HOLLANDA’DA ANTİSEMİTİZM SUÇLAMASINDAN KORKMAYAN DÖRT KAHRAMAN:

HOLLANDA’DA ANTİSEMİTİZM SUÇLAMASINDAN KORKMAYAN DÖRT KAHRAMAN:

Eski Başbakan Dries van Agt, Dışişleri Bakanı Sigrid Kaag,
Avrupa Merkez Bankası eski Başkanı’nın eşi Gretta Duisenberg ve Türk asıllı milletvekili Tunahan Kuzu.

Eski Başbakan Van Agt, Siyonist rejimin Filistin halkına verdiği büyük acıyı görmezden geldiği için, Hıristiyan Demokrat Parti CDA’dan istifa etti.

Dışişleri Bakanı Sigrid Kaag, tüm tepkilere rağmen, Hollanda’nın Filistinliler’e yaptığı yardımı devam ettiriyor.

Politikacı ve bankacı Frederik Duisenberg’in eşi Gretta, Filistinliler’in haklarını savunmaya devam ediyor ve evinde Filistin bayrağı dalgalandırıyor.

Türk asıllı milletvekili Tunahan Kuzu, Hollanda’yı ziyaret eden İsrail Eski Başbakanı Netenyahu’nun elini sıkmayı ret etmişti.

İlhan KARAÇAY yazdı:
Hollanda’da, ‘Antisemist’ damgası yemekten korkmayan dört kahraman var.
Bunlardan birincisi, eski Başbakan Dries van Agt, ikincisi, şimdiki Dışişleri Bakanı Sigrid Kaag, üçüncüsü, Avrupa Merkez Bankası eski Başkanı’nın eşi Gretta Duisenberg ve dördüncüsü de, Türk asıllı milletvekili Tunahan Kuzu.
Eski Başbakan Van Agt, Siyonist rejimin Filistin halkına verdiği büyük acıyı görmezden geldiği için, Hıristiyan Demokrat Parti CDA’dan istifa etti.
Dışişleri Bakanı Sigrid Kaag, tüm tepkilere rağmen, Hollanda’nın Filistinliler’e yaptığı yardımı devam ettiriyor.
Politikacı ve bankacı Frederik Duisenberg’in eşi Gretta, Filistinliler’in haklarını savunmaya devam ediyor ve evinde Filistin bayrağı dalgalandırıyor.
Türk asıllı milletvekili Tunahan Kuzu, Hollanda’yı ziyaret eden İsrail Eski Başbakanı Netenyahu’nun elini sıkmayı ret etmişti.

DRİES VAN AGT

Dries van Agt, yaptığı açıklamada, Siyonist rejimin, Filistin halkına verdiği büyük acıyı görmezden geldiği için, Hıristiyan Demokrat Parti’den (CDA) istifa ettiğini duyurdu.
Van Agt, Hollanda‘nın en köklü partilerinden olan ve uzun yıllar ülke yönetiminde yer alan CDA‘yı, Filistin halkının maruz kaldığı büyük ızdıraba sırt döndüğü için  yerden yere vurdu. Yazılı açıklamasında van Agt, CDA‘nın özellikle mayıs ayında yaşanan İsrail saldırıları sırasında, Filistin halkına yardım konusunda verilen çeşitli önergelere, CDA‘nın karşı oy kullanmasının, istifa kararında belirleyici olduğunu vurguladı.
50 yılı aşkın bir süredir CDA üyesi olan 90 yaşındaki van Agt, CDA’nın Filistin halkına karşı acımasızlığına artık dayanamadığını söyleyerek, “CDA’nın hukuktan, adaletten ve baskı altındaki insanlarla dayanışmadan yana olacağına ilişkin umudumu kaybettim, artık partide, kendimi evimdeymiş gibi hissetmiyorum.” dedi.
1971-1977 yılları arasında Hollanda‘da Adalet Bakanı ve aynı zamanda Başbakan Yardımcısı olarak görev yapan Dries van Agt, 1977-1982’de Başbakanlık yaptı. Van Agt, siyasi çalışmalarını durdurduktan sonra 2016’da, dönemin İsrail Başbakanı Benjamin Netanyahu‘yu “savaş suçlusu” olarak nitelendirmiş ve yargılanması gerektiğini söylemişti.
Van Agt’ın partisinden istifa etmesinden sonra, Google’de yapılan aramada, kendisinden 22.600 defa ‘antisemist’ olarak söz edildiği görülüyor.
Antisemist sözcüğü, genelde ‘Yahudi düşmanlığı’ olarak yorumlanıyor.

GRETTA DUİSENBERG

Gretta Duisenberg, Hollanda’daki eşinin siyasi ve mali pozisyonuna bakmaksızın yürüttüğü Filistin politikasında çok badireler atlatmıştı. Fotoğrafta Gretta, Yaser Arafat ile görülüyor.
1987 yılında, Hollanda’da Finans Bakanlığı yapmış olan Frederik Duisenberg ile evlenen Gretta, 2002 yılında ‘İşgale Stop Vakfı’nı kurdu. İsrail’in işgal ettiği topraklardan çekilmesi için sayısız etkinlikler düzenleyen Gretta, sık sık Filistin’e gitti ve Yaser Arafat ile de iyi bir dost oldu.
Kocasının Avrupa Merkez Bankası’na Başkan olmasından sonra da faaliyetlerine devam eden Gretta, kendisi için yapılan eleştirilere kulak asmadığı gibi, evinin balkonuna Filistin Bayrağı astı.
Filistin halkına verdiği destek üzerine sayısız badireler atlatan Gretta, Hollanda’daki demokratlar tarafından çok seviliyor.

SİGRİD KAAG


Sigrid Kaag, daha önce de Dışişleri Bakanlığı yaptığı sırada ziyaret ettiği İran’da, başörtüsü kullanmaktan çekinmemişti ama muhalifler bu fotoğrafı da aleyhte kullanmayı görev bildiler.
III. Rutte kabinesinde göreve geldiği günden itibaren, dikkatleri üzerine çeken Sigrid Kaag, alışılagelmişin dışında bir Bakan. Arapça konuşuyor. Filistin davasını savunuyor. Kudüs’de, Amman’da, Cenevre’de, Şam’da, New York’da üst düzey görevlerde bulunan Kaag, dört yıl önce Birleşmiş Milletler Başkanı Ban Ki-Moon tarafından ‘Lübnan Özel Elçisi’ olarak görevlendirilmişti.
Tecrübeli ve dünyayı tanıyan uzman bir bürokrat olan Kaag, çok yönlü kişi.

Sigrid Kaag’ın, Filistinli eşi ve çocukları ile, Yaser Arafat ile çekilmiş bu fotoğrafı, muhalifleri tarafından aleyhte propaganda olarak kullanılmıştı.
Kaag, Utrecht Üniversitesi’nin Arapça ve Orta Doğu, Oxford’un Uluslararası İlişkiler ve Orta Doğu bölümlerini bitirmiş. Öğrencilik yıllarında Arap-İsrail çatışması ve Petrol Politikası üzerine tez hazırlamış. Londra’da Shell’de, Hollanda Dışişleri Bakanlığı’nda, Birleşmiş Milletler’de, Unicef’de çalışmış. Filistin lideri Yaser Arafat’ın önemli adamlarından diş doktoru, eski politikacı ve Filistin İsviçre Büyükelçiliği de yapan Anis al-Qaq ile evlenmiş. Dört çocukları var. Evlerinde İngilizce, Fransızca, Arapça ve Holllandaca konuşuluyor. Bakan olmadan önce görev yeri Beyrut idi..

Sigrid Kaag, Dış Ticaret Bakanı olarak gittiği Türkiye’de, pek çok anlaşmaya imza atmıştı.
Sigrid Kaag’ın uzmanlık alanı çok ilginç. Şu an üstlendiği Bakanlık portföyü ile tam bir uyum sağlıyor. Bakan Kaag, mülteci kamplarını ziyaret eden, Hizbullah ile görüşmeler yapan, siyasi liderler, Devlet Başkanları, Dışişleri Bakanları ile konuşan birisi olarak tanınıyor. Görüşmelerin içeriği ise malum: Lübnan meselesi, çatışmaların önlenmesi, barış, güvenllik, radikalleşme, yoksullukla mücadele.
Sigrid Kaag, 2014 yılında BM misyonu ile Suriye’deki kimyasal silahların imha edilmesini sağladı. Suriye’de çok meşhur olan Sigrid Kaag, ‘Iron Lady’, (Demir Bayan) olarak anılıyor.
Şimdiki Rutte hükümetinde Dışişleri Bakanlığı yapmakta olan Kaag, hükümetin daha önce planlamış olduğu Filistin’e yardım paketini aksaksız uyguladığı için muhalifler tarafından eleştiriliyor.
Sigrid Kaag, şu anda kurulmaya çalışılan koalisyon hükümeti için anahtar rolü oynuyor ve Başbakan Yardımcılığına kesin gözüyle bakılıyor.

