Şarkı ve filmleri ile Avrupa’da ve özellikle Hollanda’da
idol olan Sabit Gürses, işlettiği Rakışıklı lokantasında her akşam müzik zevkinize hitap ediyor ve eğlendiriyor.
Ünlüler O’nun için ‘Türkiye’nin en iyi yeteneği’ demişti.
Zeki Müren: Türkiye’nin en iyi sesi. Hulki Saner: Elime geçseydi sahne ve beyaz perde kralı olurdu. Turgut Akyüz: Kibariye’yi yarattığım gibi, Sabit’i de yaratacağım.
İlhan KARAÇAY yazdı:
Korona salgını nedeniyle hasretini çekmeye devam ettiğim Mersin’den dün akşam Facebook’uma bir görüntü düştü. Görüntü, Mersin’in Mezitli kıyısında yer alan RAKIŞIKLI adlı müzikli lokantadan. Sahnede, elinde sazı ile Sabit Gürses ve arkadaşları çalıyor ve söylüyor, konuklar da dans ile eşlik ediyorlardı. Kulağıma gelen hoş ses ve görüntüler, yüreğimde hoş bir sada yaratmıştı.
Aslında, Sabit Gürses’in Mersin’deki varlığını ve RAKIŞIKLI’daki faaliyetini, bir kaç yıl önce yazdığım, ‘Mersin’de Avrupa’nın Prensi olan bir sanatçı yaşıyor: Sabit Gürses’ başlıklı yazımda duyurmuştum.
Şimdi o yazıyı sizlere tekrarlayacağım. Tabii ki dün gelen görüntüdeki fotoğrafları da ekleyerek.
MERSİN,- Nasıl ki Johan Cruyff , Pele, Maradona ve gibileri dünyanın gelmiş geçmiş en iyi futbolcularıysa, Türkiye’nin en güzel sesli şarkıcısının da Sabit Gürses olduğuna inanıyor ve iddia ediyorum.
1970’li yılların başında ve de çocuk yaşta iken, ‘Uykuda mısın sevgili yarim uyan’ şarkısını Türk müzikseverlere çok sevdiren, daha sonra gittiği Hollanda’da müzik çalışmalarını sürdüren ve tüm Avrupa’da ‘Prens’ olarak şöhret olan Sabit Güres, şimdilerde Mersin’de yaşıyor.
Adanalı Gürses ailesinin tüm erkek bireylerinin müzisyen oluşu tabii ki bir tesadüf değil. Baba ve altı erkek evlat, hem birkaç müzik enstrümanı çalıyor ve hem de şarkı söylüyordu. Büyük ağabey Necati Gürses Hollanda’nın Rotterdam kentine yerleşmiş ve orada şöhret olmuştu. Küçük kardeş Sabit ağabeyinin yanına gitmişti.
Ve gidiş o gidiş…
Sabit, ağabeyi Necati’nin şöhretini egale etmeye başlamıştı.
Sabit Gürses Almanya’daki Türküola şirketi ile anlaşmıştı.
Türküola Kaset ve video firmasının sahibi olan Yılmaz Asöcal’ın, eşi Yüksel Özkasap’tan sonra en çok yararlandığı şarkıcı olan Sabit Gürses’in kariyerinde büyük başarılar var.
Ne var ki, firma sahibi Yılmaz Asöcal, Sabit Gürses için Türkiye’de büyük bir reklam kampanyası yapma sözü vermişti. Asöcal’ın eşi olan ve ‘Köln Bülbülü’ olarak isim yapan Yüksel Özkasap kıskançlık emareleri gösterince, Asöcal bu sözünde durmadı.
BAKAN DAVETİ O’nu ilk keşfeden, zamanın Sosyal Güvenlik Bakanı Hilmi İşgüzar olmuştu 1978-1979 yıllarındaki 2’nci Ecevit Hükümeti’nde yer alan İşgüzar, o zamanın spor yazarı ve Fenerbahçe’nin eski başkanı Ali Şen ile birlikte götürdüğüm Amsterdam’daki Türkiye Restaurant’ta dinlediği Sabit Gürses’e hayran olmuş ve ‘Bu çocuk Türkiye’nin tanıtım elçisi olur. Bu çocuğu bana getirin’ demişti.
Zeki Müren’i, özellikle dinlemesi için götürdüğüm lokantada, Sabit Gürses, darbuka Şarlo Cemil, Kanuni Mehmet ve mültienstrüman Ekrem Şahin ile görüyorsunuz.
O yıl, Türkiye’deki ses ve sahne sanatçılarına ilk kez emeklilik maaşı bağlanacaktı. Bunun için de Maxim Gazinosu’nda bir gala gecesi düzenlenmişti. Türkiye’nin en ünlü sanatçıları, film ve plak yapımcılarının hazır bulunduğu bu galaya Sabit Gürses de Bakan İşgüzar’ın özel davetiyle gelmişti.
O gala gecesi, fantezi filmlerdeki sahnelere benzer şeyler yaşandı. Sabit Gürses ‘Konuk sanatçı’ olarak sahneye çıktığı zaman masalardan büyük gürültü fışkırıyordu. Masadakilerin kulaklarına gelen büyüleyici ses, onların bir anda susmasına ve sahneye dönüp merak ve beğeni ile dinlemelerine neden oldu.
O gece, Türkiye’de ne kadar gazinocu, ne kadar filmci ve ne kadar plakçı varsa, Hilmi İşgüzar’ın masasında beraber oturduğumuz Sabit Gürses’e teklif yağdırdılar.
TV SERİSİNDE MÜZİK YÖNETMENİ VE BAŞROL
Sabit Gürses, Hollanda’da İKON Televizyon Kurumu’na benim hazırladığım 5 bölümlük bir serinin müzik yapımını üstlendi ve bölümlerden birinde de başrol oynadı. ‘Ceremeyi çeken çocuklar’ isimli seride, yabancı kökenli çocukların sorunları dile getiriliyordu. Sabit Gürses bu serinin yayınından sonra tüm Avrupa’da sevilen ve aranan bir sanatçı oldu.
KİBARİYE’Yİ YARATAN ADAM
Kibariye’yi keşfedip onu sahneye çıkaran, Beyaz Kelebekler grubunun lideri olan merhum Turgut Akyüz, sık sık geldiği Hollanda’da dinlemeye doyamadığı Sabit Gürses’e, ‘İstanbul’a gelirsen seni de Kibariye gibi Türkiye’ye kazandırırım’ demişti. Ama Akyüz’ün ömrü buna yetmedi. Zira, o zamanlar Stardust adlı gazinoyu da çalıştıran Akyüz öldürülmüştü.
ZEKİ MÜREN ve HULKİ SANER
Hollanda’yı ziyaret eden tüm şöhretlerin mutlaka görüp dinledikleri ve ‘Çok büyük yetenek, buralarda kalması ve Türkiye’ye gitmemesi büyük yanlış’ dedikleri Sabit Gürses, Zeki Müren ve film yapımcısı Hulki Saner’in tavsiyelerini de dinlemedi.
Merhum Zeki Müren, şişman ve sağlıksız olduğu günlerde tedavi için Amerika’ya gidiyordu. Bir gece Amsterdam’da kalıp, ertesi gün ABD’ye uçacaktı. Rahmetli Nezih Demirkent’in bir telefonu üzerine, Zeki Müren’i havalimanından aldım ve oteline götürdüm. Akşam yemeği için bir lokantaya gidilecekti. Zeki Müren’e ‘Bir Türk lokantasına gideceğiz. Orada sana bir çocuğu dinleteceğim’ dediğim zaman, Zeki Müren ‘Ne olursun beni bir batakhaneye götürme’ ricasında bulunmuştu. Zeki Müren pişman olmamıştı. Zira, Sabit Gürses’i dinlediği zaman, ‘Yazık oluyor. Bu çocuk neden burada kalıyor? Türkiye’de böyle bir ses yok. Getirin bu çocuğu bana. O’nun elinder tutar ve zirveye oturturum.’ demişti.
