İlhan KARAÇAY ırkçı söylemlere karşı isyan bayrağını çekti:
UCUZ VE AŞAĞILAYICI POPÜLİST SÖYLEMLER İLE WİLDERS’İ ARATMAYAN TÜRK SOSYALİSTLER ADINA UTANIYORUM!
55 yıldır ırkçı horlamalara karşı yapmış olduğumuz mücadeleler, buradaki ırkçılardan geri kalmayan bizim ırkçılar yüzünden hepimizi utandırıyor.
Avrupa’daki Tük toplumu için, ‘İşimizi elimizden aldılar’, ‘Çamaşır suyunu sokağa dökerek pislik yapıyorlar’, ‘Gürültü yapıyorlar’, ‘Evlerinde hayvan kesimi yapıyorlar’ diye yaygara yapanlara günah çıkartan bizim ırkçılar, tüm dünyadan tepki görüyorlar.
10 yaşındaki bir çocuk bile, yabancıya, yerliden on misli daha fazla fiyat uygalayacağını açıklayan bir Belediye Başkanı’na hoş bakamaz.
Türkçe tabelaları kaldırmak isteyen Brüksel Belediye Başkanı ile sokakta Türkçe konuşmayı yasaklamak isteyen politikacıları yerden yere vurmuştuk.
Şimdi aynı şeyler, Türkiye’deki Suriyeliler’den isteniyor.
Hollanda’da Türk göç tarihinde yaşananları, gazete sayfaları ile hatırlatıyorum.
Türkiye’de, son günlerde gündemden düşmeyen ırkçı söylemler, yurt dışında yaşayan milyonlarca Türk’ü derinden yaralayan bir nitelik taşıyor.
55 yıldır buralarda işittiğimiz ırkçı ve faşist söylemler, şimdi Türkiyemizde, hem de kendilerini sosyalist olarak ilan etmiş olan siyasiler tarafından tekrarlanıyor.
Düzensiz varlıkları ile, gerek Türk devletine ve gerekse Türk halkına karşı rahatsızlık veren 5 milyona yakın Suriyeli için söylenen sözler ve onlara uygulanmak istenen insanlık dışı kurallar çoğumuzu üzüyor.
Önce Sosyal demokrat Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) Başkanı Kemal Kılıçtaroğlu, kulaklarımıza inanamadığımız açıklamalar yapmaya başladı. Hoş, Kılıçtaroğlu’nun yapmış olduğu açıklamalarda ırkçı söylemler yoktu ama, iktidara geldikleri takdirde yapacakları uygulamaları anlatırken verdiği örnekler hiç de hoş değildi.
Ülke halkını ve devleti rahatsız eden gelişmeleri çözüme kavuşturmak, elbetteki iktidarların en önemli görevlerinden biridir. İyi ama, verilen rahatsızlığa karşı yapılacak olanları anlatırken, bu rahatsızlığa muhatap olanlar rencide edilmemelidir.
Doğrudur, ülkemize gelen 5 milyona yakın Suriyeli, bizim davetimiz ile değil, sınırlardan kaçarak ülkemize sığınmışlardır. Kontrolu imkânsız olan bu sığınma, illegal olduğu gibi, anında sınır dışı işlemiyle de önlenebilirdi.
Ama, şefkatli devletimiz, ölümden kaçan çoluk çocuğu yeniden ölüme terk edemezdi. Türkiye’nin bu insanları kabul etmesiyle birlikte, uluslararası kurallar geçerli olmaya başladı.
Bu nedenle Türkiye’nin söyleyecek lafı kalmamıştı.
Hele hele, Avrupa Birliği’nin, Suriyeliler’in Avrupa ülkelerine kaçmaması için teklif ettiği milyarlar kabul edilince, Avrupalı’nın Türkiye’ye söyleyebileceği çok şey oldu.
Her şeye rağmen, bir ülke, kendi vatandaşlarını çok rahatsız eden ve masrafları ile ülkeyi iflasa götüren yabancılar için elbette çeşitli önlemler alabilirdi. Ama bu önlemler alınırken, gerek uluslararası kurallar ve gerekse yapılan sözleşmeler göz önünde tutulmalıydı.
Ortam bu vaziyette iken, bir siyasi partinin lideri (hem de sosyal demokrat), iktidar olmaları halinde yabancılar için planladıklarını anlatırken, rencide edici sözlerden kaçınmalıydı.
Bu konuda Bolu Belediye Başkanı’nın söyledikleri ise, yenilir içilir cinsten değildi.
Elektriği, suyu ve vergileri, yabancılar için on misli fazla fiyata vereceğini belirten Bolu Belediye Başkanı, ‘Yaparım kardeşim, adamlar gitmiyorlar. Buradan gitmeleri için, burayı onlara yaşanmaz hale getiririm ve gönderirim’ diyecek kadar küçülmüştür.
Yabancılara uygulanmak istenen on misli fazla fiyat mecliste oynanırken yaşananlar ise, tam bir rezaletti. Konuyla ilgili yasa taslağı oylanırken, uygulamayı eleştiren rakiplerine karşı, ‘Ne yapayım, ben de sizi susturmak için, Başkanınız gibi çay mı dağıtayım’ diyerek, önündeki çay paketlerini fırlatan Belediye Başkanı, ne yazık ki CHP’liler tarafından alkışlanmıştı. Ben ise, köküne kadar CHP’li bir ailenin çocuğu ve gençlik yıllarımda CHP’de görev yapmış bir kişi olarak utanmıştım.
Şimdi ne oldu biliyor musunuz?
Yurt dışındaki ırkçı ve faşist siyasi partiler, Türkiye’de yaşananları ortaya sererek, ‘Bakın, biz de Türkler’in buradaki varlığından rahatsızlığımızı belirtirken, sarfettiğimiz sözler nedeniyle yargılanmıştık. Bu nedenle de ırkçı ve faşit damgası da yedik. Ama şimdi, Suriyeliler için Türkiye’deki siyasiler bakın neler diyorlar. Hem de hürriyetçi geçinen sosyal demokrat görüşlüler tarafından’ diye konuşuyorlar.
Doğrudur, Avrupa’daki Türkler, işçi sıkıntısı çeken ülkeler tarafından getirilmişlerdir. Bu nedenle de, savaştan kaçan Suriyeliler ile kıyaslanmamalıdır. Bu gerçeği idrak ediyorum ama, ırkçılık ile mücadele etmiş bir insan olarak söyleyeceklerim de var.
