Müslüman esirlere moral vermesi için gittiği Almanya’daki çalışmalarını izlediğim Mehmet Akif Ersoy’un ‘İstiklal Marşı’, şimdilerde Avrupa gündeminde.
Hollandacasını yayınladığım İstiklal Marşı’ndaki sözler, okuyanlar tarafından ‘muhteşem’ olarak nitelendi.
Dünyadaki tüm dillere çevrilmesi gereken İstiklal Marşı’mız için, 12 Mart İstiklâl Marşı’nın Kabulü ve Mehmet Akif Ersoy’u Anma Günü dolayısıyla gazete tasarım yarışması düzenleniyor.
Geçen hafta Hollandaca tercümesini yayınladığım İstiklal Marşı’mızı, Türk dostları kanalıyla okuyan Hollandalılar, ‘muhteşem’ olarak değerlendirdiler. (En altta tercümeyi yeniden sunacağım)
Dünyadaki tüm dillere çevrilmesi gerektiğine inanılan İstiklal Marşı’mız için, Millî Eğitim Bakanlığı Avrupa Birliği ve Dış İlişkiler Genel Müdürlüğü (ABDİGM), 12 Mart İstiklâl Marşı’nın Kabulü ve Mehmet Akif Ersoy’u Anma Günü dolayısıyla gazete tasarım yarışması düzenledi.
Avrupa’daki Türk öğrencilerin milli tarih bilincine katkı sağlamak amacını taşıyan,
7-11 ve 12-17 yaş aralıklarındaki çocuk ve gençlerin katılacağı yarışmanın başvuruları 6 Mart 2022 tarihine kadar kabul edilecek. Millî Eğitim Bakanlığı yarışma duyurusunda hedefin, “yurt dışında yaşayan çocuklarımıza İstiklal Marşı’nın hangi şartlarda yazıldığını ve yaşanan zorlukları fark ettirmek, Cumhuriyetimizin kurulduğu yıllara olan ilgi ve merakı artırmak, İstiklal Marşı’nın kabulü sırasında yaşanan coşkuyu ve millet olmanın gururunu hissettirmek, milli tarih bilinci oluşumuna katkı sağlamak, vatan şairimiz Mehmet Akif Ersoy’u tanımak, Türkçe ve Türk Kültürünü tanıtmak ve yaymak” olduğu açıklandı.
Değerlendirme sonuçlarına göre dereceye giren ve paylaşılması uygun görülen gazete tasarımları ABDİGM web sitesi ve sosyal medya hesaplarında yayımlanacak. Yarışmaya katılmak isteyen öğrenciler ve velileri https://abdigm.meb.gov.tr/yarismalar/ adresinden bilgi edinebilirler.
ERSOY’UN DIŞ ÜLKELERDEKİ ÖNEMİ
İstiklal Marşı yazarımız Mehmet Akif Ersoy’un, 1914 yılında esir düşen Müslümanlar’a moral vermesi için, Alman hükümeti tarafından özel olarak davet edilmesi üzerine gittiği Almanya’daki dört aylık yaşamını, 6 yıl önce gittiğim Berlin’de araştırmış ve TRT’ye program yapmıştım.
Daha önce yazıya dökmüş olduğum o programdaki Ersoy bölümünü sizlere sunuyorum:
WÜNSDORF HİLAL ESİR KAMPI VE MEHMET AKİF ERSOY
1914 yılında, Berlin’e 50 kilometre mesafedeki Wünsdorf’ta, Birinci Dünya savaşı’nda ele geçirilen Müslüman esirler için bir kamp kurulmuştu.
Bu kamptaki esirlerin çoğu, İngiltere’nin kolonileri Hindistan ve Afganistan ile, Fransa’nın Afrika’daki kolonilerinden getirilmişlerdi.
Almanlar, müttefik olan Türkiye’den gelen Müslüman askerlerden yararlanarak, esir olan
diğer Müslümanların kendi saflarında savaşmaları için, çok iyi davranıyordu. Yaklaşık 16 bin esirin barındırıldığı bu kampta ölenler için de bir mezarlık yapılmış.
Bu esirlerin çoğu 1921 yılında ülkelerine gönderildi.
Almanya’da kalmayı başaran esirlerin yanında,Türk askerleri de topluma karışarak yaşamlarını burada sürdürdüler.
Mehmet Akif Ersoy’un uğruna şiir yazdığı ve Padişah Vahdettin ile birlikte Atatürk’ün de konakladığı Adlon Oteli.
Şimdi, Başkent Berlin’e 50 km. mesafede olan Wünsdorf’a gidiyoruz. Burada arayacağımız izler, 1’inci Dünya Savaşı’nın en şiddetli günlerinde kurulmuş bir esir kampına ait…
Bu kampta İstiklal Marşı şairimiz M. Akif Ersoy, 4 ay boyunca esirler arasında kalmış ve onlara savaşın asıl nedenini anlatan konuşmalar yapmıştı.
Mehmet Akif Ersoy ve esir kampına değinmeden önce, savaşta ve esir kampında ölenlerin gömülü olduğu mezarlığa değinelim.
Çeşitli ülkelerden savaşa katılıp can veren müslümanlar için açılan bu mezarlıkta, böylesi anlamlı anıtlar da ziyaretçilerin takdirini kazanıyor.
Mihmandarımız, Berlin Şehitlik camii imamı Ender Çetin bizi önce bu mezarlığa getiriyor. Hilal esir kampı savaş sonuna kadar varlığını koruduğu için bu yıllar içinde ölenler kampın bitişiğinde oluşturulan mezarlığa defnedilmiş.
Müslümanlar’dan başka Hıristiyanlar’ın, Hindular’ın ve Sihler’in de yatmakta olduğu Mezarlığın giriş kapısında, ‘Mezarlık’ deyimininin üç dilde yazılı olduğu görülüyor.
Burada yatan savaş esirleri, ülkelerinden binlerce kilometre uzakta kaderin onları getirip bıraktığı bu bir avuç toprakta kıyameti bekliyorlar. Eve dönüş umutlarıyla, yakınlarının özlemleriyle can teslim edenler için yapılan son vazife, bir saygı ifadesi olarak, karşılıyor bizi…
Hala düzenli bir şekilde bakımı yapılan mezarlıkta, o günleri yaşatmak için dikilmiş anıtlar görüyoruz.
Mezarlıkta, çeşitli ülkeler adına savaşan müslümanlar yatıyor
Burada yatanlar yakınlardaki bir esir kampında tutuluyordu. Mihmandarımızdan bizi oraya götürmesini istiyoruz. Kamp hakkında ayrıntılı araştırma yapan imam Ender Çetin kampın hikayesini anlatıyor:
Birinci Dünya Savaşı’nda müttefikimiz olan Almanya’nın, İngiliz, Fransız ve Ruslardan aldıkları esirler arasında çok sayıda Müslüman bulunmaktaydı. Almanlar Müslüman esirleri Hilal adını verdikleri bu kampta toplamıştı.
Esir aldıkları Müslümanlar arasında yaptıkları araştırmada ilginç bir sonuçla karşılaştılar. Sömürgeleştirilmiş Müslüman ülkelerden toplanıp Almanlara karşı savaşmak üzere cephenin önüne yerleştirilen askerler, kendilerine yapılan bir propaganda sebebiyle büyük bir fedakarlık örneği göstererek savaşıyorlardı.. Sorgulamalar sırasında bunun nedenini öğrendiler: Sömürgeciler cahil ve yoksul bıraktıkları bu insanları, “Almanlar İstanbul’u işgal etti. Halifenizi esir aldı. Biz halifenizi kurtarmak için savaşıyoruz” diye kandırmışlardı.
İslâm dünyasına yönelik olarak Berlin’de Almanya Dışişleri Bakanlığı bünyesinde oluşturulan Şark İstihbarat Birimi yetkilileri, bu propagandayı tersine çevirecek girişimlere başladı. Wünsdorf’taki Müslüman esirlere, savaşın kimler arasında olduğu anlatılacak, gerçeğin bilinmesi sağlanacaktı. Bu amaçla İstanbul’daki Alman elçisinin katkısı istendi.
