesi’nden aktarayım ve sonra da olumsuzluklara ve eleştirilere değineyim.

Açılış:


Başta Almanya ve Hollanda olmak üzere Avrupa’ya işgücü göçünü konu alan ‘Umuda Yolculuk’ Anıtı, dün İstanbul Kadıköy Parkı’nda açıldı. İstanbul Büyükşehir Belediyesi ile Hollanda, Belçika, Almanya ve İsveç başkonsolosluklarının işbirliğiyle düzenlenen açılışa, Türkiye’den Avrupa’nın çeşitli ülkelerine giden birinci kuşak işçilerin temsilcileri de katıldı.
Hollanda Demokratik Sosyal Dernekler Federasyonu’nun (DSDF) girişimiyle yapılan, Hollandalı gazeteci Hünkâr Ilık’ın fikrinden yola çıkarak, İzmir’den üç sanatçının (Derya Ersoy, Zafer Dağdeviren ve Ali Yaldır) tasarladığı anıt, 10 metre uzunluğunda, 3 metre genişliğinde ve 3 metre yüksekliğinde. DSDF Başkanı Nevzat Cingöz, anıtı şu sözlerle anlatıyor:
“Türkiye’den 1960’ların başından itibaren ayrılan işçiler, bir umut yolculuğuna çıktılar. Avrupa ekonomisinin yeniden inşasına katkıda bulundular. Para, bilgi ve bağlantılarıyla Türkiye’de yatırımlar yaptılar. Bu kişiler şimdi 80 yaşın üzerinde, birçoğu çoktan öldü. Bu anıtla bir dönemi kapatıyoruz. Ama bu aynı zamanda yeni bir dönemin başlangıcı…’
DİSK Genel Başkanı Arzu Çerkezoğlu da açılışta yaptığı konuşmada, Hollanda’ya göç eden gurbetçi işçilerin Hollanda işçi sınıfının parçası olduğunu hatırlattı. Çerkezoğlu, anıtın yapımına katkı veren sanatçıları, büyükelçilikleri, İBB’yi ve Hollanda’daki Türkiyelilerin derneklerini tebrik etti.
Hollanda İstanbul Başkonsolosu Bart van Bolhuis, açılışta yaptığı konuşmada her yıl farklı bir ülkenin “Umuda Yolculuk Anıtı” etrafında bir etkinlik düzenleyeceğini dile getirdi…
Açılış törenine, Wim Selles yönetimindeki SufiBach Müzik Topluluğu da ezgileriyle renk kattı.
İşte, açılış haberi böyle:
Ama ne yazık ki bu haber ulusal ana akım gazetelrinde ve televizyonlarda yer almadı.
Nasıl alsın ki?
Ne İstanbul Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu, ne bir Bakan ve ne de bir siyasetçinin yer almadığı böylesi bir açılışın medyada yer almaması normal değil mi?
Peki ne oldu da, hepimizi gururlandıracak ve duygulandıracak olan böylesi muhteşem bir anıt düşüncesi neden destek görmedi?
Bu konuda fikirlerini aldığım bazı akil insanların görüşleri şöyle:
Önce, girişime imzasını atan Hollanda Sosyal Demokrat Dernekler Federasyonu’nun eski Başkanı ve şimdiki üyesi Cezmi Doğaner’in neler dediğine bakalım. Cezmi Doğaner açılışa, şimdi ikamet ettiği Anada’dan gelerek katıldı:
‘Bana göre açılış çok güzel oldu. Tüm belediye mesupları oradaydı. Çeşitli ülkelerin Başkonsolosları da vardı. Açılışa İmamoğlu’nun katılmamasının nedeni bir başka önemli randevusunun oluşundandır. Ayrıca bu iş başından beri baltalanmıştır. Daha önce Sirkeci’ye kurulan anıt, Fatih’in AKPL Belediye Başkanı tarafından söktürülmüştür. Açılışa Bakanlar ve siyasiler davet edilmiştir.’
Doğaner’e, ‘İyi ama, bu işi baltaladıklarını belirttiğiniz kesimler, bu işe siyasi bir renk katılmış olduğunu ileri sürüyorlar. Yani, başvurulan merciler ‘Sosyal Demokrat Dermekler Federasyonu’ adını duyunca kıl olmuşlardır.’ dediğim zaman aldığım yanıt şu oldu:
‘Bizimkiler işin içine siyasi bir renk sokmak istemediler. Onlar böyle algılamışlardır’.

