HOLLANDA İSTİHBARAT VE GÜVENLİK TEŞKİLATI’NDAN SİVRİ ZEKÂLILIK: BUNDAN BÖYLE, ‘SELEFİZM’ DEĞİL, ‘VEHABİ-SELEFİZM’ DENİLECEK

HOLLANDA İSTİHBARAT VE GÜVENLİK TEŞKİLATI’NDAN SİVRİ ZEKÂLILIK: BUNDAN BÖYLE, ‘SELEFİZM’ DEĞİL, ‘VEHABİ-SELEFİZM’ DENİLECEK

Müslüman olanlar ile olmayanlar arasındaki kafa karışıklığını önlemek isteyen AİVD Teşkilat’ının bu kararı, bilim adamları tarafından onaylanmadı.

İlk kez 2004 yılında, terörizmi destekleyen ve tedhiş eylemlerini motive eden zümre için kullanan AİVD, ‘salaf’ teriminin müslümanlar için imanlı ve olumlu bir terim olduğunu ileri sürdü.

İlhan KARAÇAY’ın haberi:

Hollanda İstihbarat ve Güvenlik Teşkilatı AİVD’nin almış olduğu yeni bir karar, pek çok kesim tarafından benimsenmediği için, ‘sivri akıllılık’ olarak nitelendi.
Alınan kararın bir ‘kelime oyunu’ndan ibaret olduğunu belirten bilim adamları da, bu kararın yararlı olup olmayacağı hakkında şüpheli olduklarını belirttiler.
AİVD’nin kararına göre, müslümanlıkta bir mezhep  olduğu söylenen ‘selefizm’ terimi kullanılmayacak. İstihbarat ve Güvenlik Teşkilatı, müslümanların bu kesimini, bugünden itibaren ‘Vehabi-Selefizm’ olarak tanımlayacak.
AİVD, ‘Selefizm’ terimini ilk defa 2004 yılında, terörizmi destekleyen ve tedhiş eylemlerini motive eden zümre için kullanmıştı.
AİVD, ‘salef’ (salaf) teriminin müslümanlar için imanlı ve olumlu bir terim olduğunu ileri sürerek, böyle bir terim değişikliğine gidildiğini açıkladı.

Bazı teologlara ve Rotterdam’ın Faslı Belediye Başkanı Ahmed Ebutaleb’e göre, selefist olmanın kötü bir yanı yoktur. Ebutaleb, 2018 yılında ‘Ben kendimi selefist ideolojisine yakın buluyorum’ demişti. Kaldı ki, bizim teologlarımıza göre, durum bu anlatılanların tam tersi.
Selefizm’in ve Vehabiliğin nasıl tarif edildiği öğrenmek için Google’de yaptığım aramalarda bakınız neler buldum: ( Yanlış ve abartılardan sorumlu değilim. Vakit buldukça okuyunuz)
Selefilik nedir: Selefilik mezhebi ne zaman ortaya çıkmıştır?
Selefilik, sözlükte selef “önceki nesil”, selefiyye de “bu nesle mensup olanlar” anlamı taşır. Peki, selefiyye (selefilik) nedir, ne zaman ortaya çıkmıştır, selefilik ile vahabbilik aynı şeyler mi? İşte ayrıntılar.

Sıkça konuşulan selefilik mezhebi hakkında çokça şeyler söylenmektedir. ‘Cübbeli Ahmet’ olarak bilinen Ahmet Mahmut Ünlü’nün, selefi derneklerin silahlandığını iddia etmesi sonrası, ‘selefilik nedir, ne zaman ortaya çıkmıştır?’ soruları merak konusu oluyor. Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından hazırlanan ilmihalden edindiğimiz bilgilere göre, selefilik mezhebi hakkında detayları sizlere sunuyoruz. İşte ayrıntılar.
Sözlükte selef, “önceki nesil”, selefiyye de “bu nesle mensup olanlar” anlamı taşır. İslâmî literatürde Selef ilk dönemlere mensup bilginler ve geçmiş İslâm büyükleri anlamında, Selefiyye terimi ise iman esaslarıyla ilgili konularda ilk dönem bilginlerini izleyerek âyet ve hadislerdeki ifadelerin zâhiri ile yetinip bunları aynen kabul eden, teşbih ve tecsîme düşmeyen (Allah’ı yaratıklara benzetmeye ve cisim gibi düşünmeye yeltenmeyen), bunları başka bir anlama çekme (te’vil) yoluna gitmeyen Ehl-i sünnet topluluğunu belirtmek için kullanılır.
Allah’ın zâtî, fiilî ve haberî sıfatlarının hepsini te’vilsiz, nasılsa öyle kabul ettiği için Selefiyye’ye “Sıfâtiyye” de denilmiştir.
“Ehl-i sünnet-i hâssa” ismi ile kastedilen zümre olan Selefiyye Hz. Peygamber ve sahâbîlerin inançta takip ettikleri yolu doğrudan doğruya izleyen gruptur. Tâbiûn, mezhep imamları, büyük müctehidler ve hadisçiler Selefiyye’dendirler.
Eş‘arîlik ve Mâtürîdîlik ortaya çıkıncaya kadar, Sünnî müslüman çevrede hâkim olan inanç, Selef inancıdır.
İmam Şâfiî, Mâlik, Ahmed b. Hanbel -bir kısım görüşleri itibariyle Ebû Hanîfe, Evzaî, Sevrî gibi müctehid imamlar, Buhârî, Müslim, Ebû Dâvûd, Dârimî, İbn Mende, İbn Kuteybe ve Beyhaki gibi hadisçiler, Taberî, Hatîb el-Bağdâdî, Tahâvî, İbnü’l-Cevzî ve İbn Kudâme gibi bilginler Selef düşüncesinin önde gelen isimleri arasında sayılabilir.

İlk dönem (mütekaddimûn) Selefiyye anlayışının en belirgin özelliği akaid sahasında akla rol vermemek, âyet ve hadisle yetinmek, mânası apaçık olmayan, bu sebeple de başka mânalara gelme ihtimali bulunan âyet ve hadisleri yorumlamadan, bunları bilmeyi Allah’a havale etmektir. Selefiyye’nin müteşâbihler konusundaki görüşüne şunlar örnek gösterilebilir: “Allah’ın eli onların ellerinin üstündedir” (el-Feth 48/10) âyetini Selefiyye şöyle değerlendirir:
“Yüce Allah âyette elinin(yed) varlığını bildirmektedir. Allah’ın elinin olduğuna inanırız, fakat bu elden kastedilen mânayı Allah’a havale ederiz, bunu ancak Allah bilir, der, mahiyeti üzerinde düşünmeyiz. Başka bir mânaya yorumlamadığımız gibi, onu yaratıkların eline de benzetmez, Allah’ın kendine has bir sıfatı olarak kabul ederiz. Bu konuda soru sormaktan da kaçınırız”.
İmam Mâlik’e (ö. 179/795) “Allah Teâlâ Kur’an’da rahmân arşa istivâ etti (Tâhâ 20/5) buyuruyor. Nasıl istivâ etti?” diye sorulmuş o da şu cevabı vermiştir: “İstivâ bilinen bir şeydir (âyetle sabittir). Nasıllığı akılla kavranamaz. Allah’ın arşa istivâ ettiğine inanmak farzdır. Mahiyeti hakkında soru sormak da bid‘attır”.
Maturidilik nedir? Maturidilik mezhebi ne zaman ortaya çıkmıştır?

Ebu Mansu Maturidi (853-944)
Selefiyye, müteşâbih âyet ve hadisleri aklın ışığında yorumlayan kelâmcılarla filozofları da, keşf ve ilhamın ışığında yorumlayan sûfîleri de ağır biçimde eleştirmiş, onları bid‘atçı ve sapık olmakla suçlamıştır. Hicrî VIII. asırdan önce yaşamış olan Selef bilginleri akıl karşısında kesin tavır takınıp, nakli tek hâkim kabul ederken, sonraki Selef bilginleri akıl karşısındaki tutumlarını gözden geçirmişler, inanç konularında az da olsa akla yer vermişlerdir.
Bu dönemin en önemli ismi sayılan İbn Teymiyye (ö. 728/1328) sağlam olduğu bilinen nakil ile aklıselimin asla çelişmeyeceğini, dolayısıyla te’vile de gerek kalmayacağını ısrarla savunmuştur. Ona göre akılla nakil çelişirse ya nakil sahih değildir veya akıl sağlıklı bir muhakeme yapamamaktadır. Selef’in akılcılığı hiçbir zaman kelâm ve felsefedeki akılcılık gibi olmamış, nasların müsaadesi ile sınırlı bir çerçevede kalmıştır. Sonraki dönemin en meşhur Selef âlimleri (müteahhirîn-i Selefiyye) arasında İbn Teymiyye, İbn Kayyim el-Cevziyye (ö. 751/1350), İbnü’l-Vezîr (ö. 840/1436), Şevkânî (ö. 1250/1834) ve Mahmûd Şükrî el-Âlûsî (ö. 1342/1924) sayılabilir.
Selefiyye günümüze kadar az çok taraftar bulmuştur. Genellikle fıkıhta Hanbelî olanlar akaidde Selefî’dirler. Hadisle ilgilenen bilginler de çoğunlukla Selef inancını benimsemişlerdir. Günümüzde dünya müslümanlarının % 12’si Selefî’dirler. En yoğun oldukları ülkeler Suudi Arabistan, Küveyt ve Körfez ülkeleridir.
 

 

 

Vehabilik nedir

Vehhabiliği kuran, Mehmed bin Abdülvehhabdır. İngiliz casuslarından, Hempher’in tuzağına düşerek, ingilizlerin (İslamiyet’i imha) etmek çalışmalarına alet oldu.
[İngiliz Casusunun İtirafları kitabında, Vehhabiliğin kuruluşu uzun anlatılmaktadır. Bu kitabı, www.hakikatkitabevi.com adresinden okuyabilir ve temin edebilirsiniz.]
Eline geçirdiği, ibni Teymiye’nin Ehl-i sünnete uymayan kitaplarını okumuş, (Şeyh-i necdi) diye meşhur olmuştu. Düşünceleri, ingiliz paraları ve ingiliz silahları karşılığında, köylüler ve Deriyye ahalisi ile reisleri Muhammed bin Süud tarafından desteklendi. Sapık din adamı ibni Teymiye’nin fikirleri ile Hempher’in yalanlarının karışımına Vehhabilik denir.