Ünlü film ve müzik yapımcısı Hulki Saner’i de Gürses ile tanıştırmıştım. Gürses’i birkaç kez dinleyen Hulki Saner de, ‘Elime geçseydi Türkiye’de ses ve beyaz perde kralı olurdu. Bu çocuğu bana getirin O’nu buradaki ünvanı ile Türkiye’de prens yaparım.’ demişti.
Sabit Gürses’in dostları arasında ünlü sanatçı Orhan Gencebay da vardı. Gencebay da Gürses’e Türkiye’ye gelmesi için sık sık teklifler yapmıştı.
Ama her gurbetçi gibi, o zaman yaşadığı ortamı değiştirmek istemeyen Sabit Gürses, ‘Avrupa prensliği’ ile yetiniyor ve tavsiyelere kulak kapatıyordu.
Öyle ya, Avrupa’da Türk müziğinin her dalındaki şarkı ve türküleri büyüleyici bir ses ile okuyan Sabit Gürses, aynı zamanda da genç kızları çıldırtacak kadar da güzeldi. Çok iyi kazanıyordu Gürses. O zaman uyuşturucu ticaretinin merkezi olan Hollanda’daki tüm mafya babaları Sabit Gürses’i dinlemeye geliyordu. Babalar, Sabit Gürses için bir şampanya patlatıyordu ama kasalar dolusu şampanyayı da parasını ödeyerek ikram ediyorlardı. Sahneye para da yağıyordu. O zamanki gulden birimimden binlik banknotlar sahneye yağıyordu.
Eeee, böylesine sevilen ve böylesine kazanan Sabit Gürses neden İstanbul’a gitsin ki ???
MERSİN’E YERLEŞME
İşte o Sabit Gürses şimdilerde Mersin’de yaşıyor. Hem de, Rotterdamlar’a kadar peşinden gittiği ağabeyi Necati Gürses ile birlikte. Necati kendini emekli olmaya sevketmiş. Ama Sabit yerinde duramıyor. Mersin’in sayfiye ilçesi Mezitli’nin kıyı şeridinde işlettiği lokantada, hem patron hem de mekan şarkıcısı olan Sabit Gürses şimdilerde Rakışıklı adlı mekanında yaşamını sürdürüyor.
Gürses’in arkasında şimdi bir kadın desteği de var. Mersin’de Melek Terim ile evlenen Gürses, yaşamının en mutlu günlerini Mersin’de geçirmekte olduğunu söylüyor. Melek Terim Gürses, Mersin ve Adana’da musiki cemiyetlerinde sanat müziği okumuş biri olarak Sabit’e eşlik etmekten de geri kalmıyor.
Sabit Gürses, Rakışıklı’da sahnede çalıyor ve söylüyor, müşteriler de pistte dans ederek eğleniyor
Biz de gittik Sabit Gürses’in Mersin’deki mekanına. Öyle bir gece geçirdik ki, o geceye katılanların nasıl mutlu ve neşeli olduklarını gördükçe biz de mutlu ve neşeli olduk.
Rakışıklı’ya gidenler, tabii ki rakının verdiği özgüven ile piste fırlıyorlar ve gönüllerince dans edip eğleniyorlar.
Pek çok şarkıcı çıktı Adana’dan. Adana bir zamanlar Türkiye’ye şarkıcı üreten bir kentti. Ferdi Tayfur, Müslüm Gürses, Faruk Tınaz ve Vahdet Vural. Hepsi Sabit Gürses’in çocukluk arkadaşı.
Ama Zeki Müren’e göre, hiçbiri Sabit’in eline su dökemezdi.
Bu yazı sizlere sakın ola bir mizansen hissi vermesin. Sabit Gürses’i dinleyen zaten bu methiyenin gerçek olduğunu bilirler. Mersin’deki Rakışıklı’ya bir kez uğrarsanız ve Sabit Gürses’i dinlerseniz gerçeği sizler de öğrenirsiniz.
Mersin’e gidemezseniz Youtube’ye girin ve ‘İlhan Karaçay-Sabit Gürses’ yazarak onunla ilgili röportaj görüntülerini izleyin. Ben size bir klip ayırdım. Alttaki fotoğrafa tıklarsanız izleyebilirsiniz.
MONTAJSIZ GÖRÜNTÜLER İÇİN ÖZÜR DİLERİM.
Diğer link adreslerini yorutube’de arayabilirsiniz.
Merhum Zeki Müren’in dediği gibi: ”Türkiye’deki en güzel sesi” dinleyeceksiniz.
Evet, UEFA garip bir plan yaptı ama futbol galip geldi.
Londra’da 70 bin İngiliz taraftarın, holiganvari tezahüratı altında ezilmeyen İtalyan futbolcular, futbol tarihlerine altın harflerle yazılacak yeni bir şampiyonluk daha kazandılar.
İngiltere’nin futbolunu küçümsemiyorum ama, biri hariç, maçlarının tamamını kendi seyircisi önünde oynamasını da adaletsiz buluyorum.
UEFA yöneticileri, Galler, İskoçya, Kuzey İrlanda ve İngiltere’den oluşan Büyük Britanya’nın, İzlanda, Kıbrıs ve Yunanistan etkisinden mi korkuyor?
İlhan KARAÇAY’ın analizi:
Tam bir aydır izlemekte olduğumuz Avrupa Futbol Şampiyonası, umut ettiğim gibi, İtalya’nın şampiyonluğu ile sona erdi. Şimdi bir ay kadar futbolsuz günler geçireceğiz ve ağustos ortasından itibaren futbola yeniden kavuşacağız.
Daha önceleri de belirtmiştim. Gazetecilik yaşamımda tam 6 Dünya Futbol Şampiyonası, 1 Mini Dünya Futbol Şampiyonası ve 6 da Avrupa Futbol Şampiyonası izleme şansını yakalamıştım.
1974 Almanya, 1978 Arjantin, 1980 (Uruguay, Mini Dünya Futbol Şampiyonası), 1982 İspanya, 1986 Meksika, 1990 İtalya ve 1994 Amerika Birleşik Devletleri’nde yapılan Dünya Futbol Şampiyonaları’ndan başka, 1976 Yugoslavya, 1980 İtalya, 1984 Fransa, 1988 Almanya, 1992 İsveç ve 2000 Hollanda-Belçika’da yapılan Avrupa Futbol Şampiyonaları’nı yakından izledim. Bunlara ilaveten, izlediğim kulüpler şampiyonalarının sayısı da bir hayli çok.
Ne var ki, son olarak televizyondan izlediğim ve tam bir ‘garabet’ olarak niteleyeceğim son Avrupa Futbol Şampiyonası, planlanan sinsi sonuç yerine, hak edilen bir sonuçla tamamlandı.
Dün akşam, Londra’nın Wembley Stadı’nda oynanan İtalya-İngiltere maçı, penaltı atışlarından sonra İtalya’nın galibiyeti ile sonuçlandı.
UEFA’nın garip kararına göre, her iki yarı final ve final maçları nedense Londra’da oynandı.
Özellikle iki yarı final maçının Londra’da planlanması acayip bir karardı ama, final maçının önceden planlanmış olması ve Londra’ya verilmesi daha acayipti.