Elçi, Teşkilat-ı Mahsusa’da çalışan bir dostuyla irtibata geçerek gerekli isimleri belirledi ve Almanya’ya listeyi gönderdi. Bu listedeki isimlerin ilki Teşkilat-ı Mahsusanın Afrika masasının başındaki Şeyh Salih Eş-şerif Et-Tunusi, ikincisi ise Mehmet Akif Ersoy’du. Tunusi ve Mehmet Akif beraberindeki heyetle birlikte, bizzat Kral Wilhelm’in özel konukları olarak 1914 Kasım’ının son günlerinde Berlin’e vardılar.
Osmanlı heyeti Almanya siyasi tarihinde çok önemli bir yeri olan Brandenburg Meydanı’nın yanındaki Otel Adlon’a yerleştirildiler. Otel Adlon bugün de tarihi dekorunu muhafaza ederek faaliyetine devam ediyor. Ziyaretçilerini 20. yüzyılın başlarına götüren bir zaman makinesi gibi…
Bu otelde, Padişah Vahdettin ile Berlin’e gelen Atatürk de konaklamıştı
Mehmet Akif, bu otelin güzelliğinden ve konforundan çok etkilenmişti. Kasım sonlarından Mart sonlarına kadar Berlin’de kalan Akif, bu otelde bir de şiir yazar:
Meğer oteller olurmuş saray kadar ma´mûr:
Adam girer de yaşarmış içinde, mest-i huzûr:
Beş altı yüz odanın her birinde pufla yatak…
Nasîb olursa eğer, hiç düşünme yatmana bak!
Sokakta kar yağa dursun, odanda fasl-ı bahâr,
Dışarda leyle-i yeldâ, içerde nısf ı nehâr!
Hıyât-ı nûrunu temdîd edip her âvîze,
Fezâda nescediyor bir sabâh-ı pâkîze,
Havâyı kızdırarak hissolunmayan bir ocak;
Ilık ılık geziyor, her tarafta aynı sıcak.
Gürül gürül akıyor çeşmeler, temiz mi temiz;
Soğuk da isteseniz var, sıcak da isteseniz.
Gıcır gıcır ötüyor ortalık titizlikten,
Sanırsınız ki zemîninde olmamış gezinen.
Ne kehle var o mübârek döşekte hiç, ne pire;
Kaşınma hissi muattal bu i´tibâra göre!..
Unuttum ismini… Bir sırnaşık böcek vardı…
Çıkar duvarlara, yastık budur, der atlardı.
Ezince bir koku peydâ olurdu çokça, iti…
Bilirsiniz a canım… Neydi? Neydi? Tahtabiti!
O hemşerim, sanırım, çoktan inmemiş buraya,
Bucak bucak aradım, olsa rast gelirdim ya!
Mehmet Akif ve beraberindeki heyetin amacı, esir Müslümanlara gerçeği anlatmak ve halifenin yanında olmalarını sağlamaktı.
Akif, Berlin’de bulunduğu zaman içinde bu esirlerin bilgilendirilmesi için çalıştı.Esirleri bilgilendirmek için çıkartılan Cihad adlı gazetenin yayınlarına katkı yapmaya çalıştı. Esirlerden her biri aldatılmış olmanın acısını yaşadı. Savaşın mahiyetini öğrenenler saf değiştirdi.Onlardan oluşturulan Asya Taburu bu sefer kendi davası adına Suriye cephesine gönderildi. Sunulan her türlü imkana rağmen savaş şartlarında esir kampında hayat zordur. Birçok esir hastalıktan ölür. Kamp yakınında arazinin bira yüksek sayılan bir yeri esirlerin mezarlık sahası olur. Bu gün hala mevcut olan mezarlığın bir kısmı düzenlenerek ülkelerinden uzaklarda ölmek zorunda kalan bu mazlumların hatıraları yaşatılmıştır.
Mehmet Akif bir yandan esirlerle görüşmeler yapıyor bir yandan da İslam’ın içinde bulunduğu hali bizzat esirler üzerinden yeniden müşahede ediyordu. Özellikle Asya Müslümanları Ruslarla İngilizler arasında pay edilen topraklarda sömürülüyor, cahil bırakılıyor ve tarih dışına itiliyorlardı. Safahat’ta bu günlerde yazdığı şiirler gözlemlerini günümüze taşımıştır.
İşte o şiirlerden biri:
Hesaba katmıyorum şimdilik bizim yakada
Sönen ocakları; lakin zavallı Afrika’da
Yüz elli bin kadının tütmüyor bugün bacası.
Ne körpe oğlu denilmiş, ne ihtiyar kocası,
Tutup tutup getirilmiş Fransız askerine.
Siperlik etmek için saff-ı harbin önlerine
Mehmet Akif Ersoy, Alman devletinin davetlisi olarak gittiği Berlin’deki esir kampında 4 ay gibi uzun bir çalışma yaptı.
Hilal esir kampının bulunduğu yerde bugün iki fabrika ve boş bir arazi var. 1926 yılına kadar ayakta olan camii de, kamp kapatılıp bölge boşaltılınca diğer binalarla birlikte yıkılmış.
Asya’dan Afrika’dan yuvalarından kopartılarak bilmedikleri diyarlara sürüklenen bu insanlar, esirlikte aslında içine düştükleri büyük oyundan da kurtulmuş oluyorlardı.
Akif ve Eş-şerif Et-Tunusi bu uyanışta onlara destek oldular. Yeni bir bakış açısı kazandırdılar.
Burada 4 ay kalan Türk heyeti ve özellikle Mehmet Akif’in çabalarının iki önemli sonucu oldu. İlk olarak kamptaki esir Müslüman askerlerden gönüllüler Osmanlı ordusuna katıldılar ve Asya Taburu olarak bu sefer kendi davası adına Suriye cephesinde savaştılar. İkinci önemli sonuç ise savaş sonrasında Hilal esir kampının sakinleri memleketlerine döndüklerinde sömürgecilere karşı yerel direnişlere katılarak özgürlük savaşçıları haline geldiler.
Mehmet Akif Berlin’de kaldığı günlerde, Çanakkale Savaşları bütün dehşetiyle devam ediyordu. Savaşın durumu her an merakını çekiyor, sık sık son durumu öğrenmeye çalışıyordu. Çanakkale’nin kaybedilmesi Osmanlının bitmesi demekti.Bunu bildiği için savaşın seyrini Berlin’deki Askeri Ataşemiz Ömer Lütfi Bey’e soruyor, ‘Çanakkale ne olacak?’ diyordu. Uzakta olmasına rağmen aklı Çanakkale’deydi. Her türlü teknik imkanla Çanakkale’ye saldıran güçler, galip gelerek hilalin hakimiyetine son vermişler miydi? Berlin Hatıralarında endişesini şöyle belirtir:
Silindi gitti Hilâl´in şu anda belki izi,
Zavallı Marmara’nın şerha şerha bağrından!
Bir İngiliz bezidir, belki, şimdi dalgalanan
Bizim Çanakkale âfâk-ı târumârında,
O dâr-ı Saltanat´ın bâb-ı şerm-sârında!
Uzakta olmama rağmen civâr-ı zârından,
Civârım inliyor âvaz-ı intizârından!
13 Temmuz 1915’te ise bu esir kampında, Müslümanların ibadet edebileceği ‘Hilal’ adlı bir cami inşa edilmişti. Caminin açılışı Ramazan Bayramı’na denk getirilmişti.
O günlerde Almanlar kamp içerisinde Müslüman esirlerin ibadetlerini yapması için bir de cami inşa ettiler. Cami, Müslümanların morallerini yüksek tutması ve ortak bir dayanışma ruhu kazanmaları için önemli bir görevi yerine getiriyordu. Böylece kamp esir tutukluluğunun ötesine geçiyor, bir rehabilitasyon ve gerçeğe çağrı alanı haline geliyordu.
Cami, 68 m. genişliğinde ve 12 m yüksekliğinde kırmızı beyaz renkli ahşaptan inşa edilmişti. 23 m yüksekliğinde bir minaresi vardı. Asker ve sivil bürokratların katıldığı bir törenle, 1915 de zamanın Berlin Büyükelçisi İbrahim Hakkı Paşa tarafından açıldı. Açılışa ait bu görüntülerde Mehmet Akif yok ama bazı Osmanlı görevliler dikkatimizi çekiyor.
Ne var ki, 1924 tarihine kadar hizmet veren Hilal Camisi, bakımsızlık nedeniyle yıkılma tehlikesi geçirdiği için kapatılmış ve daha sonra da yerle bir edilmiş.
Burada şimdi sadece Tatarlar’a ait çürümeye yüz tutmuş bir anıt ve mezarlık kalmış.
