Osmanlı döneminde Bakanlık yapan ve sonra da öldürülen Ali Kemal’ın küçük torunu olan Boris Johnson’ın ailesi, Çankırı’nın Kalfat köyünde yaşıyor.
Köyü ziyaret eden Johnsonlar, Türk kökenli olmaktan gurur duyduklarını söylediler.
Boris Johnson’ın, İngiltere’de üç önemli görevden sonra, adı NATO Genel Sekreterliği için geçiyor.
…ve son gelişme:Başbakanlığa yeniden getirilmesi gündemde.
İlhan KARAÇAY derledi:
İngiltere’de önce Londra Belediye Başkanlığı, Dışişleri Bakanlığı ve daha sonra da Başbakanlık yapan ve bu son görevi 6 Eylül 2022’de bırakan Boris Johnson, Jens Stoltenberg’den boşanacak olan NATO Genel Sekreterliği için, özellikle İngiltere’deki muhafazakârlar ile müttefik Ukrayna tarafından aday gösteriliyor.
NATO Genel Sekreterliği için oybirliği gerekeceği için, Johnson’ın seçilmesi zor görülüyor. Zira, Fransa’nın veto etmesi bile söz konusu. Ve de Amerika Birleşik Devletleri ABD, bu görev için Avrupa ülkelerinden bir aday düşünmüyor. ABD, yeni bir Avrupa Ordusu düşünen Avrupa Birliği’ne bu konuda sıcak bakmıyor.
Son gelişme: İngiltere ve dünyadaki medya organları, Boris Johnson’ın Başbakanlığa yeniden getirilme ihtimali üzerinde duruyor. Son 200 yıllık İngiltere tarihinde, 2022’de yaşanan siyasi krizin bir benzerine rastlanmadığı belirtiliyor. Bir yıl içinde 3 ayrı Başbakan ile yönetilen İngilizler’in, şimdi Boris Johnson’ı mumla aradıklarından söz ediliyor.
TÜRK TORUNU
Tüm dünyada ünlenen Johnson’ın, bir Türk’ün torunu olduğunu artık bilmeyen yok gibi.
İyi ama nasıl?
İşte bu sorunun yanıtını almak için çok uzun çalışmalar lâzımdı.
Ben bu çalışmayı yaptım ve bir derleme düzenledim. Almış olduğum notlar arasında, konuya ilişkin bilgiler veren pek çok yazarın isimlerini not etmeyi ihmal ettim. Bu nedenle yapmış olduğum pek çok alıntıya imza koyamadım. Özürüm kabul ola…
BORİS JOHNSON’IN BÜYÜK BÜYÜK BABASI BİR TÜK GÖÇMENDİ
Ülkesini, özellikle göçmenlik nedeniyle AB’den çıkarmada başarılı olan Boris Johnson’ın büyük büyük babası da Ali Kemal adında bir göçmendi.
1903’te İsviçre’de yatılı bir İngiliz kıza aşık olan ve sonra evlenen Ali Kemal ve Winifred Brun çifti, daha sonra İngiltere’ye taşındılar ve üç çocukları oldu. Ancak, karısının ölümünden sonra, Boris’in büyük dedesi Ali Kemal Türkiye’ye döndü ve orada Bakan oldu.
Çocuklar İngiltere’de kaldı
Ne var ki Ali Kemal, çocuklarını kayınvalidesiyle bırakıp Osmanlı İmparatorluğu’na dönüp Bakan olduktan sonra, 1922’de öldürüldü.
Ali Kemal’ın oğlu Osman Ali, adını Wilfred Johnson olarak değiştirdi ve II. Dünya Savaşı sırasında RAF pilotu olarak görev yaptı.
Oğlu Stanley, yazar ve politikacı oldu ve 1964’te sarışın Boris Johnson’ın babası oldu.
İngiltere’de önce Londra Belediye Başkanı, sonra Dışişleri Bakanı, daha sonra da Başbakan olan Boris Johnson’ın büyük büyük dedesi olan Ali Kemal Bey’i, yazımın sonunda sizlere daha iyi tanıtacağım. Ama şimdi önce Boris Johnson etrafında yaşananlara değineceğim:
İşte Boris Johnson’ın Çankırı’daki evi
Dedeleri Çankırılı olan Boris Johnson’ın, Kalfat Köyü’ndeki evi böyle görüntülenmişti. Çankırı’nın Orta ilçesine bağlı Kalfat köylüleri, Johnson’ın sülalesinin, bölgede “Sarıoğlangiller” olarak adlandırıldığını söylediler.
Köylülerinden Mehmet Ali Atmaca, Boris Johnson’ın sülalesinin, köyde “Sarıoğlangiller” lâkabıyla tanındığını ifade ederken, köy sakinlerinden Musa Şekerci, Johnson’ın büyük dedesi Ali Kemal Bey’in ilk yaşadığı evi gösterdi ve geçmiş yılarda Johnson’ın yakınlarının köyü ziyaret ettiğini anlattı. Şekerci, Johnson’ın ailesinin Almanya, İngiltere gibi ülkelerde olduğunu belirterek, özel günlerde zaman zaman köyü ziyaret ettiklerini vurguladı.
Boris Johnson’ın büyük dedesinin kapı komşusu olan Yaşar Kaya da Johnson’ın akrabalarını geçmiş dönemlerde evlerinde misafir ettiklerini belirtti. Kaya, kendisinin bu aileyi tanımadığını fakat büyüklerinin bu aile ile sıkı bağları olduğunu kaydetti.
Köy sakinlerinden 80 yaşındaki Zeynep Usta da Johnson’ın büyük dedesi Ali Kemal Bey ile tanıştıklarını fakat Boris’i tanımadıklarını anlattı.
Öte yandan İngiltere’nin Dışişleri Bakanı Boris Johnson, Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu ziyaretinin ardından gazetecilerin ‘Çankırılı mısınız?’ sorusuna, ‘Kalfatlıyım’ yanıtını vermişti.
Gazeteci Ali Kemal’in torunu Türk Kökenli Boris Johnson’ın babası Stanley Johnson’ın da, 2008 yılında Kalfat’ı ziyaret ettiğini ifade eden köy sakinleri, Boris’i de ata topraklarında misafir etmek istediklerini söylediler.
Boris Johnson: ‘İkimiz de Osmanlıyız’
Türkiye ve İngiltere yeni bir işbirliği dönemine girmişti. O zamanki İngiltere Dışişleri Bakanı Boris Johnson, bu durumu, ‘Osmanlı’nın iki torunu arasındaki bir işbirliği’ olarak nitelendirmişti.
Boris, yaptığı basın açıklamasında memleketinde olmaktan mutlu olduğunu ve sahip olduğu Osmanlı tarihinden de faydalandığını söylemişti. “Türkiye ile Birleşik Krallık arasında güçlü bir toplumu tamamen destekliyorum.” diyen Johnson, kendisini ve Türk Bakan Ömer Çelik’i işaret ederek, “Osmanlı’nın iki torunu arasındaki bir işbirliğidir” demişti.
Hemşehrileri, İngiltere Başbakanı Boris Johnson ile son derece gurur duydular
Bugün hâlâ Türkiye’de, özellikle kuzeydeki Çankırı ilinde yaşayan Ali Kemal’in torunların biri olan Mustafa Bal, bu durumdan özellikle gurur duyduğunu söyledi. “Bu aile dünya liderleri yetiştirdi. Bu bizim için büyük bir onur ve gurur duyuyoruz” dedi. Bal, bu köydeki aileye “Sarıoğlangiller” denildiğini söylüyor ve “Yani Boris Johnson’ın sarışınlığı o aileden kaynaklanıyor.” diye ekliyor. Köy muhtarı Bayram Tavukçu da Johnson’ı tebrik ediyor. Ona göre, birçok köylü Johnson’ı şahsen tebrik etmek için İngiltere’ye seyahat etmek istedi.
Boris Johnson’ın Çankırı’daki Kalfat köyü meşhur oldu!
İngiltere’de Boris Johnson’ın İngiltere Başbakanı seçilmesi dünya çapında büyük bir yankı uyandırmıştı. Boris Johnson’ın geçtiğimiz yıllarda Türkiye’ye gelerek ata toprağı olarak bilinen Çankırı’nın Kalfat köyü, bu nedenle dünya çapında meşhur olmuştu.
Johson’ın Başbakan olması Kalfat köyünün ününe ün katmıştı.
“Köyde Sarıoğlangiller derler”
Boris Johnson’ın akrabası ve köy sakinlerinden olan Satılmış Karatekin, “İngiltere gibi bir yere başbakan olması onur ve gurur verici. Gurur duyuyoruz” diye konuştu.
Boris Johnson’ın Kalfat’a gelmesini beklediklerini dile getiren Karatekin, “Babası Boris’in Kalfat’a geleceğini, işlerinin yoğun olduğu için gelemediğini söyledi. İleri bir tarihte gelecek, babası ata toprağını gördüğü için çok duygulandı ve gururlandı” dedi.
Johnson ailesinin Kalfat’ta Alibeyoğulları olarak adlandırıldığını, sonrasında ise Sarıoğlangil olarak anıldığını anlatan Satılmış Karatekin, Boris Johnson’ın sarı olmasının bundan dolayı olduğunu anlattı.
Boris Johnson’ın İngiltere Başbakanı olmasından mutluluk duyduklarını dile getiren Kalfat Muhtarı Bayram Tavukçu ise, Boris Johnson’ın akrabalarının yılda belirli dönemlerde Kalfat’a geldiklerini kaydederek, “Akrabaları geliyorlar, ailenin bir kısmı Almanya’da, bir kısmı Ankara’da, yazları bir aylığına Almanya’dan gelip gidiyorlar” diye konuştu.
Johnson’ın dedelerinin yakın komşusu olduklarını belirten Rafet Sarıcı, “Kendisi Kalfatlıyım dediği zaman biz 22 bin nüfuslu olan bir beldenin insanları çok duygulandı. Avrupa’nın en büyük devletinin başbakanı olarak ‘Kalfatlıyım’ demesi çok güzel bir şey” dedi.
Boris Johnson’ın başbakan olacağını Londra Belediye Başkanlığı döneminde tahmin ettiklerini söyleyen Sarıcı, “Yolunun açık olduğunu Londra Belediye Başkanı olduğu dönemde biliyorduk. Çok şükür de tahminlerimiz oldu” ifadelerini kullandı.
Kalfat Köyü Muhtar Azası İbrahim Aksu, “Köylünün başbakan olması hissedilmez yaşanır. Büyük bir gurur, Osmanlı torunu İngiltere’yi yönetmeye talip olup kazandıysa, bundan daha büyük bir sevinç olabilir mi? Mutluluk duyuyoruz, kendisini buraya davet ediyoruz” diye konuştu.
Boris Johnson ile birebir iletişim kurmayı denemediklerini söyleyen Aksu, “Babası 2008 yılında geldiğinde onun da gelmeyi istediğini duyduk. Vakit bulup gelemedi. Geleceğini biliyoruz” dedi.
Gurur kaynaklarının olduğunu aktaran köy sakinlerinden Ahmet Demir, “Başbakan olması çok sevindirici, kendimiz olmuş gibi sevindik” şeklinde konuştu.
Boris Johnson’ın akrabalarının aile boyu okulda başarılı olduklarını anlatan Demir, “Hemen hemen her sınıfta başarılılardı. İleri zekalılık durumları vardı. Tüm derslerde elleri kaleme yatkın şekilde öğretmen soru sorduğunda ilk cevap verenlerden olurlardı. Tabir yerindeyse ‘zehir’ gibilerdi” dedi.
Demir, Boris Johnson’ın başbakan olduğuna şaşırmadığını ve sülaleden gelen zekiliğin devam ettiğini söyledi.
Eski Belediye Başkanı İngiltere’de görüşmüş.
2012’de Londra ziyaretinde Johnson’la görüşen 2009-2014 yılları arasında Kalfat Belediye Başkanlığı yapan Mustafa Bal’ın, Johnson ile çekilmiş hatıra fotoğrafı bile var.
Dünya basının dikkatini çekti.
Dünya’da önde gelen haber ajanslarından Reuters’da Boris Johnson’ın Başbakan seçilmesiyle “Türkler, Osmanlı Torunu’nun İngiltere lideri olmasından memnun” başlığını atarak dünyanın gündemine oturmuştu.
‘Türk büyük dedem başbakan olduğumu görseydi bundan gurur duyardı’
Johnson büyük dedesinin de Türk ve Müslüman olduğunu vurgulayarak, “Eğer kendisi bugün benim bu ülkenin başbakanı olacağımı görseydi bundan çok gurur duyardı” diyerek İslam karşıtı fikirlerinin olmadığını savundu.
Boris Johnson’ın Çankırılı hemşehrileri üzgün: Köyümüzü iyi temsil ediyordu!
İngiltere Başbakanı Boris Johnson’ın istifası Çankırı’nın Orta ilçesine bağlı Kalfat köyündeki hemşehrilerinin keyfini kaçırmıştı. Köy sakini Satılmış Karatekin, “Gerçekten çok üzüldük. Köyümüzü yurt dışında çok güzel temsil ediyordu. Köyümüzde sevinçle karşılanmıştı Boris kardeşimizin seçilmesi” dedi.
Ali Kemal’in babası Hacı Ahmet Rıza Efendi, 1813 yılında Kalfat’ta doğdu.
Johnson’ın büyük dedesi Ali Kemal, bir Osmanlı gazetecisi ve politikacısıydı. Damat Ferit Paşa hükümetinde üç ay İçişleri Bakanı olarak görev yaptı. Aynı zamanda Eğitim Bakanıydı.
O zaman Millî Mücadele aleyhine sert tutumlar gösterdi. Türk Kurtuluş Savaşı‘nın zaferinden sonra İstanbul‘da tutuklanarak İzmit‘te Nurettin Paşa‘ya bağlı askeri birliklerce linç edildi. Ermeni yanlısı olarak görülen bazı yazılarından dolayı düşmanlarınca “Artin Kemal” şeklinde adlandırılır. Mustafa Kemal‘e ve Millî Mücadele’ye muhalifliği nedeniyle pek çok insan tarafından “hain” olarak damgalanmıştır.
Ali Kemal, Türk Kurtuluş Savaşı’nda (1919-1923) bir rakipti ve Avrupa’da sürgünde yaşadı.
İlk yılları ve öğrenimi
1867 yılında İstanbul‘un Süleymaniye semtinde doğdu. Asıl adı Ali Rıza’dır. Ali Kemal ismini Vatan şairi Namık Kemal‘i çok sevdiği için almıştır. Babası, Çankırı’nın Orta ilçesine bağlı Kalfat beldesinde doğmuş, İstanbul’da mumculuk işine girerek mumcular esnafı Kethüdası olmuş Hacı Ahmed Rıza idi. Ali Kemal, İstanbul’da Mülkiye Mektebi’ne girdi. Dört yıllık dönemin son yılında buradan ayrılarak Fransızca‘sını ilerletmek amacıyla 1886’da Paris‘e gitti. Ertesi yıl Fransa‘dan Cenevre‘ye geçti ve 1888’de İstanbul‘a döndü. Yeniden Mülkiye Mektebi’ne başladı ve Avrupa’da gördüklerinden etkilenip bir öğrenci derneği kurdu. Kurduğu dernek kapatıldıktan sonra yeniden bir dernek kurma taşebbüsünde bulununca dokuz ay hapis yattı. Hapisten çıktıktan sonra Temmuz 1889’da Halep‘e sürgün edildi.
Halep Sürgünü ve Paris yılları
Halep‘te kaldığı yıllarda Halep İdadisinde Türk dili ve Osmanlı edebiyatı hocalığı yaptı. Halep‘teki durgun hayata fazla dayanamadı ve 1895’te izinsiz İstanbul’a döndü. Bunun üzerine hakkında tekrar sürgün kararı çıkınca Jön Türklerin bir çeşit karargahı hâline gelmiş bulunan Paris’e tekrar gitti (1894). Paris’te bulunduğu sırada Jön Türkler ile II. Abdülhamit arasında ara bulucu bir çizgi izlemeye çalıştı. Bu ara buluculuk rolünü hafiyelik noktasına vardırdığı sonradan ortaya çıkmıştır. Mizancı Murat‘ın Jön Türk hareketinden ayrılmasından sonra Ali Kemal de bu hareketten ayrıldı.
Ali Kemal, Paris’te bir yandan siyasal bilgiler okuyor, bir yandan da gazetecilik yapıyor, İstanbul‘daki İkdam gazetesine Paris izlenimlerini anlatan batı kültürüne hayranlık ile yoğrulmuş yazılar ve çeviriler gönderiyordu. İkdam’da kendi röportajlarıymış gibi kaleme alınmış pek çok yazının Fransız basınından çeviriden ibaret olduğunu sonradan Hüseyin Cahit tarafından ortaya çıkarılmış ve bu hadise ikisi arasında Ali Kemal’in ömrünün sonuna kadar sürecek bir polemiğin başlamasına neden olmuştur.
Brüksel katipliği, Mısır yılları, ilk evliliği
1897’de Brüksel Elçiliğinde ikinci kâtipliğe atandı. İttihatçılardan çekindiği için İstanbul’a dönemiyordu. 1899’da Siyasal Bilgiler diplomasını alması sonrasında, II. Meşrutiyet‘in ilanına kadar Mısır‘da yaşadı. Kahire’de Mısırlı bir prense ait bir çiftliği idare ediyordu. 1903 yılında yaz tatili için gittiği Londra’da Winifred Brun adlı bir İngiliz hanımla evlendi.[3] Bu evliliğinden Selma adında bir kız, Osman adında bir erkek çocuğu dünyaya geldi. Oğlunun doğumunun hemen ardından eşini kaybetti. II. Meşrutiyet’in ilanından bir gün önce İstanbul‘a döndü.
31 Mart Olayındaki rolü
İstanbul‘da İkdam gazetesinin başyazarlığının üstlenen Ali Kemal, bir yandan da Darülfünun‘da Edebiyat Fakültesi‘nde siyasi tarih dersleri veriyordu. İlk siyasi partilerden birisi olan Osmanlı Ahrar Fırkası‘na girdi. Ali Kemal’in İstanbul‘a döner dönmez padişahın huzuruna çıkmış, padişahın iltifatlarını ve verdiği paraları kabul etmişti; bu durum İttihatçıların tepkisine neden oldu. O da yeni eleştiri hedefini İttihat ve Terakki Cemiyeti olarak belirledi ve İkdam gazetesinde Cemiyet’e karşı ağır eleştiriler içeren başyazılar yazmaya başladı. Hemen bütün çevresiyle sürekli kavga hâlindeydi. Sınıfta öğrencilere Fransa‘daki siyasal liberalizmi hararetle övüyor, kendisiyle aynı fikirde olmayan kişilere şiddetle saldırıyor, gençlerin öfkesini bunlara yöneltmeye çalışıyordu. Ali Kemal’in tahrikleri 31 Mart Olayı‘nın çıkmasında etkili oldu. Serbesti gazetesi başyazarı Hasan Fehmi Bey‘in öldürülmesinin ertesi günü olan 7 Nisan 1909’da Darülfünun’da kalabalık bir topluluğa yaptığı konuşmadan sonra bu konuşmanın etkisinde kalan Darülfünun hocaları ve öğrencileri katillerin yakalanmasını istemek üzere Bâb-ı Âli‘ye yürümüşler; sayıları onbinlere ulaşan kalabalığın üstüne ateş açılması sonucu birkaç yüz kişi yaralanmıştı. Ertesi günkü cenaze sırasında da devam eden olayların ve 31 Mart ayaklanmasına dönüşmesi üzerine Selanik‘ten gönderilen Hareket Ordusu İstanbul’a gireceği sırada Ali Kemal yeniden Paris‘e kaçmak zorunda kaldı (1909). Bu arada Mülkiye‘deki görevine son verilmişti.
Peyam gazetesi, ikinci evliliği
İttihat ve Teraki Yönetiminin iktidardan uzaklaşmasının ardından 1912 affıyla İstanbul’a geri gelen Ali Kemal, İkdam gazetesinde başyazar olarak yazılarına devam etti ancak altı ay sonra hükûmet Bâb-ı Âli Baskını ile devrilince Viyana’ya sürüldü. Üç ay sonra İstanbul’a döndü. 14 Kasım 1913’te Peyam gazetesini yayınlamaya başladı, başyazarlığını üstlendi. İlk başyazısı “Peyamımız, Meramımız” başlığını taşıyordu. Mülkiyedeki hocalığı da geri verilmişti. Mektepler Nazırı Zeki Paşa’nın kızı Sabiha Hanım ile evlendi.[4] Bu evliliğinden Zeki adında bir oğlu dünyaya geldi. Ocak 1913’te İttihat ve Terakki‘nin gerçekleştirdiği askerî darbe olan Bâb-ı Âli Baskını’ndan sonra tutuklandı.
I. Dünya Savaşı yılları
Ali Kemal, 22 Temmuz 1914’te, I. Dünya Savaşı‘nın başladığı sıralarda, İttihat ve Terakki’nin baskısıyla gazetesini kapatmak zorunda kaldı. Siyasetle ilgilenmeyip öğretmenlik ve tüccarlıkla geçinmeye çalıştı. Bu tutumu 1918’de İttihat ve Terakki liderlerinin bir Alman denizaltısına binip Türkiye‘den ayrılışına kadar sürdü.
Kurtuluş Savaşı yılları
Ali Kemal, Mondros Ateşkes Antlaşması‘nın imzalanmasından sonra 14 Ocak 1919’da yeniden faaliyete geçen Hürriyet ve İtilâf Fırkası‘nin genel sekreteri oldu. 4 Mart 1919’da kurulan Birinci Damad Ferit Paşa hükûmetinde Maarif Nazırlığı (Eğitim Bakanlığı), bu hükûmetin Mayıs’ta istifasının hemen ardından kurulan ikinci Damad Ferit Paşa hükûmetinde ise Dahiliye Nazırlığı (İçişleri Bakanlığı) görevine getirildi. Bu görevde iken Kuvâ-yi Milliye ve Mustafa Kemal Paşa aleyhine emirler yayımladı. İngiliz Muhipler Cemiyeti’nin kurucularından birisi oldu. Hükûmet içinde çıkan bir anlaşmazlık yüzünden 26 Haziran 1919’da bakanlıktan istifa etti.
Darülfünun‘da ders vermeye devam eden Ali Kemal, 1922 Mart ayında Darülfünun öğrencilerinin istifaya davet ettiği dört öğretim elemanı arasındaydı. Öğrencilerin verdiği kararın gerekçesi, hocaların, bağımsızlık, kutsiyet, milliyet hislerine yabancı oluşları, saldırgan şahsiyetleri ile kamu vicdanında mahkûm edilmiş olmalarıdır. Öğrencilerin tepkileri üzerine Ali Kemal ve Cenap Şahabettin 3 Eylül 1922’de Meclis-i Vükela kararıyla görevlerinden azledildi.[5]
Ali Kemal, bakanlığı sırasında başyazarlığını Refik Halit ile Yahya Kemal’in üstlendiği Peyam-ı Sabah gazetesinin başyazarlığına bakanlıktan ayrıldıktan sonra döndü. Bu gazete, Peyam gazetesi ile ve Mihran Efendi’nin sahibi olduğu Sabah gazetesinin birleştirilmesiyle 1920’de kurulmuştu. Yazılarında acımasız eleştirilerini İttihat ve Terakki’nin devamı olarak gördüğü Anadolu hareketine yöneltti. Ancak Büyük Taarruz‘un başarılı olup, İzmir‘in kurtulmasından sonra 10 Eylül 1922’de “Gayelerimiz Bir İdi ve Birdir” başlıklı bir yazı yazarak yanıldığını söyledi.
Öldürülmesi
Nureddin’e nasıl olduğunu sordum. Kemâl-ı fahr ile yüksek perdeden, göğsünü kabartarak hikâye etti : ‘İzmit’e getirdiler. Aldım. İstintak ettim. Hakaret ettim sonra da asker ve ahaliden bir kalabalık toplamalarını emirerlerime emrettim. Topladılar. Beklesinler, Ali Kemâl’i çıkartacağım, hemen üstüne üşüşsünler, sopa ile, taşla, yumruk ile gebertsinler, dedim. Öyle yaptılar. Sonra da oraya astım.’ dedi. Oh… Bu bir cinayet idi. Hem de bunu bir ordu kumandanı yapıyordu. Bir kumandanın Türk askerliğine böyle bir leke sürmesini bir türlü çekemedim. Bu iş bana pek acı geldi.
Kurtuluş Savaşı’nın kazanılmasının ardından Ankara Hükûmeti, İstanbul polisinden Ali Kemal’in tutuklanıp yargılanmak üzere Ankara‘ya gönderilmesini istedi.
4 Kasım 1922 günü, Teşkilat-ı Mahsusa mensubu birkaç kişi Ali Kemal’i Tokatlıyan Oteli‘nde gittiği berber dükkânından kaçırarak İstiklal Mahkemesi‘ne çıkarılmak üzere Ankara‘ya götüreceklerini bildirdiler. Ancak Ali Kemal, İzmit‘te bölge kumandanı Sakallı Nurettin Paşa‘ya teslim edildi. Nurettin Paşa ile görüştükten sonra dışarı çıkarken kumandanlık karargahı önünde toplanan ahali tarafından linç edildi (6 Kasım 1922). Kafası çekiçlerle ve taşlarla kırılarak öldürüldü. Çıplak vücudu ayaklarına ip bağlanarak sokaklarda dolaştırıldı. Asılan cesedi, İsmet Paşa‘ya gösterildi. Lozan’a gitmekte olan İsmet İnönü‘nün bu durum karşısında sinirlenmesi üzerine Ali Kemal’in ölü bedeni apar topar kaldırıldı. İzmit’te defnedilen Ali Kemal’in mezarı, başına bir mezar taşı veya herhangi bir işaret konulmaması sebebiyle zamanla ortadan kayboldu; uzun araştırmalar sonunda 1950’lerde yeri tespit edilebildi.[2] Falih Rıfkı Atay’a göre Atatürk, Ali Kemal’in öldürülüş şeklinden tiksinerek bahsederdi.
Mezarı
Defin yerini Ocak 1950’de Vatan gazetesinin İzmit muhabiri Cevdet Yakup Baykal buldu. Bunun üzerine “Ali Kemal’in bir mezarı olabilir mi?” diye ateşli bir münakaşa açıldı. Vatan eski bir yazarın vatan haini hâline düştüğünü, linç neticesinde işkenceler çektiğini ve ceza borcunu ödediğini, kendisini ve ailesini bir mezardan mahrum bırakmanın doğru olmadığını ileri sürdü. Nihayet Ali Kemal bir mezar sahibi oldu.
Ali Kemal gazeteciliğinin yanı sıra çeviriler de yapmış, “Ömrüm” adıyla yazdığı anılarını
1914’te Peyam-ı Edebi’de (22 tefrika olarak), sonra da Peyam-ı Sabah‘ta (32 tefrika) yayınlamıştır. Ömrüm, 1985 yılında Ali Kemal’in ikinci eşinden oğlu olan ve Türkiye’nin Bern, Londra ve Madrid büyükelçiliklerini yapmış (ve karısı 1978’de Madrid’de ASALA tarafından öldürülen) Zeki Kuneralp tarafından kitap hâlinde yayınlandı. Bu kitapta, “Ömrüm Sonrası” başlıklı bir bölüm ve bazı ekler de bulunmaktadır. (Ali Kemal: Ömrüm (Yayına hazırlayan Zeki Kuneralp), İsis Yayıncılık, İstanbul, 1985)
Dışişleri Bakanlığı‘nda AB Genel Müdür Yardımcılığı yapan (ve o dönemde AB Komisyonu Türkiye Temsilcisi olan Karen Fogg ile ilginç yazışmaları ile gündeme gelen) Selim Kuneralp, Ali Kemal’in torunudur. Selim Kuneralp Stokholm Büyükelçiliği ve Seul Büyükelçiliği’nden sonra Dışişleri Bakanlığı Müsteşar Yardımcılığı görevini yürütmüş, AB Daimi Temsilciliği görevinde bulunduktan sonra Bakanlık müşavirliğine getirilmiştir.
Ali Kemal’in ilk eşi olan İngiliz hanımından olan öz torunu Stanley Johnson‘ın oğlu olan Boris Johnson İngiliz Muhafazakâr Parti parlamenteri olup, bir dönem ‘The Spectator‘ dergisinin Genel Yayın Yönetmenliğini yapmış ve 1 Mayıs 2008 tarihinde Muhafazakâr Parti adayı olarak Londra belediye başkanlığı seçimini kazanıp bu görevini 2016 yılına kadar sürdürmüştür.] 23 Temmuz 2019 tarihinde partinin başkanı olarak görevlendirilmiş ve Birleşik Krallık Başbakanlığı kesinleşmiş, bu vesileyle Ali Kemal’le olan bağı yeniden gündeme gelmiştir.
Son olarak Türkiye Gazeteciler Cemiyetinin meslek şehidi gazeteciler listesi içinde yer almasıyla şehit sayılıp sayılamayacağına dönük tartışmaların alevlenmesiyle, Ali Kemal’in gündemdeki yerini 80 yıl sonra hâlâ koruduğu görülmektedir.
MADALYONUN DİĞER YÜZÜ OLABİLİR Mİ?
Ali Kemal, Vatan haini miydi, günah keçisi mi?
Yeşim Çobankent, 4 Ekim 2009’da şunları yazmıştı:
Terakki ve Milli Mücadele karşıtı görüşleriyle sivrilen gazeteci-yazar Ali Kemal’in ismi, Türk siyasi literatürüne bir tür küfür olarak girdi. Linç edilişinin üzerinden neredeyse yüz yıl geçti ama adı güncelliğini yitirmedi, vatan hainliği ve işbirlikçilikle özdeşleşti.
Sakallı Celal, Tanıdığım Nâzım Hikmet, Tevfik Fikret ve Haluk Gerçeği, Ziya Gökalp’i Tanımak kitaplarının yazarı gazeteci Orhan Karaveli, Ali Kemal hadisesine farklı bir yaklaşım getiriyor. Yaklaşık 2 yıllık bir çalışmanın ürünü olan “Ali Kemal… Belki de Bir Günah Keçisi…” kitabını yazarken eşi başta olmak üzere yakınlarının tepkisiyle karşılaşmış. “Vicdan sahibi bir gazeteci olarak bu konunun başka yönleriyle düşünülüp yeniden ele alınmasını istedim” diyor. İşte Orhan Karaveli’nin ağzından, hainliği dışında hakkındaki her şey unutturulan Ali Kemal…
Herkes Milli Mücadele’ye karşı çıktığını, vatan haini ilan edildiğini ve bu yüzden linç edildiğini biliyor. Bu kadar. Ben çok Atatürkçü bir insanım, adını temize çıkarmaya çalışmıyorum. “Vatan haini değildi” de, “Başına gelenleri haketmiş” de diyemem. Yanlış kesilmiş bir hesabı, belli bir adalet duygusuyla yeniden ele aldım sadece. Bence Kurtuluş Savaşı’na karşı çıkarak yanlış tarafta durmuştur.
Orijinal, trajik ve çok kendine özgü bir karakter. Sportmen, maceraperest, romantik, şık ve çok dil bilen bir entelektüel. Her konuda çarpıcı fikirleri var, çok kavgacı. Tarihçi Andrew Mango, “İngiltere’de yaşasaydı küfürbaz bir gazeteci olurdu” diyor. Çok verimli, aynı anda çok farklı konularda üç-dört yazıyı birden hatasız yazıyor. Operadan borsaya, güreşten Nobel’e, Kürt sorunundan çocuk yetiştirmeye kadar geniş bir ilgi alanı var. 1000’den fazla makale yazmış, 3 tane romanı var. Sosyal yaşamla da ilgileniyor. Mesela evlenmeden beraber yaşanabileceğini tartışıyor. Damat Ferit Paşa Hükümeti’nde Milli Eğitim Bakanlığı yaptığı sırada kızların erkeklerle birlikte okuması için gayret sarf ediyor. Din taasubuna karşı ve yüzü Batı’ya dönük biri. Keşke Mustafa Kemal’e ve Kurtuluş Savaşı’na karşı daha dikkatli olsaydı. “Ben Türk halkını tanımamışım, ondaki yaşama duygusunun bu kadar güçlü olduğunu fark etmemiştim” diyor ve yanlış yaptığını kabul ediyor.
EN PARLAK YAZAR OLURDU
Ali Kemal gibi birine yaşama imkanı verilseydi, mücadeleye çok faydalı olurdu. Belki de Cumhuriyet döneminin en parlak yazarlarından olacaktı. Yurdunu ve halkını seven ama pek iyi tanımayan biri. Hayatının yarısını yurtdışında geçirmiş. Paris, Halep, Mısır, Cenevre, Londra ve Viyana’da yaşamış. İçişleri Bakanlığı yapmış ve Sorbonne’da edebiyat dersleri vermiş.
Onu gençliğinden beri tanıyan ve nihayet ölüsünü de gören Yahya Kemal; “Vatan haini olamaz. Onun kusuru Türk milliyetinin özelliklerine ters bir görüşü inat ve ısrarla devam ettirmesidir” diyor. Kimseden para aldığına ya da birini ihbar ettiğine dair bir belge çıkmamıştır ortaya. Bana göre Mustafa Kemal canını dişine takmış savaşırken, “Yunan ordusu senden güçlüdür” demesi suçtur ama kanun nazarında suçu kesinleşmemiştir. Üstelik yakalandığında İzmit’te açık açık “Ben yanılmışım, bundan sonra Mustafa Kemal’in davası için çalışacağım” dedi.
LİNÇ DEĞİL PLANLI CİNAYET
Ali Kemal, 4 Kasım 1922’de İstanbul’dan kaçırılıp Ankara’ya yargılanmaya götürülürken 6 Kasım’da İzmit halkının galeyana gelmesi sonucunda linç edilmemiştir. Sabıkalı bir asker olan ordu kumandanı Nurettin Paşa’nın halkı kışkırtıp organize etmesiyle öldürülmüştür. Apaçık bir cinayet. Olayın tanıkları da dahil pek çok insan bu konuda hemfikir. Ankara Hükümeti o günün atmosferi içinde Ali Kemal’i korumayı başaramamıştır ne yazık ki. Biraz daha tedbirli olunabilirdi, Nurettin Paşa bu olaydan sadece birkaç hafta önce İzmir’deki Rum-Ortodoks Metropoliti Hrisostomos Efendi’yi de linç ettirdi. Dengesiz ve sadist biri. Onun davranışları, devrime gölge düşürdü.
İstiklal Mahkemeleri, fikirleri yüzünden kimseyi asmadı. 13 gazeteciyi 150’likler listesiyle yurtdışına gönderdi, çoğu geri geldi zaten. Kanaatime göre Ali Kemal planlandığı gibi Ankara’ya götürüp yargılansaydı belki hafif bir hapis cezası alır ve yurtdışına sürülürdü.
NEDEN YALNIZ ALİ KEMAL
Ya Ali Kemal’in hainliğini tartışalım, ya da bütün hainleri ortaya dökelim! Neden yalnız Ali Kemal?
Rıza Tevfik sonuna kadar Atatürk’e karşı çıktı. Yazılarında, “Doğuştan suçlu ve siyasi mecnundur” dedi. Ali Kemal için “Hazreti İsa gibi kendini kurban etti ama bizi kurtardı” diyor. Olaydan sonra da sanki bavulunu önceden hazırlamış gibi karısını ve oğlunu bırakarak kaçıyor. Refik Halit hemen sırra kadem basıyor. Padişah Vahdettin de Ali Kemal’in öldürülmesinden sadece birkaç gün sonra İngilizlere sığınıyor. Onun öldürülmesi diğerleri için bir işaret fişeği sanki.
Ali Kemal bir günah keçisi ve paratoner haline getirildi, bu da herkesin işine geldi. 53 yaşındaki bir insanı hayatının sadece son üç yılıyla mı değerlendirip yargılayacağız? Bu adam 16 yaşından itibaren Paris’ten yazı gönderen biri. Güme gitmiş bir Osmanlı aydını. Açıksözlü ve eleştirel bir Türk aydınını tek bir boyutuyla ele almak haksızlık. Türkiye bu meseleyi enine boyuna ele alabilecek bir demokratik olgunluğa henüz erişmedi ama erişmeli. Ali Kemal’i diriltmek mümkün olmadığına göre mesela Kültür Bakanlığı onunla ilgili bir seminer düzenleyebilir. 90 sene halının altına süprülen bu konu artık tartışmaya açılsın ve halıyı daha fazla çürütmesin.
************************
İNGİLTERE’NİN TÜRK ASILLI BAŞBAKANI BORİS JOHNSON, ‘SAKAR VE DAĞINIK’ MI, YOKSA ‘BECERİKLİ’ Mİ?
15 May 2021
Günlük faaliyetlerini görüntülemek için üç fotoğrafçı istihdam eden Johnson’un, çekilen fotoğraflarına baktığınız zaman, sakar ve dağınık görünümlü oluşunun aksine çok becerikli ve çalışkan olduğu görülüyor.
Bu beceri ve başarının, Türk kökenli olup olmadığına bağlı olup olmadığına bakıldığı zaman, Milli Mücadele aleyhinde olan ve hain suçlaması olan dedesi Ali Kemal Bey’e benzeyen bir yanı bulunmuyor.
İlhan KARAÇAY yazdı:
İngiltere’ye Başbakan olarak seçildiği, hatta Londra Belediye Başkanlığı yaptığı yıllardan bu yana, Türk kökenli olduğu söylentisi nedeniyle, Türk kamuoyunun ilgisini çeken Boris Johnson, çeşitli eksantrik davranışları nedeniyle ününe ün katmaya devam ediyor. Korona salgını hakkında söyledikleri ve yaptıkları, ikamet ettiği Başbakanlık konutuna eşinin yaptığı abartılı masrafları ile göze batan Johnson, şimdi ise becerikliliği ve çalışkanlığı ile göze hoş gelmeye başladı.
Boris Johnson gibi sakar ve dağınık bir görünüme sahip birinin, basın fotoğrafçılarından veba gibi kaçınmasını beklersiniz ama, durum tam tersi. İngiltere Başbakanı, tüm faaliyetlerinin titizlikle kaydedilmesi için üç fotoğrafçı istihdam etti. Bu üç fotoğrafçı, patronlarının günlük çalışmalarını görüntüleyip bir katalog haline getirdiler. Bu fotoğrafları görenler, küçük dillerini yutacak kadar şaşırdılar. Zira karşılarında, hiç tahayyül etmedikleri bambaşka bir Johnson buldular.
Çekilen fotoğraflarda Johnson’un el attığı işler şöyle sıralanıyor: Barmen, otobüs şoförü, kreş bakıcısı, dağıtım görevlisi, bisiklet tamircisi, dondurmacı, peynir yapımcısı, kantin çalışanı, yengeç avcısı, laborant, arazi ölçümcü, öğretmen, depo çalışanı, duvar ustası, ortaokul öğrencisi, boru tamircisi, posta dağıtımcısı, aşı lokali çalışanı, koyun çobanı, ressam, temizlikçi, badanacı, marangoz, çiçek bahçesi çalışanı, buzlukta aşı taşıyıcısı, aşı imalatçısı, aşı test çalışanı ve futbolcu.
ÖZGEÇMİŞİ
İngiltere Başbakanı olan Boris Johnson’un dedesi Osmanlı’da bakanlık yapmış bir Türk…
Boris Johnson, Osmanlı’nın son döneminde İçişleri ve Milli Eğitim Bakanı olan Ali Kemal Bey’in öz torunu Stanley Johnson’un oğlu.
Boris Johnson, Oxford Üniversitesi’nden mezun olduktan sonra The Times’ta kariyerine başladı. Daha sonra editör asistanı olduğu The Daily Telegraph’a geçti. 1999’da The Spectator’da editör oldu. 2001 Genel Seçimlerinde Avam Kamarasına seçildi ve ülkenin önde gelen siyasetçileri arasında yerini aldı.
İngiltere Muhafazakâr Parti’nin Henley milletvekili iken girdiği yerel seçimlerde, 1 Mayıs 2008 tarihinde Londra Belediye Başkanı seçildi ve 2016 yerel seçimlerine kadar bu görevini sürdürdü. 13 Temmuz 2016 tarihinde David Cameron’un yerine başbakan olan Theresa May tarafından Birleşik Krallık Dışişleri Bakanı olarak görevlendirildi. 2019’da johnson başbakan ve muhafazakar partinin lideri için aday olacağını açıkladı.
Naçizane şahsımı, ‘Gazeteciliğin Vincent van Gogh’u’ olarak tanımlayan ve çizen Ümran Özbalcı Aria’ya
TEŞEKKÜRLER..!
ARAŞTIRMACI YAZAR-RESSAM ÜMRAN ÖZBALCI ARİA, ŞAHSIMA ‘GAZETECİLİĞİN VİNCENT VAN GOGH’U YAKIŞTIRMASINI YAPTI VE ÇİZDİ.
Sevgili Okurlarım,
Bugün size megalomanlaşmış bir kişi olarak yazacağım için beni bağışlayın lütfen.
Bu yazıda kendimi o kadar savunacak ve öveceğim ki, belki de bazılarınız beni tanıdığınız halde yadırgayacaksınız.
Ama yazmak mecburiyetindeyim. Zira, yazdıklarımı gönderdiğim 20 bini aşkın email adresi, 1250 whatsapp adresi, binlerce twitter, messenger ve Linkedin adresi içinde çok sayıda devlet yöneticisi, kurumsal başkan ve görevliler, Holding sahipleri, üniversiteler ve eğitimciler ve de binlerce medyadan çok az ses geliyor.
Kaldı ki, yazılarımı okuyup beğenen ve “Bu yazdıkların üniversitelerde ders olarak okutulmalı”, diye yazanların yanında, “Devlet seni ödüllendirmeli” diye yazan pek çok okurum var.
Ama ne yazık ki, ansiklopedi büyüklüğünde bastırdığım “Türkiye-Hollanda Arasında 400 Yıllık Resmi İlişkiler ve Hollanda’ya Türk göçünün 50’inci Yılı” başlıklı kitabımdan bile devletimiz tek bir tane satın almadı.
Haaa, bana Hollanda’da ödül veren pek çok firma ve kurum oldu ama, spor gazeteciğimdeki başarılarımı dikkate alan, Türkiye’deki ‘Uluslararası Futboltenisi Federasyonu FİFTA’ da bir ödül vermişti. 2014 Yılında İstanbul’da yapılan ödül töreninde, spor dalında başarılı olmuşlara ödülleri verilirken, benim ödülümü, milli takım eski ve şimdiki Trabzonspor’un teknik direktörü Abdullah Avcı vermişti.
Yazılarım için bana teşekkür ve övgü gönderenler içinde sakladıklarımı, bu yazının sonunda sizlere sunacağım.
Ama bugün sizlere, bana hayatımın en anlamlı ödülünü veren bir araştırmacı yazar ve ressamdan söz edeceğim.
Hatırlayacaksınız, geçtiğimiz kasım aynının 14’üncü günü sizlere,
“SANAT (RESİM) SEVENLER İÇİN ÜMRAN ÖZBALCI ARİA’DAN, HOLLANDA RESSAMLARINI TANITAN MUHTEŞEM BİR KİTAP” başlıklı bir haber sunmuştum.
Ümran Hanım İzmirli ama İstanbul’da yaşıyor. Ne mutlu ki, haberlerimi gönderdiğim 20 bini aşkın adres içinde O’nun da adresi varmış. Ümran hanımın başarılarını yazan çok gazeteci olmuş. Ama nedense, (Tabii ki bu neden, benim ayrı bir yazış ve servis ediş tarzım olacak), kendisi hakkında benim de bir haber yapmamı çok istemişti. Bana ulaşan Ümran hanımın haberini, çok uzayacak olsa da en alta yerleştireceğim.
İşte o Ümran Özbalcı Aria, bana doğum günü, Noel ve yeni yıl tebriği olarak üstteki tabloyu tasarlamış ve göndermiş. Benim portremin yanına, Hollanda’nın dünyaca ünlü ressamı Vincent van Gogh’un yüzünü ekleyen ve bir daktilo ile bisiklet koyan Ümran hanım bana, “Gazeteciliğin Van Gogh’u” yakıştırmasını yapmış.
Belki biraz abartılı ama, bir konuda yanılmamış Ümran Hanım. Van Gogh, deliliği ile tanınan bir ressamdı. Kendi kulağını kestiği söylenir ama sanırım kendi kulağını kesen bir başkasıydı. Eeee, bende de var o delilik…
Zira ben işimi yaparken, gerekirse delilik yapmaktan da kaçınmayan bir yapıya sahibim. SAĞOLSUN ÜMRAN ÖZBALCI ARİA..!
