“Yakınındaki Ukrayna’da savaş sürerken, Türk dedikodu gazeteleri ne yazıyorlar?”
“Etkinliği büyük olan, toplamda 20 milyon tirajlı sansasyon gazeteleri, Ukrayna savaşını görmezden gelmiyor ama, dedikodu haberi rekabeti daha önde”
İlhan KARAÇAY’ın haberi:
Hollanda’nın ikinci büyük gazetesi ‘de Volkskrant’, Türkiye’de yayınlanan gazetelerin yayın içeriği ile dalga geçen bir haber yayınladı.
İstanbul’daki kalıcı muhabiri Rob Vreeken imzasıyla yayınlanan haberin başlığında, “Yakınındaki Ukrayna’da savaş sürerken, Türk dedikodu gazeteleri ne yazıyorlar?” denildikten sonra, ara başlıklarda da, “Etkinliği büyük olan, toplamda 20 milyon tirajlı sansasyon gazeteleri, Ukrayna savaşını görmezden gelmiyor ama, dedikodu haberi rekabeti daha önde” diye yazıldı.
İşte Rob Vreeken’in yazdıkları:
“Avrupa’da savaş var. Peki Türk gazetesi Takvim’in ön sayfasında dikkat çeken hangi haber var? Tabii ki, zarif ve ultra kısa kırmızı elbisesi ile Cansu Dere haberi.
Bu dünya haberine göre, Dere’nin Amerikalı sporcu sevgilisi Miles Champley-Watson, bu ilişkiyi bir kenara atarak, eski sevgilisi aktrist Madelaine Petsch ile yaşamaya başlamış.
Şakacı deyimleri kullanmayı seven Takvim, rengi atmış olan DERE için SON DERECE ÜZGÜN diye yazmış.
Türkiye’de toplam tirajı 20 milyonu bulan onlarca tabloid gazetesi arasında, kiosklardaki etajerde yer alan Takvim, Türk okuyucularına dedikodu, şiddet, çapraz kelime bulmacası, eğlence, futbol, siyaset ve ekonomi gibi sansasyonel haberler veriyor.
Tabii ki bu tabloid gazeteler, savaş haberlerini de görmezden gelemiyor. Ukrayna’da cereyan edenler, sansasyonel gazetecilik için iyi bir fırsat olmalı. Gazeteler, duygusal görüntü vermek için kendi üslupları ile yaratıcılık sergiliyorlar. Özellikle çocuk acısını öne çıkarmak için yarışıyorlar. Posta gazetesi, bir tren penceresinden umutsuz bakışları ile bir çocuğun fotoğrafını yayınlarken, büyük halflerle ‘BU ÇUCULARIN GÖZLERİNİ PUTİN’E GÖSTERİN’ başlığını atmış.
Renkler, büyük harfler ve grafik hünerleri ile bağıran ve dikkat çeken tabloid gazeteleri, daha önce büyük sayfalar halinde yayınlanırken de, Avrupa’dakilerden çok önce renkli fotoğraflar yayınlıyordu.
Open Sciety Institute, 2018 yılında yapmış olduğu bir araştırmada, palavra haberlerden en çok etkilenen halkın, Makedonyalılardan sonra Türkiyede yaşadığını açıklamıştı.
Böylece, ‘Tanınmış Türkler’ hakkında sayfalar dolusu dedikodu haberlerininin bir benzerini, Takvim’de dört tam sayfa halinde görebilirsiniz.
Örneğin Eylül Su ve Dilara Akyürek adlı iki aktristin bir fotoğrafınını görebilirsiniz. Haberin konusu şöyle: Dilara, arkadaşına yeni sevgilisinin fotoğrafını gösteriyor.
Hay Allah, sırf dekolte giysileri ile görüntülenmesi için, şarkıcı Simge Sağın taşınmış olduğu haberi var.
Bir de aktrist Merve Boluğur’un kadın okurlara bir tavsiyesi var. İlişkinin başlangıcında çok açık giyinilmemesi gerektiğini belirten Boluğur’un kendisi, siyah bir kısa etek elbisesinden göğüsleri fırlamış bir fotoğrafla lanse edildi.
Hayır hayır, Erdoğan’ın sokakta burkayı moda haline getireceğinden endişe edenler, rahat olsunlar.
Tabloidlerin hepsinde üçüncü sayfa cinayet ve şiddet olayları yer alır. Türkiye’de, ‘Dikkat et üçüncü sayfada yer alırsın ha’ lafı büyük bir tehdit sayılır.
Şiddet haberleri, Türk gazetelerinin en çok ses getiren haberleridir. Eski kocası ve arkadaşı tarafından öldürülen kadınlar, sokak kavgaları ve kazalar, dedikodu için iyi malzeme oluyorlar. Bu da tabii ki kadın hareketlerini organize edenler için iyi bir femin kaynak oluyor.
Başkan Erdoğan, 8 Mart Uluslararası Kadınlar Günü’nde yaptığı açıklamada, kadına şiddete karşı daha sıkı önlemler alındığını açıkladı.”
İşte böyle değerli okurlarım. Bir Hollandalı gazetecinin Türkiye’deki gazetelere bakış açısı böyle.
Ben de yarın, Hollanda gazetelerinde neler olduğunu yazacağım. Özellikle, Ukrayna’dan kaçanları, sırf sarı saçlı ve mavi gözlü oldukları için ‘bizden birileri’ diyerek evlerine misafir edeceklerini belirten Hollandalılar hakkında yazılanları da aktaracağım.
Yarını bekleyiniz.
Hastanelerin şişirme faturalar yazdığı iddiaları ve ödenen faturaların sigortalar tarafından ödenmediği şeklindeki iddialara yanıt.
Hastalık sigortalarının çok yüksek aidatlarını karşılamak için, devletin verdiği katkı gözardı edilmesin.
Tüm hastalık sigortaları (ziekenfonds) Türkiye’deki temsilcisi: Eurocross
İlhan KARAÇAY yazdı
Hollanda’da hastalık sigortası (ziekenfonds) üyesi olan herkes, Türkiye’de bulundukları sırada, hastanelerden yararlanabilirler.
Son aylarda çeşitli yayınlarda bu konuda şikâyetler okumaktayız.
Gerek yeterli sağlık yardımı alamadıklarını ve gerekse hastanelere çok para ödediklerini ifade eden yurttaşlarımız, kural bilmemenin kurbanı olmaktadır. Bu konuda bilinmeyenleri ortaya sermek için uzunca bir çalışma yapma durumunda kaldım.
İşte size, hastalık sigortası hakkında bilinmeyenler:
Hollanda’da 18 yaşına basan herkesin, hastalık sigortası yapma zorunluluğu vardır.
18 yaşından küçükler, ebeveynlerinin sigortasından yararlanmaktadır.
Bu sigortayı yaptırmayan bireyler, sigortaya ödenen aidatlardan daha yüksek bir meblağ ceza ödemektedir.
Hastalık sigortaları, yapılan anlaşmalara göre, tedavi masrafları ve ilaçların bedelini şartlı olarak ödemektedir. Bu nedenle, her yıl 1 ocaktan önce sigorta yaptırırken, şartlar iyice analiz edilmeli ve sigorta şekli seçilmelidir. Bu sigorta bazı belediyelerde de yaptırılabiliyor.
Sigorta aidatları genellikle 100 ile 200 euro arasında değişiyor. Ne kadar çok öderseniz, sağlık yardımı alma sınırınız o kadar geniş olur. Örneğin, diş tedavisi, ilaç alımı ve yılllık riziko bedelleri anlaşmaya göre saptanmaktadır.
Hollanda’da asgari ücret alanların hepsi, yaptırdıkları sigorta için her ay 100-110 euro sübvansiyon alabilmektedir.
YURT DIŞI SAĞLIK HİZMETİ
Hollanda dışında olduğunuz sıralarda hastalanmanız halinde, yapılması gerekenleri bilmek lâzım. Daha önce Agis sigortasının İstanbul’da açtığı özel bir büro, bu sigortaya üye olan hastaları, her şehirde anlaşma yaptıkları bir hastaneye sevk ediyordu. Agis sigortasında naçizane şahsım da Halkla İlişkiler işine bakıyordum ve bazen de Türkiye’deki çalışmalara katılıyordum.
Ne yazık ki bir Achmea Holding kuruluşu olan Agis sigortası kapandı ve bu kuruluşun üyeleri yine bir Achmea kuruluşu olan Zilverkruis kuruluşuna aktarıldı.
Eskiden Agis İstanbul’a başvuranlar, şimdi Türkiye’deki Eurocross kuruluşuna başvurabilirler. Aslında bu kuruluş da Achmea Holding’e bağlıdır ama diğer sigortalar için de hizmet veriyor.
Türkiye’de hastalık halinde, İstanbul’daki Eurocross’u (0090 216 265 15 25) arayabileceğiniz gibi, Hollanda’daki Eurocross merkezini de (0031 71 364 12 22) arayabilirsiniz.
Eurocroos’un email adresi: info@eurocrossturkey.com.tr
Türkiye’de, araya eurocross girmeden de sağlık yardımı alabilirsiniz. Bunun için, sigorta şirketinden alacağınız N/TUR 111 formulü gerekmektedir. Bu formüle sahip olduğunuz zaman devlet hastanelerinde sağlık yardımı alabilirsiniz.