Esirlerden kalanlar ise hemen yakındaki Garnizon Müzesi’nde sergileniyor. Müzedeki fotoğraflardan, bu dönüşümün ve yaklaşan hayatın izlerini görebiliyoruz.
İSTİKLAL MARŞIMIZIN HOLLANDACASI…
İlhan KARAÇAY Yazdı:
Milli mücadele şairimiz Mehmet Akif Ersoy’un, ‘O şiir bir daha yazılmaz.. Onu kimse yazamaz.. Onu ben de yazamam.. Onu yazmak için o günleri yaşamak lazım. O şiir artık benim değildir. O, milletin malıdır. Benim millete karşı en kıymetli hediyem budur… Allah bir daha bu millete bir İstiklâl Marşı yazdırmasın!..’ dediği istiklal marşımızı biz çok iyi anlıyoruz. Ne var ki, içinde yaşadığımız dış ülkelerdeki yerli halklar, sık sık duydukları bu marşta ne söylediğimizi anlayamıyorlar.
Ben, istiklal marşımızı Hollandalı dostlarımızın da anlamaları için, ilk iki kıtasını Hollanda’nın Ankara Büyükelçiliği Maslahatgüzarı Erik Weststrate’nin tercüme ettiği marşımızın diğer kıtalarının da Hollandacasını sunuyorum. Hollandalı dostlarımıza dağıtmak ve duyurmak size kaldı. Diğer ülkelerdeki yurtseverlerimizden de aynı davranışı bekliyorum.
Marşımız ve tercümesinin sonunda, marşın Büyük Millet Meclisi’nde kabulünün hikâyesi var.
İstiklal Marşı’mızın ilk iki kıtasını, Hollanda’nın Ankara Büyükelçiliği Maslahatgüzarı Erik Weststrate yaptı. Fotoğrafta, Erik Weststrate’yi, büyükelçilikte görevli Eray Ergeç ve eşim ile birlikte, Mersin’deki bir etkinlikte görüyorsunuz.
TÜRKİYE İSTİKLAL MARŞI (VRIJHEID MARSCH TÜRKİYE)
Korkma, sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak; (Vrees niet, o rode banier; Die wappert op deze horizonten)
Sönmeden yurdumun üstünde tüten en son ocak. (Zolang de laatste haard die boven dit land rookt niet is gedoofd
O benim milletimin yıldızıdır, parlayacak; (Is hij de ster van mijn volk die zal stralen.)
O benimdir, o benim milletimindir ancak. (Hij is alleen van mij, en van mijn volk)
Çatma, kurban olayım, çehreni ey nazlı hilal! Frons je gezicht niet zo, jij terughoudende halve maan!)
Kahraman ırkıma bir gül! Ne bu şiddet, bu celal? (Lach toch eens naar mijn heldhaftige ras! Wat is dit voor een geweld en woede?
Sana olmaz dökülen kanlarımız sonra helal… (Anders komt ons vergoten bloed jou niet toe…)
Hakkıdır, hakk’a tapan, milletimin istiklal! (Vrijheid is het recht van mijn godvrezende volk!)
Ben ezelden beridir hür yaşadım, hür yaşarım. (Ik was vrij vanaf het begin en zal het altijd zijn.)
Hangi çılgın bana zincir vuracakmış? Şaşarım! (Welke gek zal me vastketenen? Het idee verbaast mij!)
Kükremiş sel gibiyim, bendimi çiğner, aşarım. (Ik ben als een brullende vloed; krachtig en onafhankelijk.)
Yırtarım dağları, enginlere sığmam, taşarım. (Ik zal bergen verscheuren, ik zal de oneindigheid overtreffen, en dan nog zal ik uitstromen!)
Garbın afakını sarmışsa çelik zırhlı duvar, (Al omringt een stalen pantsermuur de westelijke horizon,)
Benim iman dolu göğsüm gibi serhaddim var (Ik heb een bastion in mijn hart vol van geloof!)
Ulusun, korkma! Nasıl böyle bir imanı boğar, (Je bent machtig, vrees niet! Hoe kan het tandeloze monster,)
‘Medeniyet!’ dediğin tek dişi kalmış canavar? (Wat je “beschaving” noemt, is een monster met nog één tand over ?)
Arkadaş! Yurduma alçakları uğratma, sakın. (Mijn vriend! Laat mijn geboorteland niet in de handen van gemene mensen!)
Siper et gövdeni, dursun bu hayasızca akın. (Geef uw borst als pantser! Houd deze beschamende stormloop tegen!)
Doğacaktır sana va’dettigi günler hakk’ın… (Want snel zal de dag van de goddelijke belofte komen.)
Kim bilir, belki yarın, belki yarından da yakın. (Wie weet het? Misschien morgen? Misschien nog wel eerder dan morgen!)
Bastığın yerleri ‘toprak!’ diyerek geçme, tanı: (Zie niet de grond waar u op loopt als zuivere aarde,)
Düşün altında binlerce kefensiz yatanı. (Maar denk over de duizenden onder u die er liggen, zonder een lijkwade.)
Sen şehit oğlusun, incitme, yazıktır, atanı: (Jij bent de edele zoon van een martelaar, behoud de traditie, kwets niet uw voorvader!)
Verme, dünyaları alsan da, bu cennet vatanı. (Zelfs wanneer u werelden wordt beloofd, geef dit paradijs van een geboorteland niet op.)
*
Kim bu cennet vatanın uğruna olmaz ki feda? (Welke man zou niet willen sterven voor dit hemelse stuk land?)
Şuheda fışkıracak toprağı sıksan, şuheda! (De martelaren zouden uitstorten als u de grond zou uitdrukken! Martelaren!)
Canı, cananı, bütün varımı alsın da hüda, (God mag al mijn geliefden en al mijn bezit nemen als hij wil.)
Etmesin tek vatanımdan beni dünyada cüda. (Maar laat hem mij niet van mijn enige echte geboorteland op deze wereld beroven.)
Ruhumun senden, ilahi, şudur ancak emeli: (De enige smeekbede van mijn ziel aan U, Ο God, is dit)
Değmesin mabedimin göğsüne namahrem eli. (Laat geen vreemde hand de borst van mijn heiligdom bezoedelen.)
Bu ezanlar-ki şahadetleri dinin temeli, (Laten deze gebedsoproepen, waarvan de belijdenissen de kern van het geloof zijn,)
Ebedi yurdumun üstünde benim inlemeli. (Euwig over mijn vaderland weerklinken
O zaman vecd ile bin secde eder -varsa- taşım, (Dan zal mijn grafsteen, als er een is, duizenden keren met zijn voorhoofd de aarde raken (zoals in salaat) in geestvervoering.)
Her cerihamdan, ilahi, boşanıp kanlı yaşım, (O God, tranen van bloed stromen uit mij, uit iedere wond,)
Fışkırır ruh-i mücerred gibi yerden na’şım; (Mijn lijk zal van de aarde stromen als een geest,)
O zaman yükselerek arsa değer belki başım. (En dan zal ik wellicht opstijgen en de hemel bereiken.)
Dalgalan sen de şafaklar gibi ey şanlı hilal! (Wapper als de dagende hemel, o roemrijke halve maan,)
Olsun artık dökülen kanlarımın hepsi helal. (Zodat eindelijk al mijn vergoten bloed waardig kan zijn!)
Ebediyen sana yok, ırkıma yok izmihlal: (Nooit zul jij, noch mijn natie vernietigd worden!)
Hakkıdır, hür yaşamış, bayrağımın hürriyet; (Vrijheid is het recht van mijn altijd vrij geleefde vlag)
Hakkıdır, hakk’a tapan, milletimin istiklal! (Onafhankelijkheid is het recht van mijn God vererende volk!
İSTİKLAL MARŞI’NIN KABULÜ
Maarif Vekaleti, Türk Kurtuluş Savaşı’nın başlarında, İstiklâl Harbi’nin millî bir ruh içerisinde kazanılması imkânını sağlamak amacıyla, 1921’de bir güfte yarışması düzenledi. Yarışmaya toplam 724 şiir katıldı. Eser gönderenler arasında Kazım Karabekir, Hüseyin Suat Yalçın, İsak Ferrara, Muhittin Baha Pars ve Kemalettin Kamu gibi tanınmış isimler de vardı.”Çanakkale Şehitleri” ve “Bülbül” gibi şiirlerin sahibi Mehmet Akif’in “Milletin başarılarının para ile övülemeyeceğini” düşündüğü için yarışmaya katılmak istemediği bilinir.
