Ankara Büyükşehir Belediyesinin ev sahipliğinde ve MATRA Sosyal Dönüşüm ve İnsan Hakları Hibe Programı aracılığı ile, Hollanda Büyükelçiliği tarafından desteklenen Kadın Güçlenme Merkezi Projesi, Türkiye’de ilk kez Başkent’te hayata geçirildi.
Ankara Büyükşehir Belediyesi Kadın ve Aile Hizmetleri Daire Başkanlığı’na bağlı Kadın Danışma Merkezi ve Projeler Şube Müdürlüğü koordinasyonunda çalışacak olan Kadın Güçlenme Merkezi, “25 Kasım Kadına Yönelik Şiddete Karşı Uluslararası Mücadele Günü”nde hizmete açıldı.
Hollanda Büyükelçiliğinde göreve başladığından bu yana, Türkiye’nin dört bir yanındaki etkinliklere destek sağlayan Eray Ergeç ile, Mersin’de yapılan bir etkinlikte buluşmuştuk.
İlhan KARAÇAY yazdı:
ANKARA,- Türkiye’nin, ilk kez bir Kadın Güçlenme Merkezi’ne sahip olmasına öncülük eden, Büyükelçilik çalışanı Eray Ergeç’e ne kadar teşekkür etsek azdır.
Hollanda’da, başta Hollanda PTT’si olmak üzere çeşitli devlet kuruluşlarında danışmanlık yaptıktan sonra, Ankara’daki Hollanda Büyükelçiliği’nde danışmanlık yapmaya başlayan Eray Ergeç, Türkiye’nin çeşitli yörelerinde yapılmakta olan etkinliklere katkı sağlamak için kollarını sıvamıştı.
Hollanda büyükelçiliği de Eray Ergeç’in tavsiyelerini hiç geri çevirmemiş ve başta Büyükelçilik maslahatgüzarı Erik Weststrate olmak üzere, üst düzey görevlileri ve bazen de bizzat Büyükelçinin katılımı ile etkinliklere katılmıştır.
Eray Ergeç ve Erik Weststrate’nin, Mersin’de 5 bin öğrencinin, 3 milyon toplu iğne ve pul ile yaptığı, ‘Dünyanın en büyük Van Gogh Tablosu’ etkinliğinde birlikte olmuştuk.
Eray Ergeç’ten dün gelen Hollandaca, Türkçe ve İngilizce bir not ve fotoğraflar facebook’a da yansımıştı.
Şimdi önce Ergeç’in notlarını, sonra da haberin medyaya yansıyışını sizlere sunuyorum:
Vandaag hebben plaatsvervangend ambassadeur Erik Weststrate en burgemeester Mansur Yavaş van Ankara een centrum geopend om vrouwen in nood te helpen. Dit centrum is het resultaat van een nauwe samenwerking tussen de Nederlandse ambassade, gemeente Ankara en het maatschappelijk middenveld. Het brengt diverse organisaties en dienstverleners onder één dak. Dit zorgt ervoor dat de vrouwen in nood maar op één deur hoeven aan te kloppen om de benodigde ondersteuning te krijgen.
+++
Bugün Ankara Büyükelçi Yardımcısı Erik Weststrate ve Ankara Belediye Başkanı Mansur Yavaş, Kadın Güçlenme Merkezi’nin açılışını yaptı. Bu merkez, Hollanda Büyükelçiliği, Ankara Büyükşehir Belediyesi ve sivil toplum arasındaki yakın işbirliğinin bir sonucudur. Farklı organizasyonları, hizmetleri ve STK’ları tek çatı altında topluyor, bu nedenle ihtiyaç sahibi kadınların ihtiyaç duydukları desteği alabilmeleri için tek bir kapıyı çalmaları yeterli.
+++
Today Deputy Ambassador Erik Weststrate and Mayor Mansur Yavaş of Ankara opened a Women’s Support Center. This center is the result of a close cooperation between the Netherlands Embassy, Ankara municipality and the civil society. It brings different organizations, services and NGOs under one roof, so women in need have to knock on one single door to get the support they need.
Haberin medyaya yansıyış şekli de şöyle oldu:
Ankara Büyükşehir Belediyesi, kadına yönelik şiddetle mücadele konusunda bir ilke daha imza attı. Türkiye’deki ilk “Kadın Güçlenme Merkezi”nin açılışını yapan Büyükşehir Belediye Başkanı Mansur Yavaş, “Bu proje ile Türkiye’de bir ilke imza atıyoruz, bunun gururu ve sevincini taşıyoruz. Ankara’da artık kadınlar için hep beraber hareket edebileceğimiz, sizlerin deneyimleri ve bizim çalışmalarımızı aktarabileceğimiz bir kadın güçlenme merkezimiz var. Biliyoruz ki ne kadar çok birlik olursak o kadar çok kadına ulaşabiliriz” dedi.