**********************
OKUYUCULARIM TARAFINDAN BANA GÖNDERİLEN REAKSİYONLARDAN BAZILARI
Kaydedemediklerim ve kaybolanların dışında, saklayabildiğim 1276 reaksiyondan bazılarını sunuyorum.
Günaydın İlhan Bey,
Haber platformunuzda yayınladığınız haber ve yorumlarınızın hemen-hemen hepsini büyük bir istek ve ilgi ile takip ediyorum.
Ancak, son analizinizin ne kadar isabetli ve yol gösterici olması bir yana, yazı tekniği ve kalitesi bakımından da bu konu hakkında şimdiye kadar Türk basınında yayınlanan benzerlerinin kat be kat daha üstünde.. sizi bu yazınızdan dolayı can-ı gönülden kutlar, güzel bir hafta sonu dilerim.
Nazif Ertekin, Amsterdam
*********************
Sevgili dostum İlhan Bey;
İçtenlikle söylüyorum; Devletimizin herhangi bir makamı size; T.C.Devlet Ödülü vermelidir. Ve bu ödül, Ankara’daki Cumhurbaşkanlığı külliyesinde, törenle ve Cumhurbaşkanı Sn.R.T.Erdoğan eliyle verilmelidir…Çünkü siz, ideal bir gazetecilik örneği sunuyorsunuz. Sadece Hollanda’da yaşayan Türklerin yaşantıları ile ilgili değil; ülkemizin bütün sorunlarını, konularını içeren, haber-yorumlara da yer veren bültenler yayınlıyorsunuz. Sizin 27000 adrese gönderdiğiniz bültenler çok zengin bir külliyat oluşturmuştur. Bir TÜRK olarak size şükranlarımı ve de tebriklerimi sunuyorum, kardeşim.
Yeni yılınız kutlu; hayatınızın her aşaması mutlu, başarılı ve dahi sağlıklı olsun.
Selam, sevgi ve saygılarımla.
Gazeteci Yazar Prof. Dr. İrfan Ünver Nasrattinoğlu
****************************
Değerli İlhan Bey,
Batı Avrupa’nın sayılan ve takip edilen bir gazetecisi olarak yazdıklarınız birçok insana doğru yolu gösterecektir. Özellikle gençlerimiz çok yanlış yönlendiriliyor. Yazdığınız yazı içine düştüğümüz yanlış iklimin koşullarını anlattığı için çok önemli. Yazınızın son bölümünde yaptığınız gibi önce iğneyi kendimize batırıp sonra başkalarını eleştirmek daha öğretici olur.
Ellerinize sağlık.
Gazeteci Yazar Prof. Dr. İrfan Ünver Nasrattinoğlu
*******************************
Sevgili Karaçay,
Aralıksız her ay yayımlamakta olduğunuz uluslararası nitelikte ve değerdeki DERGİNİZİ bu kez de zevkle ve yararlanarak okudum. Büyük iş yapıyorsunuz. T.C. Devleti ve hatta Hollanda Hükümeti size büyük ödüller vermeli.
İyi akşamlar dileğiyle, sevgi ve saygılarımla.
Saygı ve selamlarımla,
Gazeteci Yazar Prof. Dr. İrfan Ünver Nasrattinoğlu
***********************
Sayın Karaçay,
Yazılarınızı zevkle okuyorum. O kadar akıcı yazıyorsunuz ki, okumaya başlayan bırakamıyor. Bazı olayları ve konuları başka gazetecilerden de okumaya çalışıyorum. Ama inanın ki, sizin yazdıklarınızdaki anlatımı başkalarında bulamıyorum.
Aslında, sizden bir ricada bulunacağım. Ben ve yakınımdakiler, Filistin-İsrail açmazını, sizin anlaşılır dilinizden okumak istiyoruz. Ricamız çok ağır mı olur bilemiyorum ama, bize bu konuyu siz araştırıp yazar mısınız?
Böylece bu davayı bizim gibi, çok kişi de daha iyi anlamış olur.
Şimdiden teşekkürlerimi ve selamlarımı iletiyorum.
Ali Çolak
****************************
Değerli İlhan Bey,
Batı Avrupa’nın sayılan ve takip edilen bir gazetecisi olarak yazdıklarınız birçok insana doğru yolu gösterecektir. Özellikle gençlerimiz çok yanlış yönlendiriliyor. Yazdığınız yazı içine düştüğümüz yanlış iklimin koşullarını anlattığı için çok önemli. Yazınızın son bölümünde yaptığınız gibi önce iğneyi kendimize batırıp sonra başkalarını eleştirmek daha öğretici olur.
Ellerinize sağlık.
Saygı ve selamlarımla,
Kutlay Yağmur, Professor of Language Identity and Education
Tilburg School of Humanities
Tilburg University-The Netherlands
*****************************
Ustadım Selam
Senin yazılarına bayılıyorum. Gerçekten bu kadar bilgiyi anlaşılır bir şekilde ve aynı zamanda sürükleyici bir şekilde yazıya dökmene hayranım.
Bana sorsalar, ‘sana göre en büyük yazar kim’, hiç düsünmeden, ‘Üstad İlhan abi’ derdim.
Saygi-Sevgi ve Selamlarımla,
Mehmet Soytürk
HOTİAD Onursal Baskanı
**********************
Merhaba adamın hası.
Yaptığın iş sıradan bir iş değil. Her babayiğidim diyen de beceremez. Tebrik ediyorum. Selamlarımla.
Mustafa Can.
**********************
İlhan Karaçay bey, çok teşekkür ederim. Yazmış olduğunuz mektubu satır satır okudum. Eline dinle sağlık, bundan daha güzel yazılamazdı. Osmanlı Devleti, Hollandanın ilk Büyük Elçisi Haga’yı kabul edip kapütülasyon hakkını aldığı zaman, Hollandalılar çok memnun olmuşlar. Ne yazık ki onlar bizim Bakanımıza vur emri verdiler. Bu bizi çok üzdü. Bu kadar zaman geçmesine rağmen özür bile dilenmedi. İnşallah düzelir de bizlerde rahatlarız.
Tek temennimiz ilişkiler iyiye gider.
Saygılarımla, Necati Kocak
**************************
Ağzınıza sağlık, Elnize sağlık, Çok güzel objektif bir yazı olmuş. teşekkürler ediyoruz Sayın Karaçay.. ve sayfamda paylaşıyorum. Mehmet Hadra
******************************
Yıllarca Hollanda’da yaşamış ve sorunlarımızı en iyi ifade edebilen siz, duayen bir gazeteci ve güzel bir insan olarak tanıdığım siz sayın İlhan Karaçay, muhteşem bir mektup yazmışsınız..
Bu yazıyı okuyan ve içinde insanlık kıpırtısı olan hiç kimse duyarsız kalamaz..
Ben Türkiye’ye kesin dönüş yaptım, lakin ailemin büyük çoğunluğu ve çocuklarım Hollanda’dalar..
Ben ve ailem adına ve yine Hollanda’da yaşayan bütün Türkiye kökenlilerin adına size teşekkür ederim..
Umarım Hollanda’da yaşayan insanlarımız da sizin bu yazınızı okuyup bir nebze olsun duyarlı davranırlar..
Saygılarımla… Metin Esen
******************************
Merhaba sayın Karaçay,
Sizin gazeteciliğinizi örnek almış bir naciz yazarım ben. Sizi Hürriyet’in göz bebeği olarak tanıdım. Çocuktum, sizi Hürriyet gazetesinin büyük bir duayeni olarak tanıyorum.
Ama sizce Hürriyet hala aynı mı?
Sizi bu mesuliyetinizden ve duyarlılığınızdan ötütü kutluyorum ve derinden tebrik ediyorum. Gurbetçilerinin halini gerçekten yaşamış bir Türk olarak, sizden iyi kimse bilemez. Gazetecilik bir yana, gurbetçi yanınız, duyarlılığınızı gösteriyor. Tebrikler sayın hocam. Siz korkusuzca cesaretle onurla geçmişimizi ve geçmişinizi taktirle savundunuz.
Allah kaleminize güç versin. Size de uzun ömür versin.
Hürmetlerimizle sayın hocam. Yaşar İçyüz
**********************
Eline yüregine sağlık. Senden de bundan başka bir şey beklenmezdi. Öfkemizin doruğa çıktığı bir zamanda, bizim öfkemize en azından dur dedin. Bekleyeceğiz göreceğiz. Mevlam neyler neylerse güzel eyler selamlar. İbrahim Gormez
***************************
Kalemini seveyim abi. Biz Türklerin düşüncelerini ancak siz bu kadar güzel
Özetleyebilirdiniz. Tek kelimeyle bravooo demek istiyorum.
Ayhan Senyurek
*************************
İlhan abimiz. NL-TR tarhini dile getirmişsiniz ve de gereken yere iletmeniz beni gururlandırdı. Kaleminize ve elinize sağlık. Bizlere yapılan ayrımcılık, zaten 1970’lerde de vardı. Şimdi de var. Mersinli olarak 48 yıldır Hollandamı yine de seviyorum.
Yüregine sağlık çok değerli abim iyiki varsınız her türlü sorunlarımıza Tercuman oluryosunuz sn mahmut yılmaz beyin dediği gibi bu olaylara sebeb olan sn bakanımızada kaleminizden şirinlik dökülürse bende mutlu olurum bir okurun olarak çok tşk saygılar sevgiler 🙏 💐
Esra Şimşek (rahmetli oldu)
***********************
İlhan abi,
Yıl sonu değerlendirme raporunuzu okuyarak, daha önce aydınlattığınız bilgileri tekrar hatırladık. Sevgili Yavuz Nüfel, yorumunda sizi, Mersin’in dışarıya açılan kapısı’ olarak anmış. Kesinlikle saygı duymamla beraber, ben de kendi fikrimi söyleyeyim: Sizin mesleki bilginiz, tecrübeniz ve uluslararası bilgeliğiniz, Mersin boyutunu çoktan aştı bence. Türkiye’nin dışarıya açılan penceresi değil, entellektüellerden oluşan kapılarından bir tanesisin. Tecrübelerin ve bilgilerinden, keşke 27 bin kişi değil de milyonlar istifade edebilse. Sizi Ankara’nın görmesi ve Türkiye medyasının daha iyi değerlendirmesi dileklerimi sunar ve bu vesile ile mutlu yıllar dilerim
İlyas Keskin
*************************
Merhaba sayın İlhan Karacay bey,
Sizi çok yakından tanıyan biriyim ve daha önce de size ben email göndermistim ve benim emaili de yayınlamıştınız. Ben sizden yazılarınızı ve eleştirilerinizi devamlı alıyorum ve çok beğenerek ve severek zevkle okuyorum. Olaylara çok güzel yaklaşıyorsunuz ve herkesin anlayacağı bir şekilde yazıyorsunuz.
Teşekkürler ve selamlar.
Ahmet Kaya
*******************************
İlhan Abi, sen sağol. Yapmış olduğun güzel programlar ile Avustralya’daki Türklerin Hollanda konusundaki bir çok sorusuna çok güzel cevaplar veriyorsun. Ayrıca Bülent abimin Çanakkale Savasları konusundaki derin bilgisi ve milli bilinç şuurunu gençlere aşılamasi ile sadece ben değil, bir çok kişi tarafından takip edildiğini söyleyebilirim. Bülent Abimizi, 2015 ANZAK 100. yılı çereçevesindeki programlar da Avustralya da görmeyi çok istiyoruz. Gerekli çalışmaları bir kaç ay sonra başlatacak kurum ve kuruluslar ile tanıştıracağız.
Ali İdris Muşlu – Saigo Takamori (Avustralya)
***************************
Saygı değer İlhan Bey,
Öncelikle size bu dostane yaklaşımınız için çok teşekkür ediyorum. Siz bizim için güçlü bir kalem olarak hep örnek aldığımız gazetecisiniz. Beni bu yaklaşımınız son derece mutlu etti. Günümüzde yeni yeşeren Türk toplumu için katkı sağlamaya çaba gösteren bize destek ve yanlışlarımızı düzeltmemize samimi katkı sağlamanıız bizi daha çok güçlü kılıyor. Sizlerin bu katkılarını dikkate alarak daha güzeli yakalamaya gayret göstereceğim.
İyiki varsınız.
Saygı ve hürmetlerimi iletiyorum.
Ali Osman Biçen
****************************
Sayın Karaçay, sizlerin varlığı Türk toplumu için büyük bir şans. Sizlerin şimdiye kadar yaptığınız ve yapacağınız hizmetler için teşekkürlerimi bildirir ve yeni yılınızı kutlarım.
Ali Rahime Manus
********************************
Sevgili İlhan Dost merhaba,
Yazılarını hayranlıkla yukarıdan aşağıya gözden geçirdim.
Ne güzel yazılar yazmışsınız. Bravo.
Gözüm hemen Ecevit ile ilgili yazıya takıldı ve okudum.
Sonra diğerlerine de baktım.
Tek kelimeyle çok mükemmel yazılar.
İnsan okurken etkileniyor. O yıllara gidiyor.
Bir yerde insan hüzünleniyor ve bir yerde de mutlu oluyor.
Çünkü böylesi değerlerle birlikte olmuş bir kalem bir gazeteci İlhan dostun güzel cümleleri dökülüyor.
Bu yazıları bir kitap yapmayı herhalde düşünüyorsunuzdur.
Çünkü bu yazılar bir kitapta mutlaka saklanmalı ve Türk okurunun hizmetine sunulmalıdır diye düşünüyorum.
Size bu yazım ve gazetecilik yaşamında başarılar diliyorum.
Sevgi ve dostlukla kalınız.
Bekir Cebeci
*************************
İlhan Abi merhaba,
Yorgunluktan harap durumdayken yazınızı gördüm ve hemen okudum. harika bir yazı. Sizinle sohbet etmeyi çok isterim. şimdilik internetle de olsa bir gün mutlaka sizinle yüzyüze oturup iki kadeh içip sohbet edicem. Çünkü gazetecilik mesleğini seçmemdeki amaç, birgün kristal avizeli balo salonlarında birgün çamur içindeki arazide olabilmekti. Gazetecilik bu iki mekanın simgelediği yaşamı aynı anda yaşatan ve tecrübe kazandıran tek meslektir bana göre. Ve sizin hayat hikayeniz, bana hep bu amacı hatırlatıyor. Çok teşekkürler…
Sevgilerimle
Deniz BİLGEN
************************************
Sizin gibi “karanlığa kurşun sıkmayan, içinden belli etmeden küfür etmeden” ama haksızlıkları açıkça ve mertçe yazan değerli insanlara ne kadar çok ihtiyacımız var!
Yalnız değilsiniz, sizi bütün kalbimle destekliyorum…
Fuat Yöndemli
*******************************
Elinize ve dilinize sağlık,
Herkesin hissettiklerini ancak bu cesaret yüklü bir kalemden gelebilirdi. Size boşuna İlhan Karaçay dememişler.
Hislerimizin tercümanı sayın elçi sevgi ve saygı dileklerimi lütfen kabul buyrun.
Hayriye Yılman
*****************************
Sevgili Hocam,
Bu anlattıklarından sonra başka söze ne gerek var.
Güzel bir anlatım, iyi bir analiz.
Sizden de ancak böylesi bir yazı yazmanızı beklerdim.
Hollanda’lı Türklerin duyğu ve düşüncelerine tercüman olduğunuz için teşekkürü bir borç biliyor, sayğılarımı sunuyorum.
İbrahim Çitil/Amsterdam
****************************
Merhaba İlhan bey,
Özelikle bu güzel yazınız için size teşekkür ediyorum. İnanın ki duygularımı o kadar güzel yazmışsınız ki, sanki yaşadıklarımın hepsini biliyormuşsunuz gibi.
Böyle gerçekleri dile getiren yazı ve bilgileri okumayı severim. Çünkü bilgiler paylaşıldıkça zenginleşir.Devamını diliyorum.
Selam ve saygılar,
Necat Kaya, Rotterdam/ IJsselmonde Belediye Meclis Üyesi,
****************************
İlhan abi ağzına ve ellerine sağlık. Senin zaten böyle mükemmel ve gerçekçi yaklaşımlarından ve de tarafsızlığından hep örnek aldım ve hayatta da bunlardan dolayı örnekler yaşadım. Sağol varol. Yazılarının devamını sabırsızlıkla bekliyorum.
Not: Hollanda / Türkiye devlet temsilcilerinin senin gibi insanların tecrübe ve düşüncelerinden öğrenecekleri çok şey var.
Saygı ve selamlarımı iletir, tüm ailene ayrı ayrı selamlar.
Necati Çavuşoğlu
************************
Yıllardır, Hollanda’da ‘Derin Devlet’ten bahsedilmiştir. İnanmadık, ‘burada hukuk devleti vardır’ dedik, yanıldık! Hollanda’da ‘Derin Devlet’ olgusunu en yalın bir şekilde ortaya koyanlardan birisi, duayen gazeteci İlhan Karaçay’dır. Hollanda Türkleri arasında cesaret edip bu konuyu gündeme getiren ilk bilinçli yurttaştır.
İlhan ağabeye teşekkür ediyorum. Yazılarıyla; tarihe, ulusa ve gelecek nesillerin gerçekleri öğrenme hakkına ışık tuttu.
Oguzhan KILIÇ
*********************
İlhan bey merhaba, Biraz önce facebook’da DENK partisinden Selçuk Öztürk hakkındaki yazınızı dikkatle okudum. Her zaman doğruları şeffaf analiz edişinize de hayranım doğrusu. Siz, bizlerin tanıdığı ve hatırı sayılır ender insanlardansınız.
Saygılarımla, Türk İslam Kültür Dernekleri Federasyonu (TİKDF), Ömer Altay Genel Başkan
***********************
İlhan abi,
Emeğine, bileğine, kalemine sağlık.
Ben de yazıyı okurken çok duygulandım. O bavula konulan umutla yapılan yolculuk çok zordu. Çok acılar çekildi. Hep o bavuldaki umut güç verdi insanlara. Tam umudu kaybederken yeni kuşaklar çok başarılı örnekler vermeye başladı. Yeni bir döneme giriyoruz. Umut’a yolculuk yerini buluyor. Bu konudaki her çaba çok değerli benim gözümde. Bu bir borç. Bu günlere gelmemizin öncülerine bir gönül borcu.
Sizin katkınızı da çok önemsiyorum.
Sevgi ve selamlarımla.
Ömer Ilık
************************
Sevgili İlhan Karaçay,
Kraliçe’ye mektubunuz gerçekten övgüye değer. Gerekli yerlere gerekli mesajları vermişsiniz. Ben geçen haftakı, “Ankara’nın Avrupalı Türkleri bilinçsız ve biçimsiz kucaklama gayreti” yazınıza da değinmek istiyorum.
Güzel bir yazı. Hollanda’daki sorunlarımızı 40 yıldır yazıp çiziyorsunuz. Gelen heyetlerle, Bakanlarla, Başbakanla yapılan resmi ve yari resmi toplantılarda sorunlarımızı temcit pilavı gibi, bıkmadan, usanmadan dile getirdiniz ve getirmeye devam ediyorsunuz..Buna tanığım. İyi ki bu konuyu işlediniz. Böylelikle benim gibi düşünenlerin bir nebzecik olsun düşüncelerine tercüman oldunuz.
Kaleminize sağlık.
Sevgiler.
Uzaktan bir dost.
*****************************
Oğlum Ruşen’in mesajına bir başkasının yanıtı
Ailemizin direği sizsiniz. Sizin gibi bir babaya sahip olduğum için ne kadar şanslı olduğumu her zaman bileceğim. Sevgili baba, doğum gününüz kutlu olsun.
Ruşen’e cevap:
Ruşen Kardesim, Senin Babani, senin sevdigin kadar Hollanda’da bulunan Türkler olarak biz de seviyoruz. Babanı, Hollanda TV’sinde, o beş dakikalık “Pasaport Programı”na cıkacak diye, saatlerönceden televizyon başında beklerdik, Nusret Oksuz -KOCAKURT.
*******************************
Merhaba İlhan Abi,
” Taşın nasıl gediğine konulmasına” ilişkin güzel bir yazı. Kalem tutan ellerine sağlık.
Met vriendelijk groet,
Salih Dadak
**********************
İlhan Bey,
Selam, sevgi ve saygılarımı sunuyorum.
Başarılarınızın artarak devamını diliyorum.
Sizin çalışmalarınızı dikkatle izliyorum.
Kolay gelsin.
Hollanda’ya selam.
Vahit ÖZDEMİR
Dışişleri Bakanlığı
ANKARA
****************
İyi ki ordasın İlhan bey; kader insanı bir yerlere tesadüfen sürüklemez vardır bir bildiği.
Kalemin ve dilin keskin olsun, kalbinde tok vursun.
Selamlar.
Yalçın Koçak..
************************
Çok sevdiğim canım ağbiciğim, hayırlı günler..Haber konusunda Hollanda’dan her zaman birbirinden değerli haberlerinizle yanımda olduğunuzdan dolayı, size büyük bir minnettarlık duyuyorum. Hakkınızı helal ediniz. Sizler, beni ne kadar çok mutlu ediyor ve sevindiriyorsa, Rabb’im de her zaman sizleri mutlu etsin ve sevindirsin. Bu davranışınız, belirli bir yaşa gelmenize rağmen haber üretmeniz, tüm basın çalışanlarına iyi bir örnek olmasını diliyorum. İsterdim ki, sizi İletişim Fakültesi hocalarının yakından tanıması ve öğrencilerine, sizin bu çalışmalarınızı onlara anlatmasını. Siz, basın çalışanları ve bu mesleğe adım atacaklar için son derece önemli, örnek alınacak bir gazeteci büyüğümüzsünüz. Bu yaşta (75) ben bile şuana kadar çok şeyler öğrendiğimi söyleyebilirim. Bu, bir iltifat değil. Gerçek. Ellerinizden öpüyorum. Selam ve sevgiler..
Kardeşiniz Ataner YÜCE
********************************
İlhan Abi,
Yazılarını zevkle okuyorum. O kadar akıcı yazıyorsun ki, bırakın uzunluğu, ‘keşke bitmese’ dileğiyle okuyorum.
Bunun için sana teşekkürlerimi iletiyorum.
Ahmet Sarı (Hollanda Turk Spor ve Kültür Federasyonu)
*********************************
Kenan Yücesoy (Mersin Akdeniz eski Belediye Başkanı)
Abi gençliğimizde Hollanda denilince aklımıza iki kişi gelirdi birisi siz diğeri de Johan Cruyff
***********************
Bundan sonra karşılaşacağınız 100 sayfa, bir kitap gibi. Dosyalayınız ve daha sonra sindire sindire okuyunuz:
Adı, Hollanda ile özdeşleşmişyaşayan tarih:
İlhan KARAÇAY
Yazan: Yavuz NUFEL
Türkiye’den Hollanda’ya işçi göçü, gayriresmi 1962 yılında, resmi olarak da 1963 yılında yapılan ikili sözleşme ile başlamıştır.
Bu satırların yazıldığı sırada, Türkler’in buraya gelişinin ellinci yılı kutlamaları için çalışmalar başlatılmıştır.
Hollanda’ya yerleşen Türkler arasında, sayıları az olmayan pek çok Türk, işçi olarak geldikleri bu ülkede başarılı işlere imza atmışlar, yurttaşlarının sorunlarının çözümü için başrollerde oynamışlar ve toplumsal faaliyetleri ile lider duruma gelmişlerdir.
Hollanda’da bu gibi faaliyetlerde öne çıkmış isimlerden biri de, herkesin yakından tanıdığı İlhan Karaçay’dır.
İlhan Karaçay, sadece Avrupa’daki yurttaşları arasında değil, Türkiye’dekiler tarafından da tanınan bir simadır. Karaçay’ı pek çok Hollandalı da tanır.
İlhan Karaçay’ın adı Hollanda ile özdeşleşmiştir.
Özellikle Türkiye’de Hollanda’dan söz edildiği zaman, pek çok insanın aklına ilk önce İlhan Karaçay ismi gelir.
İlhan Karaçay’ın yaşam öyküsünü yazmak bana düştüğü için kendimi mutlu addediyorum.
23 Aralık 1942 Mersin doğumlu olan Karaçay, gençlik yıllarında, CHP İçel İl Gençlik Kolu Başkanlığı görevini sürdürürken, bu partinin organı sayılan ULUS Gazetesi’nde de haber ve yorum yazmağa başlar. Aynı zamanda, genç yaşına rağmen, Mersin’de ailece sahip oldukları ve Pompeipolis adını koydukları motel, plaj, gazino ve kampingten oluşan turistik tesislerin işletmeciği de küçük Karaçay’ın omuzlarındadır.
Yirmi beş yaşında, çalıştırdığı turistik tesislere gelen bir Yunan kapatanın hayatının rotasını değiştireceğini söyleseler kendi bile inanamazdı belki de….
Yunan kaptan, Mersin’de eğlenceli bir yemek mekânı sorunca ‘Pompeipolis’ tavsiyesine uydu ve oraya gitti. İlhan Karaçay, eşi ve kızı ile eğlenerek yemek yiyen kaptanın masasına bir meyve tabağı gönderdi. Tabii ki kaptan teşekkür etmek istedi. Masaya patron olarak gelen küçük Karaçay’a, yukarıdan aşağıya bakıp ‘Bu da nasıl patronmuş’ gibi düşündüğü belli olan kaptan ile sohbet koyulaşınca, bu kaptanın gemisi ile Çin’in ŞangHay kentine gittiğini öğrenir. Çin’de Mao’nun Kültür İhtilali yaşandığı yıllardır. Gazetecilik mesleğine sevdalı Karaçay için bu kaçırılmaz bir fırsattır. Karaçay üç arkadaşı ile birlikte gemiye işçi olarak girmeyi başarır. 1967’nin haziran ayı başlarında başlayan yolculuğun gerçek amacı gazeteciliktir Karaçay için.
İlhan Karaçay, arkadaşları ve gemi personeli ile Çin’de. 1967
Çin’e yolculuk geminin Süveyş Kanalı’nı geçtikten hemen sonra bombalanışı sonucu bir maceraya dönüşür. Onlar Kanalı geçerler geçmesine fakat 7 Haziran 1967 günü Cibuti’ye ulaştıklarında İsrail ile Arap ülkeleri arasında savaşın tüm şiddetiyle devam ettiğini ve Süveyş Kanalı’nın kapandığını öğrenirler. Singapur üzerinden ŞangHay’a varıp karaya ayak basıldığında diğer gemicilerin neler yapacağı az çok bilinir ama Karaçay soluğu postanede alır. Süveş Kanalı’ndan ve yolculuk boyunca uğradıkları limanlardan çektikleri fotoğrafları ve birbirinden ilginç haberleri AKŞAM Gazetesi’ne postalar.
ŞangHay’da, Mao’nun gerçekleştirdiği Çin Kültür İhtilali’nin en renkli günlerini yaşar.
O zamanların dünyaya kapalı, dünyanın en kalabalık ülkesi Çin’de sarılık hastalığına yakalanır. Hastaneye yatırılır. Fakat götürüldüğü hastaneden kaçar. Karaçay Hastaneden kaçışını ve nedenini şöyle anlatıyor:
“Kaptanın verdiği garanti belgesi ile, beni hastaneye götürmek için gelen jandarmanın elinden kurtulmayı ve kaçmayı başardım. Çünkü ŞangHay’dan sonraki yolculuk Kanada’nın Vancouver kentiydi. Yatacaksam modern dünyada hastaneye yatmalıydım. Gemi giderse ben bu bilinmezde ne ederdim?”
Modern dünyaya ayak basar basmaz hastaneye yatar, tam tamına iki buçuk ay. Bu süre içinde kendini idare edecek kadar bildiği İngilizcesini geliştirir. Hastanenin bayan doktoru, çok kısa zamanda İngilizce öğrenen Karaçay’ı tebrik eder, daha da geliştirmesi için kütüphane müdürünü ona ders vermesi için görevlendirir. Karaçay hastalığından kurtulur, öğrendiği İngilizce ise yanına kâr kalır. Kısacası, hasta olarak girdiği hastaneden sağlam ve “Bir lisan bir insan demektir” sözünden hareketle iki insan olarak çıkar.
Londra üzerinden Türkiye’ye dönerken Hollanda’ya uğrayan Karaçay, Hollanda’daki yaşamı ve insanları çok beğendiğini ve burada kalmaya karar verdiğini söylüyor.
“Nasıl kaldınız, bir fabrikada iş mi buldunuz?” soruma Karaçay şu yanıtı verdi: “Avrupa’da basımına başlanan Tercüman Gazetesi’ne muhabirlik yapmak için, daha önceden tanıdığım İstihbarat Şefi Kemal Özbayraç ile anlaştım. O zamanlar Hollanda yaşamım oldukça renkli geçiyordu. Pek çok kız arkadaşım olmuştu. Yine de yaşamın giderek monotonlaştığını düşünüyordum. Amerika’ya gitmek için karar verdiğimde, şimdiki eşim Jeanne ile arkadaşlık yapıyordum.”
Amerika yolculuğu için hazırlıkları başlar. Fakat kız arkadaşı Jeanne bu ayrılıktan hoşnut değildir. Ne ki karar verilmiştir bir kere. Yolculuk için yapılan alışveriş biter ve yorgun argın eve geldiklerinin ardından beş dakika bile geçmeden kapının zilini çalan postacının elindeki uzattığı telgraf, Amerika’ya gidişini ilelebet unutmasına ve Hollanda’ya demir atmasına neden olur.
Telgraf , Tercüman Gazetesi spor müdürü Necmi Tanyolaç’tan gelmiştir. Tanyolaç acil çektiği telgrafta; “İlhan, Fenerbahçe Ajax ile eşleşti. Ajax’ı takibet, yazı ve fotoğrafları acele gönder.” diyordu. Karaçay ise o ânı anlatırken; “İşte o zaman akan sular durdu. O dönemde Hollanda futbolu henüz tırmanışa geçmemişti. Rinus Michels’in çalıştırdığı Ajax’ta, sonradan çok meşhur olan kimler yoktu ki? Mesela Johan Cruyff henüz 17 yaşında idi. Keizer, Swart, Krol, Hulshoff, Suurbier, Neeskens ve Haan gibi dev isimlerin esamisi okunmuyordu ama bunların hepsi sonradan birer futbol yıldızı oldular.” diyor ve kadroları ezbere sayıyordu Karaçay.
10 Kasım 1968 günü Amsterdam’ın Schiphol havalimanına inen Fenerbahçe’yi Jeanne ile karşılarlar. Oysa Jeanne’yi terk edip Amerika’ya gitmeyi planlarken Ajax-Fenerbahçe maçı Karaçay’ı Jeanne ile nikah masasına kadar götürür. Bu konu ile ilgili Karaçay, “Beşiktaşlı olmama rağmen, Jeanne evlenmeme ve Hollanda’da kalmama vesile olan Fenerbahçe’ye her zaman şükran duymuşumdur.” diye eklemekten mutlu oluyor.
1969 yılında Avrupa’da yayın hayatına başlayan Hürriyet gazetesi ile anlaşarak gazetecilikte profesyonelliğe adım atan Karaçay’ın, Hürriyet’in Avrupa’da bir numara olmasını sağlayan ekibin içinde de yer aldığını görüyoruz.
1975’te, TRT Haber Dairesi Başkanı Tayyar Şafak’ın Amsterdam ziyareti sırasında yaptığı muhabirlik teklifini, Nezih Demirkent’ten izin alarak kabul eder. Bununla birlikte aynı yıl Hollanda Yayın Kurumu NOS televizyonunda Türkler için ‘Pasaport’ adlı programı yönetmeye başlar.
1980 yılında, İKON Televizyonu’nun ünlü rejisörü Henk Barnard ile birlikte “Ceremeyi çeken çocuklar” (Kinderen van de Rekening) adlı beş bölümlük bir dizi yapan Karaçay, iki bölümün çekimlerini Türkiye’de gerçekleştirdikten sonra, Kapıkule sınır kapısına geldiğinde sabah olmaktadır. Ortalıkta, tanklar, askerler belirir birden. Yıl 1980, aylardan Eylül, takvimlerde gün hanesindeki sayı ise 12’dir.
Bir yandan TRT’nin, öte yandan Hürriyet gibi büyük bir gazetenin ve de Hollanda televizyonlarının başarılı bir elemanı olması, birçok kapının kolayca açılmasını sağlar Karaçay’a. Hollanda deyince Cağaloğlu yokuşunda, basın dünyasında ve buradaki vatandaşlarımız arasında İlhan Karaçay adı Hollanda ile âdeta özdeşleşir. Bu kadar başarılı çalışmaları ile Hollanda’da yöneticilerin de dikkatini çeken Karaçay, çeşitli bakanlıkların teklifini kabul ederek çalışma guruplarında yer alır. Çalışma guruplarında da tüm mücadelesi basın yayın kuruluşlarında olduğu gibi yine vatandaşlarımıza sahip çıkmak, destek olmaktır.
Söyleşinin başına dönüyor ve Jeanne ile olan ilişkilerini, ne zaman nişanlandıklarını, nasıl evlendiklerini, çocuklarını soruyorum.
Jeanne’yi ilk kez 1969’da Türkiye’ye götüren Karaçay’ın, aynı yılın 9 Ağustos tarihindeki nişan törenleri gazetelere konu olur.
Bir yıl sonra ise nikâh ve düğün.
O günleri anlatırken Karaçay unutamadığı bir acı anıyı da anlatma gereği duyuyor: “Her şeyi hazırlanmış, evlilik töreni için Mersin’e gidiyorduk. Yolculuğumuzun büyük bölümü geride kalmış Aksaray’a varmak üzereyken büyük bir trafik kazası geçirdik, Jeanne ile birlikte. İkimiz de ağır yaralanmıştık. Ölümden döndük diyebilirim. Nihayet 23 Mayıs 1970’te yine Mersin’de dünya evine girdik.”
Çiçeği burnunda İlhan ve Jeanne çiftinin mutlulukları ikiye, üçe katlanır 23 Ocak 1971’de… Ruşen ve Vahide adını verdikleri biri erkek, diğeri kız olmak üzere ikiz çocukları olur. Fakat bu mutlulukları uzun sürmez! Vahide kalbindeki delik nedeniyle ancak beş hafta hayata tutunabilmiştir. Kızlarını unutamaz genç evli, bu yüzden 17 Nisan 1974 tarihinde doğan ikinci kızlarına, beş haftalıkken ölen Vahide’nin adını verirler.
İlk çocukları Ruşen’den Eva, Vahide’den de Esra isminde iki torunu ile geçirdiği güzel zamanlar için Karaçay: “Hayatımın en güzel anları torunlarımla geçirdiğim anlardır. Her fırsatta torunlarımla olmak benim için dünyanın en büyük mutluluğu.”
YAZ GAZETECİ YAZ
“Başka nelerle uğraştınız, neler yaptınız?”diye soruyorum. Karşımdaki sıradan bir insan olsa bu soru elbette sorulmaz. Fakat o, İlhan Karaçay olunca soruyor insan.
1973 yılında gazeteciliğin yanı sıra seyahat işine de el atar ve 1976 yılında Bakanlar Kurulu Kararı ile THY’nin Utrecht Bölgesi Genel Satış Acenteliği’ni üstlenir.
1966-1977 kış döneminde Türkiye’ye düzenledikleri tur bir ilktir. Çünkü o zamana kadar kış sezonu ölü sezondur ve kış döneminde kimse Türkiye’ye tur düzenlememiştir. Karaçay bürosunda gazeteciliğin ve seyahat acentalığının yanı sıra ihtiyaç ve istek üzerine sigorta ve kredi işleriyle de uğraşır. Bu kadar uğraşı, gece gündüz iş derken, 1981 yılında geçirdiği ağır ameliyatlar sonucu ölüm korkusu sarar benliğini. Bu nedenle önce seyahat bürosunu Refik Selahiye’ye devreder.
Sağlığına kavuştuktan sonra Amsterdam’da Hürriyet Bürosu’nu açarak kendini artık sadece gazeteciliğe verir. 1983 yılı sonunda, bürosunda çalışan Yasemin ve Ünal Öztürk’e, Hürriyet temsilciliğini devreder. Uzun süredir çocuklarının Türkçe eğitim görmelerini istediği için Türkiye’ye dönerek yerleşme kararı verir. Karaçay bu, boş duramaz ve ilk iş olarak yine turistik tesislerini işletmeye başlar Mersin’de…
1984 Mart’ında yapılan yerel seçimlere, CHP’li olmasına rağmen, Mersin Anakent Belediye Başkanlığı’na Doğru Yol Partisi adayı olarak katıldığının afişlerini görüyoruz fotoğraflarda.
O yıllarda hemen her yerde çok güçlü olan Turgut Özal’ın patisi ANAP, Mersin’de de işi bitirir ve Karaçay seçilememiştir. Kanının her hücresine işlemiş gazetecilik mesleği ile o zamanlar Hürriyet’in başında bulunan Arda Gedik ile “Çukurova İlavesi” yayınlamak için anlaşırsa da bazı nedenlerden dolayı proje hayata geçmez.
İlhan Karaçay, bir süre sonra Mersin’deki sosyal yaşamdan rahatsız olmaya başlar, sıkılır. Çocukları yeteri kadar Türkçe öğrenmiştir. 1986 yılının başında Hollanda’ya ikinci kez gelir ve bir daha dönmemek üzere yerleşir.
Hollanda’ya gelişi ile birlikte Günaydın gazetesinin muhabirliğini, Türkçe ve Hollandaca yayınlanan HABER Gazetesi’nin Genel Yayın Yönetmenliğini üstlenir. Aynı yılın sonunda Avrupa’ya açılan SABAH Gazetesi’nin Benelux temsilciliğini de alır.
Fakat SABAH’ın ilk Avrupa serüveni uzun sürmez ve kapanır.
1988’de Asil Nadir’in Günaydın Gazetesi’ni satın alması ile birlikte, bu kez bu gazetenin Benelux temsilcisi olarak görüyoruz Karaçay’ı.
Asil Nadir krizinin ardından gazetenin Bekir Kutmangil tarafından satın alınmasından sonra da aynı görevi sürdürür. Gazetecilik yaşamımda, bu sektörün her branşında görev yapmış olan Karaçay’ı, 1994 yılında Günaydın’ın Avrupa baskılarının sahibi olarak görüyoruz.
Karaçay, Avrupa Türk Basınının kalbi olan Frankfurt’a yerleşir.
BİR ACI, BURUK KUTLAMA ve SONRASI
25’inci yıl evlilik yıldönümü davetiyesi Karaçay ailesi 25’inci evlilik gününde
“23 Mayıs 1995 günü Mersin’de 25’inci evlilik yıldönümü kutlamasına hazırlanırken, aynı gün Bekir Kutmangil’in öldürüldüğü haberi ile yıkıldık. Öldürülmeden önce sipariş ettiği buketi Mersin’e ulaşan Kutmangil için yas tutulurken, televizyonlara konu olan kutlama doğal olarak buruk bir şekilde yapılmıştı.Bekir Kutmangil’in ölümünden sonra gazeteyi, yeraltı dünyasının meşhur ismi ‘Altın tabancalı’ ve ‘Altın Mercedesli’ olarak bilinen Mehmet Saruhan satın aldı. Bundan sonra da bu iş ilişkisi biter. Günaydın, Avrupa baskılarını durdurduktan sonra, Türkiye’de de işler iyi gitmeyince, bu gazete tamamen kapandı.” diyor İlhan Karaçay
Kurduğu ÇAY-PRESS Ajans kanalıyla çeşitli gazete ve TV kuruluşlarına haber göndererek çalışmalarını sürdüren Karaçay, Radikal ve Posta’ya haber, bir spor gazetesi olan FANATİK’e de spor haberi ve yorum yazar.
1974 Almanya, 1978 Arjantin, (1980 Uruguay-Mini Şampiyona), 1982 İspanya ve 1994 Amerika’daki Dünya Futbol Şampiyonaları ile 1972, 1976, 1980, 1984, 1988, 1992 ve 2000 yıllarındaki Avrupa Şampiyonalarını izlemiş olan Karaçay, Tercüman, Hürriyet, Günaydın, Sabah, Radikal, Posta, Fanatik ve DÜNYA gazeteleri ile TRT, ATV, NTV, SHOW ve STAR televizyonları ile Hollanda televizyonu NOS’ta ki çalışmaları, deneyimiyle, genel konuların yanında, futbol konusunda da uzmanlaşmıştır.
DÜNYA GAZETESİ
28 Mart 1998 tarihi, Karaçay’ın gazetecilik yaşamında yeni bir dönemin başlangıcıdır. Nezih Demirkent’in sahibi olduğu (Şimdiki sahibi kızı Didem Demirkent) Ekonomi ve Politika Gazetesi DÜNYA’nın, Hollanda ve Belçika yayın hakkını alır. Türkler’in işçilikten kurtulup işadamı durumuna gelmeleri ile birlikte, onlara ticari ve ekonomik bilgiler verecek bir yayın organının piyasaya çıkması kaçınılmaz olmuştu. İşte bu boşluğu gören Karaçay, gazetecilik yaşamında yeni bir döneme imzasını atmış olur. Haftalık yayınlanan DÜNYA’nın Avrupa’daki yayın amacı, öncelikle ticari ve ekonomik bilgi sunmak olmasına karşın, Hollanda’da bir azınlık yaşamı sürdüren Türklerin sorunlarına seyirci kalmayı doğru bulmaz Karaçay. Bu nedenle gazetenin yapısında değişiklikler yaparak sosyal-kültürel sorunları da işlemeye başlar.
DE TELEGRAAF GAZETESİ
Çoğu zaman Türkler’e yapılan her haksızlığın karşısında artık DÜNYA vardır. Öyle ki, Türkler’e ve Türkiye’ye karşı her zaman acımasız davranan, kasıtlı haberler yayınlayan bir milyon trajlı en büyük gazete De Telegraaf’a âdeta savaş açar Karaçay. “Boşuna uğraşıyorsun, De Telegraaf’ı yola getiremezsin!” derlerse de aldırmaz, mahkemelere verilir; yılmaz, yıldıramazlar.
Çünkü Karaçay haklıdır ve adalet tecelli edecektir, eder de.
De Telegraaf’ın yöneticileri, Karaçay’ın kendilerini eleştiren yazılarına ilgisiz kalmaz.
Zamanın Genel Yayın Yönetmeni redaksiyonda bulunanlara sorar: ‘İçinizde Karaçay’ı tanıyan var mı’ diye sorar. Ünlü muhabir Jos van Noord, ‘Ben tanıyorum’ der. Genel Yayın Yönetmeni, ‘Davet et, konuşalım kendisiyle’ der. Sonunda bir öğle yemeğinde buluşma gerçekleşir.
İlhan Karaçay, gazetenin sürekli Türkiye ve Türk aleyhtarlığı yayınlarını dile getirir ve ‘Turizmcilerimiz size yılda 5 milyon euroluk ilan veriyor. Siz ise Türk turizmini baltalamaya çalışıyorsunuz’ der. Karaçay, kendisi ile bir röportaj teklifini geri çevirir ve ‘Büyükelçimiz ile röportaj yapın’ der.
Karaçay’ın bu mücadelesi sonucunda aynı gazete T.C. Lahey Büyükelçimiz ile yapılan röportajı tam sayfa olarak yayınlar. Hem de olumlu bir yaklaşımla.
Karaçay bu konuda şöyle diyor: “Oysa De Telegraaf’ın tarihi boyunca hiçbir büyükelçiye böylesine geniş yer vermediği bilinen bir gerçektir. De Telegraaf, bununla da kalmayıp Türkiye lehinde çokça haber yayınladı. Özellikle, daha önce balta vurmaya çalıştığı turizmimiz için övgü dolu haberler yayınladı. Bir genel değerlendirme yapıldığı zaman görülür ki, haftalık Dünya Gazetesi’nin dört sayfasının Hollandaca olarak çıkması, buradaki vatandaşlarımızın sesini direkt duyurmada çok ama çok etkili olduğu görülüyor.”
De Telegraaf yöneticileri daha sonra Türk turizmcileri ile de görüşmeler yapar. Beşer kişilik iki grupla ayrı ayrı yemek yenilir ve dertler dinlenir. O zamanlar De Telegraaf 5-6 ay Türk aleyhtarlığı yapmaz ve bazen de güzel haberler yayınlar.
VİCDANSIZ SABUHA
Çok yakından izlediğim DÜNYA Gazetesi’nde “Vicdansız Sabuha” başlığı, beni çocukluk yıllarıma götürdü. Ünlü türkücü İbrahim Tatlıses’in yıldızının parladığı yıllardı. Pendik’te her köşeden acılı acılı, yanık yanık, genç türkücünün feryadı duyuluyordu. “Vicdansızzzzzzzzzzzz Sabuhaaaaaaaaaaaaa!” Hollanda’daki vatandaşlarımızın sesini duyurabilmek için Karaçay, yabancılardan sorumlu Entegrasyon Bakanı Rita Verdonk’a hitaben bu başlığı seçmişti. Çünkü Verdonk, uyum kursları altında 7’den 77’ye, herkesin dil kurlarına gitmesi, Hollanda’ya gelip yerleşecek insanların uyum kurslarına devam etmeleri ve bu kursların paralarını ceplerinden ödemeleri yolunda bir dizi yasa teklifi hazırlamış, meclise sunuyordu. Uyum kurslarına ödenecek para için “Başlık Parası” Verdonk’a da “Vicdansız Sabuha” diyordu Karaçay.