Son şiir gönderme tarihi olan 23 Aralık 1920’den sonra Eğitim Bakanlığı güfteleri incelemiş ancak içlerinde İstiklal Marşı olabilecek bir eser bulamamıştı. Mehmet Akif, Maarif Vekili Hamdullah Suphi Bey’in kendisine yazdığı 5 Şubat 1921 tarihli davet mektubundan sonra fikrini değiştirerek Ankara’daki Taceddin Dergahı’ndaki odasında, Türk Ordusuna hitap ettiği şiiri kaleme aldı ve bakanlığa teslim etti.
Şiirde, şair Kurtuluş Savaşı’nın kazanılacağına olan inancını, Türk askerinin yürekliliğine ve özverisine güvenini, Türk ulusunun bağımsızlığa, Hakk’a, yurduna ve dinine bağlılığını dile getirmiştir.Hamdullah Suphi Bey, Âkif’in şiirinin önce cephede asker arasında okunmasına karar verdi. Batı Cephesi Komutanlığına gönderilen şiir, askerin beğenisini kazandı. İstiklâl Marşı, 17 Şubat 1921 tarihinde Hakimiyet-i Milliye ve Sebilürreşad gazetelerinde yayınlandı, on iki gün sonra ise Konya’da Öğüt gazetesinde yer aldı.
Ön elemeyi geçen yedi şiir 12 Mart 1921’de Mustafa Kemal’in başkanlığını yaptığı meclis oturumunda tartışmaya açıldı.Mehmet Âkif’in şiiri meclis kürsüsünde Hamdullah Suphi Bey tarafından okundu. Şiir okunduğunda milletvekilleri büyük bir heyacana kapıldı ve diğer şiirlerin okunmasına gerek görülmedi. Bazı mebusların itirazlarına rağmen Mehmet Akif’in şiiri coşkulu alkışlarla kabul edildi.
Hollanda tahtının altıncı sahibi Kraliçe Juliana ile anıları olanlar aranıyor.
Kasım ayında açılacak olan Juliana Sergisi’nde yer alacak olan söyleşi ve yazışmalar için hemen başvurun.
İlhan KARAÇAY
Huis van Oranje-Nassau olarak taç giyen 8 Kral ve Kraliçe’nin altıncısı olan Kraliçe Juliana, biri haziran ayında Utrecht’te, diğeri de kasım ayında muhtemelen Amsterdam’da açılacak olan bir sergide anılacak.
Utrecht’te yapılacak olan organizasyonu Atlas Kültür Merkezi, Amsterdam’da yapılacak olan organizasyonu de De Nieuwekerk düzenleyecek. De Nieuwkerk’in organizasyonuna, Atlas Kültür Merkezi de destek olacak.
Yıllar önce Enschede kentini ziyaret etmiş olan Kraliçe Juliana, bir Türk’ten halı hediyesi almıştı. Örneğin, bu fotoğraftaki Türk bize başvurabilir.
Yine yıllar önce gazeteci ağabeyimiz İlhan Karaçay da, Kraliçe Juliana’ya bir mektup yazmıştı. İlhan Karaçay da başvuru yapanlar arasında yer alabilir.
Her iki organizasyon için, Kraliçe Juliana ile teması olmuş yabancılar aranıyor. Atlas Kültür Merkezi Başkanı Şahin Yıldırım bu konuda şöyle diyor: “Kraliçe Juliana ile, kendileri, ebeveyleri ve büyük ebeveynleri veya tanıdıkları temas kurmuş olanlar bize başvursunlar. Başvurulardan sonra, kayda değer bulduklarımız ile görüşüp yazılı ve görsel söyleşi yapacağız. Bunun için, info@atlascultureelcentrum.nl adresine gönderi yapabilirler.”
Kraliçe Juliana’yı Wikipedia’dan tanıyalım:
Juliana (Juliana Louise Emma Marie Wilhelmina van Oranje-Nassau van Mecklenburg;
30 Nisan 1909 – 20 Mart 2004), 1948’den 1980’deki feragatına kadar Hollanda kraliçesi.
Juliana, Kraliçe Wilhelmina ve Mecklenburg-Schwerin Prensi Henry’nin tek çocuğuydu. Özel bir eğitim aldı ve Leiden Üniversitesi’nde uluslararası hukuk eğitimi aldı. 1937’de, Lippe-Biesterfeld Prensi Bernhard ile evlendi ve dört çocukları oldu: Beatrix, Irene, Margriet ve Christina. İkinci Dünya Savaşı’nda Hollanda’nın Alman işgali sırasında kraliyet ailesi, Birleşik Krallık’a tahliye edildi. Juliana, çocukları ile Kanada’ya yerleşmeye devam ederken Wilhelmina ve Bernhard İngiltere’de kaldı. Kraliyet ailesi, 1945’te Hollanda’nın kurtuluşuyla ülkeye döndü.
Wilhelmina’nın bozulan sağlığından dolayı Juliana, 1947 ve 1948’de kısa bir süre için kraliyet görevlerini üstlendi. Eylül 1948’de Wilhelmina feragat etti ve Juliana Hollanda tahtına çıktı. Saltanatı, Hollanda Doğu Hint Adaları’nın bağımsızlığını gördü. Kraliyet ailesini ilgilendiren bir dizi tartışmaya rağmen Juliana, Hollandalılar arasında popüler bir isim olmaya devam etti.
Nisan 1980’de Juliana, en büyük kızı Beatrix’in lehine feragat etti. 2004’te 94 yaşında ölümü üzerine, dünyanın en uzun yaşamış olan eski hükümdarı oldu.
Mecklenburg-Schwerin Dükü Henry ve Kraliçe Wilhelmina‘nın tek çocuğu olarak Lahey‘de Het Loo Sarayı’nda doğdu. Çocukluğunu Lahey‘deki Noordeinde Sarayı ve Huis ten Bosch Sarayı’nda geçirdi. 30 Nisan 1927 günü, Princess Juliana on sekizinci doğum günü ile birlikte Barones ilan edilişi kutlandı. Aynı yıl, Prenses Leiden Üniversitesi’ne kaydoldu.
Üniversitenin ilk yılında,sosyoloji dersleri, hukuk, ekonomi, dinler tarihi, parlamento tarih ve anayasa hukuku derslerine katıldı. Prenses uluslararası ilişkiler, uluslararası hukuk, tarih, ve Avrupa kültürleri hukuku hakkındaki konferanslara katıldı.
EVLİLİĞİ VE SÜRGÜNDEN DÖNÜŞÜ
Prenses ve Prens nişanlandıktan hemen sonra
1930 yılında Kraliçe Wilhelmina kızı için uygun bir eş aramaya başladı. Kraliyet standartlarına uygun bir Protestan prensi bulmak çok zordu. Bavyera 1936 Kış Olimpiyat Oyunlarında, Julianna, Lippe-Biesterfeld Prensi Bernhard isimli genç bir Alman aristokrat ile tanıştı. Çiftin nişanı 8 Eylül 1936 tarihinde yapıldı. Düğün öncesinde 24 Kasım 1936 tarihinde, Prens Bernhard’a Hollanda vatandaşlığı verildi ve isminin yazımı değişti. 7 Ocak 1937 tarihinde Lahey‘de Prenses Juliana dedesi Kral III. William ve Kraliçe Emma’nın elli sekiz yıl önce evlendiği yerde ve tarihte evlendi.
Sivil tören Lahey Belediye Sarayında yapıldı ve aynı şekilde evlilikleri Lahey‘deki Büyük Kilise’de (St. Jacobskerk Kilisesi) kutsandı. Genç çift Baarn Soestdijk Sarayı’na taşındı. Çiftin ilk çocuğu Prenses Beatrix 31 Ocak 1938 tarihinde, ikinci çocukları Prenses Irene 5 Ağustos 1939’da doğdu. Uzun süren sürgünden sonra 2 Ağustos 1945 Prenses Juliana Hollanda topraklarında ailesiyle yeniden bir araya geldi.