TUNAHAN KUZU

Tunahan Kuzu, Kandıralı bir ailenin çocuğu olarak 5 Haziran 1981 tarihinde İstanbul’da dünyaya geldi. 1988 yılında ailesi ile birlikte Hollanda’nın Maassluis kentine taşındı ve orada yetişti.
2001’den 2006’ya kadar Erasmus Üniversitesinde Kamu Yönetimi Bölümü’nde okudu.
2008’de Hollanda’da İşçi Partisi’nden, Rotterdam Belediye Meclisi’ne seçildi.
2012 yılına  kadar bu görevi sürdüren Kuzu, 20 Eylül 2012’de yine İşçi Partisi’nden bu kez Hollanda Parlamamentosu’na milletvekili olarak seçildi.
2014 yılında İşçi Partisi ile fikir uyuşmazlığı yaşadı. Kuzu, uyum politikasına karşı çıktığı için, arkadaşı Selçuk Öztürk ile birlikte partiden ihraç edilmişti.
Milletvekilliğini bırakmayarak Öztürk ile birlikte DENK Partisi’ni kurdu ve bu kez DENK Grubu olarak görevine devam etti.
2016’da Fransa’daki terör patlamasının ardından saygı duruşunda bulunan Hollandalı parlamenterlerden, Ankara’da cereyan eden ve çok sayıda ölüme yol açan patlamadan sonra, aynı saygı duruşunun yapılmasını isteyen Kuzu, bu teklifin kabul edilmemesi üzerine meclis salonunda tek başına saygı duruşu yapmıştı. Kuzu’nun bu protestolu saygı duruşu uzun süre gündemde kalmıştı.
İSRAİL’DE GÖZALTI
Tunahan Kuzu, Filistinlilere destek vermek için düzenlenen bir etkinliğe giderken, Tel Aviv’de İsrail polisi tarafından gözaltına alınmıştı.
Daha sonra Hollanda’yı ziyarete gelen İsrail Başbakanı Netenyahu’nun, parlamentoya gelişi sırasında uzattığı eli sıkmayan Kuzu, tüm dünyada gündem yaratmıştı.
Milletvekilliği yaptığı sürece, alternatif fikirlere ve azınlık politikalarına önem veren Kuzu, söylemleri ile dikkat çeken bir politikacı olarak tanınıyor.
Netenyahu’nun Kuzu’ya uzattığı el boşta kalınca, bu görüntü tüm dünyada gündeme oturmuştu.
Tunahan Kuzu, Holanda’da yetişmiş olan Türkler içinde, ‘Hollandaca diline en hakim kişi’ olarak tanımlanıyor. Tunahan Kuzu, aynı zamanda parlamentonun da en iyi hatibi olarak gösteriliyor.

 

ÜZÜLDÜK AMA, SPORA SİYASETİ KARIŞTIRAN ŞIMARIK HOLLANDA’YA OH OLDU!

ÜZÜLDÜK AMA, SPORA SİYASETİ KARIŞTIRAN ŞIMARIK HOLLANDA’YA OH OLDU!

Eşcinselliği ve cinsiyet değiştirmeyi teşvik etmeyi yasaklayan Macaristan hükümetini protesto etmek için, Hollanda Kraliyet ailesi ve hükümet mensupları maça gitmedi.

Hollanda galip gelseydi, çeyrek finali oynayacakları Bakü’ye de, ‘Karabağ’ı işgal’ bahanesiyle gidilmeyecekti.

Oranje takımının en ünlüsü siyahi futbolcusu Wijnaldum da, Tribünlerden ırkçı sloganlar atılırsa maçı terkedeceğini belirterek UEFA’yı tehdit etmişti.

İlhan KARAÇAY yazdı

Pazar akşamı Macaristan’ın Budapeşte şehrinde Puskás Aréna Stadyomunda oynanan Hollanda-Çekya maçının sonucu, Hollanda’da yaşayanları çok üzdü ama, futbolu daha doğrusu sporu, dostluk ve sevgi bağı olarak kabul edenlere de ‘Oh!’ dedirtti.
Neden mi?
Maç öncesinde parlamentoda bir açıklama yapan Başbakan Rutte, eşcinselliği ve cinsiyet değiştirmeyi teşvik etmeyi yasaklayan Macaristan hükümetini protesto etmek amacıyla, Hollanda Kraliyet ailesi ve hükümet mensuplarının maça gitmeyecekleri kararını açıkladı.

Parlamentoda büyük bir çoğunluk tarafından kabul edilen bu karardan başka, Hıristiyanlar Birliği ve Yeşil Sol Partisi de, Hollanda’nın çeyrek finale kalması halinde, maçın oynanacağı Bakü şehrine, Azerbaycan’ın Karabağ’ı işgal edişini protesto bahanesiyle gidilmemesini teklif etti.
Hatırlanacağı gibi, geçen hafta Brüksel’de yapılan Avrupa Birliği Zirve Toplantısı’nda, Macaristan Başbakanı Victor Orbán’a, ‘Sizin Avrupa Birliği’nde yeriniz yok, derhal çekilin’ demişti.
Rutte, daha sonra karşı karşıya geldiği Orbán’a sokak dili ile de sataşmıştı.
Öte yandan, Oranje takımının en ünlü oyuncusu Georginio Wijnaldum, maçtan önce yaptığı açıklamada, Macar seyircilerin ırkçı sloganlar atması halinde sahayı terkedeceğini belirtmişti.
Zira, Budapeşte’de oynanan bir maçta, Fransız futbolcular Kylian Mbappé ve Benzema’ya karşı yapılan aleyhte tezahüratlar UEFA tarafından incelemeye alınmıştı.
Macaristan Futbol Federasyonu, UEFA’dan gelecek bir cezayı önlemek için, Hollanda-Çekya maçı öncesinde seyircilere bir uyarıda bulundu. Macar seyirciler de bu uyarıya uydu.

Kolunda ‘ONE LOVE’ ve ‘Futbol Birleştiricidir’ bandı ile sahaya çıkan Wijnaldum, maç öncesi moralleri alt üst ettiğinden bihaber olarak çıktığı maçta hayal kırıklığı yaratan bir oyun sergiledi.
Maç sonrasında yorum yapan Çekya Teknik Direktörü Jaroslav Silhavy, ‘Wijnaldum ve arkadaşları favori idiler ama onları sahadan sildik’ derken, Galatasaray’ın eski futbolcusu Wesley Sneijder de Wijnaldumu’u yerden yere vurdu.
Şimdi soruyorum: Bir maç öncesinde, gerek eşcinsellik ve gerekse ırkçılık sorunu malzeme yaparak yaygara koparan parlamenterler ve futbolcular, kendi kendilerine tuzak kurmadılar mı?
Böylesi bir tutum, rakip futbolculara kamçı, kendi futbolcularına da semer olmadı mı?
Dileriz, gerek Hollanda’yı yönetenler ve gerekse futbolcular, sporu siyasete alet etme huyundan vazgeçerler.
SİZE BİRAZ FUTBOL YAZAYIM MI?

SİZE BİRAZ FUTBOL YAZAYIM MI?

Beşikten mezara kadar teknik direktör olduklarını zanneden
80 milyon kişiye, futbolun azizliğini ve cilvesini anlatmak zor ama,
55 yıllık gazeteciliğim ile yine de birşeyler karalayacağım.

Halen devam etmekte olan Avrupa Futbol Şampiyonası’nda, ‘Süper’ bir takım ve ‘Yıldız’ diyebileceğiniz bir futbolcu gördünüz mü?

Bir talihsiz ve rezil İtalya maçı haricinde, Türk milli takımının, diğer takımlardan eksik neyi vardı?

Gazetecilikte futbol yaşamımdan kesitler ve fotoğrafları bu yazıda bulabileceksiniz.

İlhan KARAÇAY’ın analizi:

‘Futbol’ deyip geçmeyiniz. Daha doğrusu bunu genelleştirip ‘spor’ olarak ele alabiliriz. Futbolun kadri çok büyüktür. Bunu ancak yaşayanlar bilir.
Naçizane şahsım, bugüne kadar tam 6 Dünya Futbol Şampiyonası, 1 Mini Dünya Futbol Şampiyonası ve 6 da Avrupa Futbol Şampiyonası izleme şansını yakalamıştım.
1974 Almanya, 1978 Arjantin, 1980 (Uruguay, Mini Dünya Futbol Şampiyonası), 1982 İspanya, 1986 Meksika, 1990 İtalya ve 1994 Amerika Birleşik Devletleri’nde yapılan Dünya Futbol Şampiyonaları’ndan başka, 1976 Yugoslavya, 1980 İtalya, 1984 Fransa, 1988 Almanya, 1992 İsveç ve 2000 Hollanda-Belçika’da yapılan Avrupa Futbol Şampiyonaları’nı yakından izledim. Bunlara ilaveten, izlediğim kulüpler şampiyonalarının sayısı da bir hayli çok.
Futbol müsabakaları öncesi ve sonrasında yaşananları değerlendirmeye kalkışırsanız, bu sporun önemini anlayabilirsiniz. Özellikle Dünya Şampiyonaları çok renkli ve zevkli geçer. Örneğin, Brezilyalılar’ın olmadığı bir şampiyona renksiz olur. Gittiğim Avrupa Şampiyonaları’nda bu eksikliği her zaman hissetmiştim.
Son 55 yılda dünyanın en önemli futbol karşılaşmalarını yakından izlememe karşın, sizleri olduğu gibi, beni de mutluluğun doruğuna çıkaran Japonya ve Kore’deki şampiyonayı yakından izleyemediğim için kahroldum. Keşke bundan önceki hiçbir turnuvaya gitmeseydim de, Türkiye’mizin zafer kazandığı bu son turnuvaya gitseydim. Bunun için imkan vardı ama, özel nedenlerle gidemedim.
Bu ‘futbol’ denen eğlence ve yarış, insanları bazen kızdırıyor, bazen de sevindiriyor. Bu kızgınlıklar ve sevinçler çoğu zaman çılgınca oluyor. ‘Çılgınlık’ derken, eli sopalı ve bıçaklı holiganların çılgınlığından söz etmiyorum. Onların yaptığı ancak ‘vahşilik’ olarak nitelenir. Benim sözünü ettiğim ‘çılgınlık’ tatlı çılgınlıktır.
Bakınız, her konuda doyuma ulaşmış ülkelerin insanları bile, futboldaki zaferden sonra sokaklara nasıl dökülüyorlar. Doyuma ulaşmış ülkelerin insanları bile sokaklara döküldükten sonra, pek çok konuda aç kalmış ülkelerin insanları ne yapmaz ki?
Yarım asırdır Avrupa’da horlanan Türkler, her türlü spor müsabakası sonrasında, farklı yenilgiler nedeniyle ayrıca kahroluyordu. Ellerinde bayraklar ve flamalar ile statlara ve salonlara koşan Türkler hep hüsrana uğramışlardı. Hüsranın yerini sevincin almasına o kadar ihtiyacımız vardı ki, şimdiki Avrupa Şampiyonası’nda bunu elde edeceğimizi sanıyorduk ama olmadı.

Tek zaferimiz

2002 Dünya Şampiyonası’nda bizi en son sevindiren ve hatta çılgınlaştıran zafer, birleştirici de olmuştu.
Şöyle ki; bugüne kadar gerek siyasi veya gerek dini çıkarlar nedeniyle Türkiye’ye küfredenler bile, içlerindeki asıl sevgiyi dışa vurma ihtiyacını hissettiler.
Bizzat şahit oldum. Hollanda’ya iltica ederken, Türkiye aleyhine söylemedik laf bırakmayan ve iltica hakkını elde ettikten sonra Türkiye aleyhinde söylemleri ile de tanıdığımız bir şahıs, Türkiye- Brezilya yarı final maçını kızları ile birlikte büyük ekran bir TV’den izliyordu. Bu şahısın kızlarının sırtında ay yıldızlı Türk bayrağı vardı. Kendine göre, demokrasi mücadelesi verdiği için Türkiye aleyhine söylenmedik laf bırakmayan bu şahıs, Hollandalı spikerin Brezilyalılar lehindeki her konuşmasından sonra sandalyesinden fırlayarak isyan ediyordu. Eskiden, ‘Bayrak’, ‘Atatürk’ ve ‘Türkiye’ dendiği zaman, tüylerinin kalktığını bildiğimiz insanlar, şimdi herkesten daha fanatik Türkçü olmuşlar. Amsterdam’ın Mercator Plein ve Rotterdam’ın Cool Singel meydanlarında kimler görülmedi ki? Fotoğraf çeken gazetecilere yakalanmamak için yüzlerini gizleyenleri gördük. Ama bu bile bize mutluluk verdi. Bir zamanlar Türkiye aleyhine söylenmedik laf bırakmayanlar, şimdi sokaklarda ‘Türkiye, Türkiye’ diye bağırabiliyorlardı. Bu da bize yeter. Varsın yarın yine menfaat icabı eski hastalıklarına dönüş yapsınlar. Biz onları af ettik. Onların yüreklerinde Türkiye sevgisi olduğunu bildiğimız sürece de bu hastalıklarına katlanacağız.
Şahit olmadım ama duyduğum bir başka olay daha var; Bir zamanlar Türkiye aleyhtarlığının liderliğini yapan ve sonra rahmetli olan bir tanıdığımızın çocukları, Ankara’da Anıtkabir’i ziyaret edecek kadar Türkiye hayranı olmuşlar.
Bütün bunlar, aslında sevgiye susamışlığın sonuçlarıdır. Menfaatler insanları bazı çirkinliklere sevkedebilir. Menfaatlerin derecesi hesaba katıldığı zaman, bazı çirkinlikler af edilebilir. Sevgiden ve ilgiden mahrum kalmış insanların, ekonomik zorluklar karşısında yaptıkları hatalar da af edilebilir. Ve zaten öyle de oluyor. Şefkatli Türk devleti, katilleri bile af ettiğine göre, şimdi eli bayraklıların pişmanlığını anlayacaktır.
Biraz da futbol analizi:
Batılı spor uzmanları, tıpkı siyasi uzmanlar gibi yine sınıfta kaldılar. Her şeye at gözlüğü ile bakan Batılılar, son şampiyona öncesinde, Almanya’yı, Portekiz’i, Fransa’yı, İspanya’yı favori gösteriyordular. Ama öyle olmadı. Bu ülkelerin hepsi ince bir ipte sallandılar. Tesadüflerle atılan goller sonrasında turu atlama şansına sahip oldular.
Gruplardaki sıralamalar o kadar ilginçti ki, bir grupta sonuncu durumda olan bir takım, sadece bir tek gol atabilseydi grup lideri olacaktı.
Türk milli takımı hakkında söylenenlere gelince:
Gerçekten, futbol tarihimizin en genç ve en ünlü futbolcularından oluşan Türk milli takımı, Avrupalılar’ın da açıkça söyleyemedikleri favoriler arasındaydı ki, elenmesinde en çok söz edilen ülke Türkiye oldu.
Türkiye nasıl elenmezdi?
Teknik heyetin başında Şenol Güneş olmasaydı.
1978 yılından bu yana çok iyi dostluğum olan Güneş hakkında fazla yazmak istemiyorum. Ama onun için söylenenlerin hepsine (kişisel eleştiriler hariç) katılıyorum. Sanırım sizlerin de çoğu aynı fikirdesiniz.
Çoğu Avrupa’da yetişmiş olan ve Avrupa kültürünün serbestliği içinde davranan futbolcular, Şenol Güneş’in beklediği ‘hazırol duruş’u sergilemedikleri için laf işittiler ve dışlandılar. Böyle olunca da bu futbolcular ile Şenol Güneş arasında tatsız tartışmalar cereyan etti. İtalya maçında, ille de beraberlik isteği, futbolcuları hipnotizma olmuşcasına etkiledi. Ben 55 yıllık gazetecilik yaşamımda böyle silik bir Türk milli takımı görmediğimi itiraf edebilirim.
Bu turnuvada başarısız oluşumuzun nedenlerini çoğaltabilirim ama, gelin biz geleceğe umutla bakalım.
Ne diyelim, bir başka bahar çok uzak değil.
Dileriz, gelecek yıl Katar’da yapılacak olan Dünya Futbol Şampiyonası’nda özlemi çekilen başarıyı gösteririz.

Futbol turnuvalarından anılar:

Neçizane şahsım 1978’de Arjantin’de yapılan ‘Dünya Futbol Şampiyonasını’, iki yıl sonra 1980 yılında Uruguay’da yapıla ‘Mini Dünya Futbol Şampiyonası’nı Hürriyet gazetesi için izlemiştim.
1978’de, başta rahmetli Necmi Tanyolaç olmak üzere, ünlü gazeteciler Halit Kıvanç,Togay Bayatlı, Ertuğrul Akbay, Güven Taner, Hüseyin Kırcalı, Kemal Belgin, Erol Aydın, Hasan Sarıçiçek ve teknik direktör Metin Türel ile birlikteydik.
Arjantin’deki şampiyonada, Hollanda takımının şampiyon olması için yanıp tutuşuyordum. Hollanda’yı ne de olsa ‘Babavatan’ olarak seçmiştik bir kere…
Finale kadar yükselen Arjantin Milli Takımı’nın, Peru’ya karşı elde ettiği bol gollü galibiyet maçının, tamamen binbir tehdit sonucunda kazanıldığını en iyi bilenlerden biriydim. Zira, konaklamakta olduğum Liberty (Hürriyet) Oteli’nde Peru takımı da konaklıyordu. Arjantin turuvaya iyi başlamamıştı. Gruptan çıkması için Peru’yu en az 4-0 yenmesi gerekiyordu.
General Vidella başkanlığındaki ihtilal hükümeti, Peru’ya silah ve gıda yardımı teklif ederek maçın en az 4-0 galibiyetle bitmesini istedi. Bu da yetmedi, konakladığımız Liberty Oteli askerler tarafından abluka altına alındı ve futbolculara korku salındı. Sonunda Arjantin Peru’yu 6-0 yendi ve gruptan çıktı.
Arjantin, Hollanda ile birlikte finale kadar yükselmişti. Hiç unutamadığım o final maçını Hollanda kaybetmişti. Hollanda’nın o zamanki yıldızı Rensenbrink, son dakikadaki fırsatı gole çeviremedi. Top direğe çarparak geri döndü. Uzatmada Arjantin maçı 3-1 kazandı.
Titreyerek seyrettiğim maç sonunda resmen ağlamıştım.
Maradona’nın yıldızlaştığı Uruguay’da ise tek Türk gazeteci olarak ben vardım. Maradona ile konuşan ilk Türk gazetecisi de ben olmuştum.
Her zaman yazmışımdır. Avrupa Futbol Şampiyonaları, Dünya Futbol Şampiyonaları gibi renkli olmuyor. Güney Amerikalılar ve Afrikalılar turnuvalara renk katıyor. Özellikle Brezilyalılar şampiyonaların en renkli görüntülerini yaratıyorlar. Öyle ki, Dünya Şampiyonaları’nda, en ilgi duymayacak ülkelerin maçları bile seyirci rekoru kırıyor.
Biz Türkler de bu konuda az değiliz ha!
Hiç unutamayacağım bir anı da, 1982’de İspanya’da yapılan Dünya Futbol Şampiyonası sırasında yaşandı. Bu şampiyonaya Türkiye katılmamıştı. Ama Barcelona’nın Ramblas meydanında gece yarısı şenliklerinde bir grup Beşiktaşlı taraftarın açtıkları Türk ve BJK bayrakları etrafında yapılan danslar beni çok duygulandırmıştı. O fotoğrafı çekme ve Hürriyet’te yayınlama şansı da bana nasip olmuştu.

