*Hollanda’da Wilders ve onun gibi ırkçı, Türk ve müslüman
düşmanı partilere karşı çıkmak için DENK’e oy verin.
*Hollanda’da, geleceğinizi düşünüyorsanız, çocuklarınızın, sizin gibi kıyıma uğramalarını istemiyorsanız DENK’e oy verin.
*Hollanda’da, sosyal ve kültürel ihtiyaçlarınızın devlet tarafından karşılanmasını istiyorsanız, DENK’e oy verin.
*Hollanda’da, vergi dairelerinin gazabına uğramak istemiyorsanız DENK’e oy verin.
*Hollanda devletinin, Türkiye ve Türkler’e karşı yanlış tutumuna karşı çıkılmasını istiyorsanız, DENK’e oy verin.
Özgür iradenize saygıda kusur etmek istemiyorum ama, hangi ideolojiye önem veriyorsanız verin, 15, 16 ve 17 mart günleri yapılacak olan Hollanda genel seçimlerinde, sandığa gitmek veya mektupla oy vermek, Hollanda halkı için ne kadar önemliyse, yabancı kökenliler için de bir o kadar önemlidir.
Hepimiz çok iyi biliyoruz ki, Hollandalı seçmen ile Türk seçmen arasında çok büyük davranış farklılığı vardır. Tabii ki istisnalar hariç. Genel duruma bakıldığı zaman, Türk seçmen spor takımı tutar gibi, siyasi parti tutucusudur. Naçizane şahsım bile, ‘Ben CHP kökenli bir ailenin çocuğuyum’ diyorum ama, haber ve yorumlarımda hep tarafsız ve objektif olmayı yeğliyorum.
Türk seçmenler genelde, siyasi partilerin programlarına değil, parti liderlerinin laf ebeliğine kulak veriyorlar. Buna karşın Hollandalı seçmenler, siyasi partilerin programlarını okuyor, televizyonlardaki tartışma programlarını izliyor, medyadan yararlanıyor ve oyunu duruma göre kullanıyorlar. Bu nedenle de, Hollanda siyasi tarihinde, tek başına iktidar olmuş bir partiye rastlamak mümkün değildir.
İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Hollanda’da yapılan seçimlerde, 150 sandalyeli parlamentoda çoğunluğu teşkil edecek 76 sandalyeyi hiçbir parti kazanamamıştır.
1945’ten bu yana, koalisyon çerçevesinde 30 kabineye 15 Başbakan liderlik yapmıştır.
Anlayacağınız, Hollandalı seçmenler, kendilerini refah içinde yaşatacaklarına inandıkları siyasi partileri seçmek için ince eleyip sık dokurlar.
Şimdi gelelim Hollanda’daki Türk kökenli seçmenlere.
Hollanda, 1986 yılında anayasada bir değişiklik yaparak, yabancı uyruklulara yerel seçimlerde, yani sadece Belediye Meclisi seçimlerinde oy hakkı tanımıştı.
Genel seçimlerde oy kullanma hakkı için, Hollanda vatandaşı olma şartı hâlâ geçerli.
1986 yılında yapılan Belediye Meclisi seçimleri öncesinde, ilk defa oy kullanacak olan Türkler’i etkilemek için, tüm siyasi partilerin lider kadroları Türk derneklerini ve camileri ziyaret etmişler ve pek çok vaatlerde bulunmuşlardı.
Türkler, sadece seçme değil, seçilme hakkına da sahiplerdi. İlk seçimde 16 Türk Belediye Meclisi’ne girme başarısını göstermişti.
Bu durumu göz önünde tutan siyasi partler, Türk oylarından yararlanabilmek için Türk aday sayısını çoğalttılar. Daha sonraki seçimlerde Belediye Meclisleri’ne seçilen Türk sayısı ikiyüzü geçti. Yani, her yerel seçimde Belediye Meclisleri’ne ikiyüzü aşkın Türk seçiliyor.
Siyasi partiler, Hollanda vatandaşlığına geçmiş olan yabancıların oylarından yararlanmak için, milletvekilliği aday listelerine de yabancı aday koymaya başladılar.
Yabancı gruplar arasında Türkler’in ağırlığı diğerlerinden fazlaydı. Zira şu anda Hollanda tabiyenine geçmiş olan Türk kökenli sayısı 350 bini buldu. 350 bin Türk kökenlinin 230 bini de seçme ve seçilme hakına sahip.
Türkler’in ve Türk kökenlilerin oylarını küçümsemek isteyen Hollanda medyası, ‘Türkler sandığa gitmiyor’ ve ‘Türkler’in yüzde otuzbeşi oy kullanıyor’ gibi yalan haberler verirken, kendi yaptığımız araştırmalarda, Türk adaylara verilen tercihli oylara baktığımız zaman, Türkler’in yüzde yetmişe yakınının oy kullandığını saptıyorduk.
Ayhan Tonca Osman Elmacı Erdinç Saçan
2006 yılında yapılan genel seçimler öncesinde, Hıristiyan Demokratlar Birliği CDA, Ayhan Tonca ve Osman Elmacı’yı, İşçi Partisi PvdA da Erdinç Saçan’ı, sözde Ermeni soykırımı kararını desteklemedikleri için adaylıktan çıkarmışlardı.
O güne kadar, Türk seçmenlerin özgür iradesine karışmazken, o günden sonra Türk seçmenlere hitaben yaptığım yayınlarda bu kuralı kaldırdım ve Türk seçmenleri, Demokrat 66 Partisi adayı Fatma Koşer Kaya’ya oy vermeye çağırmıştım. Parti lideri Alexander Pechtold, Fatma Koşer Kaya’nın, aday listesinde seçilemeyecek bir sırada olmasından hoşlanmamıştı ama Parti Kurul’u buna karar vermişti. Bu konuda Pechtold ile yaptığım görüşme de işe yaramamıştı. Artık tek şansımız tercihli oylardı. Ne mutlu ki, Türklerden gelen tercihli oylar nedeniyle Fatma parlamentoya girdi. Bu sonuç, Hollanda medyasını ve siyasetçileri çok kızdırmıştı.
Türk seçmenin özgür iradesine ikinci kez karışma nedenim, 2014 yılında İşçi Partisi’nden atılan Tunahan Kuzu ve Selçuk Öztürk’ü desteklemekti.
2014 yılında milletvekilliği yaparken İşçi Partisi ile Türkiye ve Türkler konusunda fikirbirliği oluşturamayan Kuzu ve Öztürk, partiden ihraç edilmişlerdi. Bu ikili parlamentoda, ‘Kuzu-Öztürk Grubu’ olarak faaliyet gösterdiler. Daha sonra DENK Partisi’ni kuran ikili, 2017 yılında yapılan genel seçimlere katılma kararı aldı.
Hollanda’da yaşayan Türkler, hiç kimsenin şans vermediği DENK Partisi’nin kazanması için elbirliği yaparak destek kampanyalarına katıldı.
İşte o zaman naçizane şahsım da, Türk seçmenin özgür iradesine ikinci kez karışarak, ‘Bir defaya mahsuz olsa da DENK’e oy verin’ çağrıları yaptım.
Ne mutlu ki DENK o zaman 3 sandalye kazanmıştı.
DENK Partisi, geçtiğimiz yıl üç milletvekili arasında cereyan eden özel bir olumsuzluk nedeniyle çok zedelenmişti. Tunahan Kuzu önümüzdeki seçimlerde aday olmayacağını açıklamıştı. Siyasi liderliği bırakan Kuzu’nun yerine Faslı Farid Azarkan geldi. ‘DENK Partisi öldü’ söylemleri sürerken, akil Türkler’in araya girmesi ile Tunahan Kuzu ikna edildi ve adaylığı kabul etmesi sağlandı.