Mirat-ül-Haremeyn 
kitabının basıldığı 1888 senesinde Necd emiri, Abdullah bin Faysal idi. Aşağıdaki bilgilerin çoğu Mirat-ül-Haremeyn’den alınmıştır:
Mehmed’in babası Abdülvehhab, iyi bir müslüman idi. Bu ve Medine’deki âlimler, Abdülvehhab oğlunun sözlerinden, yeni bir yol tutacağını anlamış, herkese, bununla konuşmamasını nasihat etmişlerdi. Fakat, Abdülvehhab oğlu, 1738 senesinde Vehhabiliği ilan etti. İngilizlerin siyasi ve askeri yardımları ile, Arabistan’a yayıldı.
Vehhabilere inanan Deriyye hakimi Abdülaziz bin Muhammed bin Süud ilk olarak 1791 senesinde, Mekke emiri şerif Galib efendi ile harp etti. Daha önce, vehhabiliği gizlice yaymışlardı. Sayısız müslümanları öldürüp, kadınlarını, çocuklarını ve mallarını almışlar ve işkence etmişlerdi.
Abdülvehhab oğlu, Beni Temim kabilesindendir. 1699 senesinde Necd çölündeki Hureymile kasabasında, Uyeyne köyünde doğmuş, 1791’de Deriyye’de ölmüştü. Önceleri ticaret için Basra, Bağdat, İran, Şam ve Hind taraflarına gitmiş, çok zeki ve bozguncu sözleri ile (Şeyh-i Necdi) adını almıştı. Dolaştığı yerlerde çok şeyler görmüş, şef olmak düşüncesine kapılmıştı. 1713 senesinde, Basra’da tanıştığı ingiliz casusu Hempher, Abdülvehhab oğlunun devrim yapmak arzusunda olduğunu anladı. Bununla uzun zaman arkadaşlık yaptı. İngiliz Sömürgeler Bakanlığından aldığı hile ve yalanları buna telkin etti. Abdülvehhab oğlunun bu telkinlerden zevk aldığını görünce, yeni bir din kurmasını teklif etti. Bu yeni dinin esaslarını ona bildirdi. Casus da, Abdülvehhab oğlu da aradıklarına kavuşmuş oldular.
Yeni bir din kurmak için, önce Medine’de, sonra Şam’da, Hanbeli âlimlerinden okudu. Necde dönünce köylüler için küçük din kitapları yazdı. Bu kitaplara, ingiliz casusundan öğrendiklerini ve Mutezile ve başka bid’at fırkalarından aldığı bozuk düşünceleri de karıştırdı. Köylülerin çoğu buna tâbi oldular. İslamiyet’i içerden yıkmak için, İngiltere’de kurulmuş olan (Sömürgeler Bakanlığı), bu hâli, Necd şeyhi olan (Muhammed bin Süud)a bildirdi. Çok para vererek ve siyasi, askeri yardımlar vaat ederek, Abdülvehhab oğlu ile işbirliği yapmasını temin etti. Arabistan’da hasebe ve nesebe çok ehemmiyet verirlerdi. Kendisi ise, cahil olduğundan, Abdülvehhab oğlu Vehhabilik adını verdiği bu sapık inancı yaymak için, Muhammed bin Süudu maşa olarak kullandı. Kendisine (Kadı), Muhammed bin Süuda (Hakim) ismini taktı. Kendilerinden sonra da, çocuklarının bu makama geçmelerini temin eden bir anayasa yaptırdı.
Abdülvehhab oğlu, önceleri Medine’de okurken, Medine’nin salih, temiz âlimlerinden olan babası Abdülvehhab ve kardeşi Süleyman bin Abdülvehhab ve kendisine ders okutan hocaları, bunun sözlerinden ve davranışlarından ve sık sık söylediği düşüncelerinden bunun ileride İslam dinini içeriden yıkacak bir sapık olacağını anlamışlardı. Kendisine nasihat verirler ve müslümanlara, bundan sakınmalarını söylerlerdi. Fakat, korktukları çabuk meydana geldi. Düşüncelerini Vehhabilik adı ile açıkça yaymaya başladı. Cahilleri, ahmakları aldatmak için İslam âlimlerinin kitaplarına uymayan yeniliklerle, dinde reformculukla ortaya çıktı. (Ehl-i sünnet vel-cemaat) mezhebinde olan doğru müslümanlara kâfir diyecek kadar taşkınlık yaptı. Peygamberimizi ve başka Peygamberleri ve Evliyayı vesile ederek, Allahü teâlâdan bir şey istemeye ve bunların kabirlerini ziyaret etmeye şirk dedi.
Abdülvehhab oğlunun, ingiliz casusundan öğrendiğine göre, bir kabir başında dua ederken, meyyite karşı söyleyen, müşrik olurmuş. Allah’tan başka bir kimse veya bir şey için, yaptı demek, mesela, Falanca ilaçtan fayda oldu veya Peygamber efendimizi veya bir Veliyi vasıta yaparak istediğim oldu diyen müslümanlar müşrik olurmuş. Abdülvehhab oğlunun, bu sözlerine vesika olarak ortaya attığı şeyler, hep yalan ve iftira ise de, cahil halk, doğruyu eğriden ayıramadıkları için sözleri, işsizlerin, çapulcuların, bilhassa Deriyye hakimi Muhammed bin Süud’un hoşuna gitti. Cahiller ve vurguncular, taş yürekliler, Abdülvehhab oğlunun sözlerine hemen yanaştılar. Doğru yolda olan halis müslümanlara kâfir dediler.
Abdülvehhab oğlu, düşüncelerini kolayca yayabilmek için, Deriyye hakimine başvurunca, o da topraklarını genişletmek ve kuvvetlerini arttırmak için ve Londra’dan aldığı emirleri yaymak için, Abdülvehhab oğlu ile seve seve işbirliği yaptı. Onun fikirlerini her tarafa yaymakta bütün gücü ile uğraştı. İnanmayıp karşı duranlarla harp etti. Müslümanların mallarını yağma etmek, canlarına kıymak helal denilince, çöldeki vahşiler, soyguncular, Muhammed bin Süud’a asker olmak için yarış ettiler. Süud oğlu ile Abdülvehhab oğlu el ele vererek, vehhabiliği kabul etmeyenlerin kâfir ve müşrik olduklarına, kanlarını dökmek ve mallarını almak helal olduğuna 1730 senesinde karar verip, 1738 yılında vehhabiliği ilan ettiler. Buna göre, Abdülvehhab oğlu, otuziki yaşında bozuk fikirleri yaymaya başlamış, kırk yaşında ilan etmiştir.
Mekke-i mükerreme şafii müftüsü Esseyyid Ahmed bin Zeyni Dahlan, El-Fütuhat-ül-islamiyye kitabının 2.cüz 228.sayfasından başlayarak, Fitnet-ül-vehhabiyye başlığı altında bunların bozuk inançlarını ve müslümanlara yaptıkları işkenceleri anlatmaktadır. Bunun 234.sayfasında diyor ki:
(Mekke’deki ve Medine’deki Ehl-i sünnet âlimlerini aldatmak için, buralara kendi adamlarını gönderdiler. Bu adamlar, İslam âlimlerine cevap veremediler. Cahil ve sapık oldukları anlaşıldı. Kâfir olduklarını ispat eden bir karar yazılıp her tarafa gönderildi.)