N/TUR 111 formülünüz yoksa, Eurocross’a telefon edin. Eurocross bu formülü anında hastaneye gönderir.
Formül için arayacağınız telefon numaraları:
Türkiye’de doğmuşsanız:0031 72 527 75 95 veya 527 76 77
Türkiye’de doğmamışsanız:0031 40 297 57 50 veya 297 58 20
DigiD devlet şifresi olanlar, N/TUR 111 Formülünü bilgisayarda da bulup print edebilirler.
Eurocross, Türkiye’deki hastanelerin çoğunluğuyla sözleşmelidir. Sağlık hizmeti almak için başvuracağınız hastaneye sigorta kartınızı gösterdikten sonra Eurocross ile görüşmelerini sağlarsanız, masrafların Eurocross tarafından ödenmesini de sağlamış olursunuz.
Hastane bu durumu kabul etmezse, yapacağınız ödemenin faturasını Hollanda’daki sigortanıza gönderin. Sigorta, anlaşmanız çerçevesinde bu meblağı size ya tam öder veya kısmen.
Türkiye’deki sağlık durumları tehlike arzedenler, istedikleri takdire, Eurocross tarafından organize edilecek ambulans uçakla Hollanda’ya taşınırlar.
HOLLANDA’DA SAĞLIK SİGORTALARI
Hollanda’da ilk sağlık sigortası Nijmegen’de marangozlar locası tarafından 1741 yılında “De Timmermansbus” adıyla kuruldu. (Şimdiki VGZ’in öncüsü)
Daha sonra kurululan sağlık sigortaları, bu hizmetin gönüllülükten çok zorunlu olmasından sonra portföylerini satmaya başladılar.
2007 yılında Hollanda’daki sağlık sigorta firması sayısı 15 idi.
Şimdiki sigorta şirketleri de, Zorgverzekeraar Nederland-ZN (Hollanda Sağlık Sigortaları) adı altında ortak bir sisteme tabi olarak çalışıyorlar.
Bu yılın kasım aynıda sigorta şirketleri aylık prim miktarlarını açıklayacaktır.
Bağlı olduğunuz mevcut sigorta şirketinden bir başka sigortaya geçmeniz için 1 Ocak’a kadar vaktiniz var.
SOSYAL GÜVENLİK KURULU’NUN AÇIKLAMASI HAKKINDAKİ HABER
Gurbetçiler daha önce Türkiye’ye geldiklerinde sağlık ve tedavi hizmetlerinden yararlanabiliyor, ilaçlarını da eczanelerden temin edebiliyorlardı. Ancak Sosyal Güvenlik Kurumunun 1 Eylül 2019 tarihi itibariyle yaptığı düzenleme sonucu “acil haller” durumu haricindeki tüm sağlık ve tedavi hizmetlerinden doğan masraflar bu hizmetleri kullanan kişilere fatura edileceğini belirtti.
Almanya, Avusturya, Belçika ve Hollanda gibi ülkelerde sahip olunan sağlık sigortaları daha önceki yıllarda gurbetçiler, ikamet ettikleri ülkede bağlı bulundukları sigortadan aldıkları kağıt ile Türkiye’ye geliyor, Türkiye’de bulundukları il veya ilçedeki Sosyal Güvenlik Kurumuna bu kağıdı vererek YUPASS numarası alınıyordu.
YUPASS Numarası Nedir?
YUPASS açılımı Yurtdışı Provizyon Aktivasyon Sağlık Sistemi’dir. Türkiye’de sigortası olan bir kişi sağlık hizmetinden yararlanmak istediğinde Türkiye Cumhuriyeti Kimlik Numarasıyla işlemleri yapılırken, yurtdışında yaşayan ve orada sigorta sahibi olanların ise YUPASS numarasıyla işlemleri yapılmaktadır. YUPASS numarası, Türkiye ile sağlık sigortası alanında sözleşme imzalayan ülkelerde yaşayan sigortalıların, Türkiye’de alacağı sağlık ve tedavi işlemlerinden yararlanabilmesi için gerekli olan bir numaradır.
Gurbetçiler Türkiye’deki Sağlık ve Tedavi İşlemlerine Para Ödeyecek mi?
Tüm Eczacı İşverenler Sendikası Genel Başkanı Ecz. Nurten Saydan, “Türkiye ile sağlık alanında sözleşme imzalamış ülkelerde ikamet edenlerin Türkiye’de geçirdiği süre boyunca yurt dışında bağlı oldukları sağlık sigortası şirketinden sağlık belgesi almaları şartı ile sağlık hizmetlerinden ücretsiz olarak yararlanma hakları vardı.” diyerek yeni düzenleme hakkında cümlelerine şu sözlerle devam etti:
“YUPASS numarası, Türkiye ile sağlık sözleşmesi imzalayan ülkelerde yaşayan sigortalıların Türkiye’ye geldiklerinde sağlık hizmetlerinden yararlanabilmeleri için verilmektedir. Bu numarayla Türkiye’de ikamet eden sigortalı bir kişinin eczane ve hastane hizmetlerinde provizyon sorgulama işlemleri T.C. Kimlik Numarası ile yapılırken, Türkiye ile sağlık sözleşmesi imzalayan ülkelerde yaşayan sigortalıların Türkiye’deki eczane ve sağlık hizmetlerinde ise YUPASS numarasıyla provizyon sorgulaması yapılmaktadır. Türkiye’ye sıla yolu ya da izinli olarak Almanya, Avusturya, Hollanda, Belçika, Makedonya, Romaya, Arnavutluk, Bosna Hersek, Çek Cumhuriyeti, Lüksemburg’dan gelen gelen gurbetçilerimiz bulundukları il veya ilçedeki Sosyal Güvenlik Hizmetleri Kurumuna başvurarak YUPASS numarası alarak sağlık hizmetlerinden yararlanabiliyordu. Ancak 1 Eylül 2019 itibariyle yapılan değişiklikle SGK geçici süre ile ülkemize gelen gurbetçilerimizi turist olarak kabul ediyor ve sadece acil durumlarda yazılan ilaçlarını karşılıyor.”
Gurbetçiler Hastaneye Gittiğinde Turist Olarak Kabul Edilecek
TEİS Genel Başkanı Ecz. Nurten Saydan, “Eczacılar olarak kurumdan uygulama değişikliklerini yaparken önce resmi duyuru yapmasını istiyoruz. Maalesef kurum önce uygulamaya başlıyor sonradan duyuru yayınlıyor. Vatandaşa karşı güç durumda kalıyoruz.” diyerek şunları söyledi; “Suriyeli misafirler ilaç katılım payı, muayene ücreti vs. ödemeden tüm ilaçlarını alabilmekte ancak, gurbet ellerde çalışan ülkeye döviz girdisi sağlayan vatandaşlarımızın anavatana gelmeleri SGK tarafından “turistik gezi” olarak kabul edilmekte ve ilaç paralarını kendileri ceplerinden karşılamak zorunda kalmaktadırlar. Eczane eczacılarının sendikası TEİS olarak, bu durumun eczanelerimizden kaynaklanmadığını, kurumun uygulaması olduğunu gurbetçi vatandaşlarımızın ve vatandaşlarımızın bilgisine sunmak istiyor, bu uygulamanın da bir an önce düzeltilmesini talep ediyoruz. “
SOSYAL GÜVENLİK KURUMUNUN TALİMATINDA NE YAZIYOR?
Sosyal Güvenlik Kurumunun, ‘Acil Sağlık Yardımlarına İlişkin Açıklama’ başlıklı talimatı şu şekilde: “YUPASS programı kapsamında yer alan ülkelerden Fransa’dan geçici olarak (turistik amaçlı) ülkemize gelenler için bu ülke ile imzalanan sosyal güvenlik sözleşmesinde acil hal tanımı bulunmadığından Fransa sigortalıları hariç olmak üzere, Almanya için T/A 11, Avusturya için A/TR3, Belçika için BE/TR 111 (B.T.8) ve Hollanda için N/TUR 111 sağlık yardım hakkı formüleri bulunan sigortalılara sadece acil hallerde sağlık yardımı verilecektir. Sağlık hizmet sunucuları tarafından acil haller dışında sağlık yardımı verilmesi durumunda sağlık yardım masrafları kurumumuzca karşılanmayacaktır. Sosyal güvenlik il müdürlükleri/sosyal güvenlik merkezlerine yukarıda belirtilen sağlık yardım hakkı formülerlerinden birini ibraz eden sözleşmeli ülke sigortalılarına, sağlık hizmet sunucularından sadece acil servislerinden sağlık hizmeti alabilecekleri hususunda bilgi verilecektir.”
Hangi Ülke Sigortalıları Türkiye’de Ücretsiz Sağlık Hizmetlerinden Yararlanacak?