Öyle ya, UEFA bu şampiyonayı bu defa bir veya iki ülkeye değil, tam onbir ülkeye vermişti.
Maç programları öylesine haksız yapılmıştı ki, bu haksız kararların ardında bir sebep aramak gerekirdi.
Teknik Direktör Mancini’nin takıma yerleştirmiş olduğu yeni düzen semeresini verdi ve
İtalya, fotoğrafta görülen zengin kadrosuyla son şampiyonluğu da kazandı.
Programa göre, İngiltere bir maç hariç tüm maçlarını Londra’da oynayacaktı ve öyle de oldu.
UEFA, sadece İngiltere maçlarını değil, iki yarı final maçını da Londra’ya koymuştu.
İngiltere’nin tüm maçlarını seyirci sayesinde kazandığını iddia etmeyeceğim ama, yarı finalde oynadığı Danimarka maçını seyirci etkisi ile kazandığını iddia edebilirim.
Aynı durum İtalya maçında da yaşandı sayılır.
Ama ne mutlu ki, İtalya’nın başarılı futbolu ve penaltılar, umulan sonucu getirmedi.
Stadtaki 70 bin İngiliz taraftarın, tam bir ‘holiganvari’ tezahüratına dayanmak, İtalyan futbolcular açısından büyük bir başarıydı. Topun taca çıkmasında bile stadı inleten İngiliz taraftarlar, topun İtalyanlar’da olduğu her anda yuhalamayı sürdürdüler.
İşte böyle bir ortamda maç oynayan İtalyan futbolcular, becerilerini de ortaya koyarak mağlup olmadılar ve penaltı atışları sonrasında da kazanan taraf oldular.
Şimdi gelelim UEFA’daki garabete.
UEFA yöneticileri, onbir ülkeye dağıttıkları maçları, neden İngiltere lehinde ayarladılar.
Bana göre, yönetim seçimlerinde oy potansiyeli çok yüksek olan İngiltere’yi kazanmak için.
Öyle ya, ‘İngiltere’ deyince ‘Büyük Britanya veya Birleşik Krallık’ hesaba katılmalı.
UEFA yöneticileri, Galler, İskoçya, Kuzey İrlanda ve İngiltere’den oluşan Büyük Britanya’nın, İzlanda, Kıbrıs ve Yunanistan’ı da etkisi altına alarak oy kullandıracağını hesaba katmışlar ve İngilterenin isteği doğrultusunda karar almışlardır.
Aslında aynı durum FİFA’da da yaşanmaktadır. İngiltere, FİFA’da da, Kanada, Avustralya, Yeni Zelanda ve irili ufaklı daha bir çok ülkenin oyunu yönlendirebileceği için çok güçlüdür.
Verilen demeçlerden ve yapılan yayınlardan anladığım kadarıyla UEFA yöneticileri, yapılan son yanlışın tekrarlanmayacağını ve bundan sonraki şampiyonaları, eskisi gibi yine bir veya iki ülkeye vereceklerini açıklamışlar. ‘Haydi hayırlısı’ diyelim ve İtalya’nın şampiyonluğuna da kocaman bir ‘Bravo’ diyelim.
İbrahim Görmez, Mehmet Zeki Gül, Serdar Zeki Çakır, İsmet Biçer, Erdoğan Yüce ve İlhan Karaçay, Hollanda Türkleri’nin geçmişini ve geleceğini konuştular.
Kendilerinin de dahil oldukları birinci nesil göçmen Türkler’in çektikleri meşekkatların, sonraki nesillerin bugünkü refahına yol açtığı dile getirilirken, birinci nesil Türkler’in anılarına saygı gösterilmesi istendi.
Türk kökenli toplumun, siyasi ve dini parçalanmalar yerine, yurttaşlık bilinci ile kaynaşmaları için, güçlü lobi oluşturacak imkânların yaratılması istendi.
Hollanda Diyanet Vakfı’nın sahip olduğu, değeri yarım milyar euroya yakın 148 cami ve diğer emlakın mirasçılarının, Hollanda Türk toplumu olması için tüzük değişikliği istendi.
Erdoğan Yüce’ye ait restauranttaki sohbet toplantısına katılanlar: Soldan sağa,
İsmet Biçer, Mehmet Zeki Gül, İbrahim Görmez, İlhan Karaçay, Serdar Zeki Çakır ve Erdoğan Yüce.
İlhan KARAÇAY yazdı:
Hollanda’da yaşayan ve kendilerinden, ‘Bir bilen’ diye söz edilebilecek olan İbrahim Görmez, Zeki Gül, Serdar Çakır, İsmet Biçer, Erdoğan Yüce ve naçizane şahsım, Amsterdam’ın Sloter Göl’ü kenarında bulunan Meram Restaurant’ta derin bir sohbete daldılar.
Bu sohabette konuşulanları anlatmaya başlamadan önce, adı geçenlere neden ‘Bir bilen’ denilebileceğini belirtmem gerekiyor. İbrahim Görmez: Hollanda’ya yerleşmeye başlayan Türkler’in, namaz kılacakları bir mescit bile yok iken ve cemiyetçiliğin adı bilinmez iken, ilk ‘İslam Derneği’ni kuran ve daha sonra çoğalan dernekleri bir federasyon altında toplayan ve ‘Hollanda Türk İslam Kültür Dernekleri Federasyonu’ adı verilen bu oluşuma başkanlık yapan İbrahim Görmez, pek çok başarılı oluşumlara da imza atan biridir. İbrahim Görmez, ekibi ile yaptığı sıkı çalışmalar sonucunda, Hollanda’daki müslümanlara radyo ve TV yayını için, ‘İslam Yayın Kurumu’nu gerçekleştirdi.
Hollanda devletinden yılda 5 milyon gulden sübvansiyon alarak kurulan bu oluşumun da başkanlığını yapan Görmez, emeklilik yaşamında bile yararlı faaliyetlerine devam ediyor.
Amsterdam Eyüp Sultan Camii’nin yönetim kurulunda hâlâ görev yapmakta olan Görmez, Amsterdam Transvaal semtinde, yaşlılara ve gençlere yardım etmekte olan ‘Transvaal, Informatie, Sociaal, Culturel Centrum’da başkanlık yapmaktadır.
Hollanda’da tam bir teolog rolü üstlenen Mehmet Zeki Gül, dini cemiyetler ve camilerde görev yaptıktan sonra, açtığı seyahat bürosu ile de Hac seferleri düzenledi ve Hacılara öncülük etti.
Mehmet Zeki Gül: Kendisinden, ‘paylaşılmayan adam’ olarak söz edebileceğimiz Mehmet Zeki Gül, Hollanda’ya 1979 yılında ilk gelen Din Görevlisi’dir. Amsterdam’daki Fatih Camii’ne atanmış olan Zeki Hoca, ‘Kurra Hafız’ bir din adamıdır. Çok güzel sesi ile dinleyenleri büyüleyen Zeki Hoca, bu nedenle Hollanda’nın dört bir yanından davet alıyordu. Amsterdam’da 1981 yılında satın alınan, kiliseden dönme Fatih Camii’nin mali işlerine de bakan Zeki Hoca’ın, görev süresi dolduktan sonra Ankara’ya geri çağrılışı, çevresindekilerde telaş ve endişe yarattı. Gecesini gündüzüne kattığı çalışmaları ile, satın alınan binanın ödemelerini kolaylaştıran Zeki Hoca’nın Ankara’ya dönmesi kesinleşince, bağlı olduğu Diyanet Vakfı’ndan ayrılmış ve Amsterdam İslam Merkezi’nin hizmetine girmişti. Büyük bir meblağa satın alınan ve bir o kadar da masraf edilen caminin, Diyanet Vakfı’na devredilmesinde de büyük rol oynayan Mehmet Zeki Gül, böylece camilerin Diyanet Vakfı’na devredilme konusunda öncülük yapmıştır.