Cezmi Doğaner’e, ‘Demek ki iyi anlatamamışsınız ki, bugünkü açılışa hiç bir devlet yetkilisi gelmediği gibi, medyada da hak ettiği yeri alamadı’ dediğim zaman aldığım yanıt şu oldu:
Bu da sizin görüşünüz.’
İbrahim Görmez:
Hollanda’da Türk İslam Dernekleri Federasyonu ve İslam Yayın Kurumu’nun başkanlığını yapmış olan İbrahim Görmez’in bu konudaki görüşü şöyle:
‘Yıllarca ülkesinin kalkınmasına öncülük etmiş  milyonlarca  gurbetçi, zaman zaman, döviz kaynağı olmuş ve zaman zaman da ‘fabrika kuruyoruz  gelin ortak olun’  diyerek tüm  birikimlerini dolandırıcı firmalara kaptırmış idi. Tüm bu olumsuzluklara rağmen vatan sevgisinden hiç bir şey kaybetmeyen  bu insanların  varlığını, bir göç abidesi heykelinde yaşatmaya ve unutturmayanlara şükran borcumuzu bildirmiştik. Lakin, ne yazık ki yine tüm vatandaşlarımızı ilgilendiren  bu konuyu da siyasi malzeme olarak kullanmışlardır. Yurt dışında yasayan  5 milyonu aşkın vatandaşımızı sembolize eden bu isci göçü abidesinin  açılışı, maalesef  bırakın Bakanları, Belediye Reisini bile  ilgilendirmemiş olacak ki, üç beş kişi ve sendika ile bu açılışı  gerceklestirdiler. Partiler üstü ve politikalar  üstü olması gereken bu konu bizleri çok derinden yaralamıştır. Yurt dışında sadece solcular değil, her siyasi görüşten  vatandaşlarmızın  olduğu, bu kişiler tarafından ne yazık ki halen kabul görmemektedir. Şahane bir estetiğe sahip olan bu abide, kendilerini solcu olarak görenlere kutlu olsun.  Böyle bir abidenin açılışına, brakın  Belediye Başkanını, Reisicumhur’u bile getirmeniz gerekirdi.
Çok ama çok üzgünüz.’
İsterseniz, Hollanda’da Recep Tayyip Erdoğan’ın elçisi olarak bilinen, Hollanda Türkevi Araştırmalar Merkezi Başkanı Veyis Güngör’ün de, ne şiş yansın ne kebap mealindeki mesajına da bir göz atalım:
‘Avrupa’ya Türk göçünün 60’ıncı yılının kutlandığı 2021 yılında, İstanbul’da açılışı yapılan bir göç anıtı töreninde, göç alan ülkeler gibi, göç veren ülke de arzu edilir şekilde temsil edilmeliydi. Bu kadar tecrübeye rağmen, bunun olmaması, doğrusu insanı düşündürüyor.’
Genel kanaat:
Çok güzel duygularla başlatılan, türlü baltalamalar rağmen Kadıköy’de dikilen ‘Umuda Yolculuk Anıtı’nın açılış törenine gölge düşürmek haddimiz değildir.
Ne var ki, 10 milyona yakın insanı ilgilendiren böyle bir girişimin, siyasi tintli (renkli) bir kuruluş ismi yerine, geneli temsil eden ‘Hollanda Türk Kökenliler Birliği’ gibi bir isimle yapılması daha akıllı bir iş olurdu.
Aslında, bu girişimde ismi geçen Zeki Baran, ‘Türkler İçin Danışma Kurulu’nun başkanlığını yapıyor. Çeşitli siyasi ve dini görüşlerden federasyonların yer aldığı ‘Türkler İçin Danışma Kurulu’ bu girişim için en iyi isim olabilirdi.
Açılışta da görüldüğü gibi, en önemli konuklar arasında DİSK Genel Başkanı’nın yer alması ve konuşma yapması da, konuya verilen siyasi rengin ispatı olarak gösteriliyor.
İyi niyetli dostlarımız, bu girişimi keşke ‘Hollanda Sosyal Demokrat Dernekler Federasyonu’ yerine, ‘Türkler İçin Danışma Kurulu’ ismiyle yapsalardı.
Değerli okurlarım,
Amacımın, olayı küçümsemek olmadığını, aksine yüceltmek olduğunu tekrarlamama gerek yok sanırım.
Ne var ki, Almanya’da kendisinden çok söz ettirmiş bir adam, Kadıköy’deki anıtı çok önemli bulmayarak küçümsemiş Kendi yaptıkları ile övünen, başkalarının eserlerine tu-kaka diyen bu adamı ve yazdıklarını alttaki fotoğrafta göreceksiniz.

 

 

HÜSNÜ UYSAL’DAN EZİLMİŞLİĞİN VE HORLANMANIN ŞARKISI: ÖZLEM

HÜSNÜ UYSAL’DAN EZİLMİŞLİĞİN VE HORLANMANIN ŞARKISI: ÖZLEM

Ünlü sanatçımız Hüsnü Uysal, gazetede gördüğü bir fotoğraftan etkilenerek yazdığı şiiri besteleyerek, gurbetçilerin tercümanı olmuştu.

Zengin bir kariyere sahip olan Hüsnü Uysal, Hollanda’da sürdürdüğü çalışmalar ile dikkatleri çekmeye devam ediyor.

Müzik çalışmalarının yanı sıra, öykü, hikâye, masal anlatıcılığı yapan sanatçımız, kitap yazıyor ve film çekimleri yapıyor.


İlhan KARAÇAY yazdı:
Bu haberde sizlere anlatacağım Hüsnü Uysal’ı, daha önceki bir haberimde tanıtmıştım.
O haberde nedense gündeme gelmeyen bir konuyu, yıllar sonra Uysal’ın uyarısı ile şimdi gündeme getiriyorum.
Yıllardır gurbette yaşayan yurttaşlarımızın maruz kaldıkları ayrımcılığı, aşağılanmayı ve horlanmayı dile getirir dururuz…
Hüsnü Uysal, tam 40 yıl önce gördüğü bir fotoğraftan etkilenerek, duygularını şiir olarak karalamaya başlamıştı.
Hürriyet gazetesinde yıllarca birlikte çalıştığım ve hatta ırkçılık konusunda ortak çalışma yaptığım sevgili Murat Çulcu, bu konuda bir seri röportaj yayınlamıştı. Hüsnü Uysal, işte o röportajın tanıtım fotoğrafını görmüştü. Bakınız neler diyor Hüsnü Uysal:
‘Yıl 1982, gazetelere bakarken gözüme takılan bir fotoğraf ilgimi çekmişti. Bu fotoğrafla  ilgili yazıyı da okuyunca bayağı duygulanmıştım. O resme tekrar tekrar bakıp resimdeki kişiye: ‘Sana söz veriyorum. Bir gün senin için bir beste yapacağım.’ Diye seslenmiştim.
Seslenmiştim ama, aradan iki yıl geçtikten sonra bana bu konuda ilham gelmişti.
Yıl 1984, yabancı işçilere yapılan bir takım aşağılamar, olumsuz davranışlar beni oldukça etkilemeye ve üzmeye başlamıştı.
Bir gün yolda yürürken kaldırım taşları ve benim  yürüyüşümün ritmi sanki bana bir ilham veriyordu. Mırıldanmaya başlamıştım. Böylece bestemin ilk dörtlüsü ortaya çıkmış oldu.
ÖZLEM Dağları taşları Dereyi tepeyi aştım Çoluğu çocuğu Kadınımı geride bıraktım Ocağımdan ayrılınca Düştüm eller arasına Onlar mı ben mi yabancı Anlayamadım hala Nakarat Evim ocağım taşım toprağım Sıla hasretiyle yanarım Hiçbir zaman tükenmeyecek Benim özlem duygularım Ağır işler verildi bana Yılmadan çalıştım altında Çocuklarımın lokmasını Topladım ter damlalarımda Bu toprağın insanı olsam da Sevmediler sevemediler Alın terimde Boğulsam da Görmediler göremediler