Hicaz’da bulunan dört mezhep âlimleri ve bunların arasında Abdülvehhab oğlunun kardeşi Süleyman efendi ve kendisine ders okutmuş olan hocaları, Abdülvehhab oğlunun kitaplarını inceleyerek, İslam dinini yıkıcı, bozguncu yazılarına cevaplar hazırladılar, sapık yazılarını çürüten kuvvetli vesikalarla kitaplar yazarak, müslümanları uyandırmaya çalıştılar. Süleyman bin Abdülvehhab’ın, kardeşine karşı yazdığı kitabın ismi, Savaık-ul ilahiyye firreddi alel-vehhabiyye’dir.
Bu kitaplar onları gafletten uyandıramadı. Müslümanlara karşı olan düşmanlıklarını arttırdı ve Muhammed bin Süud’un müslümanlar üzerine saldırmasına, akıtılan kanların çoğalmasına sebep oldu. Bu adam, (Beni Hanife) kabilesinden olup, Müseyleme-tül Kezzabın peygamberliğine inanmış olan ahmakların soyundan idi. Muhammed bin Süud, 1765 senesinde ölünce, oğlu Abdülaziz yerine geçti. Abdülaziz bin Muhammed bin Süud, 1803 senesinde, Deriyye camiinde, bir Şii tarafından, karnına hançer sokularak öldürüldü. Bundan sonra, oğlu Süud bin Abdülaziz vehhabilerin şefi oldu. Arabları aldatmak, sapık inançlarını yaymak için müslümanların kanını dökmekte, üçü de, birbiri ile yarışırcasına çalıştılar.
[Vehhabilerin ve mal, mevki ele geçirmek için bunların arasına karışan cahil, vahşi kimselerin, Taif’de, Mekke ve Medine’de ve diğer yerlerdeki müslümanlara yaptıkları işkenceler ve kadınların, çocukların barbarca öldürülmeleri, Ahmed bin Zeyni Dahlan’ın Hulasat-ül-kelam kitabında ve Eyyub Sabri Paşanın 1879 senesinde basılmış olan Tarih-i Vehhabiyan ve Mirat-ül-Haremeyn kitaplarında uzun yazılıdır. Yüreği dayanabilenler oradan okuyabilirler. Bunların, Osmanlı devleti tarafından nasıl cezalandırıldıkları ve birinci cihan harbinden sonra, ingilizlerin bol para ve silah yardımı ile tekrar nasıl devlet kurdukları da yazılıdır.]
Abdülvehhab oğlunun bu düşüncelerini yayması, Allah’ı tevhidde halis olmak için ve müslümanları şirkten kurtarmak için imiş. Müslümanlar şirk üzere imişler. Yani müşriklermiş, yani puta tapan kâfirlermiş. Müslümanların dinini tazelemek için, dinde reform yapmak için, ortaya çıkmış. Diğer maddelerde bu sapık fikirlerini ve cevaplarını yazacağız. Burada önsöz mahiyetinde yazıyoruz.
Bu düşüncelerine herkesi inandırmak için, Ahkaf suresinin 5.âyet-i kerimesini, Yunus suresinin 106.âyet-i kerimesini ve Rad suresinin 14.âyet-i kerimesini vesika olarak ileri sürmüştür. Halbuki bunlara benzeyen, daha birçok âyet-i kerimeler vardır. Bu âyet-i kerimelerin hepsi, puta tapan kâfirleri, müşrikleri bildirmek için gönderildiğini, tefsir âlimleri sözbirliği ile beyan buyurmuşlardır.
Abdülvehhab oğlunun düşüncelerine göre, bir müslüman, Peygamber efendimizden veya başka Peygamberlerden yahut Velilerden, Salihlerden birinin kabrinin yanında veya uzakta iken bundan (istigase) etse, yani sıkıntıdan, dertten kurtulması için yardım istese, yahut o zatın ismini söyleyerek şefaat etmesini dilese, yahut kabrini ziyaret etmek için gitmek istese, o müslüman müşrik olurmuş. Allahü teâlâ, Zümer suresinin üçüncü âyetinde, puta tapan kâfirleri bildirmektedir. Peygamberleri ve Evliyayı vesile ederek dua eden müslümanlara müşrik diyebilmek için, bu âyet-i kerimeyi ileri sürüyorlar. Müşrikler de putların yaratıcı olmadığına, her şeyi Allahü teâlânın yarattığına inanıyorlardı diyorlar. Hatta Ankebut suresinin 61. ve Zuhruf suresinin 87. âyet-i kerimesinde mealen, (Bunları kimin yarattığını, onlara sorarsan, elbette Allah yarattı derler) buyuruldu. Allahü teâlânın da böyle buyurduğunu söylüyorlar. Kâfirler böyle inandıkları için değil, Zümer suresinin 3.âyetinde bildirilen, (Allah’tan başkalarını dost edinenler, onlar Allahü teâlâya şefaat ederek bizi yaklaştırırlar derler) meali şerifini söyledikleri için kâfir ve müşrik oluyorlar, diyorlar. Peygamberlerin, Evliyanın kabirlerinden şefaat, yardım isteyen müslümanlar da, böyle söyleyerek müşrik oluyorlarmış.
Abdülvehhab oğlunun, bu âyet-i kerimeyi ileri sürerek, müslümanları kâfirlere, müşriklere benzetmesi, çok çürük, ahmakça ve gülünç bir şeydir. Çünkü, kâfirler, şefaat etmeleri için putlara tapınıyorlar. Allahü teâlâyı bırakıp, dileklerini yalnız putlardan istiyorlar. Allahü teâlânın âlemlere rahmet olarak gönderdiği Muhammed aleyhisselama ve getirdiği İslam dinine inanmıyorlar. Biz Müslümanlar ise, Allah’a ve Resulüne iman ediyor, getirdiği İslam dinine inanıyoruz. Zaten buna iman ettiğimiz için müslüman oluyoruz. İman edenler ile putlara tapan müşrikler hiç mukayese edilebilir mi? Hiç birbirine benzetilebilir mi? Üstelik bu müşrikler, Peygamber efendimize iman etmemekle kalmayıp, Ona ve iman eden müslümanlara her türlü eziyeti yapmış, sayısız harpler etmişlerdi. Biz, Peygamberlere, Evliyaya tapınmıyor, her şeyi yalnız Allah’tan bekliyoruz. Evliyanın vasıta, vesile olmasını istiyoruz. Âlemlere rahmet olarak gönderilen en sevgili kul, en büyük Peygamber Muhammed aleyhisselamın şefaat etmesini istiyoruz.
Kâfirler, putlarının diledikleri gibi şefaat edeceklerine, her dilediklerini Allah’a mutlaka yaptıracaklarına inanıyorlar. Biz Müslümanlar ise, Allahü teâlânın, sevdiği kullarına şefaat için izin vereceğini, sevdiklerinin şefaatlerini ve dualarını kabul edeceğini, Kur’an-ı kerimde bildirdiği için, Kur’an-ı kerimde bildirilen bu müjdeye inandığımız, iman ettiğimiz için, Allahü teâlânın sevgilisi olan yüce Peygamberimizden, sevgili kulları Evliyadan şefaat ve yardım istemekteyiz.
Kâfirlerin putlara tapınması ile, müslümanların Evliyadan yardım istemeleri birbirine benzetilemez. Bir müslüman ile bir kâfir, görünüşte hep insandır. İnsanlıkları birbirlerine benzemektedir. Fakat, müslüman, Allahü teâlânın dostudur. Sonsuz Cennette kalacaktır. Kâfir olan ise, Allahü teâlânın düşmanıdır. Sonsuz Cehennemde kalacaktır. Görünüşte birbirlerine benzemeleri, hep aynı olacaklarına senet olamaz. Allahü teâlânın düşmanı olan putlara, heykellere yalvaran ile, Allahü teâlânın sevgili Peygamberine ve veli kullarına yalvaranlar, görünüşte benzeyebilirler. Fakat, putlara yalvarmak, Cehenneme götürür. Peygambere ve Evliyaya yalvarmak ise, Allahü teâlânın af etmesine, merhamet etmesine sebep olur. (Allahü teâlânın sevdiği kulları hatırlanırsa, Allahü teâlâ merhamet eder) hadis-i şerifi meşhurdur. Bu hadis-i şerifi, aşağıda diğer maddelerde tekrar bildireceğiz. Peygamberlere, Evliyaya yalvarınca, Allahü teâlânın merhamet edeceğini, af buyuracağını bu hadis-i şerif de göstermektedir.
Müslümanlar, Peygamberlerin, Evliyanın ilah, mabud, Allahü teâlâya şerik, ortak olmadıklarına inanır. Bunların, Allahü teâlânın aciz kulları olduklarına, ibadete, tapınmaya, yalvarmaya hakları olmadığına inanır. Allahü teâlânın sevdiği, dualarını kabul eylediği kulları olduğuna inanır. Maide suresi, 35.âyetinde mealen, (Bana yaklaşmak için vesile arayınız) buyuruldu. Salih kullarımın dualarını kabul ederim, dileklerini veririm buyuruyor. Buhari’de ve Müslim’de ve Künuz-üd-dekaık’te bulunan hadis-i şerifte, (Elbet, Allahü teâlânın öyle kulları vardır ki, bir şey için yemin etse, Allahü teâlâ, o şeyi yaratır. Onu yalancı çıkarmaz) buyuruldu. Müslümanlar, bu âyet-i kerimelere ve hadis-i şeriflere inandıkları için, Peygamberi ve Evliyayı vesile yapmakta, onlardan dua ve yardım beklemektedir.
Evet, kâfirlerin bir kısmı, putlarının, heykellerinin yaratıcı olmadıklarını, her şeyi Allahü teâlânın yarattığını söylüyorlar ise de, putların tapınmaya hakları vardır, onlar dilediğini yaparlar ve Allah’a da yaptırırlar diyorlar. Putlarını Allah’a şerik, ortak yapıyorlar. Bir kimse, dünyada başkasından yardım istese, bana elbette yardım yapar, onun her istediği kesinlikle olur dese, bu kimse kâfir olur. Fakat, benim işim onun istemesi ile kesinlikle olmaz. O bir sebeptir. Allahü teâlâ sebebe yapışanları sever. Sebeple yaratmak Onun âdetidir. Sebebe yapışmış olmak için, bundan yardım istiyorum, dileğimi Allah’tan bekliyorum. Peygamber efendimiz de sebeplere yapışmıştır. Sebebe yapışmakla, o yüce Peygamberin sünnetine uymuş oluyorum diyerek birinden yardım isteyen kimse sevap kazanır. İşi olursa, Allahü teâlâya hamd eder. İşi olmazsa, Allahü teâlânın kazasına, kaderine razı olur.
Kâfirlerin puta tapması, müslümanların Peygamberden, Evliyadan dua, şefaat, yardım istemelerine benzemez. Aklı olan, doğru düşünebilen, bu ikisini birbirine benzetmez. Birbirinden başka olduklarını iyi anlar. Zararı ve faydayı yaratan, ancak Allahü teâlâdır. Ondan başkasının tapınmaya hakkı yoktur. Hiçbir Peygamber, hiçbir Veli ve hiçbir mahluk, hiçbir şey yaratamaz. Allah’tan başka yaratıcı yoktur. Yalnız Allahü teâlâ, Peygamberlerinin, Velilerinin, salih kullarının, yani sevdiği kullarının isimlerini söyleyenlere, onları vesile edenlere merhamet eder. Dilediklerini verir. Böyle olduğunu, kendisi ve sevgili Peygamberi haber vermiştir. Bu haberlere uyarak müslümanlar da böyle inanmaktadır.
Müşrikler, kâfirler ise, putların bir şey yaratmadığını bildikleri halde, putları ilah ve mabud biliyorlar. Putlara tapınıyorlar. Kimisi üluhiyyette müşrik oluyor. Kimisi de, ibadette müşrik oluyorlar. (Putlarımız bize şefaat edecektir. Allah’a yaklaştıracaktır) dedikleri için, müşrik olmuyorlar. Putları mabud bildikleri için, putlara tapındıkları için müşrik oluyorlar.
Peygamber efendimiz, (Bir zaman gelecek, kâfirler için gelmiş olan âyet-i kerimeleri, müslümanları kötülemek için vesika olarak kullanacaklardır) buyurdu. Başka bir hadis-i şerifte, (En çok korktuğum şey, âyet-i kerimeleri Allahü teâlânın dilemediği yerlerde kullanacak kimselerin ortaya çıkmasıdır) buyurdu. Bu hadis-i şeriflerin ikisini de Abdullah bin Ömer “radıyallahü anhüma” bildirdi. Bu iki hadis-i şerif, mezhepsizlerin, zındıkların türeyeceklerini ve kâfirleri bildiren âyet-i kerimelerin müslümanlar için geldiğini söyleyeceklerini, Kur’an-ı kerime iftira edeceklerini bildirmektedir.
Müminler, Allahü teâlânın sevdiğine inandıkları kimselerin mezarlarını ziyarete gidiyorlar. Allahü teâlânın sevdiği kullarını vasıta, vesile ederek, Allahü teâlâya yalvarıyorlar. Peygamber efendimiz ve Eshab-ı kiram da böyle yaparlardı. Peygamber efendimiz, (Ya Rabbi, istediklerini vermiş olduğun kullarının hakkı için, hürmeti için senden istiyorum) duasını okurdu. Bu duayı Eshabına öğretir ve okumalarını emrederdi. Müminler de, böyle dua etmektedir.
Hazret-i Ali’nin validesi olan Fatıma binti Esed vefat edince, Resulullah kabre koydu ve (Ya Rabbi, bana annelik yapan Fatıma binti Esedi af eyle! Peygamberinin ve benden önce gelmiş olan Peygamberlerinin hakkı için, ona rahmetini bol eyle) diye dua eyledi. Gözlerinin açılması için dua isteyen birine, iki rekat namaz kılmasını, sonra (Ya Rabbi, kullarına merhamet ederek göndermiş olduğun Peygamberin Muhammed aleyhisselamın hürmeti için, Onu vesile ederek, senden istiyorum. Sana yalvarıyorum. Ya Muhammed “aleyhisselam”! Seni vesile ederek, duamı kabul edip, dileğimi ihsan etmesi için Rabbime yalvarıyorum. Ya Rabbi, duamın kabul olması için, o yüce Peygamberi bana şefaatçi eyle) duasını okumasını emir buyurdu.
Âdem aleyhisselam, yasak edilen ağaçtan yiyerek, (Seylan) yani Serendib adasına indirilince, (Ya Rabbi, oğlum Muhammed aleyhisselam hürmetine beni af et) duasını yaptı. Allahü teâlâ da, (Ey Âdem, Muhammed aleyhisselamı vesile ederek, yerdekiler ve göktekiler için şefaat isteseydin, şefaatini kabul ederdim) buyurdu.
Hazret-i Ömer, Hazret-i Abbas’ı beraber götürüp, onu vesile ederek, yağmur duası yapmış, duası kabul olmuştur.
Gözlerinin açılmasını isteyen birine, okuması emrolunan duada, (Ya Muhammed! Seni…) demek, Evliyayı vesile ederken ismini söyleyerek yalvarmanın caiz olduğunu göstermektedir.
Eshab-ı kiramın ve Tabi’inin hayatını bildiren kitaplar, kabir ziyaretinin ve ismini söyleyerek şefaat istemenin ve meyyiti vesile kılmanın meşru ve caiz olduğunu gösteren vesikalarla doludur.
İbni Hacer-i Hiytemi’nin Minhac şerhi olan Tuhfe kitabına haşiyeleri ile meşhur Muhammed bin Süleyman şafi’i, Abdülvehhab oğlunun bozuk ve sapık bir yolda olduğunu, âyet-i kerimelere ve hadis-i şeriflere yanlış manalar verdiğini, vesikalarla ispat etmiştir.
Kitabında şöyle demektedir:
(Ey Abdülvehhab oğlu! Müslümanlara dil uzatma, sana Allah rızası için nasihat ediyorum. Allah’tan başka yaratıcı olduğunu söyleyen varsa, ona doğruyu bildir! Vesikalar göstererek onu doğru yola çevir! Müslümanlara kâfir denilemez! Milyonlara kâfir dememek için, bir kişiye kâfir demek daha doğru olur. Sürüden ayrılan koyunun tehlikede olduğu muhakkaktır. Nisa suresinin (Doğru yol gösterildikten sonra, Peygambere uymayan, imanda ve amelde müminlerden ayrılan kimseyi, küfür ve irtidadda bırakır ve Cehenneme atarız) mealindeki 115. âyet-i kerime, Ehl-i sünnet ve cemaatten ayrılmış olanların halini göstermektedir.)
Kabir ziyaretinin caiz ve faydalı olduğunu bildiren hadis-i şerifler, pek çoktur. Eshab-ı kiram ve Tabi’in-i izam, Peygamber efendimizin mübarek türbesini ziyaret ederlerdi. Bu ziyaretin nasıl yapılacağını ve faydalarını bildirmek için kitaplar yazılmıştır.
Bir Veliyi vesile ederek dua etmek, ismini söyleyerek ondan yardım istemek, hiç zararlı değildir. İsmi söylenen zatın, tesir edeceğine, istenileni elbet yapacağına, gaybları bileceğine inanmak küfür olur. Müslümanlar böyle inanmıyor ki, kötülenebilsin. Müslüman, Allahü teâlânın sevgili bir kulundan, yalnız vesile olmasını, şefaat etmesini, dua etmesini ister. İstenileni yaratan yalnız Allahü teâlâdır. Maide suresi, 27.âyetinde mealen, (Mütteki kullarımın duasını kabul ederim) buyuruldu. Bunun için, sevdiklerinden dua istenir. Meyyitten, istekleri vermesi değil, Allahü teâlânın vermesine vasıta olması istenir. Vermesini istemek caiz değildir. Müslümanlar bunu istemez. Verilmesi için vasıta olmasını istemek caizdir. İstigase ve İstişfa ve Tevessül kelimeleri de, hep vasıta, vesile olmayı istemek demektir.
Her şeyi yaratan, yapan yalnız Allahü teâlâdır. Bir şeyi yaratmak için, başka bir mahlukunu vasıta ve sebep yapması, Allahü teâlânın âdetidir. Allahü teâlânın bir şeyi yaratmasını isteyenin, o şeyin yaratılmasına vesile olan sebebe yapışması lazımdır. Peygamberler hep sebeplere yapışmışlardır.
Allahü teâlâ sebebe yapışmayı övmektedir. Peygamberler sebeplere yapışmayı emir etmektedir. Dünyadaki olaylar, hadiseler de, sebebe yapışmanın lazım olduğunu göstermektedir. Bir şeye kavuşmak için, o şeyin sebebine yapışılır. O sebebi, o şeye sebep yapan ve insanın o sebebe yapışmasını sağlayan, o sebebe yapıştıktan sonra, o şeyi yaratan, hep Allahü teâlâ olduğuna inanmak lazımdır. Böyle inanan bir kimse, bu sebebe yapışmakla, o şeye kavuştum diyebilir. Bu sözü, o şeyi sebep yarattı demek değildir. Allahü teâlâ, o şeyi bu sebeple yarattı demektir. Mesela (İçtiğim ilaç ağrımı kesti), (Seyyidet Nefise hazretlerine adak yapınca, hastam iyi oldu), (Çorba beni doyurdu), (Su, hararetimi giderdi) sözleri, bu şeylerin hep vesile ve vasıta olduklarını göstermektedir. Bunlar gibi konuşan müslümanlar, yukarıda bildirdiğimiz gibi inanmaktadır. Böyle inanana kâfir denemez. Vehhabiler de, diri olandan, yanında bulunandan bir şey istemek caizdir diyor. Birbirlerinden ve hükümet memurlarından çok şey istiyorlar. Vermeleri için yalvarıyorlar. Uzakta olandan ve ölüden istemek şirktir, diriden istemek şirk olmaz diyorlar. Ehl-i sünnet âlimleri ise, biri şirk olmayınca, öteki de şirk olmaz diyor. Aralarında fark yoktur diyor.
Her müslüman, imanın, İslam’ın şartlarına, farzların farz olduklarına ve haramların haram olduklarına inanmaktadır. Her müslümanın, yaratıcı, yapıcı yalnız Allah olduğuna, Allah’tan başkasının yaratmadığına inanmış oldukları da meydandadır. Namaz kılmayacağım diyen bir müslümanın, şimdi veya burada kılmayacağım veya kılmış olduğum için kılmayacağım demek istediği anlaşılır. Ben hiç namaz kılmak istemiyorum demek istiyor diye, kimse buna dil uzatamaz. Çünkü, söz sahibinin müslüman olması, ona küfür, şirk damgasını vuracak dilleri kesmektedir. Kabir ziyaret eden, meyyitten yardım, şefaat isteyen, şu işim olsun diyen bir müslümana, küfür, şirk damgasını basmaya kimsenin hakkı yoktur. Bu sözleri söyleyenin veya kabir ziyaret edenin, ya Resulallah, bana şefaat et diyenin müslüman oluşu, bu sözlerinin ve işlerinin caiz ve meşru olan imanla ve düşünce ile olduğunu göstermektedir.
Yukarıdaki bilgiler iyi anlaşılır ve iyi düşünülürse, Abdülvehhab oğlunun inançları ve yazıları temelinden yıkılmış ve çürütülmüş olur. Bununla beraber, bozuk yolda olduğunu, müslümanlara iftira ettiğini ve İslamiyet’i içten yıkmaya çalıştığını vesikalarla ispat eden çok sayıda kitap yazılmıştır.
Zebid müftüsü Seyyid Abdurrahman, vehhabilerin bozuk yolda olduğunu göstermek için (Arabistan’ın doğu tarafından kimseler çıkar. Kur’an-ı kerim okurlar. Fakat, Kur’an-ı kerim boğazlarından aşağı inmez. Ok yaydan çıktığı gibi dinden çıkarlar. Yüzlerini kazırlar) hadis-i şerifi yetişir buyuruyor. Başı, yanakları tıraş etmeyi, Abdülvehhab oğlunun kitapları emir etmektedir. Diğer sapık fırkaların hiç birinde böyle bir emir yoktur.
Vehhabilikten önceki müslümanlar kâfirmiş!
Süud bin Abdülaziz, Mekke’ye ve Medine’ye hücum ettiği zaman Resulullah efendimizin türbesinden başka, Eshab-ı kiramın ve Ehl-i beytin ve Evliyanın ve Şehitlerin türbelerinin hepsini yıktılar. Kabirleri, belirsiz hâle getirdiler. Resulullah efendimizin mübarek türbesini de yıkmaya başladılar ise de, eline kazma alanın aklına veya bedenine sakatlık geldiğinden bu cinayeti işleyemediler. Medine’ye girdikleri zaman, Süud, müslümanları bir araya toplayıp, (Vehhabilik gelmesi ile, dininiz şimdi tamam oldu. Allah sizden razı oldu. Babalarınız kâfir idi, müşrik idi. Onların dinlerine uymayınız! Onların kâfir olduklarını herkese anlatınız! Resulullahın türbesi önünde durup, Ona yalvarmak yasaktır. Türbenin önünden geçerken, Esselamü âla Muhammed denir. Ondan şefaat istenmez) gibi, müslümanları kötüleyen şeyler söyledi.
Süud, çarşılarda, pazarlarda, sokaklarda, adamlar bağırtıp, (Süud’un dinine giriniz! Onun geniş olan gölgesine sığınınız!) dedirtti. Müslümanları Abdülvehhab oğlu Mehmed’in dinine sokmaya zorladı.