Söyleyeceklerimi sizlere, eski gazete sayfaları ve kupürler eşliğinde sıralayayım:
1976 yılında, yani Türk göçünün başlamasından 12 yıl sonra, iktidarın en güçlü ortağı İşçi Partisi, yabancılar için yeni bir yasa çıkarmak istiyordu. ‘Yabancılar Çalışma yasası’ adı altındaki bu yasanın taslağında, kısıtlayıcı çok şey vardı. Biz de bu taslağa karşı çıkıyorduk ve en çok oy verdiğimiz İşçi Partisi’nden bu teklifi geri çekmelerini istiyorduk. Ama ne yazık ki İşçi Partisi kurmayları bize ‘ Siz anlamıyorsunuz, bu yasa sizler için olumlu bir yasa olacaktır’ demişlerdi.
O günlerde temsilciliğini yaptığım Hürriyet’te, bu yasaya karşı Türkçe ve Hollandaca eleştiriler yayınlıyordum. Bu yayınlara tahammül edemeyen ırkçılar, büromuzun camlarını iki gece üst üste kırmışlardı.
O zaman, Hollanda televizyonu için yaptığım bir programda, meclis kürsüsüne çıkmış ve ‘Bu çatı altında insan hakları çiğneniyor’ demiştim. Bu cesaretimi kıskanan ‘Lahey’de Bugün’ programının yapımcısı Ton Planken, NOS Televizyonun amirali Karel Enkelaar’a, ‘Bana sansür uyguluyorsun ama bu Karaçay istediğini söylüyor’ diye şikâyette bulunmuştu.
Hürriyet’teki yayınlar bir nebze semeresini göstermiş ve milletvekilleri yasa taslağının geri çekilmesi için Bakanlara baskı yapmaya başlamışlardı. Zamanın Çalışma Bakanı Boersma da bu konuda boy hedefi olmuştu.
Utrecht’te 10 bin kişinin katılımı ile yapılan protesto gösterisi de işe yaramamış ve o yasa çıkarılmıştı.
O zamanlar, gözle görülür bir yabancı düşmanlığı başlamıştı. Lahey sokaklarında ‘Türkler defolun’ yazıları hakim oldu. Özellikle Türkler’i hedef alan söylemler çok tehlikeli bir hal almıştı.
Ülkenin en büyük haftalık dergisi Panorama, bi ranket düzenlemişti ve yabancıların sınır dışı edilmelerini isteyenlerin oranını yüzde 39 olarak vermişti.
Yine çok satan REVU dergisi, ırkçıların ‘Türkler hamam böceğinden beter’ ve ‘Bütün Türkler’e ölüm’ diyen dazlakları kapak yapmıştı.
‘Tükler’e ölüm’ sloganı atan ırkçıların çirkin planlarını ortaya seren yayınlar yapmaya devam ediyordum.
‘Türkler’e ölüm’ sloganlarını, Hollandaca yayınlarımda da duyuruyordum. Bu durum tabii ki ırkçı serserilerin hoşuna gitmiyordu. Bu nedenle de büromuz sık sık saldırıya uğruyordu.
Tabii ki sağduyulu yöneticiler de vardı. Rotterdam Belediye Başkanı Van der Louw, kendisi ile yaptığım bir görüşmede, ‘Türkler ayrılırsa endüstri felce uğrar’ demişti
Hollanda’ya göç etmiş Türkler arasına, tabii ki normal yollar ile değil, kaçak yollar ile gelenler de vardı. De Telegraaf gazetesi, Almanya’daki sıkı takibattan kaçan Türkler için, ’40.000 kişilik Türk alayı sınırlarımıza dayandı’ başlığını atmıştı. Ben de o zaman sınırlardan yüzerek kaçan Türkler’i fotoğraflamıştım.
Hollanda’daki Türkler koloniler halinde yerleşiyorlardı. Haarlem kentinde o zaman 4 bin Emirdağlı vardı. Emirdağlılar’ın liderliğini de Atat Uslu yapıyordu. Ata Uslu, şimdiki Corendon firmasının sahiplerinden Atilay Uslu’nun babasıydı. Türkiye’ye en çok turist gönderen bir Tur Operatörlüğü ve Hava Şirketi olan Corendon’un sahibi Atilay Uslu, Hollanda’ya uyum sağlamış olan başarılı Türklerden sadece biriydi.
Göçmenlikte yaşanan sorunların haddi hesabı yoktu. Holland ave Belçika’da yaptığımız araştırmalarda en önemli 10 sorunu aramış ve bulmuştuk. Bu sorunların en önemlisi ise işsizlikti.
Hollanda’daki Türkler’in en önemli 10 sorununu saptadıktan sonra, elde ettiğimiz verileri, Hollanda İçişleri Bakanın’na sunmuştuk
Hollanda’daki Türkler’in en önemli 10 sorunu konusu, Hollanda medyasına da genişçe yer almıştı.
Hollanda medyası, bu konuda Hürriyet’in çalışmasından sitayişle söz etmişti.
En önemli sorunlardan biri de anadili eğitimi idi. Hürriyet gazetesi olarak bu konuyu da sıkça irdelemiştik.
SONUÇ
Göçmenlikte sorunların haddi hesabı yoktur. Kanada’ya, Avustralya’ya ve Yeni zelanda’ya göç etmiş Hollandalıların sorunları da aynıydı.
Haliyle, Türkiye’ye yerleşmiş olan Suriyelilerin de sorunları aynı olmalıydı.
Sorunlar içinde kıvranan göçmenler için söylenecek her laf, iyice ölçülüp biçilmelidir.
Daha önce de sormuştum. Türkiye’deki Suriyeliler’in bir İlhan Karaçay’ı olsaydı ve Hollanda’daki etkinliklerini Türkiye’de yapsaydı, başına neler gelirdi biliyorsunuz değil mi?
Ülkeyi yönetenler ve yönetmeye talip olanlar, toplum psikolojisinin ne olduğunu da bilmeleri lâzım.
5 milyonluk bir toplumu rencide etmek, horlamak ve haksızlığa uğratmanın nelere yol açacağını hesap etmek lâzım.
Bu nedenle, özellikle daha libaral olması gereken sosyal demokratların söylemleri, ırkçı ve faşist söylemler olmamalıdır.
