Hollanda’ya aile birleşimi yoluyla gelecek olanlar Hollandaca kurslarına katılmak ve diğer kuralları öğrenmek mecburiyetinde olacaklar.
Türkiye-Avrupa Birliği arasında imzalanan Ortaklık Konseyi Kararı nedeniyle 10 yıl önce iptal edilen uyum şartı, Belediyeler verilen bir yetki ile yeniden uygulanacak.
Türkler İçin Danışma Kurulu, yurttaşlarımızı bilgilendirmek için 21 Aralık Salı günü bir basın toplantısı düzenledi.
İlhan KARAÇAY yazdı:
Hollanda’da, Rita Verdonk’un Uyum Bakanı olduğu sırada konulmuş olan ‘Hollanda’ya Uyum Yasası’, Türkiye’den aile birleşimi kanalıyla gelecek olan insanlarımız için büyük bir engel teşgil ediyordu. Bireyin, Hollanda’ya gelmeden önce Hollanda dilini ve tarihini bilme zorunluluğu yaratan o yasanın yürürlükten kalkması için, Hollanda’daki tüm sivil toplum kuruluşları ile el ele vermiştik
Zamanın Uyum Bakanı Rita Verdonk’a, uygulamalrdaki katı tutumu nedeniyle ‘Vicdansız Sabuha’ lakabını takmıştım.
Benim, ‘Vicdansız Sabuha’ olarak tanımladığım Bakan Verdonk, hükümet değişikliğinden sonra gidince çok sevinmiştik.
Verdonk’un ayrılmasından sonra yerine atanan Uyum Bakanı Ela Vogelaar umudumuz olmuştu. Ne var ki, Verdonk’un politikasını aynen devam ettiren Vogelaar’a basın toplantısında, ‘‘Verdonk’tan sonra siz umudumuz olmuştunuz. Ama görüyoruz ki, siz de Verdonk ile aynı görüşü savunuyorsunuz. Bana göre siz de Verdonk’un klonlanmış halisiniz’ demiştim. Hollandaca Wijlen (rahmetli) olan Vogelaar, 69 yaşında iken intihar ederek hayatına son verdi.
Verdonk’un yerine gelen İşçi Partili Ella Vogelaar umudumuz olmuştu.
Ne var ki, Ella Vogelaar da, sosyal demokrat olmasına rağmen bu zorunluluğun yürürlükte kalmasından yana olduğunu açıklamıştı.
Bu konuda yapılan bir basın toplantısı sırasında, sorularına hep olumsuz yanıt veren Vogelaar’a, ‘Verdonk’tan sonra siz umudumuz olmuştunuz. Ama görüyoruz ki, siz de Verdonk ile aynı görüşü savunuyorsunuz. Bana göre siz de Verdonk’un klonlanmış halisiniz’ diyerek, oradakileri hayrete düşürmüştüm.
Daha sonra, başta Türkler İçin Danışma Kurulu (İOT) olmak üzere, Türk Sivil Toplum Kuruluşları ile birlikte yaptığımız mücadeleler meyvesini vermiş ve 10 yıl önce bu yasa yürürlükten kaldırılmıştı.
Gerekçemiz, ‘Türkiye-Avrupa Birliği arasında imzalanan Ortaklık Konseyi Kararı’ idi. Yani, Avrupa Birliği ülkeleri, Türkler’e karşı böyle bir şart koyamazlardı.
Aile birleşimi kanalıyla Hollanda’ya gelecek olanlara derin bir nefes aldıran, 10 yıl önce kaldırılmış olan yasa, şimdi Belediyelere verilen bir hak nedeniyle yeniden uygulanmaya başlanacak.
Yeni yılın ilk gününden itibaren yürürlüğe girecek olan yeni uygulamaya karşı neler yapılabileceğini, 21 Aralık Salı günü yapılacak olan bir basın toplantısında öğreneceğiz.
Basın toplantısını, Türkler İçin Danışma Kurulu organize ediliyor.
Başkan Zeki Baran’ın yanısıra, avukatlar Fadime Kılıç ve İsmet Özkara’nın katılacağı basın toplantısında, Belediyelere verilen sinsice bir yetki ile yeniden uygulanacak olan bu kurallara karşı neler yapılabileceği konuşulacak.
Hollanda’da çeşitli Federasyonlar’ın yer aldığı Türkler İçin Danışma Kurulu İOT Başkanı Zeki Baran.
Bakınız, Türkler İçin Danışma Kurulu Başkanı Zeki Baran bu konuda neler diyor:
‘10 Yıl önce durdurduğumuz uygulamanın, daha sonra yeniden gündeme geldiği ilk günden itibaren, İkinci Meclis, Birinci Meclis ve Danıştay nezdinde yoğun girişimlerde bulunduk ama maalesef bu girişimlerimiz siyasiler nezdinde karşılık bulmadı ve geriye sadece yeni yasadan mağdur olacak kişilerin başvurusuyla konuyu yeniden yargıya taşımak kaldı. Kararlara itiraz ve temyiz süreçleri hakkında yukarıda isimleri geçen avukatlarla birlikte kamuoyunu bilgilendirmek istiyoruz. Uyum kurslarına zorunlu katılımı içeren yeni Uyum Yasasına prensip olarak karşıyız. Ama bunun yanı sıra yasanın, yeni gelenler açısından bazı iyileştirmeler içerdiğinin bilincindeyiz. Örneğin Hollanda’ya yeni gelen Türkler de yeni yıldan itibaren, Hollandaca öğrenme ve diğer uyum olanaklarından yararlanabilecekler.’
Hollanda’nın, sinsice bir planı ile Beledyeler tarafından uygulanacak olan Uyum Yasası’nın yeniden durdurulması için, açılacak olan yeni mahkemelere ihtiyaç olacak.
Bakalım bundan sonraki süreç nasıl sonuçlanacak.
Lina Nasif, İmam, Haham ve Rahiplerle birlikte yaptığı ayinler nedeniyle UNESCO Dünya Mirası Listesi’ne girmişti.
Süper bir yazar ve çizer olduğu gibi, herkesin yardımına koşan şen ve şakrak bir insandı.
O’nunla çok sıcak ilişkilerimiz vardı. Bir gün sahnede Türkçe’den başka, İngilizce, İtalyanca, Yunanca ve İbranice (ibru) söyledi. Arapça şarkı söylemeye başlayınca, Emniyet Müdürü tarafından sahneden indirilmek istenmişti.
İlhan KARAÇAY’ın anıları:
Mersinliler, bölgenin en iyi kalplisi, en sosyal, en kültürlü ve en sanatkâr hemşehrileri Lina Nasif’i kaybettiler.
Çok yakından tanıdığım ve çok sıcak ilişkiler içinde olduğum O şen ve şakrak kadın ile ilginç anılarım da vardı.
80 yaşına kadar ‘Mersinliler’in kanatsız meleği’ olarak yaşayan Lina Nasif, maalesef önceki gün evinde sessiz bir şekilde can verdi.
Her Kurban Bayramı’nda Mersin’de İmam, Haham ve Rahipler ile yaptığı ayinler nedeniyle UNESCO Dünya Mirası Listesi’ne girmiş olan Lina Nasif, 80 yaşına kadar ‘Mersinliler’in kanatsız meleği’ olarak yaşadı, ama ne yazık ki, 12 Aralık 2021 Pazar günü Mersin’in Yenişehir ilçesi Gazi Mahallesi Gazi Mustafa Kemal Bulvarı’ndaki evinde yaşamını yitirdi.
Lina Nasif için bir süre önce bir yorum yazmıştım.
İşin içine biraz da politika girecek ama, güncelliğini hiç kaybetmeyen o yorumumu sizlere sunarsam, kendisinin ne kadar önemli ve sevilen bir şahsiyet olduğunu anlatmış olacağım.
İşte o yorum:
O’nun için kimler yazmadı ki ?
Erdal Akalınlar, Şadiye Dönümcüler, Ali Adalıoğlular, Nedim İnceler ve isimlerini hatırlayamadığım bir yığın meslektaşım onun için yazdılar da yazdılar…
Kitaplaşması şart olan Lina’yı, eski yargıç ve yazar dostum Erdal Akalın, ölümsüzleştirdi. Hem de bu yazının başlığı gibi ‘Mersin’in Kanatsız Meleği’ başlığıyla.
Yazanlardan başka, görüntüleyenler de çok oldu Lina’yı. Hemen hemen tüm televizyon kanalları O’nunla mutlaka röportajlar yayınlamışlardır.
Şimdi diyeceksiniz ki, ‘Eeee, bu kadar kişi yazdıysa, sen neden yazıyorsun?’ Lina’nın yaşam öyküsü içinde, benim ile yaşanan öyle bir anı var ki, bu anıyı hepinizin ibret için okumasını istediğim için yazıyorum.
Büyük Şöhret
Lina’nın Mersin’deki şöhreti o kadar büyük ki, ‘Nerelisin’ diyen birine, ‘Mersinliyim’ diye cevap verenlere, ‘Peki Lina Nasif’i tanır mısın?’ sorusu arkadan gelirmiş. Bu sorunun yanıtını bilemeyenler Mersinli sayılmazmış.
İşte, Mersin ile bu kadar özdeşleşmiş olan Lina ile o ilginç anımızın hikâyesi.
Yıl 1979. Günlerden pazar. saat 15.00 suları.
Mersin’de işlettiğimiz Pompeipolis-Karaçay isimli turistik tesislerin müzikli gazino bölümündeyiz.
Masamızda Mersin Valisi Naim Cömertoğlu ve eşi, Emniyet Müdürü Reşat Akkaya, eşim Jeanne ve aile fertlerim var. Üstteki fotoğrafta görüldüğü gibi, pazar matinelerimizde gazinonun dört bir yanındaki masalar hep dolu olurdu. O gün de maslar doluydu. Konuklarımız arasında, hikâyemizin kahramanı Lina Nasif de vardı. Genç ve kıvrak olan Lina, aslında gazinomuzun müdavimlerindendi.
Lina, her zaman olduğu gibi, o gün de sahneye fırladı ve mikrofonu eline alarak şarkılar söyledi, dans etti ve ettirdi.