Evde kalemimi elime alıp o anda gelen duygularımı kağıda işledim. Yazdığım bu sözlerin melodisini de zaman içerisinde geliştirmeye çalıştım. Sözleri daha sonra kendi kişiliğimin üzerine çevirip başlığını da ‘Özlem’ olarak değiştirdim.
Bugün de benim için hala yabancılar konusunda geçerliliğini koruyor bu sözler.’
ÖZLEM
Dağları taşları dereyi tepeyi aştım
Çoluğu çocuğu kadınımı geride bıraktım
Ocağımdan ayrılınca düştüm eller arasına
Onlar mı ben mi yabancı anlayamadım hala
Evim ocağım taşım toprağım sıla hasretiyle yanarım
Hiçbir zaman tükenmeyecek benim özlem duygularım
Ağır işler verildi bana yılmadan çalıştım altında
Çocuklarımın lokmasını topladım ter damlalarımda
Bu toprağın insanı olsam da sevmediler sevemediler
Alın terimde Boğulsam da görmediler göremediler

Söz ve Müzik: Hüsnü Uysal
18 Ekim 1984 – 31 Ağustos 2003 16
Mayıs 2006 İstanbul 11. Noteri tarafından tescil edilmiştir/
Telif hakları Hüsnü Uysal’a aittir. İzinsiz kullanılamaz.

Şimdilerde Özlem şarkısını her konserinde büyük bir beğeni ve alkışlar içinde icra eden Hüsnü Uysal ile ilgili olarak bakınız daha önce ne yazmıştım:

Hollanda’da Hüsnü Uysal ününe ün katıyor…

Hollanda’da müzik çalışmalarının yanı sıra, son üç yıldır öykü, hikaye, masal anlatıcısı (verhalen verteller) olarak ün yapan Hüsnü Uysal, son olarak yayınlanan bir kitapta Nasreddin Hoca’yı tasvir etti.
Geçenlerde Hollanda SBS6 televizyon kanalında ‘İkinci Kariyer’ (Een Tweede
Carriere)
filminde bir öyküsü yayınlanan Uysal, bu filmin müzik fonunu da düzenledi.
Bu yıl  Appelmoes adlı yayın organının çıkardığı Eveline van de Putte ve
Veronica Nahmias’ın çalışması olan ‘De Hemelvrouw Wereldsprookjes voor
groot en klein’
kitabında, Nasrettin Hoca’nın ‘Bir Bilginle Buluşma’
fikrasını da anlatan Uysal, Hollanda’da son günlerin en çok aranan ismi oldu.
Hüsnü Uysal’ı tanıyalım:
İstanbul’da doğan Hüsnü Uysal, genç yaşlarda gitar çalarak müziğe atildi. Pop ve rock müziğine kalbini vererek çesitli profesyonel gruplar ile çalıştı.
Türkiye’nin en tanınmış gruplarından biri olan ve jazz-rock stilinde müzik yapan yedi kişilik Kombo Orkestrası’nda gitarist-şarkıcı olarak sahne aldı. Chicago ve Bloot Sweat and Tears etkisinde kalan Kombo Band, ayrıca birçok tanınmış sanatçılarına da eşlik etti. Hüsnü Uysal’ın Türkiye’de Kombo Orkestrası ve diğer gruplarla elik ettiği sanatçılar; Fatih Erkoç, Edip Akbayram, Nükhet Duru, Selda, Metin Ersoy, Tanju Okan, Esin Afşar, ve Seyyal Taner’dir.
1974 yılında Hollanda’ya gelen Kombo Band, şansını Avrupa’da, Batı müziği çalarak denemek istedi. Hollanda’nın tanınmış sahnelerinde, örneğin; Rollings Stones’un sahne aldığı Scheveningen Kurhaus’da, Rotterdam De Doelen’da konserler veren bu grup, yine o sıralar Hollanda’ya gelen Erol Büyükburç, Semiha Yankı, Erkin Koray ve Barış Manço’ya eşlik etti.
80’li yıllarda, Hollanda’da ilk kez Türk pop müzigi yapan, Dostlar Grubu’nun kurulmasında Hüsnü Uysal’ın katkısı oldukça büyüktür. Türk ve Batı müziği ögelerini kullanarak repertuarını geliştiren Dostlar, Hollanda toplumuna açılıp isim yapan ilk gruplardan biri oldu. Bu grup, Dünya Festivali’nin öncüsü olan Poetry Park’ta ve Hollanda’nın çesitli podyumlarında, örneğin; Herman Brood ve Fatal Flowers’un önünde sahne aldı.
Hüsnü Uysal ayrıca, ünlü Hollanda müzik gruplarıyla da çalışmalar yaptı. Yapmış olduğu aranjmanlar ve film müziklerinin yanı sıra 1999 yılında Türkiye’ye yönelik bir albümün yapımında, gitarist ve süpervizör olarak katkıda bulunmuştur.
Hüsnü Uysal, Rotterdam Konservatuarı’nın gitar bölümünde iki yıllık bir eğitim görmüştür. 2000 yılından itibaren Rotterdam’ın tanınmış müzik okulu SKVR’de, Türk pop müziği bölümünü başlatarak, bu çerçevede seminerler, grup ve gitar dersleri veren Hüsnü Uysal, Hollanda’da ilk kez Türk Pop müziği hocası ünvanını da taşımaktadır.
Hüsnü Uysal son yıllarda çalışmalarını, Türk pop ve rock müziği stilindeki bestelerine yöneltmiştir. Bunları gitarının eşliğinde, profesyonel bir anlamda sunmaktadır. Rotterdam Rijnmond televizyonu ve radyosu yayınlarında da izlenen Hüsnü Uysal’ın eserlerindeki duygusallık, onun etkili ve vurucu sahne performansı ile birleşerek izleyicileri etki altında bırakmaktadır. Ayrıca, Hollanda’da yayınlanan Vara Radyosu’nun “Spijkers met Koppen” adlı söyleşi programına katılan Hüsnü Uysal, Güney Hollanda’nın 2005 yılı Pop Müzigi Besteci-Şarkıcı Yarışması’nda, ikincilik ödülünü almıştır.
Hüsnü Uysal, son üç yıldır, müzık çalışmalarının yanında öykücülüğe de başlamıştır.