Çok iyi biliyorum ki, Suriyelilerin Türkiye’deki illegal varlıkları ile, Hollanda’daki Türkler’in varlıkları arasında büyük bir fark var. Türkler’in geleceği, ikili sözleşmeler ile güvence altına alınmıştır. Bu nedenle Türkler’e karşı yanlış bir girişimde bulunulamaz. Bir kaç çatlak sesin yaratacağı rahatsızlık çok önemli olmayabilir.
Türkler’e verilen güvence, Suriyeliler için mevcut değildir. Bu nedenle Suriyeliler için her türlü karar alınabilir.
Alınabilir ama, insan hakları çerçevesinde. Aksi takdirde tüm dünyayı karşımıza almış oluruz.
Bu böyle biline ve yapıla…
İzlerken, ciğerlerimizin de yandığı ormanlarımıza yeniden kavuşmak için bir fidan dik veya birkaç fidan diktir.
Çocuklarımıza yeşil orman sevgisini ve çevre bilincini öğretin.
20 Yıl önce, ‘Türkiye Çöl Olmasın’ sloganı ile yapılan kampanyada diktiğim bir fidan, şimdi kocaman bir ağaç oldu.
Fidan dikiminin iyi tasarlanmadan veya düzgün bir şekilde yapılmaması halinde, daha fazla karbon salımına ve biyoçeşitlilik kaybına yol açacağı iddia ediliyor.
İlhan KARAÇAY yazdı:
Sadece Türkiyemizde değil, dünyanın çeşitli bölgelerinde devam etmekte olan orman yangınlarını izlerken, hepimizin ciğerleri de yanıyor.
Bir ağacın insanlığa sunduğu faydaları anlatmak için sayfalarca yazmak lâzım. İnsanlığa sağladığı oksijen, serinlik ve güzel manzaranının yanında, ağaçların faydaları aşağıdaki 10 maddede şöyle anlatılıyor:
1.Ağaçlar toprağın yerinde tutunmasını sağlar Ağaç kökleri toprağın derinliklerinde büyür, toprağı sıkıca yerinde tutar ve özellikle yamaçlarda ve diğer dik arazilerde toprak erozyonunun önlenmesine yardımcı olur.
2. Ağaçlar karbondioksitin artmasını engeller Çoğumuz okulda öğrendiğimiz gibi, ağaçlar ve diğer yeşil bitkiler, insanların ve diğer organizmaların ürettiği karbondioksiti alır. Ağaçlar olmasaydı, atmosferimizdeki karbondioksit seviyeleri şu an olduğundan daha yüksek olurdu.
3. Ağaçlar oksijen üretir. Fotosentez yoluyla, ağaçlar insanların ve diğer birçok organizmanın yaşama kaynağı olan oksijen üretir.
4. Bazı hayvanlar ağaçlara bağımlıdır. Ağaçlar yaban hayatı için önemli bir yaşam alanı sağlar. Bazı hayvanlar tüm hayatlarını ağaçlarda yaşarlar. Baykuş gibi bazı hayvanlar ormanlar olmadan yaşayamazlar.
5. Ağaçlar Şehirleri daha yaşanabilir kılar Bir şehir ormanı, şehirler için önemlidir. Sağlıklı bir kentsel orman, yaşanabilir şehirlerin kurulmasında en önemli faktörlerden biridir.
Çocuklar, şehir etrafındaki doğayı, sadece ağaçların etrafında olup onları gözlemleyerek ve onlarla etkileşime girerek öğrenebilirler.
Şehirlerde sadece bir ağaç manzarası bile stresi ve kaygıyı azaltmaya ve kent nüfusunun genel refahını artırmaya yardımcı olabilir. Yapılan araştırmalara göre, şehirlerde ağaçları olan yeşil alanların bulunmasının suç oranlarının yaklaşık yüzde 50 oranında azaltılmasına yardımcı olduğu tespit edilmiştir.
6. Ağaçlar mülk değerini artırır. Bir mülk içinde büyüyen olgun ağaçlara sahip olunduğunda, mülk değerinde artışlar olur.
7. Ağaçlar enerji tasarrufuna yardımcı olur. Stratejik olarak dikilmiş, evlerin ve diğer binaların yakınındaki veya bir mülkteki ağaçlar, rüzgarı engellemeye ve gölge oluşturmaya yardımcı olabilir. Kışın ısıtma ihtiyacını ve yaz aylarında soğutma ihtiyacını azaltmaya yardımcı olur.
8. Ağaçlar fiziksel ve zihinsel sağlık için önemlidir. Yapılan araştırmalar, hastane pencerelerden bakıldığında yeşil alanlarda bir görüntü hastaların iyileşmesini arttırdığı görülmüştür. Stresi azaltmak için yeşil alan manzarasına sahip ve oynama alanı olan yerlerde çocuklarınızla zaman geçirebilirsiniz.
9. Ağaçlar bizi besler. Bahçende kendi meyvelerini ya da fındıklarını yetiştirebilirsin. Bahçenize meyve veya fındık ağaçları ekerek, kendiniz ve aileniz için bol miktarda yiyecek üretebilir ve belki de arkadaşlarınız, komşularınız ve diğer aile üyelerinizdeki kişilerle paylaşmanız için yeterli miktarda ürün üretebilirsiniz.
10. Ağaçlar yer duygusu yaratır. Ağaçlar yalnızca belirli bir yerde bulunabilen eşsiz bir karakter ve güzellik yaratabilir.
BEN DE FİDAN DİKMİŞTİM
İşte, insanlık için faydaları yukarıda anlatıldığı kadar çok olan ağaçların, doğa dışında insanlar tarafından da dikilme yarışlarından birine ben de 20 yıl önce katılmıştım. ‘Türkiye çöl olmasın’ sloganı ile başlatılmış olan bir kampanyaya ben de katılmış ve çok güzel duygular yaşamıştım. Dilerim bu duygu herkese nasip olur.
her yıl düzenledikleri ağaç dikim organizasyonlarına katılabilirsiniz.
Ağaç dikmeye vaktiniz yoksa veya bu konuda sakıncalarınız varsa, TEMA ve ÇEKÜL sizin için bu görevi yapıyorlar. Bunun için bir banka havalesi yetiyor. Bağışlayacağınız para ile kaç fidan ekildiğine dair sertifikanız size gönderilecektir.