Bu geri dönüş, başlangıçta ben de dahil pek çok kimseye inandırıcı gelmedi. Zira, Kuzu’nun liderliğinde olmayan ve Faslı birinin liderliğine inanmayan Türkler’in, bu partiye oy vermeleri zayıf ihtimal olarak görülüyordu.
Ama daha sonra yapılan faaliyetler ve çalışmalar gösterdi ki, Kuzu ve Azarkan ikilisi bu işi çok kolay başaracaklardı. Hollanda’da yaşanan son olaylarda, sesini çok iyi duyurmaya muvaffak olan Azarkan, yaptığı konuşmalar ile dikkatleri üzerine çekmeye başladı. Türk düşmanı Wilders ile de sıkı bir tartışmaya giren Azarkan, Türkler’in de sevgi ve sempatisini kazandı. TV’deki tartışmalarda da çok başarılı olan Azarkan’ın, Kuzu’dan geri olmadığını sadece Türkler değil, Hollandalılar da anladılar. Parlamentonun ‘En iyi konuşan adamı’ olarak gösterilen Tunahan Kuzu’ya Farid Azarkan da eklenmişti artık.
İşte, böylesi bir siyaset rüzgârının estiği Hollanda’da, önümüzdeki günlerde yapılacak olan seçimlerde, Faslılar, diğer yabancı kökenliler ve pek çok Hollandalı’nın da oy verecekleri bilinen DENK Partisi’ne, Türk kökenli seçmenlerin de oy vermesi artık kaçınılmaz olmuştur.
Gerek Hollanda’daki Türkler ve Türk kökenliler, gerekse Türkiye, Türkler ve müslümanlar için, gerektiği zaman sözcülük yapacağına inandığım DENK Partisi’ne oy vermek, en iyi seçim olacaktır.
Bu nedenle, Hollanda’daki Türk seçmenlerin özgür iradelerine bir kez daha karışarak diyorum ki:
*Hollanda’da Wilders ve onun gibi ırkçı, Türk ve müslüman düşmanı partilere karşı çıkmak
için DENK’e oy verin.
*Hollanda’da, geleceğinizi düşünüyorsanız, çocuklarınızın, sizin gibi kıyıma uğramalarını
istemiyorsanız DENK’e oy verin.
*Hollanda’da, sosyal ve kültürel ihtiyaçlarınızın devlet tarafından karşılanmasını istiyorsanız,
DENK’e oy verin.
*Hollanda’da, vergi dairelerinin gazabına uğramak istemiyorsanız DENK’e oy verin.
*Hollanda devletinin, Türkiye ve Türkler’e karşı yanlış tutumuna karşı çıkılmasını
istiyorsanız, DENK’e oy verin.
Ben, evime gelen seçmen listesindeki DENK Partisi’nin ikinci sırasındaki T.Kuzu’yu işaretleyip, mektubu postaya attım bile…
Siz de öyle yapın emi?
Kim bilir, bu belki de benim Hollanda’da yaşayan Türk toplumundan son dileğimdir.
Kalın sağlıcakla!
Çeşitli kuruluşların ayrı ayrı organizasyonları görkemli oldu
Saadet, Musiad, HTİB, HKP, Alevi Platformu, CHP Hollanda Birliği ve daha pek çok kuruluş kutlama ve mesajlar ile kadınlara sahip çıktılar.
İlhan KARAÇAY derledi:
Her yıl 8 mart günü kutlanmakta olan ‘Dünya Emekçi Kadınlar Günü’ Hollanda’da çeşitli kuruluşlar tarafından kutlandı.
Fırsat eşitliğinden de sorumlu olan Eğitim, Kültür, Bilim ve Eşit Haklar Bakanı Ingrid van Engelshoven, tüm kadınları kutlarken, ülkedeki 200 büyük şirketten sadece 13’ünün yönetim kademelerinde yeterince kadın personelin bulunduğunu açıkladı.
Bakan Engelshoven, kadın kotasına uyulması konusunda daha sert önlemler alacaklarını söyledi. Van Engelshoven, yaptığı açıklamada, şirketlerin kadın çalışanlara yönelik tutumunun hayal kırıklığı yarattığını söyledi ve söz konusu şirketleri teşhir etmeye devam edeceklerini belirtti.
Hollanda’daki çeşitli Türk kuruluşları, etkinlik yaparak ve mesaj göndererek bu günü kutladılar.
Turkish Media Center TMC’nin haberine göre, MUSİAD Kadın Kolları da bir kutlama yaptı. Düzenlenen organizeye, vakıf ve derneklerin kadın kolları başkanları ve özel kadın konuklar katıldı.
Musiad Hollanda Kadın Kolları’nın organize ettiği kutlama, Pandemi tedbirleri kapsamında kısıtlı sayıda davetlinin katılımı ile yapıldı. Bu özel ve anlamlı günde, konuşmacılar ve katılımcılar birer selamlama konuşması yaparak tüm kadınların ‘Kadınlar günü’nü kutladılar.
MÜSİAD Hollanda Başkanı Ümit Akbulut, selamlama ve kutlama konuşmasında MÜSİAD Hollanda ve Kadın Kollarının faaliyetleri hakkında kısa bilgiler verdi.
Akbulut konuşmasında; MÜSİAD ailesinde kadınların önemi ve faaliyetlerinin yanı sıra, Hollanda’da Türk toplumunun yapısını ve ticari hayatlarını yakından takip etmeye çalıştıklarını, bu bağlamda hemen hemen her sektörü kapsayacak en az 5 kişiden oluşan iş ve gelişimleri komiteleri oluşturduklarını söyledi. Sektörel, Kurumsal ve Sosyal komitelerin yanısıra Kadın, Genç ve Kobi MÜSİAD’ın faaliyetlerine başlandığını ve pandemi dönemine ragmen bu komite toplantılarını ara vermeden devam ettirdiklerini belirtti.
‘Pozitif gündemleri dışarı yansıtacağız’
Hollanda’da yaklaşık 27.000 Türk işyerinin olduğunu, bunların Hollanda ekonomisine ne kadar katkı sağladığının, Hollanda kamuoyuna çok duyurulamadığına vurgu yapan Akbulut, bu yeni yönetimleri döneminde olumsuzlukların yanı sıra başarı hikâyelerinde duyurulmasına özel önem vereceklerini belirtti.
Kadın katılımcılara yaptığı konuşmada Akbulut, ayrıca ortak sorunlar boyutunda diger tüm Sivil Toplum Kurum ve kuruluşlarla birlikte çalışma iradesi geliştirdiklerini ve bunu hayata geçireceklerini söyledi.
Geleceğimiz için mutlaka ‘oy kullanın’
Başkan Akbulut Hollanda’da yaklaşık 250 bin Türk ve yaklaşık 800 bin Müslüman’ın oy verebileceğini, alınan veya alınmaması gereken kararlar hakkında söz sahibi olabilmek ve geleceğimiz için mutlaka oyumuzu kullanalım çağrısı yaptı.
Bu özel güne ev sahipliği yapan, MÜSİAD Kadın Kolları Başkanı, Psikolog Aynur Bayram, misafirlerine yaptığı konuşma ve sunumda; Dünya Kadınlar Günü’nün öneminin yanı sıra Hollanda’daki Türk kadın ve ailelerinin sorunları hakkında kendi deneyim ve görüşlerini aktardı.