SGK’nın yaptığı açıklamaya göre Fransa’da sigortalı olanların geçici olarak (turistik) Türkiye’ye gelmesi durumunda, Türkiye ile Fransa arasında imzalanan sosyal güvenlik sözleşmesinde “acil hal tanımı” bulunmadığından Fransa’daki gurbetçiler bu düzenlemeden muaftır. Almanya, Avusturya, Belçika, Hollanda’da sigortaları bulunan gurbetçiler Türkiye’deki sağlık hizmetlerinde “acil durumlar” haricinde kalan durumlarda ücret ödeyecek.
Hollanda’da 25 yıldır yayın yapan Doğuş gazetesine, önümüzdeki 14, 15 ve 16 mart tarihlerinde yapılacak olan yerel seçimler için bir analiz yazan İlhan Karaçay, Türk seçmenlerin Hollanda yönetimlerindeki önemini dile getirdi.
DOĞUŞ’da iki sayfa halinde yer alan ve bugün piyasaya çıkan gazetedeki haber aşağıda.
HOLLANDA’DA GÖÇMENLERE TANINAN SEÇME VE SEÇİLME HAKKININ ANALİZİ
‘Türkler uyum sağlayamıyor’ diyenlere tokat gibi sayılar:
Hollanda’ya, 3 Bakan, 20 milletvekili, 2 senatör, 24 İl Genel Meclisi Üyesi, 1000’i aşkın Belediye Meclis Üyesi kazandırdık.
*Türkler’in Hollanda seçimlerindeki rolleri…
*Türkler’in lobi oluşturmadaki olguları…
Sadece Hollanda’da değil, tüm Avrupa’da, ‘Türkler uyum sağlayamıyor’ iddiasını savunan bilgisizlere tokat gibi sayılar:
Bu güne kadar Hollanda’ya, 3 Bakan, 20 milletvekili, 2 senatör, 24 İl Genel Meclisi Üyesi, 1000’i aşkın Belediye Meclis Üyesi, Devlet Daireleri ve Holdinglerde onlarca üst düzey yönetici ve yüzlerce doktor, avukat, mühendis, işadamı ve binlerce esnaf kazandırdık.
Önümüzdeki 16 mart günü Hollanda’da Belediye Meclis üyeleri seçilecek.
Bu seçimde, Hollanda’da 5 yılını doldurmuş herkes seçebilecek ve seçilebilecek.
Hollanda, 1986 yılında 150 yıllık anayasada bir değişiklik yaparak, yerel seçimlerde, Hollanda tabiyetinde olmayanlara da seçme ve seçilme hakkı tanımıştı. Bunun için sadece ‘Ülkede 5 yıl ikamet etmiş olma’ şartı vardı.
1986 yılında yapılan ilk yerel seçimlerde, ülkenin çeşitli yerlerindeki belediye meclislerine 12 Türk seçilmişti. Daha sonraki seçimlerde, seçilen Türkler’in sayıları artmaya başladı ve her seçimde 200’ü aşkın Türk seçilir oldu. Bu arada, Belediye Başkan Yardımcılığı’na yükselen Türkler olduğu gibi, semtlerde Belediye Başkanı olan Türkler de oldu.
Türkler’in seçme ve seçilme haklarını elde etmeleri ile birlikte, lobicilikleri de güçlenmiş oldu. Bunun semeresini daha ilk seçimlerde görmüştük.
Hollanda’da, Hıristiyanlar’ın, Katolik, Protestan ve Ortadoks mezhebinde olanların, Radyo ve Televizyonlarda yayın hakları vardı ama, Müslümanlar’ın böyle bir hakkı yoktu. Yıllarca süren çabalar işe yaramamıştı ve hatta, ‘Siz bu işi unutun’ uyarısı bile yapılmıştı.
Ama 1986 yılındaki seçimler öncesinde başlayan seçim kampanyaları sırasında, Türk seçmenleri camilerde ve derneklerde ziyaret eden Başbakan, Bakanlar ve muhalefet liderleri, Türkler’in bu isteğine yardımcı olacakları sözünü verdiler.
Bu sayede Türkler aynı yıl bu hakkı kazandılar ve İslam Yayın Kurumu adı altında radyo ve televizyon yayını hakkını elde ettiler. Türkler’e bunun için 5 milyon gulden yıllık bütçe ve bir de villa tahsis ettiler.
Siyasi parti liderleri, 1986 Yerel seçimleri öncesinde Türk medyasından da yararlanmaya çalıştılar. Fotoğraflarda, İşçi Partisi lideri Den Uyl (soldaki fotoğraf) ve CDA Partisi lideri ve Başbakan Lubbers (sağdaki fotoğraf) İlhan Karaçay’a vaatlerde bulunurken görünüyorlar.
Türkler’in yerel seçimlerde elde ettikleri bu güç, Hollanda tabiyetine geçen ve genel seçimlerde oy kullananlar sayesinde daha da gelişti. Nüfusu 700 bine yaklaşan Türkler’in, 429 bini Hollanda tabiyetine geçmiş durumda. Böylece Türkler, genel seçimlerde de seçme ve seçilme hakkı ile güçlenmiş oldu.
Öyle ki, bizim de katıldığımız ilk seçimde 3 Türk asıllı parlamenterimiz oldu. Bu sayılar daha sonra 6’ya yükseldi. Hatta Nebahat Albayrak Devlet Bakanı bile olmuştu. Son yapılan seçimler sonrasında da Günay Uslu Kültür ve Medya’dan Sorumlu Devlet Bakanı, Dilan Yeşilgöz de Adalet Bakanı oldular.
O zaman olduğu gibi, şimdi de, ‘Bir gün Başbakan’ın adı Ali olacak’ diye hayaller kuruyoruz. Ama, bu koltuğa Günay Uslu küçük yaşındayken göz koymuş. Kim bilir, belki bundan sonraki Hollanda Başbakanının adı Günay olur.
Türkler’in lobi gücünü düşürmek isteyen Hollanda medyası, seçimlere katılım oranını hep düşük gösterdi. Sonuçta bu hesap tahminden başka bir şey değildi. Ama biz her seçimde, Türkler’in verdiği tercihli oyları saydık. Türkler’in her zaman seçimlere ilgi gösterdiğini saptadık. Türkler’in seçimlere katılım oranı yüzde 70’lerin altına düşmüyordu.
Bu kez de, Hollanda’da 16 martta yapılacak olan yerel seçimlerde 350 bin Türk’ün oy kullanmasını bekliyoruz.
Ben şahsen oldum olası, ayrı bir parti kurup kendimizi soyutlamaktan yana değilim. Ben hep, çeşitli siyasi partiler içinde yer almamızı yeğlemişimdir. Zira, siyasi partiler içinde davamıza destek olacak Hollandalı partidaşlarımız olacaktır.
Ne var ki, siyasi partiler, Milletvekili, Belediye Meclis Üyesi ve İl Genel Meclisi Üyesi olan Türk asıllılara, bırakın destek olmayı, köstek oldular ve hatta partilerinden attırdılar.
Bunun ilk örneğini 2006 seçimleri öncesinde Ayhan Tonca, Osman Elmacı ve Erdinç Saçan’ın, sözde ‘Ermeni soykırımını tanımıyorlar’ gerekçesi ile aday listelerinde çıkarılışı sırasında yaşadık.
O zaman çok kızmıştık. Türk kökenli seçmenlerin önemini anlamayan siyasi partilere ders vermek için, az da olsa birlik olmuştuk ve oylarımızı Fatma Koşer Kaya’ya vermiştik. O zamanlar medya, Türk kökenlilerin verdikleri oylar ile D66 Partisini kurtardıklarını yazmıştı.
İkinci dışlanma örneğini yedi yıl önce yaşadık. Zamanın Başbakan Yardımcısı ve Sosyal İşler Bakanı Lodewijk Asscher’in, yabancılar politikasına tepki gösterdikleri için, İşçi Partisi’nden atılan Tunahan Kuzu ile Selçuk Öztürk, mecliste kendi gruplarını oluşturdular ve sonra da DENK adında bir parti kurdular.
‘Yabancıların umudu’ olarak kurulan DENK Partisi’ni daha da güçlendirmek için, diğer yabancı kökenli siyasetçiler ile birleşmeyi amaçlayan Kuzu ve Öztürk, amaçlarına ulaşmışlardı.
DENK Partisi, 16 Martta yapılacak yerel seçimlerde, gerek kendi ölçümlerinde ve gerekse partiye gönül verenlerin nazarında başarılı olacak gibi. ‘Gibi’ diyorum, zira parti Faslılar’ın eline geçmiş gibi. Öncenin aktif adamı Tunahan Kuzu biraz durulmuş gibi. Ama yine de DENK Partisi’nin 16 Mart seçimlerinde başarılı olmasını bekliyoruz.
16 Marttaki seçimde, çeşitli siyasi partilerin listelerinde pek çok Türk adayın isimleri yer alıyor. Özellikle küçük Belediyeler’de 300 veya 400 tercihli oy ile seçilebilen Türkler’in toplam sayısının bu defa 300’ü geçmesi bekleniyor.
TARİHE GEÇEN İLK SEÇİLEN TÜRKLER
Hollanda tabiyetinde olanların seçip seçilebildiği genel seçimlerde, Türk kökenlilerin verdikleri tercihli oylar ile desteklenmiş olan Nebahat Albayrak (solda) ve Fadime Örgü (sağda), Hollanda parlamentosuna giren ilk Türk kökenliler oldular.