30 Nisan 1980’de kendi isteğiyle tahttan çekilen Juliana’nın yerine kızı Beatrix geçti.
HASTALIK VE ÖLÜM
1990’ların ortalarından itibaren, Juliana’nın sağlığı geriledi ve Juliana bu saatten sonra kamuoyunda görünmedi. Kraliyet Ailesinin doktorları Juliana’yı 24 saat bakım altında aldılar. 20 Mart 2004 yılında “Pnömoni Komplikasyon” bağlı olarak uykusunda öldü. Kraliçe Julianna mumyalanarak 30 Mart 2004 tarihinde Delft Nieuwe Kerk’de bulunan Kraliyet mezarlığına annesi Kraliçe Wilhelmina‘nın yanına defnedildi. Eşi Prens Bernhard’ın 93 yaşında ölümünden sekiz ay sonra 1 Aralık 2004’te öldü ve o da eşinin yanına defnedildi.
Kur’an-ı Kerim’i bile tercüme ederken, meallere dikkat etmeyen tercümanlar zihin karışıklığına yol açmışlardır.
9 aylık bir zaman birimi içinde Hollandacayı öğrenip, resmen ‘tercüman’ oldum ve Hollanda’ca diline birkaç kelime kazandırdım.
Bir dili bir başka dile çevirme işlemine verilen ‘tercüme’ adı, aslında bir sanattır.
Tercüme işini yapana da ‘tercüman veya mütercim veya çevirmen’ denir.
Aslında bu konuda da söylem ve anlam kargaşası vardır.
Örneğin, Hollandacada bu işi sözlü yapana ‘tolk’, yazılı yapana ‘vertaler’ denir.
Türkçe de de, bu işi yazılı yapanlara ‘Mütercim tercüman’ deniyor. Bir de ‘çevirmen’ var.
Şimdi, yazılı mı, sözlü mü, ne olursa olsun, biz bu işi yapanların becerilerine bakalım.
Eldeki orijinal bir metini, tercüme etmeleri için birkaç mütercime verdiğiniz zaman, onlardan alacağınız metinlerde farklılıklar görürsünüz.
Örneğin, kutsal kitaplar çok kişi tarafından tercüme edilmiştir. Ama ne var ki her çeviride farklılıklar vardır. Kur’an-ı Kerim’i tercüme edenlerin sayısı 30’u geçmiştir. Her tercümede farklılıklar vardır.
Bir arkadaşım, Arapça bilmediği halde, ‘Kur’an-ı Kerim’i ben de tercüme edeceğim’ dedi ve tercüme edilmiş olan kitapları masasının üzerine sererek ve kıyaslama yaparak daha düzgün bir şekilde yazmaya çalıştı. Hoş, buna tercüme denmez, dense dense düzenleme denir.
Kur’an-ı Kerim, aslında tercüme değil, meal olarak Türkçeye geçmiş sayılır.
Zira, Kur’an mealleri veya Kur’an çevirileri, basit anlamda Kur’an‘ı oluşturan sure ve ayetlerin tümünün, Arapça dışında bir dile, yazarın anladığı mana üzerinden aktarımıdır ve bu açıdan tercüme‘den farklıdır.
Yukarıdaki tercüme konusuna neden girdiğimi soracak olursanız, ‘Son günlerde yaşanan taciz olaylarından kaynaklandı’ diyebilirim.
Biliyorsunuz, son bir ay içerisinde, Hollanda’da sanat, spor ve siyaset dünyasında yaşanan taciz olayları gündeme oturmuş vaziyette.
Taciz olaylarının çoğu ‘cinsel taciz’den oluşuyor.
En son taciz olayı, Türk kökenli milletvekili Nilüfer Gündoğan imzasını taşıyor.
Hollanda dilinde taciz, ‘grensoverschrijdend gedrag’, yani ‘Sınırı aşan davranış’ diye. kullanılıyor.
Son günlerdeki taciz olaylarının hemen hemen hepsi ‘cinsel taciz’ olduğu için, ben de Nilüfer Gündoğan’ın suçlandığı haberde ‘cinsel taciz’ sözünü kullandım. Sınırı aşan davranışın ne olduğunu tam bilmediğimiz için, ben de sadece taciz yazmalıydım. Yanlış yaptım.
Tabii ki şimdilik yanlış yapmış sayılırım. Zira tacizin şekli hâlâ taraflar tarafından açıklanmadı.
Deventer eski Başkonsolosumuz Orhan Ertuğruloğlu, Facebook’ta yayınladığı yazısında, ‘Sınırı aşan davranışlar’ı, ‘Şirazeyi aşan davranışlar’ olarak tercüme etmiş. Bu da bir tercüme tercihidir tabii.
Tercüme konusundan bu kadar söz etmişken, biraz da şirazeden söz edeyim isterseniz.
Şiraze’nin iki anlamı vardır:
1- Ciltçilikte, kitap yapraklarını diplerinin ucundan birbirine bağlayan ve onları düzgün tutmaya
yarayan ince bez şerit.
2- Pehlivan kispetinin bir parçası.
Şirazenin mecazi anlamı ise denge ve düzendir.
Şirazesi kaymak, kontrolünü kaybetmek, saçma sapan konuşmak ya da davranmak demektir.
9 AYDA TERCÜMAN OLDUM
Naçizane şahsım, Hollanda’ya giriş yaptığım günden 9 ay sonra, hem de hiç kurs görmeden tercümanlık görevi üstlendim.
Konya ve çevresinden bir fabrikaya getirirlen 70 Türk işçisi için tercüman bulamayan Friesland’daki Halbertsma fabrikasının personel şefi, Büyükelçiliğimiz kanalıyla beni buldu ve tercümanlık teklifi yaptı. Bir yıl bu fabrikada tercümanlık yaptıktan sonra, bu kez Zeist’teki Gevato adlı fabrikanın iki direktörü, Gaziantep ve çevresinden getirilen 90 işçi için tercüman bulamayınca, Friesland’a kadar gelip bana çift maaşlı tercümanlık işi teklif ettiler. Burada da bir yıl tercümanlık yaptım.
Bir yandan gazeteciliği bir yandan da tercümanlığı yürütürken, Hollandaca dilini daha iyi kavradım. Bu arada Hollandaca diline de birkaç kelime kazandırma şansım oldu.
1976 yılında, yabancılar için ‘Wet arbeid buitenlanders’ (Yabancılar Çalışma Yasası) sözcüğünü ben ‘Yabancılar İstihdam yasası’ olarak tercüme ettim.
Ülkede illegal olarak kalmakta olan ve ‘kaçak işçi’ diye anılan yabancılara af verilmesi için çıkarılması istenen yasaya ben ‘Generaal Pardon’ demiştim.
O zamanlar burada sendikacılık yapan ve daha sonra ülkesi olan İspanya’ya gidip Bakan olan, ismini unuttuğum ünlü kişi, televizyonda yaptığı bir konuşmada benden söz ederken ‘Bay general pardon’ diye söz etmişti. Şimdi Wikipedia’yı tıkladığınız zaman, bu deyimin, ‘Hollanda’da ikamet ve çalışma izni olmayanlara, bu hakkın verilmesi için çıkarılan yasa’ için kullanıldığını okursunuz.
SONUÇ
Bakınız, taciz kelimesinin tercüme edilişinden kaynaklanan tercümanlık konusu nerelere kadar uzandı.
Eeeeee, böylece şahsımın da Hollandaca’ya kazandırmış olduğu bazı kelimeleri öğrenmiş oldunuz.
Peki, Nilüfer Gündoğan için yanlış olarak kullandığım ‘cinsel taciz’ sözü için ne mi yapacağım?
Taciz şekli açıklandıktan sonra, işin içinde cinsellik yoksa, tabii ki özür dileyeceğim.
DİREK Mİ LATA MI?
Tercüme konusuna değinmişken, yıllardır mücadele etiğim ama düzeltilmesine bir türlü nail olamadığım bir konu daha var. Konu, direk mi lata mı konusu.
Futbol maçı spikerleri, kaleyi meydana getirmiş olan tahta, lata veya odunlara ‘direk’ diyorlar.
Hepimiz çok iyi biliyoruz ki, ağaçtan, demirden ya da betondan yapılmış, ağırlık çekebilecek kalınlıkta, uzun ve genellikle yuvarlak desteklere ‘direk’ denir. Yani dik duran destekler için kullanılır bu terim.
Peki, futbol oyunundaki kalenin üstündeki tahtaya Hollandalı spikerler ‘Lat’ (lata) diyor da, bizimkiler neden ‘lata’ demeyip de ’direk’ diyor? Tesadüf olacak ki, bizim ‘lata’, Hollandacada da ‘lat’ olarak geçiyor.