Guitarist, singer & songwriter Hüsnü Uysal

Hüsnü Uysal is geboren in Istanbul. Hij speelt al vanaf zijn zestiende gitaar. Zijn hart heeft hij verpand aan pop & melodieuze rockmuziek.
In Turkije genoot hij vooral bekendheid als de gitarist van de bekende jazzrock formatie de Kombo Band , die zowel in Turkije als in Nederland populaire Turkse artiesten begeleidde.
De Kombo Band trad onder meer op in het Circus Theater en het Kurhaus.
Door Turkse- en Westerse muziekelementen samen te voegen, gaf Hüsnü Uysal zijn muzikale carrière een andere wending.
In 1982 richtte hij de Popgroep Dostlar op als één van de eerste Turkse Popgroepen in Nederland. Deze band trok langs het podiumcircuit, onder andere als voorprogramma van Herman Brood en Fatal Flowers.
Hüsnü Uysal is een veelzijdig mens. Hij speelde in verschillende Nederlandse groepen en coachte Turkse groepen. Twee jaar studeerde hij gitaar op het Rotterdamse Conservatorium en had jarenlang een muziekcolumn in het Turkse tijdschrift Ekin.
Sinds 2000 is hij popdocent bij de SKVR (Stichting Kunstzinnige Vorming Rotterdam) en is medeoprichter van de nieuwe studierichting Turkse popmuziek. Als eerste in Nederland is hij in 2002 benoemd tot Turkse Popmuziekdocent.
De laatste jaren zingt en speelt hij als solist eigen nummers. Zijn Turkse teksten over de ziele roerselen van de mens worden met zijn aparte stemgeluid en begeleiding op akoestische gitaar tot prachtige, dynamische liedjes.
Hij was diverse malen te horen op Radio en TV Rijnmond. Ook zong hij op diverse podia. Niet voor niets trad hij in 2003 op bij TV Rijnmond ‘Dak van Rijnmond’ en bij Radio Rijnmond bij Loes Luca en DJ Rene Broeder. En ook in de jaren daarvoor was hij te zien en te horen bij onder meer: The Little Cave Jongeren Centrum; Zomerpodium Rozentuin; Bibliotheektheater; Open Podium Schouwburgplein, Delfshaven en de Cultuurparade Noordplein.
In 2005 heeft hij opgetreden in het VARA radioprogramma ‘Spijkers met Koppen’ en de tweede prijs van de “Grote Prijs van Zuid-Holland”, in de categorie singer/songwriter heeft gewonnen.
Kortom, Hüsnü Uysal is een veelzijdige, kundige en enthousiaste muzikant, van veel markten thuis en altijd met groot enthousiasme. Een muzikant in hart en nieren.
“Professionaliteit en plezier spatten af van de Turkse pop van Hüsnü Uysal.”

Video seyri için, aşağıdaki fotoğrafa tıklayınız:

 

30 YIL ÖNCE SEMİHA’YI (8) ÖLDÜREN SAPIK YENİDEN GÜNDEMDE…

30 YIL ÖNCE SEMİHA’YI (8) ÖLDÜREN SAPIK YENİDEN GÜNDEMDE…

Mahkeme, 15 Yıllık cezası dolan katilin, akli dengesine göre yeni bir karar verecek.

1991’de işlenen cinayetin faili, 11 yıl sonra, maktülün annesi ile yaptığım röportajdan sonra yakalanmıştı.

Anne’nin feryadına kulak veren polisin yakaladığı katile, daha sonra akli denge kontrolü şartıyla 15 yıl ceza verilmişti.

İlhan KARAÇAY

Tam 30 yıl önce, Hollanda’nın Deventer kentinde 8 yaşındaki Türk kızı Semiha Metin’i öldüren katil Gerd B, mahkeme tarafından verilmiş olan 15 yıllık hapislik cezasının dolması üzerine yeniden gündeme geldi.
15 Yıllık ceza ile birlikte, ‘Daha sonra akli dengesine bakılacak’ şerhi nedeniyle, önceki gün yeniden duruşması yapılan Gerd B. için bir karar alamayan mahkeme, duruşmayı 15 gün sonraya erteledi.
Bu konuyla ilgili tüm detayları sizlere aktarabilmek için daha önce yayınlamış olduğum haberlere göz atınız lütfen:

Bir Türk annenin feryadı: ”Kızımın katilini bulun!”