Yukarıdaki iki işlemi de yapamıyorsanız bir seçeneğiniz daha var. Fidan dikmek istediğiniz yerin belediyesine başvurarak niyetinizi belirtiyorsunuz. Belediye size bir çorak arazi gösteriyor. Belediye fidanlığından veya Orman Bölge Müdürdlükleri’nden satın alabileceğiniz fidanları oraya diktirebiliyorsunuz.
AKSİ İDDİALAR DA VAR
İsterseniz size Matt McGrath’ın yazdığı ve Çisil Sevinç’in tercüme ettiği haberi aktarayım.
İki yeni araştırmaya göre, son yıllarda iklim değişikliği mücadelesinin merkezinde yer alan fidan dikme kampanyaları sanıldığı kadar yarar sağlamıyor. Uzmanlara göre, ağaçlandırma çalışmaları biyoçeşitlilik kaybının artmasına sebep olabilir.
Nature Sustainability adlı dergide yayımlanan iki yeni araştırmaya göre, büyük ölçekli fidan dikme çalışmaları çevreye yarar sağlamak yerine tam tersi etki yaratabilir.
Bir araştırmaya göre, fidan dikmek için sağlanan finansal teşvikler geri tepebilir ve biyoçeşitliliği azaltarak karbon emisyonlarında olumlu bir etki yaratmayabilir.
Ayrı yürütülen bir projede ise, yeni ormanların emebileceği karbon miktarının olduğundan fazla tahmin edildiği sonucuna varıldı.
Her iki çalışmanın temel mesajı, fidan dikmenin basit bir iklim çözümü olmadığı yönünde.
Son yıllarda, düşük maliyetle fidan dikme fikri yüksek etkili bir iklim değişikliği çözümü olarak görülüyordu.
Önceki araştırmaların ağaçların yüksek seviyede karbon emme ve depolama potansiyeline sahip olduğunu ortaya koyması üzerine, pek çok ülke fidan dikme kampanyalarını iklim değişikliği mücadele planlarının merkezine yerleştirdi.
Yeni araştırmanın yazarları, özel mülk sahiplerine fidan dikmeleri için sağlanan finansal teşvikleri dikkatli bir şekilde inceledi. Bu ödemeler gözle görülür bir şekilde artan ağaç miktarının temel etmeni olarak görülüyor.
Stanford Üniversitesi profesörü Eric Lambin, “Fidan dikme teşvikleri iyi tasarlanmaz veya düzgün bir şekilde uygulanmazsa, bu yalnızca kamu parasının boşa gitmesine sebep olmaz, aynı zamanda daha fazla karbon salımına ve biyoçeşitlilik kaybına yol açar. Bu sonuçlar politika hedeflerinin tam tersi” dedi.
İkinci çalışmanın amacı, yeni oluşturulmuş bir ormanın atmosferden ne kadar karbon emebileceğini ölçmekti. Şimdiye kadar çoğu bilim insanı, bu miktarı sabit bir oran kullanarak hesaplamıştı.
Ancak miktarların yerel şartlardan dolayı değişkenlik gösterebileceğinden şüphelenen araştırmacılar, iklim değişikliği ile mücadele etmek ve Gobi çölündeki tozu azaltmak amacıyla hükümet tarafından fidan dikme teşviki sağlanan Kuzey Çin bölgesini inceledi.
Fidan dikilen bölgelerden alınan 11.000 toprak örneğini inceleyen bilim insanları, zayıf karbonlu topraklarda yeni fidanlar dikilmesinin organik karbon yoğunluğunu artırdığı sonucuna ulaştı.
Halihazırda zengin karbonlu topraklara yeni fidanlar dikildiğinde ise yoğunlukta azalmalar meydana gelmişti.
Araştırmacılar, organik karbonun yeni fidan dikilerek azaltılabileceği yönünde daha önceden yürütülen tahminlerin abartıldığını belirtti.
Araştırmanın baş yazarlarından Colorado Devlet Üniversitesi öğretim üyesi Dr. Anping Chen, “İnsanların, ağaçlandırmanın tek başına yeterli olmadığını anlamalarını umuyoruz. Ağaçlandırma pek çok teknik detay ve farklı parçaların uyumunu gerektiriyor ve bütün iklim sorunlarını çözmesi mümkün değil” şeklinde konuştu.
SONUÇ
Uzmanların ağaçlandırma konusundaki farklı fikirleri karşısında ne diyeceğimi bilemiyorum. Sonuçta ben uzman değilim. Ama, ‘Kıyametin kopacağını bilseniz bile, elinizdeki fidanı dikiniz’ dediği ileri sürülen peygamberimizin sözünü dinlemeyi tercih ederim.
Orman yangınları ile gündeme gelen ‘Yardım Kampanyaları’ndan rahatsızlık duyanlar haklı mı?
Yardım Kampanyaları olmazsa olmaz mı?
Bazı kampanyalar yürekten yapılır, bazıları da koftiden…
Yürekten yapılan ve tüm dünyada takdir gören en büyük kampanya, Marmara depreminden sonra Hollanda’da yapılan kampanya idi.
Ama tüm iyi niyetlere rağmen, yürekten verilen paralar, çalınmadıysa da çarçur edildi ve yerini bulamadı.
Şimdi başlatılan yardımlar arasındaki, yatak yorgan toplama kampanyasını protesto edenlerin hakılılık payı var mı?
Yaşanan afetler sonrasında yapılmakta olan yardım kampanyaları, dünyanın dört bir yanında aynı minval üzerinde işler.
Eksik olmasınlar ama, yardım kuruluşlarının topladıkları yardımları yararlı bir şekilde yerine ulaştırmaları hep olumsuz olmuştur.
Dünyanın her ülkesinde yardım kuruluşları yardır. Bu kuruluşları elbette insanlar yönetir. ‘Kul her zaman hata yapabilir’ deyiminden yola çıkarsak, insanların hata yapışlarını olağan karşılarız. İyi ama ‘Kul her zaman hata yapabilir’ dendi diye, suç işlemenin mubah olduğu söylenmedi ya? Hani ‘Vur dediysek, öldür demedik’ diye bir başka deyim vardır. İşte insanlar da bu gibi deyimleri kendi çıkarları için malzeme yaparlar ve ‘şeytana uyup’ usulsüzlük yaparlar.