Nebahat Albayrak, 1970 yılında Hollanda’ya aile birleşimi kanalıyla geldi. Lieden Üniversitesi’ni bitirdikten sonra Paris ve Ankara’da özel eğitim gördü. 1990 yılında Hollanda Irkçılıkla Mücadele Bürosunda çalıştıktan sonra, 1993-1998 yılları arasında Hollanda İçişleri Bakanlığı’nda çalıştı. 1998 seçimlerinde İşçi Partisi listesinden parlamentoya girdi ve ikinci dönemde de seçildikten sonra Adalet Bakanlığı Devlet Sekreteri (Devlet Bakanı) oldu.
Nebahat Albayrak, 2012 yılında girdiği Shell firmasında, 2016’dan bu yana Başkan Yardımcılığı yapıyor.
Fadime Örgü, 4 yaşındayken aile birleşimi kanalıyla Hollanda’ya geldi.Tiburg Üniversitesini bitirdikten sonra, 1998 yılında Hürriyetçi Liberal Parti VVD’den milletvekili seçildi.
Partisinin medya sözcülüğünü yapan Fadime Örgü, şimdi Voleybol Federasyonu’nda yönetici ve iki Konut Kooperatifi’nde Başkanlık yapıyor.
PARLAMENTOYA MİLLETVEKİLİ OLARAK GİREN DİĞER İSİMLER:
Nihat Eski, Fatma Koşer Kaya, Coşkun Çörüz, Tunahan Kuzu, Selçuk Öztürk (DENK), Nevin Özütok (Yeşiller), Zihni Özdil Yeşil Sol, Cem Laçin SP, Dilan Yeşilgöz-Zegerius, Sadet Karabulut SP, Mahir Alkaya SP, Cem Laçin (Sosyalist Partisi). Nilüfer Gündoğan VOLT, Mahir Alkaya, Hülya Kat D66, babası Türk olan Stephan van Baarle.
İlk Belediye Meclis Üyesi: Musa Öztürk
Hollanda’da, Türkler’e seçme ve seçilme hakkı verilmeden önce, Hollanda tabiyetine geçmiş olan Musa Öztürk Belediye Meclisi’ne ilk seçilen Türk olmuştu.
1980-1986 yılları arasında Rotterdam’ın Charlois bölgesi Belediye Meclisi’ne İşçi Partisi listesinden giren Öztürk, Türkiye’de Hürriyet gazetesine yarım sayfa haber konusu olmuştu.
Yabancıların seçip seçilebildiği 1986’daki ilk yerel seçimlerde 12 Türk Belediye Meclislerine girmeyi başarmıştı. Fotoğraflarda soldan sağa, Seçil Arda, İsmail Aykut, Osman İskender Kaptanoğlu, Faruk Cansızlar, İsmail Baykoç, Naci Demirbaş (rahmetli oldu) ve Yusuf Toprak hatırlayabildiğim isimlerdi.
1986’yı takip eden diğer yerel seçimlerde, Türkler daha organizeli girdikleri yarışlarda büyük başarı elde ettiler.
Hollanda Belediye Meclislerindeki sayıları bazı dönemlerde 200 ve 250’yi bulan Türklerin, bugüne kadar toplamda 1000’i aşkın meclis üyesi çıkardıkları biliniyor.
İLK SENATÖRLERİMİZ:
Düzgün Yıldırım
2007 yılında yapılan yerel seçimler sonrasında senatoya seçilen ilk Türk olan Düzgün Yıldırım, 18 Ağustos 1963 doğumlu. 1980 darbesinden sonra Hollanda’ya iltica eden Yıldırım, gündüzleri çalışırken, geceleri de tahsiline devam etti. Hengelo’da Çok Kültürlü Gençlik Merkezi’ni kurdu ve 1994 yerel seçimlerinde Zwolle Belediye Meclisi’ne seçildi. Daha sonraki seçimde de aynı başarıyı gösteren Yıldırım, aynı zamanda Overijssel İl Genel Meclisi’ne seçildi ve grup başkanı oldu. 2007 yılında yapılan Senato seçimlerinde listenin 18’inci sırasındaydı ama tercihli oylarla seçildi. Ne var ki, bağlı olduğu Sosyalist Partisi, Düzgün Yıldırım’ın aldığı tercihli oyları önemsemedi ve istifa ederek yerini listenin üst sıralarındaki birine devretmesini istedi. Yıldırım bu isteğe olumsuz yanıt verdi. Bunun üzerine parti başkanı Marijnissen 17 Temmuz 2007’de ‘kesin istifa’ ültimatomunu verince ipler koptu. Yıldırım , 7 Eylül 2007 günü senatörlükten değil, partisinden istifa etti ve Solidara adlı partisini kurarak siyasete devam etti.
Katıldığı Pauw &Witteman TV programı ile popülaritesi artan Yıldırım, 2009 yılında yapılan Avrupa Parlamentosu seçimlerine aynı parti adına katıldı ama kazanamadı.
Hamit Karakuş
22 Şubat 1965 doğumlu Hamit Karakuş, 1960’lı yıllarda Hollanda’ya gelen babasının ardından 1973 yılında ailesiyle birlikte Hollanda’ya geldi. Bir yandan eğitimini tamamlarken, diğer yandan babası gibi bir halıcı firmasında çalıştı.
Siyasette başarılı olmuş Türklerden biri de Hamit Karakuştur.
Polislik yaptığı yıllarda, politikaya ilgi duyan Karakuş, İşçi Partisi adayı olarak girdiği seçimlerde kazanamamıştı. Ama Karakuş’un yeteneğini fark eden parti yöneticileri, O’nu Rotterdam İl Başkan Yardımcısı yaptılar. 2002-2006’da İl Başkan Yardımcısı olan Karakuş, 2006’daki yerel seçimlerde, Rotterdam Belediye Meclisi’ne girmeyi başardı.
Karakuş, ‘Lokoburgemeester’ sıfatı ile, Belediye Başkanı’nın olmadığı zamanlarda Başkanlık koltuğuna oturuyordu.
2014 yılında liste başı olarak girdiği seçimlerde İşçi Partisi kaybedince, üstlenmiş olduğu görevlerden istifa eden Karakuş, 2014 yılından bu yana ‘Platform31’in, 2019’yılından bu yana da ‘Araştırma Enstitüsü’nün Genel Müdürlüğü’nü yapıyordu.
Karakuş, Düzgün Yıldırım’dan sonra, ‘Türk asıllı ikinci Senatör’ olmayı başarmış bir siyasetçi olarak tarihe geçti.
İLK İL GENEL MECLİSİ ÜYELERİMİZ:
Songül Akkaya
Amsterdam Üniversitesi’ni bitirdikten sonra siyasete giren Songül Akkaya, 12 Vilayetten oluşan Hollanda’da, Amsterdam ve Haarlem’i de içine alan ‘Kuzey Hollanda İli’ne, 2004 yılında ilk Türk olarak seçildi. Başarılı faaliyetlerden sonra iş hayatına atılan Akkaya, şimdilerde, anlaşmazlıkları mahkeme öncesinde arabuluculuk yaparak çözen ‘YS-Arabuluculuk ve Danışmanlık’ bürosunu yönetiyor.
Köksal Gör
Kuzey Hollanda İl Genel Meclisi’ne seçilip, 2013 yılına kadar üç dönem üyelik yapan Türk kökenli ilk üyelerden Köksal Gör, ‘Stichting Witboek (Beyaz Kitap)’ adlı bir vakıfa ait olan 4 İslam Yatılı Okul’unu yönettiği için, hakkında yapılan şikâyet ve itirazlar sonrasında Başbakan Rutte’nin zorlaması ile istifa etmek mecburiyetinde kaldı. Köksal Gör, şimdilerde Yeşil Enerji işiyle ilgileniyor.
1986 seçimlerinde belediye meclislerine giren 12 Türk’ün yedisi ile TRT için bir röportaj yapmıştım. Seçil Arda, İsmail Aykut, Osman İskender Kaptanoğlu, Faruk Cansızlar, İsmail Baykoç, Naci Demirbaş (rahmetli oldu) ve Yusuf Toprak ile yapmış olduğum bu röportajı izlemek isterseniz Google veya Youtube’de https://www.youtube.com/watch?v=rPcK–DSrAM linki ile arama yapınız.
Araştırmacıları muhatap kabul etmeyen Gündoğan’nın13 kişiyi taciz ettiği iddiası var.
Elle sarkıntılık, tedhiş-gözdağı ve istenmeyen cinsel sarkıntılıkla suçlanan milletvekilinin, suçsuzluğunu ispat etmek için başvurduğu mahkemedeki duruşma salı günü yapılacak.
Ülkenin en ünlü avukatı Geert-Jan Knoops, ,”Parti haksız bulunacak ve Gündoğan aklanacak’ diyor.
İlhan KARAÇAY’ın haberi:
İki hafta önce Volt Partisi tarafından ‘sınırı aşan tacizler’ suçlaması ile, yapılacak olan soruşturmanın sonuna kadar partiden ihraç edlen milletvekili Nilüfer Gündoğan, araştırma bürosunun yaptığı çalışmalardan sonra yeniden suçlu kabul edildi ve partisinden kesin olarak ihraç edildi.