11 yıl önce tecavüz edildikten sonra, 8 yaşında iken öldürülen Türk kızının katili hala bulunamadı.

“Türkiye’de Hollandalılar’ın başına gelenleri özenle aktaran Hollanda basınına kulak vererek, vatandaşlarının hakkını arayan Hollanda mercileri, 8 yaşında iken öldürülen kızımın katilinin bulunması için neden hareketsiz kaldılar?”

Öldürülen Semiha’nın annesi Aysun Metin, dugularını İlhan Karaçay’a anlattı.
Çocuğu tecavüze uğrayan ve öldürülen pek çok annenin feryadına şahit olmuştuk.
Son yıllarda Hollanda’da en çok yankı yapan feryatlar, Alanya’da Hakan Karayavuz ve arkadaşları tarafından tecavüze uğratıldıktan sonra öldürülen Marijke van Dijk ve Hollanda’da  küçük kızı Romy ile birlikte Okan O. tarafından öldürüldüğü iddia edilen Marion van Buuren’in anne ve babasından yükselmişti. Hollanda medyası tarafından aylarca yankılandırılan bu feryatlar, taş yüreklileri bile ağlatacak cinsten idi.
Kolay mıydı? Bir sapık, yıllarca göz nuru dökerek büyüttüğü yavrusunun canını, yeşerip serpildikten sonra, yaşamın tüm güzelliklerinden nasibini almadan öldürüyor.
Bir annenin, böylesi bir sapık katili kendi elleri ile boğma isteği bile mazur görülecek bir duygu olmalıydı.
Zülbiye