Ne gariptir ki Mehmet Zeki Gül, Cami’nin Diyanete devredilmesinden sonra adeta cezalandırılmış ve Diyanet tarafından işine son verilmiştir.
Evli ve dört çocuk babası Zeki Hoca’nın mağduriyetine göz yummayan Fatih Camii’nin yöneticileri, onun İslami Tekaful Kurumu’na girmesine yardımcı olmuşlardır.
Daha sonra bir seyahat bürosu açarak, Hac seferleri de düzenleyen Mehmet Zeki Gül Hoca, şimdiki işlerini çocuklarına devretmiş ve Türkiye ile Hollanda arasında emekliliğin tadını çıkarmaya başlamıştır.
Sebze ve meyve toptancılığı yaptığı yıllarda, seracılık da yapan Serdar Zeki Çakır, ‘Tereciye tere satıyor’ benzetmesini hak ediyordu. Çakır, o yıllarda Türk derneklerine sponsorluk da yapıyordu.
Serdar Zeki Çakır: Hollanda’ya geldiği yıllarda, yurttaşlarına yararlı olabilmek için sosyal ve kültürel faaliyetlerde bulunan Serdar Zeki Çakır, ilk girişimciliğini gıda maddeleri satmak ile gerçekleştirdi. Daha sonra Amsterdam Sebze-Meyve Hal’inde toptancılık yapmaya başlayan Çakır, yüzlerce dükkâna servis yapmaya başladı. Vaktinin büyük bir bölümünde işine odaklanmış olan Çakır, sosyal ve kültürel etkinliklere sponsor olmayı da ihmal etmiyordu. Bir ara seracılığa da el atan Çakır, Hollanda’da ürettiklerini Hollandalılar’a sattığı için, bir haberimde kendisinden ‘Tereciye tere satan Türk’ diye söz etmiştim.
Serdar Zeki Çakır, şimdilerde emekliliğin tadını çıkarıyor ama, Türk toplumu içindeki faaliyetlerini de devam ettiriyor.
İsmet Biçer: Birinci nesil Türkler’in Amsterdam’da açtıkları Türk Kültür Merkezi’nin kurucularından olan İsmet Biçer, Ulu Cami ve Fatih Camii yönetim kadrosunda yer almıştır.
Önceleri terzilik yapan İsmet Biçer, bu işini Society Shop’ta sürdürdükten sonra, Hollanda’nın en ünlü moda evlerinden biri olan OGER’de ‘Baş Terzi’ olarak görev almıştır.
Şimdilerde bir temizlik firmasının da sahibi olan Biçer, sosyal ve kültürel faaliyetler alanında önde giden Türkler’den biri olarak yoluna devam ediyor.
Erdoğan Yüce, lokantacılığı sürdürürken, Türkiye’nin ve Türk mutfağının tanıtımına da destek oluyordu. Utrecht Turizm Fuarı’nda açtığı lokantada ziyaretçilere ikramda bulunan Yüce’nin leziz yemekleri çok beğenilmişti. Fotoğrafta Erdoğan Yüce (sağda) ve Lahey Turizm Müşavirimiz Ahmet Temurci (solda) ile birlikte görülüyoruz.
Erdoğan Yüce: Hollanda’daki iş hayatına lokantacılık ile başlayan Erdoğan Yüce, lokantacılıkta
‘Franchising’ sistemini kuran ilk Türk oldu. (Franchise kelimesinin Türkçe karşılığı ‘imtiyazdır.’ Ürüne, hizmete, kalitesini ve ismini kanıtlamış ve başarılı olmuş firmalardan belirli bir bedel karşılığı, isim hakkını alma işlemine ‘franchising’ deniyor..)
Kimine ortak olarak, kimine de sadece ‘Meram Restaurant’ ismini vererek onlarca lokantanın açılmasını sağlayan Yüce, sosyal ve kültürel alandaki faaliyetlerini ve sponsorluğunu devam ettiriyor.
SOHBETTE ELE ALINAN KONULAR
BİRİNCİ KUŞAK GÖÇMEN TÜRKLER
Değerli okurlarım, bu sohbet sırasında kimin ne dediği soru ve cevapları yerine, genelde nelerin konuşulduğunu kısaca yazmayı yeğleyeceğim.
Meram Restaurant’taki sohbette, hâl hatır sorma işleminden sonra çeşitli konular ele alındı.
Hollanda’ya gelmiş olan birinci nesil Türkler’in çektikleri meşekkatlar dile getirilirken, bugünkü nesillere, ‘Buyurun yeyin’ cinsinden bir ortam yaratmış ve bırakmış olanlara daha saygılı olunması fikrinde birleşildi.
Örneğin, Hollanda’daki Türkler tarafından organize edilen ve Kadiköy’e dikilen ‘Umuda Yolculuk’ adlı anıta develtin sahip çıkması gerektiği vurgulandı. Birinci nesil göçmenlerin, tarih boyunca anılmaları için, yine devletin desteği ile daha pek çok etkinliği yapılması gerektiği üzerinde duruldu.
LOBİ GÜCÜ
Toplantıda dile gelen bir başka konu, gurbette siyasi ve dini görüş farklılıkları nedeniyle parçalanmış durumda olan Türkler’in, ortak menfaat ve vatan sevgisi gözetlenerek, birlik ve beraberlik içinde olmaları için yapılması gereken girişimler konuşuldu.
Bugüne kadar devletimiz, Lahey Büyükelçiliğimiz’in yardımı ile bazı oluşumların gerçekleşmesi için girişimlerde bulunmuştur. Ama bu girişimlerin hiç biri başarılı olmamıştır.
İçinde yaşadığımız dünyada ve haliyle Hollanda’da, hiç bir girişim gizlilik içinde yapılamaz: her ülkenin istihbarat kuruluşları her şeyi duymakta ve görmektedir.
Yukarıda, İsrail’in Amsterdam’daki CIDI Enstitüsü’nün, Filistinliler’in roket atışını kınayan afişi görülüyor. Böyle olunca da Hollandalılar, ‘Tel Aviv’in uzun kolu’ diyemiyor.
Bu nedenle aleni bir girişim yapılmalı ve tıpkı İsrail’in Amsterdam’da açmış olduğu ‘Centrum Informatie en Documentatie Israel (CIDI)’ gibi bir enstitü açılmalıdır. Hiç bir gizliliği olmayan bu enstitüye, Hollanda’da yetişmiş ve gelişmiş siyaset üstü gençlerimiz seçilmeli. Bu gençler de kendilerine bir Başkan ve yardımcısı seçmeli. İşte o zaman Türkiye ve Türkler ile ilgili her olumsuz girişime medya yoluyla cevap verecek bir enstitümüzün önemi ortaya çıkacaktır.
Ama bunun için de tabii ki devletimiz kesenin ağzını açmalıdır.
DİYANET VAKFI
Sohbetteki bir başka konu ise, Hollanda Diyanet Vakfı etrafında konuşulan ve eleştirilen konuydu.
Önce, Hollanda Diyanet Vakfı’nın kuruluşu hakkında kısa bir bilgi sunayım:
Hollanda Diyanet Vakfı (HDV), Hollandaca ismiyle Islamitische Stichting Nederland, (ISN) tarihi vakıf geleneğinin bir uzantısı olarak Hollanda’da yaşayan Türk vatandaşlarının ortak arzu ve gayretleriyle 10 Aralık 1982 yılında kurulmuştur.