TRT BELGESEL YAYINLARI
İlhan Karaçay’ı son yıllarda TRT ekranlarında çokça görür olduk. Merkezi İzmir’de olan TRT BELGESEL, İlhan Karaçay’a, ülke dışında yapılacak olan çekimler için teklif sundu. Karaçay da bu teklifi tereddüt etmeden kabul etti.
İlk iş 5 bölümlük ‘Uzaktaki Dostlar’ adlı seri oldu.
Bu programlarda, Hollanda’daki Türkiye adlı köy, Belçika’daki Faymonville kasabasında her yıl yapılan Türk festivali, İtalya’nın Moena kasabasında bir Türk Yeniçeri hatırasına yapılan Türk Festivali, İspanya’nın Sax kasabasında yine her yıl yapılan Türk festivali ve Fransa’daki Osmanville ve Turqueville kasabaları işlendi.
Önce TRT BELGESEL kanalında daha sonra da TRT’nin tüm kanallarında sıra ile yayınlanan bu programlar, şimdilerde de peyderpey yayınlanıyor.
TRT ekibi soldan sağa: Orhan Aybertürk, İsmail Elden, Osman Şahbaz, İlhan Karaçay, Sacit Şahin ve Mehmet Türkoğlu.
TRT BELGESEL’deki ikinci iş İZLER adı verilen, Osmanlı izlerini anlatan seri oldu.
Macaristan, Viyana, Almanya, Hollanda, Fransa, İtalya, Rusya, Doğu Türkistan, Afganistan ve Finlandiya’yı kapsayan çalışmalarda ilginç konular ele alındı.
İtalya’da, Roma mediniyeti’nin başlangıcını hazırlayan Etrüksler’in, Anadolu’nun Ege bölgesinden gelmiş oldukları, müzelerde sergilenen kanıtlar ile ortaya serildi.
Macaristan’da, Atilla’nın maceraları, Osmanlılar’ın hükümranlığı ve hala kutlanmakta olan Turan şenlikleri işlendi.
Hollanda’da, Lale’nin Türkiye’den getiriliş öyküsü ele alındı. Laleyi Hollanda’ya ilk gönderen kişi Busbecq’in yaşam öyküsü anlatıldı. Busbecq’in kayıp olan mezarı da TRT ekibi tarafından aynı adı taşıyan Fransa’daki köyde bir kilisede bulundu. Hollanda Devlet Müzesi’nde hala sergilenmekte olan Osmanlı tabloları da programa renk kattı.
Fransa’da, Fatih Sultan mehmet’in oğlu Cem Sultan’ın sürgünde yaşadığı şato bulundu ve öyküsü anlatıldı. Yine Fransa’da, Atilla’nın otağı bulundu.
Viyana’da, çeşitli müzeler araştırıldı ve Osmanlı izleri tanıtıldı.
Almanya’da da, özellikle Berlin ve çevresinde Osmanlı izleri sergilendi.
İlhan Karaçay’ın TRT BELGESEL için yaptığı programlar, O’nun kariyerindeki ibreyi biraz daha yükseltti.
Yılların tecrübesi, elindeki tek silahı olan kalemiyle haksızlıkların karşısında gördüğümüz Karaçay, Hollanda’da son yıllarda sayıları hızla artan Türkçe gazete ve dergi sahiplerini (Gazetecileri) bir çatı altında toplayarak, gazetecilik mesleğine gönül vermiş gençlere ağabeylik yapmak, gayreti içinde. Bakalım birlikten doğacak kuvvet ne kadar etkili olacak, birlikte göreceğiz.
Gazetecilik mesleği ile esnaflığın aynı şey olmadığını çok iyi biliyor, yılların gazetecisi Karaçay. Elmalarla armutları aynı kefeye koymaz, ayırır. Düşlediği ve gerçekleştirmek için yoğun çaba sarf ettiği Hollanda Türk Gazeteciler Birliği’ni (ya da adı ne olacaksa) kuracaktır.
Son olarak şunu söylüyorum: İlhan ağabey, görünen köy kılavuz istemiyor!
Duayen gazeteci İlhan Karaçay ile özel röportaj:
‘HOLLANDA, TÜRKİYE’YE MÜTEŞEKKİR KALMALIDIR’
Türkler ile Hollandalılar arasındaki fark çok mudur?
Hollanda, Türkiye’ye müteşekkir kalmalı mıdır?
Neden acaba?
Hollandalı Türkler, aralarında neden kavga ederler?
Hollanda’nın Türk gazetecisi İlhan Karaçay, bu çok özel röportajda bunları anlatacak.
Karaçay, bunun için derinlere inecek.
Küfüre karşı bir Türk nasıl reaksiyon gösterir?
Hollandalılar hakarete karşı ne reaksiyon gösterirler?
Bu roportajda, buraya gelen ilk Türkler’in sorunlarına değinilecek ve yalan habereler konusu da gündeme gelecek.
Hollanda’ya Türk işçi göçü, 1960’lı yılların başında başlamıştır. İki ülke arasındaki işçi sözleşmesi ise 1964 yılında imzalanmıştır. Yani tam 57 yıl önce.
Türkler, Hollanda’daki zorlu yılları atlatıp ve kendi sorunlarını halletmeye başlayıp refaha kavuştuktan sonra siyasi ve dini bir kutuplaşma içine girdiler.1980 darbesi öncesinde başlayan bu kutuplaşmalar günümüze kadar devam etti. Türkler arasındaki kutuplaşmaların ortadan kaldırılması için devletimiz tarafından hiçbir girişim olmadı. Bazı akil insanlarımızın kısıtlı gayretleri de sorunun çözümlenmesine yetmedi.
Hollanda Türk göçü tarihinde, adı en çok geçmiş ve geçecek olan ve adı Hollanda ile özdeşleşmiş olan gazeteci ilhan Karaçay da bu akil insanlardan biri. İlhan Karaçay gerek ilk dönemlerde ve gerekse şimdilerde, pek çok konuda başrol oynayan isimlerden biri. Bu nedenle, Karaçay ile bu konuları içeren röportajı gerçekleştirdik.
Gazeteci.nl: İlhan Bey, Hollanda’da yaşadığınız süre içinde pek çok olayı yaşayarak yazdınız ve görüntülediniz. Hollanda’daki Türkler arasında meydana gelen olaylar içinde kavgalar da var. Nedir bu kavgaların içyüzü?
İlhan Karaçay: ”Hollanda’daki 50 yılı aşkın zaman biriminde, burada yaşayan Türk kökenliler arasında yaşanan, siyasi, dini ve dünyevi anlaşmazlıklar çoğu zaman çok can sıkıcı olmuştur. Yaratılmış olan biz insanlar, karekter ve huy olarak, tüm canlılardan daha farklıyızdır. Bizi yaratan, diğer canlılarla barışık bir yaşam sürmemizi istemiş olmasına rağmen biz insanlar, birbirimize şiddet uygulayarak üstünlük sağlamaya çalışmışızdır. Vahşi doğayı bilmem ama, biz insanlar önce kendimiz ile, sonra da diğer insanlar ile barışık olmalıyız. Yaşadığımız gök kubbenin altında, kimsenin kimseden üstünlüğü olmamalıdır. Bunun aksi, bizi barışa değil, savaşa götürür. Anlaşamayan insanların, aralarındaki ihtiafı çözmek için saygın aracılara veya yargıçlara ihtiyaç vardır. Ama ne yazık ki, bazı insanları ne saygın arabulucular ve ne de yargıçlar barıştıramıyorlar.”
Gazeteci.nl: İlk yıllarınızdan biraz söz eder misiniz?
İlhan Karaçay: ”1966 yılında 4 ay turist olarak kalıp Türkiye’ye geri döndüğüm ve sonradan 1967 yılının 10 kasımında yeniden geldiğim Hollanda’da, tam 51 yıldır yaşıyorum. Buraya gelir gelmez başladığım gazetecilik yaşamımda, ilişki içinde olduğum yurttaşlarım arasında, ne dini ve ne de siyasi bir farklılık gözetmeden iş yaptım. Yardımlarına koştuğum yurttaşlarımız arasında da ayrımcılık yapmadım. İlk yıllarda büyük zorluklar çeken yurttaşlarımıza, sadece yayın yoluyla değil, kişi ve mercilerle bizzat temas kurarak yardımcı olmaya çalışıyordum. Gazetelere yazıyor ve televizyonlarda programlar yapıyordum. Epeyi de ünlenmiştim. Eee, insan halidir, kimi uzun burnumu, kimi saç özürlülüğümü öne sürerek beğenmemiş olacağı gibi, beni beğenen ve takdir edenler olmuştur.” Yurttaşlarımızın bir kısmı, Hollanda’daki sorunların hafiflemesinden sonra, buradaki sorunları bir kenara bırakıp, anavatandaki siyasi ve dini çekişmelere odaklanmışlardı. Sağcı ve solcu kavgası buralara da sıçramıştı.
Gazeteci.nl: Neydi bu sağcılık ve solculuk konusu?
İlhan Karaçay: ”İsterseniz önce, bu sağ ve sol kavramının nereden kaynaklandığını anlatayım: Fransa’nın bilmem kaçıncı Kralı Louis’in , meclis kararlarını sürekli veto etmesini önlemek için özel bir oturum yapılıyor. Değişime açık olmayan muhafazakar kesimle, monarşiyi destekleyen, kralın veto hakkının olmasını isteyen ve genel anlamda toplumun kaymak tabakasında olan insanlar ‘sağ’ tarafa oturdular.O zamanki toplum düzeninin ilerici görüşlü burjuvazi temsilcileri, köylü hakkını ve ileriyi savunan, değişimi isteyen temsilciler de ‘sol’ tarafa oturdular. Anlayacağınız, o günden bu güne, ileriyi, değişimi, yeniliği, hak ve özgürlüğü, en önemlisi ise herkesin eşit olduğunu savunan insanlara ‘solcu’, muhafazakar olan, değişime, yeniliğe, hak ve özgürlüklere ve eşitliğe yakın olmayan insanlar da ‘sağcı’ olarak nitelenmeye başlandı. Tabii ki bu anlatım, Amerika’da başka, Asya’da başka ve Avrupa’da başka türlü de yorumlanıyor.”
Gazeteci.nl: O dönemlerde Hollanda’daki Türkler’in durumu neydi?
İlhan Karaçay: ”O zamanlar, işte böyle sağcı ve solcu diye nitelenenler arasında kıyasıya bir çekişme başlamıştı. Türkiye’deki anarşik cinayetler korkusu, Utrecht’te bir futbol maçı sonrasında yaşanan cinayet ile Hollanda’ya da taşınmıştı. Zira o zaman, siyaseti futbola karıştırmak istemeyen Muzaffer Çavuşoğlu adlı bir gencimiz, bir siyasi grubun gadrine uğramış ve futbol sahasında öldürülmüştü.”
Gazeteci.nl: Bu olay karşısında sizin tutumunuz neydi?
İlhan Karaçay: ”O zamanki siyasi çekişmeler cereyan ederken, ben bu çekişmelerde ne sağcılardan yana oldum ne de solculardan yana. Böyle olunca da, beni kendilerinden olmadığım için, iki grup da düşman belledi. Özellikle ‘Düşman’ diye yazdım. Zira Hollanda polisi, beni önce sağcıların, bir yıl sonra da solcuların öldüreceği ihbarları ile iki defa korumaya almak istemişti. Ben her iki koruma isteğini ret etmiştim. ‘Benim yurttaşlarım bana kızarlar ama, beni öldürecek derecede düşmanlık yapmadığım için bunu yapmazlar’ dedim. Buna rağmen polis beni, kurşun geçirmez çelik yelek giymem için zorladı. Aylarca kilolarca ağılıktaki çelik yelek ile dolaştım. Ne mutlu ki bana hiçbir saldırı olmadı ve o yıllar mazide kaldı.
Gazeteci.nl: Yanlış istifhamları ortadan kaldırmak için soruyorum. O zaman İslam’a bakışınız nasıldı?
İlhan Karaçay: ”Hollanda’da, İslam inancında olan Müslümanlar, namaz kılmak için önce mescit yerleri, sonra da cami isteğinde bulundular. Müslümanlar dernekleşmeye başladılar. Dernekler kuruldu. Daha sonra dernekleri bir çatı altında toplayan Federasyon kuruldu. Daha sonra da Federasyonlar’ın birleştiği Konfederasyon kuruldu. İbrahim Görmez, hem federasyonda ve hem de konfederasyonda başkanlık yapmıştı. Ben o zamanlar gerek televizyondaki yayınlarımda ve gerekse Hürriyet’teki yayınlarımda hep yurttaşlarımızdan yana oldum ve destekledim. Ülkede, Katolikler, Protestanlar, Evangelistler ve Yahudiler için TV ve Radyo yayınları vardı ama Müslümanlar için yoktu. Bunun mücadelesi başladı.
Ben yukarıdaki tüm faaliyetlerde gerek gazetemde ve gerekse TV programlarımda hep destekçi oldum. Ama ne yazık ki, o zamanlar Hürriyet gazetesini düşman, Tercüman gazetesini dost bilen bazı kişiler, bana çok uzak durdukları için beni anlayamadılar.”
Gazeteci.nl: Sizin NOS’ta Pasaport programını yaptığınız dönemde, Hollanda televizyonunda YONEKO adlı bir film yayınlanmıştı. O kunuyu burada açıklar mısınız?
İlhan Karaçay: ”1978 yılının mayıs ayında, EO adli Evangelist TV İstasyonunun, sırf Hıristiyan propagandası yapılan YONEKO adlı İngilizce bir filmin, özellikle Türkçe alt yazılı yayınlayacağını öğrendiğim zaman, gerek kendi TV yayınımda ve gerekse Hürriyet’te ‘Neden ille de Türkçe’ diye protesto etmiştim. Ama ne yazık ki sırf Tercüman okuyan ve benim yayınlarımdan habersiz olanlar, NOS Televizyonunda çalıştığım için, o yayını da benim yaptığımı sanarak bana çok ağır ve çirkin iki mektup göndermişlerdi. Zıra, Türkiye’de o zaman TRT ne ise, burada da NOS televizyonunun konumunu aynı zannedenler, diğer yayın kurumlarının kendi ideoloji ve inançları doğrultusunda yayın yaptıklarını bilmiyorlardı. Her televizyon kanalında yayınlanan programda benim parmağım olduğunu sanıyorlardı.”
Gazeteci.nl: Sonrasında hakkınızdaki fikirler değişti mi?
İlhan Karaçay: ”Tabii ki. Gün geldi, yukarıda anlattığım bilinmeyenler, bilinir hale geldi. Ne mutlu ki, o zamanlar Türk İslam ve Kültür Dernekleri Federasyonu Başkanlığı ve İslam Yayın Kurumu Başkanlığı yapmış olan İbrahim Görmez, ‘Senin değerini o zaman bilemedik. Nifakçılar seni hedef almışlardı. Şimdi senin İslam’a ve devletimize ne kadar yararlı olduğunu daha iyi anladık.’ deme medeniyetini gösterdi. Sağolsun İbrahim Görmez…” Hollanda’da, geçmişte yapmış olduğunuz toplumsal ve bireysel yardım faaliyetlerinize biraz sonra gireceğim. Şu anda yaşananlar çok önemli.”
Gazeteci.nl: Nedir şimdi yaşananlar ve nedir bu kavgalarda sizin yeriniz?
İlhan Karaçay: ”O zamanki kavgalarda, yerimin ne olduğu anlaşılmıştır sanırım. ‘Ne sağcıyım ne solcu, futbolcuyum futbolcu’ yakıştırmasına uygun bir yerdeydim. Bazıları buna ‘renksizlik’ diyordu ama, benim ne kadar renkli olduğumu bilenler de vardı. İçinde bulunduğumuz kavgalara ve bu kavgalarda benim yerimin ne olduğuna gelince: Refah düzeyi artan yurttaşlarımız, buradaki sorunlarından bir nebze kurtulduktan sonra, particiliği, inanç ayrıcalığını ve hatta Türkiye’deki futbol takımı sevdasını abartılı bir hale getirdiler. Daha önce bu konularda arada bir tartışanlar, sosyal medyanın yaygınlaşmasından sonra, birbirlerine hakaret etmeye başladılar. Eski dostlar düşman olmaya başladı. Bırakın siyasi ve dini düşünceyi, Fenerbahçeli ile Galatasaraylı bile birbirlerine düşman oldular. Ben Beşiktaşlı olduğum halde, Hollanda Beşiktaşlılar Derneği’ne üye bile olmadım. Çünkü ben işimde tarafsızlığımı inandırıcı bir şekilde ortaya koymalıydım.”
Gazeteci.nl: Son günlerdeki kargaşa hakkında neler diyeceksiniz?
İlhan Karaçay: ”15 Temmuz darbe girişiminden sonra ise, bir Erdoğancı-Fetöcü kavgası patlak verdi. Gruplar arasında çekişmeler ve hatta ufak tefek atışmalar meydana geldi. Hollanda’yı yönetenler bu durumdan rahatsız oldu. Araştırmalar yapıldı. Türk kuruluşlarından beşi, Başbakan yardımcısı Ascher’in emriyle araştırıldı. Pek çok konuda polis devreye girdi. Bakanlık ve istihbarat elemanları Türkler arasında mekik dokumaya başladı. Sonra şikayetler, dedikodular ve iftiralar baş gösterdi. Türkler, sosyal medyada birbirleri ile kabaca tartışmaya başladılar. Herkes birbirini suçluyor ve bir paye yakıştırıyordu. Tam anlamıyla, çok rahatsız edici bir durum söz konusuydu. Eskiden komuşularıyla muhabbet içinde yaşayan insanlarımız, şimdi o komuşularının yarısını kaybetmiş durumda. İnsanlar birbirlerine düşman gibi bakıyorlar.”
Gazeteci.nl: Sosyal medyada da bir kavga sürüp gidiyor. Nedir buradaki sorun?
İlhan Karaçay: “Yukarıdaki olumsuzluklar yetmezmiş gibi, eline kalem alan (Daha doğrusu bilgisayar veya akıllı telefon kullanan) bir yığın insan yorumlar yazmaya başladılar. Kimi Facebook’ta, kimi Instagram’da, kimi WhatsAap’ta, kimi Twitter’de ve Messenger’de yazıp yazıp gönderiyordu. Tabii ki bu ara kendi web sitelerini yayına sokmuş olanlar da vardı. Elindeki kara kalemi istediklerininin üzerine çalıyorlardı. Naçizane şahsım için bile bazen olumsuz satırlar yazılıyordu.
Ben bunları hiç sorun yapmıyordum. Benim için olumsuz yazanlar ile temasa geçiyor, biraraya geliyor ve olumsuzlukları düzeltme yoluna gitmeyi tercih ediyordum. Zira ben, eskiden olduğu gibi, şimdi de hiçbir yurttaşım ile kavgalı olmayı ve kavgalı kalmayı tercih etmiyorum. Kendi meselelerimi, kendime özgü tavır ve hareketlerimle halletmeye çalışıyorum.”
Gazeteci.nl: Siz bu konularda akıllı davranıyorsunuz. Peki diğerleri ne yapıyorlar?
İlhan Karaçay: ”Ne var ki, aynı yayınlardan rahatsız olan bazı dostlar, web sitelerinde kendilerini yeren kişilere karşı harekete geçtiler. ‘Kamuoyuna’ diye bildiriler yayınladılar ve kendileri için kötü yazanlara karşı sert yanıt verdiler.
İşte o saatten sonra olanlar oldu. Bu kez web sitesi yazarları karşı hücuma geçti. Ama yazılanlar arasındaki kelimeler yenilir içilir cinsten değildi. Ağır hakaretler ve kişisel ailevi suçlamalar çok can sıktı. ‘Kamuoyuna’ duyurusunu yazanlar, daha sonra bunu bir imza kampanyasına dönüştürdü. Site yazarları bu kez imza atanlara saldırdı. Tabii ki tüm bu olanlar, Hollanda’yı yönetenlerin gözünden kaçmadı. İstihbaratçılar, patronlarına bilgi vermek için bu konuyu da araştırmaya başladılar bile.”
Gazeteci.nl: Bu konuda sizin görüşünüz nedir?
İlhan Karaçay: ”Yalan söylemeyeyim. ‘Kamuoyuna’ diye başlayan bildiriye neden imza atmadığımı soranlar olduğu gibi, ‘imza atma’ diyenler de oldu. Ben her iki tarafa da, kimsenin etkisi altında kalmayacağımı, her hareketimi kendi sağduyumla yapacağımı ve bu gidişatın hiç hoş olmadığını ve hatta çok kötü olduğunu belirttim. Bu sorunun küfürleşme ve yargıyla çözümleneceğine inanmıyorum. Benim aleyhime de yazılanlar olduğu halde, bu sorunun diyalog ile çözüleceğine inanıyorum.”
Gazeteci.nl: Siz bu konuda nerede duruyorsunuz?
İlhan Karaçay: ”Akil bir dost bana şu tavsiyede bulundu: ”Bak İlhan, sen her zaman olduğu gibi bu kavganın dışındasın ve hatta üstündesin. Yoluna böyle devam et.”. Ben de tıpkı 51 yıldır yaptığım gibi, yurttaşlarımız arasında gelişmekte olan bu kavgaların dışında kalıyorum. Bana, eskiden olduğu gibi ‘Renksiz ve korkak’ diyenler çıkacaktır. Ama beni yakından tanıyanlar ne kadar renkli ve ne kadar da cesur olduğumu ifade edeceklerdir. Zira ben, Hollanda’daki Türkler’in tarihi yazıldığı zaman, İlhan Karaçay adının tertemiz yazılması dilemekteyim”
Medya kontrol edilecek!
Gazeteci.nl: Hollanda ve Avrupa’daki ana akım medya ve sosyal medya konusundaki son durum nedir, önlemler alınıyor mu?
İlhan Karaçay: ”Sosyal medyada hakaret ve iftira içeren yayınların ortadan kaldırılması için Avrupa Birliği ülkeleri ortak bir çalışma içine girdiler. Facebook, Twitter, Instagram, WhatsAap ve Messenger aracılığı ile yapılan hakaretlerin, bir hafta içinde kaldırılmaması halinde büyük cezalar konulacak. Ayrıca, Hollanda’nın üçüncü büyük gazetesi De Volkskrant, I&O Araştırma şirketine ,‘Yalan haberlerin toplumsal tartışmalara etkisi’ konulu bir araştırma yaptırdı.
Annieke Kranenberg tarafından kaleme alınan araştırma sonuçlarına göre, her üç Hollandalı’dan birisi, yalan haberle doğru haber arasındaki farkı ayıramıyor. Araştırmaya katılanlardan sadece yüzde 29’u, yalan haber ile doğru haberin farkına varabiliyor. Hollandalılar’ın yüzde 82 gibi ezici bir çoğunluğunun yalan haberlerden rahatsız oldukları, yalan haberlerin, demokrasi ve hukuk devletinin işleyişini tehdit ettiğini söylüyorlar. Okuyucunun genelde şuurlu olduğu, her habere hemen inanmayacağının altı çiziliyor. Örneğin, okuyucunun kendi ifadesine göre, Facebook’da yayınlanan haberlerin yüzde 71’i yanlış olabilir.
Gazeteci.nl: Peki, diğer Avrupa ülkeleri ne yapıyorlar bu konuda?
İlhan Karaçay: ”Yalan haberler, diğer Avrupa ülkelerinde de buradan farklı değil elbette. Yalan haberler ile mücadelede Hollanda ağır davranırken, Fransa ve Almanya sert önlemler alıyorlar. Geçen ay Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron, yalan haberlerle ilgili yeni bir yasanın yürürlüğe gireceğini söyledi. Macron’un seçimler sürecinde yalan haberlerden canı yanmıştı tabiiki. Almanya da geçtiğimiz günlerde konuyla ilgili bir yasa sundu. Sosyal medyada nefret içeren haberleri yayından kaldırmayanlara ağır para cezası verilecek ve hesapları kapatılacak. Sahte ve yalan haberler için, Avrupa Komisyonu bu yıl bir dizi yaptırımlar getirecek. Komisyon, alanında uzman olan 39 kişi tesbit ederek çalışmalarına başladı. Brüksel’in vereceği karar, Avrupa ülkelerini harekete geçirecektir.Kişilerin yalan haberler karşısında zarar görmemesi, toplumsal düzeni zedelememesi, hukuken keskin önlemler alınması, hiç kimsenin yalan haberlerle başkalarının yaşam hakkını engellememesi için önlemler alınıyor.”
Gazeteci.nl: Sosyal medyada en çok rahatsızlık veren konu nedir?
İlhan Karaçay: “Bazı haber portallarını yönetenler, birisi hakkında kötü düşünülmesi için, kendi görüşlerinde ziyade, tribünlerde oturan hayalı insanları konuşturarak haber yapıyorlar. Ama artık bu taktiğe kimse inanmamaktadır.
Bu konuya dikkat edilmesini ve insanları sırf intikam almak için karalama kampanyası yapılmamasını diliyorum.”
En Son Gelişme
Gazeteci.nl: Türkiyemizdeki son gelişmeler hakkında da anlaşmazlık çıktı. Bu durm Türkiye’deki siyasetçiler arasında tatsızlık yaratıyor. Suriye’ye ‘Zeytindalı Çıkarması’. konusunda neler oluyor?
İlhan Karaçay: ”Milli bir dava olan bu girişim için, HDP haricindeki tüm siyasi partilerimiz onay verdi. Onay verildi ama, kurcalayıcı medya yine polemik yaratacak girişimlerde bulundu ve siyasileri değişik açılardan konuşturmaya başladı.
Dava milliydi ve onay almıştı. Ama, geçmişteki dış politikamız eleştirilmeye başlanınca, siyasilerimiz yeniden bir ağız dalaşına girdiler. (Bu konuda HDP’lileri kastetmiyorum). Siyasiler ağız dalaşına girince, yurttaşlar da konuşmaya ve yazmaya başladılar. Sosyal medya üzerinden yine hakaretler yağmaya başladı. Biri diğerine ‘Vatan haini’ diyor, diğeri de, ‘Çıkarcı sömürücü’ yanıtını veriyor. Kişisel sataşmalar da cabası…
Milli bir davada bile, çirkin siyasete başvuranlar, yurttaşlarımız arasındaki dostluk bağlarını bir kez daha çözülemeyecek düğüm haline getirdiler. Yazık, hem de çok yazık.
‘Sonumuz hayırlı olur inşallah’ diyerek sözlerimi tamamlıyorum.”
Geçmişte yaşananlar
Gazeteci.nl: Şimdi biraz da geçmişteki toplumsal hizmetlerinizden söz edelim. Hoofddorp’ta Türkler’in bir fabrikada boykot eylemi yaşanmıştı. O sorunu siz çözmüştünüz. Anlatır mısınız?
İlhan Karaçay: ”1975 yılında, Hoofddorp’taki Dam Chips adlı fabrikada 160 Türk işçisi işgal eylemi başlatmıştı. İsveren Türkler’in işine derhal son vermişti ama Türkler fabrikayı terk etmiyorlardı. Olay Hollanda parlamentosunda konu olmuştu. Medya sırf bu konuyla meşguldu. Sendikaların girişimleri fayda etmiyordu.
Türkler’in ikamet ettikleri Haarlem kentine gittim. Türkler ile uzun uzun konuştum. Daha sonra fabrikanın patronunu aradım ve olayı her iki tarafı mutlu edecek bir şekilde sonlandıracağımı bildirdim. Patron önce görüşmeyi kabul etmedi. Birkaç kez daha aradım. Sonunda kabul etti. Türkler ile fabrikada toplandık. Sonuçta barışı sağladık. Ertesi gün Hollanda medyası, ‘Hiç kimsenin yapamadığını, Türkler’in ombudsmanı gazeteci İlhan Karaçay yaptı ve barış sağlandı’ haberini yayınladılar.
Journalist İlhan Karaçay als ombudsman
DAM betaalt over stakings-
periode
HOOFDDORP. – De Dam Fabriek zal
de Turkse werknemers.jtlen vrouwen en
één man, die door een misverstand bijna
twee weken deze maand in staking gin-
gen en inmiddels, na ontslag, weer in
dienst zijn genomen, het loon dat zij
over de periode zouden hebben gekregen
uitbetalen
Dit kwam donderdagmorgen tijdens
besprekingen tussen de Turkse journalist
en “ombudsman” Ilhan Karacay die voor
de belangen van de stakers opkwam en’
Gazeteci.nl: Hollanda Kraliçesi Juliana’ya yazdığınız bir mektup hafızlardan silinmedi. Neydi o kunu?
İlhan Karaçay: ”1975 yılının mart ayında, Helmond kentindeki bir okulda Türk öğrencilere büyük bir haksızlık yapılmıştı. O zamanlar her cumartesi günü Türk çocuklarına Türkçe ders ve İslam dini öğretiliyordu. Okul yönetimi bu durumu yasaklamıştı. Hollanda yine ayağa kalkmıştı. İşte o zaman ben Kraliçe Juliana’ya bir mektup yazmıştım. O mektup da Hollanda medyasında geniş yer buldu ve sonra da dersler yeniden başladı.
Gazeteci.nl: Sizin kaçak işçilere af konusunda da çalışmalarınız oldu. Anlatır mısınız?
İlhan Karaçay: ”1973 yılında, Hollanda’da ikamet ve çalışma izni olmayan ve ‘Kaçak işçi’ olarak adlandırılan insanlar için genel bir af verilmesi için bir komisyon oluşturmuştuk
Ben o zaman bu af için ‘Generaal pardon’ sözcüğünü seçmiştim. Bu sözcük Hollandalılar’ın diline pelesenk olmuştu. O zaman Hollanda’da çok ünlü bir İspanyol asıllı sendikacı vardı. Daha sonra ülkesine dönen ve orada Bakan olan bu ünlü sendikacı da bana ‘Bay General Pardon’ adını yakıştırmıştı.
O çalışmalar semersini vermiş ve daha sonra kaçak işçiler için af çıkmıştı.
Gazeteci.nl: Hollanda hükümeti, Türkiye’de yaşayan Türk çocukları için daha az çocuk ödeneği verilmesini istenmişti. Bu konuyu da anlatır mısınız?
İlhan Karaçay: ”1976 yılında, Hollanda Sosyal Güvenlik Bakanlığı’nda bir komisyonda yer almıştım. O zamanki hükümet, Türkler’in Türkiye’de yaşayan çocukları için, normalden daha düşük çocuk parası ödeneği verilmesi için bir çalışma yapıyordu. Gerekçe: Türkiye’de süt, sebze ve meyve daha ucuzdu. Ben ise o komisyonda, Türk çocuklarının Türkiye’de daha ucuz yaşamadıklarını, aksine, ebeveynler Avrupa’da olduğu için, Türkiye’de bıraktıkları çocuklar için daha fazla para harcadıklarını anlatmıştım. Benim anlatımım, hükümetin bu plandan vaz geçmesi için yeterli olmuştu.”
Gazeteci.nl: Bir de Zwarte Markt (Kara Pazar) konusu var. Neydi o konu?
İlhan Karaçay: ”1983 yılında, Beverwijk’te kurulan dünyanın en büyük pazar yerinin kuruluş çalışmalarında ben de yer almıştım. Hollandalı girişimci Bart van Kampen pzarcılık yapıyordu. Zaandam kentindeki Bruynzeel fabrikasının avlusunda pazarcılık yapan Türkler’e yasak gelince, Bart van Kampen bana gelmiş ve Beverwijk kasabasındaki pazar yerinde Türkler’e yer vermek istediğini belirtmişti. Ben o zaman tanıdığım pazarcı Türkler’e ulaştığım gibi, Hürriyet ve Tercüman gazetelerine verdiğim ilanlar ve her tarafa astırdığım afişler ile büyük bir reklam kampanyası başlatmıştım. Daha sonra da Türkiye’den getirdiğimiz sanatçılarla bedava konserler ile binlerce Türk’ü pazar yerine çekmeye başladık. Dünyanın en büyük pazar yeri diyebileceğimiz bu yer, her hafta polis baskınıyla kapatılıyordu. O zaman pazar yerinde 100’ü aşkın Türk standı vardı.
Polis baskınlarından kurtulabilmek için bir komisyon oluşturduk ve zamanın İçişleri Bakanı’a gittik. Bakan, ‘Nuh’ diyor ama ‘Peygamber’ demiyordu. Pazar gününün insanlar için istirahat günü olduğunda israr ediyordu.
O sırada ben söz aldım: ‘Sayın Bakan, Scheveningen, Noordwijk ve Katwijk gibi yerlerde pazar günü dükkanlar neden açık’ diye sordum. Bakan tam istediğim yantı verdi: ”Oradaki dükkanlar yabancılar için açık.”
Ben de cevabı hemen yapıştırdım: ‘İyi ama sayın Bakan, Kara Pazar denen yere hep yabancılar geliyor. Yabancıların Hollanda’da yararlanabilecekleri rekreasyon yerleri çok kısıtlı. Pazar yerine gelen yabancılar çocukları ile birlikte eğlenebiliyorlar. Ayrıcai yüzden fazla Türk işyeri açmış ve yüzlercesine de iş imkanı sağlamış durumda. Beni dikkatle dinleyen Bakan, elini masaya vurarak ani ve kesin kararını verdi: ”O zaman sadece Türk pazarı açık kalabilir.”
“Komisyondaki Hollandalılar itiraz edecek oldular ama, araya girerek, ‘Durun itiraz etmeyin. Bugün Türk pazarına izin verildi, yarın da Hollanda pazarına izin çıkar’ dedim. Daha sonraki aylarda gerek belediye ile ve gerekse Bakanlık mensuplarıyla yapılan görüşmelerden sonra Hollanda pazarı da açık kaldı. Ve o günden sonra Türk pazarı cumartesi ve pazar günleri hala faaliyet gösteriyor.”
Gazeteci.nl: Bir de pazar yerindeki Türkler’in boykot eylemi vardı?
İlhan Karaçay: ”Türk pazarcılar, pazar yeri sahibi Van kampen’in kira sözleşmelerinden hoşnut değildiler. Başı çeken bir Türk pazarcı, Türkler’e ‘Boykot’ kararı aldırdı. Ertesi gün pazar yerine gelenler pazara giremediler. Uzaklardan pazar yerine gelenler boşuna gelmiş oldular. Kaldı ki, pazarın tanıtımı için büyük emek ve masraf sarfedilmişti. Pazar yeri sahibi Bart van Kampen.ikinci hafta da boykotu sürdürmesi beklenen Türkler’i bu fikirden va geçirmek için beni aradı. Cumayı cumartesiye bağlayan gece pazar yerine gittim. Türk esnafı bir araya getirdim ve pazar yerine gelen binlerce kişinin bu hafta da geri dönmesi halinde, pazara bundan sonra hiç kimsenin gelmeyeceğini ve sonunda herkesin kaybedeceğini belirttim. Başı çeken Türk itiraz eder gibi oldu ama, esnafın büyük çoğunluğu bana inandı ve boykot sona erdi. Ertesi sabah beni arayan van kampen banka hesabımı istedi. Bana gece çalışması için bir honorerya gönderecekti. Kendisine teşekkür ettim ve havale edeceği parayı ret ettim.”
UÇUŞ VERGİSİ
-İlhan bey, sizin Hollanda’da yaptığınız ses getiren girişimlerin haddi hesabı yok biliyoruz. Hatırladığımız kadarıyla bir de ‘Uçuş vergisi’ yasasını geri çektirmenizin hikayesi var. Anlatır mısınız?
– ”Memnuniyetle. 5-6 yıl önceydi. Hollanda hükümeti uçak biletlerine bir ‘Uçuş vergisi’ koymak için bir yasa tasarısı düzenliyordu. Bu tasarıya göre, Atina’ya uçacak olan yolcu hiç vergi ödemeyecek, ama Ankara veya Antalya’ya uçacak olan yolcu 35 ila 50 euro arasında bir vergi ödeyecekti. Bu teklif yasalaşırsa, tatile gidecek Türk ailelerine büyük bir maddi külfet yüklenecekti. Bu duruma önce Hollanda Seyahat Acentaları Birliği ANVR, daha sonra çeşitli havayolu şirketleri itirazlarda bulundular. Corendon firması da girişimde bulundu ama fayda etmedi.
Utrecht Turizm Fuarı’nın açılış arifesindeydik. İşçi Partisi milletvekili olan eski dostum ve Agis’in Eski Genel Başkanı Eelke van der Veen’i aradım. Durum hakkında birşeyler yapılması gerektiğini söyledim. O da beni, bu tasarının hazırlayıcısı olan Paul tang’a yönlendirdi. Aynı akşam Paul tang beni aradı ve ne istediğimi sordu. Ben de kendisine, iki gün sonra açılacak olan Turizm Fuarı’nda buluşma teklifinde bulundum. 6 Türk tur operatörü ve birkaç basın mensubu arkadaşım ile, Turizm Müşavirliğimizin standında buluştuk. Turizmci dostlar, biletlere eklenecek olan ‘Uçuş vergisi’nin yolcular için ağır bir yük olacağını anlattılar. Paul Tnng da, alınacak olan vergilerin, uçakların kirlettiği çevre için harcanacağını belirterek, çevre temizliliğini ne kadar önemli olduğunu anlatmaya çalıştı.
Toplantının sonucunda, fikir değişikliği olmadığı kanaatine vardım.
Ben de, ‘mademki bu işler siyasetle ve oy hesabıyla çözümlenir, o halde ben de bu işi bu yolla halletmeliyim’ diye düşündüm ve Paul Tang’ı tren istasyonuna kadar yolcu ederken konuşmaya başladım: ‘Bak Paul, sizin partiniz geçen seçimlerde, Ermeni davasını körü körüne desteklediğiniz için Türkler’den oy alamadı. Kaldı ki, bugüne kadar, sağcı olsun veya solcu olsun Türkler hep sizin partiye oy veriyorlardı. Şimdi bu uçak vergisi yüzünden Türk aileler size yine kızacak ve oy vermeyecekler. Sana tavsiyem, başkanınız Wouter Bos ile konuş ve bu durumu izah et’.
Paul Tang aynı akşam beni aradı ve Bos ile görüştüğünü, Maliye Bakanı ile de bu konuda randevu alındığını söyleyerek iyiye doğru bir işaret verdi.
Seyahat dalında faaliyet gösteren dostlara bunu anlattığım zaman bana, ‘Boş ver abi, bu iş böyle kalır’ diye umutsuz yanıtlar vermişlerdi.
Paul Tang ile konuşmam ocak ayında yapılmıştı. Mayıs ayı başında Mersin’deyken akşam telefonum çaldı. Hatta Paul Tang vardı. ‘Müjde Karaçay, uçak vergisi tasarısını geri çektim.‘ diye iyi haberi verdi.
Bu anlattıklarım, pek çok işin lobi faaliyeti ile nasıl çözümleneceğinin bir örneğidir.”
İlginç olaylar
İlhan Karaçay’ın 2002 yılında Kraliçe Beatrix’e yazdığı, 2017 yılında da şimdiki Başbakan Rutte’ye yazdığı mektuplar da, Türk ve Hollanda toplumunun barış içinde yaşayabilmeleri için, iyi niyetle yazılmış mektuplardı. Sorulara devam ediyoruz:
-Siz Kraliçe Beatrix ve Başbakan Mark Rutte’ye de mektuplar yazdınız?
-‘Evet, 2002 ve 2017 yıllarında, Holland ave Türk toplumunun birlikte ve huzur içinde yaşayabilmeleri için yazmıştım o mektupları.
-Şimdi değişik bir konuya girelim. Türkler ile Hollandalılar arasında kültür, gelenek, din ve hiddetlenme farkı nedir?
-‘Ben şahsen 55 yıldır Hollanda’da yaşadığım ve çifte tabiyete sahip olduğum halde, bu gibi farklılıkları kendim yaşamadım ama başkalarının yaşadığına şahit oldum. Tabii ki herkesi aynı kefeye koymak doğru olmaz. Bu nedenle vereceğim örnekleri genelleştirmek istemiyorum ama, çoğunluğu kastettiğimi de belirtmek isterim.
-Tabii ki objektif yanıt vereceksiniz. Peki bundan neden tereddüt ettiniz? -‘Ben vereceğim örneklerde, ünlü düşünür ve yazar Aziz Nesin gibi hata yapmak istemiyorum. Aziz Nesin, Türk halkının yüze altmışının salak olduğunu iddia ettiği zaman çok eleştirilmiş ve hatta tehditler almıştı. Bunun üzerine Nesin bu kez şu cevabı verdi: ‘Yanlış söylemişim, Türk halkının yüzde sekseni salak.’ Aziz Nesin daha akıllı davranıp, ‘Türkler’in yüzde kırkı zekidir’ deseydi, diğer yizde altmışın salak olduğunu ifade etmiş olur ve kendisine bu kadar kızılmazdı.
Şimdi ben de Hollandalılar ile Türkler arasındaki farkı anlatırken, böyle bir hataya düşmemeye gayret edeceğim.’
-Türkleri ve Hollandalıları ne kadar güvenilir buluyorsunuz?
-‘Hollandalılar bu konularda daha soğuk kanlı ve ihmalkârdır. Kendilerine yaptığınız bir yardım ve destek konusunda müteşekkir olurlar ama bunu çabucak da unutabilirler.
Bir örnek: Hollandalılar, İspanyollar ile 80 yıl süren savaşı, Osmanlılar’ın bir nevi yardımı ile kazandılar. Prens Maurits, savaşın çok şiddetli geçtiği bölgeye, şükran borcu ödemek için ‘Türkiye’ adını verdi. Belçika’ya yakın olan Zeeland bölgesindeki Türkiye Köyü’nde bir de fahri büyükelçimiz var. Bayan Monique Strum, fahri büyükelçiliğimizi yaparken, Türkiye’yi tanıtarak iyi bir hizmet yapıyor.
Bir başka örnek: Hollanda devleti kurulduğu zaman, hiç bir devlet tanımaya yanaşmamıştı. Hollanda Büyükelçi Haga’yı İstanbul’a göndermişti. İki ay süren uzun bir bekleyisten sonra Sultan Ahmet taafından kabul edildi. Sultan Ahmet, Venedikliler’in, Almanlar’ın ve Fransızlar’ın karşı çıkmalarına rağmen Hollanda devletini ilk tanıyan oldu. Böylece, Hollanda’nın Akdeniz’de rahat dolaşmasını ve ticaret yapmasını sağlayan Sultan Ahmet, Hollanda’ya ikinci jesti yapmış oldu.
Hollanda, lale ile birlikte 80 çeşit çiçeği Türkiye’den elde ederek büyük paralar kazanıyor. Bunun için hâlâ festivaller yapılıyor.
Hollanda, seramik, tütün, kahve ve müzik aletlerini de Türkiye’den elde etti. Bu nedenle Hollanda Türkiye’ye müteşekkir kalmalı. Peki şimdi ne görüyoruz? Şimdiki Başbakan Mark Rutte, bu gerçeklerin tümünü bir kenara iterek, Türkiye’yi acımasızca eleştiriyor. Bu tutum dostluktan uzak bir tutumdur. Çok az bir Hollandalı grup, yukarıda anlattıklarımı bilir. Bunları bir kitapta toplayan da ben oldum. Sadece iyi tarihçiler ve benim kitabımı okuyanlar, Türkiye’nin Hollanda’ya yararlarını bilirler. Aynı Hollandalılar’ın bu bilinç ile Türkiye’ye karşı iyi niyet beslemeleri beklenir.’
-Hiddet? -‘Hollandalılar çok çabuk ve sık hiddetlenmezler. Örnek: Bir Türk bir Hollandalı’nın bacısına veya aile fertlerine küfür ederse, Hollandalılar o Türk’ün yüzüne anlamamışcasına soğuk soğuk bakarlar. Hatta Hollandalı o küfürü yapan Türk’e, ‘Git, evde seni bekliyorlar, bakalım seni kabul edecekler mi’ diye de soğuk bir yanıt verir.
Ama aynı küfür bir Türk’e yapılırsa, o küfürün sonunda şiddeli bir münakaşa ve belki de ölümle sonuçlanan kanlı bıçaklı bir kavga çıkar.
Bir örnek daha: Bir Türk, Hollandalı eşiyle kaynanasını ziyarete gider. Hoş sohbet sırasında Türk eşine kızar ve şaka yollu da olsa anasına söver. Hollandalı eşi de durumu anneye aynen aktarır: ‘Bak anne, benim kocam seni halledecekmiş’ der. Kaynananın cevabı çok soğuktur: ‘Aaaah ben senin için çok yaşlıyım’. Düşünün, aynı durumda bir Türk kaynana neler yapmaz. En azından damadın başına bir sandalye veya papuç giydirir değil mi?’