Zülbiye’nin öldürüldüğü yer çiçek bahçesine dönüşmüştü. O zaman çalıştığım GÜNAYDIN’ın başlığı ‘Gurbetçinin yüreği yaralı’ şeklindeydi.
Hollanda’da bir başka Türk anne de kızını kurban vermişti. Amsterdam’da okula giderken bir sapığın saldırısına uğrayan 12 yaşındaki Zülbiye, başına kalın bir tahta ile vurularak öldürülmüştü. Bu günahsız Türk kızı için, başta annesi ve ailesi olmak tüm Amsterdam halkı göz yaşı dökmüştü. Ama ne yazık ki, ruh tedavisi gören sapık, adli sağlık raporu nedeniyle serbest bırakılmıştı.
Marijke van Dijk’in Alanya’daki katilleri cezalarını çekiyorlar. Anne van Dijk kızının acısını unutamıyor. Ne var ki,  Zülbiye’nin annesinin acısı çok daha ağır olmalıydı. Zira, Zülbiye’nin katili, Alanya’dakiler gibi ceza çekmiyordu.
Semiha 8 yaşındaydı
8 yaşında öldürülen Semiha Metin neşe dolu bir çocuktu.
Zülbiye’nin annesi gibi, bir başka Türk anne de Deventer’de acı çekiyor. Bu annenin yüreğindeki sızı tam 12 yıldır sürüyor.
8 yaşındaki Semiha’nın  annesi Aysun Metin, tıpkı Marijke’nin ve Marion’un anneleri gibi, kızını göz nuru dökerek büyütmüştü. Ama sonra bir sapık bu günahsız kızın yaşamına son vermişti.
Nasıl olmuştu?
Anne Metin, her gün olduğu gibi o gün de memurluk yaptığı işine gitmişti. Okul tatil olduğu için Semiha evde kalmıştı. Anne Metin, evde yalnız bırakmak mecburiyetinde kaldığı  kızının üzerine titriyordu. O’nun başına gelecek bir olay sonrasında kahrolacağını bildiği için çok temkinliydi. Onun için kendisini sık sık telefonla arar ve durumu kontrol ederdi. Yine öyle yapmıştı anne Metin. Saat 11.00 sularında kızını telefonla aradı. Olağanüstü bir şey yoktu. Semiha kız arkadaşına gitmek için izin istedi. Anne de ona bu izni verdi. Semiha, kız arkadaşına gittikten sonra annesini telefonla arayacaktı. Çünkü öyle anlaşmışlardı. Aradan iki saat geçtiği halde telefon almayan anne Metin, önce kendi evini aradı. Tabiiki cevap veren yoktu. Zira Semiha arkadaşında olmalıydı. Bu kez arkadaşının evini arayan anne Metin, kızının orada olmadığını öğrenince çok heyecanlandı. Kızının arkadaşına, kendi evlerine gidip bakması için rica etti. Ne var ki, Semiha’ya yolda da rastlamayan kız arkadaşı, evin kapı zilini defalarca çaldı ve hiç bir cevap alamadı.
Bu bilgileri alan anne Metin, işini bırakarak evine koştu.
Bundan sonrasını Aysun Metin’den dinleyelim:
” Evime koşarcasına gittim. Yol boyu neler düşündüm bilseniz. Sürekli Allah’a yalvarıyordum. İnşallah kötü bir manzara ile karşılaşmazdım. Ama ne yazık ki, dualarım da fayda etmedi. Kapımı açtığım sırada kızımın cesedi ile karşılaştım.
Müthiş bir gaz kokusu vardı. Derhal kapı ve pencereleri açtım ve gaz ocağını kapattım. Kızımın gaz zehirlenmesinden öldüğünü sanmıştım. Ama sonra boynunda benim geceliğimi farkettim. Mutlaka boğularak öldürürülmüştü. Hemen konsolosluğu aradım ve bilgi verdim. Daha sonra gelen polis uzun bir çalışma yaparak araştırmasını tamamladı. Bana hiç bir bilgi verilmedi. Daha sonra yapılan otopside, kızımın boğularak öldürüldüğü kesinlik kazandı.
Polis suçluların bulunması için bana fotoğraflar gösterdi. Bu fotoğraflar arasında, bizim karşımızda ikamet eden ve daha sonra adının G. De Boer olduğunu öğrendiğim komşum da vardı. Bu adam ile ilişkimiz sadece selamlaşmaktan öteye gitmemişti. Polisin bana verdiği bilgiye göre, bu adamın sabıkası çoktu. Polis tarafından, çocuklara düşkünlüğü ile tanınan bu adamın evinde pedofil içerikli porno filmleri bulunmuştu. Çocuklara zaafiyeti yüzünden pek çok kez tutuklanmış olan bu adam, kızımın katil zanlısı olarak da tutuklandı. Ne varki, delil yetersizliği nedeniyle savcı J.C.Buttinger bu adamı serbest bıraktı.”
İlgi azaldı
Kızının katilinin bulunup hapse atılması için polise sık sık gittiğini belirten ve çeşitli mercilere mektuplar gönderen anne Aysun Metin, polisin kendisine bilgi vermekten kaçındığını ifade ederken şöyle konuştu:
” Polis,  yapılan otopsi sonucunda kızımın boğularak öldürüldüğünü söylemişti. Ama nedense tecavüzden hiç söz edilmedi. Zanlı olarak tutuklanan ve sonra serbest bırakılan komşum ortadan kayboldu. Onu başka bir adrese sevketmişlerdi. Sonra ne olduğunu hiç öğrenemedim. Doeland isimli kuruluşa mektup yazdım. Bana daha sonra bilgi vereceklerini yazdılar ama hiç bir bilgi gelmedi. Çaresizlik içinde idim. Kriminal olayları iyi takibeden gazeteci Peter R. de Vries’e bile mektup yazdım ama nedense o da ilgilenmedi.”
Kızının katilinin sırf delil yetersizliği nedeniyle serbest kaldığını öne süren Aysun Metin, iyi bir DÜNYA okuru olduğunu belirterek, “Sizin de olayları iyi takibettiğinizi biliyorum. Alanya olaylarını işleyiş tarzınızı ve Hollanda medyasına karşı uyarılarınızı bildiğim için size baş vurmayı düşündüm.” dedi ve ekledi: ”Marijke van Dijk ile Marion van Buuren’in annelerinin söylediklerinin Hollanda basınında yer alış biçimi ile Alanya’da motosikleti ile bir Türk gencini öldürdükten sonra tutuklanan Hollandalı Danny Bruns hakkında yayınlanan haberlere kıskanmadım desem yalan söylemiş olurum. Medyanın haksızlıklara karşı aldığı tavrı takdir ediyorum. Ama bu tavır neden tek taraflı oluyor?  Ben de bir anneyim. Benim de acılarım dinmiyor. Peki benim yarama neden merhem sürülmüyor?
Gazetelerde sık sık okuyorum. Yıllanmış cinayetler, yeni araştırmalar sonrasında meydana çıkarılıyor. Bir anne olarak Hollanda medyasına ve adli makamlara sesleniyorum: Lütfen benim çocuğumun katilinin de cezalandırılması için harekete geçin.”
11 yıl önce meydana gelen bu hunharca cinayet için yerel basın da ilgi göstermişti. Ama yerel basının haberleri iki, üç sütunluk haberden büyük olmuyordu.
Deventer’de öldürülen 8 yaşındaki kız bir Hollandalı olsaydı, medyanın tavrı aynı mı olacaktı?
Anne Aysun Metin, “Her şey meydanda. Kurban Hollandalı olduğu zaman medyanın ilgisi çok daha büyük oluyor. Dilerim benim feryadımı öğrenecek olan Hollanda medyası şimdi benim sorunum ile daha iyi ilgilenir” diyerek noktayı koydu.
************************************************************************
Yukarıdaki haber-yorumumun gerek DÜNYA’da ve gerekse Hollanda medyasında yayınlandıktan sonraki gelişmelere ait haber de aşağıda:

Semiha’nın katili 18 yıl sonra yakalandı

Gazeteniz DÜNYA, gözü yaşlı annenin feryadını Türkçe ve Hollandaca yayını ile tüm Hollanda’ya yansıtmıştı…

Deventer Savcılığı, 2002 yılında DÜNYA gazetesinde Türkçe ve Hollandaca yayınlanan ”Bir Türk annenin feryadı: ‘Kızımın katilini bulun!’ başlıklı yazılarından sonra 2003 yılında cinayet dosyasını yeniden açma kararı almıştı.

Hollanda medyası, Karaçay’ın web sayfasında bulduğu haber-yorumu günlerce yayınladı.