HDV’nin Kurucuları o zaman alttaki isimlerden oluşuyordu:
Dr. Tayyar Altıkulaç, Sami Uslu, Lütfi Şentürk, Abdulbaki Keskin, Ahmet Uzunoğlu,
Mehmet Kervancı, Hayrettin Şallı, Mahmut Sezgin, Remzi Yavuz ve Erdinç Türkcan.
Hollanda Diyanet Vakfı’nın Lahey’deki merkez binası
HDV, kendisine bağlı bulunan şubelerde ve camilerde tüm Müslümanların dini vecibelerini yerine getirebilmeleri için imkan sunmayı ve yol göstermeyi hedefleyen dini bir kurumdur. İslam Dininin yaşanması ve yaşatılması için çeşitli dini faaliyetler sunmaktadır.
Şimdi, tüzüğüne sahip olmadığımız HDV’nin, 148 cami ve çeşitli emlakı ile yarım milyar euroya yakın malvarlığının sahipleri kimlerdir diye soruluyor. Diyanet’in kurucuları arasında rahmetli olanlar var.
Peki bu kurucular şimdi hangi yetkiye sahiptirler?
Hollanda Diyanet Vakfı’nın, Türkiye Diyanet İşleri Başkanlığı ile resmi bir ilişkisi var mı?
Hollanda Diyanet Vakfı’nın malvarlığı üzerinde, kurucuların ve Türkiye Diyanet’in bir hakkları var mı, bu konuda şimdi bir karar verebilirler mi?
İşte bu sorular, Hollanda’da bulunan 600 bine yakın Türk’ü ilgilendiren sorular olduğu için cevap bekliyor.
Hollanda Diyanet Vakfı’nın Türk müslümanlar için önemini inkâr etmek tabii ki doğru değildir.
Ne var ki, yapılmakta olan yönetim seçimleri sırasında yaşananlardan hoşnut olmayan bir kesimin varlığı da bir gerçektir.
Sosyal medyadan takip edilebildiği kadarıyla, başta İbrahim Görmez olmak üzere, Hollanda Diyanet Vakfı’nın daha şeffaf bir durumda olması gerektiğine inanılıyor.
Hollanda mercilerinin de mercek altına almış olduğu Hollanda Diyanet Vakfı’nın başına gelebilecek her hangi bir olumsuzluk, tabii ki 600 bin yurttaşımızı derinden üzeceği gibi, yarım milyar euroya yakın malvarlığının da kaybolmasına yol açabilir düşüncesi de çok üzücüdür.
Hollanda Diyanet Vakfı’nın, Hollada mercileri tarafından, ‘Ankara’ya casusluk yapıyor’ iddialarına net bir cevap vermesi de gerekiyor.
Bu nedenle, Hollanda Diyanet Vakfı’ndan bu konuları aydınlatıcı bilgilerin yayınlanması gerekmektedir.
İBRAHİM GÖRMEZ’İN ÖZEL DEMECİ
Yukarıda yazılanların tamamı, sohbet sırasında konuşulanların, toparlanmış bir özetidir.
Ne var ki, Hollanda’ya islam derneklerini kazandıran ve Diyanet Vakfı’nın kuruluşunda da faal olan İbrahim Görmez bu konuda özel bir demeç verdi
Bakınız İbrahim Görmez bu konuda neler diyor:
‘Ben, Hollanda Diyanet Vakfı’nın kuruluşunda gecesini gündüzüne katmış bir insanım. Bu nedenle Diyanet Vakfı’na en ufak bir halel gelmesini istemem. Kuruluş aşamasında, tüzük hazırlıklarında ben de vardım. 20 sayfa kadar tutan raporu Ankara’ya bizzat ben götürdüm ve Cumhurbaşkanı ile Başbakan’a sunulmasını sağladım. O günlerde rapora neler yazıldıysa, o yazılanların bugün de geçerli olmasını istiyorum. Hiç kimseden bir beklentim yok. Olamaz da… Zira kendimi emekliliğe adamış biriyim. Diyanet Vakfı’na laf söyleyecek olanların karşısına dikilecek ilk adamlardan biri olabilirim. Ama bazı durumlarda gerçekleri de konuşmak lâzım. Şu anda yapılmakta olan yönetim seçimlerinden pek çok din kardeşimiz memnun değildir. En basiti, Diyanet’in kuruluşuna ön ayak olan Hollanda Türk İslam Kültür Dernekleri Federasyonu’ndan bir kişi bile girememektedir. Ayrıca, camilerini ve lojmanlarını Hollanda Diyanet Vakfı’na bağışlamış olan dernekler de bu seçimlerde söz sahibi olamamaktadır. Hollanda Diyanet Vakfı’nın Mütevelli Heyetler’in, ölünceye kadar yönetici olarak kalmaları skandala yol açabilir. Tüm bunlar, yurttaşlarım ile yaptığım yazışmalarda belirtilen eksikliklerdir. Hollanda Diyanet Vakfı’nın sahibi, Hollanda’daki Türkler olmalıdır. Bu vakıf ne Türkiye’deki Diyanet’in ve ne de kurucu veya mütevelli heyetin olmamalıdır. Bu böyle bilinmeli ve böyle yapılmalıdır.’
İbrahim Görmez, Hollanda mercilerinin Diyanet Vakfını ‘Ankara’nın uzun kolu’ olarak yaftalamasından da rahatsızlık duyduğunu belirtirken, ‘ Bu durum bizleri, ‘yarınlarda neler olacak’ düşüncesine sevketmektedir’ diye ilave etti.
İşte böyle değerli dostlarım ve okurlarım.
Ne bu sohbete katılanların ve ne de konuşulanları kaleme alan şahsımın, Hollanda Diyanet Vakfı’na karşı bir art niyeti olamaz. Hollanda Diyanet Vakfı’nın, tam anlamıyla demokratik bir şekilde yönetilmesi ve Hollanda mercileri tarafından suçlu duruma düşürülmemesi için, elbirliği ile hareket etme mecburiyetinde olduğumuzu hatırlatmak isterim.
Bir Pazar sabahı yazıp size sunduğum bu gün, size neşeli ve mutlu bir Pazar diliyorum.
Hollanda Ulusal Terörle Mücadele ve Güvenlik Koordinatörlüğü (NCTV)’nin şubat ayında hazırladığı raporun medyaya yansımasında, Erdoğan ‘salafist’, Hollanda’daki Türkler de ‘selefiliği besleyenler’ olarak açıklanmıştı.
Aynı anda yazdığım, ‘Hollanda kahpelikleri, Türk toplumunu çileden çıkarıyor’ başlıklı yorumumda haklı olduğum anlaşıldı.
Aynı kuruluşun dün meclise sunduğu nihai raporda, ‘Türk müslümanlar aşırılıklardan uzak duruyorlar’ dendi.
İlhan KARAÇAY’ın haberi
Gazete kupüründeki başlık: Hollanda’daki islamlaştırmada, Türkiye’nin direkt etkisi yok.
Hollanda Ulusal Terörle Mücadele ve Güvenlik Koordinatörlüğü (NCTV), dün Hollanda Parlamentosu’na gönderdiği raporda (definitieve rapport), Türk müslümanların büyük çoğunluğunun aşırı akımlarla bir ilgisi olmadığını belirtti. Geçen Şubat ayında basına sızan NCTV raporunda (uitgelekt concept-rapport), Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın desteklediği selefi grupların Türk gençlerini etkilediği belirtiliyordu. Rapor Hollanda kamuoyunda büyük yankı uyandırmış ve siyasi parti temsilcileri bunun bir skandal olduğunu ifade etmişti.