Hollanda’daki Türk toplumunun sorun ve eksikliklerinin bilindiğini ancak çözüm yollarında çok başarılı olunmadığına vurgu yapan Bayram, MÜSİD Kadın Kolları’nın diğer kurum ve kuruluşları ile birlikte hareket etmelerinin öneminden bahsetti.
‘Biz Hollandalı Türk’leriz’
Aynur Bayram, “Hollanda’da yaşayan Türk Kadınlar olarak, özümüzü unutmadan, buradaki yaşamımızda, Hollandalılara artık bizlerin de burada yaşayan ve toplumun bir parçası Hollandalı Türkler olarak kabul ettirmemiz gerekiyor. Bu nedenle MÜSİAD Kadın Kollarını kurduk ve bu misyon ve vizyonla ilerleyeceğiz” dedi.
Kadın Kolları Başkan yardımcısı Tülin Taylan da yaptığı sunumda; MÜSİAD Kadın’ın yol haritasını anlattı. Öncelikle kendi işini kurmak isteyen müteşebbis kadınlara yardımcı olmak istediklerini, mevcut iş yapan kadınların da gerçek güçlerinin ortaya çıkmasınına katkı sunmak, çocuklarımıza iyi birer örnek olmak istediklerini, bu çalışma ve katkılarında ancak birlikte hareket ederek gerçekleşebileceğini belirtti.
Bu özel güne davet edilen, Hollanda Diyanet Vakfı, Güney Hollanda Millî Görüş, Doğu Türkistan Vakfı Kadın Kolları Başkan ve temsilcileri bu günün önem ve özellikleri ile ilgili bilgi ve görüşlerini paylaştılar.
Hollanda’da Türk Toplumunu temel sorunlardan birisi olan ‘Koruyucu Aile’ konusunda görüş ve çözüm yolları noktalarında birlikte hareket edilmesinin önemi vurgulandı.
Konuşma ve sunumlar sonrası Başkan Ümit Akbulut, Kadın Kolları Başkanı Psikolog Aynur Bayram’a tüm katılımcılara verilmek üzere üzerlerinde isimleri yazılı gülleri takdim etti.
Tüm etkinlik ve konuşmalar süresinde katılımcılar maske ve mesafe tedbirlerine özen gösterdiler.
SAADET HOLLANDA KADINLAR TEŞLİLATI’NIN KUTLAMASI
Saadet Hollanda Kadınlar Teşkilatı, 8 Mart Dünya Kadınlar Günü vesilesi ile Rotterdam’da ‘Hayata Değer Katan Kadınlar’ isimli bir program düzenledi. Programda, topluma katkıları ve verdikleri büyük mücadele ile örnek olmuş olan hanımefendilere plaket takdim edildi. Pandemi koşullarına riayet edilen programa Saadet Hollanda Başkanı Ali Yücel ve farklı kesimlerden kadınlar katıldı.
Program vesilesi ile bir konuşma yapan Saadet Hollanda Kadınlar Teşkilatı Başkanı Sümeyye Bakan, ‘Kadının yaradılışı gereği, analık vasfı ile toplumu oluşturan en önemli unsur‘ olduğunu söyledi. Programda mücadeleleri ve yaptıkları hayırlı çalışmalarla hayata değer katan kadınlara teşekkür plaketi verildi.
Başkan Sümeyye Bakan, aşağıdaki anlamlı konuşmayı yaptı:
Bugün “Hayata değer katan kadınlar” adı ile gerçekleştirdiğimiz plaket töreni için bir araya gelmiş bulunuyoruz.
Öncelikle bu önemli günde, bizlerle beraber olduğunuz için katılımlarınızdan dolayı teşekkür ediyor, saygılarımı sunuyorum. Hoş geldiniz sefalar getirdiniz…
Bu programın amacı, yaptıkları çalışmalar ile örnek olan, kişiliği ve hayatı ile yol gösteren, azim, inanç ve fedakarlığı ile ilham veren kadınlarımıza teşekkür etmek,
Hayatın tüm alanlarında yer alan ve varlıklarıyla değer katan bütün kadınlarımızın da, yanlarında olduğumuzu belirtmektir.
Kadın, toplumun inşasında büyük pay sahibidir. Anne olarak, öğretmen, doktor, mühendis, gazeteci, yazar-çizer, bilim insanı olarak,….
Fabrikada işçi, tarlada köylü, pazarda esnaf, ticaret erbabı, iş kadını, yönetici olarak, toplumun her alanında çalışan, üreten, iradesini kimsenin etkisinde kalmadan, her türlü insan baskısının dışında, özgür ve özgün şekilde ortaya koyan kadınlar, daha güzel bir yarını şekillendirecek en önemli unsurdur.
Sahip olduğu özelliklerin farkında ve bu Potansiyelini; İyinin, güzelin, faydalı ve doğru olanın gerçekleşmesi için kullanan kadın, Dünyayı imar eder, medeniyeti inşa eder, toplumu ihya eder…
Bu yüzden, Kadının eğitimini, sağlığını, sosyalleşmesini ve üretime katılmasını sağlamak, bunların önündeki engelleri kaldırmak, aslında hem bireye hem de topluma yapılan en büyük yatırımdır.
Elbette Sağlık hizmeti ve nitelikli eğitim, itibarlı, güvenli ve onurlu bir yaşam, kamu hizmetlerine ve kaynaklarına eşit erişim, kadın-erkek her insanın en doğal hakkıdır.
Ancak hala Dünyada, kadın daha doğarken, sosyal yapının önyargılarına muhatap olmakta, eğitimi, sağlığı, istekleri, umutları ailede ikinci planda tutulmaktadır. Sonrasında ekonomik, sosyal, siyasal ve akademik alanda maddi manevi türlü zorluklarla karşı karşıya kalmaktadır.
Kadın, yaradılışı gereği analık vasfı ile toplumu oluşturan en önemli unsurdur. Bu nedenle kıymetli ve önemli sorumlulukları vardır. İlk mürebbiyedir.
Yapıcı, onarıcı, toparlayıcı ve koruyucu özellikleri ile ailenin bel kemiğidir. Bu yüzden geleceğimizi şekillendiren ve evde ağır işçi olarak çalışan kadınların, ev hanımlarının, “özlük haklarının verilmesi” için yapılacak düzenlemeler bir lütuf değil, en doğal hakkın teslim edilmesidir.
Bugün insanlık, “hak ve adaletin hâkim olduğu yeni bir dünyanın” hayali ve ihtiyacı içindedir.
Böyle bir dünyanın kurulumu için kadınlar olarak en üst seviyede Sorumluluğa sahip olduğumuzun bilincinde olarak, devletin ve sivil toplumun, iş ve sosyal yaşamda, kadını ve toplumu önceleyen ve destekleyen her türlü çalışmasını büyük bir memnuniyetle karşılıyoruz. Amacımız başta Türkiye’deki insanlar olmak üzere, tüm Dünya insanlığının “Saadetidir.”
Bu gün kadını; yazılı-görsel-sosyal medyada, reklamın ve tanıtımın bir unsuru, Şiddetin ve tacizin bir mağduru olmaktan çıkarıp, çalışan, düşünen, öğreten, iyileştiren, güzelleştiren, ilham veren yanının görülmesine,
Bilimin, sanatın, ekonominin, eğitimin, huzur ve barışın, sevginin öznesi olarak ülkemizin yarınlarına olan katkısının desteklenmesine hepimizin ihtiyacı var. Bu açıdan, kadınlarımızın başarılarını takdir ve tebrik etmek için, sadece 8 Mart’ın değil, her günün değerli olduğuna inanıyoruz.