-Siyasi bir örnek verir misininz?
-‘Bir Türk politikacı Hollanda’ya kızarsa, ‘Heeeeeeyyy Holland’ diye başlar ve ‘Sem biz Nazi kalıntısısın, faşistsin, çıkarcısın’ diye bağırır. Buna karşın bir Hollandalı politikacı daha sakin görülür, kişiye ve topluma karşı nezaketini kaybetmez.’
-Türkler ile Hollandalılar arasındaki nezaket farkı nedir?
-‘Hollandalılar bu konuda genellikle yumuşak kalplidir. Başkalarıyla tartışma yaparken sadece konu üzerinde durular. Ama Türkler kendini kaybeder ve tartışmayı kişiselleştirir. Örneğin, bir Türk politikacı biriyle tartışma yaparken, birden bire ‘Sen bir koyunu bile güdemezsin’ diye bir laf eder. Geçmişteki seçim önceleri propaganda mitingleri sırasında en çok duyduğumuz, ‘Heeeyy, bay Kemal, ‘Heeeyyy bay Muharrem’ ve ‘Eveeeet bay Recep’ gibi çığlıklar oldu. Seçimler bitince ortalık sakinleşir gibi olur.’
-Misafirperverlik?
-‘Her insan Türkler’in çok misafirperver olduğunu söyler.
Bir örnek: Marmaris’te gece saat 23.00’tür. Biri Türk, diğeri Hollandalı olan bir çift otellerine doğru yürümektedir. Yolu kısaltmak için bir bahçeden geçmek mecburiyetinde kalırlar. Endişeli bir şekilde bahçeden geçerken hiç beklenmedik bir durumla karşılaşırlar. Evin bahçesinde hâlâ rakı sofrasında oturanlar vardır. Korkularını ‘Buyurun soframıza’ diye bir ses siler. Teşekkür ederler ama ısrar üzerine sofraya otururlar. Böyle bir durumun, bir Hollandalının evinin bahçesinden geçerken yaşanması düşünülemez bile…
Hollanda’daki her Türk, Hollandalı komuşusunu yemeğe davet eder veya evine yemek götürür. Bir Hollandalı, ‘Böyle bir adet bizim kültürümüzde yoktur’ der ve kesip atar.’
-Peki, kültüre bağlı adabımuaşeret farklılığı var mı?
-İki ülke insanları arasında bir farklılık ararsak, Türkler’in bu konuya daha çok dikkat ettiklerini söyleyebilirim. Belki elit çevrelerde denge sağlanır ama, halkın diğer kesiminde ağırlık Türklerde olur. Örnek: Ben misafirimi karşılarken, ayağımda ayakkabım v sırtımda ceketim ile kapıyı açar ve yer gösteririm. Bu evde de böyledir, ofiste de. Ama Hollandalılarda bu nezaket kuralı eksiktir.
Türklerde, yaşlı bir kişi geldiği zaman hemen ayağa kalkılır ve kendi sandalyeleri yaşlıya verilir. Ben başımdan geçen bir olayı anlatayım: Hollandali bir aile efradımda doğum günü kutlanıyordu. Eşimle gittiğim akraba evi kalabalıktı. Koltukta yeğenler oturuyordu ama, değil yer gösterme, ayağa bile kalkmadılar. Biz de portatif sandalyelerden aldık ve oturduk. Bir ara yeğenlerden biri koltuğu terketti. Aradan 10 dakika geçtiği halde gelmeyince ben o kultuğa oturdum. Az sonra geri dönen yeğen bana bakarak, ‘Ooooo, benim yerime oturmuşsunuz’ dedi ama, bu nezaketsizliğe hiç ses çıkarmadan oturmaya devam ettim. Yeğen 20 yaşındaydı ama nezaket konusunda hiçbir şey öğrenmemişti.’
-Türkler ile Hollandalılar arasındaki dini inanç farklılığı nedir?
-‘Hollandalılar genelde hıristiyandır, Türkler ise müslüman. Türk, kadere inanır ve her şeyin alına yazılmış olduğunu kabul eder. Hollandalı da böyle bir inanç yoktur. Hollandalı ile bu konuyu tartışırken şunu duyabilirsiniz: ‘Madem ki her şeyin önceden yazılmış olduğuna inanıyorsunuz, o zaman size bir soru. Allah, birinin kaderine, üç yaşında bir çocuğa tecavüz edip öldürme rezaletini yazar mı? Üç yaşındaki çocuğun kaderi de bu mu?’
Türk, ecele inanır ve ölü gününün de yazlılı olduğunu savunur. Hollandalı da buna karşın ‘O zaman İskandinavyalı neden 90 yıldan fazla yaşıyor da, geri kalmış ülkelerde insanlar 30-40 yaşında ölüyor?’ diye soruyor. Tabii ki bu soruya da cevap verilemiyor.’
-Peki aşka bakış açısı nedir?
-‘Aşk sınır tanımaz. Herkes birbirini şahane bir şekilde sevebilir. Ama benim saptamama göre, Doğuda (Türkiye) aşk, insanların ölümüne kadar sürecek olan bir şeydir. Burada Türk-Hollandalı ayrımı yapmamak gerekir ama, Hollandalı her konuda soğukkanlı olduğu gibi, aşk konusunda da soğukkanlı olabilir. Doğuluda aşk ölene kadardır ama Hollandalıda aşk ölüme kadar olmayabilir. Doğulu, inanılmaz olan aşkı seçer.’
Sonuç:
Hollanda’daki yaşamı boyunca, toplumsal konularda olduğu gibi, bireysel konularda da pek çok çalışmaları olan Karaçay, yurttaşları için işveren kapılarında, hastane kapılarında, karakol kapılarında ve akla gelemeyecek bir çok kapıda mücadele verdi.
Karaçay’ın bu faaliyetleri tabii ki Hollanda-Türk tarihinde yerini alacaktır.
Not: İlhan Karaçay’ın yaşamını ve yaptıklarını ”De Turk die Nederland in een adem noemt: Ilhan Karacay” başlıklı haberde; www.turksemedia.nlsitesinde Hollandaca okuyabilirsiniz.
************************************
YAVUZ NUFEL, İLHAN KARAÇAY’I GEÇMİŞİ İLE YÜZLEŞTİRDİ
Seyrettiği filmlerde kendisini ve ailesini hangi rollerde buluyor
Sosyal medyada İlhan Karaçay’ın kalp krizi geçirdiği haberini görünce hemen telefona sarıldım. Sağlık haberlerini aldıktan sonra bundan 10 yıl kadar önce yazdığım 40 yıl 40 İnsan 40 öykü kitabında yer alan öyküsünü hatırladım. Ardından bana vediği sözü.
Kitabımdaki yüzler, portreler öyküler tek tek eksiliyordu. Önce Ferruh Başaran ağabeyimiz, ardından Mehmet Abacı ve Hasan Güney…
“ Aman Allahım şimdi de sıra ilhan Karaçay ağabeye mi gelmişti” sorusu ile irkildim.
İnsanların bu dünyaya geldikleri bir an olduğu gibi, bu dünyadan gideceği bir an da olacaktır. Yaşam da, bu gel-git arasındaki mesafe kadardır,
bu yüzden bu öyküyü tamamlamak zorundaydım.
İlhan Karaçay’ı, kalp krizi geçirdikten sonra hastanede ziyaret eden Kamil Saygı ve Veyis Güngör oldu
İlhan Karaçay’ı, kalp krizi geçirdikten sonra hastanede ziyaret eden Kamil Saygı ve Veyis Güngör oldu
Bazı insanların bu iki çizgi arasındaki mesafesi kısa olsa da, yaşarken insanlara büyük hizmetlerde bulunduğu gibi, öldükten sonra da bıraktığı hatıraları ve eserleri ile bu insanlara hizmet etmeye ve onların hayatına yön vermeye devam eder.
Bazı insanların ise bu iki çizgi arasındaki mesafesi çok uzun olmasına rağmen, yaşarken insanlığa doğru dürüst hizmetleri dokunmadığı gibi, öldükten sonra da isimleri tamamen bu dünyadan silinmektedir.
Bazı insanlar geçmişleri ile övünebilirler. Bazıları da geçmişlerindeki olumsuz olaylardan utanç duyarlar. Ama insandır işte, geçmişteki olumsuz yaptıklarına bir kılıf bulup yine de haklılığını ortaya sermeye çalışırlar.
Adı Hollanda ile özdeşleşmiş olan ünlü gazeteci İlhan Karaçay, doğmak ile ölmek arasındaki uzun yaşamında, topluma gerçekten yararlı olmuş bir üstadımızdır.
İlhan Karaçay’ın kısa yaşam öyküsünü daha önce yazmıştım. Geçen yıl Mersin’de kendisini ziyaretim sırasında, yalnız olduğum zamanlarda İlhan Karaçay ve ailesi ile ilgili duyduklarım beni heyecanlandırmıştı. Konuştuğum Mersinliler, Karaçay ailesi için çok ilginç ve önemli şeyler anlatıyorlardı.
Duyduklarımı İlhan Karaçay abimize sorduğum zaman, ‘Bir gün bunları da anlatırım Yavuz’ diye kestirip atmıştı.
Aradan hemen hemen iki yıl geçti. Karaçay’ın sözünü ettiği ‘Bir gün’ çoktan geldi sayılır.
Sordum kendisine:
-Ağabey, geçmişinle yüzleşeceğin gün geldi artık. Bana geçmişini anlatacak mısın?
Cevap verdi İlhan ağabey:
– ‘Yavuz’cuğum, Hollanda’daki yaşam öykümü nasıl ki sen yazdıysan, geçmişim ile yüzleşmemi de sen yazacaksın. Biraz daha bekle.’
Biraz daha bekledikten sonra, İlhan ağabeyimiz bir kalp krizi geçirdi.
Allah O’nu bize bağışladı.
Sonra açtım telefonu ve şu serzenişte bulundum:
‘Ağabey, Allah gecinden versin, inşallah daha uzun bir yaşam sürersin.
Ama geçmişinle yüzleşmenin aciliyeti var sanırım.’ dediğim zaman
hemen ‘tamam’ dedi İlhan ağabey.
Çoğumuz onun doğuduğu günden bugüne kadar iki nokta arasındaki hayatından kesitleri şöyle ya da böyle biliyoruz. Peki bilmediğimiz o çizginin kalınlığını çözmek, öğrenmek ve yazmak niyetindeyim. Çünkü O’nun anlatması gereken, bilmediğimiz bir çok yönü vardı. Ve hayat oldukça acımasızdı. Allah göstermesin bir gün aniden birimize bir şey olsa o öykü eksik kalacaktı…
O’nu hastanede yatarken telefonla arayıp konuştuktan sonra aklıma şu şiirim geldi.
Söylenmediyse bu güne dek.
artık söylemek gerek!
iki nokta arasında kalan
çizgi değildir hayat;
ancak, kalınlığı kadardır çizginin…
mesele, enine yaşamak…
İlhan ağabey iki nokta arasında koşturmanın yanı sıra, enine de yaşamış bir kişi idi. Sanat, edebiyat, sevgiler, aşklar, ve bizlerden geriye ilelebet kalacak en güzel şeyler ne varsa hep o çizginin kalınlığında gizliydi.
Boyuna ne kadar dolu doılu yaşamışsa enine de o kadar dolu dolu bir hayatı vardı ve ben de bunun peşindeydim. Daha sonra O’nunla buluştuk ve uzun bir süre konuştuk.
Soramaya başladım:
– Ağabey, Mersin’de iken senin ailen hakkında çok önemli ve övücü şeyler duydum. Mersin’in kalburüstü bir ailesinin çocuğu olan sen, nasıl oldu da Hollanda’ya geldin ve yerleştin?
-‘ Yavuz’cuğum, Hollanda’ya nasıl geldiğim, daha önce sana anlattığım yaşam öyküm içinde var. ‘Adı Hollanda ile özdeşleşmiş’ başlıklı yazında bunu bulabilirsiniz. Sanırım o yazını da şimdiki söyleşinin sonuna ekleyeceksin.’
-Peki abi, nedir senin geçmişindeki özellik?
-‘Benim geçmişimde çok parlak gelişmeler yaşanmıştır.
Hürriyet Gazetesi’nde 8 sütun büyüklüğünde imzam ile haberlerim yayınlanırken, televizyonlarda da dünyanın dört bir yanından sesleniyordum. İnsanlar beni gördükleri zaman ya birlikte fotoğraf çektiriyordu ya da bir imza alıyordu.
Bunlar hep güzel ve herkesin özlemini çekeceği gelişmelerdi.’
Gazetelerde 8 sütun büyüklüğünde imzam ile haberlerim yayınlanırken, televizyonlarda da dünyanın dört bir yanından sesleniyordum. İnsanlar beni gördükleri zaman ya birlikte fotoğraf çektiriyordu ya da bir imza alıyordu.
-Peki, gençliğinde gazeteci olmak aklına gelmiş miydi?
-‘Gençliğimde zaten yazıyordum. Daha önceki yaşam öykümde bunlar hep var. CHP’li bir ailenin çocuğu olarak Ulus gazetesine yazıyordum. Daha sonra bunu profesyonelliğe geçirdim.
Bu konuda ilginç bir anımı anlatayım.
1970’li yıllarda gazeteciliğin zirvesindeyken, Mersinde eski bir okul arkadaşım ile karşılaştım. Naranciye bahçeleri sahibi ve kabzımal bir babanın çocuğuydu. Sohbetimiz sırasında bana şunu söylemişti: ”İlhan’cığım, sen okulda dersler ile arası iyi olmayan bir öğrenciydin. Ben ise en parlak öğrencilerdendim. Üniversite okudum, hatta gazetecilik okudum. Şu işe bak, o tembel çocuk sen, şimdi ünlü bir gazeteci oldun, gazetecilik okuyan ben ise Mersin’de limon satıyorum.”
Ben de o arkadaşıma, ‘Eeee, demekki gazeteci olunmaz, doğulurmuş’ demiştim.’
-Senin gençliğinde bir ses sanatçısı olduğunu söylediler hatta belge bile buldum! Sanat ve sanatçılara verdiğin değerin, duyduğun saygının altında yatan gerçek bu mu?
-‘Evet, Mersin Türk Musiki Cemiyeti üyesi’ydim. Her hafta cumartesi günleri Belediye hoperlöründen yayınlanan programlar yapardık. Bir defasında da 1500 Mersin’linin doldurduğu salonda bir konser verdik. Ben o konserde, güftesi Ahmet Kaçar’a, bestesi de Şükrü Tunar’a ait uşşak makamındaki ‘Anar ömrümce gönül, giden sevgilileri’ ve Yesari Asım Arsoy’un hüzzam makamındaki ‘Akasyalar açarken’ şarkılarını söylemiştim.
Sonra kendimi İstanbul’da buldum. Şükran Ay’ın eşi Turan Turanlı’nın çadırında ve Sirkeci’deki Anadolu Saz Evi’nde şarkı söyledim. Filmlerde oynadım. Ama 10 liralık figuran olarak değil, 50 liralık diyaloglu rollerde…
O zaman, sosyal demokrat ideolojili olduğu halde tutuculuğu ağır basan Zekeriya ağabeyim,
‘ Oğlum sen köçek mi olacaksın’ diye beni azarlamış ve bu işten menetmişti. Eh, ben de şarkıcılıkta aradığım şöhreti bulamayınca, gazetecilikte daha iyi bir şöhret yakalama şanslılığına eriştim.’
-Abi ben geçmişinden bir şeyler duymak istiyorum. O zaman sana şunu sorayım. Seyrettiğin filmlerde kendine ve ailene hangi rolleri yakıştırırsın?
-‘Her insanda olduğu gibi ben de, çok parlak geçmişime rağmen, filmlerdeki veya romanlardaki kahramanlar arasında tabii ki kendimi ararım.
Örneğin, Ezel serisindeki başrol oyuncusu Kenan İmirzalıoğlu ve Ramiz Dayı rolündeki Tuncer Kurtiz, rolleri ile beni geçmişim ile yüzleştirmeye itmişti.
Başroldeki Ezel, mahallesinin en uysal çocuğu iken, talihsiz bir şekilde düştüğü hapishaneden çıktıktan sonra, Ramiz Dayı sayesinde kumar dünyasına girmişti. Ben de çocukluğumda, ağabeylerimin çalıştırdığı büyük bir kahvehanede, her kulüp ve lokalde olduğu gibi, Remi veya Konken oyunları arasında buldum kendimi. Ama bizim bu oyunlarımız Ezel’deki gibi mafyavari kumar değildi. O zamanlar bizim kahvehanemiz, esnafın, memurun, işadamlarının ve de kabadayıların müdavimi olduğu bir yerdi. Ben 10 yaşında iken sandalye üzerine çıkıp ocakçılık yapardım. Kahveyi ve çayı sıcak külde yapardım. Ufak tefek oyunlarda da ‘mano’ toplardım.’
-Peki sen kendini Ezel rolünde aradın mı?
-‘Hayır, ben kendimi Ezel’de aramadım. Ama Ramiz Dayı beni çok etkilemişti. Zira, çocukluğumda Mersin’de ‘Kikirik Baba’ lakaplı bir adamla tanışmış ve haşır neşir olmuştum. ‘Kikirik Baba’, kahvehanemizin müdavimleri arasındaydı. Ezel filmindeki Ramiz dayı bana hep ‘Kikirik Baba’yı hatırlatıyordu.
Ezel filmindeki kabadayıların kralı Ramiz Dayı, bilge bir insan rolündeydi. Söylediği veciz sözler herkesi büyüleyici nitelikteydi. ‘Kikirik Baba’ da Ramiz Dayı gibi bilge bir insandı ve kabadayılar O’nun nasihatlarını dinlerdi.’
-Peki abi, ben şimdi Eşkiya bu dünyaya hükümdar olmaz dizisini izliyorum.
nedense bu diziyi izlerken, Mersin’de duyduğum Karaçay ailesi canlanıyor gözlerimde. Bu konuda bir bağdaştırma ve kıyaslama yapabilir misin?
-‘ Biraz abartılı bir benzetme olacak ama, konuyu daha yumuşak bir şekilde ele alabilirim. Sözünü ettiğin film serisindeki rollerden bazılarını kendime ve aileme maledebilirim.
Bu serideki başrol oyuncuları Kardenizli bir aileyi canlandırıyorlar.
Biz de Akdenizli bir aile olarak aynı rolü paylaşabilirdik..
Karadenizli Çakır (oğlu) ailesi ile, Akdenizli Karaçay ailesi arasındaki benzerlik, öyle ahım şahım bir benzerlik değildir tabii…
Filmdeki aile silah imalatı ve kaçakçılığı yapan ama devletle iyi geçinen bir ailedir. Benim geçmişteki ailem ise, çok günahsız bir ticari kahve işi yapıyordu.
1950’li ve 60’lı yıllarda ülkemizde kahve bulmak imkansız gibiydi. Hatta bir ara Hürriyet gazetesi, o zaman adı Habeşistan olan ülkenin İmparatoru Haile Selassie’den aldığı bir çuval kahveyi, okurlarına yüzer gramlık torbalarda kupon karşılığı hediye etmişti.
1960’lı yıllarda, odunlar üzerinde poz verse de, tüm mahalleliler kravatlıydı
İşte o yıllarda kahvehane çalıştıran ağabeylerim, Beyrut’tan gelen bir Arap ile
tanışmışlardı. Beyrutlu Arap, ağabeylerime, ‘Ülkenizde kahve yok. Bizde kahve çok. Gelin, size kahve verelim. Siz de hem ülkenize kahve kazandırın hem de kendiniz kazanın’ demişti.’
-Yani, bir nevi kaçakçılık teklifi mi?
-‘Bizim, film serisindeki Karadenizli korkusuz ve silahlı anne gibi bir annemiz yoktu. Bizim annemiz ‘Kaçakçılık’ lafını duyduğu zaman bayılacak kadar ürkek ve dürüst bir anneydi.
Önce, ‘Sakın ha’ dedi annemiz. ‘İçtiğiniz sütü helal etmem’ diye ekledi. Ağabeylerim, Beyrut’tan gelen Arap’a, ‘Olmaz’ dediler. Beyrutlu Arap, Arapçayı çok iyi konuşan annemle görüşmek istedi. Ağabeylerim onları bir araya getirdi. Adam anneme durumu izah etmeye çalışırken, ‘Bu aslında bir kaçakçılık değil, bir nevi ticarettir. Ülkenizde kahve yok. İnsanlar yüz gram kahve için can atıyorlar. İşte biz bu can atılan kahveyi buraya getireceğiz. Bu bir uyuşturucu veya silah kaçakçılığı değil’ dedi.
Ama annem, kaçakçılık lafından bile nefret ediyordu. Yine ‘Hayır’ dedi.
Beyrutlu Arap, ‘Annenizi ikna etmeden gitmeyeceğim’ demişti. Günlerce geldi gitti ve bizim kahvehanemizde vakit geçirdi. Sonunda da annemi razı etmeyi başardı. Ama annem, benim de bulunduğum bir ortamda, ‘İşin içine uyuşturucu ve silah sokarsanız, emdiğiniz sütümü haram ederim’ demeyi ihmal etmedi.’
-Sonra kahve ticareti başladı mı?
– ‘Evet, ondan sonra ağabeylerim, 6-7 metrelik tekneleriyle Beyrut’a gidip birkaç çuval kahve ile döndüler. Kahveye o kadar çok rağbet vardı ki, üç beş çuval kahve anında tükeniyordu. Ağabeylerim fiyatı astronomik yapmadıkları için çok cüzi bir para kazanıyorlardı ama, yaptıkları iş sonuçta yasal olmayan bir işti.
Biz o zaman kendimizi, ‘Milletimize ucuza kahve içiriyoruz’ düşüncesiyle avutuyorduk. Bu iş 10 yıl kadar sürdü.
Bu süre zarfında anlatılacak pek çok maceramız oldu. Devlet ile hiç çatışmadık. Bir iki kez Sahil Güvenlik tarafından çevrildik. Ama ne silahımız vardı, ne de sopamız. Tabii ki bu arada kahve içmeye mahrum olan bazı görevlilere de kahve içme imkanı veriyorduk. Eee, al gözüm ver gözüm işi her zaman ve her yerde geçerliydi.’
– İyi de ağabey, bu işleri yapmak için eleman da lazımdır. Bu elemanları nasıl buluyordunuz?
-‘Kahvehanemizde çok kişi barınırdı. İşi gücü olmayan aslan gibi delikanlılar bize sığınırlardı. Kimi kahvehanede yatardı, kimi de, o zamanlar genellikle Roman muhacirlere kiraya verdiğimiz 20 kadar barakada kendilerine yer bulurlardı. Ama hepsi de tam birer delikanlıydılar’.
Karaçay kardeşler soldan sağa: Zekeriya (Küçük Mecnun), Ayhan (Deli dolu), İlhan (bendeniz) ve Hüseyin (Aristokrat)
Karaçay kardeşler soldan sağa: Zekeriya (Küçük Mecnun), Ayhan (Deli dolu), İlhan (bendeniz) ve Hüseyin (Aristokrat)
-Mersinliler’i çok etkilemiş olan aileni kısaca tanıyalım o zaman.
-‘En büyük ağabeyim Hüseyin, aristokrat giyim ve tarzı ile, ortanca ağabeyim Zekeriya, ‘Küçük Mecnun’ lakabıyla, bir büyük ağabeyim Ayhan, deli dolu tavrıyla, Mersin’in saygı duyduğu kişilerdi.
Hüseyin ağabeyim mahallenin en saygın kişisiydi. Fakirlere yardımı ile ön plandaydı. Zekeriya ağabeyim, Kore savaşına katılmış bir kahramandı. Atatürk ve İnönü sevgisi ile tanınırdı. Haksızlıklara karşı mücadele eden bir Robin Hood idi. Karakolda adam dövüldüğü için karakol basardı. Ama bu asiliğine rağmen, saygılı duruşu ile en çok sevilen aile bireyimizdi. Onu 1988 yılında kaybettik.
Ayhan ağebeyim, benim bir büyüğüm idi. Deli doluydu. Adı Mersinli delikanlılar-kabadayılar arasında yer almıştı. Onu da çok genç yaşında hatalı bir ameliyat sonrasında kaybetmiştik.
Ben ise malumunuz…’
-Akraba-eleman diyebileceğimiz kişiler kimlerdi?
-‘ Bir Dellal Mehmet vardı. Esprileriyle kendini sevdirmiş en yaşlı delikanlıydı. O’nun bir esprisi çoğumuzun diline pelesenk olmuştu.
Her gün olduğu gibi, bir gün kahvehanede yemek yiyordu. O sırada kahvehanemize yeni dadanmış bir genç geldi. Dellal Mehmet o genci yemeğe davet etti. Genç, ‘Ne yiyorsun Mehmet amca?’ diye sordu. Dellal Mehmet de anlattı: ‘Bu, yağsız pilava yoğurt, su ve tuz eklenmiş olan Arapça sıreysir yemeği’ deyince genç adam ‘Oooo Mehmet amca bu hiç yenir mi?’ diye yanıt verdi.
Dellal Mehmed’in dillere pelesenk olan cevabı aynen şöyleydi: ‘Lan oğlum, Allah’ın ağzı olsaydı her gün bundan yerdi lan.’
-Ekip bu kadar değildi tabii?
-‘ Tabii ki değil. Beton Hüseyin vardı. İskenderun’da karıştığı bir kavgada, attığı yumruk ile adam öldürmüş ama sonra bunun ızdırabından kurtulamamış bir delikanlıydı.
Babadoş Mehmet vardı. Süper iyi giyinen, yakışıklılığı ile mahallenin kızlarının yüreklerinin çarptığı bir delikanlıydı. Öz dayım Ali Aytekin, tüm Mersinliler’in ‘Dayı’ olarak hitap ettiği bir bilgeydi. Adliyede başkatipti. Daha sonra arzuhalcilik yaptı. Bizim de akıl hocamızdı.
Kimler yoktu ki; Hamo Mehmet, Bafra Müslüm, Roman Şaban, Liboş Yaşar, Sarı Sülo (Süleyman) ve daha niceleri.
-Peki bu isimleri, ‘Eşkiya bu dünyaya hükümdar olmaz’ dizisindeki Çakır ailesi ve diğer akrabalar ile kıyaslamak doğru olur mu?
-Daha önce de söylemiştim, filmdeki Çakır ailesi ve adamları, silahlı kriminal bir gruptur. Benim saydıklarım ise, sadece cesaretleri, efendilikleri ve yakışıklılıkları ile imrenilecek tiplerdir.
-Peki sen bu filmde neredesin, hangi rolde kendini bulabiliyorsun?
-Ben bu filmde kendimi, Londra’da tahsil gören ama sonradan ekibe girme mecburiyetinde kalan küçük yeğen Alparslan’da buldum. Sonuçta ben de Karaçaylar’ın en küçüğüydüm.
-Ağabey, anlattıklarını yazacağım. Geçmişin ile yüzleşirken bir pişmanlığın olacak mı?
-‘Benim çok samimi ifade ve itiraflarımı istismar ederek karalamaya yeltenenler olacaktır. Ama bu karalamalar, bizi tanıyanlar üzerinde hiçbir etki yapmayacaktır. Zira bizi bilen biliyor. Karaçay ailesi, başlangıçta nasıl iyi bir intiba bırakmışsa, daha sonra da yaşama geçirdikleri Gazino-Motel-Plaj tesisleriyle, sadece Mersinliler’in değil, Adana, Gaziantep, Kahramanmaraş ve Hataylılar’a verdikleri hizmetler ile efsaneleşmiştir.
-Abi, senin bir de Mersin Belediye Başkanlığı maceran var.
-‘ Evet, güzel Mersin’e ben de Belediye Başkanı olarak hizmet etmek istemiştim. 1983 yılında, 12 yaşındaki oğlum Ruşen ve 9 yaşındaki kızım Vahide’nin Türkçe eğitim görmelerini zaruri gördüğüm için, Hürriyet gazetesi ve TRT muhabirliğini bırakarak kendimi emekli olmaya sevketmiş ve Mersin’e yerleşmiştim.
1984 yılında yerel seçimler vardı. Belediye Başkanlığı için önce bağımsız aday olmam üzerinde durulmuştu. Aslınca Cumhuriyet Halk Partisi kökenli bir aileye mensuptum. Partide Gençlik Kolu Başkanlığı da yapmıştım. Ama buna rağmen Doğru Yol Partisi adayı oldum. Zira, benim için Belediye Başkanlığı tutucu bir particiliğin dışında olmalıydı.
İlhan Karaçay, Mersin Belediye Başkanlığı seçimlerine katılmıştı
Benim seçime girme amaçlarımdan biri Başkan olmak, diğeri de Türkiye’ye mesaj vermekti.
Belediyeciliğin sadece asfalt döşemek, lağım döşemek, çöp toplatmak, elektrik dağıtmak olmadığını anlatmam gerekiyordu. Ulusal ve yerel gazeteler kanalıyla verdiğim mesajlarda, Belediyelerin sosyal ve kültürel hizmet yapması gerektiğini belirtiyordum. Benim programımda yer alan Hollanda modeli Belediyecilikte, geliri olmayanlara fakirlik parası vermek vardı. Gençlerin spor yapabilmeleri için stad ve salon yapamasam da, en az 20 mega çadır alıp spor yaptırmayı yeğliyordum.
Benim Hollanda modelim Türkiye çapında duyulmuştu. Pek çok başkan benden örnekler almışlardı. Zamanın Başbakanı Turgut Özal bile, Fak-Fuk-Fon denilen bir Fakir Fukara Fonu icad etmişti. Yıllar sonra Amsterdam’da bir toplantıda yan yana oturduğum rahmetli Özal, elini omuzuma atarak, “Mersin’den ne haber Karaçay” derken tatlı gülüşüyle takılmıştı.’
-Bu güzel söyleşinin sonuna daha önce yazdığım öykünüzüde eklersek Karaçay Efsanesinin” büyük bir bölümünü yazmış hissedeceğim kendimi. Yine de adettentir abi sormadan olmaz: Son olarak neler söylemek istersiniz?
-‘Filmseverler arasında, kendilerine bir rol seçmeye çalışanlara kolaylıklar dilerim. Ama şu bir gerçek ki, hiç kimse kendini kötü roller içinde aramayacaktır. Zira insanın doğasında, hep iyilik vardır.
İyiliklerin sizleri bulması dileğiyle.’
Yavuz NUFEL Mersin’e gitti, araştırdı ve yazdı:
MERSİNLİ KARAÇAYLAR VE POMPEİPOLİS TESİSLERİNİN DOĞUŞU VE BATIŞI…
*Türkiyemizin dört bir yanında efsane isimler ve sembol haline gelmiş oluşumlar hep var olmuştur ve var olacaktır. Ama, Mersin’deki Karaçay ailesi efsanesi ile, Pompeipolis adlı turistik tesislerin sembolizasyonu hiç unutulmayacaktır.
*Mersin’e gittim ve derin bir araştırma yaptım. Mersinliler ve Karaçaylar’ın Hollanda’daki bireyi İlhan Karaçay ile uzun uzun konuştum ve sizlerin de unutamayacağı bir efsane aile canlandırıdım.
*1950’lerin ‘kabadayı beyleri’ daha sonra da ‘Beylerbeyi’ olarak yaşamlarını sürdürürken zirveye oturdular.
*‘Kabadayı beyleri’, fakirleri ve güçsüzleri doyuruyor ve koruyordu.
‘Beylerbeyi’ ise, topluma hizmet etmeyi ve eğlendirmeyi amaçlamıştı.
Karaçay kardeşler, bir zamanların Mersin’inde, koruyucu nitelikleri, sosyal ve kültürel faaliyetleri ile, çok sevilen bir aile olmuştu. Fotoğrafta, soldan sağa Zekeriya, Ayhan, İlhan ve Hüseyin Karaçay kardeşler görülüyor.
Değerli Okurlarım,
Uzun bir çalışma ve araştırma sonrasında hazırlamış olduğum, efsaneleri anlatan bu röportajıma başlamadan önce, burada kullanacağım bazı deyimlerin açıklamasını yapmak istiyorum.
Bu yazıda hikâyemin kahramanlarından ‘kabadayı’ diye söz edeceğim için, önce bu deyime bir açıklık getireyim.
Son zamanlarda kabadayılardan ve külhanbeylerden çok söz edilir oldu.
Bu deyimleri kimisi övmek, kimisi de yermek için kullanır. Aslında, kabadayılık bir övünç belirtisi, külhanbeylik de, aksine yerme belirtisidir.
Tabii ki çok eskilerde yaşanan dönemlerde, çok az sayıda kabadayı, çok sayıda da külhanbeyi vardı.
Külhanbeyi, ‘külhan’ kelimesinden türemiştir.
Külhan; hamamların ateş yakılan en sıcak bölümüne verilen addır. Hamamın suyu, bu külhan denen yerden geçirilerek ısıtılırdı. İşte bu yüzden hamamların bu bölümü evsiz, barksız ve berduş taifesinin sığındığı ve geceledikleri yerler olmuştur. Hemen hemen her hamamda bu gibi gençler barınırdı ve bunlara ‘külhanbeyi’ denilirdi.
Demek oluyor ki, şimdi bazıları bu deyimi çok yersiz ve yanlış kullanıyor.
Kabadayılığa gelince: Günümüzde artık rastlayamayacağımız kabadayılar, bölgenin beyefendi şövalyeleri gibiydiler. ‘Racon’ denilen örf ve adetleri vardı. Bu adetlere uymak mecburiyetindeydiler. Özellikle güçsüzleri, fakirleri ve namuslu insanları kollayıp koruyan kabadayılar, birbirlerine de hürmet gösteren insanlardı.
KARAÇAY AİLESİ
Bu yazımın kahramanları olan Karaçay ailesi, bir zamanlar Mersin’de, işte bu sözünü ettiğim kabadayıların önde gidenleriydi. Zira, doğup büyüdükleri Hamidiye mahallesi çok renkli ve çok kültürlü bir mahalleydi. Arap asıllılar ile çingene ve muhacirlerden oluşan bir toplum vardı.
Baba Numan Karaçay, Hatay Samandağ’dan Mersin’e göç eden Arap kökenlilerden biriydi.
Evlendiği kadın talihsiz bir şekilde çok genç yaşta vefat ettiği zaman geride üç çocuk bırakmıştı.
Yasin, Naime ve Kerim adlı üç çocuğa annelik yapacak bir kadın aranırken, henüz kendisi çocuk sayılan 17 yaşındaki Vahide bulundu ve evlendirldi.
Numan Karaçay, biri çarşıda, diğeri de mahallede iki bakkal-manav dükkânı işletiyordu.
Çarşıdaki dükkânı baba Numan, mahalledeki dükkânı da anne Vahide işletiyordu.
Hüseyin, Zekeriya, Kıymet, Ayhan, İlhan ve Nimet adını verdikleri 6 çocuk ile evin nüfusu 11 olmuştu.
17 yaşındayken, 3 çocuklu Numan Karaçay ile evlenen Vahide, çocuk sayısını dokuza, aile nüfusunu onbire yükseltmişti.
Özellikle çarşıdaki dükkân çok kazandırıyordu. Eve çuval gibi torba içinde getirilen paralar, saatlerce terazide tartılarak sayılıyordu. Ama ne var ki bu uzun sürmedi.
Zira baba Numan 9 çocuk ve bir eş geride bıraktığı zaman yıl 1946 idi ve kendisi de 57 yaşındaydı.
Rahmetli Numan, dükkânın önünden geçen çocukların ceplerine şekerleme veya çerez doldurken, mahalleli tarafından ‘Çok iyi bir insan’ olarak anlatılıyordu.
O’nun ölümünden sonra mahalledeki manav dükkânını işletmeye devam eden anne Vahide, sabahları 05.00’te sebze haline gidiyor, satışa sunacağı malları at arabası ile dükkâna getiriyordu.
Avlularında 20 baraka vardı. Bunların tamamı Roman vatandaşlarımıza kiralanmıştı.
Anne Vahide bu işlere de bakıyordu. Tabii ki çoğu zaman ödenmeyen kiralara, manavdan borç defterine yazdırılarak alınanlar da ekleniyordu. Sonunda da, defterdeki borç sayfalarına bir çizgi çekiliyordu. Mahallelinin tam bir yardım ocağıydı Karaçaylar’ın yeri.
Gelişen ve artık delikanlı olan Karaçay kardeşler evlerinin altındaki manav dükkânının yanına bir kahvehane açmışlardı. İyi ama, kahvehanenin de sabah erken açılması gerekiyordu. Fedakâr ve cefakâr anne Vahide bu görevi de üstlenmişti. Sabah erken çarşı dönüşünden sonra kahvehaneyi de açıyor, kömürlü ocağı yakıyor ve çayı demliyordu. Kahvehanede, müdavimler ile birlikte radyoda önce kur’an-ı Kerim, sonra da Arapça şarkı dinleniyordu.
Kahvehane’nin müdavimleri, sabahları Arap asıllılar, öğleden sonra da Roman çingeneleriydi. Bu kesimi her zaman kollayan ve destekleyen Karaçay kardeşler, kendi soydaşları olan Arap kesimin boykotuna maruz kaldılar. Romanlar için, ‘Bunlar gelirse, biz gelmeyiz’ diyen Arap kesime verilen cevap tabii ki belliydi: ‘Biz insanlar arasında ayrımcılık yapamayız. ‘
Karaçay kardeşlerin, Mersin’de ‘ağır delikanlılar’ sınıfında yer almaları hiç de şaşırtıcı değildi.
Vahide’den doğma Karaçaylar’ın en büyüğü Hüseyin, ‘kabadıyı’ denildiği gibi, aristokrat bir görünümü vardı. Kore Savaşı’na katıldığı için ‘Koreli’ ünvanı yakıştırılan Zekeriya Karaçay, karakolda adam dövülüyor diye, karakolu basan ve dosyaları kaçıran adam olarak da anılıyordu. Zekeriya Karaçay, Mersin’in en ünlü ağır delikanlıları arasında yer alırken, fakir fukarayı da hiç ihmal etmiyordu.
Ortanca kardeş Ayhan, deli dolu bir yapıya sahipti. O da ağabeyleri gibi mahallelilerine sahip çıkardı.
Hepinizin çok yakından tanıdığı İlhan ağabeye gelince: O mahallede tam bir beyefendi ama okulda yaramaz bir çocuktu. Mahalleli onu parmak ile gösterirken, Çankaya İlkokulu’nun başöğretmeni Ulviye Alpay, onu ve arkadaşlarını sahilden toplayıp okula getirirdi.
Güzel şarkı söylerdi İlhan Karaçay. Mersin Türk Musiki cemiyeti üyesiydi. Her Cumartesi günü belediye hoperlöründen yayınlanan konserler verirdi.
Şarkıcı olmak için İstanbul’a kaçtı. Yakından tanıdıkları ünlü şarkıcı ve bestekâr Abdullah Yüce onun elinden tuttu. Şükran Ay’ın Adanalı kocası Turan Turanlının (Merhum gazeteci Savaş Ay’ın babası) çadır tiyatrosunda şarkılar söyledi. Filmlerde oynadı.
Ankara Radyosu sınavını kazanınca evine gelen mektubu okuyan ağabey Zekeriya onu şöyle azalamıştı: ’Ne o köçekliğe mi soyunuyorsun?’
İşte o zaman akan sular durdu ve küçük Karaçay, artislikte ve şarkıcılıkta bulamadığı şöhreti, sonradan gazetecilikte, hem de fazlasıyla buldu.
İŞ YAŞAMLARI
Karaçaylar, bakkaliye ve kahvehane işlerinden sonra kuru kahve ticaretine başladılar.
1950’li ve 60’lı yıllarda ülkemizde kahve bulmak imkansız gibiydi. Hatta bir ara Hürriyet gazetesi, o zaman adı Habeşistan olan ülkenin İmparatoru Haile Selassie’den aldığı bir çuval kahveyi, okurlarına yüzer gramlık torbalarda kupon karşılığı hediye etmişti.
Karaçaylar, işte o yıllarda Beyrut’tan gelen bir Arap ile tanışmışlardı. Beyrutlu Arap, kendilerine, ‘Ülkenizde kahve yok. Bizde kahve çok. Gelin, size kahve verelim. Siz de hem ülkenize kahve kazandırın hem de kendiniz kazanın’ demişti.
Yani, bir nevi kaçakçılık teklifiydi bu. Anne Vahide bunu duyar duymaz, ‘Size sütümü helal etmem’ dedi ve bu işbirliğine karşı çıktı.
Karaçaylar, Beyrut’tan gelen Arap’a, ‘Olmaz’ dediler. Beyrutlu Arap, Arapçayı çok iyi konuşan anne Vahide ile görüşmek istedi. Adam, anneye durumu izah etmeye çalışırken, ‘Bu aslında bir kaçakçılık değil, bir nevi ticarettir. Ülkenizde kahve yok. İnsanlar yüz gram kahve için can atıyorlar. İşte biz bu can atılan kahveyi buraya getireceğiz. Bu bir uyuşturucu veya silah kaçakçılığı değil’ dedi.
Ama anne Vahide, kaçakçılık lafından bile nefret ediyordu. Yine ‘Hayır’ dedi.
Beyrutlu Arap, ‘Annenizi ikna etmeden gitmeyeceğim’ demişti. Günlerce geldi gitti ve kahvehanede vakit geçirdi. Anne Vahide, kahveler Türkiye’ye sorunsuz getirilirse onay vereceğini belirtmişti. Sonunda da kaveler Türkiye’ye getirildi ve Karaçaylar’a teslim edilmeye başlandı. Ama Vahide anne, ‘İşin içine uyuşturucu ve silah sokarsanız, emdiğiniz sütümü haram ederim’ demeyi ihmal etmedi.
Daha sonra 6-7 metrelik teknelerle Beyrut’tan getirilen kahveler piyasaya sürülüyordu. Kahveye o kadar çok rağbet vardı ki, üç beş çuval kahve anında tükeniyordu.
Karaçaylar o zaman, ‘Milletimize ucuza kahve içiriyoruz’ düşüncesiyle hareket ediyordu.
Öyle ki, Karaçaylar’ın kahve ticareti yaptığını öğrenen İstanbul’daki Brezilya Kurukahvecisi bile, bu sayede İstanbullular’a kahve içirmeye başladı. Bu iş 10 yıl kadar sürdü.
İyi ama, bu işleri yapmak için eleman da lazımdır. ‘Bu elemanları nasıl buluyordunuz?’ şeklindeki sorum şöyle yanıtlanmıştı: ‘Kahvehanemizde çok kişi barınırdı. İşi gücü olmayan aslan gibi delikanlılar bize sığınırlardı. Kimi kahvehanede yatardı, kimi de, o zamanlar genellikle Roman muhacirlere kiraya verdiğimiz 20 kadar barakada kendilerine yer bulurlardı. Ama hepsi de tam birer delikanlıydılar’.
Karaçaylar ile birlikte hareket edenlerden biri de, ‘Beton Hüseyin’ idi. İskenderun’daki bir kavgada, bir admı bir yumrukla komaya soktuğu için ona ‘Beton’ lakabı takılmıştı.
Bir de ‘Babadoş Mehmet’ vardı. Sert delikanlılığın yanında, yakışıklılığı ile de kızların sevgilisi idi.
‘Dellal Mehmet’ adında bir de ‘Baba’ vardı. Çok nüktedan olan Dellal Mehmet, daha sonra Mersin’de ‘Tam Tam Ahmet’ diye ünlenen kişinin babasıydı.
İsterseniz biraz rahatlamak için, Dellal Mehmet’ten kısa bir anektod aktarayım:
Karaçaylar’ın kahvehanesi haliyle hep kalabalık olurdu. Anne Vahide ve yardımcıları, bu kalabalığa hergün yemek yapardı. Bir gün bu yemeklerin arasında, yağsız pilava karıştırılmış sulu yoğurtlu, ‘sıreysir’ denilen bir yiyecek vardı.
Kahvehaneye yeni dadanan bir delikanlı geldiği zaman Dellal Mehmet, ‘Buyur oğlum’ dedi.
Genç, ‘Ne yiyorsun amca’ diye sordu.
Dellal cevap verdi: ‘Bunun adı sıreysir.’ Genç yeniden sordu: ‘Nedir bu?’ Dellal açıkladı: ‘Yağsız pilav, yoğurt, tuz ve su karıştırılır ve soğuk yenir.’ Genç yüzünü buruşturarak, ‘Aboooo, bu da yenir mi amca?’ dedi.
Dellal’ın yanıtı çok ilginç oldu: ‘Lan oğlum, Allah’ın ağzı olsaydı, hergün sıreysir yerdi lan.’