PVV liederi Wilders ise, raporun kendisini haklı çıkardığını söylemişti. Hatta ilgisi olan kuruluşların yasaklanması istenmişti.
Şimdi anlaşıldı ki, sözü edilen raporda daha değişik şeyler yer alıyordu. Raporun son şekli, dün kamu oyuna açıklandı.
Rapordan çıkaracağımız anlam şöyle: Herhangi bir sorun yok! Hollanda’daki Türkler’in büyük bir bölümü aşırı islami akımlardan uzak duruyor. Sadece küçük bir kesim aşırı akımlara sempati ile bakıyor. Ve bu da yeni değil ve önceden bilinen bir durum.
Şubat ayında basına sızan raporda, Cumhurbaşkanının konuşmalarıyla, Utrecht’te bir tramvayda gerçekleşen kişisel bir saldırı ile, terör saldırısı arasında bağ kurulması büyük bir yankı yaratmıştı. NCTV’nin dün kamu oyuna açıklanan sonuç raporunda ise, tramvay saldırısını gerçekleştiren kişinin tahminen Kaplancılar Hareketi üyesi olduğu ve yalnız hareket eden birisi olarak görülmesi gerektiği belirtiliyor.
Onlarca Türkün cihatçı gruplara üye olmasıyla ilgili olarak NCTV raporunda şu görüşlere yer veriliyor; Müslümanlar arasında Türkler’in sayısına bakıldığında, göreceli olarak bu oran çok düşük bir düzeyi ifade ediyor. Yıllardır, selefi gruplar içerisinde az sayıda Türk’ün aktif olduğunun bilinmesine rağmen, Hollanda’daki Türkler’e ait faaliyet gösteren selefi cami veya kuruluşlar bulunmuyor.
Ankara’nun uzun kolu konusunda ise raporda şu görüşler yer alıyor; Türk Hükümetinin aşırı akımlar konusunda Hollanda’daki Türkler üzerinde doğrudan bir etkisi bulunmuyor. Dini esas alan bir siyaset anlayışının ihrac edilmesi, Türkiye’nin izlediği diaspora politikasının bir parçasını oluşturmuyor.
Raporun son şekli üzerinde bir değerlendirme yapan, Türkler İçin Danışma Kurulu Başkanı Zeki Baran şunları söyldi: ‘NCTV Raporuna göre, din odaklı bir siyaset anlayışı, Türklerin geniş bir kesimi tarafından benimsenmiyor. Ve islami kuruluşlar aşırı akımlara karşı bir tampon işlevi görüyor. Rapora göre buradaki soru, gençlerin bu kuruluşlara ne kadar ilgi duyup duymadığı. Çok sayıda Türk genci, Hollanda’daki ayrımcılık ve islam karşıtlığı nedeniyle olumsuz duygulara sahip. Aşırı akımların propagandasını yapan kesimler bu durumdan yararlanabilirler. Şubat ayında basına sızan rapor üzerine bazı parlamenterler Türk kuruluşlarına karşı aşırı önlemler alınmasını istemişlerdi. Merak ediyoruz aynı parlementerler bu rapor üzerine ayrımcılık ve islam düşmanlığına karşı etkili önlemler alınmasını isteyecekler mi?’
Üstteki haberimin Hollandaca özetini altta size sunmadan önce, şubat ayında yayınladığım yorumumu sunuyorum.
Hollanda kahpelikleri, Türk toplumunu çileden çıkardı.
Ülkenin en önemli organı tarafından hazırlanan bir raporda, Erdoğan düşmanlığı yapılırken, Türk toplumu da ‘zanlı’ durumuna düşürüldü.
Her seçim arifesinde sergilenen çirkinlikler yeniden sahneleniyor.
Sabır taşı çatlayan Türk toplumu, protestoya hazırlaıyor.
İlhan KARAÇAY yazdı:
Hollanda’da yaşayan 600 bini aşkın Türk ve Türk kökenlileri, her defasında rencide edici davranışlar ile üzen, ülkeyi yönetenler, her seçim arifesinde olduğu gibi, 17 Mart’ta yapılacak olan seçimlerin arifesinde de, alışılagelmiş çirkinliklerini sürdürüyorlar.
Hollanda’nın bu defaki yüzkarası çirkinliği, ülkenin en güvenilir kuruluşu olması gereken, kısa adı NCTV olan ‘Hollanda Terörle Micadele ve Güvenlik Koordinatörlüğü’den yayıldı.
Bundan böyle NCTV diye söz edeceğim bu kuruluş, sözümona ‘iyi bir çalışma’ sonrasında 30 sayfalık bir Türkiye ve Erdoğan raporu hazırlamış.
Ne var ki bu rapor, hükümete sunulmadan önce yine medyaya sızdırılmış. Geçmişte de sık sık rastladığımız bu sızdırma alışkanlığı, bu kez ciddiyeti ve etkinliği ile tanınan HP DE TİJD adlı organa yapılmış.
Hollanda’daki yayın, dünyanın dört bir yanındaki ülkelerde iktibas edildi. Haber Amerika’da da yayınlandı.
HP DE TİJD’de özeti yayınlanan sözümona gizli raporda, Türkiye Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın salafist grupları desteklediği ve bu grupların özellikle Hollanda’da yaşayan Türk gençleri üzerinde etkili olduğu belirtiliyor. Erdoğan’ın islami söylemleri ve tavrının, Hollanda Türklerini etkilediğinden endişe duyulduğu belirtilen raporda, daha da ileri gidilerek, Erdoğan’ın Yeni Zelanda’daki cami saldırısı ile ilgili yaptığı konuşması, 2019 yılında Utrecht’de meydana gelen ve dört kişinin hayatını kaybettiği tramvay saldırısıyla ilişkilendiriliyor. Raporda, ayrıca Hollanda’da bazı Türk kuruluşlarının selefiliği besleyen açıklamalar yaptıkları da iddia ediliyor.
Bu raporda, kesin olan bir şey var. O da toplumumuzun yeniden zanlı olarak gösterilmiş olmasıdır. Toplum algısında bir düşman görüntüsü yaratılarak, seçmenlerin sağlam ve güvenilir olarak gördüğü değerlere yöneleceği düşünülmüş. Anlaşılan Hollanda Tük Toplumu aynı anda iç ve dış düşman yaratmaya uygun görülmüş.
Hollanda’da, 9 Türk kuruluşunun temsilcilerden oluşan Türkler İçin Danışma Kurulu Başkanı olan Zeki Baran, konuyla ilgili olarak yaptıkları açıklamada şöyle diyor:
‘Hollanda Türkleri tüm toplumsal kesimler gibi, bu güzel ülkenin değerli bir parçasıdır. Ama artık her seçim öncesinde bu şekilde bazı çevreler tarafından art niyetli çıkarılan haberlerle, seçim kampanyalarının tartışma konusu haline gelmekten yorulduk.
Haberde iddia edildiği üzere, ülkemizin güvenliği açısından bir tehdit var ise bunun nasıl ve nereden kaynaklandığını tam olarak bilmek istiyoruz. Bu şekilde genellleyici ve belirsiz ifadelerle, Hollanda’da yaşayan Türkiye kökenli toplumun tümü zan altında bırakılamaz.’