Varlık gösterdiği her alanda umut olan, hayatı yenileyen “tüm kadınlarımızı” taktirle karşılıyor, yaşadığı ülkeye kattığı değerle iftihar ediyoruz.
Bu süreçte biliyoruz ki, kadınlarımızın cesareti, dirayeti ve fedakarlığı ile aşamayacağı hiç bir engel yoktur.
..Ve biliyoruz ki, kadınların değer katmadığı hayat, siyaset, ekonomi, sivil toplum eksik kalacaktır.
Ve bugün ,plaketlerini almak üzere aramızda bulunan değerli hanımefendilerle birlikte olmanın büyük onurunu ve mutluluğunu yaşıyoruz.
Bu duygu ve düşüncelerle sözlerime son verirken, katılımlarınızdan dolayı teşekkür ediyor, selam ve saygılarımı sunuyorum.’
Hollanda Saadet Bölge Başkanı Ali Yücel de bir konuşma yaptı.
Yücel şöyle konuştu:
“Saygıdeğer hanımefendiler, beyefendiler ve değerli basın mensupları. Hepinizi Allah’ın selamıyla ve saygı, muhabbetle selamlıyorum. Günün anlam ve önemine binaen düşüncelerimi paylaşmak istiyorum. Kadın iyi bir anne, iyi bir eş, iyi bir arkadaş, merhamet timsali, şefkat abidesi ve hepsinden önemlisi Allah’ın en güzel bir şekilde yarattığı zarif, nazik bir kul ve insandır.
Şefkat Peygamberi, hassas bir varlık olan kadını kristale benzetmek suretiyle onun değerine ve ona karşı ne derece dikkatli davranılması gerektiğine işaret ermiştir. Cenneti kadınların ayakları altına seren dinimiz, kadınların erkeklere Allah’ın bir emaneti olduğunu buyurmuştur. Kadın; ailenin temeli, gelecek nesillerin teminatıdır. İnsani değerlerle donanmış bir annenin yetiştireceği evlatlar geçmişte nasıl bir Ertuğrul Gazi, Fatih Sultan Mehmet, Yavuz Sultan Selim olmuşsa, yakın geçmişimizde Nene Hatun olmuş, Sütçü İmam olmuş, Seyid Onbaşı olmuş ve Necmettin Erbakan olmuştur.
Yaşamımızın doğumdan ölüme her anında varlıklarıyla onurlandığımız, ihtiyacımız olduğunda desteklerini esirgemeyen, eğiten, yetiştiren, bizi biz yapma yolunda yüreklerindeki sevgi ve şefkati karşılıksız veren, hayatımızın her aşamasında yanımızda olup bizlere güç veren, aile ve toplumun temelini oluşturan tüm kadınlarımızı temsilen şu an aramızda bulunan iki başarılı hanımefendiyi bu plaketi almaya layık görüldükleri için kendilerini kutluyorum.
Ve ayrıca, geçmişten günümüzdeki başta şehitlerimizin ve gazilerimizin anneleri ve eşleri olmak üzere, kadınlarımızı insanlığa verdikleri katkılardan dolayı en kalbi duygularımla selamlıyor, sağlık, mutluluk ve huzurlu bir yaşam diliyorum.
Kadınlarımızın yüzlerinin bir gün değil her gün güldüğü bir dünya temenni ediyor, tüm kadınlarımızın 8 Mart Dünya Kadınlar Günü’nü partimiz ve şahsım adına kutluyorum.
Bu özel programı tertipleyen Kadınlar teşkilatımıza ve bizlerle olan tüm davetlilere katılımından dolayı da teşekkürlerimi iletiyorum. Hepinizi tekraren saygı ve muhabbetle selamlıyorum.”
Konuşmaların ardından her biri kendi alanında hayata değer katan, yayın kurul üyesi ve yazar Havva Koç ile Zeynep Akhan’a plaket takdim edildi.
Program, plaket takdiminin ardından sunulan ikram ile sona erdi.
HTİB’NİN KUTLAMASI
Amsterdam’da kurulu HTİB’nin organize ettiği kutlama günü, Dam Meydanı’nda toplanarak başladı. Daha sonra HTİB Merkezi’ne yüründü ve buradaki etkinlikle kutlama yapıldı.
HTİB Başkanı Mustafa Ayrancı, kadınların ikinci sınıf insan muamelesi görmesinin ve tacize uğramalarının sona ermesini isteyen bir konuşma yaptı.
Ayrancı, ‘Kadınların ikinci sınıf insan muamelesi görmesinin tarihi, sınıflı toplumların ortaya çıkışına dayanır. Kapitalizmle birlikte geleneksel aile yapısının değişikliğe uğraması ve kadınların da çalışma hayatında yer almaya başlaması bu durumu değiştirmedi. Kadınlar çalışma hayatında ikinci plana itildi. Daha düşük ücretlerle çalışmak durumunda bırakıldı. Üstelik, çoğunlukla işgününün sonunda da ev işlevlerini yerine getirmekle sorumlu tutuldu.’ dedi.
KADINLAR GÜNÜ NASIL DOĞDU
‘8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü’, Birleşmiş Milletler tarafından tanımlanmış uluslararası bir gündür. İnsan hakları temelinde kadınların siyasi ve sosyal bilincinin geliştirilmesine, ekonomik, siyasi ve sosyal başarılarının kutlanmasına ayrılmaktadır.
8 Mart’ın ‘Dünya Emekçi Kadınlar Günü’ olarak kutlanmasını öneren Clara Zetkin ve Rosa Luxemburg’dur. Dünya Kadınlar Günü, tarihinde barındırdığı talihsiz olay nedeniyle bazı ülkelerde anma törenleri kutlanıyor. Dünya Emekçi Kadınlar Günü adı ile 1921 yılından itibaren Türkiye’de de kutlanmaya devam eden 8 Mart, ilk olarak 1975 yılında yaygınlaşmaya başladı. ABD’nin New York eyaletinde yaşanan yangın felaketinde 129 kadın işçinin
hayatını kaybetmesinin ardından, Almanya, Danimarka ve ABD gibi ülkelerde bu günün kadınlara özel bir gün olarak anılması kararı alınmıştı. Ülkelerin kararlarına tepkisiz kalamayan Birleşmiş Milletler ise, 1977 yılında yaptığı oylamadan sonra, 8 Mart’ı dünya kadınlarına armağan etti. Kadınlar Günü’nün tarihçesi, ABD’nin New York eyaletinde çalışma koşullarının iyileştirilmesini isteyen işçilerin iş bırakma eyleminden sonra çıkan yangında, 120 kadın işçinin hayatını kaybetmesine tüm dünyadan tepkiler geldi. Danimarka, Almanya ve ABD sırasıyla bu günü dünya kadınlarına özel bir gün olarak kabul edince, Birleşmiş Milletler’den de ilk adım geldi. 16 Aralık 1977 tarihinde 8 Mart’ı ‘Dünya Kadınlar Günü’ olarak ilan eden BM, aynı dönem özel gün ile ilgili yaptığı açıklamada bu günün New York’ta yanan işçilerden dolayı anıldığı belirten bir ifade kullanmadı.