POMPEİPOLİS TESİSLERİ’NİN DOĞUŞU VE BATIŞI
Karaçay kardeşler, kahvehane işletip kahve ticareti yaparlarken, Özel İdare tarafından Mezitli’de yapılan ve ihale ile kiraya çıkarılan bir restaurantı işletmeye karar verdiler ve ihaleyi kazandılar.
Antik bölge Viranşehir’de kurulan restauranta, tarihi önemini vurgulamak için Pompeipolis adı veridi.
Karaçaylar, işletmeye başladıkları restaurantta yemek müziği ve dans müziği icra edilmesi için bir de orkestra organizasyonu yaptılar.
1960’lı yılların başında, Mersin ve Adana’nın kalburüstü insanları Pompeipolis’e ilgi göstermeye başladılar. Öğle yemeklerinde işadamları, akşamları da dansı seven sosyete insanları doluşuyordu Pompeipolis’e.
Restauranta ilgi çoğalınca, mevcut yerin büyütülmesi için Vilayetten izin istendi. Bu izine, hemen yanda bulunan boş alana da bir motel inşası eklendi. 17 odalı mütevazı bir motel inşa eden Karaçay kardeşler, kalburüstü ve sosyetik insanlar için verilen hizmetin yanında, sıcaktan bunalan Mersin halkının da yararlanması için bir plaj yaptılar.
(Bu konudaki yazıyı altlarda bulacaksınız)
Karaçaylar’ın en küçüğü İlhan, 20’li yaşların başında kahvehaneyi işletiyordu. Ağabeyleri, 24 yaşına gelen küçük Karaçay’a, Pompeipolis-Karaçay adı verilen tesislerin yönetimini verdiler. İtalyan şantöz Diana ve eşi Bisio ile anlaşan küçük Karaçay’a, başarılı hamleler yaparken, yirmi beş yaşında iken çalıştırdığı turistik tesislere gelen bir Yunan kapatanın, hayatının rotasını değiştireceğini söyleseler kendi bile inanamazdı belki de….
Mersin limanına demirleyen bir Yunan gemisinin kaptanı, ‘Nerede eğlenebiliriz’ sorusuna, ‘Pompeipolis-Karaçay’ yanıtını alınca, eşi ve küçük kızı ile geldi. Küçük patron, Yunan kaptanın masasına bir meyve tabağı ikramında bulunmuştu. Kaptan, patrona teşekkür etmek istemişti. Küçük Karaçay’ı karşısında bulunca şaşıran kaptan ile sohbet koyulaşınca bu kaptanın gemisi ile Çin’in ŞangHay kentine gittiğini öğrenir. Çin’de Mao’nun Kültür İhtilali yaşandığı yıllardır. Gazetecilik mesleğine sevdalı Karaçay için bu kaçırılmaz bir fırsattır. Karaçay üç arkadaşı ile birlikte gemiye işçi olarak girmeyi başarır. 1967’nin haziran ayı başlarında başlayan yolculuğun gerçek amacı gazeteciliktir Karaçay için.
İlhan Karaçay, arkadaşları Tahsizn Zeray, Mehmet Genç ve Yunan Vageli Çin’de. 1967
Çin’e yolculuk geminin Süveyş Kanalı’nı geçtikten hemen sonra bombalanışı sonucu bir maceraya dönüşür. Onlar Kanalı geçerler geçmesine fakat 7 Haziran 1967 günü Cibuti’ye ulaştıklarında İsrail ile Arap ülkeleri arasında savaşın tüm şiddetiyle devam ettiğini ve Süveyş Kanalı’nın kapandığını öğrenirler. Singapur üzerinden ŞangHay’a varıp karaya ayak basıldığında diğer gemicilerin neler yapacağı az çok bilinir ama Karaçay soluğu postanede alır. Süveş Kanalı’ndan ve yolculuk boyunca uğradıkları limanlardan çektikleri fotoğrafları ve birbirinden ilginç haberleri AKŞAM Gazetesi’ne postalar.
Karaçay, gemi personeli ile Çin’de..
ŞangHay’da, Mao’nun gerçekleştirdiği Çin Kültür İhtilali’nin en renkli günlerini yaşar.
O zamanların dünyaya kapalı, dünyanın en kalabalık ülkesi Çin’de sarılık hastalığına yakalanır. Hastaneye yatırılır. Fakat götürüldüğü hastaneden kaçar. Karaçay Hastaneden kaçışını ve nedenini şöyle anlatıyor:
“Kaptanın verdiği garanti belgesi ile, beni hastaneye götürmek için gelen jandarmanın elinden kurtulmayı ve kaçmayı başardım. Çünkü ŞangHay’dan sonraki yolculuk Kanada’nın Vancouver kentiydi. Yatacaksam modern dünyada hastaneye yatmalıydım. Gemi giderse ben bu bilinmezde ne ederdim?”
Modern dünyaya ayak basar basmaz hastaneye yatar, tam tamına iki buçuk ay. Bu süre içinde kendini idare edecek kadar bildiği İngilizcesini geliştirir. Hastanenin bayan doktoru, çok kısa zamanda İngilizce öğrenen Karaçay’ı tebrik eder, daha da geliştirmesi için kütüphane müdürünü ona ders vermesi için görevlendirir. Karaçay hastalığından kurtulur, öğrendiği İngilizce ise yanına kâr kalır. Kısacası, hasta olarak girdiği hastaneden sağlam ve “Bir lisan bir insan demektir” sözünden hareketle iki insan olarak çıkar.
Londra üzerinden Türkiye’ye dönerken Hollanda’ya uğrayan Karaçay, Hollanda’daki yaşamı ve insanları çok beğendiğini ve burada kalmaya karar verdiğini söylüyor.
“Nasıl kaldınız, bir fabrikada iş mi buldunuz?” soruma Karaçay şu yanıtı verdi: “Avrupa’da basımına başlanan Tercüman Gazetesi’ne muhabirlik yapmak için, daha önceden tanıdığım İstihbarat Şefi Kemal Özbayraç ile anlaştım. O zamanlar Hollanda yaşamım oldukça renkli geçiyordu. Pek çok kız arkadaşım olmuştu. Yine de yaşamın giderek monotonlaştığını düşünüyordum. Amerika’ya gitmek için karar verdiğimde, şimdiki eşim Jeanne ile arkadaşlık yapıyordum.”
Amerika yolculuğu için hazırlıkları başlar. Fakat kız arkadaşı Jeanne bu ayrılıktan hoşnut değildir. Ne ki karar verilmiştir bir kere. Yolculuk için yapılan alışveriş biter ve yorgun argın eve geldiklerinin ardından beş dakika bile geçmeden kapının zilini çalan postacının elindeki uzattığı telgraf, Amerika’ya gidişini ilelebet unutmasına ve Hollanda’ya demir atmasına neden olur.
Telgraf , Tercüman Gazetesi spor müdürü Necmi Tanyolaç’tan gelmiştir. Tanyolaç acil çektiği telgrafta; “İlhan, Fenerbahçe Ajax ile eşleşti. Ajax’ı takibet, yazı ve fotoğrafları acele gönder.” diyordu. Karaçay ise o ânı anlatırken; “İşte o zaman akan sular durdu. O dönemde Hollanda futbolu henüz tırmanışa geçmemişti. Rinus Michels’in çalıştırdığı Ajax’ta, sonradan çok meşhur olan kimler yoktu ki? Mesela Johan Cruyff henüz 17 yaşında idi. Keizer, Swart, Krol, Hulshoff, Suurbier, Neeskens ve Haan gibi dev isimlerin esamisi okunmuyordu ama bunların hepsi sonradan birer futbol yıldızı oldular.” diyor ve kadroları ezbere sayıyordu Karaçay.
10 Kasım 1968 günü Amsterdam’ın Schiphol havalimanına inen Fenerbahçe’yi Jeanne ile karşılarlar. Oysa Jeanne’yi terk edip Amerika’ya gitmeyi planlarken Ajax-Fenerbahçe maçı Karaçay’ı Jeanne ile nikah masasına kadar götürür. Bu konu ile ilgili Karaçay, “Beşiktaşlı olmama rağmen, Jeanne evlenmeme ve Hollanda’da kalmama vesile olan Fenerbahçe’ye her zaman şükran duymuşumdur.” diye eklemekten mutlu oluyor.
1969 yılında Avrupa’da yayın hayatına başlayan Hürriyet gazetesi ile anlaşarak gazetecilikte profesyonelliğe adım atan Karaçay’ın, Hürriyet’in Avrupa’da bir numara olmasını sağlayan ekibin içinde de yer aldığını görüyoruz.
1975’te, TRT Haber Dairesi Başkanı Tayyar Şafak’ın Amsterdam ziyareti sırasında yaptığı muhabirlik teklifini, Nezih Demirkent’ten izin alarak kabul eder. Bununla birlikte aynı yıl Hollanda Yayın Kurumu NOS televizyonunda Türkler için ‘Pasaport’ adlı programı yönetmeye başlar.
1980 yılında, İKON Televizyonu’nun ünlü rejisörü Henk Barnard ile birlikte “Ceremeyi çeken çocuklar” (Kinderen van de Rekening) adlı beş bölümlük bir dizi yapan Karaçay, iki bölümün çekimlerini Türkiye’de gerçekleştirdikten sonra, Kapıkule sınır kapısına geldiğinde sabah olmaktadır. Ortalıkta, tanklar, askerler belirir birden. Yıl 1980, aylardan Eylül, takvimlerde gün hanesindeki sayı ise 12’dir.
Bir yandan TRT’nin, öte yandan Hürriyet gibi büyük bir gazetenin ve de Hollanda televizyonlarının başarılı bir elemanı olması, birçok kapının kolayca açılmasını sağlar Karaçay’a. Hollanda deyince Cağaloğlu yokuşunda, basın dünyasında ve buradaki vatandaşlarımız arasında İlhan Karaçay adı Hollanda ile âdeta özdeşleşir. Bu kadar başarılı çalışmaları ile Hollanda’da yöneticilerin de dikkatini çeken Karaçay, çeşitli bakanlıkların teklifini kabul ederek çalışma guruplarında yer alır. Çalışma guruplarında da tüm mücadelesi basın yayın kuruluşlarında olduğu gibi yine vatandaşlarımıza sahip çıkmak, destek olmaktır.
Söyleşinin başına dönüyor ve Jeanne ile olan ilişkilerini, ne zaman nişanlandıklarını, nasıl evlendiklerini, çocuklarını soruyorum.
Jeanne’yi ilk kez 1969’da Türkiye’ye götüren Karaçay’ın, aynı yılın 9 Ağustos tarihindeki nişan törenleri gazetelere konu olur.
Bir yıl sonra ise nikâh ve düğün.
O günleri anlatırken Karaçay unutamadığı bir acı anıyı da anlatma gereği duyuyor: “Her şeyi hazırlanmış, evlilik töreni için Mersin’e gidiyorduk. Yolculuğumuzun büyük bölümü geride kalmış Aksaray’a varmak üzereyken büyük bir trafik kazası geçirdik, Jeanne ile birlikte. İkimiz de ağır yaralanmıştık. Ölümden döndük diyebilirim. Nihayet 23 Mayıs 1970’te yine Mersin’de dünya evine girdik.”
Çiçeği burnunda İlhan ve Jeanne çiftinin mutlulukları ikiye, üçe katlanır 23 Ocak 1971’de… Ruşen ve Vahide adını verdikleri biri erkek, diğeri kız olmak üzere ikiz çocukları olur. Fakat bu mutlulukları uzun sürmez! Vahide kalbindeki delik nedeniyle ancak beş hafta hayata tutunabilmiştir. Kızlarını unutamaz genç evli, bu yüzden 17 Nisan 1974 tarihinde doğan ikinci kızlarına, beş haftalıkken ölen Vahide’nin adını verirler.
İlk çocukları Ruşen’den Eva, Vahide’den de Esra isminde iki torunu ile geçirdiği güzel zamanlar için Karaçay: “Hayatımın en güzel anları torunlarımla geçirdiğim anlardır. Her fırsatta torunlarımla olmak benim için dünyanın en büyük mutluluğu.”
MERSİNLİLER’E 50 YIL HİZMET VERMİŞ OLAN POMPEİPOLİS-KARAÇAY TESİSLERİNİN HAZİN HİKÂYESİ…
Tüm Çukurovalılar’ın, hatta Gaziantep, Kahramanmaraş ve Konyalılar ile turistlerin yararlandıkları 50 yıllık tesislerin yerinde şimdi yeller esiyor.
İtalya’dan Dianalar, İstanbul’dan Abdullah Yüceler, Beyaz Kelebekler, Erol Büyükburçlar ve Berkantlar’ın aylarca program yaptığı gazino, her gün
2 bin kişinin doldurduğu plaj ve kamping alanı ve de turistlerin de yararlandığı motel odaları şimdi çok sessiz.
Duygulandıran ve unutulmayan tesisler
Dillere destan olacak bir hikâyedir Pompeipolis Tesisleri’nin hikâyesi…
Tam 50 yıl sadece Mersinliler’e değil, tüm Çukurovalılar’a, Gaziantep, Kahramanmaraş, ve Konyalılar’a, rekreasyonun tüm güzelliklerini tattırmış olan Pompeipolis’in yaşam öyküsü, ne yazık ki yarım kaldı.
Yıl 1962. Mersin Özel İdare’si Mezitli’deki Viranşehir mevkiine küçük bir restaurant inşa etmiş ve açık artırma ile kiraya sunmuştu.
Açık artırma sonunda bu restaurantın işletmesi, Numan’dan olma, Vahide’den doğma Hüseyin, Zekeriya, Kıymet, Ayhan, İlhan ve Nimet Karaçay kardeşlere kalmıştı.
Karaçay kardeşler, 48 yıllığına kiraladıkları bu restaurantı müzikli gazinoya çevirerek, müşterilere sadece yemek ziyafeti değil, müzik ziyafeti vermeyi de amaçladılar.
Beyaz Kelebekler
Akşamları yemek müziği eşliğinde karınlarını doyuran müşteriler, daha sonra yine canlı müzik eşliğinde dans ederek eğlence sefası yaşamaya başladılar.
Berkant ve ekibi Pompeipolis’te
İlgi o kadar çoktu ki, Karaçay kardeşler kiraladıkları yeri üç misli büyüttüler ve deniz kenarındaki terası da denize kadar uzattılar.
Sevda Ferdağ
Akşam yemek ve eğlencesine uzaklardan gelenler, dönüş için zorluk çekiyorlardı. Öyle ya, Pompeipolis’in ünü Mersin’i aşmış, Adana, Hatay, Gaziantep, Kahramanmaraş ve Konya’dan da müşteriler gelmeye başlamıştı. Kendilerini dans ve müziğe kaptıranlar, içkiyi de kaçırınca dönüş yolculuğu zor oluyordu. Bu nedenle, sabahı sandalyelerde uyuyarak geçirenler oluyordu. Dostların da tavsiyesi üzerine, restaurantın yanına motel odaları kurma fikri Özel İdare tarafından kabul edildi. Sadece 17 oda yapma şartı ile işe koyulan Karaçay kardeşler, moteli kısa bir sürede tamamladılar.
Abdullah Yüce
Müzikli gazino şehir dışından gelenler tarafından doldukça, motel müşterileri de artıyordu.
Yolunu şaşıran turistler de gelmeye başlayınca, bu kez mokamp kurma fikri doğdu.
Özel İdare’den kiralanan yer, sahil boyunca 7 bin metrekareden büyüktü. Aynı yere çadır konma izni de alındıktan sonra sıra, Mersinliler’in yüzebilecekleri bir plaj yapmaya gelmişti.
Erol Büyükburç
İlhan Karaçay, 1984 yılında Hollanda’yı terkedip eşi Jeanne ve çocukları Ruşen ve Vahide ile birlikte Mersin’e dönüş yaptı. Aynı yıl tesislerin tamamı restore edildikten sonra, bir de tam ikibin kişinin sığacağı bir plaj alanı yapıldı. Plaj alanına kurulan beton masa ve sandalyeler ile, gelenlere mangal partisi imkânı da verilmiş oldu.
Plaj da çok rağbet görüyordu. Mersin Belediye Otobüsleri her gün ikibin insanı Pompeipolis’e taşıyordu. Kimi piknik ihtiyacını karşılıyor, kimi de yüzme ve güneşlenme ihtiyacını…
Restaurant-gazino bölümü o kadar ünlenmişti ki, ilgi gösteren müşterilerilere, daha kaliteli hizmet verme mecburiyeti doğmuştu. Müşterileriler arasında, Mersin’deki İtalyanlar, Adana’daki Amerikalı ve Almanlar vardı. İtalya Başkonsolosu da müşteriler arasındaydı. Onların yardımı ile İtalyan şantöz Diana ve kocası Bisio ile altı aylık mukavele imzalandı.
Başta TRT Radyosu, Kıbrıs Radyosu ve Hürriyet gazetesinde çıkan haber ve ilanlar nedeniyle, Pompeipolis, İstanbul gazinoları ile rekabet eder hale gelmişti. Öyle ki daha sonra Abdullah Yüce, Beyaz Kelebekler, Erol Büyükburç ve Berkant gibi ünlülerle de altışar aylık mukaveleler yapılmıştı.
İstek üzerine Diana ile daha sonra bir altı aylık mukavele daha yapıldı.
İlhan Karaçay, 1984 yılında , Mersin Belediye Başkanlığı için Doğru Yol’un adayı olarak seçime girmişti. O zaman Özal’ın adayı Okan Merzeci seçimi kazanmıştı. Karaçay da Merzeci’yi tebrik etmek için bir öğle yemeği vermişti.
KIRILMA NOKTASI
Bakınız İlhan Karaçay, kırılma noktasını nasıl anlatıyor: ‘Pompeipolis’te her şey tıkır tıkır işlerken, benim ailevi nedenlerle Hollanda’ya dönüş yapmam gerekti. Zor bir karardı ama bunun gerçekleşmesi lâzımdı.
Benim Hollanda’ya dönüşümden sonra ağabeylerim, fazla iş yükünden kurtulmak için tesisleri Ferhat isimli bir müzisyen dosta kiraya verdiler.
Daha sonra, Başta İsmet Akol ve Ahmet Bilyeli olmak üzere, hatırı sayılır bir dost grubu ağabeylerim ile konuştular ve tesisleri tanıdıkları Taşkıran kardeşlere kiraya vermeye ikna ettiler.
İşte ne olduysa ondan sonra oldu. Taşkıranlar’ın tesisleri çalıştırma şekli Özel İdare’nin, yani devletin hoşuna gitmemişti. Devlet, hizmeti ve hatıralarıyla çok kişiyi duygulandıracak olan tesisleri Taşkıranlar’dan aldı ve tamamen yıkarak orayı dümdüz yaptı.
Bir Mersin ziyaretinde göz atmaya gittiğim Pompeipolis’in yerinde yeller esiyordu.
O dümdüz alanı görüntülerken göz yaşı dökmeyi engelleyemedim.’
Şimdilerde böyle…
Dile kolaydı…
Öylesi başarıların ve hatıraların sonu hüsran olmuştu.
Böyleydi
İlhan Karaçay’ın oğlu Ruşen, bir Mersin ziyaretinde, yerinde yeller esen Pompeipolis’e uğramıştı.
O da ıslak gözlerle izlediği manzarayı görüntüledi.
Böyle oldu
Daha önceki görüntüler ile, sonradan çekilen görüntüleri harmanlayan Ruşen, sizleri de duygulandıracak olan, altta sunacağımız video klibini hazırladı.
Böyleydi
Pompeipolis-Karaçay Tesileri’ne kimler müşteri olmamıştı ki…
Karaçay bu konuda şunları söyledi:
Böyle oldu
‘Bunları sıralamaya kalkışırsam altından kalkamam.
Ama çok hoşlandığım bir anımı kısaca anlatayım.
Sosyal Medya denen iletişim sayesinde pek çok dost ile yeni temaslar kurduğum bir sırada, yazılarımı takip eden Posta Gazetesi’nin ünlü yazarlarından Mehmet Coşkundeniz’den kısa bir not almıştım. Notta şunlar yazıyordu: ‘Sizi şimdi daha iyi hatırladım. Mersin yıllarımda sizin tesislere hergün gider denize girer ve güneşlenirdim.’
Atatürk, yaşamının en son ziyaretini Pompeipolis’e yapmıştı
KARAÇAY KARDEŞLERİN DAHA SONRAKİ YAŞAMLARI
İlhan Karaçay, daha önce göç edip yerleştiği Hollanda’ya 1986 yılında dönüş yaptı ve az sonra anlatacağımız yaşamına devam ediyor.
Ailenin en yardımsever ve sevilen kişisi olan Zekeriya Karaçay, 1988 yılında geçirdiği bir beyin spazmı sonrasında hayata veda etmişti.
Ailenin deli dolu delikanlısı Ayhan Karaçay 2008 yılında önemsiz bir ameliyat sonrasında, dikkatsizlik nedeniyle yaşama veda etmişti.
Ailenin aristokrat delikanlısı Hüseyin Karaçay ise 2019 yılında bu dünyaya gözlerini yummuştu.
Karaçay ailesi, amcalar, dayılar, teyzeler, halalar ve kuzenler ile, Mersin’in en büyük aile topluluğunu oluşturuyor. Antakya, İskenderun ve Samandağ kaynaklı Karaçay ailesinin İlhan’ı, Hollanda’daki güçlü ve etkili faaliyetlerini sürdürüyor.
SİZE BİRAZ FUTBOL YAZAYIM MI?
Beşikten mezara kadar teknik direktör olduklarını zanneden
80 milyon kişiye, futbolun azizliğini ve cilvesini anlatmak zor ama,
55 yıllık gazeteciliğim ile yine de birşeyler karalayacağım.
Halen devam etmekte olan Avrupa Futbol Şampiyonası’nda, ‘Süper’ bir takım ve ‘Yıldız’ diyebileceğiniz bir futbolcu gördünüz mü?
Bir talihsiz ve rezil İtalya maçı haricinde, Türk milli takımının, diğer takımlardan eksik neyi vardı?
Gazetecilikte futbol yaşamımdan kesitler ve fotoğrafları bu yazıda bulabileceksiniz.
İlhan KARAÇAY’ın analizi:
‘Futbol’ deyip geçmeyiniz. Daha doğrusu bunu genelleştirip ‘spor’ olarak ele alabiliriz. Futbolun kadri çok büyüktür. Bunu ancak yaşayanlar bilir.
Naçizane şahsım, bugüne kadar tam 6 Dünya Futbol Şampiyonası, 1 Mini Dünya Futbol Şampiyonası ve 6 da Avrupa Futbol Şampiyonası izleme şansını yakalamıştım.
1974 Almanya, 1978 Arjantin, 1980 (Uruguay, Mini Dünya Futbol Şampiyonası), 1982 İspanya, 1986 Meksika, 1990 İtalya ve 1994 Amerika Birleşik Devletleri’nde yapılan Dünya Futbol Şampiyonaları’ndan başka, 1976 Yugoslavya, 1980 İtalya, 1984 Fransa, 1988 Almanya, 1992 İsveç ve 2000 Hollanda-Belçika’da yapılan Avrupa Futbol Şampiyonaları’nı yakından izledim. Bunlara ilaveten, izlediğim kulüpler şampiyonalarının sayısı da bir hayli çok.
Futbol müsabakaları öncesi ve sonrasında yaşananları değerlendirmeye kalkışırsanız, bu sporun önemini anlayabilirsiniz. Özellikle Dünya Şampiyonaları çok renkli ve zevkli geçer. Örneğin, Brezilyalılar’ın olmadığı bir şampiyona renksiz olur. Gittiğim Avrupa Şampiyonaları’nda bu eksikliği her zaman hissetmiştim.
Son 55 yılda dünyanın en önemli futbol karşılaşmalarını yakından izlememe karşın, sizleri olduğu gibi, beni de mutluluğun doruğuna çıkaran Japonya ve Kore’deki şampiyonayı yakından izleyemediğim için kahroldum. Keşke bundan önceki hiçbir turnuvaya gitmeseydim de, Türkiye’mizin zafer kazandığı bu son turnuvaya gitseydim. Bunun için imkan vardı ama, özel nedenlerle gidemedim.
Bu ‘futbol’ denen eğlence ve yarış, insanları bazen kızdırıyor, bazen de sevindiriyor. Bu kızgınlıklar ve sevinçler çoğu zaman çılgınca oluyor. ‘Çılgınlık’ derken, eli sopalı ve bıçaklı holiganların çılgınlığından söz etmiyorum. Onların yaptığı ancak ‘vahşilik’ olarak nitelenir. Benim sözünü ettiğim ‘çılgınlık’ tatlı çılgınlıktır.
Bakınız, her konuda doyuma ulaşmış ülkelerin insanları bile, futboldaki zaferden sonra sokaklara nasıl dökülüyorlar. Doyuma ulaşmış ülkelerin insanları bile sokaklara döküldükten sonra, pek çok konuda aç kalmış ülkelerin insanları ne yapmaz ki?
Yarım asırdır Avrupa’da horlanan Türkler, her türlü spor müsabakası sonrasında, farklı yenilgiler nedeniyle ayrıca kahroluyordu. Ellerinde bayraklar ve flamalar ile statlara ve salonlara koşan Türkler hep hüsrana uğramışlardı. Hüsranın yerini sevincin almasına o kadar ihtiyacımız vardı ki, şimdiki Avrupa Şampiyonası’nda bunu elde edeceğimizi sanıyorduk ama olmadı.
Tek zaferimiz
2002 Dünya Şampiyonası’nda bizi en son sevindiren ve hatta çılgınlaştıran zafer, birleştirici de olmuştu.
Şöyle ki; bugüne kadar gerek siyasi veya gerek dini çıkarlar nedeniyle Türkiye’ye küfredenler bile, içlerindeki asıl sevgiyi dışa vurma ihtiyacını hissettiler.
Bizzat şahit oldum. Hollanda’ya iltica ederken, Türkiye aleyhine söylemedik laf bırakmayan ve iltica hakkını elde ettikten sonra Türkiye aleyhinde söylemleri ile de tanıdığımız bir şahıs, Türkiye- Brezilya yarı final maçını kızları ile birlikte büyük ekran bir TV’den izliyordu. Bu şahısın kızlarının sırtında ay yıldızlı Türk bayrağı vardı. Kendine göre, demokrasi mücadelesi verdiği için Türkiye aleyhine söylenmedik laf bırakmayan bu şahıs, Hollandalı spikerin Brezilyalılar lehindeki her konuşmasından sonra sandalyesinden fırlayarak isyan ediyordu. Eskiden, ‘Bayrak’, ‘Atatürk’ ve ‘Türkiye’ dendiği zaman, tüylerinin kalktığını bildiğimiz insanlar, şimdi herkesten daha fanatik Türkçü olmuşlar. Amsterdam’ın Mercator Plein ve Rotterdam’ın Cool Singel meydanlarında kimler görülmedi ki? Fotoğraf çeken gazetecilere yakalanmamak için yüzlerini gizleyenleri gördük. Ama bu bile bize mutluluk verdi. Bir zamanlar Türkiye aleyhine söylenmedik laf bırakmayanlar, şimdi sokaklarda ‘Türkiye, Türkiye’ diye bağırabiliyorlardı. Bu da bize yeter. Varsın yarın yine menfaat icabı eski hastalıklarına dönüş yapsınlar. Biz onları af ettik. Onların yüreklerinde Türkiye sevgisi olduğunu bildiğimız sürece de bu hastalıklarına katlanacağız.
Şahit olmadım ama duyduğum bir başka olay daha var; Bir zamanlar Türkiye aleyhtarlığının liderliğini yapan ve sonra rahmetli olan bir tanıdığımızın çocukları, Ankara’da Anıtkabir’i ziyaret edecek kadar Türkiye hayranı olmuşlar.
Bütün bunlar, aslında sevgiye susamışlığın sonuçlarıdır. Menfaatler insanları bazı çirkinliklere sevkedebilir. Menfaatlerin derecesi hesaba katıldığı zaman, bazı çirkinlikler af edilebilir. Sevgiden ve ilgiden mahrum kalmış insanların, ekonomik zorluklar karşısında yaptıkları hatalar da af edilebilir. Ve zaten öyle de oluyor. Şefkatli Türk devleti, katilleri bile af ettiğine göre, şimdi eli bayraklıların pişmanlığını anlayacaktır.
Biraz da futbol analizi:
Batılı spor uzmanları, tıpkı siyasi uzmanlar gibi yine sınıfta kaldılar. Her şeye at gözlüğü ile bakan Batılılar, son şampiyona öncesinde, Almanya’yı, Portekiz’i, Fransa’yı, İspanya’yı favori gösteriyordular. Ama öyle olmadı. Bu ülkelerin hepsi ince bir ipte sallandılar. Tesadüflerle atılan goller sonrasında turu atlama şansına sahip oldular.
Gruplardaki sıralamalar o kadar ilginçti ki, bir grupta sonuncu durumda olan bir takım, sadece bir tek gol atabilseydi grup lideri olacaktı.
Türk milli takımı hakkında söylenenlere gelince:
Gerçekten, futbol tarihimizin en genç ve en ünlü futbolcularından oluşan Türk milli takımı, Avrupalılar’ın da açıkça söyleyemedikleri favoriler arasındaydı ki, elenmesinde en çok söz edilen ülke Türkiye oldu.
Türkiye nasıl elenmezdi?
Teknik heyetin başında Şenol Güneş olmasaydı.
1978 yılından bu yana çok iyi dostluğum olan Güneş hakkında fazla yazmak istemiyorum. Ama onun için söylenenlerin hepsine (kişisel eleştiriler hariç) katılıyorum. Sanırım sizlerin de çoğu aynı fikirdesiniz.
Çoğu Avrupa’da yetişmiş olan ve Avrupa kültürünün serbestliği içinde davranan futbolcular, Şenol Güneş’in beklediği ‘hazırol duruş’u sergilemedikleri için laf işittiler ve dışlandılar. Böyle olunca da bu futbolcular ile Şenol Güneş arasında tatsız tartışmalar cereyan etti. İtalya maçında, ille de beraberlik isteği, futbolcuları hipnotizma olmuşcasına etkiledi. Ben 55 yıllık gazetecilik yaşamımda böyle silik bir Türk milli takımı görmediğimi itiraf edebilirim.
Bu turnuvada başarısız oluşumuzun nedenlerini çoğaltabilirim ama, gelin biz geleceğe umutla bakalım.
Ne diyelim, bir başka bahar çok uzak değil.
Dileriz, gelecek yıl Katar’da yapılacak olan Dünya Futbol Şampiyonası’nda özlemi çekilen başarıyı gösteririz.
Futbol turnuvalarından anılar:
Neçizane şahsım 1978’de Arjantin’de yapılan ‘Dünya Futbol Şampiyonasını’, iki yıl sonra 1980 yılında Uruguay’da yapıla ‘Mini Dünya Futbol Şampiyonası’nı Hürriyet gazetesi için izlemiştim.
1978’de, başta rahmetli Necmi Tanyolaç olmak üzere, ünlü gazeteciler Halit Kıvanç,Togay Bayatlı, Ertuğrul Akbay, Güven Taner, Hüseyin Kırcalı, Kemal Belgin, Erol Aydın, Hasan Sarıçiçek ve teknik direktör Metin Türel ile birlikteydik.
Arjantin’deki şampiyonada, Hollanda takımının şampiyon olması için yanıp tutuşuyordum. Hollanda’yı ne de olsa ‘Babavatan’ olarak seçmiştik bir kere…
Finale kadar yükselen Arjantin Milli Takımı’nın, Peru’ya karşı elde ettiği bol gollü galibiyet maçının, tamamen binbir tehdit sonucunda kazanıldığını en iyi bilenlerden biriydim. Zira, konaklamakta olduğum Liberty (Hürriyet) Oteli’nde Peru takımı da konaklıyordu. Arjantin turuvaya iyi başlamamıştı. Gruptan çıkması için Peru’yu en az 4-0 yenmesi gerekiyordu.
General Vidella başkanlığındaki ihtilal hükümeti, Peru’ya silah ve gıda yardımı teklif ederek maçın en az 4-0 galibiyetle bitmesini istedi. Bu da yetmedi, konakladığımız Liberty Oteli askerler tarafından abluka altına alındı ve futbolculara korku salındı. Sonunda Arjantin Peru’yu 6-0 yendi ve gruptan çıktı.
Arjantin, Hollanda ile birlikte finale kadar yükselmişti. Hiç unutamadığım o final maçını Hollanda kaybetmişti. Hollanda’nın o zamanki yıldızı Rensenbrink, son dakikadaki fırsatı gole çeviremedi. Top direğe çarparak geri döndü. Uzatmada Arjantin maçı 3-1 kazandı.
Titreyerek seyrettiğim maç sonunda resmen ağlamıştım.
Maradona’nın yıldızlaştığı Uruguay’da ise tek Türk gazeteci olarak ben vardım. Maradona ile konuşan ilk Türk gazetecisi de ben olmuştum.
Her zaman yazmışımdır. Avrupa Futbol Şampiyonaları, Dünya Futbol Şampiyonaları gibi renkli olmuyor. Güney Amerikalılar ve Afrikalılar turnuvalara renk katıyor. Özellikle Brezilyalılar şampiyonaların en renkli görüntülerini yaratıyorlar. Öyle ki, Dünya Şampiyonaları’nda, en ilgi duymayacak ülkelerin maçları bile seyirci rekoru kırıyor.
Biz Türkler de bu konuda az değiliz ha!
Hiç unutamayacağım bir anı da, 1982’de İspanya’da yapılan Dünya Futbol Şampiyonası sırasında yaşandı. Bu şampiyonaya Türkiye katılmamıştı. Ama Barcelona’nın Ramblas meydanında gece yarısı şenliklerinde bir grup Beşiktaşlı taraftarın açtıkları Türk ve BJK bayrakları etrafında yapılan danslar beni çok duygulandırmıştı. O fotoğrafı çekme ve Hürriyet’te yayınlama şansı da bana nasip olmuştu.
Spor gazeteciliği kariyerimde, Real Madrid’in efsane Başkanı Santiago Bernabeu ile 1972’de görüşmem, Hollanda’nın efsane futbolcusu Johan Cruyff’a, 1969’da ‘Sarı fare’ (rakiplerini fındık faresi gibi yediği için) lakabını takmam ve Maradona ile 1980’de ilk röportajı yapmış olmam, anılarımın en güzellerindendir.
Şimdi her şey Oranje için. Portakalları desteklemek bize yakışan bir hareket olacaktır.
Portakalların her galibiyetinden sonra yapılacak olan şenliklere biz de Türk bayrakları ile katılmalıyız ve Hollandalılar ile dayanışma içinde olduğumuzu göstermeliyiz.Hup Holland hup !!!
Tanju Çolak ile bir nostalji…
Değerli Okurlarım,
Size bir Tanju çolak nostaljisi anlatacağım ve ondan sonra da bol fotoğraflı futbol geçmişimi uzun uzun anlatacağım. Önce Tanju Çolak hikâyesi:
Yıl 1989. Şubat’ın birinci günü. Monaco’da, 1987-1988 sezonunda Avrupa Gol Kralı’na altın ayakkabı verilecek. Futbol dünyasının gözü, kulağı Monaco’da. Ama binlerce futbol adamı da Monaco’da.
Günün kahramanının bir Türk oluşu çok garipseniyordu.
Evet, Altın Ayakkabı’yı bir Türk, yani Tanju Çolak alacaktı. Dile kolay, 38 gol atmıştı Tanju.
Her büyük futbol etkinliğinde olduğu gibi, o gün ben de oradaydım.
Hem de, Tanju Çolak’ı transfer etmek isteyen dev kulüplere satacak adam olarak.
O günlerde Wasteels adlı bir firmanın organizasyonu ile Hollanda’dan Türkiye’ye direkt tren seferleri düzenlenmişti. Wasteels’in Hollanda’daki Danışmanlık Bürosu TMF’in müdürü ile dostluğumuz vardı. TMF’ın Monaco’daki kardeş kuruluşu, Tanju Çolak’ın transfer işlerini üstlenmek istiyordu. İşte o sırada Monaco’da bu firma ile bir durum değerlendirmesi yaptık. Tanju’yu bu firmaya götürdüm. Durumdan çok memnun olan Tanju bu firmaya transfer konusunda yetki verdi.
Kimler yoktu ki Tanju’yu isteyenler arasında?
Real Madrid, Barcelona, A.C. Milan, İnter Milan, AS Roma, Monaco, Arsenal, Liverpool, Ajax ve Bayern Münih. (Yukarıdaki fotoğraf)
Şans mı, tesadüf mü, siz ne derseniz deyin. 1 Şubatta Altın Ayakkabı’yı alan Tanju, 1 Mart’ta, yani 30 gün sonra Monaco’ya karşı sahaya çıkacaktı. Hem de Monaco’da. Tanju ve görücüler için büyük bir fırsattı bu.
Ve o gün geldi çattı.
Tanju’yu seyretmeye gelen dev kulüplerin başkanlarını ve transfer yetkililerini maç öncesi Stade Luis II’nin kapısı önünde topladım ve fotoğrafladım. Sonra hep birlikte Tanju’yu seyretmeye başladık. Görücüler, sahada dolaşıp duran Tanju’ya bakıyorlar ve sonra da bana dönüp, “Bu ne iştir, bir şey anlamadık” der gibi işaret yapıyorlardı. Ama biraz sonra bir mucize gerçekleşti. Prekazi Tanju’ya mükemmel bir top uzatmıştı. Eee, Tanju bu, fırsatı hiç kaçırır mı? Prekazi’nin soldan mükemmel ortaladığı topa Tanju, 3 kişinin arkasından gelip önlerine geçerek ve de uçarak kafayı vurmuş ve maçtaki tek golü kaydetmişti. Görücüler bu defa bana döndüler ve baş parmaklarını havaya kaldırarak zafer işaretleri yaptılar.
Görücüler maç sonrasında, Tanju’nun iyi bir golcü olduğunu gördüler ama, O’nu bir kez de rövanş maçında izlemek istediklerini söylediler.
Tanju için biçilen fiyat, o tarih için çok astronomik idi: 10 milyon Dolar.
O zaman çalıştığım Günaydın gazetesinin birinci sayfa manşeti de bu idi:Tanju’nun değeri 10 milyon Dolar.
Rövanş maçı, Galatasaray’ın cezası nedeniyle Köln’de oynanacaktı. 15 Mart akşamı aynı görücüler bu kez Köln’deydiler. Maç Prekazi ve Weah’ın golleri ile 1-1 bitmiş ve GalatasarayAvrupa Şampiyon Kulüpler Kupası’nda yarı finale yükselmişti ama Tanju bu kez gol atamamıştı.
Üzücüdür ama, pazarlığın 10 milyon dolardan başladığı bu transfer görüşmelerinden sonra, Tanju’ya hiç bir kulüpten ciddi bir talep olmadı.
FOTOĞRAFLARLA FUTBOL YAŞAMIM
55 Yıllık gazetecilik yaşamımda, spor haberleri ve yorumları ile verdiğim hizmeti göz önünde tutan, Orhan İçin yönetimindeki Uluslararası Futbol Tenisi Federasyonu, şahsıma da bir ödül lutfunda bulunmuştu. Bu ödülü ünlü teknik direktör Abdullah Avcı’nın elinden almıştım.
Rinus Michels’in yarattığı total futbol ile büyüyen Hollanda’nın Ajax takımı ve milli takımın beyni olan Johan Cruyff ile birlikte göründüğümüz bu fotoğrafta, ünlü antrenörlerimizden Doğan Akı (ortada) Ünal temel (solda) ve Michels’in takipçisi Macar Stefan Kovacs da yer aldı. Kovacs daha sonra Fransa’ya total futbolu aşılayan adam oldu.
Hollanda’nın yetiştirmiş olduğu ünlü ve değerli futbolculardan De Boer kardeşlerden Frank, Galatasaray’da da fotbol oynamıştı. Şimdi Hollanda milli takımının başında olan Frank De Boer ve Ronald De Boer ile eski günlere dayanan bir fotoğrafımız.
Gazetecilik yaşamımda, Hollanda’nın dışında, diğer ülkelerin ünlü futbol adamları ile de görüşmelerim oldu. Üstteki fotoğrafta, İtalya milli takımı teknik direktörü Arrigo Sacchi, alttaki fotoğrafta da teknik direktör Giovanni Trappattoni ile değişik tarihlerde.
1980’li yıllarda İtalyan takımı AC Milan’a şampiyonluklar kazandıran ve 1988 Avrupa Şampiyonası’nda Hollanda’yı şampiyon yapan Marco van Basten, Ruud Gullit, ve Galatasaray’da da oynayan Frank Rijkaart ile bir anımız.
Bir zamanlar Brezilya’nın dünya çapında yıldızı olan ve Fenerbahçe’de teknik direktörlük yapan vei ki kez şampiyonluk kazandıran Didi, daha sonra Suudi Arabistan’a transfer oldu. 1978 yılında Suudi Arabistan’da ziyaret ettiğim Didi ile bir maç esnasında (üstte), altta ise iki değişik enstantane.
Bir zamanlar Alman futbolunun en büyük yıldızı olan Gerd Müller ile futbolculuk yıllarında (solda) ve Tanju Çolak’ın Altın Ayakkabı Ödülü aldığı Monaco’da (sağda) görülüyoruz.
İngiltere futbolu dendiği zaman akla gelecek olan iki eski isim Boby ve Jacky Charlton kardeşlerden Jacky ile, 1976 Avrupa Şampiyonası sırasında Belgrad’da.
Futbol Şampiyonalarını izlerken, futbolun dışında magazin haberi bulmakta da az hünerli sayılmam. İşte 1982’de İspanya’da yapılan Dünya Şampiyonası’nda yıldızlaşan Brezilyalı Zico’nun eşini, çocukları ile bir otelde bulmuştum. Zico daha sonra 2006 yılında teknik direktör olduğu Fenerbahçe’yi 2006 yılında şampiyon yapmıştı.
Futbol faaliyetlerimi anlatırken Guus Hiddink’i atlamam mümkün değil. Hollanda’nın
en başarılı teknik direktörlerinden biri olan Hiddink’in Fenerbahçe’ye gelişi sırasında tercümanlığını ve mihmandarlığını ben üstlenmiştim. Fenerbahçe’de başarılı olamayan ve ‘Hollanda köylüsü’ olarak aşağılanan Hiddink bir de kadın skandalına maruz kalmıştı.
Neden sadece yabancılar olsun? Bizim de futbolda ünlülerimiz var. İşte bu ünlülerden biri de Fatih Terim. Fatih terim ile 1992 Avrupa Futbol Şampiyonası sırasında İsveç’in Malmö kentinde birlikte olmuştum.
İtalyan futbolu dendiği zaman, Roberto Baccio akla gelen en ünlü golcülerden sayılır.
İşte Baccio’yu, 1990 Dünya Şampiyonası sırasında Roma’da ancak böyle yakalayabilmiştim
Spor gazeteciliği yıllarımda, futbol oynamayı da ihmal etmezdim. Hem de büyük takımlarda… Fotoğrafta gördüğünüz 10 numara Hollanda ve Ajax’ın büyük yıldızı Piet Keizer’dir. Ajax’ın ünlü Başkanı Jaap van Praag beni kulübün onur üyesi yapmıştı. Bu nedenle Ajax’ın antremanlarına da serbestçe katılırdım. İşte bir antreman sırasında, sırtımda Johan Cruyff’ın 14 numarası ile Ajax’a karşı oynadım ve bir de gol attım.
Real Madrid’in teknik direktörü Miguel Munoz, miyonlarca futbolseverin kalplerinde yer tutat Real Madrid’i defalarca şampiyon yapmıştı.
Spor muhabirliğim, sadece futbol ile sınırlı değildi tabii. Ünlü boksör Muhammed Ali’yi mağlup eden Joe Fraizer ile de görüşmem olmuştu. Fraizer, Hürriyet’te yayınlanan fotoğraflarını gördükten sonra, ‘Allah Allah, demek ki Türkiye’de de bu kadar ilgi görmüşüm ha?’ demişti.
1976’da Yugoslavya’da yapılan Avrupa Futbol Şampiyonasından bir Hürriyet kupürü.
******************************
Değerli Okurlarım,
Ünlü futbol adamları ile yaptığım görüşmelerin fotoğrafları o kadar çok ki, hepsini bu yazıya eklemeye kalkışırsam, web sayfamı çökertebilirim. En azından daha 100 ünlü ile görüşmelerimi ve fotoğraflarımı ekleyebilirim. Bu fotoğrafları ilhankaracay.com sayfasında bulabilirsiniz.