Şarkılarını Türkçe’den başka, İngilizce, İtalyanca, Yunanca ve İbranice (ibru) söyledi. Büyük alkış alıyordu Lina. En sonra istek üzerine Arapça şarkı söylemeye başladı. Masamızda bulunan Emniyet Müdürü Reşat Akkaya birden bire hiddetlendi ve arkamızda ayakta duran memurlara ‘İndirin şu kızı sahneden, burası Arabistan mı be?’ diye bağırdı. Hepimiz şaşırmıştık. Ben hemen müdahale ettim ve memurlara ‘Bir dakika’ diyerek Akkaya’ya şöyle dedim: ‘Sayın müdür, kızcağız İngilizce söyledi, İtalyanca söyledi, Yunanca söyledi, İbranice söyledi hiçbir şey olmadı da, Arapça söyleyince mi burası Arabistan oldu?’
Bunları söylerken sayın Vali ve eşi ile göz göze gelmiştik.
Ne mutlu ki Vali müdahale etti ve memurları durdurdu. Lina da Arapça şarkıya devam etmiş oldu.
Bir emniyet müdürünün, Arapça konusunda bu kadar hassas olması ve skandala yol açabilecek bir davranışta bulunması bizi şaşırtmıştı ama, daha sonraki aylarda yapılan bir atama ile, o Emniyet Müdürü’nün asıl meziyeti de ortaya çıkmıştı.
Reşat Akkaya (solda), Fatsa’da Fikri Sönmez (sağda) tarafından oluşturulduğu ileri sürülen ‘Komünist işgal’i önlemek için Ordu’ya
Vali olarak tayin edilmişti.
Hatırlayanlarınız olacaktır, 1979 yılında yapılan yerel seçimlerde, Terzi lakaplı Fikri Sönmez adındaki aday, bütün partilerden daha çok oy alarak Belediye Başkanı seçilmişti.
O seçimden sonra Fatsa’da yaşam hızla değişmeye başladı. Kurulan Halk Komiteleri aracılığıyla halkın belediye yönetimine doğrudan katılımı sağlandı, her iki ayda bir büyük halk toplantıları düzenlendi, ilçenin sorunları elbirliğiyle giderildi. Fatsa’nın yıllar sürer denilen çamur sorunu, halkın katılımı ve desteğiyle birkaç ay gibi kısa bir sürede ortadan kaldırıldı.
Bütün bu gelişmeler, Fatsa’da hayatın son derece kısa bir sürede ve gözle görülür bir şekilde değişmesi, üstelik tüm bunların halkın her kesiminin onayının ve desteğinin alınarak gerçekleştirilmesi, egemen sınıfın temsilcilerini ve siyasetçilerini dehşete düşürmüştü. “Fatsa’da komünist işgal!” ya da “Fatsa’ya pasaportsuz girilemiyor!” gibi haberler yayınlanıyordu. Ancak Fatsa’da bütün partilerin temsilcileri ağız birliği etmişçesine aynı şeyleri söylüyorlardı: “Tüm Türkiye’deki çatışma ortamı bizde yoktur. Herkese insan muamelesi yapılmaktadır. Kimse kimseyi zorlamıyor. Huzur ve güven içinde yaşamımızı elbirliğiyle sürdürüyoruz. Bizi rahat bırakın!”
Çevre ilçelerden Fatsa’ya heyetler gelmeye, duyduklarını yerinde incelemeye başlamışlardı. Dönemin Başbakanı, “Bırakırsanız yüz Fatsa daha çıkar” diyerek korkusunu ve niyetini açıkça ifade ediyordu. Fatsa’yı bir örnek olmaktan çıkartacaktı. Bunun için Reşat Akkaya’yı Ordu’ya vali atadı. Akkaya, çok kısa bir sürede, Fikri Sönmez ile mücadele edecek ekibini kurdu.
Ne olduysa 11 Eylül 1980 günü oldu. Ordumuz ,‘Nokta Operasyonu‘nu gerçekleştirmiş ve Belediye Başkanı Fikri Sönmez tutuklanmıştı. Fikri Sönmez 5 yıl sonra 4 Mayıs 1985’te tutuklu olduğu Amasya Cezaevi’nde ölmüştü.
Anlatılması gereken olayları yazdığım bu haberden, kafa karıştıracak ve ikilik yaratacak iddialar olduğu için yazdıklarımı atma kararı aldım. Zira anlatmam gerekenler arasında inanılması güç olan gelişmeler vardı,
Örneğin, 1980 Yılında, Emniyet Genel Müdürü Refet Küçüktiryaki’nin, Kenan Evren’e, herkesi dehşete düşürecek bir mektup yazdığı, CHP Malatya Milletvekili Veli Ağbaba’nın, 12 Eylül askeri darbesinin gerçekleştiği dönemde, Emniyet Genel Müdürü olarak görev yapan ve öncesinde Malatya Valiliği yaptığı sırada, kentte Alevilere dönük baskıların hamisi olmakla suçlanan Refet Küçüktiryaki‘nin, Kenan Evren‘e yazdığı ileri sürülen mektubu paylaştığı iddiaları var.
Refet Küçükkaya’nın yazdığı iddia edilen dehşet verici mektup elimde ama yayınlamakta sakınca gördüğüm için yayınlamıyorum.
Bazılarınızın, ‘Yayınlayamayacaksan neden yazıyor ve sonra atıyorsun’ dediğinizi duyar gibiyim. Haklısınız ama ben o dönemde yaşananların doğruluk veya yanlışlık derecesini ölçemiyorum.
Bu konuyu yarım yamalak anlatmamın sebepleri arasında, Akkaya’nın, Arapça şarkı söylediği için Lina’yı neden sahneden indirmek istediğini anlamak ve anlatmak isteği var.
Şimdi, Erdal Akalın, Şadiye Dönümcü, Ali Adalıoğlu, Nedim İnceler ve isimlerini hatırlayamadığım bir yığın meslektaşımın, Lina Nasif için yazdıklarını harmanlıyorum:
Şiiri, Öyküsü ve Romanı Olan Kadın: Lina Nasif.
Lina çok yönlü bir sanatçı. Mandolin ve bağlama çalar. Anadolu Kültürleri Korosu ve Orkestrasını yönetir, ilahi söyler. Müzik insanı Nevit Kodallı’nın rehberliği ve öğretisi ile kurulan polifonik korolar birliğine destek verir.
Lina’ya yakıştırılan aşağıdaki lûtuflara bakınız lütfen:
-Gece gündüz parlayan bir yıldız.
-Dünya insanı.
-Hızır.
-Aspirin.
-Başı sıkışanların yardımına koşan bir melek.
-Tanıdıklarının yaşamını kolaylaştırır, güzelleştirir.
-Başkaları için yaşayan, tüm yaşamını kente adayan, iyi ve dürüst insan.
-Aziza kıvamındadır.
-Ağızda çiğnenerek yutulmaya çalışılan çok yararlı bir ilacın buruk tadı gibi
aroma bırakan insan.
-Gönlü güzel insan.
-Sosyal yaşam öğretmeni.
-Mersin’in ‘Marko Leydisi (Marko Paşadan esinlenme).
-Dünyayı güzelleştiren biri.
Mersin’in Lina Nasif’i
İlkokula başladığı gün, babasının ona verdiği, “Okulda sakız çiğnemek ve kürdan kullanmak yok, hiçbir yerde kulaktan kulağa konuşmak yok, bu ülke ve bu kentte doğdun, bütün insanlarla iyi geçin, dostluk kur ama Allah’ı asla unutma” öğütleri yaşamı süresince tutacaktır.
İlkokulu bitirince babası onu, İstanbul’daki Saint Benoit Kolejine yazdırır. Halasının evinden gidip geldiği okulun, üç yıl olan Fransızca hazırlığını, daha ilk sınıfın ilk döneminde atlar Lina.
Liseyi bitirdiği yaz, 1965’de babasını kaybedince ailenin geçimini yüklenir. Hukuk okumak yerine Ziraat Bankası Kambiyo bölümünde, Şef Hanri Atat’ın yanında işe başlar. ‘Bugünün işini yarına bırakma’ ve ‘kendi işini kendin gör’zihniyetiyle çalışan Lina, memuriyetine altı ay ara verip Mersin’de ilk
Free-Shop mağazasında müdürlük yapar. 1984’de bankadan emekli olur.
Dans, resim, müzik, şiir ve dahası
Mersin Kültür Festivali’nde her işe koşuşturur. Resim yeteneği, tırnak üzerine bile resim çizen babasından. Yıllar önce yakında yok olacağını bilircesine fotoğrafladığı Mersin sokaklarını ve evlerini yağlı boya tablolara taşımış. İlk sergisindeki toplam 85 tablosunun tümü ilk gün satılır. Üçüncü ve son sergisinin tarihi 2011. İyiye ve güzele aşık, dosta da düşmana da dost olan Lina’nın bütün şiirleri aşk, kardeşlik ve sevgi kokar. Çok güzel dans eder.
Mersin’in eski ve köklü ailelerinden birine mensup olan ve çevresinde ‘Lina abla’ olarak bilinen Lina Nasif, kentin sosyal ve sanatsal yaşamında adından söz ettiren isimlerden biri. Hayatını Mersin’in eski kültürünün yaşatılmasına adayan, bu amaçla birçok etkinliklere imza atan, başta dinler buluşması olmak üzere birçok sosyal projeye imza atan Lina Nasif, hem kendi hayatını, hem eski Mersin’i anlattı.
‘Mersin’in Kanatsız Meleği LinaNasif’ adlı kitapta, Lina Nasif kendisini şöyle anlatıyor: “…Üç şeye sahibim; birincisi dost zenginiyim. Para pul benim için önemli değildir. Tüm Mersin benim dostum, hangi kapıyı çalsam o kapılar bana açılır. İkincisi bana gösterilen sevgi ve verilen değer her şeyden öteyedir. Üçüncüsü ise önce babamı ardından da annemi kaybettim. Ama onlar hiçbir zaman ölmedi benim için nereye gitsem ikisi de saygıyla anılırlar. Bu nedenle düşünüyorum ki, insanlar anıldıkları müddetçe ölümsüzdürler…”
Ali Adalıoğlu, ‘Lina Nasif Gerçeği’ başlıklı yazısında bakın neler demiş:
”Kentlerin bazı sembolleri vardır, unutulmazlar…
Bu semboller canlıysa, kent yaşayanı tarafından benimsenir ve sevilirler.
Lina’yı Mersin’de tanımayan yoktur.
Öz be öz Mersinlidir!