Gündoğan’ın muhatap olarak kabul etmediği araştırma bürosu, Gündoğan’ın, “Hakkımda olsa olsa bir şikâyet vardır” cevabına karşı, 13 şikâyet olduğunu, bu şikâyetlerin ‘Elle sarkıntılık, tedhiş-gözdağı ve istenmeyen cinsel sarkıntılık’ olduğunu açıkladı.
Partinin çeşitli alanlarında çalışan 16 kişiyle konuşulduğunu ve 13 kişinin şikâyette bulunduğunu belirten partinin fraksiyon başkanı Laurens Dassen, Gündoğan’ın araştırmaya katılmayışına anlam veremediğini söyledi.
Gündoğan’nın, yapılan araştırmadan sonra kesin suçlu olduğuna inandıklarını belirten Dassen, “Bu durum karşısında kendisi hakkında kesin ihraç kararı almak mecburiyetinde kaldık” dedi.
Yapılan kesin ihraç kararından birkaç saat sonra twitterde bir açıklama yapan Nilüfer Gündoğan, kendisine yapılan muamelenin ‘alçaklık, rezalet ve iftira’ olduğunu beirtti.
Seçilen araştırma bürosunun güvenilir ve tarafsız olmadığını, bu nedenle de muhtap kabul etmeyerek soruşturmaya katılmadığını belirten Gündoğan, “Şayet sınırı aşan cinsel taciz olayı olsaydı, savcılık devreye girerdi” dedi.
Bu nedenle partisi hakkında mahkeme talebinde bulunduğunu belirten Gündoğan’ın ünlü avukatı Geert-Jan Knoops da yaptığı açıklamada, “Parti haksız bulunacak ve Gündoğan aklanacak” diyor.
***********************************
Gündoğan hakkında daha önce yayınlamış olduklarımı altta sizlere fotoğrafsız olarak yeniden sunuyorum.
HOLLANDA’DA YAŞANAN CİNSEL TACİZ OLAYLARI, BU KEZ BİR KADIN TACİZCİ NEDENİYLE BAŞKA BİR BOYUT KAZANDI
Cinsel taciz ile suçlanan kadın, Türk kökenli milletvekili Nilüfer Gündoğan.
Partiden yapılan açıklamada, gelen çeşitli şikâyetler üzerine, Gündoğan’ın partiden ihraç edildiği ve Gündoğan’ın parti adına hiçbir tasarrufta bulunamayacağı belirtildi.
Suçlamaya çok şaşırdığını ve hiçbir şeyden haberi olmadığını belirten Gündoğan, bu suçlamanın, kendisini uzun süredir tehdit edenlerin bir komplosu olduğunu sanıyor.
İlhan KARAÇAY’ın haberi
Sanat, siyaset ve spor camiası içinde, cinsel taciz olayları ve suçlananların art arda istifaları ile çalkalanan Hollanda’da, şimdi de bir kadın tacizci haberi, ortalığı yeniden karıştırdı.
Olayın kahramanı, Türk kökenli milletvekili Nilüfer Gündoğan.
Gündoğan’ın bağlı olduğu VOLT Partisi’nden yapılan bir açıklamada, kendilerine gelen şikâyetler üzerine, Gündoğan’ın parti ile ilişkisinin kesildiği ve parti adına hiçbir tasarrufta bulunamayacağı belirtildi.
Şikâyetlerin araştırılması için özel bir büroya talimat verildiği belirtilen açıklamada, mağdurların rahat bir şekilde çalışabilmeleri için, Gündoğan’ın partiden uzak durması istendi.
Gelişmelerden sonra konuşan Nilüfer Gündoğan, bu durum karşısında şaşkınlık geçirdiğini ve hiçbir şeyden haberi olmadığını belirtirken, ‘Bunlar belki de, uzun süredir beni tehdit edenlerin bir oyunudur’ dedi.
VOLT Partisi’nin mecliste korona sözcülüğünü yapan Gündoğan, özellikle Forum voor Democratie partisi mensupları ile sert tartışmalar yapıyordu. Telefon, posta, email ve twitter yoluyla tehdit edildiğini ve annesine de küfürler yağdırıldığını belirten Gündoğan için, polis tarafından koruma önlemleri alınmıştı.
Gündoğan hakkında parti tarafından yapılan açıklamada, tacizin şekli ve kaç kişiye yapıldığı konusunda bilgi verilmedi.
Parti’nin ihraç kararı, Gündoğan’ı milletvekilliğinden düşürmedi. Gündoğan, kendi isteği ile milletvekilliğinden istifa etmemesi halinde, tarafsız veya bir parti kurarak milletvekili olarak kalacak.
NİLÜFER GÜNDOĞAN OLAYI GÜNCELLİĞİNİ KORUYOR
Hollanda’yı birkaç gündür meşgul eden Nilüfer Gündoğan olayının içyüzü esrarengizliğini koruyor.
Gündoğan’ın, partiden uzaklaştırılmasına neden olacak ‘sınırı aşan hareket’lerin ne olduğu, gerek parti ve gerekse Gündoğan tarafından hâlâ açıklanmadı.
15 Şubat tarihli twitter hesabından bir açıklama yayınlayan Nilüfer Gündoğan, direnişçi bir yapıya sahip olduğunu, gerek tehdit edenler ile ve gerekse kendisi hakkında tacizci suçlaması yapanlarla mücadele edeceğini belirtirken, ülkenin en ünlü avukatlarından Geert-Jan Knoops ile haklılığını ortaya çıkaracağını söyledi.
Nilüfer Gündoğan hakkında yayınlanan gazete haberleri ve televizyon programlarında, her iki tarafın ketumluğu eleştitiliyor.
Değerli Okurlarım,
Deventer eski başkonsolosumuz sevgili Orhan Ertuğruloğlu dün beni aradı ve Nilüfer Gündoğan haberleri konusunda fikir teatisinde bulunduk. Ertuğruloğlu, Hollandaca dilini çok iyi bir şekilde Türkçeye çeviren bir bilgiye sahip. Hatta her Pazar günü hiç üşenmeden, Hollanda’da sahnelenen bir tiyatro oyununu uzun uzun tercüme eder ve Facebook’a koyar. Bu konuda çok takdir ve teşekkür alır.
Eski Başkonsolosumuz, iyi takip ettiği haberlerden, Gündoğan için bakınız nasıl bir kanıya varmış. Aynen yayınlıyorum.
Bugün TV’de yer alan haberlerde duruma açıklık getirildi ve Nilüfer Gündoğan’ın, parti personeline kötü muamele ettiği, o nedenle personelin şikayetçi olduğu, hakkında tahkikat açıldığı bildiriliyor. Türkçeye Şirazeyi aşan davranışlar şeklinde çevirebileceğim. Hollandaca ‘grensoverscrjdend gedrag’ -behaviour overstepping boundaries- ibaresi, genellikle cinsel taciz ve sarkıntılık anlamında kullanılıyorsa da, nadiren bu anlama da gelebiliyor.
Nilüfer ise, 41.000 oy aldım, görevime kimse son veremez. Görevimin başındayım diyor.
**********************
VOLT PARTİSİ VE NİLÜFER GÜNDOĞAN
Hollanda genel seçimlerine ilk kez katılan VOLT Europa Partisi (Genelde sadece VOLT olarak söz ediliyor), sürpriz bir şekilde üç koltuk kazandı. Parti seçim listesinin ikinci sırasında yer alan Nilüfer Gündoğan da böylece meclise girmiş oldu.
Sizlere Nilüfer Gündoğan’ı tanıtmadan önce, çok ilginç bir yapıya sahip olan VOLT Partisi’nden söz edeyim.
2017 Yılında İtalya’da Andrea Venzon tarafından kuruldu. İdeolojik yapısı, sosyal liberal ve tam bir Pan-Avrupa taraftarı. Lüksemburg’da, kâr amacı gütmeyen bir dernek olarak kayıtlı. Ayrıca, Avrupa Birliği Yeşiller fraksiyonuna kayıtlı. 30 Avrupa ülkesinden 20 bin aidat ödeyen üyesi var.
Avrupa Birliği’ni gözü kapalı destekleyen bu kuruluşa, Birliğin finansal katkısı var mı yok mu bilemiyorum.
İtalya’dan başka, Almanya, Hollanda, Belçika ve Bulgaristan’da siyasi parti olarak faaliyet gösteriyorlar ama yakın biz zamanda tüm Avrupa ülkelerinde faaliyete geçecekler.
Avrupa sınırları içinde yaşayan tüm insanların, eşit bir şekilde yaşayabilmeleri için, bir tek yasa altında yönetilmeyi şart koşan bu parti şu örneği veriyor: Almanya, Lüksemburg, Holland ave Belçika’nın yer aldığı bir Limburg Bölgesi var. Bu bölgede yaşayan insanların, çalışma veya okula gitme alanları diğer ülkede olabiliyor. Bir ülkede ikamet edip bir başka ülkede işe veya okula gidenler, çeşitli yasalar ile karşılaşıyorlar. Bu parti, işte bu nedenle, yasaların tüm Avrupa ülkelerinde aynı olması gerektiği belirtiliyor.