Bu günlerde Türkiye’de yaşanan orman yangınları, yurt içinde olduğu gibi, yurt dışındaki
yurttaşlarımızı ve hatta yabancıları da derinden yaralamıştır. Türk halkını, yangınların söndürülmesi için yaptığı cansiperane görüntüler, yüreğimize su serptiği gibi, ölen ve yaralanan insan ve hayvanların verdiği acı içimizi sızlatmaktadır.
İnsanlarımızın, söndürme işlemindeki katkılarının yanında, bir de mal ve para yardımı girişimi vardır ki, bu da sevindiricidir. Ne var ki, bazı girişimler pek çok insanımız tarafından ‘rencide edici’ bulunduğu için protesto edilmektedir.
Örneğin, yurt dışında açılan ‘Help Turkey’ başlıklı bir kampanya, özellikle iktidar yanlısı kişi ve
kuruluşlar tarafından protesto edilirken, iktidara muhalif olan kişi ve kuruluşlar tarafından da, ‘Bu
her felaketten sonra yapılan olağan bir kampanyadır’ diye savunulmaktadır.
Hollanda’da, para yardımından başka, giysi ve yatak yorgan toplamaya varan bir yardım kampanyası ise öfkeli bir şekilde protesto edilmektedir. Hollanda Türk İslam Kültür Derekleri
Federasyonu ile, İslam Yayın Kurumu’nun eski başkanı İbrahim Görmez, bu yatak yorgan
yardımını ‘maskaralık’ olarak nitelemektedir.
İsterseniz size, ‘Yürekten yapılan ve tüm dünyada takdir gören en büyük kampanya, Marmara depreminden sonra Hollanda’da yapılan kampanya idi.’ diye belirttiğim kampanyayı anımsatayım.
Marmara depreminden sonra, 5 Şubat 2000 tarihinde yazdıklarım şöyleydi:
ÇARÇUR EDİLEN 65 MİLYON GULDEN
Yadım kampanyalarının iyi işlemediğini veya çarçur edildiğini ortaya sermek için, bizzat yaşadığım bir olayı anlatmakta yarar görüyorum.
Hepmizi can evimizden vuran Marmara depreminin acıları hala sürmektedir. Hollandalı Türkler’in bu konudaki tek tesellisi, tüm dünyaya örnek olacak bir şekilde yapılan yardım kampanyasında büyük bir rol üstlenmiş olmalarıdır.
Hatırlayacaksınız, Türkler tarafından oluşturulan bir komite, Hollanda hükümetine baskı yaparak, ulusal bir yardım kampanyası açılmasını sağlamıştı.
Başta Başbakan Wim Kok olmak üzere tüm Bakanların ve siyasi partilerin desteklediği bu yardım kampanyası, gerçekten dillere destan bir şekilde yapılmıştı.
Yine hatırlayacaksınız, Zaandam’daki Sultan Ahmet Camii’nde yapılan tören televizyonlardan canlı olarak yayınlanmıştı. Bu törende Hollanda Prens ve Prensesi’nin yanında, Başbakan Kok ve pek çok Bakan da hazır bulunmuştu.
Televizyonlardaki canlı yayınlara ülkenin en ünlu simaları katılmışlardı.
İşte, Türkler’in ön ayak olduğu bu yardım kampanyası sonucunda 65 milyon gulden toplanmıştı. Bu meblağ daha sonra yükselmişti ama, bunun ne kadar yükselmiş olduğunu da öğrenemedik.
Türkler’in ön ayak olduğu bu kampanya, Hollanda Kızıl Haç’ının kontrolunda olacaktı. Ama ne var ki, toplanan paralar tam 10 yardım kuruluşu arasında pay edilmişti. Hollanda’daki kurallara göre, ortak bir şekilde yapılan ulusal kampanyalarda, toplanan paralar yardım kuruluşları arasında pay ediliyor. Bu kuruluşlar da kendi inisiyatifleri doğrultusunda yardım ediyorlar.
Türk depremzedeleri için toplanan paraların bu kuruluşlar arasında pay edilmesini ilk protesto eden Ben olmuştum.
Hatırlayacaksınız, DÜNYA’da Türkçe ve Hollandaca yayınladığım sürmanşet haberlerde, toplanan 65 milyon guldenin ne olduğunu sormuştum.
Utrecht’te yapılan bir toplantıya katılan, başta Kızıl Haç başkanı olmak üzere, tüm yardım kuruluşlarının başkanlarına bu soruyu yöneltmiştim.
Bu başkanlar, kendi projelerini yürüterek yardım yaptıklarını açıklamaya çalışıyorlardı. Kimi, mayıs ayında okul açacaktı, kimi hastane. Ben de bu başkanlara, ‘Beyler, kış kıyamette insanlar donuyor. Başlarını sokacakları bir çatı yok. Çadırlarda perişan oluyorlar. Yardım yağmasına rağmen depremzedeler çok zor durumdalar. Toplanan paralar ile aciliyet gerektiren yardım yapılmalıdır. Sizlerin planladığı 5- 6 ay sonraki okul ve hastane yapımını sonraya erteleyin. Şimdi eldeki paralar ile acil yardımları yapın’ diye bağırmış ve toplantı salonunu terk etmiştim.
Toplantıyı yöneten Kızıl Haç’ın Başkanı beni takip etti ve ‘Bir dakika bakar mısınız, size durumu izah etmek istiyorum’ dedi. Bir koltuğa oturarak konuştuğum Başkan, bu konudaki uygulamayı anlatmaya çalıştı ama, bu anlatım da beni tatmin etmemişti.
Yaptığım araştırmalar sonucunda elde ettiğim verilere göre, 10 yardım örgütüne mensup heyetler Türkiye’ye seyahat edip durdular. Oralarda buldukları sözümona hayırsever kişi ve kuruluşlar kanalıyla yardım gayretine girdiler. Sonuçta kendi paylarına düşen paralar çarçur edildi.
Paraların bir kısmı birinci mevki uçaklara, lüks otellere, Boğaz’daki yemeklere, maaşlara ve Türkiye’deki açıkgözlere gitti.
Yapılmış olan gerçek yardımları inkar etmek doğru olmaz ama, paranın büyük bir bölümünün boşa gitmiş olması çok üzücüdür.
Muhammet Uysal, Sultan Ahmet Camii’nde yapılan törende şunu söylemişti : ‘Küçük Hollanda’da yaşayanların yürekleri büyüktür’.