Her cenaze töreninde ona rastlayabilirsiniz.
Ama Kilisede. ama Camide…
Onun için fark etmez!
Çünkü, “Önemli olan insandır!” düsturuyla hareket eder.
Açık sözlüdür, lafını esirgemez…
Halkla olduğu kadar, yöneticilerle de iç içedir.
Dahası, Lina sanatçı bir ruha sahiptir.
Tablolarında Mersin’i resmetmesi Mersin sevgisi ve sanatçı kişiliğini ortaya koymaktadır.
Temelini rahmetli Hanri Atat’ ın attığı Uluslararası Mersin Müzik Festivali’ nin en içten destekçilerindendir…
Yıllar önce dini bayramlarımızda Kent Mezarlığı’nda başlattığı Evrensel Dua Günleri gelenekselleşmiştir…
Aynı zamanda iyi bir yardım severdir…
İşte böylesine “Şehir Efsanesi” haline gelen Lina Nasif’in yaşamı kalıcı hale getirilmeliydi…
Yani kitaplaştırılmalıydı.
Bunu da Dr. Erdal Akalın ağabeyim yaparak, önemli bir misyon üstlendi…”
İnsan olmak yeterliydi
Lina Nasif, “Biz yıllardır bu kentte iç içe yaşadık. Şimdi bile hemen her sokakta Hıristiyanı var, Müslümanı var, Ermenisi var, kilisesi, camisi var. Aklınıza gelen her şey var Mersin’de. Ancak eskiden birlik vardı. Kimse karşısındakinin ne olduğunu bilmez, hatta merak bile etmezdi. Bizi ne ilgilendirir ki? Dil yok, insan var. Ben böyle büyüdüm, böyle inandım. Böyle de devam edeceğim. Çünkü önemli olan insanlık. İnsan olması yeterliydi” derken; özellikle günümüzde yaşanan ayrışma kendisinde büyük üzüntü yaratıyor.
Lina, ”Babam, ben daha ilkokul 1.sınıfa giderken, kapıda durdurup, ‘Bu vatan senin, Mersin senin. Atatürk çocuğusun. Herkese yardım edeceksin. Kimseden bir şey beklemeyeceksin. Allah için karşılıksız kimseden bir şey almayacaksın. Bunu kendine ders edineceksin’ demişti” diyor ve ekliyor:. ”Öyle mutluyum ki, 4 yaşından beri insanlara hizmet eden, koşan biri oldum. Dersimi hiç unutmadım.” diyor.
Mersin eskisi gibi olamaz
Lina eski Mersin’i şöyle anlatıyor: ”Mersin’de bugün, eskiden gelen ne kaldı diye bazen oturup düşünüyorum. Hemen hemen hiç bir şey. Şimdi bazıları eski Mersin’i canlandırmaya çalışıyor. Geçmiş olsun, bitti o iş. Eski Mersin’i canlandıramazsınız.
Çamlıbel için uğraşıyorlar. Ben de diyorum ki boşuna. Çünkü artık eski insanlar yok. Ne yaparsanız yapın, eski Mersin’in güzelliğini geri getiremezsiniz.
O eski hanımefendiler, beyfendiler, Hıristiyanıyla, Müslümanıyla gerçek anlamda insan olanlar yok artık. O zamanlarda insanlar rahat rahat sokakta dolaşırdı. Başıma bir şey gelir mi korkusu yoktu. Altınanahtar’ın oradan denize girilirdi.”
Lina, son değerlendirmesini şöyle yapıyor: ”Bugün bırakın Mersin’i, ülkemize baktığımızda insanın içi burkuluyor. Allah memleketimize, ülkemize birlik, beraberlik, afiyet versin. Bitsin artık bu terör. Her gün bir acı haber duymaktan yorulduk artık.
Nedir bu kadar acı?
Kardeşlik varken, birlik varken bu acı neden?
Neyi paylaşamıyorsunuz?”.
Yılın Hollandalısı seçildikten sonra çıktığı TV Programında, geçmişte yaşanan cinayetlere ve sürgünlere rağmen, hayatını anlatan romandan sonra, hayatının filme çekilmesine de ‘Evet’ diyen Lale Gül kararlı görülüyor.
Film konusunun, radikalları çok kızdıracağı ve belki de Afganistandan bile tehditler savrulacağı için ret tavsiyesinde bulunanları da dinlemeyen Lale Gül adeta meydan okuyor.
Bir televizyon programında, ‘Bugüne kadar sana sorulmayan, ama cevaplamasını istediğin bir soru var mı’ diyen gazeteciden sonra, şimdi ben de Lale Gül’e birkaç soru yöneltmek istiyorum.
İlhan KARAÇAY’ın analizi:
Ailesi içinde sıkı İslam kuralları ile yaşadığını öne sürerek, hayatının romanını yazan Lale Gül, kaleme aldığı ‘Yaşayacağım’ adlı romanının 230 bin adet ile satış rekoru kırmasından sonra, şimdi de hayatının filminin çekilmesine ‘evet’ dedi.
Ülkenin en çok satan dergisi EW (Elsevier Weekblad) tarafından ‘Yılın Hollandalısı’ seçildiği ilan edilen Lale Gül, Pazar günü (dün) konuk olduğu WNL Op Zondag adlı TV programında, tüm tehditlere ve tedhişlere, akil insanların da tavsiye etmemesine rağmen film için ‘evet’ dediğini belirterek adeta meydan okudu.
Tehditler ve tedhişler (yolda yürürken bir kaç kez kendisine saldırıldığını söylemişti. Tutuklanan iki kişiden bir yedi ay hapis yattı) nedeniyle, Amsterdam Belediye Başkanı bayan Femke Halsema tarafından özel korumaya alınan Lale Gül, akil insanların, ‘Film, insanların tahrik olmasında, romandan daha çok etkileyicidir. Geçmişte bunun örnekleri yaşandı. Afganistan’da bile tahrik olanlar çıkar ve tehdit daha ciddi hale gelir. Bu nedenle film çekimini kabul etme’ tavsiyelerine rağmen, adeta meydan okurcasına ‘Film çekilecek’ dedi.
Akil insanların, daha önce öldürülen gazeteci ve film yapımcısı Theo van Gogh’un akibetini ve tehditler nedeniyle Amerika’ya sürgüne gönderilen Ayaan Hirsi Ali’yi örnek göstermeleri de Lale Gül’ü fikrinden caydırmadı.
Değerli okurlarım, çok hassas olan Lale Gül konusunu yazarken, çok dikkatli olmam gerektiğine inandığım için, ne övücü ve ne de kışkırtıcı olmamaya gayret ediyorum.
Daha önce Lale Gül hakkında üç haber-yorum yayınladım. Sonuncusu iki gün önceydi ve Lale Gül’ün ‘Yılın Hollandalısı’ seçilişini yazmıştım. Dün de bir başka sakıncalı yazar Elif Şafak’ı yazmıştım. Bugün yine Lale Gül ile karşınızdayım.
Hassasiyetinden çok korktuğum için, her defasında eski yazıları alt alta sıralıyorum.
Bugün de bunu yapacağım ve Lale Gül için yazdığım üç haber-yorumu sıralayacağım. Ancak, bundan önce özel bir şey yapmak istiyorum.
Lale Gül’e bir TV programında, ‘Bugüne kadar sana sorulmayan, ancak cevaplamak istediğin bir soru var mı?’ diye sorulmuştu.
Şimdi ben Lale Gül’e birkaç soru yöneltmek istiyorum:
Lale Gül, senin hakkında yazdığım ikinci yazı bir analizdi ve şöyle seslenmiştim: İlhan Karaçay, objektif gazetecilik ilkesiyle soruyor: Lale Gül’e desteğe okey, acı çeken ebeveynler ne olacak?
*Doğrudur, bir genç kız, tanrının kendisine bahşettiği hayatı
hür iradesiyle yaşamalı ve baskılara maruz kalmamalı.
*Peki buna karşın, yaşananlar nedeniyle ele güne bakamaz
duruma gelen ebeveynlerin çektikleri acılar ne olacak?
*Izdırabını kitap yazarak anlatan ve destek bulan Lale Gül
amacına ulaştı ve özlediği hür yaşama kavuştu.
*Peki, ‘İrinli hamam böceği ve faşist islam despotu’ suçlaması ile anne,
‘sadece döllendiren’ olarak suçlanan baba ne olacak?
Şimdi, aile bireylerini kaybettiğini ifade ederek pişmanlığını ortaya koyuyorsun ama, bir yandan da ailene karşı diretmekte israr ediyorsun.
Senin gibi, onbinlerce Türk kızı, aile içi hoşnutsuzlukla yaşıyor ama, kendilerine göz nuru olarak baktıkları ebeveynlerine karşı minnettarlıklarını inkâr etmiyorlar.
Kazandığın ün ve para bunlara değer mi Lale Gül?
ÖNCEKİ YAZILAR
Sevgili Okurlarım, daha önce Lale Gül hakkında yazdıklarımı, zihninizi tazelemek için yine alt alta koyuyorum.
İyi okumalar.
HOLLANDA’NIN EN ÇOK SATAN DERGİSİ LALE GÜL’Ü ‘YILIN HOLLANDALI’SI SEÇTİ
Seçim kriteri: Ailesinden gördüğü baskıları korkusuzca yazması ve her türlü tehditlere boyun eğmeyerek diğer müslüman kızlara örnek olması.
Hollanda’daki Türk toplumunu derinden yaralayan, Lale Gül tandanslı haberler üzerine, Amsterdam Belediye Başkanı özel önlemler aldırmıştı.
Daha önce yayınladığım haber ve yorumlarda, Lale Gül’ün anlattıklarını objektif olarak yayınladıktan sonra, ‘Lale Gül’e desteğe okey, acı çeken ebeveynler ne olacak?’ diye yazmıştım.
İlhan KARAÇAY yazdı:
Hollanda’nın en çok satılan dergisi EW (Elsevier Weekblad), yazdıkları ve anlattıkları ile İslam’ı yerden yere vuran, çok ünlenip, çok da para kazanan Lale Gül’ü ‘Yılın Hollandalısı’ seçti.
‘Yılın Hollandalısı’nı her yıl özel bir jüri tarafından seçen dergi, 2021’in Hollandalısını seçmeden önce Amsterdam Belediye Başkanı Femke Halsema, Lale Gül kitabını yayınlayan Mai Spijkers ve Lale Gül’ün devam ettiği ünüversitenin doçentleri ile görüştükten sonra bu kararı açıkladı.