NİLÜFER GÜNDOĞAN (VOLT EUROPA PARTİSİ)
Nilüfer Gündoğan, Pan-Avrupa partisininden meclise girdi
Babası 1980 ihtilalinden önce Hollanda’ya göç etmiş bir eğitimci.
Annesiyle birlikte Hollanda’ya geldiği zaman 18 aylıktı. Annesi, CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nun yeğeni olduğunu söylüyor.
10 yıl önce siyasete atılmış ve Demokrat 66 Partisi’ne üye olmuş. Eşinin vefat etmesinden sonra siyaseti bırakmış. Ama aradan bir müddet geçtikten sonra, 4 yıl önce VOLT Partisi’nden gelen teklifi geri çevirmemiş.
Bir yayın organına verdiği beyanatında, Türkiye’deki gelişmelerden memnun olmadığını belirten Nilüfer Gündoğan, mecliste temsil edeceği insanlar için, kadın-erkek eşitliği, cinsel tercih eşitliği, dini ve siyasi görüş özgürlüğü için mücadele edeceğini söylüyor.
************************
Bugün yaşanmakta olan Ukrayna krizini yorumlamak yerine, 1962’de yaşanan Küba krizini hatırlatarak, stratejik avantajın önemini ortaya seriyorum.
Savaşlar çirkindir. Savaşlarda haklıyı ve haksızı seçmeye kalkışmak doğru değildir.
Savaşlar, dünyaya hakim olmak isteyen süper güçlerin akıl almaz akılsızlığıdır.
Savaşlarda, sadece askeri kayıp ve zararlar olmaz. İster istemez sivil alanlar ve halk da zarar görürler ve kayıp verirler.
Bugünkü genç kuşaklar bilmeyebilirler. Bugün Ukrayna’da yaşanan krizin baş sorumlusu olarak suçlanan Rusya, bu sorumlulukta yalnız değildir. Bu krizin bir benzeri 1962 yılında Küba’da yaşanmış ve o yaşananın sorumlusu da Amerika Birleşik Devletleri olmuştur.
Bugün nasıl ki Rusya ABD’nin ve hatta NATO’nun, sınırlarına yakın yerlerde konuşlanmasını istemiyorsa, dün de ABD, Rusya’nın kendilerine yakın konuşlanmasını istemiyordu.
Bugün Ukrayna krizi yaşanıyorsa, dün de Küba krizi yaşanmıştır.
Bu konuda kesinlikle taraf olmak istemiyorum. Sadece yaşanan her çirkinliğin, emperyalist güçlerin eseri olduğunu ifade etmek istiyorum.
Bugünkü genç kuşaklara, 1962 yılında Küba’da neler yaşandığını anlatmak istiyorum.
O zaman ben 20 yaşındaydım. Rusya’nın Küba’daki varlığından rahatsız olan ABD’nin, Kübayı savaş gemileri ile nasıl abluka altına aldığını hiç unutamıyorum.
Küba olayını 20 yaşında bir genç olarak sizlere anlatmak isterdim ama, daha sağlıklı bilgiler vermem için Wikipedia’dan yararlanmam daha iyi olur sanırım.
Küba Füze Krizi, ABD’nin Türkiye ve İtalya‘ya, SSCB’nin ise Küba’ya nükleer başlıklı füze yerleştirmesi ile başlayan; Ekim 1962’de dönemin iki süper gücünü karşı karşıya getiren ve dünyayı nükleer savaş tehdidi altında bırakan bunalımdır.
Küba Füze Krizi ya da diğer adıyla Ekim Füzeleri bunalımının en önemli özelliği, nükleer silahlara sahip iki süper gücün dünyada ilk kez doğrudan karşı karşıya gelmesidir. Bunalımın bir başka özelliği hem “Soğuk Savaş“ın doruğunu hem de 1962 sonrasında yavaş yavaş ama kararlı bir tempoda yerleşmeye başlayan “yumuşama” (detente) olgusunun temelini oluşturmasıdır.
Nedenleri
Küba Füze Krizi bunalımının temelinde yatan asıl neden ise Amerikan Hükümeti’nin Fidel Castro rejimini devirmek istemesidir.
Castro’nun 1959 yılında Amerika Birleşik Devletleri’nin kontrolündeki Batista rejimini yıkarak iktidara gelmesi üzerine ABD, önce Amerikan Devletleri Örgütü (OAS) bünyesinde Latin Amerika ülkelerinin ortak harekatıyla “Castro Rejimi”ni yıkmayı denediyse de OAS üyeleri yalnızca “Castro Rejimi”ni kötülemekle yetindiler. Daha sonra ABD’ye kaçan Kübalı mültecilerin ABD Hükümeti’nin yardım ve desteği ile Küba’yı işgal etmesini içeren bir plan yürürlüğe konduysa da mültecilerin Domuzlar Körfezi Çıkartması‘nda başarısızlığa uğraması, ABD’nin bu dolaylı müdahale girişimini sonuçsuz bıraktı.
Bunalımın bir diğer nedeni ise, Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği‘nin (SSCB) ABD’nin gerek OAS bünyesinde gerekse Domuzlar Körfezi Çıkartması’nda yaşadığı başarısızlıktan yararlanması ve Küba’daki “Castro Rejimi”ne destek olmaya başlamasıdır. SSCB, ihtiyaç duymamasına karşın Küba’nın şeker ihracatının büyük kısmını satın aldı ve Küba’ya olası bir Amerikan müdahalesine karşı güvence verdi.
Füzeler
ABD’ye ait bir U-2 casus uçağının 1 Mayıs 1960’ta düşürülmesiyle ABD–SSCB ilişkileri gerginleşirken Küba-SSCB dostluğu giderek sıkılaşıyordu. Bu sıcak ilişkilerin bir sonucu olarak 1962 sonbaharında Küba’ya Sovyet füzelerinin konuşlandırılmasına başlandı.
Bir görüşe göre Küba bunalımının ortaya çıkardığı tehlike gerçek olmaktan çok görünüşteydi. Bu görüşe göre füzelerin yerleştirilmesi dönemin SSCB lideri Nikita Kruşçev açısından becerikli bir “Soğuk Savaş” oyunuydu ve füzeler dönemin ABD Başkanı J. F. Kennedy zorladığı takdirde sökülmek üzere yerleştirilmişti. Ancak sökme bedeli olarak Kruşçev, bazı ödünler beklemekteydi: Küba’nın işgal edilmeyeceğine dair güvence ve SSCB toprakları yakınına (özellikle Türkiye’ye) yerleştirilmiş füzelerin sökülmesi.
Füzelerin yerleştirilme amacı ne olursa olsun Küba ile SSCB arasında gelişen bu ilişkiler ABD’yi bir müdahaleye doğru itmeye başladı. ABD Başkanı Kennedy, 1962 yılı Ekim ayının hemen başında verdiği bir demeçte şu olasılıkların gerçekleşmesi halinde Küba’ya müdahale edeceğini açıkladı: Küba’daki Amerika’ya ait Guantanamo Üssü, Panama Kanalı, öteki Latin Amerika ülkeleri veya kıtadaki Amerikalıların hayatları tehlikeye girerse; Cape Canaveral İstasyonu‘na müdahale edilirse veya SSCB Küba’da saldırgan üsler kurarsa.
Bunalım
14 Ekim 1962’de bir ABD casus uçağı Küba’daki inşaatı devam eden nükleer füze rampalarını tespit etti.[1] ABD’de seçim mücadelesinin hızlandığı bir dönemde 16 Ekim 1962 günü dönemin ABD Savunma Bakanı Robert McNamara Küba’da füze üslerini belirleyen hava fotoğraflarını Başkan Kennedy’e gösterdi. Fotoğraflardan edinilen bilgiye göre, Sovyet füzeleri yerleştirilmeye başlanmıştı ama ateşlemeye hazır hale gelmeleri için bazı parçaların Küba’ya gelmesi gerekiyordu.
Kennedy teknik danışmanlarıyla uzun süren toplantılar yaptıktan sonra Küba’nın denizden abluka altına alınmasına karar verdi. ABD, abluka kararı konusunda Birleşmiş Milletler’e, OAS’a veya NATO’ya danışmadı ve sadece bu örgütleri kararından haberdar etmekle yetindi.
22 Ekim 1962 tarihinde abluka uygulanmaya başladı. Bu sırada, Atlantik Okyanusu’nda seyreden Sovyet gemileri Küba’ya yaklaşmaktaydı. Bu gemiler ablukaya uymadıkları takdirde batırılacaklardı. Kruşçev ilk tepki olarak saldırı değil, savunma silahı taşıdığını söylediği gemilerin durması için emir vermeyeceğini açıkladı. Bu durum gerilimi daha da tırmandırdı.