Türkiye’de Dünya Kadınlar Günü
Türkiye’de 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü ilk kez 1921 yılında “Emekçi Kadınlar Günü” olarak kutlanmaya başlandı. 1975 yılında ve onu izleyen yıllarda daha yaygın, ve yığınsal olarak kutlandı, kapalı mekanlardan sokaklara taşındı. “Birleşmiş Milletler Kadınlar On Yılı” programından Türkiye’nin de etkilenmesiyle, 1975 yılında “Türkiye 1975 Kadın Yılı” kongresi yapıldı. 12 Eylül Darbesi’nden sonra cunta yönetimi tarafından dört yıl süreyle herhangi bir kutlama yapılmasına izin verilmedi. 1984’ten itibaren her yıl çeşitli kadın örgütleri tarafından “Dünya Emekçi Kadınlar Günü” kutlanmaya devam edilmektedir.
8 Mart 1857’De New York’ta Büyük Direniş
8 Mart 1857’de New York’ta yer alan bir dokuma fabrikasında çalışan 40 bin işçi, 16 saatlik işgününün 10 saate indirilmesi ve ücretlerde artış yapılması talebiyle greve başlamıştı. Kadın işçilerin örgütlediği bu grev o güne kadar yapılmış en büyük kadın eylemlerinden biriydi.
129 İşçi Yanarak Can Verdi
Kadınların örgütlediği eylemi durdurmak isteyen polis, kadın işçilere saldırmış, fabrikanın patronlarının da desteğiyle binlerce işçi fabrikaya kilitlenmişti. Bu sırada çıkan yangında içeride kilitli kalan işçilerden 129’u yanarak yaşamını yitirmişti.
ABD basını bu olaya neredeyse hiç yer vermemişti. Buna rağmen, işçilerin cenaze törenine 100 bini aşkın kişi katılmıştı.
Basında yer alanlara göre, 1910 yılında Kopenhag’da gerçekleştirilen İkinci Enternasyonal’e bağlı Sosyalist Kadınlar Konferansı’nda kadın ve emek mücadelesi masaya yatırılmıştı. Almanya Sosyal Demokrat Partisi’nden Clara Zetkin, bu konferansta yaptığı konuşmada kadınlar için bir mücadele günü belirlenmesi gerektiğini söylemişti. Zetkin’in önerisi kabul edilmiş, her ülkenin sosyalist kadınlarının her yıl aynı gün, kendi ülkelerinin işçi sınıfı örgütleriyle mutabakat içinde bir kadınlar günü düzenlemesi kararlaştırılmıştı. Söz konusu yıllarda neredeyse hiçbir ülkede kadınlara seçme ve seçilme hakkı verilmemişti. Bu sebeple, pek çok ülkede eş zamanlı kutlanacak bu günün temel olarak kadınlara seçme ve seçilme hakkı verilmesi için bir mücadele günü olarak düzenlenmesi karara bağlanmıştı. Bugün, dünyanın neresinde olursa olsun kadınlara uygulanan sömürü ve baskıya karşı mücadeleyi yükseltme amacını taşıyordu. Kadınların seçme ve seçilme hakkını alması, kadın-erkek eşitliğinin sağlanması ve emperyalist savaşa karşı mücadele, bütün dünya kadınlarının ortak mücadele ilkelerinin başında yer almaktaydı.
Uluslararası anlamda ilk emekçi kadınlar günü 19 Mart 1911’de düzenlendi. Avusturya, Danimarka, Almanya ve İsviçre’de gösterilere katılan on binlerce kadın seçme ve seçilme hakkının yanı sıra kadınlara iş ve mesleki eğitim verilmesi, çalışma alanlarında kadın-erkek eşitliği sağlanmasını talep etti. Bir kadın yazar 1911’deki gösterileri anlattığı yazısında şu ifadeleri kullanmıştı: “İlk Uluslararası Kadınlar Günü 1911’de gerçekleştirildi. Başarısı, beklenenin çok üstündeydi. Her yerde toplantılar düzenlendi. Küçük yerleşimlerde, hatta köylerde bile salonlar öyle tıklım tıklımdı ki kadınlar toplantılara katılan erkeklerden kendilerine yer vermelerini istedi. Bu gün kesinlikle çalışan kadının ne kadar militan olduğunun ilk göstergesi oldu. Erkekler evde çocuklarıyla kalırken kadınlar toplantılara koştu. Hatta o gün yaklaşık 30 bin kişinin katıldığı sokak gösterilerinde polis pankartları toplamaya karar vermişti, ancak kadınlar polise direndi.” Sonraki yıl Fransa, Hollanda ve İsveç de kadınların mücadele gününü kutlamaya başladı. Yapılan gösterilerde kadınların gündeminde her an patlak vermesi muhtemel olan dünya savaşı vardı. 1913’te 8 Mart’ta düzenlenen kadınlar günü Rusya’da da kutlandı. Çarlık Rusyası şartlarında açık gösteri düzenlemenin neredeyse imkansızdı. Ancak birkaç yıl sonra devrim saflarında savaşacak öncü sosyalistler, kadınlar gününün gizli etkinliklerle kutlanmasını, iki yerel işçi gazetesinde günün anlam ve önemini anlatan yazılar yayınlanmasını sağladılar. Hatta bu yazılarda Clara Zetkin’in dayanışma duygularını ilettiği ifadelere yer verdiler.
Dünyada Kadınlara Karşı Şiddet!
Dünyada en yaygın, ancak en az cezalandırılan durumundadır. Erkek çocuğun kız çocuğa tercih edilmesi yüzünden ya doğar doğmaz öldürülmüşler ya da erkek kardeşleri ve babalarıyla eşit derecede gıda ve tıbbi olanaklara ulaşamamıştırlar.
Küresel olarak, 15-45 yaş arası kadınlar, kanser, sıtma, trafik kazaları ve savaşlardan daha ziyade, erkek şiddetinin sonucu hayatını kaybetmekte veya sakatlanmaktadır. En az üç kadından biri dövülmüş, cinsel ilişkiye zorlanmış ya da hayatı boyunca başka türlü suistimal edilmiştir (tecavüz, kötü davranış). Bunu yapanlar genelde aileden bir üye ya da kadının tanıdığı biridir. Ev içi şiddet, bölge, kültür, etnik köken, eğitim, sınıf ve din ne olursa olsun kadınlara karşı en yaygın suistimal şeklidir.
“Dünya’da hiçbir milletin kadını, milletini kurtuluşa ve zafere götürmekte, Anadolu kadınından daha fazla çalıştım diyemez.” Bu sözler Ulu Önder Mustafa Kemal Atatürk’e ait. Söylediklerinde mübalağa yok. Zira Kurtuluş Savaşı’nın en önemli aktörlerinden biri de Türk kadını idi. Türkiye’de 8 Mart Dünya Kadınlar Günü ilk kez 1921 yılında “Emekçi Kadınlar Günü” olarak kutlanmaya başlandı. 1975 yılında ve onu izleyen yıllarda daha yaygın, ve yığınsal olarak kutlandı, kapalı mekanlardan sokaklara taşındı. “Birleşmiş Milletler Kadınlar On Yılı” programından Türkiye’nin de etkilenmesiyle, 1975 yılında “Türkiye 1975 Kadın Yılı” kongresi yapıldı. 12 Eylül 1980 Askeri Darbesi’nden sonra dört yıl süreyle herhangi bir kutlama yapılmadı. 1984’ten itibaren her yıl çeşitli kadın örgütleri tarafından “Dünya Kadınlar Günü” kutlanmaya devam ediliyor.
*Hollanda gazetesi ön kapak ile 4 sayfa yer verdi.