Süud bin Abdülaziz, her tarafa zulüm, işkence ateşlerini yağdırdığı sırada, Ehl-i sünnet âlimlerinden birini çağırıp, (Peygamber mezarında diri midir? Yoksa bizim inancımıza uygun olarak, herkes gibi ölü müdür?) deyince, (Resulullah bizim bilmediğimiz bir hayatla diridir) cevabını aldı. Süud’un bu suali sorması, onun cevap veremiyeceğini düşünerek, işkence ile öldürmek içindi. (Peygamberin, kabrinde diri olduğunu, bize göster de sana inanalım. Saçma sapan sözlerle cevap verirsen, benim hak dinimi kabul etmemekte inatçı olduğun anlaşılacağından, seni öldürürüm) dedi. Ehl-i sünnet âlimi, (Dışarıdan bir şey gösterip de seni inandırmaya çalışmayacağım. Geliniz, birlikte Medine-i münevvereye gidelim! (Muvacehe-i saadet) penceresi önünde duralım. Ben selam vereyim. Selamıma cevap verirse, inanırsın. Resulullah efendimizin, Kabri saadetinde diri olduğunu, selam verenleri işittiğini ve cevap verdiğini anlamış olursun. Selamıma cevap verilmezse, benim yalancı olduğum anlaşılır. Bana istediğin cezayı verebilirsin) dedi. Süud, bu sözleri işitince, Ehl-i sünnet âlimini salıverdi. Süud, bu cevaba çok kızmıştı. Çünkü, bu işi yapsaydı, kendi inancına göre, kendisi de kâfir, müşrik olurdu. Şaşırıp kaldı. Çünkü, buna karşılık verebilecek bir bilgisi yoktu. Rezil olmamak için, âlimi serbest bıraktı. Sonra, kendi adamlarından birine, bu hocayı bulup öldüreceksin ve ölüm haberini bana hemen bildireceksin dedi. Allahü teâlânın takdiri ile, bu vehhabi bir yoluna getirip de, o zatı öldüremedi. Bu korkunç haber, ağızdan ağza, o zata kadar ulaştı. Bu mücahid zat, artık Mekke’de bulunmanın doğru olmayacağını düşünerek, başka yere hicret etti.
Süud, mücahid zatın Mekke’den çıktığını haber aldı. Arkasından kiralık katil gönderdi. Bu katil, (Bir Ehl-i sünneti öldüreceğim, çok sevap kazanacağım!) diyerek, gece gündüz durmadan gitti.
Mücahid zata yetişti ise de, o zat, biraz önce kendi eceli ile vefat etmiş idi. O zatın devesini bir ağaca bağlayıp, su aramak için, bir kuyu başına gitti. Gelince, yalnız deveyi gördü. O zatı bulamadı. Süuda gidip olanları söyledi. Süud, (Evet, evet! Ben o zatın zikir ve tesbih ile göklere çıkarıldığını rüyada gördüm. Nur yüzlü kimseler, bu cenaze filan zattır. Ahir zaman Peygamberine dürüst inandığı için, cenazesi semaya kaldırıldı dediğini işittim) cevabını verince, (Beni böyle mübarek bir zatı öldürmek için, gönderirsin. Allahü teâlânın ona olan ihsanını gördüğün halde, bozuk inancını düzeltmezsin) diyerek sövüp saydı. Kendi tevbe etti. Süud, adamının bu sözlerine kulak bile vermedi.
Süud, Medine ahalisini Mescid-i Nebiye toplayıp, Mescid kapılarını kapatıp, kürsüye çıktığı zamanda ise şöyle demişti:
(Ey cemaat! Size nasihat vermek ve emirlerime uymanızı tembih etmek için buraya topladım. Ey Medine ahalisi! Bugün dininiz tamam oldu. Müslüman oldunuz. Allah’ı sevindirdiniz. Artık babalarınızın, dedelerinizin bozuk olan dinlerine özenmeyiniz! Allah’ın onlara rahmet etmesi için dua etmeyiniz! Onların hepsi şirk üzere öldüler. Müşrik idiler. Allah’a nasıl ibadet edeceğinizi, nasıl dua edeceğinizi, din adamlarımıza verdiğim kitaplarda bildirdim. Din adamlarımın bildirdiklerine uymayanlarınız olur ise, mallarınızın ve eşyanızın, çocuklarınızın ve kadınlarınızın, kanınızın, askerim için mubah olduğunu biliniz! Hepinizi zincire bağlayıp, işkence yapacaklar ve öldüreceklerdir. Peygamberin türbesi önünde, dedelerinizin yaptığı gibi salat ve selam söylemek için saygı ile durmak, vehhabilik dininde yasaktır. Türbe önünde durmayıp, geçip gitmeli. Giderken yalnız, (Esselamü ala Muhammed) demelidir. Peygambere saygı, imamımız Muhammed bin Abdülvehhab’ın ictihadına göre bu kadar yetişir.)

Aslında birkaç satırını yazdığımız sözlerinde, bunların ne derece sapık oldukları açıkça görülmektedir. Vehhabiler, Âdem aleyhisselamın peygamber olduğuna inanmadıkları için ve bütün müslümanlara müşrik yani kâfir dedikleri için, kâfir olmaktadır. Türkiye’deki vehhabiler kendilerine selefiye demektedirler. Selefiye, vehhabiliğin kamufle adıdır. [Selefiyecilik nedir maddesine bakınız]
Aşağıda yazacağımız inançlara sahip olanlar vehhabidir.
Vehhabilerin üç temel inancı
Abdülvehhab oğlunun Kitab-üt tevhid ve torununun buna yaptığı Feth-ül mecid adındaki şerhde, 250’den fazla bozuk inanışları vardır. Bunların temeli, üç meseledir.
Diyorlar ki:

1-
 Amel [ibadet], imanın parçasıdır, azalır çoğalır. Bir farzı yapmayan, mesela farz olduğuna inandığı halde, tembellikle namaz kılmayan kâfir olur. Bu öldürülür, malları vehhabilere taksim edilir.

2-
 Peygamberlerin ve Evliyanın ruhlarından şefaat isteyen, bunların mezarını ziyaret edip, bunları vesile ederek dua eden kâfir olur. Kabirde olandan işitmeyenden dua istemek şirktir. Ölü ve uzakta olan diri, işitmez ve cevap vermez. Bunların fayda ve zararları olmaz. Ölmüş peygamberden de bir şey istemek şirktir.

3-
 Mezarlar üzerine türbe yapmak ve türbelerde namaz kılmak ve ölülerin ruhlarına sadaka adamak, caiz değildir. Haremeyn halkı şimdiye kadar kubbelere, duvarlara tapındı. Sünniler ve Şiiler bunun için müşriktir. Bunları öldürmek, mallarını yağma etmek helaldir, kestikleri leş olur.

Diğer yanlış inançlarından bazıları:
1- Bir Mezhebe uymayı kabul etmezler.

2- 
(Türbelerdeki Evliyaya tevessül etmek, şirktir. Peygamberlerin ve Evliyanın mezarlarına türbe yaptırmak, Allah’tan başka şeylere tapınmaktır. Her türbe puthanedir. Bunların çoğu Lat ve Uzza putları gibidir. Müslümanların çoğu müşrik oldu) derler.

3- 
Şefaate inanmazlar.

4- 
Keramete inanmazlar.

5- 
Tasavvufa inanmazlar. Bu konuda şöyle diyorlar:
(Tasavvufun başlangıcı, Hind yahudilerinin bir oyunudur. Eski yunanlılardan alınmıştır. Tasavvufcular, şirk ve küfür üzeredir. Bunların kitapları, Ebu Cehlin hatırlarına gelmeyen şirk ile doludur. Mürid şeyhine tapınıyor. Evliyanın mezarlarını putlaştırıyorlar. Onlara tapınıyorlar. Mısırlıların en büyük mabudları Ahmed Bedevidir. Muhyiddin-i Arabi, yeryüzünün en büyük kâfiridir.)

6- 
Allahü teâlâ için adak yapmak ve hayvan kesmek ve bunların etlerini fakirlere dağıtıp, sevaplarını Peygamberlere ve Evliyaya hediye etmek şirk diyorlar.

7- 
Resulullahı övmeye, Ondan şefaat istemeye şirk, böyle yapan müslümanlara müşrik, yani puta tapan kâfir damgasını basarlar. (Ölüler kendilerine söylenileni duymazlar. Ölüden dua, şefaat istemek, ona tapınmak olur. Mescid-i nebeviye namaz kılmak için girenin, selam vermek için, kabre gitmesi, Hücre-i saadeti ziyaret için, uzak yerlerden gelmek yasaktır) derler.
Resulullahı metheden imam-ı Busayri’nin (Kaside-i bürde)sinden örnek vererek: (Bu sözler Allah’tan başkasına güvenmek, mahluku büyültmektir. Şirktir) derler.

8-
 (Arş kadimdir), (Allah Arş’ın üzerinde oturur, kendisi ile beraber oturması için Resulullaha da yer bırakır) derler.

9- 
Sebeplere yapışmaya, vesileye, tevessüle şirk derler.
Not: Bütün bu bozuk inanç ve iddialarına diğer maddelerde cevap verilmiştir.
İbahilik nedir?
Sual:
 Vehhabilik, selefilik adı altında sinsice hızla yayılıyor. Mezhep, âlim falan tanımıyorlar. Vehhabi olmayana kâfir diyorlar. Vehhabilikten önce ölenlerin de müşrik yani kâfir olarak öldüklerini söylüyorlar. İslam âlimleri Vehhabilerin kâfir olduklarını bildirmiş midir?
CEVAP
Vehhabiliği ingilizler kurdurmuştur. Vehhabilerin kâfir olduklarına dair bir çok kitap yazılmıştır.
Ahmed bin Seyyid Zeyni Dahlan, Mekke’nin müftisi ve reis-ül-uleması ve Şafii şeyhul-hutebası idi. Birçok eserleri olup, (Hülasat-ül-kelam fi beyani umerail beledil-haram)(Firreddi alel-vehhabiyyeti-etba-ı mezhebi İbni Teymiyye) ve (Ed-Dürer-üs-seniyye) kitaplarında Vehhabilerin içyüzlerini açıklamakta, yanlış yolda, sapık olduklarını âyet-i kerime ve hadis-i şeriflerle göstermektedir.
Yusüf Nebhani’nin (Şevahid-ül-hak) kitabında, ikinci Abdülhamid hanın bahriye mirlivası [amirali] Eyyub Sabri Paşanın (Tarihi Vehhabiyan) ve (Mirat-ül-Haremeyn) kitaplarında da iç yüzleri yazılıdır.
İbni Abidin’in üçüncü cildinde bagileri anlatırken ve (Nimet-i İslam) kitabının nikah bahsinde, Vehhabilerin ibahi yani dinsiz oldukları açıkça yazılıdır.

İbni Âbidin
 hazretleri buyuruyor ki:
Vehhabiler, kendilerini Müslüman sayıp, vehhabilere muhalif olanların müşrik olduğuna inanırlar. Bundan dolayı Ehl-i sünneti ve Ehl-i sünnet âlimlerinin öldürülmesini mubah görürler. (Redd-ül-muhtar)
Nimet-i İslam kitabını her yerde bulmak mümkündür. Bu kitapta Hristiyan ve Yahudi kadınlarla evlenmek caiz olduğu bildirilirken Vehhabilerle evlenmenin caiz olmadığı bildiriliyor. Şirk sebebiyle muharremattan olanlar bahsinde bâtıniyye ile evlenmenin haram olduğu bildirildikten sonra, 1 numaralı dipnotta deniyor ki:
(Bâtınıyye ki, onlara Talimiyye ve İsmailiyye ve İbahiyye dahi denir. Son asırlarda onlar vehhabiyye ismini almışlardır Ve din kisvesi içre, öteden beri dinsiz oldukları halde ehl-i dine ihanet ede gelmişlerdir.)