DEVENTER,- 14 Şubat 1991 günü Hollanda’nın Deventer kentinde öldürülen 8 yaşındaki Semiha Metin’in katili 18 yıl sonra yakalanabildi.
Deventer Savcılığı, 2002 yılında DÜNYA gazetesinde Türkçe ve Hollandaca yayınlanan ‘Bir Türk annenin feryadı: Kızımın katilini bulun!’ başlıklı yazılarından sonra 2003 yılında cinayet dosyasını yeniden açma kararı almıştı.
İlhan Karaçay’ın Anne Aysun Metin ile yaptığı söyleşide belirtildiği gibi, şüheli Geert B.’nin 18 yıl sonra katil olarak yakalanması yüreklere su serpti.
48 yaşındaki Geert B.’nin, geçen ay 3 yaşındaki komşu kızına cinsel taciz suçundan gözaltına alınmasından sonra yapılan DNA testi inceleme sonrasında, Semiha Metin cinayetini işlemiş olduğu da saptandı.
Semiha’nın öldürülmesinden sonra 3 kez gözaltına alınan ancak delil yetersizliği nedeniyle sertbest bırakılan Geert B’nin, 2006 yılında da bir çocuk pornosu davasından yine delil yeterszliği nedeniyle serbest bırakıldığı anlaşıldı.
Geert B.’nin, Semiha’nın katili olarak yakalanmasından sonra Google kanalıyla bilgi toplamaya başlayan Hollanda medyası, Google’de İlhan Karaçay’ın sitesinde yer alan 2002 yılındaki söyleşiyi buldu. Halen Mersin’de olan İlhan Karaçay’a Hollanda medyasından telefon yağmaya başladı. Gazeteler, radyo ve televizyonlar, 2002 yılında DÜNYA’da yayınlanan yorum-haberde feryat eden anne Aysun Metin’i arıyorlardı. İlhan Karaçay’ın da devreye girmesine rağmen Aysun Metin’e bir türlü ulaşılamadı. Zira, Deventer’deki Türkiye Başkonsolosluğunda çalışan Aysun Metin, katilin yakalanmasından sonra medya akınına uğrayacağını bildiği için derhal tatile çıktı ve Türkiye’ye gitti.
Bu gelişmeyi öğrenen İlhan Karaçay, Hollandalı meslektaşlarına, ‘Aysun Metin’i boşuna aramayın, tatile çıktı ve sizinle görüşmek istemiyor’ demek mecburiyetinde kaldı. Hollanda medyası da, Aysun Metin’in duygularını ve şikâyetini İlhan Karaçay’ın Hollandaca yorumundan alıntı yaparak okuyucuya duyurdu. Bu arada Deventer bölgesinde yayınlanan de Stentor adlı gazete, İlhan
Karaçay’ın Hollandaca yazısını kesintisiz bir şekilde yayınladı. Karaçay’ın yazısını okurlar üzerinde derin bir iz bıraktı. Zira bu yorum üzerine gazeteye yüzlerce reaksiyon mektubu geldi.
Semiha Metin’in katilinin 18 yıl sonra yakalanmış olmasına katkısı olduğuna inanan pek çok okur da DÜNYA’ya teşekkür ve tebrik mesajı gönderdi.
Çocukların yaşamlarına son veren ve aileleri perişan eden bir sapığın daha yakalanmış olması Hollanda kamuoyunda olduğu gibi, Hollanda’daki Türk kamuoyunda da sevinç yarattı ve yüreklere su serpti.

İşte Hollanda medyasında yayınlanan İlhan KARAÇAY yorumu:

06 Mart 2009 – De moordenaar van een Turks meisje, dat 11 jaar geleden, op 8-jarige leeftijd verkracht en vermoord werd, is nog steeds niet gevonden.

“Waarom doen de Nederlandse instanties niets om de moordenaar van mijn 8 jarige dochter te vinden, terwijl de hele Nederlandse media wordt ingeschakeld om de gebeurtenissen van Nederlanders in Turkije weer te geven en uit te zoeken wie hiervan de schuldige is.”