Dergi, Lale Gül’ün seçim kriterini şöyle açıkladı: Ailesinden gördüğü baskıları korkusuzca yazması ve her türlü tehditlere boyun eğmeyerek diğer müslüman kızlara örnek olması.
Derginin bundan önceki yıllarda seçtiği ‘Yılın Hollandalısı’ sıfatını kazananlar şunlar:
Ayaan Hirsi Ali (2004), Rijkman Groenink (2005), de soldaat in Uruzgan (2006), Joop van den Ende (2007), Wouter Bos (2008), Linda de Mol (2009), de politicus (2010), Mark Rutte (2011), koningin Beatrix (2012), Wim Pijbes (2013), Ahmed Aboutaleb (2014), Dafne Schippers (2015), Marcel Levi (2016), Boyan Slat (2017), Belediye Başkanı (2018), Derk Wiersum (2019) ve Yoğun Bakım doktorları ve sağlık personelleri (2020).
Lale Gül hakkında yazmış olduğun ilk haber
28 Şubat 2021 günü şu başlıkları taşıyordu:
HOLLANDA’DA YENİ BİR BİLİMKURGU
*Ailesine ‘roman yazıyorum’ dedi ama laf furyası ile ailesini yerden yere vurdu…
*23 yaşındaki Lale Gül, Türk ve islam geleneklerini sertçe eleştiren kitabının yayınlanmasından sonra evinden çıkamaz oldu.
*Televizyonlarda ve gazetelerde günün konusu olan genç kız, babası için ‘döllendiren’ annesi için de ‘irinli hamam böceği ve faşist islam despotu’ yakıştırmasını yaptı.
*Din ve geleneklerine bağlı olan Türk kesiminden ölüm tehditleri alan genç kız ‘yazarlığa tövbe’ dedi ama gelen cazip teklifler de kafasını karıştırıyor.
Aşağıda bu haberi komple bir şekilde bulacaksınız.
Lale Gül’e hak verenler olduğu gibi, onu yeden yere vuranlar ve tehdit edenler de vardı. Bu nedenle de 17 Mart 2021 tarihinde alttaki başlıklarla ikinci yorumumu yazdım:
İlhan Karaçay, objektif gazetecilik ilkesiyle soruyor: Lale Gül’e desteğe okey, acı çeken ebeveynler ne olacak?
*Doğrudur, bir genç kız, tanrının kendisine bahşettiği hayatı hür
iradesiyle yaşamalı ve baskılara maruz kalmamalı.
*Peki buna karşın, yaşananlar nedeniyle ele güne bakamaz
duruma gelen ebeveynlerin çektikleri acılar ne olacak?
*Izdırabını kitap yazarak anlatan ve destek bulan Lale Gül
amacına ulaştı ve özlediği hür yaşama kavuştu.
*Peki, ‘İrinli hamam böceği ve faşist islam despotu’ suçlaması ile
anne, ‘sadece döllendiren’ olarak suçlanan baba ne olacak?
Konunun zihinlerinizde şeffaflanması için o iki eski yazıyı sizlere sunuyorum:
HOLLANDA’DA YENİ BİR BİLİMKURGU
*Ailesine ‘roman yazıyorum’ dedi ama laf furyası ile
ebeveynlerini yerden yere vurdu…
*23 yaşındaki Lale Gül, Türk ve islam geleneklerini sertçe
eleştiren kitabının yayınlanmasından sonra evinden çıkamaz
oldu.
*Televizyonlarda ve gazetelerde günün konusu olan genç kız,
babası için ‘döllendiren’ annesi için de ‘irinli hamam böceği ve
faşist islam despotu’ yakıştırmasını yaptı.
*Din ve geleneklerine bağlı olan Türk kesiminden ölüm tehditleri
alan genç kız ‘yazarlığa tövbe’ dedi ama gelen cazip teklifler de
kafasını karıştırıyor.
İlhan KARAÇAY yazdı:
Bir Pazar gününüzü zehir etmek istemiyordum ama, Hollanda’da nelerin yaşandığını güncel olarak bilme hakkınız olduğu için bekletemedim. Ama söz, sizlere yarın iç açıcı bir yazı servis edeceğim. Yazının başlığını şimdiden müjdeleyim: Türkler Avrupalı mı?
Şimdi dönelim bugünkü konumuza…
Hollanda’da yeni bir ‘scienne fiction’ bilimkurgu filmi dönmeye başladı. Bu fimin başrol oyuncusu bu kez 23 yaşında Lale Gül adlı bir genç kızımız.
Ailesine ‘Roman yazıyorum’ diyen, ama roman yerine kendi hayatını yazarken Türk ve islam geleneklerini yerden yere vuran genç kızımız, gerek ailesinden ve gerekse din ve geleneklerine bağlı olan Türk kesiminden gördüğü tepkiler ve tehditler üzerine, hayata küserek dışarı çıkamaz hale geldi.
Kendi ifadesiyle, çeşitli çevreler tarafından lanet okunan genç kız, ‘Beni yuvasına pisleyen’ olarak anıyorlar diye dert yanarken, kalemini bir kenara attığını ve artık yazmayacağını belirtti.
Lale Gül’ün bir ilk olan kitabının adı ‘Ik ga leven’, yani ‘Yaşayacağım’. Ama öyle görülüyor ki, kitabında kullandığı hiciv, taşlama ve laf salatası nedeniyle hayatını zindana soktu. Kitapta kullandığı yazı dili, kendi deyimi ile yapısı olmayan, sokak dili ile yazılmış kaotik bir hikâye. Ama buna rağmen, kitapçılara sipariş verme yarışında ilk 10’na girmeyi başarmış.
Bakınız Lale Gül Hollanda medyasında nasıl değerlendirildi: Lale Gül, kitabının yayınlanmasından iki hafta sonra çok naif davrandığını ve budalalık yaptığını kabul etti. Amacı, kendini örnek göstererek, Amsterdam’da yaşayan bir genç kızın, aşırı islam toplumu içindeki boğuşmalı yaşamını anlatmaktı. Yazacaklarından ötürü evde zorluk çekeceğini hiç hesaba katmamıştı. Sonuçta anne ve babası kırık Hollandacaları ile bir şeyin farkına varmayacaklardı ve sonunda da, ‘Amaaan, kulaktan dolma sözlerle yazılmış bir roman’ diyecekti.
Ama bu düşünce ne yazık ki suya düştü. Kitabın yayınlanmasından iki hafta sonra çıktığı Televizyon programından sonra, Gül ailesinin telefonları kilitlenmişti. Aile bireyleri, tanıdıklar ve tanımadıkları hesap sormaya başlamışlardı. Kitap, Türk toplumu içinde utanç yaratıcıydı.
Lale anlatıyor: ‘Babam, titreyen elleri ile tuttuğu telefondan herkese cevap vermeye çalışıyordu. Zira ben kendilerine bir aşk hikâyesi yazdığımı söylemiştim. Ama babam her gelen telefondan anladıklarıyla, benim neler yazdığımı öğrenmişti. O sırada babam bana ‘Kızım, ne yaptın sen, aile yaşamımızı sokağa döktün.’ diye feryat etti.’
‘Yaşayacağım’ adlı kitapta başrolü oynarken laf salatası yaptığını unutmuştu. Evde müzik dinlemek, öpüşme sahnesi olan film seyretmek ebeveyler tarafından yasaklanmıştı. Makyaj, ziynet ve selfi fotoğraf çekmek yasaktı. Doğum günü kutlamak ve dışarı çıkmak yasaktı. Okul gezisine gitmek, tatile bir erkek aile bireyi olmadan gitmek yasaktı. Erkek arkadaş edinmek, hele hele sevgili edinmek kesinlikle yasaktı.
Ama başrol oyuncusu yasakların olmadığı bir yaşam istiyordu. Kitabında da soruyordu: ‘Ne yani, bir ev bitkisi olarak mı yaşayacaktım? Evleneceğim, gülme yoksunu, Kur’an yutmuş bir uyuşuk erkeği seçecek olan beni döllendirenler, yaşamam gereken seksüel ilişkinin nasıl olması gerektiğini de mi anlatacaklar? Bunun için mi yaşayacağım? Allah benim bu trajedime sevinecek mi?’
Lale Gül kitabında, annesi ile arasındaki geçimsizliği, bir erkek arkadaşıyla ilişkisi nedeniyle çektiği zorlukları anlatırken, babasından ‘Beni döllendiren’, annesinden de ‘irinli hamam böceği ve faşit islam despotu’ diye söz ediyor.
‘Amacım, zehirleyici dil kullanmak değildi’ diyor Lale Gül ve ekliyor: ‘Amacım, yaşadığım gerçekleri yazmak ve kararı okuyuculara bırakmaktı. Ama yazım sırasında ebeveynlerime kızdım ve kızgınlığımı okuyucuların da bilmesini istedim.’
Lale Gül’ün anne ve babası, 1990’lı yıllarda Hollanda’ya göç etmişlerdi. Amsterdam’ın bir mahallesinde ikamet ediyorlardı. Annesi, üç çocuğa bakan bir ev kadınıydı. Babası ise postacı ve tren temizliği işleri yapmıştı. Lale, o günleri şöyle anlatıyor: ‘Amsterdam’da ikamet ediyorlardı ama, geldikleri köyü hiç terk etmemiş gibiydiler. Türk televizyonlarını izliyorlar ve kendi geleneksel norm ve değerlerinden kopamıyorlardı. Benim kot pantolon giyinmemden bile rahatsız oluyorlardı. Ne de olsa komuşulardan çekiniyorlardı. Sofu müslüman olarak cennet ve cehenneme inanıyorlar. Çocuklarının ahirette cayır cayır yanmasını istemiyorlardı. Bu nedenle bize bazı kısıtlamalar koymuşlardı. Annem, benim günahlarımın kendisine kaydolacağına inanıyordu. Allah’ın ona, ‘Kızın şeytanın peşine takıldığı zaman sen ne yaptın’ diye soracağına inanıyordu.