Ankara Büyükşehir Belediyesinin ev sahipliğinde ve MATRA Sosyal Dönüşüm ve İnsan Hakları Hibe Programı aracılığı ile Hollanda Büyükelçiliği tarafından desteklenen Kadın Güçlenme Merkezi Projesi, Türki ye’de ilk kez Başkent’te hayata geçirildi.
Ankara Büyükşehir Belediyesi Kadın ve Aile Hizmetleri Daire Başkanlığı’na bağlı Kadın Danışma Merkezi ve Projeler Şube Müdürlüğü koordinasyonunda çalışacak olan Kadın Güçlenme Merkezi, “25 Kasım Kadına Yönelik Şiddete Karşı Uluslararası Mücadele Günü”nde hizmete açıldı.
Gençlik Parkı Kadın Danışma Merkezi’nde düzenlenen “Kadın Güçlenme Merkezi” açılışına; Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı Mansur Yavaş, Büyükşehir Belediyesi Genel Sekreteri Reşit Serhat Taşkınsu, Genel Sekreter Yardımcısı Faruk Çınkı, Büyükşehir Belediyesi bürokratları, UNICEF, UN WOMEN, BM Mülteciler Yüksek Komiserliği, BM Nüfus Fonu, Ankara Barosu ve STK’lar, üniversiteler ile kadın dernekleri temsilcileri de katıldı.
TÜRKİYE’DE BİR İLKE DAHA İMZA ATILDI
2,5 yılda kadına yönelik birçok projeyi hayata geçirdiklerine dikkat çeken Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı Mansur Yavaş, açılışta yaptığı konuşmada şu değerlendirmelerde bulundu:
“2,5 yılda Mor Haritam’ı, ilk kez Kadın ve Çocuk Bültenini çıkardık. Gezici araçlarla bize gelemeyen binlerce kadına gittik, kırsalda kadın sağlığı eğitimleri başlattık, 7 kırsal ilçede kadın danışma birimlerimizi güçlendirdik. Yerel Eşitlik Eylem Planımızı hayata geçirdik, Başkent Market’te 9 kadın kooperatifimize imkân sağladık, Ankara Barosu ile kadınlara ücretsiz avukat protokolü imzaladık, güvenli durak ve duraksız indirme uygulamasını hayata geçirdik. 7/24 şiddet hattımızı kullanıma açtık ve bu mesafeyi daha da ileriye taşıyabilmek için de bugün Hollanda Büyükelçiliği ile Kadın Güçlenme Merkezimizi açıyoruz. Belediye olarak ayrıca Kadın ve Aile Hizmetleri Daire Başkanlığımızı kurduk. Daha gidecek çok yolumuz var.”
Kadın Güçlenme Merkezi ile bir ilke imza atıldığını belirten Yavaş, konuşmasını şöyle sürdürdü:
“Bu proje ile Türkiye’de bir ilke imza atıyoruz, bunun gururu ve sevincini taşıyoruz. Artık Ankara’da kadınlar için hep beraber hareket edebileceğimiz, sizlerin deneyimleri ve bizim çalışmalarımızı aktarabileceğimiz bir kadın güçlenme merkezimiz var. Sizlerden ricamız bu alanda uzmanlaşan öğrencilerinizi ve gönüllülerinizi ortak sivil toplum alanımıza yönlendirmeniz olacaktır. Biliyoruz ki ne kadar çok birlik olursak o kadar çok kadına ulaşabiliriz. Kadın Güçlenme Merkezi ile ilgili tanıtım kartlarını da otobüslere ve herkese ulaştırmak için dağıtmaya başladık. Proje için bize desteğini sunan Hollanda Krallığı Büyükelçiliğine de teşekkürlerimi sunmak istiyorum.”
KADINLAR İÇİN GÜÇLENME MEKANİZMASI
Açılışa katılan Hollanda Krallığı Büyükelçiliği Müsteşarı Erik Westrate ise Hollanda Büyükelçiliği adına Kadın Güçlenme Merkezi’nin açılışında bulunmaktan mutluluk duyduğunu belirterek, şöyle konuştu:
“Kadın Güçlenme Merkezi Projesi Hollanda Hükümeti’nin MATRA hibe programı tarafından desteklenmektedir. Proje, Ankara Büyükşehir Belediyesi Kadın Danışma Merkezi ve Projeler Şube Müdürlüğü tarafından 24 ay süreyle yürütülecek. Artık kadınların ihtiyacı olan desteği alabilmeleri için bu kapıyı çalmaları yeterli olacaktır.”