Evet, yürekleri büyük olan insanları kutlamak ve teşekkür etmek boynumuzun borcudur. Ama bu büyük yüreklerin cömertliğini istismar eden hırsızlardan hesap sormak da boynumuzun borcu olmalı. Bunun için sadece bizim değil, Hollanda’daki tüm Türk kuruluşlarının ayağa kalkması lazımdır. Öyle ya, bizim için toplanan paralara bizden başka kim sahip çıkacak ki ?
İşte böyle değerli okurlarım. Yardım kampanyaları olmazsa olmazların başında gelen girişimlerdir.
Ama yukarıda da dediğim gibi, çalınmasa da, çarçur edilmeden sonuçlanmalıdır.
Bir de şu var: Yardım edeyim derken, insanları küçük düşürmek ve rencide etmek de doğru değildir. Türkiye gibi bir ülkeye, yatak yorgan yardımı abesle iştigaldır.
Bunlar dikkate alınmazsa, yardımların bir değeri kalmaz.
İlhan KARAÇAY’ın analizi: (İbret alınacak bu analizi
dosyalayıp saklayınız)
49 Yıl önce Rotterdam’da yaşanan Türk evlerine saldırı olayları, Hollanda tarihinde kara bir leke olarak kaldı.
Allah korusun, Türkiye’de patlak verecek bir olay, Rotterdam’dakine benzemez ve tam bir faciaya dönüşür.
Türkiye’de gündemde olan ‘Suriyeliler’ konusu, düşüncesiz bir şekilde sarf edilen bazı sözler ve uygulanmaya konulmak istenen bazı kurallar nedeniyle büyük tartışma konusu oluyor.
Bu konuda iktidar ve muhalefet mensuplarının, sonunun nereye varacağını hesap etmeden sarfettikleri sözler, Allah korusun büyük bir felakete yol açacak nitelikte.
Bu konudaki muhtemel bir tehlikeyi, Hollanda’dan örnekler vererek izah etmeye çalışacağım ama, Hollanda’daki Türk toplumu ile Türkiye’deki Suriyeli toplumunun konumu hakkında biraz bilgi vermem gerekecek.
Hollanda’daki Türkler, ülkeler arasında yapılan ikili anlaşmalar sonrasında Hollanda’ya getirilmişlerdir. Hem de davul zurna eşiliğinde yapılan karşılama törenleriyle…
Anlaşmalar, Türkler’in buradaki geleceğini garanti altına alıyor ve uluslararası hukuk kuralları ile de perçinleniyordu.
Ne var ki, devletin alacağı yanlış kararlara karşı güvencesi olan Türklerin, halk karşısında bir güvencesi yoktu. Nitekim öyle de oldu.
Hollanda’ya gelişleri 10 yıl dolmadan, halkın belli bir kesimi tarafından, ‘İşimizi elimizden aldılar, sokaklarımızı pisletiyorlar ve gürültü yapıyorlar’ diye suçlanmaya başlanan Türk toplumu, bazı siyasetçilerin ve medya organlarının kışkırtmasıyla ağır bir baskı altında yaşamaya başladı.
Münferit olaylardan sonra, 1972 yılında Rotterdam’da ve 1976 yılında da hemen yakındaki Schiedam’da, Türk evlerine ve işyerlerine saldırıların yapıldığı acı olaylar yaşandı.
Sizelere bu olayları gazete kupürleri ile anlatmadan önce, Türkiye’deki Suriyeliler’in konumu hakkında bilgi vermek istiyorum.
Türkiye’deki, sayıları beş milyon olduğu belirtilen Suriyeliler, Türk devleti tarafından getirilmedi ve güvence altına alınmak için de anlaşma yapılmadı. Suriyeliler, ülkelerinde çıkan iç savaş nedeniyle, gümrük kapılarından değil, sınırlardan kaçarak Türkiye’ye sığındılar. Türkiye, ölümden kaçan bu çaresiz insanları, gerek insanlık borcu ve gerekse uluslararası kurallar gereği kabul etti. Türkiye’ye sığınan Suriyeliler, uluslararası bir kuralın gereği olarak kabul edilmeliydi ama, ülkelerinde ortam normale döndüğü zaman da, ülkelerine geri gönderilebilirdi.
Zira, Hollanda’daki Türkler, hakları güvence altına alınmış göçmenlerdi, Suriyeliler ise sadece sığınmacıydı.
Türkiye’deki Suriyelilerin konumu her ne kadar dezavantajlıysa da, bu insanlar için söylenecek sözler rencide edici olmamalıdır. Bu insanlar, güvenceleri olmadığı için ve kendilerine bir söz verilmiş olmadığı için geri gönderilebilir ama, ortamın normale dönüşmesi beklenmelidir. Zira bu konudaki uluslararası kurallar da işlemektedir.
‘Bolu Beyi’ gibi ortaya çıkan Beldiye Başkanı’nın, Suriyeliler’i geri dönüşe zorlamak amacıyla koymak istediği kural, 10 yaşında bir çocuğun dahi yapmayacağı saçma bir kuraldır.
10 yaşında bir çocuğun sahip olduğu zekâya bile sahip olmayan bu Bolu Beyi, yabancılar için elektrik, su ve vergileri tam on misli daha fazla alacağını ilan ederek, tüm dünyada komik duruma düştü.
Ne gariptir ki, bu Bolu Beyi’ni alkışlayanlar oldu.
Suriyeliler’in varlığından rahatsız olan insanlar tabii ki geri gönderilmelerini arzu edebilirler ama, gerek insanlık adına ve gerekse uluslararası kurallar adına sabırlı olmalılar.
Hollanda’da yaşanan her olay sonrasında, inisiyatifi ele alıp, Türkler’i savunmaya soyunan naçizane şahsım, Hollanda parlamentosunda kürsüye çıkarak ve televizyonlarda konuşarak hak aradım. Tabii ki bunu yaparken, gerek Hollanda demokrasisi ve gerekse halkın toleranslı oluşundan yararlandım.
Şimdi sorarım sizlere, Suriyeliler içinden bir İlhan Karaçay çıkarsa, ve Hollanda’da yapılanları Türkiye’de yaparsa ne olur?
Facebook’ta, Türkiye’deki bir Suriyeli’nin görüntüsü yayınlandı. Bu Suriyeli çok bozuk Türkçesi ile, ‘Ne istiyorsunuz bizden kardeşim? Biz burada çalışıyoruz, vergi veriyoruz…’ gibisinden laflar ediyordu ama hiç de sempatik gelmiyordu. Bu adama yapılan reaksiyonları gördünüz mü? Allah korusun, yarın bu laflar sokaklarda söylenmeye başlandığı zaman ne olur biliyor musunuz? Sonuçta, Suriyeliler de kendilerini savunmaya çalışacaklardır.