Spor gazeteciliği kariyerimde, Real Madrid’in efsane Başkanı Santiago Bernabeu ile 1972’de görüşmem, Hollanda’nın efsane futbolcusu Johan Cruyff’a, 1969’da ‘Sarı fare’ (rakiplerini fındık faresi gibi yediği için) lakabını takmam ve Maradona ile 1980’de ilk röportajı yapmış olmam, anılarımın en güzellerindendir.
Şimdi her şey Oranje için. Portakalları desteklemek bize yakışan bir hareket olacaktır.
Portakalların her galibiyetinden sonra yapılacak olan şenliklere biz de Türk bayrakları ile katılmalıyız ve Hollandalılar ile dayanışma içinde olduğumuzu göstermeliyiz.
Hup Holland hup !!!
Tanju Çolak ile bir nostalji…
Değerli Okurlarım,
Size bir Tanju çolak nostaljisi anlatacağım ve ondan sonra da bol fotoğraflı futbol geçmişimi uzun uzun anlatacağım. Önce Tanju Çolak hikâyesi:
Yıl 1989. Şubat’ın birinci günü. Monaco’da, 1987-1988 sezonunda Avrupa Gol Kralı’na altın ayakkabı verilecek. Futbol dünyasının gözü, kulağı Monaco’da. Ama binlerce futbol adamı da Monaco’da.
Günün kahramanının bir Türk oluşu çok garipseniyordu.
Evet, Altın Ayakkabı’yı bir Türk, yani Tanju Çolak alacaktı. Dile kolay, 38 gol atmıştı Tanju.

Her büyük futbol etkinliğinde olduğu gibi, o gün ben de oradaydım.
Hem de, Tanju Çolak’ı transfer etmek isteyen dev kulüplere satacak adam olarak.
O günlerde Wasteels adlı bir firmanın organizasyonu ile Hollanda’dan Türkiye’ye direkt tren seferleri düzenlenmişti. Wasteels’in Hollanda’daki Danışmanlık Bürosu TMF’in müdürü ile dostluğumuz vardı. TMF’ın Monaco’daki kardeş kuruluşu, Tanju Çolak’ın transfer işlerini üstlenmek istiyordu. İşte o sırada Monaco’da bu firma ile bir durum değerlendirmesi yaptık. Tanju’yu bu firmaya götürdüm. Durumdan çok memnun olan Tanju bu firmaya transfer konusunda yetki verdi.
Kimler yoktu ki Tanju’yu isteyenler arasında? Real Madrid, Barcelona, A.C. Milan, İnter Milan, AS Roma, Monaco, Arsenal, Liverpool, Ajax ve Bayern Münih. (Yukarıdaki fotoğraf)
Şans mı, tesadüf mü, siz ne derseniz deyin. 1 Şubatta Altın Ayakkabı’yı alan Tanju, 1 Mart’ta, yani 30 gün sonra Monaco’ya karşı sahaya çıkacaktı. Hem de Monaco’da. Tanju ve görücüler için büyük bir fırsattı bu.
Ve o gün geldi çattı.
Tanju’yu seyretmeye gelen dev kulüplerin başkanlarını ve transfer yetkililerini maç öncesi Stade Luis II’nin kapısı önünde topladım ve fotoğrafladım. Sonra hep birlikte Tanju’yu seyretmeye başladık. Görücüler, sahada dolaşıp duran Tanju’ya bakıyorlar ve sonra da bana dönüp, “Bu ne iştir, bir şey anlamadık” der gibi işaret yapıyorlardı. Ama biraz sonra bir mucize gerçekleşti. Prekazi Tanju’ya mükemmel bir top uzatmıştı. Eee, Tanju bu, fırsatı hiç kaçırır mı? Prekazi’nin soldan mükemmel ortaladığı topa Tanju, 3 kişinin arkasından gelip önlerine geçerek ve de uçarak kafayı vurmuş ve maçtaki tek golü kaydetmişti. Görücüler bu defa bana döndüler ve baş parmaklarını havaya kaldırarak zafer işaretleri yaptılar.
Görücüler maç sonrasında, Tanju’nun iyi bir golcü olduğunu gördüler ama, O’nu bir kez de rövanş maçında izlemek istediklerini söylediler.
Tanju için biçilen fiyat, o tarih için çok astronomik idi: 10 milyon Dolar.
O zaman çalıştığım Günaydın gazetesinin birinci sayfa manşeti de bu idi:Tanju’nun değeri 10 milyon Dolar.
Rövanş maçı, Galatasaray’ın cezası nedeniyle Köln’de oynanacaktı. 15 Mart akşamı aynı görücüler bu kez Köln’deydiler. Maç Prekazi ve Weah’ın golleri ile 1-1 bitmiş ve Galatasaray Avrupa Şampiyon Kulüpler Kupası’nda yarı finale yükselmişti ama Tanju bu kez gol atamamıştı.
Üzücüdür ama, pazarlığın 10 milyon dolardan başladığı bu transfer görüşmelerinden sonra, Tanju’ya hiç bir kulüpten ciddi bir talep olmadı.

FOTOĞRAFLARLA FUTBOL YAŞAMIM


55 Yıllık gazetecilik yaşamımda, spor haberleri ve yorumları ile verdiğim hizmeti göz önünde tutan, Orhan İçin yönetimindeki Uluslararası Futbol Tenisi Federasyonu, şahsıma da bir ödül lutfunda bulunmuştu. Bu ödülü ünlü teknik direktör Abdullah Avcı’nın elinden almıştım.

Rinus Michels’in yarattığı total futbol ile büyüyen Hollanda’nın Ajax takımı ve milli takımın beyni olan Johan Cruyff ile birlikte göründüğümüz bu fotoğrafta, ünlü antrenörlerimizden Doğan Akı (ortada) Ünal temel (solda) ve Michels’in takipçisi Macar Stefan Kovacs da yer aldı. Kovacs daha sonra Fransa’ya total futbolu aşılayan adam oldu.

Hollanda’nın yetiştirmiş olduğu ünlü ve değerli futbolculardan De Boer kardeşlerden Frank, Galatasaray’da da fotbol oynamıştı. Şimdi Hollanda milli takımının başında olan Frank De Boer ve Ronald De Boer ile eski günlere dayanan bir fotoğrafımız.
Gazetecilik yaşamımda, Hollanda’nın dışında, diğer ülkelerin ünlü futbol adamları ile de görüşmelerim oldu. Üstteki fotoğrafta, İtalya milli takımı teknik direktörü Arrigo Sacchi, alttaki fotoğrafta da teknik direktör Giovanni Trappattoni ile değişik tarihlerde.

1980’li yıllarda İtalyan takımı AC Milan’a şampiyonluklar kazandıran ve 1988 Avrupa Şampiyonası’nda Hollanda’yı şampiyon yapan Marco van Basten, Ruud Gullit, ve Galatasaray’da da oynayan Frank Rijkaart ile bir anımız.
Bir zamanlar Brezilya’nın dünya çapında yıldızı olan ve Fenerbahçe’de teknik direktörlük yapan vei ki kez şampiyonluk kazandıran Didi, daha sonra Suudi Arabistan’a transfer oldu. 1978 yılında Suudi Arabistan’da ziyaret ettiğim Didi ile bir maç esnasında (üstte), altta ise iki değişik enstantane.
Bir zamanlar Alman futbolunun en büyük yıldızı olan Gerd Müller ile futbolculuk yıllarında (solda) ve Tanju Çolak’ın Altın Ayakkabı Ödülü aldığı Monaco’da (sağda) görülüyoruz.