Proje ile Kadın Danışma Merkezi’nin var olan çalışmalarının Kadın Güçlenme Merkezi çerçevesinde yürütülmesi, STK temelli hizmet modeline geçilmesi ve üniversitelerin kadın çalışmalarını yerel yönetimlerle yapmalarının sağlaması amaçlanıyor. Ankara’da yaşayan kadınlar için yeni bir mekanizma geliştirecek merkezde dijital altyapı oluşturularak 9 STK ve 4 üniversitenin Kadın Çalışmaları Bölümleri de yer alacak.
2023 TARİHİNE KADAR DEVAM EDECEK PROJEDE TEZ ÖĞRENCİLERİ DE ÇALIŞABİLECEK
Üniversitelerin kadın çalışmaları bölümünde okuyan öğrencilerin uygun tez çalışmaları ile gönüllü olarak çalışabileceği merkezde ayrıca Ankara’da belirli çalışma alanlarında faaliyet gösteren STK’lar da faaliyetlerini sürdürebilecek.
Eylül 2023 tarihinde sonlanacak olan projenin ardından merkezin sürdürülebilirliğinin Ankara Büyükşehir Belediyesi tarafından sağlanacağını belirten Kadın ve Aile Hizmetleri Daire Başkanı Serkan Yorgancılar, “Projemiz 24 ay boyunca sürecek. Kadınlar istedikleri hizmeti buradan çok rahat bir şekilde alabilecekler. Sadece kadına karşı şiddete değil kadının da güçlenmesi açısından çok önemli işler yürütüleceğini düşünüyorum” dedi.
Kız Başına Platformu gönüllülerinden Elif Çelikcan da, “Kız Başına ekibi olarak böyle değerli bir projenin parçası olmaktan çok mutluyuz. Türkiye’de bir ilk olması da önem arz ediyor. Tam anlamıyla şiddet mağduru kadınlara destek olurken destek sağlayabilmemiz için hem STK’ların hem üniversitelerin hem belediyelerin iş birliği içerisinde olması gerekiyor. Kadın Güçlenme Merkezi bu anlamda tam olarak bu noktaya parmak bastığımız bir proje hâline geldi. O yüzden çok mutluyuz” sözleriyle düşüncelerini paylaştı.
Don Kişot’un yazarı, 1571’de İnebahtı Deniz Savaşı’nda yaralanmış daha sonra 5 yıl hapis yatmıştı.
1575-1580 arasında Cezayir’deki hapisanede Don Kişot’u yazan Cervantes, serbest kaldıktan sonra Osmanlıları karalayan kitabında, Türkleri barbar olarak tanımlamıştı.
Türkler’in, kiliseleri harabeye çevirdiklerini ve bazılarını cami yaptıklarını dile getiren Cervantes, 16’ıncı yüzyılda, Türk imajının tüm Avrupa’da bozulmasına neden olmuştu.
İspanya’da, Emevi devletinin varoluşunu ve yıkılışını araştırırken ele geçirdiğim verilere göre, Cervantes’in, ‘En büyük Türk düşmanı’ olduğunu öğrenmiştim.
İlhan KARAÇAY araştırdı ve yazdı:
Türkiye’nin ve Türkler’in Avrupa’daki kötü imajının nedenini hep Haçlı Seferleri’ne bağlamışızdır.
1096 yılında birincisi, 1271 yılında da dokuzuncusu yapılan Haçlı Seferleri zamanında, Osmanlı devleti henüz yoktu. O zamanki seferler sırasında, Anadolu’da da katliamlar yapan Haçlı orduları Selçuklu Türkler’inden büyük darbeler yemişti. Suriye ve Filistin’i de ele geçiren Selçuklu Türkleri, Hıristiyan dünyasında büyük tedirginlik yaratmıştı.
Müslümanların İspanya Endülüs’ü işgal edip Emevi devletini kurmasından sonra, İber yarımadasındaki Hıristiyan Krallıklar, hem işgal edilen topraklarını kurtarmak ve hem de ‘yaşanabilecek güzel topraklar’ olarak Anadolu ve Kudüs’ü ele geçirmek için Haçlı Seferleri’ni başlatmıştı. Tam 176 yıl süren Haçlı seferleri, Türkiye ve Türkler’in Avrupa’da atipatik olmasında büyük rol oynamıştı.