Suriyeliler’den korktuğumuz için değil, insan haklarına ve uluslararası kurallara saygılı olduğumuz için, rencide edici sözler sarfetmemeliyiz.
Şimdi, Hollanda’da bulunan, hakları güvence altına alınmış göçmen bir Türk toplumu ile, hakları güvence altında olmayan, iç savaştan kaçarak Türkiye’ye sığınan Suriye toplumu arasındaki farkı anladık değil mi?
Bu anlayış ile hareket etmenin de bir insanlık borcu olduğunu vurgulayarak, tam 49 yıl önce yine bir ağustos ayında yaşanmış olan Rotterdam ve 45 yıl önce yaşanmış Schiedam olaylarını, gazete kupürleri ile anlatayım.
ROTTERDAM OLAYLARI
1972 yılının bir ağustos gecesiydi. Rotterdam’a 100 km. mesafede bulunan Zeist kasbasındaki evimin telefonu çaldığı zaman gece saat 00.30’du. Bana bağlı olarak çalışan muhabirlerimizden Senan Bilgin arıyordu: ‘Abi çabuk gel, burada büyük olaylar yaşanıyor. Türk evlerine saldırılıyor ve otomobilleri yakılıyor.’
Böyle bir cümleyi duyunca hemen yola koyulmak şart olmuştu tabii…
Ondan sonrası malûm. Kahvehane ve pansiyon sahibi bir Türk’e kızmış olan mahalle halkı ortalığı kasıp kavuruyordu.
Polis vardı ama, saldırılar sabaha kadar sürmüştü.
Sonra ortalık sakinleşti.
1972 Yılında Rotterdam’da meydana gelen olaylar sırasında, ünlü programcı
Jaap van Meekren, olayları görüntülerken benimle de bir röportaj yapmıştı. Söyleşide, refah içinde ama sevgisiz gelişen Hollanda gençliğinden söz etmiştim.
‘Oh’ demiştik ve bu kadarla kurtulmuş olduğumuza sevinmiştik.
Ama umduğumuz olmadı. Ertesi günün akşamı toplanan mahalle gençleri, saldırıları sürdürmüştü. Polis yine vardı ama nafile…
Evlerimiz ve otomobillerimiz yine alevler içindeydi.
İş bununla bitecek diye düşünmüştük ama, maalesef yine olmadı. Bu kez, ülkenin dört bir yanından gençler, örgütlü bir şeklide Rotterdam’a gelmeye başlamışlardı. Her akşam saatlerinde gençler Rotterdam’a geliyor ve saldırıları sürdürüyorlardı. Bu tam bir hata böyle sürdü.
Gazete kupürlerinde göreceğiniz gibi, bu olaylar Türkiye’de manşetlerden düşmediği gibi, dünyada da haber konusu olmuştu.
IRKÇI SALDIRILARA, SOKAK KAVGASI DİYEN BAŞKONSOLOS
55 yıldır görev yaptığım Hollanda’da, tesadüf ya, Rotterdam’a ilk gelen Başkonsolos Ali Namık Aykaç ile, gider ayak bozuşmuştum. (Başkonsolosluk daha önce Lahey’deydi)
Bozuşma nedenimiz şuydu:
Malum 1972’de Rotterdam olayları, tüm dünyada Hollanda’ya puan kaybettiren olaylardı.
Bir hafta süren ve yaralanıp hastanelere yatırılan Türkler olduğu halde, Başkonsolos Ali Namık Aykaç, özellikle benim Hürriyet’te yayınlanan haberler nedeniyle ayağa kalkan parlamentoya bilgi vermesi gerekenlere, ‘Burada yaşananlar adi bir sokak kavgasıdır’ şeklinde bir rapor sunmuştu.
Zamanın Çalışma Bakanı Ali Rıza Uzuner de mecliste ‘Rotterdam’da yaşananlar adi bir sokak olayıdır. Medya abartıyor’ gibi laflar etmişti.
‘Adi bir sokak kavgası’ denilen olayların vehametini anlatabilmek için, hastanede komada yatan Mustafa Albayrak’ın fotoğrafını çekmeyi başardım ve haber atlatma lüksünü bir kenara atarak tüm mdeyaya dağıttım. Bu fotoğraf Hollanda TV’sinin ana haber bülteninde de yayınlanmıştı.
Bunun üzerine gazetem benden ille de yaralı fotoğrafı istemişti. Ünlü parlamenterimiz Nebahat Albayrak çocuk iken yaşanan olaylarda, amcası Mustafa Albayrak, başına yediği bir taş darbesi ile komaya girmiş ve hastaneye yatırılmıştı. Akla gelemeyecek atraksiyonlar yaparak girdiğim hastanede Albayrak’ın fotoğrafını çektim ve birkaç yaralı fotoğrafıyla birlikte, haber atlatma lüksünü hiçe sayarak, hem Türk medyasına ve hem de Hollanda medyasına dağıttım. Böylece hem Rotterdam Başkonsolosumuza ve hem de Bakanımıza gerekli cevabı vermiştim.
Rotterdam olayları Hollanda gazetelerinde de boy boy yer alıyordu. Trouw gazetesi, Türk Bakan Uzuner, yaşananların ırkçı saldırı olmadığını düşünüyor’ başlığını kullanmıştı.
Başkonsolosomuzun bir skandal hareketi daha vardı.
Hollanda medyası kendisine, ‘Ne yapmayı düşünüyorsunuz’ diye soru yöneltince, ‘Benim tayinim çıktı yarın gidiyorum, benden sonra gelecek olana sorun’ diye yersiz ve saçma bir cevap vermişti.
Rotterdamsch Nieuwsblad gazetesi, 12 ağustos 1972 sayısında, ‘Türk mahallesindeki tedhiş, şimdi polise karşı’ başlığıyla verdiği haberinde, ‘Almanya’daki Türkler’in trenlerle akın akın Rotterdam’a geleceği bildiriliyor’ diye yazdı.
Yukarıdaki kupürde, her ne kadar ‘Türk işçileri Hollanda’da halkla ve polisle çatışıyor’ gibi bir başlık kullanılmışsa da, Türk işçileri sadece kendilerini savunmakla yetinmişlerdi.