Not:
 Nimet-i İslam kitabı, herkes tarafından en sahih ilmihal olarak kabul edilmektedir. Mezhepsizler bile bu kitabı övmektedir. Mezhepsizliği savunmak için (Mezhepsizlik Yaygarası) isimli kitap yazan müteveffa Ahmet Gürtaş bile, adı geçen yaygarasında Nimet-i İslam için “Şaheser” tabirini kullanmıştır. İbni Âbidin hazretlerinin Redd-ül-muhtar kitabı ise en sahih, en kıymetli fıkıh kitabıdır.

Kâfir mi, bidat sahibi mi?
Sual:
 Vehhabiler için, Herkese Lazım Olan İman kitabında, bidat sahibi denirken, İslam Ahlakı kitabında ise, kâfir deniyor. Bu fark nereden ileri geliyor?
CEVAP
Konular anlatılırken, bunların o hususlardaki bazı iddia ve inanışları küfür oluyor, bazıları bid’at oluyor. Küfür olan inanışları yüzünden kâfir, bid’at olan inanışları yüzünden bid’at ehli deniyor. Mesela, (Peygamberler, kabirlerinde, namaz kılarlar) gibi hadis-i şerifleri tevil ediyorlar, bu konularda bid’at ehli oluyorlar. (Herkese Lazım Olan İman)

İdris, Şit ve Âdem aleyhimüsselamın peygamber olduklarını inkâr ettikleri için ve Müslümanlara müşrik dedikleri için kâfir olurlar. (İslam Ahlakı)
Vehhabilerin kâfir oldukları, Nimet-i İslam kitabının nikah bahsinde de yazılıdır.
İngilizlerin adamı
Sual:
 (İngiliz Casusunun İtirafları) isimli kitabı eleştiren bir Vehhabi, (Vehhabiliği İngilizler kurmadı) diyor. Vehhabiliğin kurucusu Muhammed bin Abdülvehhab için, (İngilizlerin adamı değildir) derken, İbni Suud için, (Modern Suudî Arabistan’ın kurucusu olan ve Muhammed bin Abdülvehhab’ın yolunu sahiplenen İbni Suud’un, İngilizlerin adamı olduğu bir gerçektir) ifadesini kullanıyor. Bu açık bir çelişki değil mi? Vehhabiliği İngilizler kurmamışsa, İngilizlerin adamı olduğunu Vehhabilerin bile kabul ettiği İbni Suud, nasıl olur da, Vehhabiliği sahiplenip onu devam ettiriyor?
CEVAP
Minareyi çalan kılıfını hazırlamaya çalışsa da, mızrağı çuvala sığdıramamışlar. Vehhabiliğin bid’at bir fırka olduğunu Ehl-i sünnet âlimleri çeşitli kitaplarında bildirmiştir. Bu kitapların isimleri sitemizde vardır.

 

HOLLANDA’DA HÜKÜMET KURULAMAMASINDA BAŞ ROL OYNAYAN VE ÇOK SEVİLEN SİYASETÇİNİN TÜRK EŞİ, O KADAR SEVİLMİYOR…

HOLLANDA’DA HÜKÜMET KURULAMAMASINDA BAŞ ROL OYNAYAN VE ÇOK SEVİLEN SİYASETÇİNİN TÜRK EŞİ, O KADAR SEVİLMİYOR…

Ülkede hükümetin düşmesine neden olan ve erken seçim getiren vergi araştırması skandalını ortaya çıkaran ve takdir edilen politikacı Pieter Omtzigt’in, yine politikacı olan Türk eşi Ayfer Koç hiç sevilmiyor.

Belediye Meclisi’nde iktidarda iken, ödenek ve vergi konularındaki ithamları desteklerken, muhalefete düşünce eşi Omtzigt’in çizgisine dönen Koç, rakip partliler tarafından ‘güvenilmez dönek’ olarak niteleniyor.

İlhan KARAÇAY’ın haberi:

 

Bu yılın başında, Vergi Daireleri’nin, özellikle yabancı kökenlilere uyguladığı haksız girişimlere karşı yapılan şikâyetlere duyarsız davranan hükümeti istifaya zorlayan Pieter Omtzigt adlı politikacı, şimdiki hükümet kurma çalışmalarında, daha doğrusu hükümet kurulamamasında adeta baş rol oynuyor.
30 binden fazla ailenin parçalanmasına neden olan Vergi Daireleri’nin, insanlık dışı hatalarını görmezden gelen hükümetin düşmesine neden olan Pieter Omtzicht, yapılan erken seçimlerden sonra başlayan koalisyon kurma çalışmalarında da baş rol oynamaya devam etti.
Şöyle ki, seçimlerden sonra, koalisyon çalışmaları için Annemarie Jorritsma ve Kajsa Ollongren arabulucu olarak seçilmişlerdi. Arabulucuların, Başbakan Rutte ile yapmış oldukları görüşme sonrasında yapılan açıklamalarda, önemli bir konu dile getirilmemişti. Bu konu, büyük bir tesadüf eseri, çekilen bir fotoğraf sayesinde su yüzüne çıkmıştı.
Yağmurlu bir günde elinde dosyalarla yürüyen Ollogren’in bir fotoğrafı çekilmişti. O fotoğrafta, dosyanın görülen yüzündeki sayfa büyütülünce, ‘Omtzigt’e başka bir görev’ satırı rahatça okunuyordu.
İşte bu fotoğraf, Başbakan Rutte’nin arabuluculara ‘Omtzigt’i kabinede istemiyorum’ demiş olduğunu ortaya seriyordu. Ama nedense Başbakan bu konuya hiç girmediklerini bir hafta boyunca tekrarladı. Kaldı ki, kendisini daha önce istifaya zorlayan bir olayın savunucusu olan Pieter Omtzigt’i yeni kabinede istememek, Rutte için normal bir istek olabilirdi.
Koalisyon çalışmaları yapan bu ikilinin istifa etmesinden sonra, bu göreve, daha önce de koalisyon çalışmalarında başarılı olan Herman Tjeenk Willink atandı. Ne var ki, Hıristiyan Demokratlar Birliği CDA içindeki ‘Omtzigt’ haksızlığı ortada büyük bir pürüz olarak duruyordu.
Yapılan son açıklamalara göre, ‘Omtzigt’ hoşnutsuzluğu çözülmeden önce koalisyonun kurulamayacağı görüşü ciddiyetini koruyor.
OMTZİGT’İN TÜRK EŞİ AYFER KOÇ
Daha önce yayınlamış olduğum, ‘Hollanda, bir Türk ile evli olan politikacı nedeniyle çalkalandı:Başbakan Rutte ipten döndü’ başlıklı haberimde, şu anda Hollanda’nın en popüler ve en sevilen politikacı durumundaki Pieter Omtzigt’in, şimdiki konumunu dile getirmiştim.
Omtzigt’in evli olduğu Ayfer Koç’tan ise sadece ‘Türk’ olduğundan söz etmiştim.
Haberimin yayınlanmasından sonra bana gelen mesajlarda, ‘Ayfer Koç’un bir Süryani olduğunu neden yazmadın’ diye eleştiriler geldi. Ben de bu eleştirilere karşı, ‘Türkler’den söz ederken ‘Müslüman’ diyor muyum ki, şimdi de Ayfer Koç hanımdan ‘Süryani’ diye bahsedeyim’ demiştim. Zira bizim örf, adet ve geleneklerimizde din ayrımı yoktur.
Ne var ki, bu defaki yazımda, Ayfer Koç’un hangi dine bağlı olduğunu yazmak mecburiyetinde kaldım. Zira bu konuyu Ayfer Koç’un kendisi açtı.
Şöyle ki: Eşinin popülaritesi nedeniyle, kendisi de popülerleşen Ayfer Koç, medya ile yaptığı söyleşilerde Süryani inançlı bir Türk olduğunu açıklarken, bildiğimiz zırvaları da anlatmaktan geri kalmıyor. Son olarak, ülkenin ikinci büyük gazetesi ‘de Volkskrant’ta tam sayfa olarak yayınlanan bir röportajında da, Türkiye’de baskıya maruz kaldıklarını iddia eden Koç, vatandaşı olan biz Müslüman Türkler’i zedeliyor.
Ayfer Koç, Türkiye’den Hollanda’ya sığınmaları sırasında 6 ay bir kilisede barındıklarını belirtirken, o günlerde yaşananlar aklıma geldi. O yıllarda, Hollandalılar’ın duygularını sömürmek için bir kiliseye sığınmış olan Süryaniler’in anlattıkları hikâyeler, buradaki müslüman Türkleri çok rahatsız ediyordu.

O zaman Hollanda’daki Türk medya mensupları olarak bir ilki gerçekleştirmiş ve Hollanda medyasını bir basın toplantısına davet etmiştik. O toplantıda elimizdeki belgelerle, anlatılanların asılsız olduğunu, şimdi yapılmakta olanın duygu sömürüsü olduğunu anlatmıştık. Hemen akabinde Midyat’a giden AVRO Televizyonu muhabiri de, orada yaptığı röportajlarda, anlatılanların yalan olduğunu gözler önüne sermişti. Oradaki Süryani dini liderleri bile, Hollanda’daki dindaşlarının sırf ikamet izni almak için yalan söylemek mecburiyetinde kaldıklarını anlatmışlardı. Zira, o zamanlar Midyat’ta Süryaniler’e karşı hiçbir baskı yoktu.
RAKİPLERİ KINADI
‘de Volkskrant’ gazetesinde yayınlanan röportajda, Ayfer Koç’un, eşi Pieter Omtzigt gibi hakkaniyetli bir politikacı olmadığı vurgulandı.
Şöyle ki; Enschede Belediye Meclisi’nde, Hıristiyan Demokratlar Birliği CDA’nın gurp başkanlığını yaptığı sırada, ödenek alan insanlara haksızlık yapıldığı şeklindeki şikâyetlere inanmayan ve bu konuda verilen önergelere karşı çıkan Ayfer Koç, yerel seçimlerde sandalye kaybedip muhalefete düştükten sonra, şimdi eşinin izinde gitmeye başladı. Bu durumu şiddetle kınayan İşçi Partisi Grup Başkanı Yara Hummels, Ayfer Koç’u ‘güvenilmez bir dönek’ olarak tanımladı.
BAŞBAKAN’A GÜVEN KALMADI
Parlamentonun çoğunluğu tarafından güvensiz ilân edilen ama düşürüldüğü halde, kurulacak olan koalisyonda hâlâ Başbakan olarak görev yapma inadını sürdüren Mark Rutte, arabulucular için en büyük engel teşkil ediyor. Pieter Omtzigt’in affını almadangüvenilmezliği devam edecek olan Rutte, dün yaptığı bir açıklamada, Ömtzigt ile SMS yoluyla görüştüğünü ve yakında buluşacaklarını ileri sürdü. Dün akşam televizyondaki canlı yayında bu konuda daha sağlıklı açıklamalar yapması beklenen Rutte, yine ileri bir tarih vererek güvenilmezliğini sürdürdü.
Hollanda’daki siyasi gözlemciler, koalisyon kurmanın bu durumda çok zor olacağı görüşündeler.

 

HOLLANDALI GENÇ KIZ, SEVGİLİSİNİN ÖLDÜĞÜ YERE İKİ YILDIR HER HAFTA TAZE ÇİÇEKLER KOYUYOR.

HOLLANDALI GENÇ KIZ, SEVGİLİSİNİN ÖLDÜĞÜ YERE İKİ YILDIR HER HAFTA TAZE ÇİÇEKLER KOYUYOR.

Tanınmış bir motor sürücüsüydü. Ama hata yapmak onu ölüme götürdü. Yüzlerce motorcu arkadaşı, kaza yerinde anma töreni yaptı. Sevgilisi ise öldüğü yeri bir anıt haline getirdi ve her hafta taze çiçekler koydu.

İkamet ettiğim şehirde ve evime çok yakın bir yerde meydana gelen kaza, kamuoyunu günlerce meşgul etmişti. Öldüğü yere anıt yapılması için baş vurulan Belediye onay verdi.

Olay, denizin doldurularak, kazanılan toprak üzerine kurulan Almere kentinde meydana geldi. (Almere’nin öyküsü aşağıda)

İlhan KARAÇAY

Hollanda’nın, denizi doldurarak kazandığı toprak üzerinde kurduğu Almere şehrinde meydana gelen bir kaza, kamuoyunu günlerce meşgul ettiği gibi, muhteşem bir aşk hikâyesini de dillendirdi.
Tüm dünyada sözü çok edilen Almere, şimdi de bu aşk hikâyesi ile konuşuluyor.
20 yıldır ikamet ettiğim Almere’nin, ‘Adalar Bölgesi’ndeki evime çok yakın bir yerde meydana gelen bu kazada can veren motor sürücüsü bir genç, sevgilisi tarafından yapılmakta olan fedakârlıklarla gönüllerde yaşatılıyor.