Lale’ye göre, müslüman kızların çoğu aynı baskı ve kurallar içinde yaşıyordu. Ama çoğunluğun da bu baskı ve kurallara uymadığını görüyordu. ‘Amsterdam Üniversitesi’nde, yüksek eğitimli müslüman kızlar ile konuşurken, onların da evden dışarı çıkamadıklarını ve arkadaş edinemediklerini duyuyordum. Ama onlar bu duruma isyan etmiyorlardı. Okula geldikleri zaman başörtülerini çıkarıyorlar ve gizlice arkadaşları ile buluşuyorlardı. Ama toplum içinde bununla mücadeleden kaçınıyorlardı.’ diyor Lale.
Lale’nin bu konudaki serüveni Kur’an okulunda başlamıştı. (Gazete Kur’an okulunun bağlı olduğu kuruluşun adını yazmış ama ben bundan imtina ediyorum.)
6 yaşından 17 yaşına kadar her Cumartesi ve Pazar günleri, Kur’anı ezbere öğreniyordu. Öğrenciler islam norm ve değerleri çerçevesinde öğrenim görüyorlardı. Lale’nin tuhafına giden, kendi görüş ve düşüncelerinin ne olduğunun sorulmaması idi. Kaldı ki gittiği ilkokulda buna imkân veriliyordu. Ama hafta sonları buna şansı yoktu ve kendi düşüncelerini yutmak zorundaydı. Kur’an hocasına ‘Neden biz başımızı örtüyoruz ama erkeklere hiçbir kural yok’ diye sormuş. Aldığı cevap şu olmuş:’Bu soruyu senin kulağına şeytan üfürdü.’
Lale Gül kitabında, Batılı görüşler ile peygamber öğretisini barıştırmak istiyordu. Şöyle diyor Lale: ’16 yaşında iken YouTube’de solcu Türkler’in filmlerini izliyordum. Onlara göre dini kurallara körü körüne bağlanmak yerine, günün şartlarına göre hareket etmek mübahtır. O zaman memnun olmuştum ve bundan böyle kimlerle özdeşleşeceğimi öğrenmiştim.’
Lale şöyle devam ediyor: ‘Bir hafta sonra sınıfta, eşcinselliğin bir hastalık olduğunu söylediğim zaman doçentimiz çok kızmış ve bunun hipokrit (münafık-riyakâr) bir düşünce olduğunu, hipokritlerin de çoğu zaman ateistlerden (inançsızlardan) daha kötü olduklarını belirtmişti’
18’inci yaşından itibaren kendisinin ‘islamofoob’ (islam korkusu) olduğunu belirten Lale Gül şöyle diyor: ‘O zaman dini inancın, insan yaşamındaki etkisinden endişe duymaya başlamıştım. Eşcinsel veya feminist kadınların yaşayabileceği hiçbir islam ülkesi yoktur. Kadın imam veya bir eşcinselin camiye girmesi gibi, islamı modernleştirme girişimleri hep baltalanmıştır. Yayınlanan dini tekstlerdeki yorumlar, peygamber öğretisini zayıflatınca, Hollanda-Türk toplumu içindeki tutuculuk SGP ( Dini Parti) oryantallığına dönüşüyor.’
Lale Gül, kitap yazımından çok önce, 2019’da görüşlerini sosyal medyada duyurmaya başladığı zaman, sağ görüşlü twitter kullanıcıları tarafından baştacı edildi. Bir anda kendisini De Telegraaf yazarı Wierd Duk, Forum Demokrasi Partisi lideri Thierry Baudet ve TV programcısı Fidan Ekiz öğle yemeğine davet ettiler. Bu buluşmalardan çok memnun olmuştu. Zira bu cesur görüşlerini destekliyorlardı. Baudet, kendisini parti propagandası toplantılarına davet etti. Ama 23 yaşındaki Lale, bu davete icabet etmediği için de memnun oldu. ‘Öyle umut ediyordum ki Baudet, bu yapısal konulara değinecekti. Ama öyle olmadı.’ diyor Lale.
Lale Gül, kitabının yayınlanmasından sonra da ilgi odağı oldu. Kendi pozisyonunda olan pek çok genç kadından aldığı mektuplarda tavsiyeleri soruldu. Okuyucular da onun kültüre bakış açısını tebrik ettiler. O da bir yazar olan Franca Treur’den aldığı mektupta, aynı konulara değinilecek olan bir kitap yayınlayacağını öğrendi.
Lale, islam karşıtları tarafından takdir ediliyordu ama evdeki durum bambaşkaydı.
Kitabın yayınlanmasından iki hafta sonra katıldığı televizyon tartışma programından sonra, ‘verem ol’ tehditleri başladı. Kitapta adından bahsettiği (Açık ismi yazmıyorum) dini kuruluşun başkanının telefon ederek kendisini mahkmeye vereceğini belirten Lale, ‘Amcalarımdan biri evime geldi ve bana ‘pis fahişe kızı’ dedi ve ağzımdaki dişlerin hepsini kıracağını söyledi. Annem de bana, ‘Amcana hak vermeden edemeyeceğim. Zira sen yazdığın kitapla bunu hak ettin’ dedi.’
Lale, artık sokakta tanınıyor ve tehdit ediliyordu. Bunun için savcılığa şikâyette bulundu. Evden dışarı çıkamaz oldu. Babası da, komşuların hesap sormasından korktuğu için dışarı çıkamaz oldu. Kitabın yayınlanmasından sonra camiye de gitmez oldu. Ama, postacılık işi için yine de sokaklara çıkma mecburiyetinde kalıyordu..
Lale anlatıyor: ‘Babam mahallede mektup dağıtırken, kendisine ‘Senin kızın da ikinci Ebru Umar oldu. ( O da yazdıkları nedeniyle Türkiye’den Hollanda’ya sınır dışı edilmişti) Neden kızına engel olamadın?’ diye soruyorlar. Babam da onlara ‘Ne yapayım, boğazını mı keseyim, söyleyin’ diye cevap veriyor. Babam eve gelince, ‘İnsanlarımızın nasıl olduğunu biliyordun, bunu hesaba katamaz mıydın’ diye azarlamaya devam ediyor.’
Dışarıdan gelen tehditlere karşı babası, 20 yaşındaki erkek kardeşi ve 22 yaşındaki yeğeni tarafından korunduğunu belirten Lale ekliyor: ‘Kardeşim insanları uyarıyor. Kardeşim ‘kim kız kardeşime dokunursa benden çekeceği var’ diyor. Onun desteği olmasaydı şimdiye çoktan tokatlanmıştım.’
Lale, diğer aile fertlerinden de destek bekliyordu. Ama onlar kendisine sırtlarını çevirdiler. Bu da çok zoruna gidiyor ve ekliyor: ‘Bana yuva pisleten diyorlar. Ama ben kendi hayatım diye yazdım. Kendi hikâyemi anlatmak hakkım yok mu? Bunu tekrarlamaya devam edeceğim. Ama birbirimizi anlayamıyoruz.’
Lale, aynı zamanda kendisini suçlu buluyor ve devam ediyor: ‘Öncelikle, kötü bir düşüncem yoktu, Sadece hikâyemi dökmek istiyordum. Ama pratikte bu böyle olmadı. Ebeveynlerimin bu yüzden hastalandıklarını görüyorum. Annem iki haftadır yatakta kıvarıp duruyor. Annem kız kardeşime şöyle diyor.’Bana felç inerse veya kendimi öldürürsem, bu Lale’nin kabahatidir.’ Bu da kardeşimi çok üzüyor. Dün kardeşim bana, ‘Bunu bir daha yapmayacağına dair söz ver. Annemin başına bunların gelmesini istemiyorum’ diyerek ağlamaya başladı.’
‘Olanları Hollandalı arkadaşlarıma anlattığım zaman bana, ‘Bu olağan durum karşısında kendini suçlu bulma’ diyorlar. Ama ben bunların hepsini hesaba katmadan hareket ettim.’ diyen Lale’ye diğer aile fertleri sırt çevirmişti ama kendi anne ve babası sırt çevirmemişti. Lale şöyle devam ediyor: ‘Bu durum en çok anne ve babamı zor durumda bıraktı. Annem ve babam bana yine de teklifte bulundular ve şöyle dediler:’Öyle sanıyoruz ki, şimdi pişmanlık duyuyorsun. Kitabın için seni af ediyoruz. Ama bir daha hiçbir tartışma ortamına girmeyeceksin.’
Lale bu durumdan çok memnun olduğunu söylüyor ve şöyle diyor: ‘Yazdığım kitap ile görüşlerimi tüm dünyaya duyurdum. Hollanda, Türk toplumunun içinde bulunduğu durumu öğrenmiş oldular. Böylece amacıma ulaştım sayılır. Şimdi kepengi indirdim. Annem ve babam ile bağdaşmak için yazmaya ‘stop’ diyorum’
Ama bu alınması çok zor bir karardı. Bunu da şöyle yorumluyor Lale: ‘İçimi kemiren bir his var. Benim için iyi bir yetenek diyorlar. Geçen hafta çok sayıda telefon geldi. Aylık dergi Elle’ye yorum yazmam istendi. Katıldığım Televizyon programı için sürekli katılım teklifi geldi. Türkiye cumhurbaşkanı Erdoğan hakkında konuşmam istendi. Bu nedenle kariyerli ve kamuoyu oluşturan bir yazar olma rüyaları görüyorum. Ama bunları yapmamam lâzım. Böylece yarayı deşmekten başka bir şey yapmış olmam. Aksi takdirde, bir daha asla düzelmez.’
Yıllarca çırpındıktan sonra elde etmek istediği serbestliğe ulaşmıştı Lale. ‘Baş örtüsü kullanmaya mecburiyetim yok, makyaj yaparak da dolaşabilirim. Yaz gelince kumsalda da uzanabilirim. Türk-Hollandalı pek çok kadının bunları nasıl elde ettikleri hakkında çok şeyler okudum. Tiyatrocu Nazmiye Oral ve televşzyon yapımcısı Fidan Ekiz’in, evlerine Türk olmayan erkeklerle gittiklerini de okudum. Bu gelişmeler bana hep umut veriyor. Demek ki bir gün bana da bu yol açılabilir diye düşünüyorum hep.’ diyor.