*Çin, Türkiye’deki 50 bin Uygur’u takip ediyor…
*Uygurlar, akrabalık ve kültür bağı nedeniyle Türkiye’yi ikinci vatan
olarak kabul ediyorlar.
*Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Çin’e taviz vermek mecburiyetinde
kalışı, Uygurlar’ı korkutuyor.
*Uygurlar, ‘Suçluların geri verilme anlaşması imzalandığı zaman,
hayati endişeyle yeniden göç etmemiz gerekecek’ diyorlar.
İlhan KARAÇAY’ın haberi:
Hollanda’nın ikinci büyük gazetesi ‘de Volkskrant’, birinci sayfada büyükçe anons ederek,
3 sayfa halinde yayınladığı haberde, ‘Türkiye’deki 50 bin Uygur, tuzağa mı düşürülecek?’ başlığını kullandı.
İstanbul’a özel olarak giden Marije Vlaskap ve fotoğraf Nicola Zolin isimli iki bayan gazeteci, Uygurlar’ın İstanbul’daki protesto yürüyüşlerini, fotoğraflar ile süsledikleri haberlerinde, Türkiye’yi ikinci vatan olarak kabul eden Uygurlar’ın, göç ettikleri ülkede kendilerini güvende hissettiklerini, ne var ki Türkiye ile Çin arasında hazırlanan bir anlaşmanın imzalanması halinde perişan olacaklarını belirtiyorlar.
Türkiye’den başka, dünyanın dört bir yanına dağılan Uygur Türkleri, ‘Suçluların iadesi anlaşmalarının’ her yerde kabul gördüğünü, Türkiye’nin de bu anlaşmaya evet dediğini ifade ederken, ‘Bu bizim sonumuz olur’ diyorlar.
Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu, 30 Aralık 2020’de yaptığı açıklamada Çin’le imzalanan ‘Suçluların İadesi Anlaşması’nın henüz Meclis’te onaylanmadığını söylemiş ve Pekin yönetiminin Uygurlarla ilgili iade taleplerinin de Ankara’da karşılık bulmadığını ifade etmişti.
Bakan Çavuşoğlu’nun açıklamasına göre; Çin’le olan bu anlaşmayı ‘Türkiye Uygurları Çin’e teslim edecek’ diye yorumlamak yanlış. Ancak Uygurlar yine de tedirgin.
Türkiye’deki Uygurlar, evlerine polis geldiğini ve ‘senin Türkiye’de başka akraban var mı?’ şeklinde notlar alıp gittiğini söylüyorlar.
Uygurlar, ‘Bizi onyıllardır Pekin’e karşı savunan Türkiye, şimdi ekonomik zorunluklar nedeniyle, Çin’e taviz vererek bize sırt çevirmiş durumda’ diyorlar.
Üç sayfalık röportajda, İstanbul’da yaşayan Uygurlar ile yapılan sorulu cevaplı söyleşilere yer verilmiş.
RABİA KADİR
Öte Yandan, Doğu Türkistanlılar’ın ‘Sürgünde Cımhurbaşkanı’ sayılan Rabia Kadir, son günlerde Uygurlar’a uygulanan şiddet olaylarının dayanılmaz hale geldiğini belirterek, başta Türkiye olmak üzere tüm dünyaya çağrıda bulundu.
Bir zamanlar Çin’in zengin iş kadınlarından, onbir çocuk sahibi Rabia Kadir, ufacık tefecik görünümüyle, koskocaman Çin’e kafa tutmuş, Doğu Türkistan’da yaşayan Uygur Türkleri için özgürlük mücadelesi başlatmış bir lider. Çocukalarının altısı Çin’de kalmışlar.
Uygur Türkleri etrafında bir pervane gibi dönüyorlar. Rabia Ana diyorlar başka bir şey demiyorlar. 73 yaşına ayak basmış olan Uygur Türkleri lideri Rabia Kadir, 2005 yılından itibaren ABD’de yaşamaktadır. ABD’ye iltica etmeden önce Çin hapisanelerinde tam beş yıl hücre hayatı yaşamış. Çocuklarından iki tanesi hâlâ hapisanede hücre hayatı yaşıyor.
İşte bu şartlarda, ülkesinden çok uzaklarda yine ülkesi ve insaları için mücadele veriyor Rabia Kadir.
İlhan KARAÇAY şeffaflığı yazdı:
KİTABIM, HOLLANDA PARLAMENTOSU KAYITLARINA ‘HEDİYE’ DİYE KAYDEDİLMİŞ. *Türk parlamenterlere verilen hediyeler kayıt ediliyor mu?
*Hollandalı parlamentere verdiğim kitap kayıt edilmiş. *Şeffaflık medeniyetin ve demokrasinin olmazsa olmazıdır.
‘Şeffaflık’, devleti ve kurumlarını hesap vermeye zorlayan en önemli mekanizma olarak anılır. Şeffaflığın olmazsa olmaz şartı, kamuoyuna doğru, açık ve güvenilir bilgileri sunmaktır.
Şeffaflığın karşıtı olan, ‘gizlilik ve kapalılık’ ise, bilgi ve belgelerin açıklanmaması veya kasıtlı olarak yanlış ve eksik izah edilmeye çalışılması ve de taleplere duyarsız kalınmasıdır.
Şeffaflığın ‘şart ve kutsal oluşunu’, gizliliğin de ‘Devlet sırrı’ diye savunulmasını anlatacak bir yığın siyasi söylem kullanabilirim ama, polemiklerden uzak durma aczine düşerek, Hollanda’daki şeffaflığa değinmekle yetiniyorum.
Geçtiğimiz günlerde, Hollanda parlamentosunda nelerin konuşulduğu hakkında arama yaparken, print edildiği zaman kilometrelerce uzun bir listede, benim adıma rastladım. Hoş, mecliste benim hakkımda çok şeyler konuşuldu ve önergeler verildi ama, bu gördüğüm bambaşka bir şeydi.
Gördüğüm, parlamenterlere hediye etmiş olduğum kitabımın kaydıydı.
2012 yılında Türkçe ve Hollandaca olarak yayınlamış olduğum, ‘Türkiye-Hollanda Arasındaki 400 Yıllık Resmi İlişkiler ve Hollanda’ya Türk Göçü’nün 50’nci Yılı’ adlı kitabımı, Hollandalı parlamenterlere de hediye etmiştim.
İşte o parlamenterler, benden hediye olarak almış oldukları bu kitabı, meclisin tutanaklarına kayıt ettirme şartını yerine getirmişlerdir.
Üstteki belgede, parlamenter Bayan M.L.Thieme’nin bildirimi görülüyor. Koyulaştırdığım satırlarda şunlar yazılı: ‘İlhan Karaçay tarafından düzenlenen ve yazılan, değeri 29.50 Euro olan, ‘Türkiye-Hollanda Arasındaki 400 Yıllık Resmi İlişkiler ve Hollanda’ya Türk Göçü’nün 50’nci Yılı’ kitabı alınmıştır.’
Bu kayıtı görünce aklımdan şunlar geçti: ‘Acaba bizim parlamentoda da böyle bir şeffaflık listesi var mı?’ En iyisi Google amcaya (!) sormaktı. Sordum ve bakın neler buldum:
Bir zamanlar Başbakanlık yapmış bir siyasetçinin, şeffaflık konusundaki haberinde bakın neler yazılı:
‘Başbakanlığı döneminde verilen tüm hediyelerin kaydını tutturmuş. Görevi devrederken bunların yine kayıtlı-belgeli bir biçimde devlete bırakılmasına karar vermiş. Yani yapılması gerekeni yapmış.