Olay, 22 Temmuz 2019 akşamı saat 22.30’da meydana gelmişti. Duyumunu aldıktan sonra gittiğim kaza yerinde gördüğüm durum şöyleydi: Motoru ile çok süratli gittiği görgü şhitlerince belirlenen genç, önde giden bir otobomile hızla çarpmıştı. Talihsiz genç, bu şiddetli çarpma sonucunda olay yerinde can verdi. Olay yerine gelen polisler tarafından kimliği tespit edildikten sonra haber verilen aile efradı ve diğer meraklıların doluştuğu yere bir de genç kız gelmişti. Gencin sevgilisi olduğu anlaşılan genç kızın çırpınışlarını durdurmak mümkün değildi. O gece sabaha kadar olay yerinden ayrılmayan genç kız, ertesi gün kazanın meydana geldiği yeri çiçek bahçesine çevirdi.

Kazada can veren genç, bir motor kulübünün üyesiydi. Ertesi gün acı haberi alan yüzlerce motorcu, Hollanda’nın çeşitli yerlerinden Almere’deki olay yerine akın etti. Klaksonlar ve alkışlar içinde anılan motorcu genç, görsel ve yazılı medyada günlerce yer aldı.

Hayatını kaybeden gencin sevgilisi, tam bir çiçek bahçesine çevrilen olay yerini, kendisi için bir anıt yeri olarak seçti. Yolun iki tarafına her hafta yenilediği çiçekleri koyan sevgili, yaklaşık iki yıldır bu etkinliği yapıyor.

Kulüp arkadaşlarıyla birlikte Belediye’ye başvuran genç kız, kazanaın meydana geldiği yerin yakınına bir anıt taşı konması için izin istedi. Belediye’nin kabul ettiği bu anıt taşı çok yakında kaza yerine yerleştirilecek.

Her gün karşılaştığım kaza yerindeki çiçekleri, benim de fotoğraflama zamanım gelmişti artık. Zira, hem insanlığın ve hem de aşkın yüceliğini anlatabilmek için elde ettiğim bu imkânı değerlendirmem lâzımdı.

Öyle de yaptım. Bu hazin aşk hikâyesini ve insanlığa örnek olacak bu muhteşem davranışı, hiç tanımadığınız halde sizlere anlatmam kaçınılmazdı artık…

12’NCİ VİLAYET: FLEVOLAND VE ALMERE

Asırlardır 11 vilayetten oluşan Hollanda’da, denizin doldurulması ile kazanılan yere inşa edilen Lelystad ve Almere şehirleri, Utrecht Vilayeti’ne bağlandı. Daha sonra çok gelişen ve hâlâ da gelişmekte olan bu yere Flevoland adı verildi ve 12’nci Vilayet olarak kayda geçti.


                               Almere kenti inşası 1976’da böyle başladı.

                                              Şimdiki Almere’den bir görüntü.

1975 yılında dolgu işlemi tamamlanan polder üzerinde kurulan Almere’de ilk evler 1976 yılında tamamlandı. Önce Amsterdam’dan göç alan Almere’ye daha sonra Hollanda’nın dört bir yanından akın başladı. Şu anda nüfusu 275 bin olan Almere’nin 600 bin nüfusa yükselmesi için inşaatlar devam ediyor.

Amsterdam’ın doğusunda kalan gölün büyük bir kısmı doldurularak, Almere ve Lalystad’ı içine alan Flevoland vilayeti meydana getirildi. Bu iki şehirde şimdi 450 bin kişi yaşıyor.

 

14 YIL ÖNCE KRALİÇE BEATRİX’E YAZDIĞIM MEKTUBU, BUGÜN KRAL ALEXANDER’A GÖNDERSEM BİR ŞEY DEĞİŞİR Mİ?

14 YIL ÖNCE KRALİÇE BEATRİX’E YAZDIĞIM MEKTUBU, BUGÜN KRAL ALEXANDER’A GÖNDERSEM BİR ŞEY DEĞİŞİR Mİ?

BUGÜN HOLLANDA’NIN 76’NCI KURTULUŞ GÜNÜ.
TÜRKİYE’YE AİDİYET DUYGUMUZ VAR AMA, TABİYETİNE GEÇTİĞİMİZ HOLLANDA’YA DA SAYGIYLA BAĞLILIĞIMIZ VAR.

PEKİ, HOLLANDALILAR’IN YENİ VATANDAŞLARINA GÜVENİ VE SAYGISI VAR MI?
KRALİÇE BEATRİX’E TAM 14 YIL ÖNCE YAZDIĞIM MEKTUBU, ŞİMDİ KRAL WİLLEM ALEXANDER’A YAZSAM NE DEĞİŞİR?
İlhan KARAÇAY yazdı:
Hollandalılar dün (4 Mayıs 2021), Hitler istilasında hayatlarını kaybeden insanların acısını andı.
Bugün ise, istiladan kurtuluşun 76’ncı yıldönümünü kutluyor.
Az değil, bu ülkede 450 bin Türk, Hollanda tabiyetine geçmiştir. Türkiye’ye aidiyet duyguları hiçbir zaman sönmeyecek olan bu Türkler’in büyük bir çoğunluğu, tabiyetine geçtikleri Hollanda’ya saygıyla bağlılıkları da var. Her yıl anılan 4 Mayıs ve kutlanan 5 Mayıs programlarında yer alan Türk kuruluşları da var.
Bakınız Hollanda Türkevi Derneği Başkanı Veyis Güngör ne diyor:
‘Geçen yıl ve bu yıl, salgından dolayı görkemli etkinlikler olmasa da, 4 ve 5 Mayıs tarihlerinde yüzlerce program yapılır. 4 Mayıs akşamı, Hollanda’nın her yerinde, saat 20.00’de iki dakika saygı duruşu yapılır. İkinci Dünya Savaşı’nda ölenler, yaralananlar, yerinden olanlar, maddi ve manevi zarara uğrayanlar anılır. Duyarlı vatandaşlar, evlerinin önüne yarıya indirilmiş bayrakları asarlar. Amsterdam Dam Meydanı’ndaki anıta çelenk konur ve program yapılır. Amsterdam’ın onlarca belki yüzlerce yerinde yer alan savaş anıtlarına çelenkler konur. Bir çok insan, o gün yakalarına özgürlük rozeti takarlar.
5 Mayıs’da ise, gündüz bir çok etkinlik organize edilirken, akşamları “Özgürlük Sofraları” kurulur. Özgürlük sofraları, geçen yıla kadar, sokaklarda yüzlerce, binlerce insanın bir araya geldiği, savaş hatıralarının anlatıldığı anlardı. Her yıl bir konu seçilir, her kurum veya sofrayı kuran sokak ve mahalle sakinleri, o yılki konuya odaklanır. 4 ve 5 Mayıs Komitesi, özgürlük sofralarında yenilmek üzere özel, mayalı ekmek yaptırır, dağıtır.
Geçen yıl, özgürlük sofralarının konusu
’75 Yıllık Özgürlük, 75 Yıllık Direniş’ti. Bir önceki yıl ise, ‘Komşuluk İlişkileri ve Dayanışma’ydı.
Biz de, Türkevi Derneği olarak, Amsterdamlı Türkleri temsilen, her yıl bu programlarda yer alıyoruz.’
Evet, Veyis Güngör’ün dediği gibi, Türk kökenli Hollandalılar da, bu ülkenin anılarına ve kutlamalarına saygıyla katılıyorlar.
Ne var ki, Türkler’in Hollanda’ya bağlılığı, istisnalar dışında pürüzsüz sürüyorsa da, acaba Hollandalılar’ın bu yeni vatandaşlarına güveni ve saygısı var mı?
Bu sorunun yanıtını, Kraliçe Beatrix’e yazmış olduğum eski bir mektuptan sonra, hâlâ yaşanmakta olanlara bakarak verebiliriz.
Tam 14 yıl önce, 22 Mart 2007 tarihinde VATAN gazetesinde yayınlanmış olan bir yazıyı, Google’de arama yaparken tesadüfen buldum.
Yazı, naçizane şahsımın, zamanın Hollanda Kraliçesi Beatrix’e yazmış olduğum mektup ile ilgiliydi.
Aradan 14 yıl geçti ama, o günkü durum ve şartlar ile bugünkü durum ve şartlar arasındaki benzerlik sürüp gidiyor.
O eski mektubu bir kez daha okuyunca, kendi kendime,‘Acaba, şimdiki Kral Willem Alexander’a bir mektup yazsam ne değişir?’ diye sordum.
Cevabımı hemen şuracıkta vereyim: Hiçbir şey değişmedi. Bu nedenle Kral’a mektup yazmama hiç gerek yok. Mektuplarım Kraliyet arşivinde duruyordur. Belki Kral’a bir sinyal giderse, o mektupları yeniden gözden geçirir.
İşte, VATAN Gazetesi’nde 22 Mart 2007 tarihinde yayınlanan, Süleyman Doğan’ın o yazısı ve benim mektubum:

Süleyman DOĞAN

Hollanda Kraliçe’sine mektup

Hollanda Kraliçe’si Beatrix geçtigimiz hafta Türkiye’yi ziyaret etti. Bu ziyaret iki ülke arasindaki ilişkileri hiç süphesiz güçlendirdi. Gerek Hollanda’da yaşayan Türkler açısından gerekse ikili ticari ilişkiler açısından…
Kraliçe Beatrix, Türkiye’de bulunmaktan mutlu olduğunu ve Türkiye ile Hollanda arasında 400 yıllık dostane ilişkilerin bulunduğunu söyledi.
Konuyla ilgili olarak Hollanda’da 40 yıldan beri yasayan gazeteci-yazar İlhan Karaçay’ın Kraliçe’ye yazdığı mektuba bu makalemde yer vermek istiyorum.
Bu vesileyle Hollanda’daki Türklerin durumu ve ilişkiler gündeme gelirken, mektup aynı zamanda genel bir durum değerlendirmesine yer vermektedir. Bu mektup aynı zamanda Avrupa’daki Türklerin mevcut durumunu gözler önüne sermektedir. O bakımdan mektup oldukça manidardır.
‘Avrupa Dünya’ gazetesinde neşredilen İlhan Karaçay’in mektubunu siz aziz okurlarIma takdim ediyorum:
Kraliçem,
40 Yıldır yaşadığım ve tabiyetinize geçtiğim ülkenizde, Kraliyet makamına ikinci kez mektup yazıyorum.
İlk mektubum, anneniz Kraliçe Juliana’ya 1970’li yıllarda yazılmıştı.
O zaman eğitim görmekte olan çocuklarımız için bazı kısıtlamalar getirilmişti.
Durumdan hoşnut olmayan Türk toplumunun üzüntülerini bildirmek için yazmıştım o mektubu.

İlhan Karaçay’ın Kraliçe Beatrix’ten önce, annesi Kraliçe Juliana’ya göndermiş olduğu mektup, Hollanda medyasında geniş yer almıştı.
O mektup, Hollanda medyasında çok büyük bir yankı bulmuştu.
Kraliçe adına hükümetten yanıt geldiği gibi, sorunun çözümü da sağlanmıştı.

Beatrix, Avrupa’nın ilk kapalı AVM’si olan Utrecht Hoog Catharijne’deki Hürriyet Bürosunun açılışı sırasında. Sağda İlhan Karaçay ve eşi Jeanne görülüyor.
O zaman yabancılara karşı biraz daha duyarlıydı Hollanda yönetimi ve medyası.
Şimdi ise durum tamamen değişti. Ne yöneticiler ve ne de medya, özellikle Türk’e ve Türkiye’ye karşı duyarlı değil. Bırakın duyarlılığı, Türk’e ve Türkiye’ye karşı düşmanca bir tutum ve tavır var.
Hem de size rağmen!

İlhan Karaçay, Kraliçe Beatrix’in eşi Prens Claus ile görüşmeleri sırasında

’Size rağmen” diyorum. Çünkü siz, veliahtınız ile birlikte gittiğiniz Türkiye’den çok sıcak ve çok olumlu mesajlar verdiniz. Türkiye’yi tanımayan ve tanımak istemeyen çevrelere, gördüğünüz, yaşadığınız ve saptadığınız Türkiye geceğini anlattınız.
“Türkiye bize çok yakınmış” derken, Türkiye’yi geri kalmış bir Arap ülkesi gibi tanıyanlara, “Bakın, Türkiye sizin bildiğiniz gibi geri kalmış bir ülke değil. Belki devlet tarafından değil, halk arasındaki sosyal ilişkilerde önde giden, kültürel yönden dünya ile yarışan, Ekonomisi, endüstrisi ile kalkınmış zirvede olan bir ülkedir. Bu ülkeyi Avrupa’nın dışında görmek çok yanlıştır” mesajını verdiğiniz halde, orada sizi takip etmekte olan medya mensuplarının çoğu, sizin söylediklerinizi yalanlama gayreti içine girip hep kötü imajları öne sürerek Türkiye’yi ve Türkler’i karartmaya çalıştılar.

Siz, Atatürk’ün huzurunda ‘Türkiye medeniyeti’nden söz ederken, sizin medya mensuplarınız, gündemde hiç de olmayan ve olmaması gereken sözde Ermeni soykırımını gündeme getirmenizi istediler.
Siz, Türkiye’nin sosyal ve kültürel zenginliğinden söz ederken, sizin medya mensuplarınız, insan haklarından, Hıristiyanlar’a yapılan sözde zulümlerden söz ettiler.