Kruşçev, 27 Ekim 1962’de Kennedy’e gönderdiği mektupta, ABD’nin Türkiye’deki benzer füzeleri sökmesi halinde (ABD 1959 yılında Türkiye ile anlaşmış ve 1961 yılında Türkiye’ye Jüpiter füzeleri yerleştirmişti. Füze durumları Türk halkına 40 yıl sonra açıklandı veya belgelendirildi.) SSCB’nin de Küba’dakileri sökeceğini, Türkiye’nin toprak bütünlüğüne ve bağımsızlığına saygı göstereceğini, içişlerine karışmayacağını ve işgal etmeyeceğini belirtmiş ve Küba’daki füzelerin sökülmesinin karşılığı olarak ABD’nin de aynı güvenceleri Küba açısından vermesi gerektiğini eklemiştir.
Başkan Kennedy ise aynı tarihli cevabi mektubunda; Küba’daki füzeler söküldüğü takdirde Küba’ya karşı uygulanan ablukaya son verileceğini ve Küba’yı işgal etmeyeceği güvencesini verebileceğini kaydetmiştir. Ancak Türkiye’deki füzelerin sökülmesi konusunda kesin bir güvence vermekten kaçınarak “Dünyadaki gerginliklerin yumuşaması, mektubunuzda belirttiğiniz öteki silahlarla ilgili olarak daha geniş bir düzenlemeye gidebilmemize olanak sağlayabilir” demiştir.
ABD Başkanı Kennedy kısa vadeli tedbirlerle uzun süreli tedbirleri birbirinden ayırmaktaydı. Kennedy için önemli olan ABD’ye yönelik tehdidin ortadan kaldırılmasıydı. Jüpiterler ise daha sonra ele alınacak bir düzenleme içinde düşünülebilirdi.
ABD’ye göre pazarlık unsurları da birbirine uymamaktaydı. Bir yanda birdenbire Küba’ya yerleştirilen füzeler öte yanda çok önce yerleştirilmiş bulunan ve yerleştirildikleri anda SSCB’nin tepkisiyle karşılaşmadığı için üstü kapalı olarak kabul edilmiş füzeler bulunuyordu.
Kruşçev, 28 Ekim 1962’da Kennedy’e ikinci bir mektup yazmıştır. Bu mektupta Türkiye’deki Jüpiter füzelerinden hiç bahsedilmemiş ve Kennedy’nin önerilerine sıcak bakıldığı vurgulanmıştır. Kennedy, aynı gün Kruşçev’e bir mektup göndermiş ve sağduyulu kararından dolayı kendisini tebrik etmiştir. Amerika’da Büyükelçiler nezdinde yapılan son görüşmede Sovyet elçi Küba’daki füzelerin kaldırmasının ancak Türkiye’deki füzelerin kaldırılmasına bağlayacak Amerikan elçi yedekte tuttuğu kozu kullanıp “Zaten Türkiye’ye koyduğumuz füzeler eskimişti 6 ay içerisinde kaldıracaktık” demiştir. (Amerikan Elçi Kenndy’nin kardeşi bakandır ve ayrıca Sovyet Elçi ile görüşmeden önce Türkiye’deki füze kozunu en son seçim olarak kullanmasını kararlaştırmışlardır.) Füzelerin Sovyetlerin aynı dönemde kaldırılmamasının sebebi ise gelişen olaylar karşısında medyada sıkıntı çeken Kennedy’nin Türkiye’deki füzelerin kaldırılmasının altında kalabilecek olmasıdır. Amerikan Elçi bu gizli maddenin sadece Sovyet kurmaylar tarafından bilineceği, Türkiye’deki füzelerin kaldırılmasının kamuoyu tarafından bilinmesinin anlaşmayı bozacağı ve askerî müdahalenin kaçınılmaz olacağını söylemiştir. Bir ihtimal de, Kruşçev sadece ülkesinin böyle bir tehlikeyle karşı karşıya kalmaması için başkanlık koltuğundan indirilirken bu gizli maddeyi açıklamamıştır ama Sovyetler kendini tehdit eden yakınındaki nükleer füzelerden kurtulmuştur.
28 Ekim 1962 tarihli mektuplar ve ABD’nin Küba’ya uygulanan ablukayı kaldırmasıyla bunalım atlatılmıştır.
*Kruşçev’in füzeleri sökme kararı, NATO’da da rahatlama yaşanmasına neden oldu. Çünkü, 28 Ekim 1962 tarihli NATO Konseyi toplantısında ABD, Küba’yı işgal hareketine girişirse Türkiye’nin Sovyet işgaline uğrayabileceği ve NATO’nun savaşa sürüklenebileceğine değinilmişti. NATO Konseyi’ndeki bazı delegeler ABD’den Küba’yı işgal etmeme garantisi istemiş, ABD delegesi ise bu güvenceyi vermekten kaçınmıştı.
*Ekim Füzeleri bunalımı, biraz da çelişkili olarak, soğuk savaşın doruk noktasına vardığı bir dönemde “yumuşama” ve “görüşme” havası yaratmıştır. Nükleer savaşın eşiğine gelindiğini anlayan taraflar, bu bunalımdan sonra daha temkinli olacaklardır. (Örneğin ABD, Türkiye’deki Jüpiter füzelerini tek taraflı bir kararla sökmeye başlamıştır.)
*NATO üyeleri, daha doğrusu NATO’nun Avrupa kanadı, böyle büyük bir bunalımda (kendilerini de tehlikeye atan bir durum olsa dahi) görüşlerinin alınmayacağını, ABD’nin tek başına hareket edeceğini anlamışlardır.
*Ekim Füzeleri bunalımı, o dönemki iki kutuplu dünya düzeninde, blokları oluşturan devler arasındaki ilişkileri de etkiledi. Doğu Bloku içinde Çin-Sovyet anlaşmazlığı açığa çıktı. Pekin, Moskova’yı “devrimci davaya ihanetle” suçladı. Moskova Pekin’i serüvencilikle itham etti. Batı Bloku’nda Fransa iki süper devlet arasında denge kuracak bir “Batı Avrupa Koalisyonu” girişimi başlattı ve ABD ile ilişkilerini gevşetme yönünde önemli adımlar atarak kendi nükleer programını başlattı.
*ABD ve SSCB Ekim Füzeleri bunalımından sonra nükleer silahların yayılmasını önlemek için Moskova’da, 5 Temmuz 1963’te “Nükleer Silah Denemelerinin Kısmi Yasaklanması Anlaşması”nı imzaladılar. (Bu anlaşma atmosferde, uzayda ve denizaltında nükleer denemeleri yasaklıyor ancak toprak altındaki nükleer denemelere izin veriyordu.)
*Ekim Füzeleri bunalımı, bölgesel bir çatışmada geleneksel (klasik) silahların önemini artırmıştır.
*Herhangi bir bunalım sırasında Washington ve Moskova arasında doğrudan bir haberleşme hattının kurulması gerekliliği ortaya çıkmıştır. İki başkent arasında anında haberleşmeyi sağlayacak telefon hattı (hotline) –Kırmızı telefon– kurulmuştur.
KRİZLERİN GÜNÜMÜZDEKİ DEĞERLENDİRMELERİ, KÜBA-UKRAYNA ÖRNEĞİ Soğuk Savaş olarak bilinen, 40 yıldan uzun süren ve 1991’de Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla sona eren dönemin başlıca iki özelliği vardı. Bunlardan ilki dönemin iki “süpergücü” olan ABD ile SSCB’nin sınıf karakterlerinden kaynaklanıyordu. Bu devletler, tarihî olarak birbiriyle uzlaşmaz bir çelişki içinde olan iki sınıfın, burjuvazinin ve proletaryanın hâkimiyetini temsil eden iki ayrı sosyoekonomik oluşumun, kapitalizmin ve sosyalizmin dünya çapındaki önce güçleriydi. Aralarındaki gerilim tarih boyunca nüfuz bölgeleri, sömürgeler vb. üzerinde çelişkiye düşen devletlerin arasındaki gibi üstesinden gelinebilecek türden anlaşmazlıklar değildi; birinin varlığı öteki için varoluşsal bir tehditti. Dolayısıyla, Soğuk Savaş hızla bir dünya savaşına dönüşme potansiyeline sahipti.
İkincisi, bunlar dünyanın en büyük nükleer silah stokuna sahip olan iki ülkeydi. Aralarında doğacak ve kaçınılmaz olarak NATO İttifakı ile Varşova Paktı’nın üyesi ülkeleri de içine çekecek bir dünya savaşı, bu yüzden insanlığın, hatta yeryüzünde canlı varlığın sonu demek olabilirdi.
O zaman okur sorabilir: İki ülkenin arasındaki gerilimler karşılıklı tehdit düzeyinde mi kalmıştır yoksa böyle bir nükleer savaşın eşiğine geldikleri olmuş mudur? Bu sorunun, aralarında siyasi, ideolojik, teorik olarak ne farklar olursa olsun bütün Soğuk Savaş tarihçilerince verilen ortak cevabı, bütün bu dönem boyunca iki ülkenin savaşın eşiğine en çok yaklaştığı anın 1962 yılındaki Küba füze krizi olduğudur.
Küba füze krizinin dinamikleri
Ne güzel rastlantı: Bu yıl Küba füze krizi olarak anılan bu olayın 60. yıldönümünü idrak ediyoruz. Yıl içinde, hele hele krizin yoğun bir biçim aldığı 22-28 Ekim arasında bu tarihî önemdeki olay mutlaka ayrıntısıyla tartışılacaktır. Biz bu tartışmayı daha Ocak ayından gündeme getiriyorsak, bunun nedeni Küba füze krizinin bugünkü Ukrayna krizinin tersyüz edilmiş hali olmasındandır.