40 defa yazdım, ‘üst direk’ değil, ‘üst lata’ denmeli. Peki üstteki tahta değil de demir olursa ne mi diyeceğiz? O zaman da ‘Üst demir’ denir.
KRİTİK
Bir de ‘Kritik’ kelimesine değineyim.
Futbol spikerleri bu kelimeyi de yanlış kullanıyorlar. ‘Tehlikeli, endişe veren (durum)’ anlamı taşıyan bu kelimeyi çok sık kullanan spikerler, dilimizi dejenere ediyorlar. Topun kaleye girmesini önleyen harekete ‘çok kritik bir kurtarış’ diyorlar. Kaldı ki bu hareketler tehlikeli ve endişe verici durum değildir.
Futbolcunun güzel bir hareketine ‘kritik’ diyen bu spikerler için de dil bilimciler harekete geçmeli.
Dil bilgisi çok önemlidir değerli okurlarım. Dil bilgisi güçlü olanlar, yaşamdaki gidişatı da güçlü tutarlar.
Bu nedenle, çocuklarımıza da dilleri iyi öğretmemiz şarttır.
*Giethoorn’a destek ziyaretleri devam ederken, köyün gençleri özür buketi verdiler. Köylüler ‘Biz ırkçı değiliz’ diyorlar.
*Taciz ile suçlanan ve partisinden atılan Nilüfer Gündoğan, açıklama yaptı ama, suçlanma nedenini belirtmedi.
İlhan KARAÇAY yazdı:
Hollanda ve Türk kamuoyunu günlerce meşgul eden, Giethoorn’daki ırkçı saldırı ve Nilüfer Gündoğan’ın taciz nedeniyle partisinden atılması haberleri, ilginçliğini devam ettiriyor.
Giethoorn’daki gelişmeler umut verici ve sevindirici bir şekilde gelişirken, Gündoğan konusundaki sır devam ediyor.
Giethoorn’da saldırıya uğrayan Hatice Yılmaz ve oğlu Yusuf’a yapılan destek ziyaretleri artıyor. DENK Partisi milletvekilleri Tunahan Kuzu ve Stephan van Baarle’nin yapmış olduğu ziyaretten sonra, Hollanda Türk Platformu PTN çatısı altında birleşmiş olan, Hollanda Türk İslam dernekleri Federasyonu Başkanı Ömer Altay, Hollanda Türk Federasyon Yönetim Kurulu Üyesi Sadettin Şimşek ve Hollanda Türk Girişimci Dernekleri Platformu Başkanı Durmuş Doğan da destek ziyaretinde bulundular.
Ziyaretçilerin, ‘Korkmayın, maddi ve manevi olarak destekçiniziz’ dedikleri Yılmaz ailesi, memnuniyetlerini dile getirdiler.
Türk kuruluşlarının ve medyanın etkisinde kalan köyün gençleri de Yılmaz ailesine bir buket vererek özür dilediler.
Gerek Türklerden ve gerekse komşulardan destek gelmesine rağmen, yaşananların etkisinden kurtulamayan Yılmaz ailesi, köyü terketme fikrinden vazgeçmediler. Bu ayın sonunda köyü terkedeceklerini belirten Yılmaz ailesine, ev bulma ve taşınma konusunda Belediyenin rolünün ne olduğu bilinmiyor.
NİLÜFER GÜNDOĞAN OLAYI
Hollanda’yı birkaç gündür meşgul eden Nilüfer Gündoğan olayının içyüzü esrarengizliğini koruyor.
Gündoğan’ın, partiden uzaklaştırılmasına neden olacak ‘sınırı aşan hareket’lerin ne olduğu, gerek parti ve gerekse Gündoğan tarafından hâlâ açıklanmadı.
15 Şubat tarihli twitter hesabından bir açıklama yayınlayan Nilüfer Gündoğan, direnişçi bir yapıya sahip olduğunu, gerek tehdit edenler ile ve gerekse kendisi hakkında tacizci suçlaması yapanlarla mücadele edeceğini belirtirken, ülkenin en ünlü avukatlarından Geert-Jan Knoops ile haklılığını ortaya çıkaracağını söyledi.
Nilüfer Gündoğan hakkında yayınlanan gazete haberleri ve televizyon programlarında, her iki tarafın ketumluğu eleştitiliyor.
Değerli Okurlarım,
Deventer eski başkonsolosumuz sevgili Orhan Ertuğruloğlu dün beni aradı ve Nilüfer Gündoğan haberleri konusunda fikir teatisinde bulunduk. Ertuğruloğlu, Hollandaca dilini çok iyi bir şekilde Türkçeye çeviren bir bilgiye sahip. Hatta her Pazar günü hiç üşenmeden, Hollanda’da sahnelenen bir tiyatro oyununu uzun uzun tercüme eder ve Facebook’a koyar. Bu konuda çok takdir ve teşekkür alır.
Eski Başkonsolosumuz, iyi takip ettiği haberlerden, Gündoğan için bakınız nasıl bir kanıya varmış. Aynen yayınlıyorum.
NİLÜFER GÜNDOĞAN OLAYININ İÇ YÜZÜ
Bugün TV’de yer alan haberlerde duruma açıklık getirildi ve Nilüfer Gündoğan’ın, parti personeline kötü muamele ettiği, o nedenle personelin şikayetçi olduğu, hakkında tahkikat açıldığı bildiriliyor. Türkçeye Şirazeyi aşan davranışlar şeklinde çevirebileceğim. Hollandaca ‘grensoverscrjdend gedrag’ -behaviour overstepping boundaries- ibaresi, genellikle cinsel taciz ve sarkıntılık anlamında kullanılıyorsa da, nadiren bu anlama da gelebiliyor.
Nilüfer ise, 41.000 oy aldım, görevime kimse son veremez. Görevimin başındayım diyor.
(Bugün iki haberim var. Sevgililer Günü haberim en altta)
Cinsel taciz ile suçlanan kadın, Türk kökenli milletvekili Nilüfer Gündoğan.
Partiden yapılan açıklamada, gelen çeşitli şikâyetler üzerine, Gündoğan’ın partiden ihraç edildiği ve Gündoğan’ın parti adına hiçbir tasarrufta bulunamayacağı belirtildi.
Suçlamaya çok şaşırdığını ve hiçbir şeyden haberi olmadığını belirten Gündoğan, bu suçlamanın, kendisini uzun süredir tehdit edenlerin bir komplosu olduğunu sanıyor.
İlhan KARAÇAY’ın haberi
Sanat, siyaset ve spor camiası içinde, cinsel taciz olayları ve suçlananların art arda istifaları ile çalkalanan Hollanda’da, şimdi de bir kadın tacizci haberi, ortalığı yeniden karıştırdı.
Olayın kahramanı, Türk kökenli milletvekili Nilüfer Gündoğan.
Gündoğan’ın bağlı olduğu VOLT Partisi’nden yapılan bir açıklamada, kendilerine gelen şikâyetler üzerine, Gündoğan’ın parti ile ilişkisinin kesildiği ve parti adına hiçbir tasarrufta bulunamayacağı belirtildi.
Şikâyetlerin araştırılması için özel bir büroya talimat verildiği belirtilen açıklamada, mağdurların rahat bir şekilde çalışabilmeleri için, Gündoğan’ın partiden uzak durması istendi.
Gelişmelerden sonra konuşan Nilüfer Gündoğan, bu durum karşısında şaşkınlık geçirdiğini ve hiçbir şeyden haberi olmadığını belirtirken, ‘Bunlar belki de, uzun süredir beni tehdit edenlerin bir oyunudur’ dedi.
VOLT Partisi’nin mecliste korona sözcülüğünü yapan Gündoğan, özellikle Forum voor Democratie partisi mensupları ile sert tartışmalar yapıyordu. Telefon, posta, email ve twitter yoluyla tehdit edildiğini ve annesine de küfürler yağdırıldığını belirten Gündoğan için, polis tarafından koruma önlemleri alınmıştı.
Gündoğan hakkında parti tarafından yapılan açıklamada, tacizin şekli ve kaç kişiye yapıldığı konusunda bilgi verilmedi.
Parti’nin ihraç kararı, Gündoğan’ı milletvekilliğinden düşürmedi. Gündoğan, kendi isteği ile milletvekilliğinden istifa etmemesi halinde, tarafsız veya bir parti kurarak milletvekili olarak kalacak.