İngiltere futbolu dendiği zaman akla gelecek olan iki eski isim Boby ve Jacky Charlton kardeşlerden Jacky ile, 1976 Avrupa Şampiyonası sırasında Belgrad’da.
Futbol Şampiyonalarını izlerken, futbolun dışında magazin haberi bulmakta da az hünerli sayılmam. İşte 1982’de İspanya’da yapılan Dünya Şampiyonası’nda yıldızlaşan Brezilyalı Zico’nun eşini, çocukları ile bir otelde bulmuştum. Zico daha sonra 2006 yılında teknik direktör olduğu Fenerbahçe’yi 2006 yılında şampiyon yapmıştı.

Futbol faaliyetlerimi anlatırken Guus Hiddink’i atlamam mümkün değil. Hollanda’nın
en başarılı teknik direktörlerinden biri olan Hiddink’in Fenerbahçe’ye gelişi sırasında tercümanlığını ve mihmandarlığını ben üstlenmiştim. Fenerbahçe’de başarılı olamayan ve ‘Hollanda köylüsü’ olarak aşağılanan Hiddink bir de kadın skandalına maruz kalmıştı.

Neden sadece yabancılar olsun? Bizim de futbolda ünlülerimiz var. İşte bu ünlülerden biri de Fatih Terim. Fatih terim ile 1992 Avrupa Futbol Şampiyonası sırasında İsveç’in Malmö kentinde birlikte olmuştum.
İtalyan futbolu dendiği zaman, Roberto Baccio akla gelen en ünlü golcülerden sayılır.
İşte Baccio’yu, 1990 Dünya Şampiyonası sırasında Roma’da ancak böyle yakalayabilmiştim

Spor gazeteciliği yıllarımda, futbol oynamayı da ihmal etmezdim. Hem de büyük takımlarda… Fotoğrafta gördüğünüz 10 numara Hollanda ve Ajax’ın büyük yıldızı Piet Keizer’dir. Ajax’ın ünlü Başkanı Jaap van Praag beni kulübün onur üyesi yapmıştı. Bu nedenle Ajax’ın antremanlarına da serbestçe katılırdım. İşte bir antreman sırasında, sırtımda Johan Cruyff’ın 14 numarası ile Ajax’a karşı oynadım ve bir de gol attım.
Real Madrid’in teknik direktörü Miguel Munoz, miyonlarca futbolseverin kalplerinde yer tutat Real Madrid’i defalarca şampiyon yapmıştı.

Spor muhabirliğim, sadece futbol ile sınırlı değildi tabii. Ünlü boksör Muhammed Ali’yi mağlup eden Joe Fraizer ile de görüşmem olmuştu. Fraizer, Hürriyet’te yayınlanan fotoğraflarını gördükten sonra, ‘Allah Allah, demek ki Türkiye’de de bu kadar ilgi görmüşüm ha?’ demişti.
1976’da Yugoslavya’da yapılan Avrupa Futbol Şampiyonasından bir Hürriyet kupürü.
Değerli Okurlarım,
Ünlü futbol adamları ile yaptığım görüşmelerin fotoğrafları o kadar çok ki, hepsini bu yazıya eklemeye kalkışırsam, web sayfamı çökertebilirim. En azından daha 100 ünlü ile görüşmelerimi ve fotoğraflarımı ekleyebilirim.
Kim bilir, onları da belki gelecek yıl yapılacak olan Dünya Şampiyonası’ndan sonra yazarım.
Bu akşamdan itibaren devam edecek olan 1/8 finalleri ve sonrasındaki çeyrek final, yarı final ve final maçlarında yeni yıldızlar görme dileğiyle…
TARİHİN VE GELECEĞİN EN BÜYÜK SORUNU: MÜLTECİLİK

TARİHİN VE GELECEĞİN EN BÜYÜK SORUNU: MÜLTECİLİK

Dünya Mülteciler Günü, Saadet Partisi Hollanda Teşkilatı tarafından anıldı.

Uluslararası Mülteci Hakları Derneği Genel Başkanı Abdullah Resul Demir ve duayen gazeteci Coşkun Aral konuşmacı olarak yer aldı.

Dünya Uygur Kongresi Başkanı Dolkun İsa, Çin’in uyguladığı sistematik zulümlerin, can ve mal güvenliklerini hiçe saydığını belirtti.

Mülteci, Sığınmacı, İlticacı ve Göçmen terimlerinin kafa karıştıran anlamları.

İlhan KARAÇAY yazdı:

Her önemli hareketin ve kişiliğin ‘Günü’ olduğu gibi‚‘Mülteciler Günü’ de var.
Dünya Mülteciler Günü, her yıl 20 Haziran’da, mültecilerin durumunu insanlara anlatabilmek için kutlanır. İşte bu günü unutmayanlardan Saadet Partisi Hollanda Teşkilatı, tarafından anıldı.

Saadet Avrupa Tanıtma Başkanı Murat Gürbüz’ün moderatörlüğünde, online ortamda geniş katılımlı panel program olarak yapılan etkinlikte, Saadet Partisi Genel Başkan Yardımcısı Mustafa Kaya, Saadet Partisi GİK üyesi Dr. Bekir Gündoğmuş, Dünya Uygur Kongresi Başkanı Dolkun İsa, duayen gazeteci Coşkun Aral ve Uluslararası Mülteci Hakları Derneği Genel Başkanı Abdullah Resul Demir konuşmacı olarak yer aldı.

Programda ilk söz alan, Doğu Türkistan’da Uygurların maruz kaldığı işkence ve zulümlere değinen, Dünya Uygur Kongresi Başkanı Dolkun İsa, mülteci olmanın ne anlama geldiğini bizzat kendi hayatlarında tecrübe ettiklerine dikkat çekti. Çin’in uyguladığı sistematik zulümler karşısında iltica etmenin, bir kurtuluş haline geldiğini vurgulayan Dolkun İsa, mülteci olarak verdikleri mücadele nedeniyle ailelerinin can ve mal güvenliğinin tehdit altında olduğunu da belirtti: Dolkun İsa, ‘Annemin de babamın da vefatını gazetelerden öğrendim. Kendi kardeşime müebbet hapis cezası verdiler. Tek suçu, Doğu Türkistan mücadelesini sürdüren bir ailenin üyesi olmaktı. Benim yurt dışında olmamdan ötürü aileme zarar vererek bizi engellemeye çalışıyorlar. Ama biz mücadelemizden asla vazgeçmeyeceğiz.’ diye devam etti.
Dünya genelinde savaş muhabirliği alanındaki yetkin isimlerden olan duayen gazeteci Coşkun Aral da, mültecilerin yaşam mücadelesinin iyi anlaşılması gerektiğine dikkat çekti. Mesleki tecrübelerinden bilgiler de aktaran Aral, ayrıca mülteciliğin sanki başkalarının başına gelecek bir şeymiş gibi algılandığını hatırlatarak katılımcılara “Bir gün sabah kalktığınızda mülteci olarak uyandığınızı düşünerek hareket etmeniz gerekir” uyarısında bulundu.
Göç alanında akademik çalışmaları bulunan Saadet Partisi GİK üyesi Dr. Bekir Gündoğmuş ise, mültecilerin sayısının dünya genelinde neredeyse 30 milyona ulaştığına vurgu yaparak, konunun küresel bir problem olarak ele alınması gerektiğini belirtti. Bu nedenle mülteciliği ortaya çıkaran sebeplere odaklanılmasının bir zorunluluk olduğunu belirten Gündoğmuş “Göçmenlerle ilgili söylenilenlerin önemli kısmı algısaldır. Örneğin göçmenlerin işsizliği ve suç oranlarını artırdığı söylenir sıklıkla. Halbuki bizim yaptığımız bir araştırmada da başka araştırmalarda da göç ile işsizlik arasında doğrudan bir ilişkiye rastlanılmamaktadır. Suç oranları ise oldukça düşük seviyede ve genelde de kendi aralarında yaşanmaktadır. Hiç kimse durduk yere mülteci olmuyor. Demek ki, mülteci konusunu ele alırken aynı zamanda sorumluları ve nedenleri de gündeme getirmeliyiz. Yani mazlumu konuşuyorsak zalimi de konuşmalıyız.” dedi.
Mültecilik konusuyla ilgili hukuki bilgiler veren Uluslararası Mülteci Hakları Derneği Genel Başkanı Abdullah Resul Demir de, mültecilere yönelik yaptıkları çalışmaları aktardı. Gönüllülük esası üzerine çalıştıklarını vurgulayan Demir, son yıllarda kitlesel iltica hareketliliğine maruz kalan Türkiye açısından, konunun önemine dikkat çekti. Mültecilerin zorla yerinden edilmiş kimseler olduğunu belirten Demir, mültecilerin bulundukları ülkelerde kalıcı kişiler olarak algılanmasının, doğru politikalar belirlenmesi açısından önemine vurgu yaptı. Özellikle yerel yönetimlerde birbirine taban tabana zıt politikaların uygulandığını hatırlatan Demir, zaten sürecin mağduru olan mültecilerin bu yüzden bir kez daha mağduriyet yaşadığını ifade etti.
Programın son konuşmasını ise Saadet Partisi Genel Başkan Yardımcısı Mustafa Kaya yaptı. Mevcut dünya düzeninin mülteciliği tetiklediğini ifade eden Kaya, Suriye, Irak, Afganistan, Yemen, Doğu Türkistan ve Rohingya gibi ülkelerde çıkartılan huzursuzluk ve çatışmaların insanların zorla yerinden edilmesine neden olduğunu belirtti. Uluslararası kuruluşların bu sorunları çözmede başarısız olduğunu vurgulayan Kaya, çözümün sömürü ve tahakküm yerine hak ve adaleti merkezine alan yeni bir dünyanın kurulmasından geçtiğini söyledi.