Olayın nasıl yaşandığını bilmeyenler için, özel olarak da genç kuşaklar için 60 yıl önce dünyayı nükleer savaşın eşiğine getiren gelişmelerin ne olduğunu yalın biçimde özetleyelim. Şunu da ekleyerek: Küba füze krizinin iki süpergüç ile adı üzerinde Küba dışında bir dördüncü aktörü daha var. O da bizim memleketimiz, Türkiye. Bir bakıma, ABD ile SSCB’nin karşılıklı rolü ne ise, Küba ile Türkiye’nin krizin daha pasif aktörleri olarak rolleri de aynı şekilde simetriktir.
Bilindiği gibi, Küba devrimci 26 Temmuz Hareketi, Fidel ve Raúl Castro ve Ernesto Che Guevara önderliğinde verilen bir gerilla savaşı sonucunda 1958-1959 yılbaşı gecesi iktidarı ele geçirmişti. Bunu izleyen iki yıl boyunca Küba’nın yeni devrimci iktidarı, devrim öncesinde ada üzerinde neredeyse mutlak bir ekonomik ve politik hâkimiyet kurmuş olan Amerikan emperyalizmiyle adım adım tırmanan bir çelişki içine giriyordu. Sonunda adadaki emperyalist Amerikan sermayesi mülksüzleştiriliyor, buna karşılık ABD Küba’ya (bugün 60 yıl sonra hâlâ devam etmekte olan) ağır bir ekonomik ambargo koyuyor, devrimci Küba rejimi ise başlangıçta gündeminde olmadığı halde 1961 yazında artık sosyalizm yoluna girmiş olduğunu ilan ediyordu. ABD bunun üzerine Kübalı karşı devrimcileri silahlandırıp adaya çıkararak deyim yerindeyse filmi geri sarmaya çalışacak, ama tarihe “Domuzlar Körfezi çıkartması” olarak geçen bu olayda ağır bir yenilgiye uğrayacaktı.
1962 yılında yaşanan Küba füze krizinin dinamikleri işte Küba ile ABD arasında yaşanan bu Davud ile Calut kavgasında yatıyor.
“Küba”dan “füze”ye
Küba füze krizinde ikinci unsur füze faktörü. Bu ise Küba’nın sosyalizm yoluna girdiğinin ilan edilmesinin Soğuk Savaş’a yeni bir unsur getirmiş olmasının sonucu. 1962 yazında Sovyetler Birliği’nin o dönemdeki önderi Kruşçov Küba’ya yolladığı temsilciler aracılığıyla Fidel Castro ve arkadaşlarıyla gizli bir görüşme yapıyor ve iki taraf adaya nükleer başlıklı Sovyet füzeleri yerleştirilmesi üzerinde anlaşıyor. ABD birkaç ay U-2 casus uçaklarının keşif uçuşlarına rağmen bunları keşfedemese de Ekim ayında nihayet bu bilgiye ulaşıyor. İşte kriz bu aşamada başlıyor.
22 Ekim’de ABD’nin o dönemdeki başkanı John Kennedy bir televizyon konuşmasında, SSCB’nin Küba’ya Washington’dan Panama Kanalı’na kadar birçok stratejik hedefi vurabilecek uzunlukta menzili olan nükleer başlıklı füzeler yerleştirmiş olduğunun anlaşıldığını halka açıklıyor. Ardından da yönetiminin aldığı kriz tedbirlerini ortaya koyuyor. Bunlardan üçü en büyük önemi taşır: (1) Küba’ya bir “karantina” uygulanması. Bu aslında ablukanın hafifletilmiş bir ifadesidir. (2) Küba’ya silah ve malzeme taşıyan Sovyet gemilerinin uluslararası sularda durdurulmasına ilişkin karar. (3) Füzeler çekilmeyecek olursa Küba’nın işgali.
22 Ekim’den 28 Ekim’e kadar yaşanan çok ağır kriz sırasında her iki taraf da diğerini geriletmek için elinden geleni yapıyor. Sonunda Kruşçov işin gittiği yerin gerçekten çok tehlikeli olduğunu gördüğü için geri adım atıyor. (Fidel olaydan sonra Kruşçov için Kübalılara en ufak bir danışmada bulunmadan veya soru sormadan karar değiştirdiği için “hijo de puta” nitelemesini uygun görmüştür! Okurumuz Fidel’in kullandığı siyasi terminolojiyi merak ediyorsa İspanyolca olan bu deyimin anlamını Google translate yoluyla keşfedebilir.) Ama hem tam bir yenilgi yaşamamak hem de gerçekten bir karşı avantaj elde etmek için o da Kennedy’ye bir şart koşuyor.
Türkiye sağ taraftan sahneye girer
Kruşçov’un füzeleri Küba’dan çekmek için Kennedy’ye koştuğu şart, ABD’nin Türkiye’de konuşlandırmış olduğu Jüpiter füzelerinin geri çekilmesidir. Bu füzeler Menderes döneminde yapılan bir anlaşma gereği Türkiye topraklarına konuşlandırılacaktı. Ne var ki, iş uzamış ve ancak Temmuz 1962’de İsmet İnönü’nün başbakanlığında bir koalisyon hükümeti döneminde gerçekleşmiştir.
Türkiye ile SSCB’nin arası daha önce yaşanan bir olay dolayısıyla zaten bir ölçüde gerilmişti. 3 Mayıs 1960’ta, henüz Menderes başbakanken, bir Amerikan U-2 casus uçağı Sovyet savunmasınca düşürülüyordu. Hayatta kalan pilot sorgusunda Pakistan’dan Norveç’e uçmakta olduğunu söylese ve Amerika bunun bir casus uçağı değil iklim araştırması amaçlı bir ölçüm uçağı olduğunu iddia etse de pilotun ta 1956’dan beri İncirlik Üssü’nden havalanarak istihbarat topladığı anlaşılacaktır.
Kruşçov bütün bunlar çerçevesinde Türkiye’deki Jüpiter füzelerinin kaldırılması karşılığında Küba’daki nükleer başlıklı füzeleri geri çekmeyi kabul etmiş, böylece Küba füze krizi, başladığından 6 gün sonra 28 Ekim’de savaş çıkmaksızın çözüme kavuşturulmuştur.
Ukrayna krizinin tersyüz edilmiş hali
Küba krizi bugün yaşanmakta olan Ukrayna krizinin anlamını kavramak ve ABD’nin ikiyüzlülüğünü gün yüzüne çıkarmak bakımından mükemmel bir laboratuvardır. ABD 1962’de neden nükleer bir dünya savaşı çıkarmayı göze alarak bir kriz yaratmıştır? Çünkü Kennedy’nin açık açık söylediği gibi Rus nükleer silahlarının kendi ülkesine 90 mil (yaklaşık 150 kilometre) uzaklıktaki bir ülkede konuşlanmasına izin vermesi çok ağır bir tehdidi kabul etmek olurdu. Kennedy ABD’nin buna izin vermeyeceğini açıkça ifade etmiştir.
Bugünkü tartışma nedir? Roller tersine dönmüştür. Her ne kadar Sovyetler Birliği (şimdilik) artık yoksa da, onun en büyük mirasçısı devlet olan Rusya Federasyonu’nun cumhurbaşkanı Putin, NATO’nun 30 yıllık genişlemesinin, sonunda kendi ülkesine sınır komşusu olan Ukrayna’ya kadar geldiğini hesaplayarak, bu ülkenin topraklarına nükleer silah yerleştirilmesine yol açabilecek olan NATO üyeliğine “nyet” diyor, yani bunu veto ediyor. Bunun Küba krizinde ABD’nin aldığı tavırdan ne farkı vardır ki bu kadar gürültü yaratılmaktadır?
Belki Putin’in hedefine değil de yöntemlerine karşı mı tepki göstermektedir Batı ittifakı? Putin Ukrayna sınırına asker yığmıştır. Bu bir savaş tehdidi olarak görülüyor ve sabah akşam kınanıyor. Peki Kennedy yönetimi ne yapmıştır? Birincisi Küba’ya abluka uygulamaya başlamıştır. Rusya Ukrayna’ya hiç olmazsa doğusundan ve (müttefiki Belarus’un desteğiyle) kuzeyinden uygulayabileceği bir ambargo bile uygulamıyor. İkincisi, Kennedy birçok Sovyet askerî gemisini fiilen durdurmuş ve bir kısmını geri yollamıştır. Bu tür müdahalelerin her iki tarafın iradesinden bağımsız olarak tırmanarak savaşa yol açabilecek riskler yaratacağı açıktır. Üçüncüsü, Kennedy resmen Küba’ya işgal edeceğini açıklamıştır. Putin böyle bir tehdide hiçbir an başvurmamıştır. Buna rağmen bu kadar çok eleştiriliyor ve kınanıyor Rusya.
Emperyalistlerin iki yüzlülüğünün ne kadar sınır tanımak bilmez olduğunu gösteren benzer bir olay çifti muhtemelen modern tarihin sayfalarında bulunamaz!