Reportage: İlhan KARAÇAY
Wij hebben al veel moeders gezien verscheurd door pijn omdat hun kinderen verkracht of vermoord zijn. De meest bekende gevallen van de laatste paar jaar zijn de verkrachting en de moord op Marijke van Dijk in Alanya door Hakan Karayavuz en zijn vrienden en de moord op Marion van Buuren en haar dochtertje Romy door Okan O. en de roep van hun ouders om hulp. De kreten van de ouders hebben maandenlang nageklonken in de Nederlandse media en het waren kreten die zelfs mensen met een hart van steen, lieten huilen.
Het was ook niet makkelijk! Stel je eens voor: een gestoorde man vermoordt je kind in de bloei van haar leven. Zo’n moeder sterft dan ook van binnen en wil misschien niets liever dan de gestoorde moordenaar met haar eigen handen te wurgen.
Zülbiye
Ook een Turkse moeder heeft haar kind op zo’n vreselijke manier verloren. De 12 jarige Zülbiye werd onderweg naar school aangevallen door een man en daarna doodgeslagen met een dik stuk hout. De gehele bevolking van Amsterdam heeft meegehuild met de moeder en de familie van dit onschuldige Turkse meisje. Maar helaas is de gestoorde dader, die onder psychologische behandeling was, vrijgelaten vanwege een gezondheidsverklaring van justitie.
De moordenaars van Marijke van Dijk uit Antalya zitten hun straf uit. Anne van Dijk vergeet de moord op haar dochter niet. Maar het zal voor de moeder van Zülbiye nog moeilijker zijn, want de moordenaar van Zülbiye loopt nu op vrije voeten.
Semiha was pas 8 jaar
In Deventer lijdt een andere Turkse moeder ook, net als de moeder van Zülbiye.
De pijn in het hart van deze moeder duurt al 12 jaar.
Aysun Metin heeft net als de moeders van Marijke en Marion haar dochter Semiha met veel liefde grootgebracht. Echter, zij werd haar op 8 jarige leeftijd ontnomen door een gestoorde moordenaar.
Hoe is het gebeurd?
Moeder Metin was op die bewuste dag net als altijd naar haar werk gegaan. Omdat het schoolvakantie was, bleef Semiha thuis. Moeder Metin maakte zich zorgen om haar omdat ze alleen was. Er kon van alles gebeuren. Daarom belde ze vaak op om de situatie onder controle te houden. Toen ze om 11.00 uur weer belde vroeg Samiha haar toestemming om naar een vriendin te gaan. Ze mocht, maar moest wel meteen bellen als ze bij de vriendin aangekomen was. Er was inmiddels twee uur verstreken en de moeder had nog steeds niets van haar dochter gehoord. Thuis werd de telefoon niet opgenomen en met een telefoon naar het huis van de vriendin begonnen de angstvolle minuten van de moeder. Ze was er nooit aangekomen. Op verzoek van moeder Metin ging de vriendin bij Samiha kijken maar er werd niet opengedaan.
Meteen snelde de in paniek geraakte Turkse moeder naar huis en onderweg deed ze niets anders dan gebeden opzeggen, Allah smeken dat alles goed was. “Ik rende naar huis. Je zou moeten weten wat er onderweg allemaal door mijn hoofd ging. Ik smeekte God dat alles goed zou zijn. Ik hoopte dat ik niet met een slecht tafereel geconfronteerd zou worden. Maar helaas mijn gebeden werden niet verhoord” zegt zegt Aysun Metin. Met tranen en de pijn duidelijk zichtbaar in haar ogen vervolgt ze het verhaal van haar drama: “Toen ik de deur open deed, zag ik het lichaam van mijn dochter. Er was een vreselijke gaslucht. Ik heb meteen alle deuren en ramen opengedaan en de gaskraan dichtgedraaid. Ik dacht dat ze dood was gegaan vanwege een gasvergiftiging. Maar toen zag ik mijn nachtjapon om haar nek. Zij was zeker gewurgd. Ik heb meteen het Consulaat gebeld en de situatie uitgelegd. Daarna kwam de politie en zij hebben een langdurend onderzoek gedaan. Er werd mij geen informatie gegeven. Na de autopsie was het zeker dat mijn dochter gewurgd was.
De politie liet mij foto’s zien om de schuldigen te vinden. Tussen deze foto’s was er een van een overbuurman, waarvan ik later hoorde dat hij G. de Boer heette. Wij kenden de man alleen van het gedag zeggen tegen elkaar. De politie vertelde mij dat deze man een flink strafblad had. De politie wist dat hij graag met kinderen omging en in zijn huis werden films met kinderporno gevonden. Deze man was al vaker aangehouden vanwege zijn contacten met kinderen en hij werd gearresteerd omdat hij verdacht werd van de moord op mijn dochter. Later werd hij vrijgelaten door de officier van justitie J.C. Buttinger vanwege gebrek aan bewijs.”
Er is niet veel belangstelling meer
Moeder Aysun Metin is vaak bij de politie geweest om ervoor te zorgen dat de dader van de moord op haar dochter in de gevangenis zou komen en zij heeft ook brieven gestuurd naar verschillende instanties, maar zij vindt dat de politie haar geen informatie geeft en zegt het volgende:
“De politie heeft mij naar aanleiding van het autopsie-rapport verteld dat mijn dochter gewurgd is. Maar er werd niets over aanranding gezegd. Onze buurman, die verdacht werd van de moord op mijn dochter is later vrijgelaten en daarna verdwenen. Hij is verhuisd naar een ander adres. Er is mij daarna ook nooit verteld wat er met hem gebeurd is. Ik heb een brief geschreven naar de instantie genaamd Doeland en kreeg het antwoord dat ze later contact zouden opnemen wat nooit is gebeurd. Ik was radeloos. Ik heb zelfs een brief geschreven aan Peter R. de Vries, maar hij heeft mij ook niet geholpen.”
Aysun Metin zegt dat de vermoedelijke dader is vrijgelaten alleen vanwege het ontbreken van bewijzen. Moeder Metin is lezeres van DÜNYA: “Ik weet dat jullie alle gebeurtenissen volgen. Ik kwam op het idee om jullie in te schakelen nadat ik heb gezien hoe jullie de Nederlandse media hebben gewaarschuwd na de gebeurtenissen in Alanya.”
Verder zegt zij
: “Ik zou liegen als ik zeg dat ik niet jaloers was op de berichtgeving die er was over de dingen die de moeders van Marijke van Dijk en Marion van Buuren hebben gezegd en over de arrestatie van de Nederlandse Danny Bruns, die een Turkse jongen heeft doodgereden met een motorfiets in Alanya. Ik heb veel bewondering voor de houding van de media ten opzichte van het onrecht wat er plaats vond. Maar waarom wordt niet iedereen op dezelfde manier benaderd en geholpen? Ik ben ook een moeder. Mijn pijn gaat ook niet over. Waarom helpt niemand mij? Ik lees de kranten ook altijd. Moorden die jaren geleden gepleegd zijn worden opnieuw uitgezocht en de daders worden gepakt. Als moeder vraag ik aan de Nederlandse media en aan justitie: “Onderneemt u alstublieft actie om de moordenaar van mijn dochter te vinden en te bestraffen.”
De lokale pers heeft 11 jaar geleden ook aandacht besteed aan deze vreselijke moord. Maar de berichten van de lokale pers waren niet groter dan twee of drie kolommen. Was de houding van de Nederlandse media hetzelfde geweest mijn dochter een Nederlandse zou zijn?
Moeder Aysun Metin: “Media hoort geen onderscheid te maken tussen afkomst van mensen. Ik ben ook een moeder. Mijn dochter en ik verdienen evenveel aandacht als de Nederlandse slachtoffers en hun nabestaanden. Ik hoop dat de Nederlandse media na het horen van mijn noodkreet eindelijk de zaak onder de aandacht zal brengen. Het idee dat de moordenaar van mijn dochter nog steeds ongestraft rondloopt maakt mij helemaal gek. Ik zal tot mijn laatste adem alles doen om haar moordenaar achter de tralies te krijgen”.