Başbakan’a, “Sizden önceki başbakanlar da bunu yapmışlar mı?” diye sordum. “Çok zor bir soru sordunuz. Söylemek istemezdim ama…” dedi ve o zor bulduğu soruyu cevaplandırırken önemli bir konuya da ışık tutacaktı. İşte anlattıkları: “Bize verilen hediyeleri aile olarak hep arşivde tutar, orada muhafaza ederdik. Sergilenecek olanlar sergilenirdi. Çankaya’da tam da ayrılacağımız günlerde görsel özelliğe sahip olanları sergilemiştik. Mücevher gibi bir takım şeyler ise kasada tutulurdu. Gerekli açıklamaları yaptıktan sonra Başbakanlık makamına geldim. İlk yaptığım iş müsteşar Kemal Maden’i çağırdım, ‘Bunları devlete iade edeceğiz, işlemleri yapın’ dedim. ‘Olur’ dedi ve 1936 yılında çıkarılan kanunu getirdi. Buna göre defterdar, bilirkişi ve bir Başbakanlık yetkilisi oturup bunları kıymetlendirecek, değerlendirecek, tutanak düzenleyecek, sonunda ben de imzalayacağım, gelecek başbakana onu teslim edeceğim. Kemal Bey, ön çalışmayı yaptıktan sonra bana, ‘Efendim bir mesele var. Şu ana kadar bu işlemin yapıldığına dair hiçbir devlet belgesi yok’ dedi. Şimdi kimsenin günahına girmek istemem. Geçmiş başbakanlardan yaşayan, yaşamayan hepsi hürmete layıktır. Belki bir yerlerde arşivde vardır onu bilemem. Yani nasıl yapılacağını kanuna bakarak çıkardı. Benim görevim vatandaş olarak kanuna uymak. Yanlış anlaşılmasın ben bunları ahlaklılık olarak söylemiyorum. Kanuna uymak ahlak değil. Bir otomobil sürücüsü kırmızı ışıkta durdu diye ahlaklı olmaz. Kırmızı ışıkta durmak ahlak değil görevdir. Hediye Kanunu’nu uygulamak ahlak değil, görevdir. Ben görevimi yaptım.
Bunu niye söylüyorum? Hediye kavramı Doğu’da rüşvetle bir şekilde özleştiyse, bir Ortadoğu ülkesine gittiğinizde, ‘hediye’ başka anlam taşır. Devlet adamı hediye almaz. Hediye Doğu’da yaygın, Batı’da değil. Başkasını bilmem ben hediye aldım, ayrılırken de hepsini kayıtlı olarak devletimize bıraktım.
Bir devlet adamı, evinde otururken almayacağı şeyi, eğer devlet adamı olarak alıyorsa çok net söylüyorum o hediye değildir. Bugün bana biri hediye verirse, bir gücüm yoksa o hediyedir. Avrupa’da ve Amerika’da, ülkelerine göre değişir ama 100 doları, 200 doları, 300 doları aşan hediye kabul edilmez. Kibir vardı, şatafat vardı onlara savaş açtım. Devlet adamı hediye alamaz diye genelge yayınladım ben. Hediye alanlar rahatsız oldular. Başbakanlığı bıraktığım gün aldığım bütün hediyeyi, milyonlarca lira tutan hediyeyi 1936 yılında çıkan kanun gereği neyse Hazineye bıraktığım için bile problem oldu. Devlet adamı hediye almaz alınan hediyelerin de hepsinin geri verilmesi lazım. Bir gün iktidar olursam, yarım bıraktığım işi tamamlayacağım. Yolsuzluklara savaş açacağım. Bir tek devlet yetkilisi yurtdışından hediye almayacak. Benim dönemim bir daha tekrar nasip olursa en küçük memurdan cumhurbaşkanlığına kadar bir tek devlet memuru hediye alamayacak, hediye görüntüsü altında rüşvet alamayacak.”
Değerli okurlarım, şeffaflık gerçekten medeniyetin en önemli şartlarından biridir. Bakınız şeffaflık nasıl tarif ediliyor:
‘Şeffaflık, saydamlık, hesapverebilirlik, demokrasiyle, demokratik işleyişle ilgilidir. Halkın ve yöneticilerin demokrasiyi hazmettiği, anladığı toplumlarda görülür. Demokratik anlayışın olmadığı ortamlarda şeffaflık, hesap verebilirlik olmaz. Otoriter yönetimlere hesap sorulmaz; aksine yönetim hesap sorar. Şeffaflık olmaz; onlar neyi ne kadar istiyorsa o kadar gösterir.
Şeffaflık özünde kamusal bir konudur. Daha ziyade devletin, kamu yönetiminin işleyişiyle ilgilidir. Ancak şeffaflık paydaşların/destekçilerin bağış ve destek verdiği STK’lar için çok daha hayatidir.’
İspanya’daki Endülüs müslümanları camilerini geri istiyor
*1492’de el konulan ve katedral yapılan Kurtuba Ulu Camii’nin geri
verilmesi için Papa’ya, İspanya Kardinalı’na ve Cordoba Piskoposu’na mektup yazdılar.
*711 yılında İspanya sahillerine gemileri ile yanaşan Tarık bin Ziyad’ın
başlattığı fetih sonrasında kurulan Müslüman Emevi Devleti, 800 yıl
içinde yer yer meydana gelen ayaklanma ve savaşlar sonrasında 1492 yılında sona ermişti.
*En son teslim olan Kurtuba’daki Ulu Cami katedral yapılmış ve Müslümanlara en büyük zulüm başlatılmıştı.
*800 Yıl hükmettikleri topraklarda şimdi camileri yok.
İspanya’da ‘Andalusya’ (Endülüs) olarak bilinen bölgede yer alan Kurtuba (Cordoba) kentinde yaşayan Müslümanlar, Papa Franciscus, Cordoba Piskoposu ve İspanya Kardinalline önceki gün birer mektup göndererek, 1492’de el konulup katedral yapılan Ulu Cami’nin kendilerine verilmesini talep ettiler.
Mektupta, Andalusya’nın en önemli camilerinden biri olan ve daha sonra katedral yapılan yeri, yeniden camiye dönüştürülerek ve büyük bir açılış yaparak namaz kılmak istediklerini belirttiler. Müslümanlar şöyle devam ettiler: ‘İspanya topraklarında, Müslümanlar ile Katolikler arasında asırlarca süren amansız savaşlar, her iki tarafta nefret oluşturmuştur. Ama, Müslümanlar, Yahudiler ve Katolikler arasında sıcak ilişkiler de yaşanmış ve akl-ı selim davranışlar ile olumlu kararlar alınmıştır. Asırlar sonra, Ulu Cami’nin bize verilmesi sayesinde, iki toplum arasındaki ilişki dostluğa dönüşecektir.’
711 yılında, şahane mimarisi ile tanınan kilisenin yarısını Katoliklerden satın alan Müslümanlar, burası küçük gelince diğer yarısını da satın almışlardı.
İspanyolcada ‘Mezquita’ olarak anılan Ulu Cami, 20 bin kişilik kapasitesi ile Avrupa’nın en büyük camisiydi.
Cordoba’daki Müslümanlar, göndermiş oldukları mektuba verilecek olan cevabı merakla bekliyorlar.
ANDALUSYA-ENDÜLÜS
Cordoba, Sevilla, Zaragoza, Toledo ve Granada (Gırnata)’yı içine alan Endülüs’e 5 yıl önce TRT ekibi ile gitmiş ve uzun röportajlar yapmıştık.