Lale anlatmaya devam ediyor: ‘Biliyorum, Nazmiye ve Fidan bu konuda tabii ki birer istisnadır. Ben bir Hollandalı erkekle eve gidemem ve artık yayın da yapamam. Kendimi buna alıştırmaya çalışacağım. Bunlar ebeveynlerimin bana sunacakları en iyi toleranstır. Ben anne ve babam ile vedalaşmak istemiyorum. Erkek ve kız kardeşim ile gizlice anlaşmak da istemiyorum. Çocuklarım olduğu zaman, anne anne ve dede diyebilmelerini istiyorum.’
Son olarak şunu söyleyebiliriz: Lale, şimdilerde anne ve babasının bilgisi dışında son mülakatlarını yapıyor. 23 yaşındaki yazarın kariyeri başlamadan bitiyor. Üniversitedeki eğitimine devam edecek. İleride evleneceği ve mutlu bir evlilik süreceği bir Türk erkek bulacak. Çok ileride belki yine kalemi eline alacak ve yazacak. Ama bunu şimdi hiç düşünmeyecek. Romanının filme çekilmesi için ciddi teklifler alan Lale, bunun gerçekleşmesi halinde, başına gelecekleri şimdiden bildiği için, bu teklifi de geri çevirdi.
Kendisiyle yaptığım bu görüşme bir umutsuzluk görüşmesi miydi acaba?
Lale, gülerek cevap veriyor: ‘Sana başka bir hikâye anlatmak isterdim. Zira benim yaşamım bir masal değildir.’
AYAAN HİRSİ ALİ
EBRU UMAR
Lale Gül, yayınlamış olduğu kitap ile, islamı yeren yazarlar zincirine katılmış oldu.
Bu yazarlardan biri de Somalili Ayaan Hirsi Ali idi. 2004 yılında Theo van Gogh ile birlikte, islam karşıtı Submission filmini yapmıştı. Bu nedenle van Gogh öldürülmüş, Ayaan Hirsi Ali de, hayatından endişe edildiği için ABD’ye sürgüne gönderilmişti.
Ne ilginçtir ki, solcu görüşlerle sivrilen Ayaan Hirsi Ali, ABD’de konservatif (tutucu) görüşlü bir Düşünce Kuruluşu olan Hoover Instituut’te çalışıyor.
Ama Lale Gül, Hirsi Ali ile kıyaslanmasını da doğru bulmuyor ve ‘O bir şahane insandır. O benim ancak ustam olabilir’ diye övgü yağdırmayı da ihmal etmiyor.
EBRU UMAR
Babası patoloji doktoru, annesi göz doktoru olan Ebru Umar, 2004 yılında öldürülen Theo van Gogh ile birlikte çalıştı. Çeşitli gazetelere yazdığı yorumlarda, müslümanların ve Türkler’in gözüne battı. Tehditler aldığı için savcılığa başvuruda bulundu.
23 Nisan 2016 günü, Kuşadası’nda polis tarafından tutuklandı. Suçu, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’a hakaret suçuydu. Bu tutuklama iki ülke arasında siyasi krize yol açtı. Daha sonra Hollanda Dışişleri’nin baskısı sonucunda sınır dışı edildi.
Sevgili Okurlarım,
Bugünkü yazım iç açıcı değildi. Hoş, dünyanın neresine giderseniz gidin, göçmenler için yazılacaklar arasında bu gibi konular yer alır.
Kanada’ya, Yeni Zelanda ve Avustralya’ya göç etmiş olan Hollanda toplumları içinde de gelişmemişliklere rast gelebilirsiniz. Bu, göçün bir kaderidir. Burnumuzun dibindeki Paris yakınlarında koloni halinde yaşayan Hollandalılar içinde de bunlar yaşanmaktadır. Mesele, dışa açılamamak ve kendi içlerinde boğulma meselesidir.
************************
İlhan Karaçay, objektif gazetecilik ilkesiyle soruyor: Lale Gül’e desteğe okey, acı çeken ebeveynler ne olacak?
*Doğrudur, bir genç kız, tanrının kendisine bahşettiği hayatı
hür iradesiyle yaşamalı ve baskılara maruz kalmamalı.
*Peki buna karşın, yaşananlar nedeniyle ele güne bakamaz
duruma gelen ebeveynlerin çektikleri acılar ne olacak?
*Izdırabını kitap yazarak anlatan ve destek bulan Lale Gül
amacına ulaştı ve özlediği hür yaşama kavuştu.
*Peki, ‘İrinli hamam böceği ve faşist islam despotu’ suçlaması ile anne, ‘sadece döllendiren’ olarak suçlanan baba ne olacak?
Değerli Okurlarım,
28 Şubat 2021 günü alttaki başlıklar ile bir haber yayınlamıştım:
HOLLANDA’DA YENİ BİR BİLİMKURGU
*Ailesine ‘roman yazıyorum’ dedi ama laf furyası ile ebeveynlerini yerden yere vurdu…
*23 yaşındaki Lale Gül, Türk ve islam geleneklerini sertçe eleştiren kitabının
yayınlanmasından sonra evinden çıkamaz oldu.
*Televizyonlarda ve gazetelerde günün konusu olan genç kız, babası için ‘döllendiren’
annesi için de ‘irinli hamam böceği ve faşist islam despotu’ yakıştırmasını yaptı.
*Din ve geleneklerine bağlı olan Türk kesiminden ölüm tehditleri alan genç kız
‘yazarlığa tövbe’ dedi ama gelen cazip teklifler de kafasını karıştırıyor.
Yukarıdaki başlıklar ile yayınladığım haber, ana akım gazetelerinde, haber portallarında ve sosyal medyada yayınlandıktan sonra, büyük bir çalkalanma oldu. Genç kızımızı destekleyen görüşlerin yanında, az da olsa adet ve geleneklerden söz eden görüşler de vardı.
Üç beş gün süren bu çalkalanmadan sonra ortalık sessizliğe büründü.
Ne var ki, aradan 15 gün geçtikten sonra akılları başlarına gelen (!) bazı siyasetçiler ve kurumlar, bu konuyu yeniden gündeme getirerek, kendilerine bir paye kazandırmaya çalışmaya başladılar. Paye kazanmaya çalışan bu kişiler arasında benim dostlarım da var.
Lale Gül’ün ebeveynlerinin, utançlarından hâlâ sokağa çıkamadıklarını göz ardı eden bu kişi ve kuruluşlar, bu durumun ehemmiyetine değinmezken, tehdit edilmekte olan Lale Gül’e, arşivlerdeki en edebi sloganları sıralayarak sahip çıkıyorlar.
Aslında ben de, Lale Gül’ü savunan bu sloganları destekliyorum. Ama madalyonun diğer tarafına da bakılmasını istiyorum.
Hollanda’da yazarlık yapan erkek cinsiyetinde bir Türk, önceki gün kendisyle yapılan ve ‘de Volkskrant’ta yayınlanan bir röportajda, ‘Ben 15 yaşında iken geneleve gittim. Ama buna karşın kız kardeşim okul seyahatine bile gidemedi’ benzetmesi ile Lale Gül’e destek oluyordu.
Ama nedense, bu demokrat ve özgürlükçü gazeteci, Lale Gül’ün annesi ve babası ile tüm ailesinin çektikleri ızdırap için tek kelime etmediği gibi, dinine ve geleneğine bağlı olan insanların aydınlatılması için bir öneride bulunmuyordu.
Çok sevdiğim ve saygı duyduğum bir bayan politikacı, şu andaki görevi ile hiç bağdaşmadığı halde, Lale Gül hakkında bir bildiri yayınlıyor ve Lale Gül’e yapılan tehditleri şiddetle kınıyor.
Bu politikacımız da nedense, Lale Gül’ün annesi ve babası ile tüm ailesinin çektikleri ızdırap için tek kelime etmediği gibi, dinine ve geleneğine bağlı olan insanların aydınlatılması için bir öneride bulunmuyordu.
Özgürlükçülüğü ile tanınan bir Türk örgütü de dün bir açıklama yaptı ve Lale Gül’e yapılan tehditleri şiddetle kınadı.
Ama nedense, bu demokrat ve özgürlükçü örgüt de, Lale Gül’ün annesi ve babası ile tüm ailesinin çektikleri ızdırap için tek kelime etmediği gibi, dinine ve geleneğine bağlı olan insanların aydınlatılması için bir öneride bulunmuyordu.
Lale Gül’e destek açıklamaları yapanların yanında, tehdit iddiaları ile yıpratılan Kuzey Hollanda Milli Görüş Yönetimi de, Amsterdam Belediye Başkanı Bayan Femke Halsema’ya göndermiş olduğu mektubu yayınladı.
Milli Görüş Yönetimi’nin, Belediye Başkanı Halsema’ya gönderdiği mektubun bir kısmının orijinal fotoğrafı ve Türkçe tercümesi altta:
Amsterdam, 15.03.2021
Konu: ‘Ik ga leven’ isimli yayını nedeniyle Lale Gül’e karşı tehditler
Belediye Başkanı Sayın Halsema,
Kuzey Hollanda Milli Görüş olarak Lale Gül hanıma karşı yapılan tehditleri kayıtsız șartsız reddediyor ve kendisinin güvenliği için alacağınız her türlü önlemi destekliyoruz.
Bir eleştiri eylemi hiçbir zaman tehditlere yol açmamalıdır. Bir an önce bu meselenin netliğe kavuşmasını ve Lale Gül hanımın tekrar normal günlük hayatına devam etmesini temenni ediyoruz. Bir kişinin İslam dinini kabul edişinde, yaşayışında veya reddedişinde hiçbir tehdit veya zorunluluk söz konusu olmamalıdır. Dolayısıyla Lale hanımın kararına saygı duyarak yapılan tehditleri kınıyoruz.
Çeşitli medya kanallarının iddialarının aksine yönetimimiz hiçbir şekilde Lale hanımın ailesi ile iletişime geçmemiş ve kendisi tarafımızdan hiçbir şekilde bir tehdide maruz kalmamıştır. Söz konusu medya ilgisinin bir sonucu olarak teşkilatımız maalesef haksız yere itham edilmiş ve medyada olumsuz bir şekilde yer almıştır.
Geçtiğimiz günlerde ‘Volkskrant’ gazetesi tarafından bir düzeltme yayınlanmış, Milli Görüş teşkilatının bu meselede, ne ebeveynler ile bir irtibatta ne de bir mahkeme tehdidinde bulunduğu belirtilmiştir. Gül ailesine bu zor zamanlarında kolaylıklar ve bir an evvel sükunete kavuşmalarını diliyoruz.