Türkiye’deki medyanın hemen hemen tamamı sizin ziyaretinize çok geniş yer ayırırken, Hollanda’daki medya, size ayırdığı yerlerde, güzelliklerden değil, olumsuz bir tavır içinde, güzel olmayan şeylerden söz ettiler.
İşte, sizin medyanız böyle Kraliçem.
Bu medyayı oradaki bir oturumda eleştiren gençlere, veliahtınız Prens Willem Alexander, “Medyanın % 99’u olumlu olmaya çalışıyor” diyerek Hollanda medyasını savundu ve medya da bunu büyükçe yayınlayarak kendine paye çıkarmaya çalıştı.
Veliaht Prens Willem Alexander, bir incelik yapmıştır ve gerektiği şekilde medyasını savunmuştur.
Ben Ekselans Alexander ile bu konuyu tartışmayacağım ama bazı gerçekleri göz önüne sereceğim.
Hollanda medyasının tamamı değilse de büyük bir çoğunluğu Türkiye ve Türk düşmanlığı yapmaktadır. Nasıl ki, Rita Verdonk ve Geert Wilders gibi politikacılar Türk ve Türkiye düşmanlığı yaparak oy avcılığı yapıyorlarsa, Hollanda medyası da aynı düşmanlıkla tiraj ve reyting peşinde koşuyor.
Çirkin politikacılar ve çirkin medyacıların amaçları aynı.
Hollanda’da medyanın büyük bir kesimine neden ‘çirkindir’ diyorum biliyor musunuz Kraliçem?
Bir örnek vereyim:
Ben 5 yıl kadar önce, gazetem DÜNYA’da Türkçe ve Hollandaca uzun bir haber-yorum yayınlamıştım.
Veliaht oğlunuz Prens Willem Alexander Türkiye’yi ziyarete gidecekti. Ama tam o sırada, Alanya’da Hollandalı kızlara saldıran ve bu kızlardan birini öldüren sapıklardan biri, adli bir hata nedeniyle serbest bırakılmıştı. Bunun üzerine sizin medyanız ortalığı ayağa kaldırmıştı. Buna hiç bir itirazımız olamazdı. Hak aranmalıydı ve hak yerini bulmalıydı.
Ama bu hak arayış öylesine düşmanca yapılıyordu ki, bütün Türkler potansiyel suçluymuş gibi gösteriliyor ve Türkiye’ye boykot çağrıları yapılıyordu. Prens Willem Alexander’in de Türkiye’ye gitmemesi isteniyordu. Haliyle sizler de düşündünüz, taşındınız ve böyle bir atmosfer içinde yapılacak bir gezinin sakncalı olacağına karar verdiniz. Böylece de Prens Türkiye gezisini erteledi.
İşte ondan sonra ben, “Çuvaldızı başkasına batırmadan önce, iğneyi kendinize batırın.” başlıklı bir haber-yorum yazdım.
Bu yorumda, Alanya’da Hollandalı kızlara saldıranlara lanet ettikten sonra, hem genç kızları ve hem de anne-babaları uyarma ihtiyacı hissettim. Tatile giden Hollandalı kızların, Hollanda’da yapamayacakları çılgınlıkları tatil ülkelerinde yaptıklarını yazdım. Genç kızlara,
’Dikkatli olun. İskandinav ülkelerinde bile yapamayacağınız çılgınlıkları Türkiye, Yunanistan ve diğer Akdeniz ülkelerinde yapmayın. Köyünde kısa kollu kız bile görmemiş olan ve köylerinden tatil yerlerine koşan gençlere karşı çok açık olmayın’ gibi tavsiyelerde bulundum.
Bu haber-yorum, Hollanda medyasından çok geniş yer buldu. Ama bir ajansın işgüzar elemanı, ’Karaçay’a göre, Alanya kurbanları kendileri etti ve kendileri buldu’ gibi bir başlık ile yaptığı haberi 28 yayın kuruluşuna servis yaptı. Tabii tüm gazeteler bu habere büyük yer verdi. Bunun üzerine kurbanların aileleri avukata başvurarak benim aleyhime dava açtılar.
Kraliçem, ben kendimi elbette savundum ve yazdıklarımın çarpıtıldığını ifade ettim. Hatta, ajansın haberine büyükçe yer veren Utrechts Nieuwsblad gazetesinin başyazarı, daha sonra yazdığı bir yorumda, “Ajansın haberini biz de haksız yere büyükçe yayınladık. Karaçay’ın böyle bir ifadesi yok” dedi.
Kraliçem, sadece medyanız ve politikacılarınız değil, adalet dağıtan hukukçularınız da maalesef Türk’e ve Türkiye’ye karşı tarafsız değiller. Bunun için verebileceğim örnekler çok.
Ama sizin yargıçlarınız, Utrechts Nieuwsblad gazetesinin başyazarının uyarısına rağmen, ajansın yazdığı başlığa itibar edip beni 6 bin euro para cezasına mahkum etti. Birinci temyiz ve ikinci temyizin yargıçları savunmalarıma kulak tıkayarak mahkumiyetimi onayladılar.
Avukatım, basın özgürlüğü ve Avrupa Bırliği yasalarından örnekler ile bir savunma yaptı ama fayda etmedi.
Tabii, yargıladıkları kişi bir Türktü ve mahkum olmalıydı.
Kraliçem, haksızlık yapmak istemiyorum. Sizin Türkiye gezinizi burada olumlu bir şekilde yayınlayan televizyonlar da oldu. Bir programda size tam 1,5 saat yer verildi. Stüdyoda da bir grup Türk vardı. Stüdyodaki Türkler arada bir, İstanbul’dan yayına canlı katılan muhabir ile birlikte aynı görüşte birleşiyorlardı: Türkiye moderndi ve Türk insanı uygardı…
Veliaht oğlunuz ve eşi Prenses Maxima, Türkiye’ye daha önce de gitmiş oldukları için, artık ülkemizi çok iyi tanıyorlardı. Bu nedenle de Türkiye’nin konuşulduğu her yerde olumlu görüşlerini açıklıyorlar. Ama maalesef medyanız bu olumlulukları hep çarpıtıyor.
Ülkenizde bazı kurumlar, sırf iş yapıyormuş gibi görünlmeleri için yanlış ve zararlı çalışmalar yapıyor. Özel olarak düzmece araştırmalar yaptırıyorlar. Örneğin, ‘Türkiye’den evlenmeyin’ sonucu çıkaran araştırmalar yapılıyor. ‘Aile içi şiddet’ ve ‘Töre cinayeti’ araştırmaları hep türkler üzerine yoğunlaştırılıyor. Bu konuda kitaplar yayınlatılıyor. Sanki bu tip ilkellikler sadece Türk toplumunda varmış gibi lanse ediliyor. Bu mübalağalı kuruluşlar sizden, yani devletten para alıyor ama ne devlete ve ne de vatandaşa yararlı olabiliyorlar. Aksine, Türkler’i sevimsiz bir toplum olarak lanse ediyorlar.
Kraliçem, biz sizin ülkenizde 40 yılı aşkın bir zamandan bu yana yaşayan 500 bin kişiyi aşan bir toplumuz. Resmi kayıtlara gore 275 binimiz sizing tabiyetinize geçmişiz. Yani sizing ‘tebaa’nız olmuşuz. Her ne kadar biz ‘cumhuriyetçi’ isek de, sizing ülkenizde ‘cumhuriyetçi’ olan ve bu nedenle de sizing kraliyetinize karşı çıkan kesimlerle hiç bir ilgimiz olmadı. Yani, sizin ‘tebaa’nız olmak, bizi hiç rahatsız etmedi. Her yıl 30 Nisan’da kutlanan ‘Kraliçe Günü’ tüm Hollandalılar ile birlikte içtenlikle kutladık.
Hollanda’yı çok sevdik. 400 yılı aşkın bir sure once bizden aldığınız ve tüm dünyaya sevdirdiğiniz lâleniz ile biz de sevindik. Yel değirnemlerinizi, takunyalarınızı, futbolunuzu çok sevdik. Haa. Futbol deyince aklıma geldi. Ben şahsen taaa 1978’de Arjantin’da şampiyon olamayan Hollanda milli takımı için göz yaşı dökecek kadar bir ‘oranje’severdim.
İşte böyle Kraliçem. Hollanda’da yaşayan 500 bini aşkın Türk ve Türk kökenli Hollandalı, ‘tebaa’ olarak size çok bağlı kaldı. Buraya temizlik işçisi olarak gelen Ahmetler’in, Mehmetler’in çocukları, ülkenize o kadar uyum sağladılar ki, kimi milletvekili oldu, kimi de belediye meslis üyesi… Bunlardan Nebahat Albayrak ‘staatssecretaris’ (Bakan gibi) oldu.
İsterseniz ülkenize uyum sağlamış olan Türkleri sayı ile belirteyim Kraliçem.
Bu güne kadar 300’ü aşkın Belediye Meclis Üyesi çıkardık. 7 milletvekili, 15 İl Genel Meclisi Üyesi ve 7 wethouder (Belediye Başkan Yardımcısı) kazandırdık Hollanda’ya.
15 bini aşkın girişimcimiz var. Bunların çoğu esnaf ama, milyonlarca euroluk cirosu olan çok sayıda büyük işadamımız da var.
Hollanda’nın önemli ve büyük firma ve kuruluşlarında çok önemli postları kapmış yüzlerce insanımız da var. Çocuklarımız iyi eğitiliyor. Siyasete ve ticarete ilgi duyan çocuklarımız, Hollanda’nın geleceği için çok önemli roller üstleniyor.
İşte, Hollanda’ya böylesine bağlı, sevdalı ve de yararlı Türkler, maalesef bunun karşılığını göremiyorlar. Horlana horlana bıkkınlık krizleri geçirmeye başlayan bu Türkler’i kaybetmeyin Kraliçem. Zira, burada yüksek eğitim gören ve kaliteli işler yapan pek çok Türk ülkenizi terk etmeye başladı bile…
Halbuki, yaşlanan Hollanda’nın bu gençlere ne kadar ihtiyacı var.
Kraliçem, Hollandalılar sizi ve ailenizi çok seviyorlar. Özellikle yabancı düşmanlığı yapan çirkin politikacılara inanan ve rağbet eden kesimde daha çok seveniniz var.
Hollanda’nın geleceği için sizden rica ediyorum: Türkiye ve Türkler hakkındaki görüş ve düşücelerinizi bu kesime sık sık anlatın. Anlatın ki, çirkin politikacılar tarafından aldatıldıklarını anlasınlar.
Tabii ki biz de, içimizde var olan ve varsayılan bazı yanlışlıkları düzeltmekle mükellefiz.
Bize sahip çıkılmadığı halde, biz bu mükellefiyeti mutlaka yerine getireceğiz.
Kraliçem, önce çok sevdiğimiz, sonra da biraz soğuduğumuz Hollanda’yı bize yeniden sevdiriniz. Bu sevgiyi önleyen odaklara sık sık uyarı yapınız. Bizi, çok sevmiş olduğumuz Hollanda’dan soğutmasınlar.
Ben şahsen soğudum.
Ama ben, 1978’de Arjantin’de göz yaşı döktüğüm gibi, Hollanda için yine göz yaşı dökmeye hazırım.
Yeter ki, benim göz yaşlarım hak edilsin.
Benim şahsen yüzlerce halis Hollandalı akrabam var Kraliçem.
Hollanda’da doğmuş çocuklarım ve torunlarım var. Çocuklarım, saygın bir Türk geleneğini uygulamayacak kadar Hollandalılaşmışlar.
Nedir bu Türk geleneği biliyor musunuz Kraliçem?
Türkler, nerede ölürlerse ölsünler, Türkiye’de gömülürler.
Benim çocuklarım, beni çok sevdiğim Mersin’de değil, Hollanda’da gömecekler Kraliçem.
Böylesi Türkler’in Hollanda’dan soğutulmasına ve kaçmasına izin vermeyin.
İtmesinler bu Türkleri, kucaklasınlar!!!
Kalın sağlıcakla Kraliçem!
İlhan Karaçay

****************

Kraliçe Beatrix’e gönderilen mektubun Hollandaca orijinali:

 