Osmanlı İmparatorluğu ise 1299 yılında kuruldu.
Oğuz Türkleri’nden Osman Gazi’nin kurduğu Osmanlı devleti, 16. ve 17. yüzyıllarda üç kıtaya yayılmış ve Balkanlar, Orta Doğu ve Kuzey Afrika’nın büyük bölümünü egemenliği altında tutmuş, ülkenin sınırları batıda Cebelitarık Boğazı’na, 1553’te Fas kıyılarına, doğuda Hazar Denizi ve Basra Körfezi’ne, kuzeyde Avusturya, Macaristan ve Ukrayna’nın bir bölümüne ve güneyde Sudan, Eritre, Somali ve Yemen’e uzanmıştı.
Bu dönemlerde Avrupa’da Osmanlı korkusu salgın bir hastalık gibi yayılmıştı. Hele hele, 1453’te Fatih Sultan Mehmed’in İstanbul’u fethedişi, yaşanan korkuyu misliyle artırmıştı.
Artık Avrupa’da Türkler’in barbarlığı, bağnazlığı ve acımasızlığı dileden dile dolaşıyor, çocuklar ‘Türkler geliyor ha’ diye korkutuluyordu.
İşte o sıralarda, İspanyol yazar Cervantes nasıl olduysa 1575 yılında İnebahtı Deniz Savaşı’na katılmış ve yaralandıktan sonra Osmanlı buyruğundaki Cezayir’de 5 yıl hapiste kalmıştı.
Cervantes bu beş yıl içinde Don Kişot kitabını yazarak ününe ün katmıştı. Serbest kaldıktan sonra yadıklarının tamamında Türkiye ve Türkleri karalayan Cervantes’in, Türk imajının bozulmasında başrol oynadığı anlaşılmaktadır.
TRT Ekibi ile Endülüs’te yaptığımız çalışmalardan birinde ziyaret ettiğimiz Elhamra Sarayı.
İspanya’da kurulan Müslüman Emevi Devleti’nin doğuşunu ve batışını incelemek için TRT ekibi ile gittiği Endülüs’te, Cervantes’e ait bir yığın yazıyla karşılaştım. Notlar halinde tercüme ettirdiğim bu yazılanlar içinde ağırlık, Türkiye ve Türk düşmanlığı üzerinde toplanıyordu.
Tabii ki Avrupa devletleri ve kiliseler bu söylemleri propaganda aracı haline getiriyorlardı:
Cervantes hakkındaki detaylı bilgiyi yazının sonunda sunacağım.
Endülüs’te saptadıklarımın meyvesini Hollanda’da bizzat yaşadım.
Şöyle ki: 1968 yılında tanıştığım şimdiki eşim bir Hollandalıydı. İnişli ve yokuşlu yolları aştıktan sonra bu Hollandalı güzel ile evlenebildim. Artık benim de bir Hollandalı ailem vardı.
Önceleri tedirginlik duyan aile fertlerim, daha sonra bana alıştılar ve ısındılar.
Bir gün, benden iki yaş küçük olan kaynım Robert’e ‘Hey Türk’ diye seslenildiğini duydum.
Eşime nedenini sorduğum zaman, üzülerek ve sıkılarak, ‘Çok arsız olduğu zamanlar kendisine Türk’ diye hitap ediyorlar’ cevabını verdi.
Hoş, pek önemsemediğim bu konu hakkında eşim çok üzülüyordu ama, demek ki Cervantes’in kin ve nefret dolu ifadeleri, Hollanda’nın en küçük bir köyüne kadar uzanmıştı.
Hollanda’nın resmi dil sözcüğü Van Dale’de, Türk kelimesinin karşılığında, ‘pis, haylaz, kötü otomobil süren’ gibi deyimler var. Bu pisliğin sözlükten çıkarılması için başvurduğumuz mahkemeden, ‘Ah, İngilizler de biz Hollandalılar için ‘salak, dangalak diyorlar’ diye bir ret kararı çıktı.
Cervantes’in etkisi sadece bundan ibaret mi?
Tabii ki hayır.
Bakınız 1959’dan bu yana kayıtlı olduğumuz, 1963’ten buy ana ortaç olduğumuz ve 1999’dan bu yana aday ülke diye kabullendiğimiz Avrupa Birliği, bizi hâlâ üyeliğe Kabul etmedi.
50 yıl gerimizde olan Bulgaristan, Macaristan ve Polonya üye olduğu halde biz değiliz.
Dünyanın en kıytırık toplumları develet olarak tanındığı halde, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’ni, hâlâ tek bir ülke bile tanımış değil. Dostlarımız bile Avrupa’nın korkusuyla Türk Kıbrıs’ı tanıyamıyorlar.