**************************
İşte, şahsımı ‘Gazeteciliğin Vincent van Gogh’u’ olarak tanımlayan ve çizen sanatçı için 14 Kasım günü yayınaldığım haber:
SANAT (RESİM) SEVENLER İÇİN
ÜMRAN ÖZBALCI ARİA’DAN, HOLLANDA RESSAMLARINI TANITAN MUHTEŞEM BİR KİTAP
Sanatseverlerin bir rehber olarak saklayabilecekleri kitapta, Harmenszoon van Rijn Rembrandt, Frans Hals, Johannes Vermeer, Jacop Van Ruysdael, Jan Van Goyen, Hobbema, Jan Steen, Gerard Terborch, Pieter De Hooch, Paulus Potter, Gerrit Dou, Joachim Wtewael, Jan Van Eyck, Judith Leyster, Michiel Sweerts, Nicolaes Maes, Thomas de Keyser, Jan De Bray, Johannes Cornelisz Verspronck, Jan Miense Molenaer, Arnold Houser, Michiel Jansz. van Miereveld, Johannes Cornelisz Verspronck, Gerard van Honthorst, Gerard Dou,
Philip Angel gibi sanatçılar ve Spinoza, Descartes ve Goethe gibi filozoflar anlatılıyor.
17’nci yüzyılın, Hollanda için sadece sanat açısından değil, aynı zamanda ekonomik ve sosyal gelişme açısından da çok önemli olduğu belirtilen kitapta, diğer ülkelerin sanatçılarından da söz ediliyor.
İlhan KARAÇAY derledi:
Gazetecilik yaşamım boyunca pek çok yazar çizer ile tanıştım ve eserlerini dikkatle okudum.
İçlerinde muhteşem olanlar olduğu gibi, sıfır olanlar da vardı. Eserleri ile okurlarını hipnotize edecek kadar muhteşem yazar ve çizerlerimize sonsuz şükranlarımı bildirirken, şimdi sizlere bir eserini sunacağım Sanatçı, Akademisyen ve yazar Ümran Özbalcı Aria’yı da ‘muhteşemler’ arasına koyuyorum.
İzmir doğumlu olan Özbalcı Aria, 1985’te Dokuz Eylül Üniversitesi Resim Bölümü’nde Lisans,1992’de Marmara Üniversitesi Resim Bölümü’nde Yüksek Lisans,
1999’da Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Resim Bölümünde Doktorasını aldı.
Daha sonra yaptığı eserleri ile Türkiye’de ve dünyanın dört bir yanında sergiler açan Özbalcı’nın kariyerini, haberimin sonunda sizlere sunacağım.
Özbalcı Aria’nın ‘en başarılı’ diyebileceğim çalışması, Hollanda’yı ve Hollanda sanatçılarını tanıtan kitap oldu diyebilirim. Hollanda’yı çok iyi irdelemiş olan yazarı ben de kutluyorum.
17’nci yüzyılın, Hollanda için sadece sanat açısından değil, aynı zamanda ekonomik ve sosyal gelişme açısından da çok önemli olduğu belirtilen kitapta, diğer ülkelerin sanatçılarından da söz ediliyor.
Bir uyarım var: Hollandalı sanatçılar arasında, en büyüklerden biri olan, kendi kulağını kesecek kadar da deli olan ‘Vincent Van Gogh neden yok’ diye sorarsanız cevabım şu olur: Kitapta sadece 17’nci yüzyıl sanatçıları ele alınmış. Van Gogh 18’inci yüzyılda yaşadı.
Başlangıçta, sanatı, 17’nci yüzyıldaki Hollanda’yı ve o dönemdeki Hollandalı ressamları daha iyi öğrenmek için isterseniz, ‘17.YÜZYIL HOLLANDA RESMİNDE PORTRE’ adlı kitaba önsöz yazan Sanatçı, Akademisyen Prof.Kemal İskender’in ne dediklerine bakalım:
“İngilizce söylenişiyle ‘The Golden Age Of Painting’ Hollandaca söylenişi ile ‘De Golden Eeuw’, Türkçe söylenişi ile ‘Resmin Altın Çağı’ dendiği zaman, bundan yalnız ve sadece 17.yy.Hollanda resmi anlaşılır. Biraz olsun Sanat Tarihi ya da Sanat dünyasına aşina olan herkes bilir bu deyişi.
Sadece sanat açısından değil, ama aynı zamanda ekonomik ve sosyal gelişme açısından 17.yy Hollanda’sı benzersiz bir yapı sergiler. Bu dönem Hollandası, denizlerde İngiltere ile boy ölçüşebilir hale gelmiş, sömürge kaynaklarından akan gelirler aracılığıyla alabildiğine zenginleşmiş ve yoğun bir kültürel birikim düzeyine ulaşmıştır. Ayrıca, aynı Hollanda Avrupa’daki tüm devlet ve kuruluşlara oranla en ‘liberal’ yapıyı temsil eder.
Merkezi bir otoriteye bağlı olmaksızın gelişen belediye v.b gibi sivil kuruluşların yönetimindeki kent devletleri bu ‘liberal’ ortamın doğmasında etkili bir rol oynamıştır.Ve işte bu sayededir ki, ‘Resmin Altın Çağı’nda, her beş evden birinde mutlaka bir resim vardır. Gene bu sayede ‘dinsel ve tarihi konular’ ve ‘portre’nin yanı sıra, peyzaj enteriyor ve janr gibi resim türleri, birbirinden iyice ayrılan bağımsız ifade araçlarına dönüşmüştür.
Bu gelişmelere koşut olarak portre ve özelliklede grup portreciliğinin yaygın bir uygulama haline gelmesi, tümüyle Hollanda sanatına ‘özgü’ yeni bir yönelişi temsil eder. Rembrandt ve Frans Hals gibi ressamlar, diğer ülkelerde örnekleri pek görülmeyen grup portreciliğinin en yetkin ustalarıdır.
Öte yandan, Holanda’nın kültürel ve sanatsal değerleri, her şeyin üstünde tutan anlayış ve geleneği, Hollanda’nın, Hitler Almanyası tarafından işgal edileceği anlaşılacağı zaman, Hollandalıların para, mücevher ve altın gibi maddi değerleri değil de, (bir örnek olsun diye veriyorum) Rembrandt’ın ‘Gece Nöbeti’ gibi grup portreciliğinin doruk noktasını temsil eden başyapıtını saklamalarıyla sonuçlanmıştır.
Aria’nın (o zamanki adıyla Mimar Sinan Üniversitesi’nde) benim yönlendirmemle gerçekleştirdiği ‘17. yy Hollanda Resminde Portre’ başlıklı tez çalışması, yukarıda sözünü ettiğim gelişmeleri, derinlemesine araştıran bu gelişmelerin, biçimsel karşılıklarını analitik bir yaklaşımla çözümleyen ve değerlendiren ’benzersiz’ bir girişimdir ve bu çalışmanın ne Türk sanatında ne de Türk Sanat tarihinde bir benzeri daha vardır.”
HOLLANDA GEZİSİ BU KİTABI YARATTI
Şimdi de kitabın Giriş Bölümü’nde neler olduğuna bakalım.
Şöyle yazıyor Ümran Özavcı Aria:
“Kitap konusu seçimimde, Hollanda’ya yaptığım gezinin şüpheniz katkısı büyük oldu. Bir ülke resmini, özgün yapıtları kendi topraklarında, müzelerinde yoğun olarak gözlemlemek önemliydi. Tüm çalışmam boyunca, labirentler içinde gezindim. Her yol bana muhteşem sanatçı ve portreler sundu.
Hollanda öyle bir ülke ki, Delft’in dar sokaklarında gezerken her an Vermeer’le,Amsterdam’da Rembrandt’la karşılaşacağınızı hissedersiniz. 17.yy dokusunu oluşturan muhteşem mimarideki evleri arasında bunları duyumsamak hiç de güç değil. “Rembrandt House”u gezerken onunla o havayı solur, ‘Night Watch’ı, otoportrelerinin yapılışına şahit olursunuz. Resim sanatı yüzlerce yıllık zengin anlatımlarıyla muhteşem sanatçı ve yapıtlarıyla karşımızda…
Tarih öncesi dönemlerdeki duvar resimlerinden günümüz resim sanatına kadar gelen uzun bir gelişme içinde küçük bir ülkenin ama resim sanatı büyük bir dönem olan XVII. yüzyıldaki “portre” resim türünü inceleme nedenim; Rembrandt’ın deyimiyle, “Yüz”ün unutulmasına içerliyor olmamdır belki de…
İnsanı, insanları, insanlığı tanımak, tanımlamak için bundan daha güzel ifade aracı olabilir mi?…
Descartes ve Spinoza; XVII. yüzyıl felsefesini oluşturan iki portre; Hollandalı Spinoza’nın ‘gerçekte özgür olduğum tek ülke’ diye tanımladığı Hollanda’da 20 yıl yaşamını sürdüren Fransız Descartes; bize XVII. yüzyıl Hollanda gerçeğini sembolleştiren isimlerden biridir. Hollanda’nın tarihi ve Hollanda’da hayat, çok özel koşullar altında ve tamamiyle kendi psikolojilerine özgü bir yolla gelişmiştir. Bu gelişme her yönüyle onların yaratıcılıklarına da özel bir anlam katmıştır. “Portre” resim sanatının gelişimi, her ne kadar Rönesans dönemine rastlasa da, sanat tarihinin hiç bir döneminde “Portre Resmi XVII. yüzyıl Hollandası” kadar parlak göz alıcı eserler sunmamıştır.
Birçok varlıklı tüccar, birçok saygın kentsoylu seçkin belediye başkanları veya belediye meclis üyeleri, taşıdıkları ünvanlarıyla belirtilerek, imgelerini sonraki kuşaklara ulaştırmak istiyordu. Hollanda’da seçkin birçok kişinin geldiği salonlarda asılmak üzere, toplu portre yaptırmak gibi bir gelenek de vardı. Günümüze kadar gelen Hollanda portrelerinin, geniş bir sosyal katmana yayıldığını gösteriyor. Bu resimler, modellerin asaletini gösterdiği gibi, son derece farklı ve özelleştirilmiş ifade tarzları, zeka, mütevazılık ve aşk evliliğinin yürütülmesi gibi, iç özellikleri de belirtir.
Rembrandt Hals Vermeer
XVII. yüzyıl Hollanda resim sanatında, ülkenin kendi adıyla özdeşleşen bazı isimlerin öne çıkması da çok doğaldı. Rembrandt, Frans Hals ve Vermeer, hemen diğerleri arasından sıyrılırlar. Rembrandt kendine özgü ışık-gölge doku ya da fırça işçiliği kullanımıyla, iç dünyasını yansıtmak için en uygun atmosferi yarattı. Frans Hals’ın portreleri ise çok ender olarak, büyük, sosyal ve dini ihtirasları yansıtır. Onun portrelerinde sıcak ve dostça yansıtma biçimi ön plandadır. Grup portreleri, tek portreler, portrelerin kompozisyon, ışık-gölge ve renk, ifade özellikleriyle ele aldığımız bir çalışmada, yine Rembrandt’ın olağanüstü yetenek ve belleğinin sonucu olan yapıtlarında, psikolojik yorumlamalarıyla portrelerine yansıdığını gördük.
Picasso’nun da belirttiği gibi; ‘Sanatta geçmiş ya da gelecek diye bir şey yoktur. Bir sanat yapıtı sürekli olarak şimdi de yaşamıyorsa onu hiç dikkate almamak gerekir’.
Hollanda portre resmi özgün anlatım türleri ve hepsi “ekol” sayılabilecek sanatçılarıyla resim sanatının tarihi içinde ayrıcalıklı yerini almış gözüküyor. Ve belki de bugün hiç olmadıkları ölçüde canlılık ve dirilikte durmaktadırlar…”
HOLLANDALI RESSAMLARIN ÖZELLİKLERİNE BAKALIM:
JOHAN VERMEER
The Milk Maid A Girl with a Pearl De Lace Maker
Johannes Vermeer, sanat tarihinde görüntü anını kusursuz bir ustalıkla tuale aktaran, desen, renk ve şimdilik durgunluk diyebileceğimiz tinsel veya metafiziksel niteliği kendinden birleştirmiş bir sanatçıdır. Desen sözüyle bir resmin kompozisyonundan ve düzeninden daha fazla bir şey anlatmak istiyoruz. Konular tek figürler veya gruplar halinde, bir manzaradaki şekiler veya bir manzaradaki çizgiler olarak seçilir ve gerçekleştirilir. Fakat bir resme desen çizmek bundan çok daha fazladır. Her şeyden önce güvenilebilir bir boşluğa konuyu yerleştirmek ve kompozisyondaki çeşitli unsurlara değişmeyen bir yapı vermek, izleyicinin gözünü doğrudan manzaraya veya tasvir edilen cisme düşündürerek çekebilmektir. En basit bir biçimde (ama en kolay değil) bu etki sadece ışıkla elde edilir. Soyutlanan formun üstüne ışık ve gölge düşürünce bu aynı görüntü alanında bulunan diğer cisimlerden destek olmaksızın, hayali bir yer kaplar. Vermeer‘in eserlerinde buna en iyi örnek ‘Türbanlı Kız’ portresidir. Onun resimlerinde resim boşluğunun ‘geometrik bölünüşü’nün, özellikle yansıtıldığı görülür. Geometri estetik bir amaca hizmet etmiyorsa, ilginç değildir. ‘Voman with a water jug’da, içeri ışık veren bir pencerenin altında, bir kız gösterilmiştir.
Resimde kadın düzenlemenin tam ortasındadır. Figur düzenli bir bakış içinde pencerenin kenarında duruyor. Kumaş yapısındaki güçlü hissediş ve hemen hemen dinsel ciddiyetteki göstergeler tipik bir Vermeer resmi özelliğini gösterir. Resimde Vermeer’e özgü mimari boşluk içinde kadın rüyalara dalmıştır. Resimdeki harita ve açık pencere badanalı duvarların arkasında var olanlar -örneğin bu gösterişli masa örtüsünun geldiği yeri bildirmeyi amaçlar, bu eserin içeriği Vermeer’in başlangıçta anlatmayı amaçladığı form olmuştur.
Vermeer’in belki de hiçbir resmi, ‘A Girl a sleep’ masası başında uyuyakalmış olan genç kadın kadar, eserlerine hakim olan sükûn havasını belirtemez. Kadının günlük yorgunluğundan yükselen huzur havası, odanın havasına yansımaktadır. Ressam, bu sakin ruh havasını yaşatırken, mekan üzerindeki araştırmalarına da devam ediyor. Aynı tabloda, büyük masa ile yandan görülen sandalye, derinlik izlenimi uyandırmaktadır.
Vermeer, halılar, sandalyeler, battaniyeler, aynalar, delft testileri haritalar, sedefler, küpeler, kolyelerle sessiz bir yumuşaklık elde etmeyi başardı.
O’nun eserlerinde iç huzuruna kavuşmuş rahat bir hayatın ışıklı gölgelerde sezilen sessiz adımların şiiri titrer. Bu eserlerde hayatın karanlık, dramlı inişli ve çıkışlı tarafları yoktur. Her şey rahat bir akış, bir dinleniş, bir fısıltıdır.
Vermeer anlaşılmaz benliği ve gizli dünyasıyla ülkesinin ve zamanın en önemli sembollerindendir.
GERARD DOU
Gerard Dou‘nun “Old woman Reading” tablosunda yalın bir kompozisyon vardır. Figür profil, duruş biçimindedir. Resmin sol üst kösesinden (çaprazlama) alt sağ köseye doğru kompozisyon inmektedir. Bu da tüm dikkat yüze kitaba yönlendirmekte ve ellerde yoğunlaştırmaktadır.
Boy Reading Bray Family
Aynı etkiyi biraz farklı bir duruşla Franz Hals’ın Boy Reading tablosunda görürüz. Jan De Bray’ın Bray Family resmindeki kompozisyonunun 3 mekandan oluştuğu görülür. Önde köpeğin de yer aldığı duvarın önü, duvarın arkasında kalan figürlerin bulunduğu mekan, daha arkada karanlık bir dış mekan, Duvarın üzerine o dönem en çok kullanılan objelerden halı konulmuş.
MİCHELANGELO MERİSİ DA CARAVAGGİO
Aynı yüzyılda, biri güneyin diğeri kuzeyin ışık-gölge bütünlüğüyle resimlerine özgün, şiirsel anlatım kazandıran 2 büyük sanatçısıdır. Caravaggio’da ışık-gölge arasındaki kontrast formların statik karakterini, hatta figürler hareket halinde tasvir edilmiş olsalar bile, sınırlandırmıştır. Caravaggio’nın realizmi sanattır. Çünkü bir ışık-gölge ideali ile sarılmış ve figürler plastik bir ideale göre bireyselleştirilmiştir. Sanatçı ışık-gölge ile lumunistik üslûbun temellerini attı ve Caravaggioizm (Tenebrizm) anlayışını kazandırdı.
HARMENSOONZ VAN RİJN REMBRANDT
The Night Wacht Doctor Nicolaes Tulp
Rembrandt’ın resimlerinde de etkili olan unsur ışıktır. Rembrandt genel olarak ışığı tek kaynaktan almayı tercih ediyordu. Bunun bir sebebi, özellikle yaşlı ve fakir günlerinde, mum ışığında çalışmak zorunda olduğuysa da, sonuçta bu çok basit bir sebeptir. Çünkü aynı şartlar altında isteseydi aydınlık her yandan ışık alan resimler de yapabilirdi. Rembrandt’ta Caravaggio’da olan sert bir ışık gölge zıtlığı yoktur. Çehreleri aydınlattıktan sonra üst yanını sayısız derecede değişen yarı aydınlık tonlar içinde eritmenin en büyük ustası şüphesiz odur.
Tıpkı Leonardo’da olduğu gibi, onda da alaca karanlığın değerlendirildiğini, karanlık kısımlara aydınlık kısımlardan fazla yer verilmek şartıyla görüyoruz. Bu karanlık kısımları Rembrandt sadece karanlık bir boşluktan ibaret bırakmıyor. Aksine çeşitli tonlar ve renklerle o kısımlara hava tabakasının dalgalanışlarını veriyor. Adeta figürlerin iç hayatı, mekan boşluklarında ve resmin karanlıkta bırakılmış yerlerinde bir tül gibi dalgalanıyor. Buna karşılık o koyuluklar üzerinde kalan figür kısımlarına düşürdüğü bir ışık parçası, bir kemer tokası, aydınlıkta bırakılmış bir parmak, ayni kaynaktan ışık almaması gerektiği halde, bu değerlendirilişi, eşyayı maddi ağırlıktan kurtarır ve onları gerçeğin kendisi değil, resmi haline koyar. Rembrandt’ın büyüklüğü de bu noktadadır. Sade görüleni değil, görülmeyeni de resmedebildiği içindir ki, birçok gerçekçi ressamdan çok daha kuvvetle, dış gerçeği bize yansıtabilmiştir.
Rembrandt’ın ‘Chirst at Emmaus’ tablosunda ışık sol taraftan, tablonun dışında kalan bir kaynaktan gelmekte, oturan figürlerin önündeki masaya çarparak odaya yayılmaktadır. Tabloda ikinci derecede bir ışık kaynağı da, ışık saçan başıyla İsa’dır. Bununla birlikte resimde en aydınlık yer, masanın örtüsüdür. Yani bu tabloda en şiddetli ışık, tablonun asıl merkezini oluşturan İsa’yla birleşmemektedir.
Fransız Sanat eleştirmeni Eugene Fromentin, Rembrandt‘daki ışık gölge oluşumunu söyle açıklar: “Biraz sonra banyosundan çıkararak daha uzak, daha gösterişli bir hale getirmek için; koyu hale ışıklı bir merkez etrafında döndürmek, onları buğulamak, eritmek, yoğun bir hale getirmek ya da şeffaf karanlıklar elde etmek, özümsenmesi kolay alacakaranlıklar meydana getirmek için: nihayet en koyu renklere bile, onları siyah olmaktan kurtaracak bir şeffaflık verebilmek için, her şeyi bir gölge ile sarıyor ve her şeyi, hatta ışığı bile bir gölge banyosuna daldırıyor.”
Rembrandt‘ın, ışık gölgesinde Caravaggio‘nun sertliği yoktur. Rembrandt’ın resmindeki ana etken, ışık gölge kontrastları değildir, buğulamadır renk değil alacakaranlıktır. Onun fantezisi kendini nüanslara kaptırmıştır. Bu nüanslar yoluyla eşyanın detayını oluşturmaktadır. Fakat bu detayın miktarı ne olursa olsun form daima bir genel karanlık içindedir. Bir burun, bir parmak, kendi maddi formları içinde görülmezler; gölge tarafından emilmiş kaçıcı ışıkların belirgin hale getirdiği şeyler gibidir.
Rembrandt’ın resimlerinde gölge unsurunun güçlü bir şekilde yer alması, gerçekte zayıf bölgeleri gizleme ya da güçlüklerden kaçma aracı yerine konamaz. Hele hele bir tür hayratlık izini taşıyan bir kaçamak da sayılmamalıdır Rembrandt’ın ışık gölge etkisi, Caravaggio’da ve çöküş dönemine özgü bazı İtalyan resim ustalarında rastlandığı üzere, donuk ve siyah bulutlara da dönüşmez. Gölgeler aksine saydam ve parlaktır. Eylemi tamamlamaya veya sahneyi açıklamaya yarayabilen bütün ikinci derece ayrıntılar, arada fark edilebilir. Bunlar el çabukluğu ile atlanılmayıp yerinde bırakılmışlar, şekillerini ve boyutlarını muhafaza etmektedirler, ama ışık-gölge sayesinde tam gerekli önemlerine kavuşmuşlardır. Hollandalı ustaların yaşam öykülerini kaleme alan Arnold Houbraken‘a göre, Rembrandt akademik geleneğin öngördüğü ustalık yolunu yermiş ve sanatçının yalnızca doğaya öykünmesi gerektiğinde direnmiştir.
Rembrandt‘ın portrelerinin bu ruh bağlantısını çok kolaylıkla sezebiliriz. Rembrandt‘ın görkemli üretimini derinlemesine incelemek isteyen kişi çok değişik etkiler altında kalacaktır. Veronese‘nin, Ribera’nın, Rubens ya da Frans Hals‘ın tersine, Resim tarihinde figürlerin bir ruhu olduğu, ruhlarıyla birlikte, hatta biçimlerin yardımıyla yalnız ruhlarının resmedilmiş olduğu meselesi, Rembrandt’la ortaya çıkmış bir şeydir.
FRANS HALS
İtalyan ressamlarının uğraşı olan birçok noktalar, güzellik, perspektif gibi onun için önemli değildir. Onun için önemli olan manevi boyuttur. Din konulu resimlerinde, portreleri ve diğer kompozisyonlarında tüm eserlerinde ağırlık noktasını oluşturan manevi boyut’tur. Sanat tarihinde dikkati çeken hemen hemen bütün çağlarda, insanı gülerken gösteren pozlara pek az rastlanmış olması ve hatta; bazı çağlarda hiç rastlanmaması durumudur. İkinci bir özellik ise; resimde, gülen insanlara, belki ilk kez Hollanda ressamlarında rastlanmasıdır.
Frans Hals bu özelliğiyle hemen bilinen bir sanatçıdır.
Sanatçının 1624 yılında yaptığı “Gülümseyen Kavalye” resminde ve diğer birçok resminde bu gülümsemeyi görürüz. Bu resim aynı zamanda Miereveld‘in portreciliğinin şekilciliğinden çok uzak, Haarlem’deki erken realismin içinde yer alır.
Frans Hals‘ın son yaşlılık dönemi resimleri dışındaki hemen hemen tüm portrelerinde görülen neşeli canlılığı ile başkalarına ruhsuz görünen şeylere bile elbiseler, sofra takımlarına cazibe ve ilgi uyandırmayı başarmıştır. Çehreleri canlıdır. Haarlem müzesindeki portre koleksiyonları, sanatçıyı tüm hayatıyla biraz fazla sakin başlangıcından, son günlerinin ölçüsüz cüretlerine kadar sıra ile izlememizi sağlar. Bunların hepsi birer sanat dersidir. O’nun resimlerinde ne bir ilerleme ne de gerileme vardır. İlk yaptığı resimlerde bile dikkati çeken kendini gösteren mükemmelliktir. Kusursuz çok ince işlenmiş resimleri, detaylar, ifadeler. Onda mükemmellik yalnız üstün bir teknikle değil, eşine az rastlanır bir renk ve ışık duygusuyla da kendini gösterir.
Hollanda ressamlarının çoğu gravürle de uğraşmışlardır. Ama şimdiye kadar Vermeer‘in olduğu sanılan tek bir gravüre rastlanmaz, bu onun çizgiden çok renge tutkun bir ressam olduğunu gösterir.
JOHANNES VERSPRONCK
Verspronck’ın, kadın ve çocuk portrelerinde ve diğerlerinde Hals‘ın etkilerine rastlarız, ancak özgünlüğünü göremeyiz. Özellikle çift portreleriyle karşımıza çıkan sanatçının anlatımında, güzel gösterme çabasına rastlanmaz. Modelleri daha bizdendir, aristokrat kesimde bile olsalar, daha mütevazi görünürler, duygularını duruşlarından ve gözlerinden anlamamız çok zor olmaz.
Bu bilgiler Işığında 17’nci yüzyıl Hollanda portrelerine baktığımızda, sanatçının anlam yüklemesi, çağının verileri, alıcının beklentileri dikkate alınarak yorumlamak gerekir. Böyle bakıldığı zaman çok zengin anlatımlarla karşılaşırız. Her sanatçıda her portrede ayrı ayrı karşımıza çıkan zengin anlatımlarla.
Belki de Alain ifadesiyle “Güzel bir portre de geçici öfkeleri ve anlık parlamaları ortadan kaldırır, yalnızca sürekli olanı koruyarak model düşüncesini arıtır.”
Sonunda ‘PORTRE’ modele değil, Model ‘PORTRE’ye benzer.
17.YY HOLLANDA RESMİNDE PORTRE, DEĞERLENDİRME VE SONUÇ
Değerli okurlarım, yukarıda 17’nci yüzyılda sanatseverlere portreler çizmiş olan Hollandalı ressamların özelliklerini okudunuz.
Şimdi de sizlere, 17.YY HOLLANDA RESMİNDE PORTRE’nin değerlendirmesini ve sonucu sunuyorum. Özellikle sanatsever ve tarihe ilgi duyan okurlarım alttaki yazıyı zevkle okuyacaklardır.
17.YY HOLLANDA RESMİNDE PORTRE, DEĞERLENDİRME VE SONUÇ
Modern dünya zihinsel bakımdan XVII. yüzyılla başlar. Bilimin ortaya attığı yeni kavramlar modern felsefeyi etkisi altına alır. XVII. yüzyıl Rönesans’ın elde ettiği kazanımları derleyip düzenleyen bunlarla bir birliğe bir dünya görüşüne varmayı amaçlayan bir yüzyıldır.
XVII. yüzyıl felsefesi, kendisine matematik ve fiziği bilgi örneği olarak seçmesi nedeniyle “RATIONALIST“dir. “RATIONALISM” deyince akla Descartes gelir. Descartes‘in uzun yıllar (20 yıl) Hollanda’nın Utrecht, Deventer, Leiden, Santpoort, Haarlem, Amsterdam’da yaşadığını ve bir çok (Frans Hals dahil), Hollandalı ressam tarafından portresinin yapıldığını anımsayalım.
XVII. yüzyıla damgasını vurmuş araştırmacı bilim ve düşünce adamı kimliğiyle tanıdığımız Fransız filozofu Descartes‘in Hollanda’da yaşaması basit bir tesadüf değildir elbette.Descartes gibi, bir dehanın Hollandalı filozof Benoit Spinoza‘yı etkilediğini ve onun da Rembrandt‘ın yakın arkadaşı olduğunu söylediğimizde ise bazı şeyler daha da netleşiyor.Hollanda XVII. yüzyıl başlarında, 1609 barışının ardından bağımsızlığını kazandı. Bu ulus Avrupa’nın diğer ülkelerinden demokratik anayasası ve Kalvenist diniyle ayrılmaktaydı. Bu, tablo sanatını da etkiledi. Hollandalı ressamlar Flâmanların etkisinden kurtuluyorlardı. XVII. yüzyıldan sonra Hollanda’nın geçirdiği toplumsal ve siyasi değişiklikler her anlamda bu iki ülkeyi birbirinden ayırdı.
Yeni kurulan bu Cumhuriyet pek çok açıdan büyük bir hızla Avrupa’nın en ileri ülkesi haline geldi. Yeni bir tüccar sınıfı doğuyor siyasal ve dinsel hoşgörü yerleşiyordu. Rönesans etkisi altındaki aristokrat toplumlarda ortaya çıkan entellektüel yaklaşımın tersine, lonca sistemi, sanatın geleneksel zanaatçılıkla birleşmesini zamanla toplumun çok geniş bir kesiminde resmin yaygınlaşmasını destekledi.
Aslında, XVII. yüzyılda Avrupa’ya bakıldığında çok farklı özellikler görürüz. Güneyde İtalya, Katolik etki de yoğunlaşan bir “BAROK” anlayış, Fransa’da XIV. Louis etkisindeki “KLASİSİM” Kuzeyde gelişen Flâman resmi ve kendine özgü üslubuyla Hollanda resim sanatı, Hollanda portreciliği.Şüphesiz sanat ve sanatçılar bütün insanlığın ortak malıdır. (Dali her yerde Dali‘dir, Picasso her yerde ayni Picasso’dur). Bununla birlikte ayrıntılarda çeşitli uluslara ve bölgelere göre bazı değişiklikler görülebilir. İşte bunlardan biridir XVII. yüzyıl Hollanda’sı. Bu yüzyılda Hollanda diğer ülkelerden ayrılır kendi kaynaklarına döner Protestan kilisesinin artık kilisenin zaferi, kralın yüceltilmesi, ermişlerin din uğruna ruhunu teslim etmesi konulu resimlere gereksinimi yoktur. Böyle bir durumda kendi içine dönük bir sanat oluşacaktır, insanı önemseyen insani bir “gerçek değer” olarak öne çıkaran bir resim anlayışı.XVII. yüzyıldan önce resim sanatında görülen Peyzaj sadece anlatılan öykünün bir elemanı olarak yer alır, Hollanda resminde kendisi tek başına muhteşem varlığıyla sunulur. Jacop Van Ruysdael, Jan Van Goyen, Hobbema’nın resimleriyle Hollanda’nın doğasını gözlemleriz. Romantiklere ve Emprestyonistlere yaptıkları katkıları hissederiz.Doğa sanata yansıyınca her zaman sanatçının usunu beğenilerini, ruh durumunu yansıtır. Natürmort, özellikle JANR türünün en önemli temsilcisi Vermeer‘in tüm resimlerinde birer portre niteliğinde düzenlenmiş görülür. Resimlerinde yer alan objeler (Ekmek, mektup, örtü, harita, pencere) adeta portreleştirilmişlerdir.
Sanatçının resimleri hemen bizi kendine çeker adeta orada resimlerin yapılışına şahit oluruz. Onun resimlerinde yankılarda ölen müziğin, bir aşk mesajına dalan zihnin, dantel ipliğin, terazilerde tartılan küçük incinin ebedi durgunluğunu sezeriz. Hepsinde aynı etkiyi görürüz, ne daha az ne daha fazla…
Jan Steen’in 40 yaşındaki portresi İstiridye yiyen kız
Jan Steen‘in tuvale yansıyan, güler yüzlü hayat dolu, karışık, düzensiz sahneli resimlerindeki “ironik” anlatımlarıyla halkını, tüm gerçekçiliği ile yansıttığını gözlemleriz.Gerard Terborch‘la Hollanda’nın kültürlü burjuva yaşamı, gösterişli kıyafetleri içinde kadın, atlaslarıyla kumaş adeta yüceleşir. Pieter De Hooch‘un sakin sessiz ev görünümlerinde hep arka planda görülen açık kapı bize yaşamın başka bir boyutu olduğunu mu simgeler!… Paulus Potter‘in “Boğa”sıyla, Boğa’nın ilk olarak bu kadar görkemli sunulmasındaki anlamı çözmeye çalışırız. Gerrit Dou‘nun “Sahtekar Doktor”unda ve diğerlerinde Hollanda’nın bir başka yaşam gerçeğine rastlarız.Joachim Wtewael‘in “Mars and Venus Discovered by the Gods” bu mitolojik öykülü resimde tanrıların zaaflarını esprili bir biçimde yansıdığını, Rembrandt‘ın “Ganymade’in Kaçırılması” resminde dindar biri olarak bu olaya tepki gösterdiğini, duyumsarız.
Jan van Eyck ve eseri Memling ve eseri
Ortaçağ resminde portre sipariş veren kişi çoğu kez diz çöker dua eder, pozda ve genel kompozisyon içinde Aziz Meryem ya da İsa’nın alışılmış tasvirleri yanında, ikinci derecede önemli olacak biçimde gösterilirken, Rönesans’a geçişte belki de en kolaylıkla ayırt edilebilen fark, kişinin dindarlığını göstermekten çıkıp onu dini olmayan bir konunun başlıca kişisi olarak göstermesidir. Ancak, yine de Rönesans’ın ilk dönem portrelerinde özellikle kuzey de “Jan Van Eyck’in ve Memling’in” portrelerinde hala ortaçağ havasını, atmosferini koruduğunu, insan fikirlerinin ve davranışlarının din karşısında ezilmesini, ifadeden yoksun sert görünümlü portrelerde, hem modeli hem de ressamı resmin oluşumunda sanki isteksizlermiş gibi yansıtıldıklarını hissederiz.
Sınıfı, kan bağları, meslek, geldiği yer gibi unsurları kişisel kimlik özelliklerini, portreler belgeler. O dönemde portreler ısmarlandı. Çünkü fiziki dünyada yok olan sevdiğiniz kişileri varmış gibi göstermek istediler ve bu portreler onların hatıralarını ölümden sonra koruma geleneğini sürdürür. Evlilik, portrelerinde de bir çiftin birleşmesini kendileri ve aileleri ve ziyaretçileri için ölümsüzleştirir. Portrelerin birçoğu az çok kamuya sergilenmek üzere yapılmıştır. Bu nedenle modellerin çoğu özel vatandaşlar, subaylar iş adamları sosyal rollerine uygun niteliklerde yansıtılmışlardır. Ancak bu durumda bir sakınca da vardı. Çünkü sokak serserileri kendilerini örnek aile babası gibi resimletmiş olabilirdi.
Resim sanatının standardı çok yüksek XVII. yüzyıl Hollanda Portreciliğinde Frans Hals’ın resimleri portresini yaptığı figürün canlılığı, fırçasının şaşmaz bir çırpıda acele fakat yerinde isabetli kullanımı onun en belirgin özelliği şüphesiz. Son derece hızlı enerjisiyle ülkesinin insanlarına adeta hayat verir, kişisel ihtirasları bize çok az yansıtır. Onun tablolarının önünde duran kişi tablonun o anda yeniden gözlerinin önünde şimşek hızıyla yapıldığını hisseder. Özellikle tek kişilik portrelerinde yoğun olarak gözlemlenen bu özellik hemen hemen tüm portrelerinde görülür. O, kişilerin yüzlerinde beliren psikolojik en küçük yansımayı bile saniye de saptayabilen üstün bir başar göstermiştir.
Gülme, gülen yüzler onun resimlerinde belirginleşmiştir. Cüretkâr realism etkisiyle çağında alışılmışın dışına çıkmıştır. Frans Hals‘ın her zaman çok fazla taşıyan özel resim üslubu onun son portrelerinde belirgin olarak ortaya çıkar.1890 yılında Emprestyonistlerin fırça vuruşları nedeniyle öncü ilan ettikleri Hals, 19 yüzyıl resim anlayışında böyle anılacağını tahmin edemezdi herhalde.Vermeer‘in Kuzeyin “La Jakond”u unvanını alan tablosundaki kızın bakışı, gülümseyişi portreyi bir başyapıt düzeyine çıkartır. Judith Leyster‘de ressam kimliğini “Self Portrait” tablosuyla ortaya çıkarmış ve bu resimle kez daha ressamların kendilerini resim yaparken tablolaştırmayı sevdiklerini göstermiştir.
Jan Steen resimlerinde sık sık rastlanan kendi görüntüsüyle halktan farklı biri değilim ben dediğini duyarız. Michiel Sweerts’in “Jeronimus Deuts” portresindeki melankolik bakışlı gencin özelliklerini hemen tanırız.
Maes‘in “Dua eden yaşlı kadın” portresi ve HALS’ın “Isaac Massa and Beatrix Van der Laen”
Maes‘in “Dua eden yaşlı kadın” resminde Tanrıya yakarışın yüceselleştiğini görür. Gerard Dou‘nun “Old Woman Reading” resmiyle Rembrandt‘ın “Rembrandt‘s Mother as the Biblical Hannah” tablosundaki benzerliği fark ederiz.Grup portrelerinde amaç: grubun yapısını doğasını ve birbirleriyle ilişkileri konusunda bir şeyler anlatmasıydı. Hals‘ın “Banquet of the officers of the St.George Militia”sında tüm doğallığıyla sunulmuş portrelerinde Hollanda devletinin başarısının sembolleştiğini, “Isaac Massa and Beatrix Van der Laen” tablosunda bir çiftin bağlılığını görür. Keyser‘in “Constantin Huygens ve Sekreteri” tablosundaki yetkin anlatıma hayran kalırız.
Jan Miens Molenaer’in “Family Making Music” tablosu Rembrandt “selfportrait”
Jan De Bray‘ın “The Bray Family” resmindeki kendi ailesini Romalı General ve Mısırlı Kraliçe görüntüsü biçimindeki yansıtmasıyla farklı bir anlatım biçimi yakalarız. Verspronck‘un eş portrelerinde yüzyılın ilk üç çeyreğinde sürüp giden bir geleneği “PENTANT”ı daha net kavrar, Jan Miens Molenaer’in “Family Making Music” tablosuyla Grup portreciliğinin anlamını netleştiririz.Portre tutkusunun yeryüzüne suretini kazımanın masum göstergelerinden biri olduğu bir gerçek; sanat tarihinde bu tanıma en uygun kişi şüphesiz Rembrandt’dır. Kendini en iyi okuyan ressamlardan biridir onun “selfportrait”lerinde tüm yaşamını yaşanmışlıkların acılarını, hüzünlerini, sevinçlerini, yaşama bıraktığı tüm izleri hem fiziksel, hem ruhsal hem sanatsal yapısını, tümünü görürüz bu portrelerde.
Şüphesiz, Rembrandt’ın kendine tanıma temeli üzerine oturtulmuş bir sanat anlayışı, çevresinden arınmış bir yansıtma biçimi vardı. Onun resimleri dış etkenlerden çok adeta ruhsal bir dünyanın yorumu gibidir. Onun karakter yorumunda sosyal statü çok az rol oynar. 2. sınıf ressamların çok belirgin sivrilmiş özellikleri kendilerine özgü yaratma biçimleri olmadığı için; dini çevreleri ve sosyal atmosferi yansıtan daha güvenilir kaynaklar olarak değerlendirilebilir.
Kendilerine özgü çok fazla bir şey katmamışlar. Ülkeye özgü gelenekselliği yansıtma eğilimi göstermişlerdir. Rembrandt‘ın devrimci, radikal kimliğiyle birçok geleneksel kurallara uymadığını görürüz. Örneğin “Pentant” geleneğiyle hiç uğraşmamıştır. Onun sevgi, aşkı tanımlayan çift resimleri diğerlerinden farklıdır. O kendine özgü yazısıyla kendine ait bir çok özelliği samimi dille tüm bir ayrıntılarıyla anlatır. Bu anlatıma karşın onun bir “hikayeci” olduğu da söylenemez.Arnold Houser “The Philosophy of Art History” adlı kitabındaki belirttiği gibi “Rembrandt’ın Hollanda resminden çıkarsanız bu resmin karakteristik özellikleri değişmez çünkü; bu karakteristik özellikleri 2. sınıf sanatçılar oluşturur” ifadesi doğru bir tespittir.
Rembrandt’ın sanatı kendine özgü bir kişilik içinde sihirli bir şekilde birleşmiş olan çelişkilerle doludur. Onun bu içsel bölünmüşlüğünü yaşadığı yüzyılla açıklamaya imkân olup olmadığını kendimize sorabiliriz. İtalyan ustalarının uğraşı olan güzellik ve perspektif gibi özellikler de onun için önemli değildi, onun için önemli olan “manevi boyut”tu. Bulduğu yüksek plastik değerlerle resim diliyle okuruz onda her şeyi. Soru sorar gibi bakışlarda görürüz portrelerini. Sanki bize şöyle seslenir, Vücudum hem görendir hem de görünürdür. O ki her şeye bakmaktadır, kendine de bakabilir ve o zaman gördüğünde kendi görme gücünün “öbür yanını” tanıyabilir. Kendini gören olarak görmektedir, kendine dokunan olarak dokunmaktadır, kendisi için görünür ve hissedilirdir. Rodin’in vasiyetnamesindeki şu sözler de Rembrandt‘ı çok iyi tanımlar.
“Sanatçı için her şey güzeldir zira keskin bakışlarıyla varlıklarda karakteri yani formun altında görünen iç gerçeği keşfeder ve bu gerçek güzelliğin ta kendisidir. Dindarane inceleyiniz. Güzeli bulamamazlık edemeyeceksiniz, çünkü gerçeğe rastlayacaksınız.”Sanatçının son dönem yaptığı “Self portrait”lerde onu olgun bir filozof olarak görürüz. Yaşamdan tüm dersini almış, sanatıyla konuşan bir düşünür… “Beyaz Takkeli Portresi”nde kendisiyle hesaplaşmasının ödünsüz sunuluş biçimini görür, ihtiyarlığını böyle içten sunmasıyla onun narsist değil son derece sağlam ve namuslu bir karaktere sahip olduğuna şahit oluruz. Ancak sanatçının tümel yapıtı bakımından değil, yaratıcı ruhu bakımından özsel olan yanı daha geç fark edilmiştir.
Rembrandt’ın kompozisyonları kesinlikle bozulamayacak bir kuruluşta tasarlandığı hemen fark edilir, resimlerinde her hangi bir figürü çıkartıp atamayız. Çünkü onlar ışık gölge esasına göre kurgulanmışlardır. O titiz ve ölçülü kompozisyonlarıyla da diğer sanatçılardan ayrılmaktadır.Işık gölge konusunda Rembrandt’la Caravaggio‘yu karşı karşıya getirdiğimizde; Caravaggio daha sert ışık gölge kontrastını yansıttığını görürüz.
Bedri Rahmi Eyüboğlu‘nun,”Boğazına kadar gölgelere gömülü bir sanatçı” diye tanımladığı Rembrandt tek kaynaktan gelen ışıkla yarı aydınlık tonlar içinde yüzü eritmede en büyük başarıyı göstermiştir. Matisse‘in deyimiyle o; Işıktan, tam tersine belki: “Karanlıktan yontan adam”dır.Her eser onu yazanın (ya da çizenin yapanın vs.) otobiyografisidir, dikkatle incelendiğinde büyük sanatçılar çizgilerinde, boyalarında kağıda, tuvale yaşamın en derin felsefesini aktardıklarını görürüz. Resim sanatında figürlerin bir ruhu olduğu, biçimlerin yardımıyla ruhların resmedilmiş olduğu meselesi de Rembrandt’la ortaya çıkmıştır.
Anlatılanlara göre, Descartes, Anatomi üzerine çalışmalarını sürdürmek amacıyla gittiği mezbaha ziyaretlerinden birinde derisi yüzülmüş bir öküzün eskizini çizen iri yapılı bir genç görür ve ona neden böyle bir konu seçtiğini sorar. “Sizin felsefeniz ruhlarımızı alıyor, resimlerimde onları geri vereceğim, ölü hayvanlara bile” yanıtını verir, sanatçı. Bu sanatçının “Rembrandt” olduğu söylenir.Hollanda portre resmini birçok şeyle de tanımlayabiliriz ancak o temel kuramını Spinoza‘nın görüşünden almıştır. Spinoza‘nın “Törebilim” çevirisinin sunuş bölümünde de belirtildiği gibi, Geriot, Eliot, Coleridge,James Joyce gibi sanatçılar Spinoza’nın görüşünden etkilenmişlerdir. Bu sanatçılar: sanatsal duyarlığın kendisinin felsefeden gerçeklik arayışından uzakta serpilemeyeceğini düşünsel incelik ve kavrayış gücü olmaksızın sanatçı “tin”inin boş görüngüde dönüp duracağını biliyor, sanatlarını gerçekliğe duyarlık boyutunda özgürce anlatım verme çabası olarak görüyorlardı.
Ruhuna özgürlüğü en tam koşulsuzluk içinde tanıyan gerçek sanatçının Spinoza ile karşılaşmasını en iyi dile getiren kişinin “Goethe” olduğu tanımlanır. Resim sanatında “Rembrandt” olduğunu hiç düşünmeden söyleyebiliriz. Goethe‘nin Ateist olduğu ileri sürülen bu insanla birlikte (Spinoza) “Tanrıya tapınmaya giderek daha çok sarılıyorum ve din adını verdiğiniz ve vermeniz gereken her şeyi memnuniyetle size ve dostlarınıza bırakıyorum” sözü XVII. yüzyıl Hollanda’sının Protestan anlayışının resminin, Güneyin Katolik anlayışı ve resmine seslenişi gibidir.