Saygılarımızla,
Kuzey Hollanda Milli Görüş Yönetimi
Son aldığım bir habere göre, Hollanda’daki pek çok sanatçı, siyasetçi ve hatta birkaç imam,
Lale Gül için imzaya açılan bir dilekçeye destek vermişler.
Bu haberin yer aldığı sayfaya, Jan Beerenhout (1933 yılında Atatürk ve Kraliçe Wilhelmina tarafından kurulan Hollanda-Türk Dostluk Cemiyeti eski sekreteri ve müslüman olmuş bir değer) şu satırları yazmış:
Kur’an:2:256 ‘Dini inançta zorlama olmaz’ Hz. Muhammed: ‘Sizin inancınız sizindir, benim inancım ise benimdir’. ‘Lale Gül ile dayanışma içinde olduklarını açıklayan müslümanların mevcudiyeti tuhaf değildir. Ama O’na saldıran ve tehdit edenler de muhtemelen müslüman değildir.’
İşte, kendisi de 60 yıl önce müslüman olmuş bir Hollandalı’nın görüşü yukarıdaki gibi.
Müslümanlığın, şamatacı ve yalancı politikacı Geerd Wilders’in saçmaladığı gibi bir din olmadığını, Kur’an-ı Kerim’i inceleyen her insanoğlu anlayabilir.
Jan Beerenhout’un yukarıda verdiği örnekte olduğu gibi, Kur’an-ı Kerim’de ‘Dini inançta zorlama olmaz’ başlıklı ayete inanmayanlar müslüman olamazlar.
Şimdi gelelim yeniden boynu bükülen Gül aile fertlerinin yaşamakta oldukları acılara…
Hollanda TV’sine çalışan Bülent Moran kardeşimiz bugün sosyal medya üzerinden bir duyuru yaptı. Lale Gül konusunda konuşmak isteyen Türk aileleri arıyormuş. Dilerim ki Moran kardeşimiz konuşacak aileleri bulur ve bu aileler de, Gül ailesinin çektikleri ızdıraba merhem olurlar.
Ben şahsen soz söz olarak şunu söyleyebilirim: Gurbette yaşayan Türk kökenlilerin birinci kuşağının tükenmekte olduğu yıllar içindeyiz. Birinci kuşaktakilerin büyük bir çoğunluğu dini vecibelerine, kültür ve geleneklerine sıkıca bağlı insanlardır. Hoş, ikinci kuşak gurbetçilerimiz, evde öğrendikleri doğrultusunda aynı hassasiyete bağlı kalmışlardır.
Üçüncü ve şimdilerde henüz bebek olan dördüncü kuşak Türkler’in, ilk kuşaktakiler gibi, aynı konularda çok hassas ve bağnaz olmayacakları malumdur.
Ama her şeye rağmen, henüz yaşamakta olan birinci ve ikinci nesil yurttaşlarımıza, göç edip geldikleri ülkelerde, yaşam tarzının şekilleri ve şartları öğretilmelidir.
Her konuda aşırı düşünen insanlar olduğu gibi, din, adet ve gelenek hakkında da aşırı düşünen insanlar vardır. Makul ve sağlıklı düşünen insanlarımız çoğunlukta olduğuna göre, yaşam şartları konusunda kendilerini geliştirememiş insanlarımız için eğitici toplantılar yapmak doğru olmaz mı?
Bu eğitici toplantıları veya kursları, vergi ödediğimiz devletin kurumları üstlenmelidir. Ama kendi devletimiz de bu konuda girişimlerde bulunma hakına sahip olmalıdır. ‘Ankara’nın uzun kolu’ safsatası bir kenara itilerek, en az 30-40 yıl daha sürecek olan bu gelişmemişliğe son vermenin tek çaresi budur.
Hollanda gazetesi ‘de Volkskrant’ın iki sayfa yer ayırdığı Şafak,
‘Mizah ile taşlayıcı ve yerici konuları Türkiye’de yazmak zor. Bunları İngiltere’de daha rahat yazabilirsin. Türkiye’de melankolik duyguları hiç korkmadan yazabilirsin.’ diyor.
Elif Şafak’ın, İngilizce, ‘The Island of Missing Trees’, Türkçe, ‘Kayıp Ağaçlar Adası’ ve Hollandaca, ‘Eiland Verdwenen bomen’ adlı kitabı ödüllere aday gösteriliyor.
Özellikle AK Partililer tarafından şiddetle eleştirilmiş olan Şafak, 12 yıldır ayrı kaldığı İstanbul’u çok özlediğini söylüyor.
İlhan KARAÇAY yazdı:
İngilizce, ‘The Island of Missing Trees’ , Türkçe, ‘Kayıp Ağaçlar Adası’ ve Hollandaca, ‘Eiland Verdwenen bomen’ adlı kitabı ile ödüllere aday gösterilen Türk-İngiliz vatandaşı Elif Şafak, Hollanda’nın ‘de Volkskrant’ gazetesinde iki sayfa yer kapladı.
Elif Şafak’ın, gerek ‘de Volkskrant’ta ve gerekse dünya medyasında yer alan söyleşilerinden kesitleri aşağıda bulacaksınız:
Elif Şafak’ın ödüllere aday olduğu belirtilen kitabında, gençken adada bir restoranda tanışan Kıbrıslı Rum Kostas ve Türk kızı Defne ile kızları Ada’nın hikâyesini, Kostas’ın Londra’ya giderken yanında götürdüğü bir incir ağacını da konuşturarak anlatıyor.
Kostas Hıristiyan bir Rum, Defne ise müslüman bir Türktür.
Aşklarının yasak olması nedeniyle Kostas Londra’ya göç eder. Ama bir süre sonra Kıbrıs’a geri döner ve Defne ile evlenmeyi başarır.
Çift yeni bir başlangıç yapmak üzere Londra’ya yerleşir. Kostas beraberinde bir incir fidanı götürür. Kostas incir fidanını Londra’nın soğuğundan korumak için bir süre toprağın altına gömmek zorunda kalıyor. 1974’de yerle bir olan restorandan Londra’ya getirilen küçük incir ağacı orada yaşamayı başarıyor.
Çiftin kızları ise, Londra’da doğan ve kitabın başında henüz anne ve babasının sırları ve ortak travmaları hakkında hiçbir şey anlamayan Ada.
Şafak, Ada karekteri için, ‘Her zaman acının kalıtsal olduğuna inandım. Belki bilimsel değil, ancak ailelerde kolayca konuşamayacağımız şeyler bir nesilden diğerine konuşulmadan geçiyor. Göçmen ailelerde, yaşlı nesil genellikle gençleri geçmişteki üzüntülerden korumak ister. Bu yüzden fazla bir şey söylememeyi tercih ederler ve ikinci nesil, ev sahibi ülkenin bir parçası olarak araştırma yapamayacak kadar uyum sağlamakla meşguldür. Yani hafızayı kazmak üçüncü nesle kalır. Ebeveynlerden bile eski anıları olan birçok üçüncü nesil göçmenle tanıştım. Anneleri ve babaları onlara, ‘Burası senin evin, tüm bunları boş ver’diyor. Ama onlar için kimlik önemli’ tespitini yapıyor.
Yazar kitabında, Kıbrıs yemeklerine yer ayırmasını, ‘Dinler çatışır, ancak batıl inançlar sınırların ötesine geçer. Yemek konusunda da durum aynı’ cümlesi ile açıklıyor.
Mutfakta Rum bir aile ile bir Türk’ün hayatları çok benzer olabilir. Ada’nın Londra’da ziyaretine gelen teyzesi Meryem, her yemeği bir ziyafete dönüştürüyor. Yemek, Meryem’in dünyayı kontrol etme şekli…
Şafak, ‘Meryem gibi kadınlar tarafından büyütüldüm. Büyükannem için yemek, yemekten çok daha fazlasıydı. Yemek, insanları bir araya getirmekle ilgiliydi daha çok. Masanın etrafında sorunları çözebilirsiniz. Barışa ulaşabilirsiniz. Evet, Meryem’in, üzerinde konuşmayı bilmediği şeyler var. Bazı yönleriyle modası geçmiş. Ama yemeği sevgiyle ilişkilendiriyor ve bana göre bu çok gerçek’ diyor.
Şafak kitabında, soğuktan korunması için küçük bir incir ağacının toprağa gömülmesini, Kıbrıs’ta iç savaşta kaybolanların cesetlerini bulmaya ve kayıpları tanımlamaya çalışan iki toplumlu kuruluş, Kayıp Şahıslar Komitesi tarafından yürütülen çalışmalara bağlıyor.
Yazar, Kıbrıs’ın geleceğinden umutlu olduğunu söyleyerek, kitabındaki tüm acılara rağmen, Kostas’ın dayanıklı incir ağacının, umudun korunmasını simgelediğini belirtiyor.
Şafak, ‘İyimser hissetmek istiyorum. Kayıp Şahıslar Komitesi çok değerli. Komitede çalışanların çoğu kadın ve bu genç gönüllüler bana umut veriyor. Ancak, elbette politikacılar farklı bir konudur. Politikacılar konusu daha karmaşık’ diyor.
Elif Şafak, ‘Baba ve Piç’ adlı romanında, ‘Türlüğü aşağılamakla’ suçlanması sonrası beraat etse de, 10 yıldan fazla bir süre önce, gazeteci eşi ve iki çocuğuyla birlikte Londra’ya taşındı. Yazar aynı zamanda İngiliz vatandaşıdır ve soyadını da Shafak olarak kullanıyor.
Elif Şafak, Volkskrant gazetesindeki söyleşiyi kaleme alan Hans Bouman’ın soruları üzerine genellikle şunları söylüyor: ‘Kıbrıs konusunu yazmayı çok istiyordum. Ama yaraları deşerken kırıcı olmaktan korkuyordum. Sonunda yazmaya karar verdim. İki ülke halkını çok yıpratan Kıbrıs’ı anlatabilmek için, Kosta’yı, Defne’yi ve incir ağacını konuşturdum.