Müslümanlar’ın şimdi Papa’dan istedikleri Ulu Cami’yi, tabii ki katedral olarak inceledik.
Üç dinin birleştiği kentlerden biridir Cordoba.
Bu çeşitlilik, kente mistik bir hava katıyor. ‘Görülmesi Allah’ın emri’ iddiası ile Cami-Katedral’i, Roma lahit ve mozaiklerinin sergilendiği Alkazar Müzesi, Elhamra Sarayı’nı andıran muhteşem bahçeleri, şadırvanları, fıskiyeleri ve birbirinden güzel binaları ile Cordoba, göz kamaştırıyordu.
SEVİLLA
Geçmişin zenginliği, bugünün şıklığıyla harmanlanmış zarif bir şehirdir Sevilla. Güzelliği ile pek çok sanatçıya ilham kaynağı olan Sevilla’da, Cervantes Don Kişot kitabını yazmıştır.
İspanya’nın Endülüs özerk bölgesinin başkenti olan Sevilla, en çok nufusa da sahiptir. Sevilla, finansal ve kültürel açıdan da Güney İspanya’daki en önemli kenttir.
Sevilla, Avrupa’nın sur içi bölgesi en geniş olan şehirlerinden biridir.
GRANADA
Nevada dağlarının eteğinde kurulmuş olan Granada, 1492’ye kadar, yani İspanyollar’ın Emevi Devleti’ni teslim almasına kadar, tüccarların, sanatçıların ve bilim adamlarının rağbet ettikleri muhteşem bir yerdir.
Buradaki Elhamra Sarayı, İspanya’ya gelen turistler tarafından en çok ziyaret edilen yeridir.
Geniş bulvarları, Katedralı ve çok iyi korudukları Müslüman dönemine ait eserleriyle, ziyaret edilmesi gereken bir şehirdir Granada.
TOLEDO
Kastilya La Mancha bölgesinin merkezi olan Toledo, Madrid’e 80 kilometre mesafede.
Toledo denince akla ilk gelen şey, bir orta çağ kenti ve demir atölyeleridir.
Şehrin tüm tarihini gözler önüne seren tepelerden, Avrupa’nın en eski yerleşim yerlerinden biri olan Toledo’nun büyüleyici manzarasını seyredersiniz.Toledo’nun ünlü meydanı olan, Plaza de Zocodover, turistler tarafından sıkça ziyaret ediliyor.Buraya giden dik yokuşu daha zahmetsiz çıkabilmek için yürüyen merdivenler yapılmış.
PAPA VE AYASOFYA
Papa Franciscus, İstanbul’da Ayasofya’nın birkısmının ibadete açılmasından sonra yaptığı açıklamada, “Aklım İstanbul’da. Ben Azize Sophia’yı düşünüyorum ve çok acı çekiyorum” demişti. Şimdi aynı Papa’nın, Avrupa’nın göbeğinde sayılan katedralin camiye dönüşmesine ne diyeceği şimdiden belli gibi.
Şimdi katedral olarak kullanılan Ulu Cami’yi ziyaretimiz sırasında, önümüzdeki kadın istavroz çıkarırken, kim bilir belki de bugünleri düşünerek ben de fatiha okuyordum
“KURTUBA’NIN KALBİNE KATEDRAL DİKTİLER”
Andalusya’da yaşananlar hakkında açıklamada bulunan İslam Tarihçisi
Prof. Dr. Mehmet Özdemir şöyle diyor:
“Hıristiyan orduları Endülüs’te fethettikleri her yerde ulu camileri katedrale çeviriyorlardı. Başlarda Müslümanlar’ın kaldığı yerlerdeki bazı küçük mescitleri bırakıyorlardı. 1502’den sonra küçük mescitler de kiliseye çevrildi. Kurtuba Ulu Camii’ni de aynı şekilde katedrale çevirdiler. Çok büyük ayin ve törenlerle bunu yaptılar. Müslümanların girişine asla izin verilmedi. 1500’lerde caminin kalbinde bir katedral daha inşa ettiler. Caminin orijinal yapısını bozdular. Papaların da bilgisi dahilinde yapıldı bunlar. Papa’nın tutarlı olabilmesi için Endülüs’te ve diğer başka diyarlarda kilise veya katedrale çevrilen mescit ve camilere de üzülüyor olması gerekir.”
“IZDIRABIN İZLERİ TARİHİ METİNLERDE”
İstanbul Üniversitesi Tarih Bölümü öğretim üyesi Dr. Ersin Adıgüzel şunları söyledi:
“756’da kuruluşundan itibaren Kurtuba şehri Endülüs’ün başkentiydi. Kurtuba Ulu Camii de bu şehirde inşa edilen en büyük camiydi. 1236 yılında Müslümanlar bu şehri kaybettikten sonra cami katedrale çevrildi. Granada‘da, Valencia‘da, Toledo’da, Malaga‘da ve diğer Endülüs şehirlerindeki ulu camiler yıkıldı ve yerine katedral yapıldı. Kurtuba Ulu Camii ise yıkılmadan katedrale çevrildi. Müslümanlar o günlerde yazdıkları şiirlerde bu durumdan duydukları derin kederi dile getiriyorlardı. Onlarca, yüzlerce cami ve mescit vasfını kaybetmişti. Sadece Endülüs’tekiler değil bütün Müslümanlar bu ızdırabı duyuyorlardı. Tarihi ve edebi metinlerde bu ızdırabın izlerini kolayca görebilirsiniz.”
CORDOBA 1236’DA KİLİSE YAPILDI
Eski Ulu Cami, şimdi ise Cordoba Katedral’ı olarak anılan yere, dünyanın dört bir yanından olduğu gibi, Türkiye’den de ziyaretçi akını var. Fotoğrafta Türk mihmandar ziyaretçilere bilgi verirken.
Günümüzde ‘Córdoba Katedrali’ olarak adlandırılan Kurtuba Ulu Camii (el-Mescidü’l-kebîr, el-Mescidü’l-câmi) Endülüs dinî mimarisinin en tanınmış ve en büyük binası. Yapımını 786’da I. Abdurrahman başlattı. Endülüs’ün 1236’da Katolik Hristiyanların eline geçmesinden sonra kiliseye çevrildi. Minareleri yıkılarak çan kulesi yapıldı. Orta bölümüne 1500’lerde bir katedral eklendi. 1984‘te UNESCO Dünya Kültür Mirası listesine alındı. Müslümanlar katedralin bir bölümünün ibadete tahsisi için UNESCO nezdinde de birçok girişimde bulundu ama netice alınamadı. Şu an hem kilise olarak hizmet veriyor hem de turistik olarak gezilebiliyor.
Endülüs Devleti’nin tarihini bir habere sığdırmak tabii ki imkânsız. Bu konuda Google’de araştırma yapıldığı zaman pek çok ilginç konuya rastlayabilirsiniz.
Ama isterseniz size, TRT için yaptığımız programlardan birini sunabilirim.
Aşağıdaki linke tıklayınız ve izleyiniz.
– Etrüskler -Batı Anadolu’dan veya Karadeniz’den İtalya’ya göç ettiler,
Roma medeniyetini başlattılar.
– Endülüs-Sevilla. İspanya’da 800 yıl hüküm süren Müslüman devleti.Altın Kule.
– Almanya- Kültürümüze uygun yapılar.(Scwetsingen)
– Postdamdaki su deposu.
– Lale devri. Van Moer. Amsterdam Rijksmuseum. Alexander de Groot