Başımıza gelen pek çok sorunun, ‘Kötü Türk İmajı’ından kaynaklandığını söylersem yalan söylemiş olmam.
1547 yılında doğan ve 1616’da ölen Miguel de Cervantes’in var olan tek portresi
Türkiye ve Türk imajını kötü tanıtan Cervantes için çok şey yazıldı.
İşte bu yazılanlardan birini sizlere sunuyorum. Takdir sizin.
CERVANTES , KILIÇ ALİ PAŞA CAMİİ’NDE AMELE İDİ
Roma’ya papaz olmaya giderken Osmanlı leventlerine esir düşen İspanyol yazar Cervantes, İstanbul’a getirildi. Ve Tophâne’deki Kılıç Ali Paşa Camii’nin inşâsında taş taşıyarak Mimar Sinan’ın emrinde çalıştı. Meşhur eseri Don Kişot’u yazmadan önce, Osmanlı câmilerinde amelelik yapıyordu.
Kılıç Ali Paşa Camii
7 Ekim 1571 tarihinde Korint Körfezi’nde yapılan İnebahtı Deniz Muhârebesi’nde Osmanlıya karşı savaşan haçlılar arasında meşhur bir de romancı vardı: İspanyol yazar Miguel De Cervantes. Şu “Don Kişot” isimli hikâyesiyle tanıdığımız Cervantes. İspanya ve Venediklilerin Osmanlılara karşı hazırladığı sefere asker olarak katılmıştı. “Yüzyılların gördüğü en büyük savaş” olarak nitelendirdiği İnebahtı deniz muhârebesinde sol kolu da sakat kalmıştı Cervantes’in.
5 Eylül 1569’da Madrid’de “kız meselesi” yüzünden bir asilzâdeyi yaralayan Cervantes hakkında tutuklama kararı çıkarıldı. Cezâsı: Sağ eli kesilecek ve 10 yıl sürgünde kalacaktı. Cervantes, elini kurtarmak için İtalya’ya kaçtı. Beş parasız olduğu için de orduya katılmaktan başka çâre bulamadı.
1570’te Sultan 2. Selim Kıbrıs’ı fethedince, Papa 5. Pius, Osmanlılara karşı haçlı ittifâkı kurulması çağrısında bulundu. Bu çağrıyı sâdece İspanya ve Venedik kabul etti. Deniz muhârebesi için hazırlanan Roma’daki İspanyol birliğine katılanlar arasında Cervantes de vardı.
7 Ekim 1571’de Osmanlı donanmasıyla yapılan İnebahtı Deniz Savaşı’na katılan Marquesa adlı kadırgada bulunan Cervantes, iki defa göğsünden yaralandı. Bir top güllesiyle de sol elini kaybetti. Sağ elini kurtarmak için Madrid’den kaçan ünlü yazar, sol elini kaptırmıştı İnebahtı’da Osmanlı toplarına.
Hani sadrazamımız Sokollu Mehmet Paşa, 7 Mart 1573’de Venedik büyükelçisi Barbaro’ya : “Biz sizden Kıbrıs’ı alarak kolunuzu kestik. Siz ise donanmamızı yenmekle bizim sakalımızı tıraş ettiniz. Kesilen kol yerine gelmez ama tıraş edilen sakal daha gür biter” demişti ya; işte o mağlûbiyet İnebahtı savaşında vâkî olmuştu. Sadrazamın yaptığı teşbihi ise Cervantes bizzat yaşamıştı sol kolunu kaybederek.
Sokollu’nun dediği gibi İnebahtı’da tıraş edilen Osmanlı sakalı, 5 ay sonra uzadı. Ve Kılıç Ali Paşa kumandasında 300 parçalık bir donanma şeklinde Akdeniz’de, İtalya açıklarında arz-ı endâm etmeye başladı.
İNEBAHTI ÇOLAĞI
Cervantes’in kolunu bu savaşta kaybettiği söyleniyor
Beş yıla yakın Akdeniz’de dolanan, dâimâ Osmanlı leventleriyle savaşan Cervantes, “El Manço Lepanto” (İnebahtı Çolağı) lâkabıyla anılıyordu.
Nitekim 1575 yılında, “bir başka vazifeye atanması için” Napoli vâlisi Don Juan’dan tavsiye mektubu almayı başardı. Ancak İspanya’ya dönerken bindiği İspanyol gemisi, Marsilya açıklarında Cezayirli Türkler tarafından kuşatıldı. Ve Arnavut asıllı Türk denizcisi Deli Memi tarafından esir alındı. Deli Memi, İnebahtı Savaşı’nda 42 parçalık filosunu Haçlıların eline geçmekten kurtaran Uluç Ali Reis’in yardımcılarındandı. Cervantes’in yeni sâhibi artık Uluç Ali Paşa’ydı.