Majesteit,
Voor de tweede keer sinds ik in Uw land ben, waar ik al 40 jaar leef en waarvan ik de nationaliteit heb aangenomen, schrijf ik aan het Staatshoofd.
Mijn eerste brief heb ik aan Uw moeder, Koningin Juliana geschreven in de jaren ’70.
Toen werden er allerlei beperkingen opgelegd aan het onderwijs van onze kinderen. Destijds heb ik die brief geschreven om het verdriet dat de Turkse gemeenschap daarover had bekend te maken. Die brief heeft grote weerklank in de Nederlandse media gevonden.
Namens de Koningin heeft de regering er op gereageerd en zo is er een oplossing gekomen voor het probleem.
Destijds waren de regering en de media veel gevoeliger voor wat er leefde onder buitenlandse ingezetenen. Nu is de situatie compleet veranderd. Noch de leidinggevenden, noch de media zijn gevoelig voor de Turken en ten opzichte van Turkije. Gevoelig is trouwens allang het goede woord niet meer, er is zelfs sprake van een vijandige houding ten opzichte van Turken en Turkije. En dat ondanks U!
Ik zeg “Ondanks U” want U hebt voortdurend tijdens Uw bezoek met de kroonprins aan Turkije in heel positieve en warme zin signalen uitgezonden, U hebt aan de kringen, die Turkije niet kennen, niet willen kennen, verteld over het Turkije, zoals U het beleefd en meegemaakt hebt.
Wat is Turkije ons nabij”, hebt U gezegd. U bedoelde daarmee te zeggen tegen al degenen, die Turkije als een achtergebleven Arabisch land kennen, “Kijk eens, Turkije is niet het achtergebleven land, dat jullie denken, het is een land dat voorop gaat in sociale contacten, misschien niet van de overheid zelf, maar wel onder de bevolking; dat zich in cultureel opzicht met de wereld kan meten, een land dat qua economie en industrie aan de top staat. Het zou heel verkeerd zijn dit land buiten Europa te laten.”
Maar terwijl U zich ingespannen hebt, dit signaal te geven, hebben de mediavertegenwoordigers, die U volgden, zich inspanningen getroost Uw woorden te ontkrachten en Turkije en de Turken zoveel mogelijk met slechte beelden in een kwaad daglicht te stellen.
Terwijl U in tegenwoordigheid van Atatürk van “de Turkse beschaving” sprak, hebben de media van Uw land getracht een punt dat helemaal niet op de agenda stond en ook niet had moeten staan, de zogenaamde Armeense genocide, aan de orde te stellen.
Terwijl U sprak van de ‘sociale en culturele rijkdom’ van Turkije, hebben Uw mediavertegenwoordigers alleen maar gesproken over de mensenrechten en de zogenaamde onderdrukking, waaronder de Christenen te lijden zouden hebben.
Terwijl de media in Turkije heel veel aandacht schonk aan alle onderdelen van Uw staatsbezoek, heeft de media in Nederland, als ze al plaats voor U maakten, niet over de schoonheden van Turkije, maar met een zeer negatieve houding alleen over de lelijke kanten van het land gesproken.
Zo is het nu eenmaal gesteld met Uw media, Majesteit.
Prins Willem Alexander heeft wel tegen de jongeren, die de media daar in een rondetafelgesprek bekritiseerden, gezegd : “99% van de media probeert positief te berichten” en daarmee geprobeerd het voor de Nederlandse
media op te nemen. Ik ga er van uit, dat de kroonprins deze verdediging uit beleefdheid op zich genomen heeft. Ik wil niet met Prins Willem Alexander hierover in discussie gaan, maar ik wil hem een paar feiten voorhouden:
Een grote meerderheid van de Nederlandse media, zo niet het geheel, stelt zich vijandig op tegenover Turkije en de Turken. Zoals politici van het kaliber van Rita Verdonk en Geert Wilders met hun afkeer van Turkije en Turken op stemmenjacht gaan, zo hollen de Nederlandse media met eenzelfde afkeer achter hun kijkcijfers en oplagen aan. Het doel van deze kwalijke politici en media is hetzelfde.
Majesteit, weet U waarom ik een groot deel van de media “kwalijk” durf te noemen? Moge ik U een voorbeeld geven:
5 jaar geleden heb ik een lang commentaar in het Turks en het Nederlands geschreven in mijn krant, DÜNYA.
Uw zoon Prins Willem Alexander zou toen voor een bezoek naar Turkije gaan. Maar juist op dat moment werd door een justitiële fout een van de perverse daders, die in Alanya Nederlandse meisjes verkracht en een van hen vermoord hadden, vrijgelaten. Hierover is de Nederlandse media allemaal in het geweer gekomen. Daar zouden wij ook geen enkel bezwaar tegen kunnen maken. Het recht moest zijn loop hebben. Maar dit streven naar recht doen werd wel op zo’n vijandige manier onder woorden gebracht, alsof bijna alle Turken potentieel crimineel waren; er werd zelfs opgeroepen tot een boycot van Turkse producten. En men verlangde dat Prins Willem Alexander niet naar Turkije zou gaan. Uiteraard hebt U ook het een en ander overwogen en besloten, dat een bezoek in een dergelijke atmosfeer ongewenst zou zijn. En daarop heeft de Prins zijn reis naar Turkije uitgesteld.
Ik heb toen een commentaar geschreven onder de titel, “Zoek eerst de splinter in Uw eigen oog, voordat ge U beklaagt over de balk in andermans ogen” In dat commentaar heb ik eerst de verkrachters van de Nederlandse meisjes in Alanya vervloekt, maar vervolgens ook een waarschuwing uitgesproken aan het adres van de jonge meiden en hun ouders in Nederland. Ik schreef, dat Nederlandse meisjes, die met vakantie gingen naar het buitenland soms zo uit de band konden springen zoals als ze dat in Nederland nooit van hun leven zouden doen. Ik heb de jonge meisjes toen geadviseerd:
“Wees voorzichtig. Doe geen gekke dingen in landen aan de Middellandse Zee zoals Griekenland en Turkije die je zelfs in de Scandinavische landen niet zou doen! Geef je niet teveel bloot in landen, waarvan de dorpelingen zelfs nog nooit meisjes met ontblote armen gezien hebben” of woorden van die strekking.
Daarop is dit commentaar in de Nederlandse media uitgebreid geciteerd. Maar een overijverig medewerker van een agentschap kopte ‘Verkrachting Alanya was eigen schuld’ (Volgens Karaçay hebben de slachtoffers van Alanya alles aan zichzelf te wijten) en bediende daarmee 28 andere media op hun wenken. Bijna in alle kranten werd dit nieuws groot gebracht. De familie van de slachtoffers nam een advocaat in de arm en daagde mij voor het gerecht.
Majesteit, uiteraard heb ik mij daar verdedigd en verklaard, dat mijn uitlatingen bewust verkeerd waren weergegeven. De hoofdredacteur van het Utrechts Nieuwsblad, die het bericht van het agentschap in grote opmaak had gebracht, moest later in een redactioneel commentaar toegeven “dat wij het bericht van het persagentschap ten onechte in grote opmaak gebracht hebben, Karaçay heeft zich zo nooit uitgelaten.”
Majesteit, niet alleen Uw media en Uw politici, maar helaas ook sommige van Uw juristen, die rechtvaardigheid beoefenen, zijn niet altijd onpartijdig als het om Turken of Turkije gaat. Ik kan U daarvan vele voorbeelden geven. Maar Uw rechters hebben mij, ondanks de waarschuwing van de hoofdredacteur van het Utrechts Nieuwsblad, tot een geldboete van 6 duizend Euro veroordeeld, omdat zij meer waarde hechtten aan de kop, die het persagentschap publiceerde. Ook in hoger beroep en in cassatie zijn de rechters hiervoor doof gebleven en hebben mijn veroordeling in stand gelaten. Ook al heeft mijn advocaat mij met een beroep op de persvrijheid en de wetgeving van de Europese Unie verdedigd, het mocht niet baten. De vervolgde persoon was een Turk en moest wel veroordeeld worden.
Majesteit, ik wil U geen onrecht aandoen. Uw reis naar Turkije is ook wel op positieve wijze getoond. In een programma werd er wel 1 ½ uur aan gewijd. In de studio bevond zich een groep Turken, die in wisselgesprekken met de reporters die live uit Istanbul berichtten, een en hetzelfde feit beklemtoonden: Turkije is een modern land en de Turkse mens is beschaafd…
Uw zoon, de Kroonprins en Prinses Maxima, die al eerder naar Turkije gegaan waren, kenden ons land al goed. Daarom ook gaven zij overal, waar zij verschenen, de positieve indruk die zij van het land hadden weer. Maar Uw media hebben die positieve opmerkingen verdraaid.
Sommige instellingen in Uw land verrichten hier, alsof het om serieus werk ging, verkeerde en schadelijke werkzaamheden. Zij laten bijvoorbeeld valse onderzoeken verrichten, waaruit dan conclusies komen als “Trouw niet met iemand uit Turkije” Onderzoeken over eerwraak en geweld binnen het gezin worden vooral op Turken geconcentreerd. Er worden boeken over uitgegeven, alsof dit soort primitiviteit in de Turkse gemeenschap heerst. Deze niet van overdrijving gespeende instellingen ontvangen van U, dat wil zeggen van de overheid, geldelijke ondersteuning. Zij zijn evenwel noch voor de staat, noch voor de burger van enig wezenlijk nut. In tegendeel, zij zijn er op uit, de Turken als een onsympathieke gemeenschap te portretteren.
Majesteit, wij zijn een gemeenschap van bijna 500 duizend personen, die al meer dan 40 jaar in Uw land leeft, woont en werkt. Volgens officiële gegevens zouden bijna 275 duizend van hen inmiddels de Nederlandse nationaliteit hebben aangenomen, dus Uw “onderdanen” geworden zijn. Ook al zijn wij van origine “republikeins” dat wil niet zeggen, dat wij enige binding hebben met of voelen voor de groeperingen, die tegen de monarchie zijn. Dat wil zeggen, wij zijn dus helemaal niet ongelukkig als Uw onderdanen hier te leven. Wij hebben altijd van harte en met veel vreugde samen met de andere Nederlanders op 30 April Koninginnedag gevierd. Wij hebben steeds van Nederland gehouden. Wij waren blij, dat de tulpen, die U vierhonderd jaar geleden bij ons vandaan haalde, door Uw land over de hele wereld bekend en bemind werden. Wij hielden van Uw windmolens, Uw klompen en Uw voetbal. Ja, dat herinnert mij eraan, dat ik net als zovele “oranje” fans in 1978 tranen met tuiten moest huilen, toen Nederland in Argentinië geen kampioen kon worden.
Zo wil ik U uitleggen, Majesteit, dat wij met ons vijfhonderdduizenden als Turken en Nederlanders van Turkse origine steeds trouwe onderdanen van Uwe Majesteit gebleven zijn. De kinderen van hier als schoonmaker gekomen Ahmet’s en Mehmet’s, hebben zich zelfs zozeer in Uw land geïntegreerd, dat sommigen het tot Kamerlid of gemeenteraadslid brachten… Een van hen, Nebahat Albayrak, werd zelfs Staatssecretaris. Als U mij toestaat,
Majesteit, wil ik U een paar getallen noemen van in Uw land geïntegreerde Turken: Tot op vandaag hebben wij bijna 300 Gemeenteraadsleden, 7 parlementariërs, 15 leden van Provinciale Staten en 7 wethouders geleverd. We hebben bijna 15 duizend ondernemers, waarvan vele misschien slechts middenstanders, maar er zijn ook een aantal grote zakenlieden bij met een jaarlijkse omzet van miljoenen euro’s.
Ook hebben wij bij belangrijke en grote bedrijven en instellingen in Nederland honderden van onze mensen op vooraanstaande posities. Onze kinderen worden goed opgevoed. Zij, die interesse hebben voor politiek en handel zullen voor de toekomst van Nederland een grote rol gaan spelen.
Maar hoe jammer is het nu, dat deze aan Nederland zo trouwe en gehechte groep van nuttige Turken daarvoor geen enkele waardering krijgt. Met een opeenstapeling van minachting bejegend, krijgen zij langzamerhand genoeg van dit land!
Zorgt U er toch voor, Majesteit, dat wij deze nuttige en goede mensen niet kwijtraken! Want een aantal hoogopgeleide Turken is al begonnen het land te verlaten…Het steeds verder vergrijzende Nederland zal nog grote behoefte aan onze jongeren krijgen.
Majesteit, de Nederlanders houden van U en uw gezin, vooral ook in kringen die geloven in en waarde hechten aan de slechte politici, die tot vreemdelingenhaat aanzetten. In het belang van de toekomst van Nederland vraag ik U daarom: wilt U ook aan deze mensen Uw gedachten en opvattingen zo vaak als mogelijk is vertellen en hun duidelijk maken, hoezeer zij door deze akelige politici bedrogen worden.
Natuurlijk zijn wij ook verplicht de in onze gemeenschap bestaande of vermoede onjuistheden te corrigeren. Die verplichting zullen wij ook absoluut nakomen, zelfs als men zich niet om ons bekommert.
Majesteit, tracht U ons weer de liefde voor Uw land bij te brengen, waarvan wij zozeer gehouden hebben, maar waarvan wij nu enigermate verkild zijn. Spreekt U vooral heel vaak Uw waarschuwingen uit tegen de kringen, die ons die liefde voor het land proberen tegen te maken. Laat niet toe, dat er tussen ons en ons geliefde Nederland verkilling optreedt!
Zelf ben ik verkild, maar nog steeds, zoals in 1978 in Argentinië, bereid mijn tranen te vergieten voor Nederland. Als het maar niet voor niets is!
Majesteit, ik heb zelf honderden Nederlandse verwanten, mijn kinderen en kleinkinderen zijn hier geboren. Mijn kinderen zijn zo vernederlandst dat zij zelfs een traditioneel Turks gedragspatroon niet meer vertonen.
Weet U, welk gedragspatroon dat is? Dat Turken, waar ook ter wereld altijd in Turkije begraven willen worden! Mijn kinderen zullen mij niet in mijn geliefde Mersin, maar in Nederland begraven, Majesteit. Laat U dus niet toe dat dergelijke Turken uit Nederland wegvluchten of hun liefde voor dat land laten bekoelen.
Laten ze de Turken niet afstoten, maar in hun armen sluiten!
Moge U nog lang gezond blijven, Majesteit!
İlhan Karaçay