Mizah ile taşlayıcı ve yerici konuları Türkiye’de yazmak zor. Bunları İngiltere’de daha rahat yazabilirsin. Türkiye’de melankolik duyguları hiç korkmadan yazabilirsin. 12 yıldır ayrı kaldığım İstanbul’u çok özledim’
ŞAFAK’IN ÖDÜLLERİ
İlk romanı Pinhan‘ı yayımladığı 1997’den beri eserler vermekte olan yazar, 2009’da yayımlanan Aşkadlı romanı ile Türk edebiyat tarihinin en kısa sürede en çok satan edebi eserinin yazarı unvanına sahip oldu. İlk romanı Pinhan ile 1998 Mevlâna Büyük Ödülü’nü aldı. Bunu Şehrin Aynaları (1999) ve Türkiye Yazarlar Birliği Ödülü’nü kazandığı Mahrem izledi.
Eserleri 50’den fazla dile çevrilen Şafak, ”Aşkın 40 Kuralı” adlı romanı ile BBC‘nin “Dünyayı Şekillendiren 100 Roman” listesine girdi. 2017’de Amerika Birleşik Devletleri merkezli Politico dergisi tarafından “Dünyayı daha iyi bir yer yapacak 12 kişi”den birisi olarak seçildi. 2021’de BBC 100 Kadın listesinde Fransa adına yer aldı. Ayrıca 2017 yılında Forbes dergisine göre Türkiye’nin en çok kazanan yazarıdır.
Britanya ve İrlanda’nın saygın edebiyat armağanlarından biri olarak kabul edilen ve bu yıl 50’nci yılını kutlayan Costa Kitap Ödülü’nün 2021 yılı kısa listesi açıklandı. Şiir, roman, ilk roman, biyografi ve çocuk olmak üzere beş farklı kategoride verilen ödüllerde, Türk yazar Elif Şafak’ın ‘The Island of Missing Trees’ (Kayıp Ağaçlar Adası) roman dalında aday gösterildi. Şafak, Ağustos 2021’de İngiltere’de Penguin tarafından yayımlanan son romanında Kıbrıs’taki kültürel farklılıkları bir incir ağacının dilinden anlatıyor.
30 bin Euro para ödülünün dağıtılacağı Costa’da kazananlar, 1 Şubat 2022’de açıklanacak. İlki 1971’de verilen ödüllerde, roman dalındaki ödülü geçen yıl Monique Roffey ‘The Mermaid of Black Conch’ adlı eseriyle kazandı.
ELİF ŞAFAK’I TANIYALIM
İngiliz -Türk yazar, akademisyen, kadın hakları ve LGBTQ+ aktivisti, 25 Ekim 1971 tarihinde Fransa’nın Strazburg kentinde doğdu. Babası Nuri Bilgin, annesi ise Şafak Atayman’dır. Küçük yaştayken ailesi boşandı ve annesi tarafından yetiştirildi. Annesinin diplomat olmasından dolayı çocukluğunu ve gençliğini farklı ülkelerde geçirdi. Öğrenimine Ankara’daki Kubilay İlkokulu’nda başlayan Şafak, ortaokulu Madrid’de okudu. Lise öğrenimini Ankara Atatürk Anadolu Lisesi’nde tamamladı. Yüksek öğrenimini ise ODTÜ Uluslararası İlişkiler Bölümü’nde yaptı. Yine aynı üniversitede yüksek lisansını ve doktorasını yaptı.
2003-2004 akademik yılı boyunca Michigan Üniversitesi`nde yardımcı doçent olarak bulundu ve ders verdi. Halen, Arizona Üniversitesi Yakın Doğu Araştırmaları bölümünde yardımcı doçent olarak görev yapmaktadır. “Edebiyat ve Sürgün”, “Bellek ve Politika”, “Müslüman Dünya`da Cinelli ve Toplumsal Cinsiyet” konulu dersler vermektedir. Türkiye`de çeşitli günlük ve aylık yayınlarda yazmaya devam etmektedir.
Referans Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Eyüp Can Sağlık ile evli olan Elif Şafak`ın Şehrazat Zelda (2006) adlı bir kızı vardır. Elif Şafak 2005-2009 senelerinde Zaman Gazetesinde yazarlık yaptı. 2005’te Med Cezir adlı kitabında kadın, kimlik, kültürel bölünme, dil ve edebiyat hakkında yazılarını bir araya getirdi. Aynı yıl Referans Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Eyüp Can Sağlık ile Berlin’de evlendi.
2006’da yayımlanan “Baba ve Piç” adlı romanını İngilizce olarak kaleme aldı. Türk-Ermeni ilişkilerini inceleyen bu roman nedeniyle hakkında Türklüğe hakaret ettiği gerekçesi ile dava açıldıysa da, suçun yasal unsurlarının oluşmadığı ve delil bulunmadığı gerekçesiyle beraat etti. Aynı yıl Şehrazat Zelda isimli kızı dünyaya geldi. Doğum sonrası yaşadığı depresyonu, İngilizce olarak kaleme aldığı Siyah Süt adlı otobiyografik romanda anlattı. İki yıl sonra oğlu Emir Zahir’i dünyaya getirerek ikinci kez anne oldu.
2009 yılının Mart ayında yayımlanan AŞK isimli roman, Türk edebiyat tarihinin en kısa sürede en çok satan edebi eseri unvanına sahip olmuştur. 2009 yılı sonunda, sekiz romanı ve ilk deneme kitabı Med Cezir‘den seçilmiş paragrafları bir araya getirdiği Kağıt Helva adlı kitabını yayımladı. 2010 Kasım ayında Firarperest adlı deneme türündeki ikinci eseri piyasaya çıktı. Eserin içindeki illüstrasyonlar M. K. Perker’e aittir.
2011 yılında Doğan Kitaptan “İskender” isimli eseri piyasaya çıkmıştır. Kitabın kapak resminde, makyajla erkek haline gelen Elif Şafak’ın kendi fotoğrafı vardır.
M.K Perker illüstrasyonlarıyla birlikte 2012 yılında Şemspare adıyla yayımlandı. Mimar Sinan’ın yanında çırak olan Cihan adında bir Hint’in gözünden Osmanlı’yı anlattığı son romanı Ustam ve Ben 2013 yılında yayımlandı.
Şafak’ın kitapları
Kem Gözlere Anadolu, Pinhan, Şehrin Aynaları, Mahrem, Bit Palas, Araf,
Beşpeşe, Med Cezir, Baba ve Piç, Siyah Süt, Aşk, Kâğıt Helva, Firarperest,
İskender, Şemspare, Ustam ve Ben.
Ünlü Türk yazar Elif Şafak’ın bu yıl yazdığı “Kayıp Ağaçlar Adası” adlı yeni kitabı, İranlı Neda Rahmani tarafından Farsça’ya çevrilerek, kitapseverlere sunuldu.
ŞAFAK’I PROTESTO EDENLER
AK Partili kadın vekiller Avrupa Konseyi‘nin bir toplantısında bazı konuşmacıların Türkiye ve Türkiye’de kadın olmak hakkında yaptıkları manipülatif yorumlara ilişkin, Avrupa Konseyi Başkanı ve üyelerine bir mektup göndermişlerdi. Yapılan yorumların Türk kadınlarını üzdüğü belirtilirken, aralarında Elif Şafak‘ın da bulunduğu bazı yorumcuların, İstanbul Sözleşmesi’yle ilgili sözlerine de sert tepki gösterilmişti. Mektupta “Hiçbir akreditasyonu olmayan veriler ile Türk kadını ve çocuklar hakkında söyledikleri bizim için yok hükmündedir” denilmişti.
TBMM Dilekçe Komisyonu Başkanı AK Parti İstanbul milletvekili Belma Satır da şunları söylemişti: ‘Elif Şafak‘ın söylediklerini şiddetle reddediyorum. Hem kendi cinsine hem de kendi varlık sebebi olan ülkesine, milletine, toprağına yabancı olan bir kadın olduğu için, Türkiye’nin gerçeklerinden malesef bihaber. Biz birçok batı ülkesinden önce 1934 yılında seçme seçilme hakkını elde etmiş bir devletin kadınlarıyız. Kadına yönelik şiddet, ayrımcılık, insan hakları ihlali ve bunun gibi tüm konularda sıfır tolerans gösterdiğimiz yasal mevzuatlar ve uygulama örnekleri ile aşikardır.’
AK Parti Genel Başkan Yardımcısı ve Konya milletvekili Leyla Şahin Usta ise şunları söylemişti:
‘Başta Elif Şafak olmak üzere, oradaki konuşmacıları,Türkiye’deki kadınlarımızın başarılarından bihaber görüyoruz. Kamusal alanda kadınların Hakları için mücadele veren bir kişi olarak bu haksız ithamları kabul etmiyoruz. Türkiye’de çok sayıda kadın akademisyen var, birçok sektörde çalışan kadınlarımız var.
Elif Şafak’ın biraz Türkiye’yi yakından görmesini ve bilgi almasını tavsiye ediyoruz.’
Hollanda-Türkiye Ticaret Odası Vakfı, Türkiye hastanelerinin büyük kapasiteye, modern cihazlara ve yetişmiş elemanlara sahip olduğu uyarısı ile Hollanda’ya teklif sundu.
Yoğun Bakım Servisleri’nin yetmezliği nedeniyle, 380 bin kişinin ameliyat edilemediği Hollanda için, kurtuluşun Türk hastaneleri olduğunu belirten Vakıf Başkanı Ethem Emre, iki ülke arasında mekik dokuyor.
İlhan KARAÇAY’ın haberi:
Hollanda’da korona salgını nedeniyle hastanelerde yer kalmaması üzerine 380 bin hastanın ameliyat edilememesi, ülkede büyük bir paniğe neden oldu.
Yoğun bakım servislerinin de çok az kapasitede olması, başka arayışlara neden oluyor. Bu konuda Almanya’dan yardım isteyen Hollanda’ya, Hollanda-Türkiye Ticaret Odası Vakfı Başkanı Ethem Emre bir çağrıda bulundu. Emre’nin medya yoluyla yaptığı çağrı, Türkiye’de ATV PARA televizyonunun da dikkatini çekti ve Emre ile canlı bir yayın yaptı.
Son yıllarda, Türkiye’de çok sayıda büyük ve modern hastanenin inşa edildiğini, modern cihazların yanında, sağlık personelinin Amerika ve İngiltere’de eğitildiğini anlatan Emre, bu mesajı Hollanda’daki yetkililere duyurmak istediğini belirtti.
Emre’nin, gerek Hollanda ve gerekse Türkiye makamlarına duyurmak istediği mesaj, bakalım etkisini gösterip değerlendirilebilecek mi?