Cezâyir’de 5 yıl esâret hayâtı yaşayan Cervantes, kaçmaya kalkınca prangaya vuruldu, tek kollu kürek mahkûmu bir forsa oldu. Nihâyet İstanbul’a yollandı. İşte tam bu sıralarda Kaptanıderya Kılıç Ali Paşa, Sultan 3. Murat’tan destur almış, Tophâne’deki câmiini yaptırıyordu.
DUVAR İŞÇİSİ CERVANTES
Mimar Sinan ve eserleri
Tek kollu yazar Cervantes de Tophâne’deki Kılıç Ali Paşa Câmi inşâatında duvar işçisi olarak çalıştırıldı. ( Mimar Sinan’ın emrinde cami inşaatında çalıştırılan esirlerin isimlerinin yazılı olduğu defterler vakıflar arşivinde bulundu ve amelelerin içinde ünlü yazar Cervantes’in de ismine rastlandı). Câmi 1580 de tamamlandı ve Cervantes, beş senelik esâret hayâtından sonra nihâyet memleketine dönebildi. İhtimâl, iyi çalışması karşılığında hürriyeti vaad edilmiş olacak ki, câmi tamamlanınca Cervantes de hürriyetine kavuştu. ( Ya da çok inandırıcı olmayan bir rivâyete göre dostlarının ödediği kurtuluş fidyesiyle )
İnebahtı Deniz Savaşı haritası
Hayâtının kalan 36 yılını özgürce yaşadığını sanmayın. Ömrünün sonlarına doğru yazdığı ve kendi hayâtıyla alay ettiği meşhur eseri Don Kişot’u yine hapishânede yazmıştı. 1587 de vergi memurluğu yaptığı sırada, halktan topladığı vergiyi bir bankere kaptırdığı için 2 yıl hapis yattı. 1589’da kilise malını kötüye kullanmaktan tutuklandı ve aforoz edildi. Donanma ambarına kâtip olduğu yıllarda zimmetine mal geçirdiği için tekrar tutuklandı ve bu yüzden 18 yaşındaki eşi tarafından da terk edildi. Artık hapishânede bol bol vakti vardı, Don Kişot’un yel değirmenleriyle savaşını anlatmak için. Şöhretine sebep olan bu eseri 1605 yılında tamamladı. Âhir ömrünü asâletmeaplara methiye yazmakla geçiren Cervantes, 1616 da Madrid’de öldü. Geride 2 önemli eser bıraktı: Don Kişot ve Kılıç Ali Paşa Câmiinin duvarları. 23 Nisan, Shakespeare ile aynı gün ölen Cervantes’in öldüğü gündür.
Akdeniz’de 5 yıl boyunca Osmanlı leventleriyle savaşan Cervantes, Türklerden o kadar korkmuş ki, Don Kişot gibi bir hikâyeyi yazmış. Hikâyedeki yel değirmenlerinin Türkleri temsîl ettiği söylenir. Don Kişot da aptal bir savaşçıyı, yani Avrupalıları temsîl ediyor. Bu hikâyede Türklerle savaşmanın aptallık olduğunu vurgulamıştır Cervantes.
Tıpkı Kılıç Ali Paşa gibi Cezâyirli Müslüman Türklere esir düşen Cervantes, eğer Paşa gibi İslâmiyeti seçip Müslüman olsaydı, tâlihi şimdikinden daha açık olacak, O’nun gibi terfî edecek, Osmanlının kudretli paşalarından ya da edîplerinden biri olacaktı belki de.
Şeker hastası olan ya da olma ihtimali yüksek 150 Türk ve Faslı kadın, müptelası oldukları tatlı çeşitlerinden kurtulabilmek ve bu hastalık ile mücadele etmek için harekete geçtiler. Türk kadınları Baklava, Faslı kadınlar da Çebekiya’ya karşı elbirliğiyle yürümeye başladılar.
Kadınlar tatlıların cazibesine dayanamadıklarını bu yüzden tek çarenin düzenli hareket etmekten geçtiğini belirtiyorlar.
İlhan KARAÇAY’ın haberi:
Yapması da yemesi de çok cazibeli olan Türk tatlı çeşitleri, işsiz olan ve evde kalan Türk ve Faslı kadınlar için çok tehlikeli oluyor. Bir yandan kilo alıyorlar, Diğer yandan diyabet/şeker hastalığı ve yüksek kolesterol gibi hastalıklara sahip oluyorlar.