 MÜLTECİ KİMDİR?

Bakınız, Prof. Dr. Nezih Orhon mülteciliği nasıl anlatıyor:
1951 Sözleşmesi’nin 1A maddesinin Mültecilerin Statüsüne istinaden, mülteci: “Irkı, dini, uyruğu, belli bir toplumsal gruba mensubiyeti veya siyasi düşünceleri nedeniyle zulme uğrayacağından haklı sebeplerle korktuğu için vatandaşı olduğu ülkenin dışında bulunan ve o ülkenin korumasından yararlanamayan, ya da söz konusu korku nedeniyle yararlanmak istemeyen; yahut uyruğu yoksa ve bu tür olaylar sonucu önceden yaşadığı ikamet ülkesinin dışında bulunan, oraya dönemeyen veya söz konusu zulüm korkusu nedeniyle dönmek istemeyen kişilerdir.”
Hükümetler normalde temel insan haklarını ve vatandaşların fiziksel güvenliğini garanti altına alır. Hükümetler bunu yapamadığında veya yapmak istemediğinde, bireylerin insan haklarının ihlali gibi ciddi sorunlar ortaya çıkabilir ve bireyler başka bir ülkede güvenlik bulmak için evlerini, çevrelerini ve ailelerini bırakmak zorunda kalırlar. Tanımı gereği mültecilerin hükümetleri tarafından korunmadığı durumlarda, uluslararası topluluk bu bireylerin haklarını ve fiziksel güvenliğini sağlamak için adımlar atar.
Mülteciler ile ilgili farklı birçok kaynak ve tartışmada vurgulanan ilk nokta insanların hareketliliğinin insanlık tarihi kadar eski olduğudur. Mülteciler ile bugün tartışılagelen konular ve kavramlar yeni boyutlar kazansa da çok daha geniş ve tarihsel bir temele dayanmaktadır. İnsanların göçü sadece bugüne ilişkin bir kavram olmamakla beraber belki de hiç olmadığı kadar medya ve yeni iletişim teknolojileri sayesinde görünürlüğü ve üzerine tartışılırlığı çok daha artmış bir kavramdır. Mülteciler üzerine çok farklı ve boyutlu tartışmaların olması olumsuz bir durum değildir. Mülteciler adına medyanın gündem belirlemesi ve kamuoyunun şekillenmesi anlamında sahip olduğu rol son derece kıymetlidir. Burada önemli olan medyanın mültecilere ilişkin tartışmaların yer aldığı bir platform olarak kavramların bulanıklaşması durumunda yarardan çok zarar üretebileceği gerçeğidir. Herkesin üzerine rahatça söz söyleyebileceği bir alan haline gelmesiyle beraber medyanın mülteciler adına sorumluluğu ve beraberinde uzmanlaşabilmesi de çok daha önemli hale gelmiştir. Mülteciler ile ilgili tartışmalar soyutlaşmaya başlayan bir ‘mülteci’ kelimesinden ya da arzulanmasa da onun sıfatlaşmasından ibaret değildir. Mülteciler tüm zorlukların ve kötülüklerin içinden çıkmış insanlardır. Evet, insanlardır. Bunu ısrarla vurgulamak gerekir. Medyanın görevi insanın değerini tanımak ve korumaktır. Bu yüzden de mültecileri tanımak, anlamak ve onları anlatmaya çalışmak mülteciliği anlatmanın yanında insanlığı da anlatmaktır. Medyanın mültecilerin varlığını ve iyilik içinde olabilmeleri konusundaki her türlü girişim ile çabayı desteklemesi mesleki bir sorumluluğun ötesinde etik, ahlaki ve insani bir sorumluluktur. Mültecilerin korunabilmesi ve içinde bulundukları ev sahibi toplum ile olumlu bir birliktelik içerisinde yer alabilmelerinde elbette bireylerin ve devletlerin görevleri ile sorumlulukları vardır ama medya gibi önemli etkilere sahip güç noktalarının da en az onlar kadar bu sorumluluklara sahip olduğunu hatırlamalıyız. İnsan onurunun esas olduğu her noktada medyaya da görev düştüğünü bilmeliyiz. İnsan onurunun ve değerinin toplumda daha da derinleşebilmesi ve özellikle de mülteciler açısından da işlenebilmesi adına medya önemli bir role sahiptir. İşte yukarıda paylaşılan düşünceler ışığında medyanın mülteciler için ortaya koyduğu bir çok olumlu çalışmaya bir nebze destek olabilmek amacıyla bu çalışma hazırlandı. Uluslararası Çalışma Örgütü ILO tarafından yürütülen “Hayata Fırsat” projesi kapsamında bir dizi farkındalık semineri düzenledik ve medya mensupları, iletişim fakültesi öğrencileri, sivil toplum temsilcileri ve diğer katılımcılar ile biraraya geldik. Onlarla önemli bir deneyim oluşturma fırsatını yakaladık. Buradaki birikimleri de, daha geniş bir kitleye ulaşabilmesi için bu kitaba aktarmanın önemli olduğunu düşündük. Bu el kitabının hazırlanmasına vesile olan ILO’ya, projenin donörü Avrupa Birliği’ne ve genel koordinasyonunu yürüten Aile, Çalışma ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı Uluslararası İşgücü Genel Müdürlüğü’ne teşekkür ediyorum. Dilerim, mültecilere daha güzel bir geleceğin sunulabilmesi konusunda çabalarımız artar ve geniş kitleler ile buluşabilir.

Mülteci, Sığınmacı, İlticacı ve Göçmen terimlerinin kafa karıştıran anlamları.