“Bizler Tanrıyı ve dini tanımlamak için İsa, Meryem. Aziz figürlerine ihtiyaç duymuyoruz. Tanrının görüntüsünün tüm evrene yansıdığını bilerek bu konulara gereksinmeden onun varlığını, peyzaj, natürmort, janr ve portrede insanı tanımlayan her şeyde görüyor ve gösterebiliyoruz. Yıldızlar, ağaçlar, çiçekler dağlar, denizler, bulutlar hep Tanrı’nın parçasıdır”. İşte Spinoza‘nın bu “Panteist” anlayışını, Hollanda resim sanatında rahatlıkla okuyabiliriz.
Schelling, Spinoza’cılığın derinliklerine dalmamış hiç kimsenin felsefede tam ve gerçek bilgiye erişemeyeceğini söylüyordu. XVII. yüzyıl Hollanda ressamlarında onun derinliklerine daldıklarını hissederiz ve görürüz.Rembrandt‘ın “Portrait of Titus”, Cornelis Claes and his wife Anslo, Molenaer’in “Family Making Music”, Vermeer’in “Milk Maid”, Hals’ın “Civic Guard, Joly Toper, Malle Babbe, Miereveld’in “Prince Maurits” Dou‘nun “Old Woman Reading” Judith Leyster‘in “Self Portrait” hepsi portreleri hepsi ama Spinoza’yı tanımlayan şu sözlerle özdeşleşirler.“Tanrı, burada şimdi, yanımızda O’nu şu sisin içinde, şu toprağın üstünde, şu giysilerin, şu ayakkabıların içinde görebiliriz. Tanrıyı bulmamız için çevremize bakmamız yeterlidir.”
“Ben siz sapanın başındaki köylü, fabrikadaki işçi, tablosu önündeki ressam, masasında oturan şair, viranedeki serseri, bu ebediyetin değişmeyen mektebinde birbirimize bağlı talebeleriz. Halihazır, sınıf ve durumumuz ne olursa olsun hepimiz ebedi saadete ermeğe lâyıkız? İşte gerçek demokrasi ruhu budur.”“Resimde her fırça darbesi ister resmin üzerinde kalsın veya isterse silinsin, ressamın fikri gelişmesi için kendine düşen vazifeyi yapmıştır. Her yaratılan çizgi ve renk boşuna değildir. Bunun gibi her kısa ve bedbaht insan hayati bile boşuna değildir.”
Bu bölümü “Alain”in dizeleriyle sonuçlandırmak istiyorum. “Bırakalım öleni çürüsün, toz olsun” deriz. Ama tarih her şeyi bozar. Onun karşısına ben, ölümsüz portreler sanatını ileri sürüyorum. İyi ve yalın bir yüzün kendine özgü bir ölümsüzlüğü vardır. Böylece bir insanın gerçek benzeri gerçek ölümsüzlüğü elde edilmiş olur. Zaten bir insandan geriye kalan nedir? İnsanca bir varoluş biçimi… Çektiği küçük üzgüler değil yaptığı büyük işler, ölüler için değil gelecek için bir portre… İnsandan daha güzel, insandan daha insan olan bir şey yani…
YAZAR ÜMRAN ÖZBALCI ARİA’YI TANIYALIM
Sanatcı İzmir’de doğdu. Daha sonraki yaşam serüveni şöyle gelişti:
Eğitim:
*1985,Dokuz Eylül Üniversitesi,Resim Bölümü,Lisans
*1992,Marmara Üniversitesi,Resim Bölümü,Yüksek Lisans
*1999, Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi, Resim Böl.Doktora) Sanatta Yeterlilik
2021.Mıamı-International works on paper Exhibition
2022.De Las Flores Sergisi, Peru,Eser Adı:Women’s Mystery
2022.Mail Art .Exhibit,Eser Adı: Spontaneous Inspıratıon,Abstract Forms”
2022.TPao (Transformative Power of Art Journal), A Tribute to Yoko *Ono sergisi,
2022.Pakistan Uluslararası Çağdaş *Sanat Festivali,
2022.Niğde Art Gallery,Yunus Emre Loves Journey
2022.Sanatta Eleştiri,Cap Gallery
2022.Moulin Rouge,Signature Art Gallery
2022.Mujeres Artistas Creativas,Peru
2022.Beyond the Borders-Fantapia Museum-Kore
2022.Solo Exhibition-Online-Peru
2022.International Mail Art Exhibition-İzmir Resim Heykel Müzesi
Çeşitli Sanat Dergilerinde yazısı bulunmakta, Hiperlink Yayınlarından, 2017 yılında,17.yy Hollanda Resminde Portre, 2018 yılında Caravaggio Yaşamı-Dönemi-Eserleri ve 2019 yılında Görsel Anlatılar ve Ötekiler kitapları yayımlandı.
Çeşitli Sanat Dergilerinde yazısı bulunmakta, Hiperlink Yayınlarından, 2017 yılında,17.yy Hollanda Resminde Portre, 2018 yılında Caravaggİo Yaşamı-Dönemi-Eserleri ve 2019 yılında Görsel Anlatılar ve Ötekiler kitapları yayımlandı.
Hollanda, İtalya, Fransa, İspanya, Belçika gibi ülkelerde sanatsal araştırmalarda bulundu. Uzun yıllar farklı Üniversitelerde teorik ve uygulamalı sanat dersleri verdi. Dekan Yrd. ve Bölüm Başkanlığı gibi idari görevlerde bulundu.
13 yıl önce ‘Köle ticareti ve sömürgecilik’ için özür dilemeyen Hollanda, şimdi özür diliyor. Ama bir şartla: Sorumluluk ve tazminat yok.
13 yıl önceki Dışişleri Bakanı Maxime Verhagen, Endonezya’da yaşananlar için , ”Ben o zaman doğmamıştım. Sadece üzüntümü dile getiririm. Özürü 1947’deki hükümet dilesin” demişti.
13 yıl sonra şimdiki Başbakan Mark Rutte, Hollanda’nın kölelikte oynadığı rol için hükümet adına özür diledi.
İlhan KARAÇAY yazdı:
13 yıl önce ‘de Volkskrant’ adlı gazetede, ara sayfalarda tek kolonluk bir haber yakalamıştım. Hollanda Dışişleri Bakanı Maxima Verhagen, bir Endonezya gezisi sonrasında, sömürgecilik ve kölelik konusunda özür dilemesini bekleyen halka, “Çok duygulandım. Ama ben o zamanlar çocuktum. Şimdi hükümetim adına sadece üzüntülerimi belirtirim. Özürü 1947’deki hükümet dilesin” şeklinde ilginç bir yanıt vermişti.
13 yıl sonra bugün, ‘Bu ne perhiz, bu ne lahana turşusu’ dedirtecek bir gelişme yaşandı ve Hollanda hükümeti sadece Endonezya’dan değil, sömürge ve köle olarak kullandığı tüm ülkelerden özür dileme kararı aldı.
İsterseniz önce, bu son gelişme hakkında Veyis Güngör’ün yazdığı yorumu okuyalım, sonra da 13 yıl önceki durumu anlatan haberimi…
Köle ticareti, sömürgecilik ve özür dilemek
2022 yılının sayılı günlerinde, “köle ticareti, sömürgecilik ve tarihsel geçmişle yüzleşme” tartışmaları, Hollanda gündeminin ana konularından birisi oldu.
19 Aralık’ta Başbakan Mark Rutte’nin Lahey’deki Ulusal Arşiv binasında özel davetlilere yaptığı yirmi dakikalık konuşma, tartışmaların ana fikrini oluşturdu.
Rutte konuşmasında, köleliği insanlık suçu olarak tanımlayıp, Hollanda’nın kölelikte oynadığı rol için hükümet adına özür diledi.
Ancak, Başbakan Rutte’nin dilediği özür, bazı kesimler tarafından, özellikle ülkedeki Surinamlı kuruluşlar başta olmak üzere, Hollanda’nın eski sömürgeleri Surinam, Sint Maarten ve Curaçao tarafından eleştirildi.
1 Temmuz 2023 tarihine dikkat çekilerek, -ki bu tarih Hollanda sömürgelerinde köleliğin sonlanmasının 150. Yıldönümü-, özür açıklamasının erken olduğu ve ertelenmesi dillendirildi.
Başbakan Rutte’nin özür dilemesiyle başlayan tartışmalara ve daha önceki özür dileme girişimlerine girmeden önce, bir iki cümleyle Hollanda sömürgeciliğini hatırlayalım.
Bilindiği üzere, Hollanda’nın ‘Altın Çağı’ olarak anılan 17. yüzyıldan itibaren, Hollandalı tüccarlar Afrika ve Asya’dan 600 binden fazla insanı kaçırıp, köleleştirmişlerdi. Bu yüzyılda, Hollanda’da refah olağanüstü artmıştı. Hollanda ekonomisi büyümüştü. Söz konusu refah artışında ve ekonominin iyileşmesinde köle ticareti önemli rol oynamıştı. Bazı araştırmacılar, bu rolün asla unutturulmamasını salık veriyorlar.
Hollanda’nın köle ticareti ve sömürge geçmişinden özür dileme girişimi yeni olmayıp, uzun süredir devam eden bir hareket. En son, geçtiğimiz Kasım ayında, Lahey Belediye Başkanı Jan van Zanen, siyasi başkent olarak, ülkenin köle ticareti ve sömürü geçmişinde oynadıkları rol için özür dilemişti.
Daha önce, 1 Temmuz 2021’de Amsterdam Belediye Başkanı Femke Halsema da, Amsterdam’ın, kölelik tarihinde oynadığı rolden dolayı özür dilemişti.
Rotterdam Belediyesi ve Hollanda Merkez Bankası da kölelik geçmişinde oynadıkları rol için özür dilemişlerdi. O zaman akil adamlar soruyorlardı: Özür dileme sırası hükümete gelmedi mi?
Peki, Hollanda’nın kölelik ticareti ve sömürge geçmişinden özür dilemek, geçmişle yüzleşmek nereden icap etti böyle?
Bu sorunun cevabını ararken iki sebeple karşılaşıyoruz.
Bu sebeplerden birincisi, geçen yıl Hollanda hükümetinin isteğiyle kurulan ‘Bağımsız Uzmanlar Kurulu’nun yayınladığı raporda, “köle ticaretinin insanlık suçu teşkil ettiği” vurgusunun yapılması ve Hollanda halkının köle ticaretiyle ilgili yeterli bilgiye sahip olmaması, bunun giderilmesi için okullarda eğitim verilmesi.
İkincisi sebep ise, Hollanda Kralı Willem-Alexander’ın, Kraliyet Ailesi’nin de ülkenin kölelik tarihindeki rolünün araştırılması için talimat vermiş olması.
Köle ticareti ve sömürgecilikle ilgili özür dilemeler ve son olarak Başbakan Rutte’nin özür dilemesi, Uzmanlar Kurulu’nun raporu ve Kral’ın talimatı, köle ticareti ve sömürgecilikte kilisenin rolünün de tartışmasını beraberinde getirdi. Özellikle, Protestanlar, kölelik sürecinde kilisenin oynadığı rolün araştırılmasını istiyorlar.
Hatırlanacağı üzere, Hollanda’da özür dileme furyası, bunlarla sınırlı değil.
Hollanda, II. Dünya Savaşı’nda hayatta kalıp Hollanda’ya geri dönen Yahudilere karşı davranışlardan dolayı 2000 yılında, özür dilemişti.
2011 yılında da, 1947’de Hollandalı askerlerin Java’nın Rawagede köyünde yaptıkları kanlı katliam için özür dilerken, 2020 yılında da Holokost 1933-1945 döneminde, Hollanda hükümetinin tutumundan dolayı özür dilemişti. En son 2022 yılında, 1945-1949 yılları arasında Endonezya bağımsızlık savaşında kullanılan aşırı şiddet ve Hollanda’nın 1995’te Srebrenitsa‘daki başarısızlığı için özür dilenmişti.
Köle ticaretini ‘bir insanlık suçu’ olarak kabul etmek, ilan etmek, özür dilemek ve bunun gereğini yapmak elbette insani, vicdani ve bir o kadar da erdemli bir davranıştır. Özür dilemek, acıları ortadan kaldırmaz. Ancak, Uzmanlar Kurulu sözcüsü Dagmar Oudshoorn’un dediği gibi, “Tarihi geri döndüremeyiz. Ancak, bugün de kötü sonuçları hissedilen bu tarihi adaletsizliğin, mümkün olduğu kadar düzeltilmesi için irade beyanında bulunmak ve bunu bir politika için çıkış noktası yapmak mümkün”dür.
2009’DA ÖZÜR DİLEMEMEKTE DİRENİYORLARDI
Yukarıdaki yorumda, ’Peki, Hollanda’nın kölelik ticareti ve sömürge geçmişinden özür dilemek, geçmişle yüzleşmek nereden icap etti böyle?’ diye sormuştu dostum.
2009 yılına kadar, özür dilememekte direnen Hollanda için, bakınız ben o zaman ne yazmıştım.
VERHAGEN, ASKERLERİNİN YAPTIĞI KİTLE KATLİAMI İÇİN ÖZÜR BEKLEYEN EndOnEzyalilar’a, ”Ben o zaman doĞmamIŞtIm. Sadece ÜZÜNTÜMÜ DİLE GETİRİRİM. ÖZÜRÜ 1947’Dekİ hÜKÜMET DİLESİN” dedİ.
AMSTERDAM,- DÜNYA’nın Hollanda temsilcisi İlhan Karaçay, Ermeniler’in soykırım iddialarına boyun eğen ‘özürcüler’e ve Batılılara ders niteliğinde olan bir haberi yakaladı.
15 Ocak 2009 tarihinde, Hollanda’nın ciddi gazetelerinden De Volkskrant’ta yayınlanan bir haberi yakalayan İlhan Karaçay, Hollanda Dişişleri Bakanı Maxime Verhagen’in, Ermeniler’den özür dileme lüksüne düşenler ile Batılılara ders olacak nitelikteki sözlerini süzgeçten geçirdi.
Konu, Hollandalı askerlerin 1947 yılında Endoneya’nın Rawa Gede köyünde işledikleri bir kitle katliamı için özür dilenmesinin istenmesiydi. Hollanda Dışişleri Bakanı Vergahen’in Endonezya’ya yaptığı ziyeret sırasında, Rawa Gedeli yaşlı kadınlar ile buluştuğu sırada özür dilemesi istendiği zaman söylediği, “Ben o zaman doğmamıştım. Sadece üzuntümü dile getiririm. Özrü 1947’deki hükümet dilesin” dediği haber, De Volkskrant gazetesinde aynen şöyle yayınlandı:
ÖZÜR DİLEMEM, ÜZÜNTÜMÜ BELİRTİRİM
Bir otobüs dolusu Endonezyalı çok yaşlı kadın, Hollanda Dışişleri Bakanı
ile konuşmak için, Rawa Gede köyünden Jakarta’ya bir yolculuk yaptı. Bakan Maxime Verhagen onları üç çeyrek saat dinledi. Bakan, kadınların anlattıklarının etkisi
altında kaldığını ve duygulandığını belirtti. “Sizi can kulağı ile dinledim”
dediği 80 yaşın üzerindeki kadıları köylerine uğurladı.
Kadınlar, bu kez de “özür” kelimesini duyamadılar. Hollanda, Bakan
Verhagen’in ağzından, 1947 yılında, kendi askerlerinin bu köyde işlediği
kitle katliamı için,“üzüntü” hatta “derin üzüntü” duyduğunu bir kez daha açıkladı. Aynı üzüntü, 2005 yılında da daha önceki Bakan Bot tarafından dile getirilmişti.
Geçen aralık ayında Hollanda’nın Jakarta Büyükleçisi Van Dam da bu kadarla yetinmişti.
Verhagen, tüm zorlamalara rağmen duygu dolu bu “özür” kelimesini
kesinlikle ağzına almadı. Bir çok kez, ”İki kelime arasında farklılık var” diyen Verhagen, ‘özür’ ile geçmişte yaşananların sorumluluğunun üstelenilmiş olunacağını
ve Hollanda hükümetinin bunu kabul etmediğini belirtiyor ve ekliyor. “Bu, ancak 1947’deki Hollanda hükümetinin sorumluluğudur” diyor. “Ben 1956’da doğdum. Bu tarihi olay Ben doğmadan yaşanmış. O zaman yaşananlardan biz sorumlu değiliz.” diyen Bakan, burada sadece politik bir
mirastan söz edilebileceğini belirtiyor ve hiç bir şeyi kabullenemeyeceğini
amaölenler için üzüntü duyduğunu ekliyor.
Kılı kırk yarmak gibi olacak ama, ‘özür’ yerine ‘üzüntü’ denmesinin
ikinci bir nedeni de, daha sonra doğacak olan tazminata bağlanıyor.
Peki Bakan tazminattan korkuyor mu? Bakan bu konuya yeniden girmek
istemediğini belirtiyor. Kendisinden önceki Bakan’ın Endonezya ile,
geçmişin üstüne bir çizgi çekilmesi konusunda anlaştığını, iki tarafın da tazminat talebinde
bulunmayacaklarını belirten Verhagen, Hollanda ile Endonezya arasında bir finansal
anlaşma olduğunu söyledi.
*******************************
Hollanda tarihinde bir yüz karası daha…
BU DA SREBRENiCA’NIN SIRRI…
İlhan KARAÇAY yazdı:
Hollanda halkı, Srebrenitsa katliamı konusunda bugüne kadar belirsiz kalan gerçekleri, Milli Arşiv’in gizliliğinin kaldırdığı birkaç günden bu yana öğrenmeye başladı. Mavi Bereli Hollandalı askerlerin, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonraki en büyük katliam olan Srebrenitsa’daki yanlışı, ‘Devlet Sırrı’nın açıklanmasından sonra daha açık bir şekilde ortaya çıktı.
Açıklanan arşiv notlarında, Hollanda’nın o günlerdeki hükümetinin akibeti sezdiği ama lakayd kaldığı anlaşılıyor.
Şimdi size arşivdeki notlardan bazı paragraflar sunuyorum:
Srebrenica ismi, Hollanda Bakanlar Kurulu toplantısında, ilk kez 2 Nisan 1993 tarihinde duyulmuştu.
Hıristiyan Demokrat (CDA) partili Dışişleri Bakanı Peter Kooijmans, İslam halkına gitmekte olan yiyecek ve ilaçlara, Bosna-Sırp kuvvetlerinin el koyduğunu belirtmişti. İşçi Partili (PvdA) İçişleri Bakanı Ien Dales ise, ‘Hollanda bunun gerçekleşmesine seyirci kalırsa, tıpkı İkinci Dünya Savaşı’nın başlangıcında olduğu gibi, gelişmelere karşı gözlerini kaparsa elleri kirlenir’ şeklinde çok duygusal bir yanıt vermişti.
Dales, ‘Etnik temizlikten’ de söz etti.
Hollanda 1993’te, eski Yugoslavya’daki çatışmalarda bir transport birimi ile katkıda bulunuyordu. Bu birim, birbirleriyle savaşan tarafların zorluklarına karşı direnemiyordu. Hollanda parlamentosu, buraya vuruşmaya katılabilecek askerler ile F-16 savaş uçakları gönderilmesini onaylamak istiyordu.
Lubbers III kabinesi de bunu gerçekleştirdi.
Dışişleri Bakanı Kooijmans, kabine toplantısında yapılan tartışmalar sırasında, barışın diplomatik yolla gerçekleşmesinin imkâsızlaştığını, Birleşmiş Milletler ile Avrupa Birliği’nin, ‘Güvenlik Bölgesi’ için anlaştığını belirtti. Aradan bir gün geçmeden İşçi Partili Kalkınma ve İşbirliği Bakanı Jan Pronk, Srebrenitsa’da, Bosnalı Sırplar’ın çok güçlendiğini ve Müslüman halkı katledeceğini söyledi. Pronk’un söylediği hemen gerçekleşmedi ama iki yıl sonra gerçekleşti.
Hollanda, Srebrenitsa’ya henüz asker göndermemişti. İşçi Partili Savunma Bakanı Relus ter Beek, oraya 150 Kanadalı Mavi Bereli’nin gideceğini belirtiyor. Dışişleri Bakanı Kooijmans, meslektaşı Ter Beek’e, oraya bir tabur hava kuvveti gönderirlip gönderilemeyeceğini soruyor.
Bakan Ter Beek, bunun 1993 sonunda gerçekleşebileceğini, ancak ortada bir sorunun bulunduğunu, paralı askerler ile mükellef askerlerin bu görevi gönüllü olarak kabul etmeleri gerektiğini söylüyor. Başbakan Yardımcıs İşçi Partili Wim Kok ile Dışişleri Bakanı Kooijmans, Savunma Bakanı’nın bu konuda kolları sıvamasını bekliyorlar.
Yıl sonuna doğru karar süreci güçleniyor. Zira, Bosna-Hersek Cumhurbaşkanı Aliya İzzetbegoviç, Hollanda’nın Birleşmiş Milletler gücüne katkı vermesi için Kooijmans’tan dilekte bulunmuş. Kooijmans bu istek için, ‘En kötü çözüm yolu’ demiş.
Savaş bölgesine askeri güç göndermek, Hollanda için çok kolay görünmüyordu. Kooijmans ve Ter Beek, kasım ayında bir tabur hava kuvveti gönderilmesi için Bakanlar Kurulu’nu zorluyorlar.Ter Beek, Birleşmiş Milletler Şefi Boutros-Ghali’in, kemdisinden bir zırlhlı araç taburu istediğini de söylüyor.
Ter Beek, Srebrenitsa’da bulunan 150-180 kişilik Kanadalı Mavi Bereli’nin yerini dolduracak bir paralı asker taburunun hazır olduğunu belirterek, Bakanlar Kurulu’ndan onay istiyor.
Başbakan Lubbers, başlangıçta sevkiyatı kabul ettiklerini, ancak görev dağılımı için, müttefikler ile yapılacak görüşmeleri bekleyeceklerini belirtiyor.
Bakanlar Kurulu, bu sevkiyatın finansal çözümünün de konuşulması gerektiği belirttikdikten sonra onay verdi.
Ama bu sırada ilginç bir haber geliyor. Savunma Bakanı Ter Beek, daha önce Bosna’ya göndermiş olduğu General Ruurd Reirtma’dan bir fax mesajı alıyor. Bu faks mesajında, Hollanda’dan gelecek olan askerlerin Srebrenica’daki ‘safe area’ya yerleştirileceği belirtiliyor. Ter Beek bunu kabul ediyor ve gelen mektubu Bakanlar Kurulu’na sunuyor.
Bakanlar Kurulu, bu mektubu sadece bilgi olarak kabul ediyor. Zira Kasım ayında verdikleri şartlar henüz yerine getirilmemiştir.
Hollanda Millet Meclisi, 1994’dün başında ‘Dutchbat I’ diye adlandırılan birliğin gitmesini onaylıyor. (Bu konudaki gizli notlar 2020 yılında açıklanacak.)
Hollanda, İçişleri Bakanı Ien Dales’in korktuğu gibi, bu konuya duyarsız kalınmamıştı. Ne yazık ki aynı Ien Dales, 1995’te meydana gelen katliamdan önce vefat etmiş ve o kahredici olayı yaşamamıştı.
Srebrenica’da Sırplar, 11 Temmuz 1995 günü 9 bine yakın Bosnalı Müslüman’ı hunharca katletmişti. Bu katliama göz yuman Hollandalı askerler, 15 temmuz günü Müslüman halkın isyanını da böyle seyretmişti.
HOLLANDA BARIŞ GÜCÜ’NÜN GÖZ YUMDUĞU SREBRENİTSA
İkinci Dünya Savaşı’nın ardından Avrupa’da yaşanan en büyük insanlık trajedisi olarak nitelendirilen Srebrenitsa soykırımı, aradan geçen 24 yıla rağmen Boşnakların kapanmayan yarası olmaya devam ediyor.
Bosna Hersek’in doğusundaki Srebrenitsa’da 11 Temmuz 1995’te başlayan, 8 bin 372 Boşnak sivilin Ratko Mladic komutasındaki Sırp askerler tarafından hunharca öldürüldüğü soykırım, sadece Bosna Hersek’te değil, tüm dünyada acının ve adalet arayışının sembolü haline gelmişti.
NASIL BAŞLADI?
Ratko Mladic komutasındaki Sırp birlikler, 11 Temmuz 1995’te Hollandalı Birleşmiş Milletler (BM) askerlerinin koruması altındaki “güvenli bölge” Srebrenitsa’ya girdi.
Lahey’deki Eski Yugoslavya Uluslararası Ceza Mahkemesinin (ICTY), aralarında Srebrenitsa soykırımının da bulunduğu birçok suçtan müebbet hapse mahkum ettiği Mladic’in,
11 Temmuz 1995’te yaptığı açıklama, sonraki birkaç günde olacakların habercisiydi.
Mladic, Sırp Bayramı arifesinde, şehri Sırp milletine hediye ettiklerini kaydederek, “Nihayet bu topraklarda Türkler’den (bölge Müslümanları için kullanılan ifade) intikam alma zamanı geldi.” ifadelerini kullanmıştı.
Sırplar, Srebrenitsa düştükten sonra 8 bin 372 Boşnak sivili katletti, çok sayıda kadın ve çocuk evlerinden sürüldü.
“ÖLÜM YOLU”
Srebrenitsa’nın düşmesinin ardından, bu şehirde yaşayan Müslüman halkın bir kısmı, bugünkü şehitliğin tam karşısında bulunan eski akümülatör fabrikasında konuşlanan Hollanda askerlerine sığınırken, bir kısmı da orman yolundan Boşnak askerlerin kontrolündeki bölgeye ulaşmayı denedi. Orman yolunu seçenlerin de, Hollandalı askerlere sığınanların da kaderi aynı oldu.
Yaşanan büyük katliamlar nedeniyle halk arasında “ölüm yolu” olarak da anılan orman yolunu tercih eden binlerce Boşnak, Sırp askerlerin kurduğu pusularda yaşamını yitirdi.
Hollandalı askerlere sığınanlar da eski akümülatör fabrikasındaki ilk gecenin ardından başlarına gelecekleri anladı. İlk gece fabrikaya giren Sırp askerler, Boşnakların kimlik kontrolünü yapıp keyiflerine göre bazılarını götürürken, eşlerinden ya da oğullarından ayrılan kadınların çığlıkları olacakların habercisiydi.
Ertesi gün Hollandalı askerlerin birkaç metre ilerisinde, kampın hemen dışında bekleyen Sırp askerler, kadın ve çocukları otobüslere bindirirken, erkekleri hemen orada ailelerinden ayırdı. Ailelerinden ayrılan erkekler, daha sonra katledilip farklı toplu mezarlara gömüldü. Kadın ve çocuklar ise yıllardır yaşadıkları evlerinden sürgün edildi.
HOLLANDA’NIN ROLÜ
Srebrenitsalı Boşnak sivillerin o dönem “tutunacak dal” olarak gördüğü Hollandalı BM askerlerinin rolü, aradan 24 yıl geçmesine rağmen bugün de tartışılıyor.
Şehrin Sırp güçlerince işgal edilmesinin ardından çekilen ve kamuoyunun da aşina olduğu görüntülerde, Hollandalı BM askerlerinin komutanı Thom Karremans’ın, 11 Temmuz 1995’te görüştüğü Mladic karşısında el pençe durması gözden kaçmıyor. Şehre giren Sırp askerlerine ateş açılması nedeniyle Karremans’ın adeta ifadesini alan Mladic’in, görüntülerin sonunda ise Karremans’a içki ısmarlaması ve ikilinin birlikte kadeh kaldırması dikkati çekiyor. Hollandalı askerlerin Srebrenitsa’dan uğurlanması öncesinde de Sırp komutanın, Karremans ve ailesine çeşitli hediyeler vermesi de bir başka detay olarak göze çarpıyor.
HOLLANDA MAHKEMESİNİN KARARI
Hollanda’da bir mahkeme ise 3 yıl önce, kasabada 300 Boşnak’ın öldürülmesinden Hollandalı BM askerlerinin doğrudan sorumlu olduğuna hükmetti.
Lahey kentinde görülen davada kararı okuyan Yargıç Larissa Alwin, Hollandalı BM barışgücü askerlerinin kontrolleri altındaki kamptan götürülen erkeklerin öldürüleceğini bilmesi gerektiğini, çünkü o dönemde de Sırpların savaş suçları işlediğine dair kanıtlar bulunduğunu vurgulamıştı.
Alwin, “Hollandalı BM barışgücü askerleri bu erkeklerin karargahtan götürülmesinde işbirliği yaparak yasalara aykırı davranmışlardır” demişti.Mahkeme Hollanda’nın 300 erkeğin yakınlarına tazminat ödemesi gerektiğine karar vermişti. Ancak mahkemeye göre, Hollandalı askerlerin Srebrenitsa’nın düşmesinden ve karargaha değil etraftaki orman arazisine sığınan diğer kurbanların ölümlerinden sorumlu tutulamazlardı.
Bosna Hersek’te 8 binden fazla Boşnağın öldürüldüğü Srebrenitsa katliamı sırasında, koalisyon ülkeleri arasındaki gizli anlaşma nedeniyle hava operasyonu yapılmadığı ortaya çıktı. Eski Hollanda savunma Bakanı Joris Voorhoeve, “Birleşmiş Milletler, Srebrenitsa’da hava desteğine izin vermiş olsaydı, kitlesel katliamların önüne geçilebilecekti.” diyor.
Hollanda 2 kanalında yayınlanan “Srebrenitsa Neden Düşmeliydi?” adlı programda, BM’nin, “Bosna’daki katliama seyirci kaldığı”iddialarına ilişkin belgelere yer verildi.
ABD kaynaklı gizli belgeler Hollandalı eski Bakan tarafından da doğrulandı.
Bosna iç savaşı sırasında “güvenli bölge” ilan edilen Srebrenitsa kenti, BM adına görev yapan Hollanda taburunun (Dutchbat) kontrolündeydi.
Bu nedenle Hollanda, Srebrenitsa katliamı nedeniyle en fazla eleştirilen ülkelerden bir oldu.
GİZLİ ANLAŞMA
Savunma eski Bakanı Voorhoeve, Fransa, İngiltere ve ABD arasında, 1995 yılı Mayıs ayında imzalanan gizli anlaşma nedeniyle, Srebrenitsa’ya hava desteği verilmediğini açıkladı.
Hollandalı Bakana göre bu gizli anlaşma, İngiliz ve Fransız barış gücü askerlerinin Sırplar tarafından kaçırılmasının ardından yapıldı.
Londra ve Paris, Washington yönetimi ile NATO hava gücünün Bosnalı Sırplara karşı kullanılmaması konusunda anlaşmaya vardı. Anlaşma, kamuoyundan gizli tutuldu.
Joriz Voorhoeve, 1 Temmuz’da yayımlanacak “Güvenli Bölgeler” adlı kitabında da bu konuya değiniyor.
Srebrenitsa’ya yönelik Sırp saldırısı 6 Temmuz 1995 tarihinde başladı. Dutchbat Komutanı Ton Karremans’ın hava desteği talebi, BM tarafından her seferinde geri çevrildi.
‘SIRP SALDIRGANLIĞININ SONUCU’
Hollandalı eski Bakan, BM’nin hava desteği vermemesinin mantıklı bir açıklaması bulunmadığını düşünüyor. “Bunun gerekçesini kendime bile açıklayamıyorum” diyor.
Voorhoeve, BM’nin o bölgedeki başarısızlığı nedeniyle Hollanda taburunun haksız yere “günah keçisi” olarak gösterildiğini söylüyor.
Savunma eski Bakanı, “BM önemli bir hava desteği vermiş olsaydı, büyük sayıda kurban ölümden kurtarılabilirdi” diyor ve Gorajde’de hava desteği nedeniyle kitlesel ölümlerin önlendiğine dikkati çekiyor.
Joris Voorhoeve, buna rağmen gizli anlaşma yapan üç ülke ile BM’nin katliamlardan sorumlu tutulamayacağını savunuyor ve “Srebrenitsa’nın düşmesi, Sırp saldırganlığının sonucuydu” görüşünü dile getiriyor.
Hollandalı eski Bakan’a göre, Bosna Hersek’teki katliamların çok sayıda nedeni var. BM gücü UNPROFOR’un eksikliği, Hollanda hükümetinin toplu katliamlara yol açan gelişmeleri doğru yorumlayamaması, bunlardan bazıları.
ASKERLER AÇIKLAMA İSTİYOR
Ortaya çıkan yeni gelişme, Srebrenitsa katliamının tanığı olan Hollandalı askerlerde “şok etkisi” yarattı.
Dutchbat’ta görev alan askerler, bu konuda kapsamlı açıklama istiyorlar. Askerler, “NATO’nun Sırp saldırılarından haberdar olduğu, ancak bunu Hollanda’dan sakladığı iddiaları, artık açıklığa kavuşturulmalı”. dediler.
Askerlerin bağlı olduğu kuruluş, “devlet sırrı dahi olsa, bu konudaki bütün bilgilerin kamuoyu ile paylaşılmasını” istiyor.
Dutchbat Komutanı Ton Karremans ise, “Bu gerçeği biliyordum ama ispat edemiyordum” diyor. Karremans, Srebrenitsa katliamı sırasında karşısına çıkan “politik çıkarlarlarla mücadele ettiğini” vurguluyor.
Ton Karremans, Hollanda hükümetinden, ABD’nin elindeki gizli belgeleri istemesini de talep ediyor.
Eğer bu gerçekleşmezse, ABD mahkemelerine şahsen başvurarak, konunun aydınlatılması için çaba harcayacağını söylüyor.
************************************
Een emotioneel verhaal noemt minister Verhagen het relaas van de nabestaanden van de massamoord in het Indonesische Rawa Gede. Maar excuses zitten er toch echt niet in.
JAKARTA Een busje vol stokoude Indonesische vrouwtjes heeft woensdag de lange tocht van Rawa Gede naar Jakarta gemaakt om daar met de Nederlandse minister van Buitenlandse Zaken te spreken. De minister, Maxime Verhagen, hoort ze drie kwartier aan. Hij zegt onder de indruk te zijn van hun verhaal. Emotioneel, noemt hij het. Hij biedt ze ‘een luisterend oor’, zegt hij, en stuurt de oudjes, die ver in de 80 zijn, vervolgens terug naar hun dorp.
Ook ditmaal moeten zij het doen zonder excuus. Nederland betuigt bij monde van minister Verhagen voor de zoveelste keer ‘spijt’ en zelfs ‘diepe spijt’ voor de massamoord die Nederlandse troepen in 1947 in het dorpje hebben begaan. Dezelfde spijt die al in 2005 door zijn voorganger Bot is betuigd, en in december nog eens door de Nederlandse ambassadeur in Jakarta, Van Dam. Maar daar blijft het bij. Het beladen woord ‘excuus’ wil Verhagen, zelfs na hevig aandringen, pertinent niet in de mond nemen.
‘Er is een verschil tussen die twee’, legt hij voor de zoveelste keer uit. Met ‘excuses’ aanvaard je verantwoordelijkheid voor wat er destijds is gebeurd, en dat wil de Nederlandse regering niet. Dat kan alleen de regering van 1947, vindt Verhagen. ‘Ik ben geboren in 1956. Deze hele geschiedenis heeft zich afgespeeld voordat ik geboren ben. Wij zijn niet persoonlijk verantwoordelijk voor wat er destijds gebeurd is.’ Hij is alleen maar de politieke erfgenaam van de kwestie. Hij heeft niets te aanvaarden, maar natuurlijk betreurt hij al die doden wel.
Het lijkt muggenzifterij, maar er is een tweede reden waarom ‘excuses’ verder gaan dan ‘spijt’: ‘de claims’ die daaraan ten grondslag liggen, zegt Verhagen. Dus de minister is bang voor schadeclaims? Zover wil hij nu ook weer niet gaan. Zijn voorganger heeft met Indonesië afgesproken ‘een streep onder het verleden te trekken’, en daarbij is ook vastgelegd dat er wederzijds geen claims zullen worden gebaseerd op dat verleden. Dat ligt ook vast in financiële afspraken die tussen Indonesië en Nederland zijn gemaakt. Maar helemaal zeker lijkt hij daarvan niet. Dus houdt hij het nadrukkelijk op spijt betuigen. En moeten de ouderen uit Rawa Gede het doen met een luisterend oor.
De Indonesische regering dringt niet aan op excuses. Die laat de discussie daarover helemaal over aan Nederland, en koestert zich verder in steeds hartelijker betrekkingen. De tijden dat Nederland Indonesië de les wilde lezen, zijn definitief voorbij.
Verhagen spreekt met zijn Indonesische collega Wirayuda nog wel over mensenrechten, maar doet dat niet meer ‘met het geheven vingertje’. ‘Ik maak mij zorgen over de hoge straffen voor mensen op Ambon en in Papua die hun eigen vlag hijsen. Daar wind ik geen doekjes om. Maar wij bespreken vervolgens, hoe Nederland kan samenwerken en de situatie in die regio’s op een breed terrein kan verbeteren.’
‘Noel Baba’ diye fotoğraflananlardan biri, Demreli Sint Nikolaas’tır, diğeri ise İskandinavyalı Noel Baba’dır.
Çam ağacı süslemek tamamıyla Türk adetidir ve bu adet Türkler’den Avrupa’ya geçmiştir.
Yılbaşı ise, Noel ile ilgisi olmayan, yeni bir yıla girişin başlangıç kutlamalarıdır.
İlhan KARAÇAY yazdı:
Hıristiyan aleminin kutladığı Noel Bayramı hakkında çeşitli varsayımlar dile getirilir. İskandinavyalı Noel Baba ile, Demreli Sint Nikolaas ve Yılbaşı kutlamaları birbiri ile karıştırılır. Çam ağacı süslemenin de bir Hıristiyan geleneği olduğu bilinir.
Kaldı ki, dünyanın en önemli Sümeroglarından biri olan Dr. Muazzez İlmiye Çığ bakın bu konuda ne diyor: “Çam ağacı süslemek tamamıyla Türk adetidir. Eski Türklerde yerin göbeğinden göğe kadar bir ağaç tasavvur ediliyor ve buna Hayat Ağacı deniyordu.
Bu, Sümerlerde de vardı. Bir ucunda Gök Tanrısı duruyordu. Halen Orta Asya’da 22 Aralık’taki gündönümünde, evlerine Akçam Ağacı getirip, dallarına ertesi sene için Tanrı’dan niyaz ettikleri şeyler, adak olarak istedikleri şeyler için kurdele koyuyorlar. Türklerdeki bu ağaç süslemenin Hıristiyanlıktaki Noel ile bir ilgisi yoktur. Bu adet, daha sonra Türkler yoluyla Avrupa’ya geçmiş, 16’ncı yüzyılda Almanya’da başlamış ve buradan da dünyaya yayılmıştır.”
Coğrafi bir olgu olarak, 21/22 Aralık gecesi, günler uzamaya, geceler kısalmaya başlar.
Eski Türkler’in inanışlarına göre, Güneş, 21/22 Aralık gecesi, karanlığı yenmekte ve bu güne “NARDUGAN” denmekteydi. Dugan, Tugan= Doğan Nardugan= Doğan Güneş, anlamına gelir.
Türkler, Nardugan’da, Hayat Ağacı’nı (Sonsuz Hayat) temsilen bir Akçam’ın altına duaları Tanrı’ ya gitsin diye hediyeler koyuyorlar, ağacın etrafında şarkılar söyleyip oyunlar oynuyorlardı.
Yaşlılar ziyaret ediliyor ve bir arada yemek yeniyordu.
Bu gelenek halen Tatarlar, Başkırlar, Çuvaşlar ve Karaçay- Malkarlar tarafından yaşatılmaktadır.
“Hayat Ağacı” (Sonsuz Hayat) motifi, Hitit, Urartu ve daha sonraki dönemlerde Selçuklular ve Osmanlılar’ da farklılık gösterse de göze çarpar. Halı ve kilim desenlerinde de, “Hayat Ağacı” motifi sıklıkla görülür.
Ve son olarak çok önemli bir konuyu da unutmayalım:
21/22 Aralık günlerinde, Muğla’ nın Bodrum ilçesine bağlı Gündoğan beldesinde “NARDUGAN ŞENLİKLERİ” yapıldı.
Gündoğan sahilinde ‘Nardugan’ (doğan güneş) ateşi yakıldı,
‘Hayat Ağacı’ olarak seçilen bir okaliptüs ışıklandırıldı.
NOEL BABA BİLİNMEYENİ
Gerek Noel Baba ve gerekse Sint Nikolaas gerçeğini aşağıda sizlere sunacağım.
Ama önce , 2016 yılında, eski hakemlerden, şimdiki spor yorumcusu Ahmet Çakar’ın bir falsosu için yazdığım yoruma bakalım.
Daha sonra da Noel Baba, Sint Nikolaas ve Yılbaşı konularına değineceğim. En altta da Hollandaca yazıları bulacaksınız.
İlhan Karaçay’ın Ahmet Çakar’a cevabı. Noel Baba, adamın daniskasıdır, bacadan girmez, kapıdan girer.
Ünlü eski hakemlerimizden Ahmet Çakar, her hafta ahkam kestiği spor programlarından birinde, konularla hiç alakası olmadığı halde bir laf etmişti.
Laf şöyleydi:”Noel baba’yı hiç sevmem. Adam olsa kapıdan girer; niye bacadan giriyor kardeşim? Yemişim Noel Baba’yı.”
Bu lafı duyunca midem bulanmıştı doğrusu.
Kocaman ve tahsilli bir adamın ”Yemişim Noel baba’yı” gibi argo bir cümleyi kullanması hiç hoş olmadı.
Benim sevgili meslektaşım Yüksel Aytuğ da SABAH‘taki (GÜNAYDIN eki de olabilir), Ahmet Çakar’ın bu hakaretini, ‘Yılın Lafı’ olarak köşesine koymuş. ‘Kocaman ve tahsilli’ dediğim Ahmet Çakar, Tıp tahsili yapmış ve pratisyen doktor olarak göreve başlamıştı. Babası Mustafa Çakar da bir hekimdi. Ama sonra hakem de oldu. Ahmet Çakar da babası gibi hekimlikten sonra hakemliğe başladı.
Tanışmışlığımız da vardır Ahmet Çakar ile.
1994’de ABD’de yapılan Dünya Futbol Şampiyonası sırasında, New York’ta aynı yemek sofrasını paylaşmıştık. Aynı masada sevgili dostum Fatih Terim de vardı. Ahmet Çakar eşi ile birlikteydi ve çok kibar bir insandı.
Ama nedense, çıktığı TV programlarında yorumculuk yaparken ukalalığı ile göze çarpmaya başladı. O’nun bu tavrı birilerinin hiç hoşuna gitmemiş olacak ki, bir tetikçi tarafından silahla vurulmuştu.
Ne yazık kİ, televizyon programlarında yorumculuk yapmakta olanların bazıları, patavatsız konuşmaları ile dikkat çekmeye çalışırlar. Bunlardan biri de benim Mersinli hemşehrim Erman Toroğlu’dur. Kendilerine verilen mikrofonları fuzuli laflarla işgal edip durur bu tip adamlar.
İskandinavyalı Noel Baba
Biz konumuza dönelim ve Ahmet Çakar’ın Noel baba için söylemiş olduğu yakışıksız sözleri ele alalım.
Ahmet Çakar, tarihi bilmediği için böylesi bir laf etmiştir. Zira, Ahmet Çakar tarihi bilseydi, Noel Baba dediği adam ile Sint Nicolaas’ın değişik kişiler olduğunu da bilirdi. Tarihi bilseydi, evlere bacadan girdiğini sandığı kişinin Demreli (Myra-Patara) Sint Nicolaas olduğunu bilirdi.
Tarihi biliyor olsaydı, Sint Nicolaas’ın evlere bacadan girmediğini, bir eve bacadan hediye attırdığını bilirdi.
Demreli Sint Nikolaas
Ben, Sint Nicolaas’ın yaşamını öğrenmek için Demre’ye gittim ve araştırdım.
Sint Nicolaas, Anadolu’nun bu şirin kentinde yaşayan sevimli bir insandı. Babası tüccardı. yani zengin bir ailenin çocuğuydu.
O’nun yaşam öyküsünü detaylı bir şekilde öğrenmek isteyenler, bu yazının altındaki uzunca öyküye bakabilirler.
Sint Nicolaas’ın ‘baca’ iddiasına gelince…
Nicolaas yardımsever bir insandı. Yaşadığı yerdeki fakirlere yardım ederdi.