Rotterdam’da çeşitli konularda destek imkânları yaratan DSB adlı bir dernekte yönetici olan Ömer Hünkâr Ilık, Türk ve Faslı kadınların başlarına bela olan bu illetten kurtulabilmeleri için bir program hazırladı ve tam 150 kadını ikna ederek, çok yararlı faaliyetler başlattı.
Kadınlar her hafta aynı gün, aynı saat ve aynı yerde bir araya gelip, yarım saat yürüyorlar.
Bu arada kendi telefonlarına organize tarafından önceden iletilen Türkçe bilgilendirme filmleri hakkında konuşuyorlar. Filmlerde sağlıklı yaşam konusunda kısa ve öz bilgilerle kolay uygulanabilecek öneriler yer alıyor.
Günde 2 litre su içmek için her sabah iki ayrı sürahide masaya birer litre su koyup, akşama kadar ne kadar su içtiklerini ölçmek gibi. Yemekten sonra tatlı yerine bir kâse az taze meyveli yoğurt yenmesi gibi.
Ömer Hünkâr Ilık ‘Genellikle yoksul bölgelerde yaşayan kadınların çoğu, sıcak yuvalarını, televizyonundaki programları bırakıp dışarı adım atmak istemiyorlar. Ekmek, makarna, patates, pirinç gibi şeker düzeyi yüksek besinler tüketiyorlar. Akşam televizyon karşısında bol çerez ve geç saatte meyve yiyorlar. Oysa Türk mutfağında çok güzel sebze yemekleri, zeytin yağlılar ve salata çeşitleri var. Daha çok bunları tüketmeleri gerektiğini hatırlatıyoruz. Daha çok sebze, daha çok hareket şiarımız olmalıdır’ diyor.
Türk kadınlar baklavanın cazibesine dayanamıyorlar ama şimdi perhize başladılar
Ömer Ilık şöyle dam etti:‘Yürütüşe katılan kadınlar kola gibi, bilinen şekerli içeceklerin
yanında, hazır meyve sularında da yüksek düzeyde şeker olduğunu duyduklarında çok şaşırdılar. Piriç yerine bulgur pilavının daha sağlıklı olduğunu öğrenmeleri hoşlarına gitti. Şimdi çocukları bulgura nasıl alıştıracağız, diye düşünmeye başladılar.’
Türk ve Faslı kadınların bu faaliyetleri Hollanda basınında da yankı buldu. Ülkenin ikinci büyük gazetesi Algemeen Dagblad gazetesinde büyükçe yer alan, Türk asıllı İffet Subaşı’nın haberi ‘Baklavaya hayır, yaşasın adımsayar’ başlığı ile yayınlandı. Gazete haberi facebook sayfasına taşıdı. Bu gazetenin okurlarının Türklerle ilgili haberlere genellikle dudak büktükleri biliniyor. Aynı okuyucular yarım gün içinde, 200 bin beğeni, 800 yorum ve 100 paylaşım yaptılar.
Faslı kadınlar Çebekiya adlı tatlılarının cazibesine dayanamıyorlar ama şimdi perhize başladılar
Ömer Ilık habere gösterilen ilgiye şaşırdığını söylüyor ve ekliyor: ‘Haberin altında 800 yorum olduğunu görünce korktum. Kim bilir hakkımızda ne kadar olumsuz yorum yazılmıştır diye kaygılandım. Ama okudukça yüzümde güller açtı. Çünkü hemen hemen bütün yorumlar çok olumluydu. Neredeyse hepsi Hollandalı olan yorumcular ‘Bravo kadınlar, devam edin, çok güzle bir faaliyet, ben de şeker hastasıyım, yürümek kan şekerini düzeltiyor, bizim şehirde de başlayalım’ gibi destekleyici yorumlar yazdılar.’
Haber yayınlandıktan sonra çok sayıda telefon ve mesaj aldığını söyleyen Ömer Hünkâr Ilık ‘Birçok şehir ve bölgeden davetiye aldım. Biz de başlamak istiyoruz diyorlar, bu beni çok sevindirdi’ diyor.