Bakınız, Sinem Özdemir bu konuda neler diyor:
Kamuoyunda “göçmen”, “sığınmacı”, “ilticacı” veya “mülteci” ayrımı çoğunlukla doğru yapılamıyor. Bu durum bir kavram karmaşasına neden oluyor. Sık karıştırılan bazı iltica terimlerini derledik.
Lesbos Ankunft FlüchtlingsbootTürkiye’den Yunanistan’ın Midilli Adası’na geçen sığınmacılar
İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana en ağır mülteci krizinin yaşandığı günümüzde, o yıllarda vatandaşları şiddet ve çatışmalardan kaçıp diğer ülkelere sığınan Avrupa ülkeleri bu kez kendileri ev sahibi konumunda. 2011’de başlayan iç savaşla birlikte Suriye’den kitleler Avrupa’ya akın etti. En fazla Suriyeliyi ağırlayan ise komşu ülke Türkiye oldu.
Mülteci krizi; Avrupa Birliği’ni ve Türkiye gibi, “transit” ülke konumundan hızla ev sahibi ülke konumuna evrilen ülkeleri hazırlıksız yakaladı. İzlenecek ortak mülteci politikası konusunda Birlik içindeki tartışmalar hâlâ devam ediyor. Göç ve iltica terminolojisinde uluslararası anlaşmalarda düzenlenmiş kimi kavramların ülkeler özelinde yeniden yorumlanması da bir anlam karmaşasına ve tartışmaların büyümesine neden oldu.
Yaşanan bu kavram karmaşasının basında yer alan haberlere de yansıdığı görüldü. Türk basınında olduğu kadar Avrupa basınında da ülkelerinden kitleler hâlinde ayrılmak zorunda kalanlar kimi zaman sığınmacı, kimi zaman mülteci, bazen göçmen; hatta bazen de “kaçak göçmen” olarak nitelendirildi.
Peki, bu kavram kargaşasına neden olan ne? Türkiye’de uluslararası hukukta kabul görmüş anlamlarıyla mültecilerden ve sığınmacılardan bahsetmek mümkün mü?
Göçmen, sığınmacı, mülteci tanımları ve sıkça karıştırılanlar
Mülteci: 28 Temmuz 1951’de Cenevre’de imzalanan ve iltica terminolojisinin temelini oluşturan Birleşmiş Milletler (BM) Mültecilerin Hukuki Durumuna İlişkin Sözleşme’ye göre mülteci; “Irkı, dini, milliyeti, belirli bir sosyal gruba mensubiyeti veya siyasi düşünceleri nedeniyle zulüm göreceği konusunda haklı bir korku taşıyan, bu yüzden ülkesinden ayrılan ve korkusu nedeniyle geri dönemeyen veya dönmek istemeyen kişidir.”
Hukuki statü olarak da bu şartları sağlayan ve “mülteci” olarak tanınmış kişileri ifade eder. Mülteciler, gönüllü olmadığı takdirde ülkelerine geri gönderilemezler.
Sığınmacı: Uluslararası koruma arayan, başvuruda bulunduğu ülkede yetkili makamlarca başvurusu henüz sonuçlandırılmamış, yani henüz resmi olarak mülteci statüsü verilmemiş kişileri ifade eder. Her sığınmacı mülteci olarak tanınmaz, ancak her mülteci iltica sürecinin başında sığınmacıdır.
Flüchtlinge an der griechisch-mazedonischen GrenzeYunanistan-Makedonya sınırındaki İdomeni’de sığınmacılar
Göçmen: BM’ye göre, uluslararası göçmenin resmi bir tanımı bulunmamakta. Ancak uzmanların çoğu, “göçün nedeni ve hukuki statüsünden bağımsız olarak ikamet ettiği ülkeden ayrılarak başka bir ülkeye giden kişi” tanımı üzerinde hemfikir. Burada, “göçün sebebinden ve göçmenin statüsünden bağımsız” vurgusu önemli. Örneğin Uluslararası Göç Örgütü (IOM) mültecileri de göçmen kategorisine alıyor. Ancak örgüte göre, “her mülteci göçmen sayılsa da her göçmen mülteci değil.”
Düzensiz Göçmen: Düzensiz göçmenin de uluslararası kabul görmüş bir tanımı bulunmuyor. Avrupa Komisyonu’na göre; “göç alan ülkeler” göç düzenlemelerinin gerektirdiği izin ve belgelere sahip olmaksızın ülkeye giriş yapan, buraya yerleşen ya da burada çalışanları “düzensiz göçmen” olarak tanımlıyor. Göç veren ülke için ise “düzensizlik” genellikle geçerli bir pasaportu ya da seyahat belgesi olmaksızın uluslararası bir sınırı geçen ya da ülkeyi terk edebilmesi için gereken idari yükümlülükleri yerine getirmeyenleri ifade ediyor.
Kaçak göç ve göçmen: İnsani yardım ve mülteci örgütlerine göre “kaçak göçmen” tabiri, suç işleme eylemiyle özdeşleştirildiğinden kaçınılması gereken bir kavram. Çünkü düzensiz göçmenlerin çoğu bir suç işlemiş olmuyor. Birçok ülkede ilgili belgeleri haiz olmaksızın bulunmak bir idari ihlal sayılıyor, ancak suç teşkil etmiyor. Bu hassasiyete atıfla BM, “düzensiz” ya da “belgelenmemiş” göç terimlerini kullanırken, Avrupa Komisyonu uzun bir süre “kaçak göç” teriminin kullanılmasından yanaydı. Kısa süre önce Avrupa Komisyonu da düzensiz göç kavramını kullanmaya başladı. Bununla birlikte Komisyon, göç ve göçmen arasında bir ayrım gözetiyor: Bir durum ya da süreci ifade etmek üzere “yasa dışı” kavramı hâlâ tercih edilebilirken, göçmenler söz konusu olduğunda “düzensiz” kavramını kullanıyor.
Coğrafi sınırlama (çekince) nedir?
İlk imzalandığında “1951 yılı ve öncesi Avrupa’da meydana gelen olaylar nedeniyle mültecileri korumaya yönelik” ifadelerinin yer aldığı BM Mülteciler Sözleşmesi, 1967 Protokolü ile yeniden düzenlendi. Bu düzenlemeylezaman sınırlaması ve coğrafi şart kaldırıldı. Ancak daha önce coğrafi sınırlama beyanı ile anlaşmaya taraf olan ülkelere bu koşulu sürdürme hakkı tanındı.
Türkiye’de mülteci ve sığınmacılar
Türkiye,1967 Protokolü’ne “coğrafi sınırlama” şerhinin devamı ile taraf olan tek Avrupa Konseyi ülkesi. Yani, Türkiye yalnızca Avrupa ülkelerinden gelen sığınmacıları mülteci olarak kabul ederken, diğer ülkelerden gelenlere mülteci statüsü tanımıyor.
Türkiye’nin sürdürmekte ısrarcı olduğu “coğrafi sınırlama” şartı aralarında Uluslarası Af Örgütü’nün de bulunduğu birçok insani yardım örgütü tarafından eleştiriliyor. Bu örgütler, Türkiye’nin coğrafi ayrım yapmaksızın etkin bir uluslararası koruma imkanı sunmasını talep ediyor.

Geçici koruma, şartlı mülteci, ikincil koruma

Peki, Avrupa dışından gelenlerin Türkiye’deki statüsü ne oluyor?
Uluslararası iltica sistemi standartlarına yönelik yapılandırma çalışmalarının sürdüğü Türkiye’de, 11 Nisan 2014’te yürürlüğe giren “Yabancılar ve Uluslararası Koruma Kanunu” ülkedeki sığınma sistemine ilişkin başlıca düzenlemeleri içeriyor.
Buna göre Türkiye, Avrupa dışı ülkelerden gelen ve uluslararası koruma başvuruları olumlu sonuçlanmış kişilere üçüncü ülkelere yerleştirilinceye dek “geçici koruma” sağlıyor ve bu sığınmacıları “şartlı mülteci” olarak kabul ediyor.
Göç İdaresi Genel Müdürlüğü’ne göre, mülteci veya şartlı mülteci olarak nitelendirilemeyen, ancak menşe ülkesine ya da ikamet ülkesine geri gönderildiği takdirde ölüm, şiddet ya da başka bir tehditle karşı karşıya kalacak olan yabancı ya da vatansız kişiye ise statü belirleme işlemleri sonrasında “ikincil koruma” statüsü veriliyor.
Flüchtlinge aus Kobane 16.10.2014Suruç’ta bir mülteci kampı, 2014
Suriyelilerin durumu
BM Mülteciler Yüksek Komiserliği’ne göre, Türkiye’de Ağustos ayı itibariyla yaklaşık 3 milyon 500 bin kayıtlı Suriyeli sığınmacı bulunuyor. Ancak coğrafi sınırlama Suriyeliler için de geçerli olduğundan, hukuki statü olarak mülteci sayılmıyorlar.
Türkiye, Suriyelileri Yabancılar ve Uluslararası Koruma Kanunu’nda düzenlenen “geçici koruma” kapsamına alıyor ve “şartlı mülteci” kabul ediyor.
Güvenli ülke

İltica terminolojisinde en tartışmalı kavramlardan biri de “güvenli ülke.”
BM’ye göre, güvenli ülke kavramı ikiye ayrılıyor: Birinci kategori, mülteciliğe sebebiyet veren şartların oluşmadığı varsayılan güvenli menşe ülkeleri (Safe Country of Origin); ikincisi ise iltica arayışında olanların sığınabilecekleri güvenli ülkeleri (Safe Country of Asylum) ifade ediyor.

 

YİNE YÜZÜMÜZE GÖZÜMÜZE BULADIK! UMUDA YOLCULUK ANITI AÇILIŞINDA DEVLET YOKTU

YİNE YÜZÜMÜZE GÖZÜMÜZE BULADIK! UMUDA YOLCULUK ANITI AÇILIŞINDA DEVLET YOKTU

Avrupa’ya göçün 60’ıncı yılında, İstanbul’da açılan ‘Umuda Yolculuk Anıtı’ ilgi görmedi ve sahiplenilmedi.

Açılışta Belediye Başkanı, Bakan veya bir siyasetçi yoktu.

İlgisizliğin ve sahiplenmemenin nedeni olarak, konuya siyasi bir rengin katılışı gösteriliyor.

Yurtdışındaki 10 milyona yakın Türk’ü temsil edecek olan, böylesine önemli bir anıtın her kesime mal edilememesi, büyük bir beceriksizlik olarak niteleniyor.

Yurtdışındaki akil insanlarımız konuyla ilgili görüşlerini belirtirlerken, ‘Girişim mükemmel ama uygulama zayıf’ dediler.

İlhan KARAÇAY yazdı:

Değerli Okurarım,
1 Haziran günü sizlere sunmuş olduğum, ‘Türk işçi göçünü sembolize eden anıt İstanbul’da açılıyor’ başlıklı yazımı, umut dolu sözler ile süslemiştim ama, ‘Umuda Yolculuk’ adı verilen bu anıtın dikilmesine karşı olanlar olduğunu da ima etmiştim.
Hatta, anıtın önce Sirkeci Garı yanına dikildiğini, sonra da Fatih Belediyesi tarafından söküldüğünü dile getirmiştim. Belliydi ki, bu anlamlı ve güzel girişim, bazı kesimlere iyi anlatılamamış ve bu kesimler de, girişimi desteklememiş ve hatta baltalamıştır.
İsterseniz önce, benim de bulunmak istediğim ama bir neden ile gitmediğim, 18 haziran Cuma günü Kadıköy’de açılışı yapılan, ‘Umuda Yolculuk Anıtı’nın açılış törenini Kadıköy Gazatesi’nden aktarayım ve sonra da olumsuzluklara ve eleştirilere değineyim.