HİCİVLİ DE OLSA BİR ANI
Geçen hafta taciz olayları ile ilgili olarak haber yazarken Türkevi Araştırmalar Derneği Başkanı arkadaşım Veyis Güngör telefonla aramıştı. Arkadaşıma, hemen hemen tüm erkeklerin potansiyel tacizci gibi gösterilmesine üzüldüğümü belirtmiş ve ‘Ne yani kadın tecavüzcü yok mu?’ demiştim. Arkadaşım ‘örnek vererek yaz’ demişti.
Örnek aramaya gerek yoktu. Ben de kendisine başımdan geçen bir konuyu anlattım: ‘Televizyondaki bir kadın çalışan ile röportaj için İstanbul’a gitmiştik. Konakladığımız otelde odalarımız karşı karşıyaydı. Bir akşam üzeri bu arkadaş odama geldi ve yatağıma sere serpe uzandı. Açıkça cinsel ilişkiye davetti bu davranış. Bunu bir erkek yapsaydı cinsel taciz denilebilirdi. Bu duruma çok kızdım ve ‘Hadi kalk yemeğe gidiyoruz’ diyerek ilgisiz davrandım. Ne yani ben de bu tavıra cinsel taciz mi diyeyim.’
Arkadaşım, ‘Boş ver yazma’ dedi ve ben de yazmadım.
Ama şimdi yazmadığım için pişmanım. Zira bakınız, doğru veya yalan, bir kadın tacizci hikâyesi çıktı şimdi.
VOLT PARTİSİ VE NİLÜFER GÜNDOĞAN
Hollanda genel seçimlerine ilk kez katılan VOLT Europa Partisi (Genelde sadece VOLT olarak söz ediliyor), sürpriz bir şekilde üç koltuk kazandı. Parti seçim listesinin ikinci sırasında yer alan Nilüfer Gündoğan da böylece meclise girmiş oldu.
Sizlere Nilüfer Gündoğan’ı tanıtmadan önce, çok ilginç bir yapıya sahip olan VOLT Partisi’nden söz edeyim.
2017 Yılında İtalya’da Andrea Venzon tarafından kuruldu. İdeolojik yapısı, sosyal liberal ve tam bir Pan-Avrupa taraftarı. Lüksemburg’da, kâr amacı gütmeyen bir dernek olarak kayıtlı. Ayrıca, Avrupa Birliği Yeşiller fraksiyonuna kayıtlı. 30 Avrupa ülkesinden 20 bin aidat ödeyen üyesi var.
Avrupa Birliği’ni gözü kapalı destekleyen bu kuruluşa, Birliğin finansal katkısı var mı yok mu bilemiyorum.
İtalya’dan başka, Almanya, Hollanda, Belçika ve Bulgaristan’da siyasi parti olarak faaliyet gösteriyorlar ama yakın biz zamanda tüm Avrupa ülkelerinde faaliyete geçecekler.
Avrupa sınırları içinde yaşayan tüm insanların, eşit bir şekilde yaşayabilmeleri için, bir tek yasa altında yönetilmeyi şart koşan bu parti şu örneği veriyor: Almanya, Lüksemburg, Holland ave Belçika’nın yer aldığı bir Limburg Bölgesi var. Bu bölgede yaşayan insanların, çalışma veya okula gitme alanları diğer ülkede olabiliyor. Bir ülkede ikamet edip bir başka ülkede işe veya okula gidenler, çeşitli yasalar ile karşılaşıyorlar. Bu parti, işte bu nedenle, yasaların tüm Avrupa ülkelerinde aynı olması gerektiği belirtiliyor.
NİLÜFER GÜNDOĞAN (VOLT EUROPA PARTİSİ)
Nilüfer Gündoğan, Pan-Avrupa partisininden meclise girdi
Babası 1980 ihtilalinden önce Hollanda’ya göç etmiş bir eğitimci.
Annesiyle birlikte Hollanda’ya geldiği zaman 18 aylıktı. Annesi, CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nun yeğeni olduğunu söylüyor.
10 yıl önce siyasete atılmış ve Demokrat 66 Partisi’ne üye olmuş. Eşinin vefat etmesinden sonra siyaseti bırakmış. Ama aradan bir müddet geçtikten sonra, 4 yıl önce VOLT Partisi’nden gelen teklifi geri çevirmemiş.
Bir yayın organına verdiği beyanatında, Türkiye’deki gelişmelerden memnun olmadığını belirten Nilüfer Gündoğan, mecliste temsil edeceği insanlar için, kadın-erkek eşitliği, cinsel tercih eşitliği, dini ve siyasi görüş özgürlüğü için mücadele edeceğini söylüyor.
************************
SEVGİLİLER GÜNÜ’NÜ, DİNİ İNANÇ OLARAK DEĞİL, SEVDİKLERİNİZ İÇİN KUTLAYIN !
*Sevgililer Günü’nü mübah saymayanlara, Hollandalı Aşk Profesörü’nden destek:
*Aziz Valentine, eşcinsel olduğu için kafası kesilmiş.
*Başlığa bakıp, iddiaya katıldığımı sanmayınız. Yorumumu sonuna kadar okuyunuz.
İlhan KARAÇAY’ın yorumu:
14 Şubat 496 yılından bu yana, yani tam 1526 yıldır tüm dünyada kutlanmakta olan ‘Sevgililer Günü’, bir iddiaya göre, romantik bir aşkın acı sonundan kaynaklanmamış.
Sevgililer Günü’nün kahramanı Valentine adında bir rahptir.
Hz. İsa’nın doğumundan sonra üçüncü yüzyılda Roma’da yaşamış olan Aziz Valentine, o zamanlar halkı içinde korku estiren Kral Claudius’un evlenmeyi yasaklaması nedeniyle ortaya çıkmış bir kahramandı.
Claudius, savaşa göndereceği askerlerin, aile, eş ve çocuk gibi ilişkilerden etkilenmemeleri için bu yola başvurmuştu. Bu emre uymayanların kafası kesiliyordu. Bırakın evlenmeyi, el ele tutuşan erkek ile kızların da kafası kesiliyordu.
Aziz Valentine ise, seçmiş olduğu Hırıistiyanlık dininin böyke bir uygulamayı kabul etmeyecek kutsal bir din olduğunu öne sürerek bu duruma isyan ediyordu.
İşte o zaman genç kız ve erkekler Aziz Valentine’ye başvuruyorlar ve kilise kurallarına göre gizlice evleniyorlardı.
Bu durumu öğrenen Kral Claudius, emirlerini hiçe sayan Aziz Valentine’nin kafasını kestirmişti.
Aziz Valentine’nin katledilişi halkın büyük bir kesimini çok üzmüştü ama, Kral korkusuyla hiç kimse sesini çıkaramamıştı.
Sevgilileri birleştirmek suçu nedeniyle 269 yılında öldürülen Aziz Valentine, ölümünden 227 yıl sonra 496 tarihinde, ruhu şadolacak bir şekilde ödüllendirilmişti.
Zamanın Papa’sı Gelasius, 14 Şubat 496’da, her 14 şubatı ‘Sevgililer Günü’ olarak ilan etti.
İşte o tarihten bu yana her yıl tüm dünyada 14 şubat günü ‘Sevgililer Günü’ olarak kutlanıyor.
Sevgililer Günü, 1800 yıllardan sonra Amerika’da Esther Howland’ın ilk Sevgililer Günü kartını yollamasından bu yana, günümüzde daha çok sayıda insanın kutladığı toplumsal bir olay haline geldi. Bunun doğal sonucu olarak olayın ticari yönü çok gelişti. Neredeyse herkes her yıl 14 Şubat’ta sevgililerine veya eşlerine bu günün ruhu ile bütünleşen, karşı tarafa sevgilerini anlatan hediyeler veriyor. Bu hediyelerin başında ise sade ama bir o kadar anlamlı çiçekler geliyor. Sevginizi, alacağanız çikolata veya yollayacağınız bir kart ile de anlatmanız mümkün. Kısacası bu özel günde yanınızda gerçekten sevdiğiniz birisinin olması ve sevginizin karşılığının olduğunu bilmek herhalde hepsinden çok ama çok daha önemli.
Hıristiyan alemindeki bu gelişme, Müslümanlar’ın tutucu kesimi tarafından dışlanıyor.