17 Ağustos 1972 tarihli Hollanda gazetesi ‘Het Vrije Volk’ ( Özgür Halk), olayları Hürriyet’te yayınlanan haberin kupürü ve ‘Bir hafta nefret ve şiddet’ başlığıyla yayınladı.
Utrechts Nieuwsblad gazetesi, ‘Türkler evlerinden çıkmaya cesaret edemiyorlar’ başlıklı haberinde, 62 kişinin tutuklandığı başlığını atarken, Türkiye’deki medyanın, Rotterdam olaylarında ılımlı davrandığını ve sadece Hürriyet’in olayları kendi muhabiri (bendeniz) ile takip ettiğini yazdı.
Rotterdamsch Nieuwsblad gazetesi, Hürriyet kupürü ile yayınladığı haberinde, genellikle Hürriyet’in haberinde yazılı olanların tercümesini kullandı. Gazete, Hürriyet’in ‘Türkler yasalara uygun hareket ederlerse, haklılıklarına halel gelmez’ sözlerini başlık olarak kullandı.
Rotterdam olaylarının üzerinden10 gün geçtikten sonra Rotterdm’a gelen Çalışma Bakanı Ali Rıza Uzuner yurttaşlarımız ile görüşmüştü. O sırada Tahtın varisi olan Prenses Beatrix de yaptığı açıklamada, olaylardan utanç duyduğunu söylemişti.
Rotterdam olaylarının ardından, 1976 yılında bu kez Schiedam’da Türk evlerine ve işyerlerine saldırı başladı. Olaylar, bir Türk’ün işlemiş olduğu cinayet suçundan sonra başlatılmıştı.
Schiedam olayları da, Rotterdam’daki gibi günlerce sürmüştü. Türkler’in göç etmeye başlaması üzerine, kentin Belediye Başkanı, ‘Türkler giderse Schiedam ekonomisi çöker’ demişti.
Schiedam olaylarından sonra, Hollanda’ya özel olarak getirdiğimiz, ünlü yazar Murat Sertoğlu ile çeşitli toplantılar yapmış ve yurttaşlarımıza moral yüklemiştik. Toplantılardan birine Belediye Başkanı Lems eşiyle birlikte gelmişti.
Dilerim, yukarıda yazılanlar ve gazete kupürleri, Türkiye’de yaşanması muhtemel olan tatsız olaylar için bir ibret ve örnek teşkil eder, yetkililer ve etkililer de bu bret ve örneklere göre davranırlar.
Mutlu günler dileğimle…
Sevgi dostum Hıncal Uluç, daha önce birkaç kez yazdığım bir anımızı bugün SABAH Gazetesi’nde gündeme getirerek, benim son haberimi kullanmış.
Bakın, bugünkü SABAH’ta bu anı nasıl yer almış:
“İlhan KARAÇAY’ın haberi” diye Yaso yollamış, tabletime..
İlhan Karaçay!. 1988 Avrupa Şampiyonası finalinde Münih’te tanışmıştık. Ben İstanbul’dan gitmiştim. İlhan, Sabah temsilcisi olduğu Hollanda’dan gelmişti. Çok cana yakın, tatlı bir insandı..
Maç günü, bizi stada 2 kilometre kala indirdiler arabalarımızdan. İkinci bir Münih faciası yaşamamak için çok ciddi önlemler almışlar. 3 güvenlik şeridinden geçilecek. İlhan’la yürüyoruz. Baktım az ilerde birinin etrafında bir kalabalık toplanıyor.. “Neoluyor?” dememe kalmadı, gördüm. Alman Başbakanı HelmutKohl yürüyor halkın arasında, millet de gidip elindeki maç biletini imzalatıyor.. Ben de “Bir imzalatıp bakayım,gizli servis falançaktırmadan kolluyor mu?” dedim.. Hiç kimse karışmadan başbakanın yanına dek geldim. Biletimi uzattım. İmzalattım.. Az biraz da yanında yürüdüm. Karışan, görüşen yok..
Neyse. Gittik. Maçı izledik. Basın merkezine geldik. Sabah’a yazıyorum yorumumu ki, İlhan geldi.. “Hıncal” dedi.. “Senin haberini yazdım. Manşettesin?.” “Ne manşeti yahu” dedim..
Meğer Alman Başbakanı ile benim yan yana resmimi çekmiş o da.. Ve Haldun Simavi icadı “Resme haber uydurma asparagası” gibi bir haber yapmış.. “Sabah özel haberi.. Hıncal Uluç, Alman Başbakanı Kohl ile konuştu.”
Hemen daktiloyu itip telefon odasınakoştum. Gazeteye bağlandım.. “Manşet haberiniz palavra.. Sakın kullanmayın” dedim. İşin aslını anlattım. İlhan’a da bir güzel çattım.. Bu İlhan, o İlhan işte..
Gelelim yolladığı habere.. Hoşuma gitti okurken.. Siz de okuyun şimdi..
***
HOLLANDA’DA KURBAN KESİMİ…
Hollanda Gıda Maddeleri Kontrol Merkezi’nden olumlu haber var.
Yapılan açıklamaya göre, ülkede bulunan Müslümanlar, kurban kesimi sırasında kurallara uygun hareket etmişler.
Müslümanlar ve Yahudiler için uygulanan ayrıcalıklı kurallara göre, kurbanlıklar bayıltılmadan kesilebiliyor. Ama bu serbestiye rağmen, ülkede bulunan Müslüman ve Yahudilerin yarısı bu sene hayvanlarını acı çektirmeden kestirmeyi tercih etmişler. Geçen yıl kurbanlarını kesimden önce bayıltanların oranı sadece yüzde 23 iken, bu yıl yüzde 49 olmuş.
Kesilen kurban adedinde de her yıl düşme oluyor. Geçen yıl 47 bin kurban kesilirken, bu yıl on bin eksiğiyle 37 bin kurban kesildi.
Kurban kesimini sıkı kontrol altında tutan Kontrol Merkezi’nin açıklamasına göre, bu yıl 8 kaçak kesim ihbarı gelmiş.. Ancak sadece iki kaçak kesim tespit edilmiş.
Hollanda’daki çeşitli yardım kuruluşları, fakir ülkelerde kurban kesimi için vekâletle bağışta bulunanların sayısının da arttığını belirtiyorlar.