Açılış:


Başta Almanya ve Hollanda olmak üzere Avrupa’ya işgücü göçünü konu alan ‘Umuda Yolculuk’ Anıtı, dün İstanbul Kadıköy Parkı’nda açıldı. İstanbul Büyükşehir Belediyesi ile Hollanda, Belçika, Almanya ve İsveç başkonsolosluklarının işbirliğiyle düzenlenen açılışa, Türkiye’den Avrupa’nın çeşitli ülkelerine giden birinci kuşak işçilerin temsilcileri de katıldı.
Hollanda Demokratik Sosyal Dernekler Federasyonu’nun (DSDF) girişimiyle yapılan, Hollandalı gazeteci Hünkâr Ilık’ın fikrinden yola çıkarak, İzmir’den üç sanatçının (Derya Ersoy, Zafer Dağdeviren ve Ali Yaldır) tasarladığı anıt, 10 metre uzunluğunda, 3 metre genişliğinde ve 3 metre yüksekliğinde. DSDF Başkanı Nevzat Cingöz, anıtı şu sözlerle anlatıyor:
“Türkiye’den 1960’ların başından itibaren ayrılan işçiler, bir umut yolculuğuna çıktılar. Avrupa ekonomisinin yeniden inşasına katkıda bulundular. Para, bilgi ve bağlantılarıyla Türkiye’de yatırımlar yaptılar. Bu kişiler şimdi 80 yaşın üzerinde, birçoğu çoktan öldü. Bu anıtla bir dönemi kapatıyoruz. Ama bu aynı zamanda yeni bir dönemin başlangıcı…’
DİSK Genel Başkanı Arzu Çerkezoğlu da açılışta yaptığı konuşmada, Hollanda’ya göç eden gurbetçi işçilerin Hollanda işçi sınıfının parçası olduğunu hatırlattı. Çerkezoğlu, anıtın yapımına katkı veren sanatçıları, büyükelçilikleri, İBB’yi ve Hollanda’daki Türkiyelilerin derneklerini tebrik etti.
Hollanda İstanbul Başkonsolosu Bart van Bolhuis, açılışta yaptığı konuşmada her yıl farklı bir ülkenin “Umuda Yolculuk Anıtı” etrafında bir etkinlik düzenleyeceğini dile getirdi…
Açılış törenine, Wim Selles yönetimindeki SufiBach Müzik Topluluğu da ezgileriyle renk kattı.
İşte, açılış haberi böyle:
Ama ne yazık ki bu haber ulusal ana akım gazetelrinde ve televizyonlarda yer almadı.
Nasıl alsın ki?
Ne İstanbul Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu, ne bir Bakan ve ne de bir siyasetçinin yer almadığı böylesi bir açılışın medyada yer almaması normal değil mi?
Peki ne oldu da, hepimizi gururlandıracak ve duygulandıracak olan böylesi muhteşem bir anıt düşüncesi neden destek görmedi?
Bu konuda fikirlerini aldığım bazı akil insanların görüşleri şöyle:
Önce, girişime imzasını atan Hollanda Sosyal Demokrat Dernekler Federasyonu’nun eski Başkanı ve şimdiki üyesi Cezmi Doğaner’in neler dediğine bakalım. Cezmi Doğaner açılışa, şimdi ikamet ettiği Anada’dan gelerek katıldı:
‘Bana göre açılış çok güzel oldu. Tüm belediye mesupları oradaydı. Çeşitli ülkelerin Başkonsolosları da vardı. Açılışa İmamoğlu’nun katılmamasının nedeni bir başka önemli randevusunun oluşundandır. Ayrıca bu iş başından beri baltalanmıştır. Daha önce Sirkeci’ye kurulan anıt, Fatih’in AKPL Belediye Başkanı tarafından söktürülmüştür. Açılışa Bakanlar ve siyasiler davet edilmiştir.’
Doğaner’e, ‘İyi ama, bu işi baltaladıklarını belirttiğiniz kesimler, bu işe siyasi bir renk katılmış olduğunu ileri sürüyorlar. Yani, başvurulan merciler ‘Sosyal Demokrat Dermekler Federasyonu’ adını duyunca kıl olmuşlardır.’ dediğim zaman aldığım yanıt şu oldu:
‘Bizimkiler işin içine siyasi bir renk sokmak istemediler. Onlar böyle algılamışlardır’.

Cezmi Doğaner’e, ‘Demek ki iyi anlatamamışsınız ki, bugünkü açılışa hiç bir devlet yetkilisi gelmediği gibi, medyada da hak ettiği yeri alamadı’ dediğim zaman aldığım yanıt şu oldu:
Bu da sizin görüşünüz.’
İbrahim Görmez:
Hollanda’da Türk İslam Dernekleri Federasyonu ve İslam Yayın Kurumu’nun başkanlığını yapmış olan İbrahim Görmez’in bu konudaki görüşü şöyle:
‘Yıllarca ülkesinin kalkınmasına öncülük etmiş  milyonlarca  gurbetçi, zaman zaman, döviz kaynağı olmuş ve zaman zaman da ‘fabrika kuruyoruz  gelin ortak olun’  diyerek tüm  birikimlerini dolandırıcı firmalara kaptırmış idi. Tüm bu olumsuzluklara rağmen vatan sevgisinden hiç bir şey kaybetmeyen  bu insanların  varlığını, bir göç abidesi heykelinde yaşatmaya ve unutturmayanlara şükran borcumuzu bildirmiştik. Lakin, ne yazık ki yine tüm vatandaşlarımızı ilgilendiren  bu konuyu da siyasi malzeme olarak kullanmışlardır. Yurt dışında yasayan  5 milyonu aşkın vatandaşımızı sembolize eden bu isci göçü abidesinin  açılışı, maalesef  bırakın Bakanları, Belediye Reisini bile  ilgilendirmemiş olacak ki, üç beş kişi ve sendika ile bu açılışı  gerceklestirdiler. Partiler üstü ve politikalar  üstü olması gereken bu konu bizleri çok derinden yaralamıştır. Yurt dışında sadece solcular değil, her siyasi görüşten  vatandaşlarmızın  olduğu, bu kişiler tarafından ne yazık ki halen kabul görmemektedir. Şahane bir estetiğe sahip olan bu abide, kendilerini solcu olarak görenlere kutlu olsun.  Böyle bir abidenin açılışına, brakın  Belediye Başkanını, Reisicumhur’u bile getirmeniz gerekirdi.
Çok ama çok üzgünüz.’
İsterseniz, Hollanda’da Recep Tayyip Erdoğan’ın elçisi olarak bilinen, Hollanda Türkevi Araştırmalar Merkezi Başkanı Veyis Güngör’ün de, ne şiş yansın ne kebap mealindeki mesajına da bir göz atalım:
‘Avrupa’ya Türk göçünün 60’ıncı yılının kutlandığı 2021 yılında, İstanbul’da açılışı yapılan bir göç anıtı töreninde, göç alan ülkeler gibi, göç veren ülke de arzu edilir şekilde temsil edilmeliydi. Bu kadar tecrübeye rağmen, bunun olmaması, doğrusu insanı düşündürüyor.’
Genel kanaat:
Çok güzel duygularla başlatılan, türlü baltalamalar rağmen Kadıköy’de dikilen ‘Umuda Yolculuk Anıtı’nın açılış törenine gölge düşürmek haddimiz değildir.
Ne var ki, 10 milyona yakın insanı ilgilendiren böyle bir girişimin, siyasi tintli (renkli) bir kuruluş ismi yerine, geneli temsil eden ‘Hollanda Türk Kökenliler Birliği’ gibi bir isimle yapılması daha akıllı bir iş olurdu.
Aslında, bu girişimde ismi geçen Zeki Baran, ‘Türkler İçin Danışma Kurulu’nun başkanlığını yapıyor. Çeşitli siyasi ve dini görüşlerden federasyonların yer aldığı ‘Türkler İçin Danışma Kurulu’ bu girişim için en iyi isim olabilirdi.
Açılışta da görüldüğü gibi, en önemli konuklar arasında DİSK Genel Başkanı’nın yer alması ve konuşma yapması da, konuya verilen siyasi rengin ispatı olarak gösteriliyor.
İyi niyetli dostlarımız, bu girişimi keşke ‘Hollanda Sosyal Demokrat Dernekler Federasyonu’ yerine, ‘Türkler İçin Danışma Kurulu’ ismiyle yapsalardı.
Değerli okurlarım,
Amacımın, olayı küçümsemek olmadığını, aksine yüceltmek olduğunu tekrarlamama gerek yok sanırım.
Ne var ki, Almanya’da kendisinden çok söz ettirmiş bir adam, Kadıköy’deki anıtı çok önemli bulmayarak küçümsemiş Kendi yaptıkları ile övünen, başkalarının eserlerine tu-kaka diyen bu adamı ve yazdıklarını alttaki fotoğrafta göreceksiniz.