Nicolaas’ın yaşam öyküsünde çeşitli rivayetler vardır.
Bu rivayetlerden birine göre, yaşadığı yerde fakir bir aile vardı. Üç kızı olan bu fakir ailenin kızları parasızlıktan evlenemiyormuş. Kızların kötü yola düşmesinden korkan Nicolaas, bu kızların evlerine pencereden arada bir altın para attırırmış.
Kızlar bu durumdan çok korkmuşlar ve pencereleri kapamışlar. Sint Nicolaas, yamağı olan siyahi Pit’e, ‘Dama çık ve bacadan at’ emrini vermiş.
Bu durum karşısında zengin olan baba, kızlarını teker teker evlendirmiş.
İşte, hikaye bu kadar basit.
Ahmet Çakar’ın, kapıdan girmeyip bacadan girdiğini öne sürerek hakaret ettiği Noel (Sint Nicolaas) hikayesinin aslı budur işte.
Sint Nicolaas ile Noel Baba’nın aynı kişiler olmadığını, ve asıl hikayeyi öğrenmek istiyorsanız, alttaki uzun yazıyı okuyunuz.
İlhan KARAÇAY gitti, gördü ve yazdı…
Sint Nikolaas ve Myra
Hollanda’da ‘çocukların sevgilisi’ konumundaki Sint Nikolaas’ın, Anadolu topraklarındaki Myra’da doğduğunu bilenler olduğu gibi bilmeyenler de çoktur. Hollanda’da Myra’nın nerede olduğunu sorduğunuz zaman, akıllarına ilk gelen ülke İspanya olur.
İlhan Karaçay Demre’de Sint Nikolaas heykeli önünde.
Her yılın 5 aralık günü, Sint Nicolaas’ın gelişini kutlayan çocuklar hediyelere boğulur ve bu gün çocukları çok mutlu eder.
40 yıl önce, Sint Nikolaas’ın, bu gün adı Patara ve Demre olan yerlerde doğduğunu ve rahip olduğunu belirten bir yazıyı gönderdiğim Hollanda medyasından bazıları bu yazıyı kullanmış ve başta Enschede’deki Tubantia gazetesi olmak üzere bazı gazeteler ise bu yazıyı bana posta ile geri göndererek, ‘Bilginize ihtiyacımız yoktur’ gibi bir mesajla terniye sınırını aşmışlardır.
Geçen ay yolumuz Demre’ye düştü. Gittik ve Sint Nikolaas’ın rahip olduğu
kiliseyi ziyaret ettik. Sorduk, soruşturduk ve tarih sayfalarını karıştırdık. Sonuçta biz de Sint Nikolaas’ı sayfalarımıza aktarmayı yeğledik.
Bütün dünyada “Noel Baba” adıyla tanınan, Avrupa ülkelerinde çoğunlukla Santa Klaus olarak bilinen Aziz Nicholaos, Anadolu’da yaşamış bir din adamıdır. Günümüz İtalya’sının Sicilya Adası, Napoli, Bari, Almanya’nın Frieburg ve hatta Amerika’da New York kentinin koruyucu azizi olma derecesine varan önemi, her yılın 6 Aralık günü (Hollanda’da 5 aralık) yapılan anma törenleri ile daha da pekişmektedir.
Günümüzde Santa Klaus, hiç şüphe yok ki, İskandinavya ülkelerindeki iyilik sever çocukların koruyucusu ve sevindiricisi olan Noel Baba efsanesi ile Myra’lı Aziz Nicholaos’ın kişiliklerinin birleştirilmesiyle, yarı dinî ve çok popüler bir tipin doğmasıyla oluşmuştur. Bu tipin kökünün İskandinavya ülkelerinin çok eski inançlarından alındığı, Noel Baba’nın geyikler tarafından çekilen bir kızakla dolaşmasından anlaşılır. Halbuki gerçek Myra’lı Aziz Nicholaos’ın yaşadığı yerler hiç kar yağmayan Akdeniz kıyılarıdır. Onun zor durumda olan çocukları, insanları koruyucu kişiliği, kuzeyin kutsal bir varlığı, belki de çok erken çağların karanlıklarında kaybolmuş bir tanrısıyla birleşerek, Noel geceleri ortaya çıkan, çocuklara hediyeler getiren sempatik bir ihtiyara dönüşmüştür. Ne derece gerçeklere aykırı olursa olsun, Hıristiyan ülkelerinde Noel Baba, özellikle çocukların heyecanla bekledikleri sevimli bir kişi olarak yaşamaktadır.
Aziz Nicholaos’ın hayatı hakkında, azizlerin birçoğunda olduğu gibi fazla bir şey bilinmez. Sonraları pek çok efsane ile hayatı süslenmiştir. Tahıl ticareti yapan bir ailenin çocuğu olduğu bilinir. Hayatına dair yazılan dinî kitaplarda, göğün bir hediyesi, ana-babasının dualarının ve verdikleri sadakaların bir meyvesi, fakirlerin kurtarıcısı olarak dünyaya geldiğine işaret edilmiş, daha bebek iken mucizeler yarattığına inanılmıştır.
Aziz Nicholaos’ın ölüm günü tüm Hıristiyanlarca 6 Aralık olarak kabul edilir. Ancak bu tarihin kesin bir kaynağa dayandığı söylenemez. Azizden bahseden en eski kaynaklar olan, VI. yüzyıla ait “Vita Sionitae” ile “Vita de Stratelatis” adlı eserler de kesin bir ölüm tarihi vermezler. Bu kaynaklarda sadece Azizin doğum yerinin, Likya’nın en büyük limanı Patara olduğu kaydedilmiştir. Hıristiyanlığın ilk yıllarında Havari Paulos’un, Patara’da kaldıktan sonra yoluna devam etmesi, Patara’ya İncil’de adı geçen kentlerden biri olma özelliğini kazandırmıştır. Bu bölümde Havari Paulos’un arkadaşı Luke ile üçüncü seyahatleri sonunda, Miletos’tan Kudüs’e dönerken Patara’da kaldıkları ve buradan muhtemelen daha büyük bir gemiye binerek seyahatlerine devam ettikleri anlatılır.
Aziz Nicholaos’ın İ.S.III. yüzyıl sonlarında Patara’da dünyaya geldiği ve Myra’ya papaz olana dek, gençlik yılarının Patara’da geçtiği söylenmektedir. Gençliğinde Filistin ve Mısır’a yaptığı seyahatlerden söz edilmiş, yaşadığı devrin İmparator Konstantinos dönemi veya III. yüzyıl sonu ile IV. yüzyıl başı olduğu belirtilmiştir. Ölümünden sonra Avrupa’nın birçok kentinde adına kiliseler inşa edilmiştir ki, bunlar arasında VI. yüzyılda İstanbul’da inşa edilen Bazilika en göze çarpan yapıdır. Rusya ve Yunanistan’ın en saygın Azizi olarak tanınmış, çocukların mahkûmların, denizcilerin ve gezginlerin koruyucusu olarak saygı görmüştür.
Yaşantısı ve mucizeleri hakkında gerçekliği tartışılacak, sayısız hikâyeler anlatılmıştır. Piskopos olma kararının kehanetlere veya seçim toplantısı kararına göre, ertesi günü kiliseye giren ilk adam olmasına dayanılarak verildiği söylenir. Diğer hikâyeler, İmparator Dioeletianus devrinde (284-305) Hıristiyanlara yapılan zulümler sırasında çektiği acılarla ilgilidir. İnancından dolayı hakimler tarafından tutuklanıp zincire vurulmuş, birkaç yıl sonra Hıristiyan İmparator Konstantinos tarafından serbest bırakılarak Myra’ya geri dönmesi sağlanmıştır.
Bir başka hikâyede Azizin İ.S. 325 yılında Nicaca’da (İznik) toplanan Konsüle katıldığı anlatılır. Bir keresinde İmparator Konstantinos’un rüyasına girerek, haksızlıkla ölüme mahkûm edilmiş olanları serbest bırakmasını söyler. Bir keresinde de Mısır’dan İstanbul’a giden bir gemiden aldığı hububatla Myra halkını açlıktan kurtarır. Ancak gemi İstanbul’a vardığında yükünde hiçbir eksilme görülmez. Bu belki de Aziz’in, denizcilerin patronu olmasına bağlanan mucizelerden biridir. Çünkü, Akdeniz’de seyreden gemicilerin sefere çıkmadan önce birbirlerine iyi dilek olarak “Dümenini Aziz Nicholaos tutsun” demeleri gelenek olmuştur. Aziz’in sağlığında din adamı olarak çalıştığı Likya sahilleri, Akdeniz’in en önemli denizcilik merkezi, burada yaşayanlar da Akdeniz’in ünlü denizcileriydi. Bu nedenle, Aziz’in denizle ilgili birçok mucizesine din kitaplarında da rastlanır.
İki hikâye aynı zamanda onun, çocukların da patron azizi olduğunu gösterir. Birinde insanlar açlıktan kırılırken, kasap üç genci evine davet edip satmak için uykularında parçalar. Aziz Nicholaos, bunu duyar duymaz kasabın evine koşar ve gençleri yeniden diriltir. Bir diğerinde fakir bir tüccar, kızlarını evlendirmeye gücü yetmeyince, onları satmayı düşünür. Aziz Nicholaos, tüccarın evine üç kese dolusu para atarak, kızları kötü yola düşmekten kurtarır. Bu hikâyeden çocukların Santa Klaus gününde hediye almalarının sebebi olduğu gibi Avrupa’da rehinecilerin, dükkânlarına üç altın top asma geleneğinin de kaynağı olduğuna inanılır. Aziz’in resminin ikonalar da üç altın top ile tasvir edilmesinin sebebi de bu hikâyeye dayandırılır.
Noel Baba Kilisesi
Aziz Nicholaos öldüğünde yapılan kilise veya şapel 529 yılındaki depremde yıkılınca daha büyük belki de bazilika tipinde bir kilise yapılmıştır. Peschlow, büyük apsisin güney tarafında eşit apsisli iki küçük mekân ile bugünkü binanın kuzey yan nefinin büyük kısmının bu ilk yapıya ait olduğunu tahmin etmektedir.
Bu kilise VIII. yüzyılda zelzele veya Arap akınlarıyla yıkılmış, daha sonra tekrar yenilenmiştir. 1034 yılında Arap donanmasının denizden yaptığı akınlarla harap olmuştur. On yıl harap durumda kalan kilisenin 1042’de Bizans İmparatoru IX. Konstantin Monomakhos ve eşi Zoe tarafından tamir ettirildiği kitabesinden anlaşılmaktadır. XII. yüzyılda binaya bazı ekler yapılmış, kilise tekrar onarılmıştır.
XIII. yüzyılda Türklerin eline geçen Myra’da, kiliseyi serbestçe ibadet etmek için kullandığını ve kilisede bazı onarımların yapıldığını anlıyoruz. 1738’de büyük kilisenin yanındaki şapel tamir edilmiştir. 1833- 1837 yılları arasında Anadolu’yu gezen C. Texier, Myra’ya da uğramış ve kitaplarında kiliseden bahsetmiştir. Ondan on yıl kadar sonra 1842 yılı Mart ayında Teğmen Spratt ile Prof. Forbes de Myra’ya gelmiş, kilisenin bir krokisini çıkarmışlar ve kilisenin yanında bir manastırın olduğunu görmüşlerdir. 1853 yılında Kırım Harbi sırasında Ruslar kilise ile ilgilenmişler ve burada bir Rus kolonisi kurmak için Anna Golicia adındaki Rus kontesi adına toprak almışlardır. Ancak Osmanlı Devleti işin siyasî yönünü farkedince Rusların aldıkları toprakları geri almış, yalnızca kilisenin onarım istekleri kabul edilmiştir. Böylece 1862 yılında August Salzmann adında bir Fransız, Nicholaos Kilisesi’nin onarımı ile vazifelendirilmiştir. Bu restorasyonlar kilisenin aslını bozacak kadar kötü yapılmıştır. Bu restorasyon sırasında 1876’da bugün görülen çan kulesi de ilave edilmiştir.
Birçok kentin koruyucu azizi olan Noel Baba’ya adanmış iki bine yakın kilise bulunmaktadır. O’nun yaşam öyküsü ve mucizeleri birçok kitapta yer almış, ancak en eskisi 750-800 yılları arasında Byzantion’da Stadion Manastırı Başkeşişlerinden Michael tarafından yazılmıştır.
IV. yüzyılda burada bulunan tek kubbeli kilisenin güneyine VIII. yüzyılda haç şeklinde bir şapel ile kuzey tarafına da eklemeler yapılmıştır. Ayrıca 1862-63 senelerinde de binaya dış narteks ile iç narteksin bazı kısımları ilave edilmiştir. Bugün iki sütunu ayakta kalmış bir avludan bir iki basamakla Bizans Devri’nde ilave edilmiş güney nefine inilir. Haç biçimli bu bölümün doğu kısmında üç kemerli pencereye sahip bir apsis yer alır. Apsisin önünde orijinal stylobat ile ortasında altar kaidesi hâlâ görülür. Apsis nişinin içinde yer yer renkleri kaybolmuş ve belirsizleşmiş aziz figürleri vardır. Bunların altındaki küçük niş içindeki fresko Noel Baba’ya aittir. Bu bölüm ve esas kilisenin güneydoğu şapelinin tabanlarında farklı desenlerde mozaik panolar görülür. Batı yönünde merdivenlerin karşısındaki niş içerisinde İsa, Meryem ve Yahya freskoları vardır. Buradan iyi muhafaza edilmiş kapı bizi, lahitlerin bulunduğu kısma, yani haç biçimli şapelin uzun kısmına çıkartır. Lahitlerin yer aldığı nişler içindeki freskolar bugün net olarak görülmese bile çeşitli aziz tasvirlerini içeren freskolar ile bezenmiştir. Kuzey duvarındaki ilk nişle sütunların üzerinde Meryem freskosu ilginç örneklerdir. Noel baba freskosunun bulunduğu ikinci niş sütununun ters konduğu yazılarından anlaşılmaktadır.
Nişler içinde yer alan lahitlerden birinci niş içindeki akarthus yaprakları ile süslü Roma Devri lahdinin Noel Baba’ya ait olduğu kabul edilir. Hatta Noel Baba’nın denizcilerin de azizi olmasından dolayı lahdin üzerinin balık pulu desenleriyle süslendiği söylenir. 20 Nisan 1087’de Bari’li korsanlar, Noel Baba’nın kemiklerini almak için lahdi kırmışlar, bazı kemikleri alarak Bari’ye götürmüşlerdir. İkinci niş ile karşısındaki nişte bulunan lahitler sadedir. Burada nişler içindeki lahitlerden başka yerde iki mezar daha bulunmaktadır. Buradan bir kapı ile kilisenin iri blok levhalarla döşeli avlusuna geçilir. Avluda ise bir niş içerisinde boşaltılmış iki mezar bulunur. Yanında bulunan mermer üzerinde haç ve çapa motifi Noel Baba için yapılmış olmalıdır. Solda duvar içine yerleştirilmiş mezardaki kitabede 1118 tarihi yer alır.
Avludan önce dış nartekse, sonra üç kapı ile ana mekâna (naos) açılan iç nartekse geçilir. Burası gruplar halinde piskoposların resmedildiği freskolarla süslenmiştir. Buradan geçilen esas mekân üç kemerle yan neflere açılır. Ana mekânın güneyinde iki nef vardır. İkinci nefte niş içindeki lahitte Noel Baba’nın mezarı olduğu söylenir ise de üzerindeki kadın erkek kabartması bunun böyle olmadığını gösterir. Yan nefin karşısındaki niş içerisinde ise bir başka mezar vardır. Kuzey nefin kubbesinde Hz. İsa ve 12 havarinin freskoları bulunur. Yanda ise yan nefin kazısı yapılmaktadır. Bu kazının yapıldığı nefin batı kısmında ise üç oda bulunur. Binanın ortasında pencereli ve kasnaklı bir kubbenin olması gerekirken, Salzmann yaptığı tamir sırasında mekânın üstünü kapatarak, kesme taştan kaburgalı büyük bir çapraz tonoz kullanmıştır.
Aziz Nicholaos’ın piskoposluk yaptığı ve bu nedenle tüm Orta Çağ boyunca ününü sürdüren Myra önemli bir Lykia kenti olup ismi “Yüce Ana Tanrıçasının yeri” anlamına gelmektedir. Lykia dilinde “Myrrh” olarak geçen Myra, Demre ovasını kuzeybatıdan çeviren dağların denize bakan yamacına kurulmuştur. Önce bugünkü kaya mezarlarının üzerindeki tepeden kurulan şehir daha sonraları aşağıya inerek genişlemiş ve Lykia’nın çok önemli altı büyük kentinden birisi olmuştur. Kentin M.Ö. IV. yüzyılda basılan ilk sikkesi üzerinde ana tanrıça kabartması vardır.
Antik kaynakların M.Ö. I. yüzyıldan itibaren Myra’dan bahsetmelerine rağmen, kaya mezarlarından ve bastıkları sikkelerden, şehrin en az M.Ö. V. yüzyılda varolduğu anlaşılmaktadır.
Şehrin içinden geçen Demre Çayı (Myros) deniz ticaretini geliştirmiş ancak korsanların kolayca baskın yapmalarına neden olmuştur. Bu nedenle Myralılar limanları Andriake’de, nehrin ağzına bir zincir gererek bu baskınları durdurmaya çalışmışlardır. M.Ö. 42’de Sezar’ı öldüren Brutus asker toplamak için Lykia’ya gelmiş, Xanthos’u aldıktan sonra komutan Lentulus’u para toplamak için Myra’ya göndermiştir. Myralılar buna karşı çıkmışlar ve kendilerini müdafaa etmeye çalışmışlarsa da komutan nehrin ağzına gerilen zincirleri kırarak şehre girmiştir. M.S. 18’de Tiberius’un evlatlığı olan Germanicus ve karısı Agrippina burayı ziyaret etmişler ve Myralılar limanları olan Andriake’ye onların heykellerini dikerek kendilerine olan saygılarını göstermişlerdir. M.S. 60’da ise St. Paul Roma’ya giderken Myra’da gemi değiştirir. Eski kaynaklar Myra ile Limyra arasında gemi seferlerinin yapıldığını kaydederler.
Lykia Birliği’nin metropolisi olan Myra M.S. II. yüzyılda büyük bir gelişme göstermiş, burada Lykialı zengin kişilerin yardımları ile birçok yapı yapılmıştır. Örneğin Oinoandalı Licinius Langus 10.000 dinar vererek tiyatro ve portikoyu yaptırmıştır. Ayrıca Rhodiapolisli ve Kyeanaili Iason’un da Myra’nın imarı için çok yardım ettigini kitabelerden anlıyoruz. Aziz Nicholaos’ın Myra’da başpiskoposluk yaptığı II. Theodosion (408 – 450) zamanında Myra’nın Lykia Bölgesi’nin başşehri olduğu bilinmektedir. Şehir, VII. yüzyıldan başlayarak IX. yüzyıla kadar devamlı Arap akınlarına uğramış, 809 yılında Harun El Reşit’in komutanlarından birisi Myra’yı zaptetmiştir. 1034 tarihinde Arapların yaptığı deniz hücumlarında St. Nicholaos Kilisesi yıkılmıştır. Arap akınlarının verdiği huzursuzluk, Myros Çayı’nın sık sık taşması, bu taşma nedeniyle gelen toprakla bazı yapıların dolması ve bu arada meydana gelen depremler şehrin terk edilmesine neden olmuştur.
Tiyatronun üzerindeki dağda bulunan akropolde fazla bir şey kalmamıştır. 1842’de Myra’yı ziyaret eden ve akropole çıkan Spratt burada küçük taşlardan başka bir şey kalmadığını görmüştür. Roma Devri’nden kalma şehir surlarında yer yer Hellenistik Devir’den kalma ve hatta M.Ö. V. yüzyıla ait olan duvar kalıntıları bulunmaktadır. Tiyatronun yakınında şehre doğru giderken, yolun sonunda hamam veya bazilika olabilecek geç devir kalıntıları görülmektedir.
Myra’nın su ihtiyacı Demre deresinin aktığı vadi kenarındaki kaya yüzüne açılan kanallarla karşılanmaktaydı. Bugünde bu kanalları görmek mümkündür. Myra’nın diğer yapıları bugün toprak altında olup gün ışığına kavuşacakları zamanı beklemektedirler. Myra’ya gelirken yol üzerindeki Karabucak mevkiinde, günümüze kadar iyi korunmuş Roma Devri mezar anıtı dikkati çeker.
Çay ağzındaki Myra’nın limanı olan Andriake’nin üzerinde kehanet merkezi olmasıyla ünlü Sura antik kenti Sura’dan birkaç km uzaklıktaki Gürses’te ise Trebenda antik kenti yer alır. Myra’nın görkemli tiyatrosu oldukça sağlam olarak günümüze kadar gelebilmiştir. Arkasındaki dik dağın yamacında kurulan tiyatronun caveası büyük ölçüde kayalara oyulmuştur. Tiyatro daha sonraları arena olarak da kullanılmış, bu nedenle bazı düzenlemeler yapılmıştır.
Kaya mezarlarıyla ünlü Myra’da mezarlar hemen tiyatronun üzerinde ve doğu taraftaki nehir nekropolü denilen yerde olmak üzere iki yerde toplanmıştır.
HOLLANDACA YAZILAR
Inwoners van Myra noemen hemNoël Baba, vadertje kerst…
Turkije, thuisland van Sint Nicolaas
MYRA – In het centrum van het dorpje Demre aan de zuid-westkust van Turkije bevindt zich een oeroud kerkje gewijd aan de heilige Nicolaas. Sint-Nicolaas wel te verstaan, bij ons bekend van het strooien en zie-ginds-komt-de-stoomboot.
De fraaie kerk dateert uit derde eeuw, maar werd grotendeels herbouwd in de elfde eeuw. Nicolaas werd later bisschop van Myra, destijds een van belangrijkste steden van de Turkse landstreek Lycië. Van Myra resten nog slechts ruïnes. Ze bevinden zich op enkele kilometers ten noorden van Demre.
De Sint-Nicolaaskerk in Myra
Ook de wieg van Sint-Nicolaas stond in Lycië. In het jaar 280 zag de goedheiligman het levenslicht in het Turkse havenstadje Patara. De ruïnes van het stadje zijn nog altijd te vinden te midden van duinenrijen aan de zuid-westkust van Turkije.
Je zou denken dat de Sint in zijn geboortestreek als wonderdoener en groot kindervriend wel op een voetstuk zou staan. Dat is ook zo, maar niet als bisschop. Vreemd genoeg wordt Sinterklaas door zijn eigen dorpsgenoten geëerd als….de kerstman. ‘Noël Baba’, Vadertje Kerst, zeggen ze in het vroegere Myra, als ze het over ONZE Sint Nicolaas hebben!
Dit harde feit was ons al eerder geopenbaard: Sint Nicolaas komt niet uit Spanje, doch uit Turkije. Rijdend over daken en alom pepernoten strooiend moet hij rond de vijfde december in ons land dan ook worden beschouwd als een der vroegste Turkse gastarbeiders van ons land.
Met zijn knechten is de Sint hier bovendien dan illegaal aan het werk. De vreemdelingendienst ziet dit door de vingers. Het is historisch zo gegroeid en bovendien zou de hele Nederlandse kinderschare heftig in beroering komen indien Sint Nicolaas bij de grens al zou worden toegeroepen: “Ho, ho! Vol is vol!”
Op 6 december in het jaar 342 overlijdt de bisschop van Myra op 62-jarige leeftijd. In 1087 verdwijnen zijn stoffelijke resten uit de stad. Geroofd door Italiaanse zeelieden.
In de Italiaanse stad Bari stellen ze de beenderen ten toon. Plots duiken hier ook de verhalen op dat Sint-Nicolaas bij leven tal van hemelse wonderen zou hebben verricht. Een lokmiddel voor vele duizenden pelgrims. Het stadje vaart er wel bij. Bari behoorde destijds tot het Spaanse rijk en wellicht om die reden is de Sint in onze ogen altijd Spanjaard gebleven.
Lycië zit toeristisch bezien vol verrassingen om in Sinterklaasstijl te blijven. Eeuwenoude rotsgraven, unieke grafhuizen en vreemdsoortige sarcofagen doemen in grote getale op in het afwisselende landschap van bergen, bossen, baaien en schilderachtige vissersdorpjes. De rust wint het hier nog van het massatoerisme.
Vanwege de vele natuurlijke havens hebben de Turkse zuid- en westkust altijd een belangrijke rol gespeeld bij de zeer levendige handel in het Middellandse-Zeegebied. De wateren rond Turkije liggen bezaaid met wrakken van schepen die het bij stormweer niet haalden of bij zeegevechten ten onder gingen. Een staalkaart van vele eeuwen maritieme geschiedenis bevindt zich hier onder water. Een interessant domein voor duikers.
Graven
Heel bijzonder in Lycische grafarchitectuur zijn de zogeheten ‘pijlergraven’. Losse, uit een stuk gehouwen pijlers met een grafkamer uitgehouwen aan de top. Een forse steen dekt die ruimte af. Sommige van de graven zijn voorzien van inscripties en reliëfs. Grafschriften die iets vertellen over het roemrijke verleden van de verstorvene. De ‘grafhuizen’ zijn rustplaatsen aangelegd in de vorm van een huis met uitstekende balken aan de buitenzijden. Honderden grafkamers, uitgehakt in een steile rotswand, vindt u in de plaats Pinara.
De Turkse zuid- en westkust zijn uiterst belangwekkend vanwege de vele overblijfselen uit de tijd van de zevende eeuw voor Christus tot in het Byzantijnse tijdperk. Ook de Romeinen heersten hier en lieten tal van interessante sporen achter. Zoals het Romeinse theater van Xanthos, gebouwd tegen de noordhelling van de Lycische akropolis. Neem er een kijkje, de eeuwen knielen aan uw voeten.
Een bronzen beeld van Sint-Nicolaas in Demre toont een bebaarde man omringd door kinderen. De rijzige figuur heeft een Pietermanzak over de schouder geslagen. Echter het hoofd getooid met de karakteristieke afhangende muts van de kerstman. Nee, niet met een mijter!
Merk op dat de kerstman in veel landen wordt aangeduid met Santa Claus en u voelt de relatie met onze Sinterklaas. Wie de kerstman zoekt moet dus eigenlijk in Turkije zijn en niet aan de noordpool. Het is maar dat u het weet mocht u al bezig zijn met koffers pakken.
In de Sint-Nicolaaskerk van Demre bevindt zich nog altijd de lege tombe van Nicolaas. Het deksel is die van een Romeinse sarcofaag, dus niet oorspronkelijk meer. De prachtige wandschilderingen in de kerk dateren uit de tiende tot de veertiende eeuw.
Sint-Nicolaas was de beschermheilige van zeelieden, handelsreizigers, dieven, pandjesbazen, maagden, maar ook van prostituees. Beroemd is het verhaal van Sint-Nicolaas die enkele nachten achtereen een zak met goudstukken binnen de deur wierp van een arme man. Dank zij deze bruidsschat konden zijn dochters alsnog trouwen. Aan die daad van de Sint is mogelijk het strooien ontleend. In 1970 schrapte de rooms-katholieke kerk Sint Nicolaas van de lijst met officiële heiligen. Het Vaticaan geloofde er niet meer in. Slechts heimelijk wordt in de vertrekken rond de paus door een twijfelaar nog wel eens een schoen gezet. Doch zonder resultaat.
Nicolaas van Myra
Nicolaas van Myra (geboorte- en sterfjaar onbekend, waarschijnlijk Patara in Lycië, rond 270 – 6 december342 of 352), was aan het begin van de 4e eeuwbisschop te Myra de toenmalige hoofdplaats van Lycië in Klein-Azië, werd door de traditie heilig verklaard en is hoofdpersoon in tal van legenden, bijvoorbeeld de Legenda Aurea van de 13e-eeuwse geleerde dominicaan Jacobus de Voragine. Belangrijke elementen van het Sinterklaasfeest gaan op hem terug. Verder zijn er parallellen te trekken met de heidense God Wodan, deze rijdt ook op een schimmel, de achtbenige Sleipnir, waarmee hij door de lucht vliegt.
Leven
Van de heilige is niet heel veel overgeleverd. De informatie die beschikbaar is is gedeeltelijk mondeling overgeleverd en in een veel later stadium op schrift gesteld, en komt gedeeltelijk uit de verschillende levensverhalen, Vitae of heiligenlevens, waarvan de Vita per Michaelem (de best begrijpelijke) en de Vita per Metaphrasten (de oudste van de twee) de belangrijksten zijn. In de Vita per Michaelem is de meeste informatie over het leven van Nicolaas terug te vinden, zoals de namen van zijn Lycische ouders, die verder nergens zijn aangetroffen. Uit deze bronnen komt de informatie dat er in 280 in Patara, niet ver van Myra, het tegenwoordige Demra, in Klein-Azië de jonge Nicolaas wordt geboren. Volgens de Vita Compilata, een andere vita, uit welgestelde, hoewel niet rijk genoeg om te kunnen rentenieren, maar ook zeer gelovige ouders.
Aan de kleine Nicolaas worden al vanaf de geboorte wonderen toegekend. Zo kon hij al direct na de geboorte rechtop in zijn badje staan, de handen ten hemel geheven, alsof hij God dankte voor dit mirakel, en wou hij op de vastendagen, woensdag en vrijdag, niet van zijn moeders borst drinken. Verder wist hij op vroege leeftijd al de namen van de hemellichamen uit zijn hoofd, hij was een geleerd persoon.
Het was al snel duidelijk dat Nicolaas, vernoemd naar zijn oom (waar hij vaak mee verward wordt), bisschop in een naburige gemeente, zijn leven aan de godsdienst zou gaan wijden. Dit vanwege de verbanden met de Bijbelse figuur Samuel. Nicolaas’ moeder kon net als de moeder van Samuel geen kinderen krijgen, en kreeg uiteindelijk een kind in ruil voor de belofte dat de eerstgeborene in dienst van God zou treden. Net als Samuel was Nicolaas al op vroege leeftijd geliefd bij de bevolking, en begreep hij al snel dat hij een hogere taak te vervullen had (I Samuel 3:20). Samuel was de laatste en belangrijkste der Richteren, die ook koningen zou zalven. Ook hier ligt een overeenkomst, want tijdens Nicolaas’ leven zou het christendom in het Romeinse Rijk opkomen.
Volgens de later heilig verklaarde Simeon de Vertaler (in de Vita per Metaphrases), was Nicolaas een goede leerling, ging hij met regelmaat naar de kerk en was hij waar nodig behulpzaam. Al op een leeftijd van 19 jaar werd de jonge Nicolaas door zijn oom tot priester gewijd, werd hem ook de kloostergeloften afgenomen, en sprak zijn oom (de bisschop) reeds de verwachting uit dat Nicolaas zelf óók bisschop zou worden, en een leven van verlichting zou gaan leiden. Door zijn strenge discipline wat betreft het houden van vastendagen, zijn goede wil en zijn gebeden voor iedereen zou hij een voorbeeld zijn geweest voor anderen.
Toen zijn oom een reis zou gaan maken naar Jeruzalem, werd de jonge Nicolaas benoemd tot diens gevolmachtigde in zijn klooster Nieuw Zion. Volgens de overlevering bestuurde hij het klooster zó goed dat het leek alsof de bisschop zelf aanwezig was.
Toen de jonge Nicolaas zelf eens op pelgrimstocht was, zou hij een dode zeeman na een hevige storm weer tot leven hebben gewekt, en kwam hij bekend te staan als genezer. Om deze reden werd hij gezien als beschermheilige van de zeelieden. Daarom wordt hij op schilderijen vaak afgebeeld met een anker.
Volgens Simeon de Vertaler heeft de heilige meermalen het huidige Israël bezocht, en vatte hij iedere keer het plan op om meerdere weken in het Heilige land te verblijven, maar een “engel des Heeren beval hem om huiswaarts te keren”. Dit betekende dan dat zijn parochie in gevaar was, en hij zijn bovenmenselijke krachten aldaar moest gebruiken. Eens probeerde bij zo’n gelegenheid een zeeman hem te bedriegen, maar Nicolaas verijdelde dat plan, en sprak streng: Probeer nu nooit meer iemand te bedriegen. Vaar naar huis, en mijn zegen zal jullie vergezellen. Vandaar dat hij bekend staat als vergevingsgezind.
Inmiddels was hij voldoende volwassen geworden, en zou hij gewijd worden tot bisschop. Aan de vooravond van zijn inwijding ontving Nicolaas volgens de Vita Compilata een versie van de Bijbel uit de handen van “Jezus” (die toen 325 jaar oud was).
In 325, hij was inmiddels midden in de veertig, was Nicolaas aanwezig bij het Concilie van Nicaea als bisschop. Daar kwamen de kerkleiders bijeen om over moeilijke kwesties te spreken. De reis ernaartoe duurde ongeveer twee weken, en het Concilie een week of vijf. Eén van de prangende kwesties was technisch, maar daarom niet minder belangrijk: Op welke datum dient Pasen gevierd te worden? Maar ook de vraag of Jezus naast de reeds erkende Goddelijkheid ook menselijkheid bezat stond ter discussie. Aan de ene kant stond Arius, een priester uit Alexandrië, en aan de andere kant stond diens eigen superieur, Alexander van Alexandrië. Tijdens dit concilie liep Nicolaas, een fervent tegenstander van Arianus, naar hem toe, en gaf hem een klap in het gezicht. Hiervoor werd Nicolaas in de kerker gegooid, maar ‘s nachts werd hij al uit zijn boeien bevrijd door Maria, kreeg hij van haar zijn bisschoppelijke gewaden terug, en een Bijbel om uit te lezen. Gedurende de rest van het concilie werd er bij grote vraagstukken beslist naar de mening van Nicolaas.
Gedurende zijn leven zou Nicolaas vele malen de bevolking tegen demonen hebben beschermd, maar ook na zijn dood zou hij actief zijn gebleven. Zo zou hij voor voldoende eten hebben gezorgd tijdens hongersnoden en schepen hebben behoed voor de ondergang. Rond 340 moet hij zijn gestorven. Hij werd begraven in Myra, waar zijn basiliek nog steeds te bezichtigen is.
Na zijn dood
Sinter Claes op de Dam (Amsterdam)
In 1087, werden zijn relieken door Italiaanse kooplieden van Myra naar Bari overgebracht, zoals die van de evangelist Marcus naar Venetië waren overgebracht, om ze te beschermen tegen de oprukkende Islam.
Nicolaas van Myra wordt ten onrechte vaak vereenzelvigd met Nicolaas van Pinara, een 6e-eeuwse abt van Sion en later bisschop van Pinara (Lycië), en de levensverhalen van de twee mannen worden vaak vermengd. In de Middeleeuwen kwamen er nog meer verhalen over Nicolaas bij, zoals dat van de drie jongens in de ton.
De naamdag van de heilige is 6 december. De viering van Sint-Nicolaas’ naamdag is waarschijnlijk in het verleden samengevoegd met de viering van een Germaans feest, en deze figuur is als Sinterklaas de centrale figuur geworden in het kinderfeest dat op 5 december (“pakjesavond”) en op 6 december (de feitelijke feestdag) in Nederland en België wordt gevierd.
Sint-Nicolaas is de schutspatroon van de zeelieden. Deze status heeft hij te danken aan het feit dat hij door middel van stil gebed een storm op zee tot bedaren zou hebben gebracht. Veel havensteden, waaronder Amsterdam, hebben Sint-Nicolaas als beschermheilige. Ook werd de Oude Kerk in Amsterdam aan hem gewijd.
Nicolaas’ reputatie als kindervriend berust onder meer op de legende, waarin hij drie vermoorde jongetjes uit een bad pekel redde en tot leven wekte. Een andere versie van deze legende vertelt dat Nicolaas drie studenten redde, die door een herbergier zijn gedood en gepekeld. Het vlees komt in handen van een oude man (Nicolaas). Die vertrouwt het niet, brengt de jongens terug tot leven en bekeert de herbergier en zijn vrouw. Verder zou hij een ontvoerd jongetje hebben gevonden en een baby gered hebben die in een badje boven het vuur zat.
Nicolaas zou nog meer wonderen hebben verricht. Zo redde hij drie dochters van een arme edelman van de prostitutie door hen een bruidsschat te geven, liet hij tijdens hongersnood graan groeien en gaf hij Lycië op wonderbaarlijke wijze te eten. Mensen die onschuldig ter dood werden veroordeeld redde hij, zodoende werd Nicolaas tevens patroonheilige van gevangenen.
Sint-Nicolaas wordt in de Oosters-orthodoxe Kerk zeer vereerd en zijn beeltenis is op veel iconen te vinden. Hij is ook de beschermheilige van het belangrijkste orthodoxe land: Rusland.
Derya Demirtaş’ın bulduğu uyarı cihazı Smartwatch, hastane dışı kalp durmasını tespit ediyor ve merkeze aktarıyor.
Önce Kanada’da, şimdi de Hollanda’da çeşitli buluşlara imza atan Türk’ün buluşları, aralarında US News, Globe and Mail, CTV News ve Toronto Sun’ın da bulunduğu birçok medya kuruluşundaolduğu gibi, Hollanda’da da çeşitli organlarda yayınlandı.
İlhan KARAÇAY’ın haberi:
Önce Kanada’da ve şimdi de Hollanda’da başarılı buluşlara imza atan Türk araştırmacı Derya Demirtaş, Hollanda’daki yeni buluşuyla dünya medyasında geniş yer aldı.
Twente Üniversitesi’ndeki çalışmasında, OHCA olarak da bilinen hastane dışı kalp durmasını otomatik ve güvenilir bir şekilde tespit etmek ve acil yardım başlatmak için akıllı bir cihaz üzerinde çalışan Demirtaş, simülasyon modellerini kullanarak cihazın etkinliğini test edecek ve ayrıca ölüm oranı ve yanıt süresi üzerindeki etkisini de artıracak cihazın tanıtımını yaptı.
Hollanda’da her yıl yaklaşık 17.000 kişi hastane dışı kalp krizi geçiriyor. Bu insanların çoğu, acil servislere çok geç haber verildiği için ölmekte veya nörolojik sorunlar yaşamaktadır.
Demirtaş, “OHCA’yı otomatik ve güvenilir bir şekilde tespit edebilen ve aynı zamanda acil servisleri hemen arayabilen bir çözüm araştırıyoruz. Çözümümüz, kardiyopulmoner resüsitasyon (CPR) verilmeden önceki süreyi önemli ölçüde azaltacak, potansiyel olarak her yıl binlerce hayat kurtaracak ve nörolojik hasarı sınırlayacak.” diyor.
YAPAY ZEKA
Derya Demirtaş konuşmasına şöyle devam ediyor: ” Fotopletismografi (PPG) ve ek sensörlerden gelen sinyallere dayanan, açık kaynaklı bir kalp durması tespit algoritması geliştiriyoruz. PPG, kalp atışı tarafından üretilen pulsatil kan akışındaki belirli dalga boylarında, ışık absorpsiyonundaki değişiklikleri ölçerek, nabız hızını ve oksijen doygunluğunu sürekli olarak izlemek için kullanılan kanıtlanmış bir tıbbi teknolojidir. Klinik deneyim ve deneme verileri, PPG’nin pulsatil kan akışının olmadığını güvenilir bir şekilde tespit edebildiğini göstermektedir. İvmeölçerler ve GPS gibi ek sensörler, teşhis doğruluğunu artırır ve hayati konum verileri sağlıyor.”
CİHAZDAN BAĞIMSIZ ‘INTERFACE’
Derya Demirtaş sözlerini şöyle tamamlıyor: “Mevcut kalp durması tespit teknolojisi ile ‘HartslagNu’ ve 112 canlandırma çağrı sistemi arasında cihazdan bağımsız bir interface (“motor bloku”) sağlıyoruz. Motorun bir parçası olarak, kullanıcılara görsel-işitsel bir uyarı ve yanlış alarmı önlemek için ‘durdur düğmesi’ yaptık. Motor ayrıca, tıbbi müdahale ekiplerine, hastaya erişmeleri için kritik tıbbi veriler ve ek bilgiler sağlayan GDPR uyumlu profil depolaması sağlıyor. Teknik gelişmelere kapsamlı araştırmalar eşlik ediyor. Kullanıcı ihtiyaçlarını anlamak, Kl-algoritmasını eğitmek için kullanıcı araştırması, sinyal verisi araştırması, saha laboratuvarı ve simülasyon çalışmaları yapılacak,”
DERYA DEMİRTAŞ’I TANIYALIM
Derya Demirtaş, Twente Üniversitesi Endüstri Mühendisliği ve İşletme Bilişim Sistemleri Bölümü’nde Sağlık Hizmetleri Operasyonlarını Geliştirme ve Araştırma Merkezi’nde (CHOIR) yardımcı doçenttir. Araştırmaları, yöneylem araştırması, optimizasyon ve veri analitiği, konum teorisi ve bunların sağlık ve kamu hizmetlerine uygulamalarına odaklanmaktadır.
Dr. Demirtaş, NWO (Hollanda Araştırma Konseyi) Veni grant (2019), American Heart Association (AHA) Young Investigator Award (2015) ve National Association of EMS Physicians tarafından En İyi Poster Ödülü (2016) sahibidir. Ayrıca INFORMS Case Competition’da ikincilik (2020) ve INFORMS Section on Public Sector Yöneylem Araştırması en iyi bildiri yarışmasında ikincilik (2012) kazandı.. Araştırmaları Management Science, European Journal of Operational Research, Journal of the American College of Cardiology ve Circulation gibi en iyi dergilerde yayınlandı. 2018 yılında Georgia Tech’te Endüstri ve Sistem Mühendisliği ve Sağlık ve İnsani Sistemler Merkezi’nde misafir öğretim üyesi olarak afet müdahalesi üzerinde çalıştı.
AKADEMİK GEÇMİŞİ: Dr. Demirtaş, Lisans derecesini Orta Doğu Teknik Üniversitesi Bilgisayar Mühendisliği bölümünden çift anadal ile Endüstri Mühendisliği alanında almıştır (2008). Daha sonra, Kanada’daki Waterloo Üniversitesi’nden Kombinatorik ve Optimizasyon alanında MMath derecesini (2010) ve Kanada Toronto Üniversitesi’nden Endüstri Mühendisliği alanında doktora derecesini (2016) aldı.
MEDYADA: Dr. Demirtaş’ın araştırması, aralarında US News, Globe and Mail, CTV News ve Toronto Sun’ın da bulunduğu birçok medya kuruluşundaolduğu gibi, Hollanda’da da çeşitli organlarda yayınlandı.
Araştırma Alanları
Yöneylem araştırması, optimizasyon, mekansal veri analitiği ve bunların sağlık ve insani sektördeki uygulamaları: özellikle doğrusal ve tamsayılı programlama, belirsizlik altında tesis konumu, kapsama sorunları, uzay-zamansal trend analizi, halk sağlığı kaynak planlaması, afet sonrası kurtarma ve acil servis konumu problemler.
Projeler
Dr. Demirtaş’ın araştırmasının odak noktası, sağlık ve insani yardım sistemlerini iyileştirmeyi amaçlayan veriye dayalı karar vermedir. Projeleri şunları içerir:
Hastane dışı kalp durmasından (OHCA) sağkalımı iyileştirmek için halka açık defibrilatörlerin konumlarını optimize etme: Bu araştırmada, OHCA riskini analiz etmek ve otomatik harici defibrilatörlerin konuşlandırılmasına rehberlik etmek için matematiksel optimizasyon ve mekansal veri analitiği modelleri geliştiriyoruz ( AED’ler) halka açık ortamlarda.
Radyoterapide personel dağılımının optimize edilmesi: Bu projenin amacı, radyoterapide (RT) ön tedavi aşamasını bekleme süresi hedefleri içinde tamamlayan hasta sayısını en üst düzeye çıkarmaktır. Radyasyon tedavisi teknoloji uzmanlarının (RTT’ler) RT tedavi zincirinin tedavi öncesi süreci boyunca stokastik hasta gelişlerini göz önünde bulundurarak taktik planlamasına odaklanıyoruz.
Klinik kimya laboratuvarlarında süreç optimizasyonu: Bu projenin odak noktası, kan alımından ilk sonuçlara kadar olan operasyonları değerlendirmek ve teşhis geri dönüş süresini azaltmak ve laboratuvar performansını iyileştirmek için farklı konfigürasyonları ve önceliklendirme kurallarını araştırmaktır.
Afet sonrası kurtarma: Bu araştırmanın amacı, enkaz toplama konusunda karar vermeye yardımcı olacak verimli modeller oluşturmaktır. Maliyetleri en aza indirirken, toplumsal faydaları en üst düzeye çıkarırken ve bölgelerin bitişikliğini korurken, etkilenen alanı bölgelere ayırmaya ve bunları yüklenicilere atamaya odaklanıyoruz.