Hollanda’da ‘Aşk Profesörü’ olarak tanınan Renzo Verwer, De Telegraaf gazetesinde yayınlanan bir röportajında, Aziz Valentine’yi ‘eşcinsel’ olarak tanımladı ve bu yüzden kafasının kesildiğini iddia etti.
Tutucu Müslümanları memnun edecek olan bu idianın doğru olup olmadığı tartışmaları bakalım ne getirecek.
Tüm dünyada, evlenmeleri yasak olan rahipler hakkında eşcinsellik dedikoduları sürüp giderken, Aziz Valentine’nin de eşcinsel olduğu iddiası pek önem taşımıyor.
Ama, Aziz Valentine’nin, eşcinsel olduğu için öldürüldüğü iddiası üzerinde durmak lazım.
O zamanın Kralı Claudius, eşcinsel oldukları iddia edilen diğer rahipleri cezasız bırakırken, Aziz Valentine’yi neden öldürtsün ki?
Sağlıklı ve mantıklı düşünceye göre, Aziz Valnetine, Kral’ın emrine karşı çıkarak sevgilileri evlendirdiği için öldürmüştür.
Hollandalı ‘Aşk Profesörü‘nün bu son iddiası, her zaman olduğu gibi, eşcinselliği öne çıkaran basit bir reklam girişimidir.
Eşcinsellik konusu, Hollanda’da zaten her daim ön planda reklamı yapılan bir illet olmaya devam edecektir.
Cinsel tercihi ne olursa olsun, evlenmeleri yasaklanan gençleri birleştirdiği için kafası kesilen Aziz Valentine’yi, her 14 şubatta, sevgililerimize birer çiçek vererek anmaya devam edelim.
HINCAL ULUÇ’UN HİKAYESİ
Sevgililer Günü olarak kutladığımız bu günün nasıl doğduğu hakkında çeşitli rivayetler var.
Değerli dostum Hıncal Uluç her yıl bu günü yazar. Sevgililer Günü’nü Türkiye’ye 1980 yılında kendisinin kazandırdığını da anlatır. Bir de sık sık tekrarladığı bir hikayesi vardır Hıncal’ın.
Bir delikanlı ile bir genç kız birbirlerine deli gibi âşık olurlar. Birbirlerini o kadar çok severler ki, nişanlanmaya karar verirler. Genellikle nişanlılar birbirlerine hediyeler sunarlar. Ancak delikanlı yoksuldur ve hediye alacak parası yoktur. Sahip olduğu tek zenginlik, ona dedesinden kalan saattir.
Genç kızın zenginliği de saçlarıdır. Delikanlı, sevgilisinin güzel saçlarını düşünerek ona gümüş bir tarak almak ister. Bunun için de dedesinden kalan kol saatini satmaya karar verir. Aynı şekilde genç kızın da sevdiği erkeğe nişanlılık hediyesi alacak parası yoktur. O da yaşadığı yerin en büyük tüccarına giderek, kestirdiği saçlarını satar. Eline geçen parayla da sevdiği adamın saatine altın bir köstek satın alır ve nişanlanacakları gün buluştuklarında genç kız nişanlısına, onun sattığı saat için bir köstek; delikanhysa genç kıza, kızın kestirdiği saçlarını taraması için gümüş bir tarak hediye eder.
Hediyelerin kullanılacağı alan kalmamış olsa da niyet ve fedakârlık unutulmayacak kadar büyük ve önemli boyuttadır.Türk kültüründe hediye alışverişi, verildiği zamanlara göre çeşitlilik göstermektedir.
BU DA BİR BAŞKA RİVAYET
Sevgililer Günü’nün başlangıç tarihi eski Roma İmparatorluğu zamanına uzanıyor. Eski Roma’da 14 Şubat günü bütün Roma halkı için önemli bir gündü. Çünkü bu günde Roma tanrı ve tanrıçalarının kraliçesi olan Juno’ya duyulan saygıdan ötürü tatil yapılırdı. Juno ayrıca Roma halkı tarafından kadınlık ve evlilik tanrıçası olarak da biliniyordu. Bu günü takip eden 15 Şubat gününde ise Lupercalia Bayramı başlıyordu. Bu bayram halkın genç nüfusu için büyük önem taşıyordu. Bunun nedeni ise yaşantıları kesin kurallar ile sınırlandırılmış, bunun doğal sonucu olarak bir birliktelik yaşama şansı olmayan bu gençler sadece bu bayram süresince bile olsa birbirlerinin partneri oluyorlardı. Hangi genç bayanın hangi genç erkek ile bir çift oluşturacağı eski bir gelenek olan ve Lupercalia Bayramı’nın arife günü yapılan bir çekiliş ile belli oluyordu. Romalı genç kızlar isimlerini küçük kağıt parçalarının üzerine yazıp bir kavanoza koyuyorlardı. Genç Romalı erkkeler ise kavanozdan bu kağıtları çekerek üzerinde hangi kızın ismi yazıyorsa o kızla bayram eğlenceleri boyunca beraber oluyorlardı. Bu birliktelikler birbirine aşık olan çiftler için bayram süresinin dışına taşıp genellikle evlilikle sonlanıyordu. İmparator 2. Claudius, Roma’yı kendi katı kuralları ile zalimce yöneten bir hükümdardı. Onun için en büyük problem ordusunda savaşacak asker bulamamaktı. Ona göre bu durumun tek sebebi Romalı erkeklerin aşklarını ve ailelerini bırakmak istememeleriydi. İşte bu yüzden Roma’daki tüm nişan ve evlilikleri kaldırdı. Aziz Valentine de Claudius’un hükümdarlığı zamanında Roma’da yaşayan bir papazdı. Kendisi gibi papaz olan Aziz Marius ile birlikte Claudius’un yasağına rağmen gizlice çiftleri evlendirmeye devam etti. Ancak imparator bu durumu bir süre sonra öğrendi. Aziz Valentine insanları evlendirmeye devam ettiği için tutuklandı ve yaptıklarının cezası olarak sopa ile dövülerek öldürüldü. Milattan sonra 270 yılının 14 Şubatı Hristiyan şehitliğine gömüldü. Aynı zamanlarda Roma’daki putperestler, şubat ayı içinde kutlanan Lupercalia Bayramı’nı kendi putperest tanrıları için kutluyorlardı. Bayram öncesi yapılan geleneksel çekilişi ise seromoniye bağlı kalarak kendileri için uygulamaya başladılar. Hristiyan Kilisesi’nin ilk kurulduğu yıllarda hizmet veren papazlar bu törenlerin, özellikle de evlenmemiş gençlerin putperestler ile birlikte anılmasından rahatsız oldukları için bir çözüm buldular. Bu gençlerin isimlerinin azizlerle birlikte anılmasını istedikleri için Lupercalia Bayramı’nın başladığı günü Aziz Valentine Günü olarak kutlamaya başladılar. O gün bugündür her yılın 14 Şubat’I Sevgililer Günü olarak kutlanmaya devam ediyor ve yeryüzünde kadın ve erkek beraber olduğu sürece de kutlanmaya devam edecek gibi.
Milattan sonra ilk yüzyıllardan beri her yıl şubat ayının ondördünde kutlanan Sevgililer Günü’nün başlangıcı ile ilgili o günden günümüze kadar gelmiş çeşitli efsane ve hikayeler var. Bazı kaynaklara göre bu özel günün kutlanma sebebi Hristiyanlığı seçtiği ve bu inancından vazgeçmediği için öldürülen Romalı Aziz Valentine. 14 Şubat 270 yılında ölen Valentine’nin ölüm günü o günden sonra Sevgililer Günü olarak kutlanmaya başlanmış. Efsanenin başka bir yönü ise Aziz Valentine’nin İmparator Claudius hükümdarlığı ile aynı dönemde bir tapınakta papaz olarak hizmet vermesi ile ilgili. Claudius Valentine’i emirlerine uymadığı ve kendisine başkaldırdığı için tutuklatıp öldürdü. Bu olaydan 226 yıl sonra 496’da Papa Gelasius Aziz Valentine’i onurlandırmak için Şubat 14’ü Aziz Valentine Günü olarak belirlemiştir. Yıllar geçtikçe yavaş yavaş Şubat 14 sevgililerin, aşıkların birbirlerine aşk mesajları yolladığı bir gün haline geldi. Bununla pararel olarak Aziz Valentine de bütün sevenlerin koruyucu azizi haline gelip böyle anılmaya başlandı.