Siyasi görüşü Erdoğan’ın siyasi görüşü ile bağdaşmayan ve Rotterdam Belediye Meclisi’nden İşçi Partisi üyeliği yapmış olan Zeki Baran şöyle devam ediyor:
‘Hollanda’da faaliyet gösteren yüzlerce Türk sivil toplum kuruluşu, yurtdışı kaynaklı aşırı akımlara karşı gençleri bilinçlendirmek amacıyla çalışmalar yapıyor. IOT Sosyal İşler Bakanlığı Toplum ve Entegrasyon Dairesi ile düzenli olarak görüşmelerde bulunuyor ve bu konu hiç gündeme gelmedi. IOT olarak son yıllarda aşırı akımlara karşı toplumu daha duyarlı hale getirmek amacıyla çok sayıda etkinlik gerçekleştirdik. Bu faaliyetlerden edindiğimiz deneyimler ışığında yeni tehlikelere karşı da çalışmalar yapmaya hazırız. Tüm toplumumuzu zan altında bırakan, şüpheli sandalyesine oturtan bir anlayış yararlı olmayacağı gibi, tam tersine toplum kesimlerini karşı karşıya getiren, ayrıştırmak isteyenlerin ekmeğine yağ sürecektir.’
Zeki Baran, raporu hazırlayan NCTV’nin Türk toplumundan özür dilemesi gerektiğini ve Türkler’i seçimlerde oy kullanmaya davet ettiği açıklaması şöyle son buluyor: ‘Bu düşüncelerden hareketle IOT olarak, Hollanda’da toplumumuzu tehdit eden yeni tehlikeler hakkında en kısa sürede bilgilendirilmek istiyoruz. Eğer böyle bir tehlike söz konusu değil ise NCTV’nin de Hollanda Türk toplumundan özür dilemesi yerinde olacaktır. Bu arada Hollanda’da yaşayan toplumumuzu 15, 16 ve 17 Mart 2021 tarihlerinde yapılacak demokrasi şölenine aktif olarak katılmaya davet ediyoruz.’
Raporun içeriğindeki saçmalıkların, sorunu nereye taşıyacağını hesaba katılmaması etkisini gösterdi bile: Zira, raporun basına sızmasından sonra Hollanda Parlamentosu’nda görüş bildiren çeşitli milletvekilleri ve siyasi parti sözcüleri, rapordan duydukları derin kaygıları dile getirerek Erdoğan’a ve Hollanda’daki Türkler’e karşı sert önlemler alınmasını istediler.
Rapor hakkında, Türkevi Araştırmalar Merkezi Başkanı Veyis Güngör de bakın neler yazmış:
‘Kesinleşmemiş, onaylanmamış ama dışarı sızdırılmış ve dahi iki ülkeyi ilgilendiren tartışmalara sebep olmuş raporun içeriği hakkında, elbette çok şey söylenebilir. Kaldı ki, Hollanda’da yetişen gençlerimiz, anında harekete geçip, twitter üzerinden raporda yer alan yorumların ne kadar yüzeysel, tek taraflı, ön yargılı ve izaha muhtaç olduğunu Hollandaca olarak bildirmişlerdir. Gençler, Hollanda’daki raporu hazırlayanların, Türkiye’de selefiliğin ne kadar marjinal olduğunu ölçemeyecek kadar, bilgisiz olduklarına dikkat çekmişler.
Örneğin İsa Yusibov, twitter hesabından yayınladığı 23 ayrı haberle, raporu ve ilgili kurumu topa tutmuş. Yusibov, yakın Türkiye tarihinden örnekler vermiş, Hizbullah’ın Türk sekülerlere saldırdığını, körfez ülkelerinin (selefilerin) Türkiye tavırlarını Den Haag’ın bilmemesinin mümkün olmadığını, durum böyleyken Erdoğan’ın Hollanda’da selefiliğin yayınlamasına nasıl yardım ettiğini sormuş.
NCTV’nin Türklerle ilgili gizli raporunun sızdırılması, Hollanda’daki Türk gençlerinde, yıllar önce yayınlanan Motivaction raporunu hatırlattı.
Hatırlanacağı gibi, 2014 yılında, Forum ve Motivaction kurumu, 300 Türk genci üzerinde bir anket uyguladı ve ortaya Türk gençlerinin ezici çoğunluğunun İŞİD sempatizanı olduğu sonucu çıkmıştı. Aslı astarı olmayan bu rapor, o günkü Sosyal İşler Bakanı Lodewijk Asscher’ın başını yıllarca ağrıtmıştı. Şimdi, gençler NCTV’nin raporunu duyunca, söz konusu raporu “Motivaction 2” olarak adlandırarak dalga geçiyorlar.
Velhasıl, Hollanda’daki Türk gençleri kendileri ve diğerTürklerle ilgili raporları pek ciddiye almıyorlar. Oyunun farkındalar. Kendilerinin araçsallaştırılmalarını da istemiyorlar. ‘Seçimler geliyor, Anti Erdoğan ve anti Türkiye söylemleri işe yarıyor’ diyor gençler.
Velhasıl, Hollanda’da bundan önce yapılan seçimler öncesinde olduğu gibi, bu yıl yapılacak seçimler öncesi de yine pis bir oyun sahneye konuldu. Ancak, Hollanda Türk toplumu ve özellikle Türk gençleri olayın farkındalar. Sosyal medya hesaplarından gereken cevabı veriyorlar. Oynanmak istenen çirkin oyunun farkında olduğumuzu, Hollanda karar vericilerinin de farkında olmalarını ümit ederiz.’
Hollanda’da Türkiye aleyhindeki yayın hastalığı yıllardır sürüyor. Yukarıdaki kupürde, iki yıl önce yayın yapan Vrij Nederland’ın, aynı haberi iki yıl sonra servis edilişi görülüyor.
İşte böyle değerli okurlarım. Hollanda’da bizim güvenliğimiz sağlayacak olan bir kuruluşun, hangi araştırma ve istihbarata dayanarak kaleme aldığı böylesi bir raporun inandırıcılığı yoktur tabii.
Marjinal kişilerle görüşerek rapor hazırlamak, Hollandalılar için en rahat yoldur. Geçmişte pek çok yaşanılan bu konular hakkında pek çok kez itiraz etmişliğim oldu. Yetkililere, ‘Biraz da benim gibi tarafsız kişilerle görüşün’ tavsiyesinde bulunmuşluğum da var.
Ne yazık kı, her zaman uyutulan bir Hollanda toplumu var. Hollanda toplumu, kendilerine sunulan televizyon görüntüleri ve gazete haberleri ile her zaman uyutulmuştur.
Ama, Veyis Güngör’ün de dediği gibi, ‘Türk gençleri uyumaz ve bu gibi yumurtaları da yemez.
Kalın sağlıcakla.
Turkse moslims houden zich verre van extremisme
In februari ontstond grote ophef over een uitgelekt concept-rapport van de Nationaal Coördinator Terrorismebestrijding en Veiligheid. President Erdoğan zou salafistische groeperingen ondersteunen die vervolgens invloed uitoefenen op Turkse jongeren in Nederland. Van vele kanten spraken politieke partijen er schande van. Wilders zei dat het rapport zijn gelijk bevestigt. Er werd geroepen om een verbod van organisaties. Vandaag is het definitieve rapport verschenen. Wat blijkt? Er is niets aan de hand! De overgrote meerderheid van de Turks-Nederlandse moslims houdt zich verre van islamistisch extremisme. Er is hooguit in de marge enige steun voor radicale stromingen in de islam. Dit fenomeen is niet nieuw en is in de afgelopen jaren ook niet veranderd. De opschudding in februari werd vooral veroorzaakt omdat een verband werd gelegd met de vreselijke aanslag op een tram in Utrecht. De NCTV schrijft nu: dat de tramschutter waarschijnlijk banden onderhield met de Kaplanbeweging, maar moet worden gezien als een alleen-handelende dader. Over de enkele tientallen Turken die betrokken waren bij de jihadistische beweging schrijft het rapport: ‘dat is relatief weinig als dit aantal wordt afgezet tegen het aandeel van de Turkse Nederlanders in het totaal aantal moslims.’ Ofschoon er al vele jaren een gering aantal salafistische aanjagers van Turkse afkomst actief is, zijn er geen exclusief Turks-Nederlandse salafistische moskeeën of instellingen in Nederland. En de lange arm van Ankara?
Voorzitter van IOT Zeki Baran: ‘Het rapport schrijft: ‘De Turkse regering heeft geen directe bemoeienis met radicalisering onder Turkse Nederlanders. De export van politiek-religieus extremisme is geen onderdeel van de diasporapolitiek.’ Moeten we ons zorgen maken over de toekomst? Het rapport stelt vast dat de weerstand tegen politiek-religieus extremisme nog steeds groot is. Islamitische organisaties vormen een buffer tegen politiek-religieus extremisme. De vraag is evenwel, zo concludeert de NCTV, of jongeren zich nog wel blijven oriënteren op die organisaties. Onder veel jongeren met een Turkse achtergrond leven negatieve gevoelens naar aanleiding van discriminatie en ‘islamofobie’. Daar zouden radicale agitators op in kunnen spelen. In februari pleitten Kamerleden voor radicale maatregelen tegen Turkse organisaties. Zouden zij nu pleiten voor radicale maatregelen tegen discriminatie en islamofobie?’
Verkenning naar islamistische radicalisering onder Turkse Nederlanders
De verkenning ‘Islamistische radicalisering onder Turkse Nederlanders’ is naar de Tweede Kamer verstuurd. Hierin wordt de mate van islamitische radicalisering onder Turkse Nederlanders geduid.
Uit de verkenning blijkt dat de overgrote meerderheid van de Turks-Nederlandse moslims zich verre van islamistisch extremisme houdt en dat er enkel in de marge enige steun voor radicale stromingen in de islam bestaat. Dit fenomeen is niet nieuw en is in de afgelopen jaren niet veranderd.
Deze verkenning is gebaseerd op open bronnen (waaronder academische literatuur en mediaberichten), websites en sociale media van enkele organisaties en gesprekken met medewerkers van diverse (overheids-)organisaties en experts. De vraag die centraal staat in deze verkenning is: zijn er wezenlijke veranderingen in de weerbaarheid tegen politiek-religieus extremisme in de Turks-Nederlandse gemeenschap?
Met deze publicatie wordt uitvoering gegeven aan een toezegging van Minister van Justitie en Veiligheid Grapperhaus een duiding van de ontwikkelingen binnen de Turkse gemeenschap in Nederland voor de zomer 2021 af te ronden en de Tweede Kamer daarover te informeren.
Doğrudur, İtalya ve İngiltere ilk turda hiç zorlanmadılar.
İyi de, eeey UEFA, maçlar neden hep Londra ve Roma’da oynandı?
İki yarı final ve final maçını UEFA’dan koparan İngiltereye bravo!
İlhan KARAÇAY yazdı:
Bana göre, bu güne kadar oynanmış olan Avrupa Uluslar Futbol Şampiyonaları’nın en sönüğü, şimdi finaline geldiğimiz son şampiyona oldu.
Hem organizasyon ve hem de futbol kalitesi bakımından da en zayıfı olan bu şampiyona, bazı ülkelere UEFA tarafından kıyak geçilerek yapıldı.
Daha önceleri bir veya iki ülkede odaklanmış organizasyonlar sırasında, Avrupa’nın dört bir yanından gelmiş yüzbinlerce taraftarın, şehirlerde yarattığı renklilik bu defa yoktu.
Bakü ve Sint Petersburg’a kadar uzanmış 11 kentte yapılan organizasyonlar çok renkli görünmedi.
Tabii ki korona salgınının etkisi de vardı ama, Londra’daki İngiltere-Danimarka maçında olduğu gibi, pek çok stadta korona kriterleri uygulanmadı.
Öncelikle şunu rahatlıkla söyleyebilirim.
Bu şampiyonada, ülkelerine iki yarı final ve final maçı ile pek çok ön eleme maçını aldıran İngiltere’ye ‘bravo’ demek lâzım. UEFA içinde bu kadar güçlü olabileceğine hiç ihtimal vermediğim İngiltere, acaba Dünya Şampiyonası’nı FİFA’ya para dağıtarak alan Katar modeliyle mi bu kadar güçlendi?
Daha önce de belirtiğimi gibi, futbol azizliklerle dolu bir spordur. ‘Futbolun cilvesi’ dediğimiz bir faktör de vardır.
Düşünebiliyor musunuz, başlangıçta favoriler arasında gösterilen Türkiye, çeşitli nedenlerle ilk turda elendi gitti. Kim bilir, tur atlasaydı belki de turnuva içinde büyür ve finale kadar gelebilirdi.
İlk turda, İtalya ve İngiltere’nin dışındaki ülkelerin tümü şans ve tesadüflerle son 16’ya kaldılar. İspanya ve Danimarka tesadüf ve şans ile yarı finale kaldılar.
Hatırlayacaksınız değil mi, birinci turdan sonra, ‘İster misiniz bu Danimarka yine final oynasın ve hatta bir daha şampiyon olsun’ demiştim.
Öyle ya, 1992’de İsveç’te yapılan Avrupa Şampiyonası’na, katılma hakkına sahip olmayacak kadar zayıf olan Danimarka, eski Yugoslavya’nın savaş nedeniyle şampiyonadan çıkarılmasından sonra, UEFA tarafından yedek listesinden şampiyonaya alınmıştı.
Benim de yerinde izlediğim o şampiyona sonunda, o zayıf Danimarka şampiyon olarak herkesi şaşırttı.
Danimarka şimdiki şampiyonada, ilk turun ilk maçında İsveç’e karşı oynarken, en iyi futbolcuları Eriksen’in geçirdiği kalp krizi nedeniyle büyük bir moral bozukluğu yaşamıştı. Buna rağmen bir galibiyet alıp 3 puan ile turu atlayan Danimarka, sonra moral buldu ve yarı finale kadar geldi. İngiltere ile oynadıkları yarı final maçında ilk golü bulan Danimarka, normal süreyi 1-1 kapattı.
Ne var ki yarım saatlik uzatmada gerek yorgunluk ve gerekse seyirci handikapı yüzünden 2-1 kaybetti.
Bu maç Londra’da değil de Kopenhag’da oynansaydı, belki de Danimarka maçı kazanırdı.
Ama UEFA’nın azizliğine kurban giden Danimarka finale kalamadı. Kim bilir, finale kalsaydı, Danimarka belki de ikinci defa şampiyon olurdu.
Maçı seyrederken, bu şampiyonanın finalinde İtalya-Danimarka yerine, İtalya-İngiltere ismininin daha iyi yakışacağını düşündüm. Torpilli de olsa, İngiltere’nin finali hak eden bir futbol ortaya koyduğunu söylemek lâzım.
Bir konuya daha değinmek istiyorum. İlk turda İskoçya ile oynayan İngiltere, düşman kardeşler de olsalar, maçın berabere bitmesini isteyen bir futbol sergiledi. Tıpkı, 1982’de İspanya’da oynanan Almanya-Avusturya maçında olduğu gibi…
O maçın şike olduğunu tüm dünya gözlemlemiş ve konuşmuştu. Ama nedense İngiltere-İskoçya maçında bu durum gözden kaçmıştı.
Şimdi sıra finalde.
İngiltere-İtalya final maçı yine Londra’da yapılacak.
Bakalım İngiltere’nin seyircisi mi, yoksa İtalya’nın güzel futbolu mu galip gelecek.
Pazar günü göreceğiz.