Organizatör Ömer Hünkar Ilık’a göre, aslında basit bir yürüme faaliyeti olarak düşünülmüş olan hareketin, Hollanda Voleybol Takım’ı ile olimpiyatta altın madalya alan Bas van de Goor adlı kişinin kurduğu ve şeker hastalığına karşı sağlıklı yaşam için yürüme faaliyetlerini düzenleyen ülkesel bir fonun tecrübelerinden kaynaklandığını söylüyor. Ilık, ‘Korona önlemleri nedeniyle yaklaşık iki yıldır evlerdeyiz. Özellikle kadınlar bu dönemde hareketsiz kaldılar. İç mekanlarda faaliyet düzenlemeye korkuyorlar. Türklerin yoğun yaşadığı bölgelerde koronadan ölüm sayısı yüksek. Bu sebeple yürüyüş gruplarına ilgi yüksek oldu. Bir de topluca yürümenin keyfi başka oluyor. Kadınlar bu fırsatı iyi değerlendiriyorlar’ dedi.
Yürüme programı aralık ayında sonuçlanacak. Ama kadınlar şimdiden grup halinde yürümeye devam edeceklerini söylüyorlar.
13 Yaşında Hollanda’ya gelen bir babanın kızı olan Yeliz Çiçek ünlü moda dergisi Vogue’nun Hollanda baskıları yönetmeni oldu.
Amerika’nın, Türkiye dahil, pek çok ülkede yayınlanan dergisine yönetmen olan Çiçek, ‘İddialı olmayı babamdan öğrendim’ diyor.
İlhan KARAÇAY’ın haberi:
Amerika’nın en sevilen moda dergisi Vogue’nun Hollanda baskılarına Genel Yayın Yönetmeni olarak getirilen Türk kızı Yeliz Çiçek, Hollanda medyasının en çok söz ettiği kişi oldu.
Seçici ve özgün bir bakış açısı, görsel şölen ile kadınları merkezine alan bir üslup ile yayın yapan Vogue’nun Hollanda baskılarını yönetecek olan Yeliz Çiçek, şu anda LİNDA Dergisi’ni yönetiyor. Çiçek, daha önce de Glamour dergisinde yönetmen yardımcılığı yapmıştı.
Hollanda medyasına göre, Yeliz Çiçek’in dünyaca ünlü bir dergiye yönetmen oluşunun ilginç tarafı, ikinci nesil bir Türk göçmenin, üçüncü nesil kızı olmasıdır.
13 yaşında iken babasının yanına göç eden bir Türk’ün kızı olan Yeliz Çiçek, ileride bir moda dergisine Genel Yayın Yönetmeni olacağını aklından geçirmezken, iletişim bilimi tahsili yaparken, aynı zamanda babasının dönerci dükkânında, ekmek-döner satıyordu.
İddialı olmayı babasından öğrendiğini söyleyen Çiçek, ‘Kökenim ve geçmişimden ötürü, katılım motivasyonum da esaslıdır. Vogue ile rengine, yaşına ve kökenine bakılmaksızın tüm kadınları mutlu etmeye çalışacağım.’ diyor.
14 Gün uzatılan serginin tanıtım günü büyük ilgi gördü.
Türkiye’nin çok kültürlü yapısını öne çıkaran ve Türk Sefarat sanatçılarının eserlerini bir araya getiren sergi,
Yunus Emre Enstitüsü’nde kasım sonuna kadar açık kalacak.
Haber, aşağıdaki notumun altındadır:
Değerli Okurlarım,
Bazı yayın organlarımız, bir haberi atladıktan sonra, o habere daha sonra hiç yer vermezler. Kaldı ki Hollanda’da bunun aksi yapılır ve ‘Benim okurum bu haberi görmedi’ gerekçesiyle haber ikinci gün olsa da yayınlanır.
Naçizane şahsım da, diğer yayın organlarında yayınlanan bir haberi, daha sonra kendi üslubum ile yazarak yayınlarım. Bunu yaparken de, diğer organların değinemediği konular ile haberi süslerim.
Aşağıda okuyacağınız haber de pek çok yayın organında yayınlandı. Ama şu bir gerçek ki benim okurlarımın bazıları bu haberi göremedi ve okuyamadı. Bu nedenle haberi kendi okurlarıma sunmayı yeğliyorum.
Önemli bir durum daha var.
Ben geciktirmiş olduğum haberime, mutlaka ekstra bilgiler bulur ve eklerim.
Örneğin, aşağda okuyacağınız SEFARAT SERGİSİ haberim bir örnektir.
Öyle düşünüyorum ki, pek çok okur SEFARAT’ın ne olduğunu bilmiyorlardır.
İşte ben, SEFARAT’ı anlatırken, İspanyalara kadar uzandım ve haberi çok değişik bir üslup ve bilgilendirici bir şekilde yazdım.
Bu işlemi, daha önce de pek çok haberde yaptım.
Ayrıca, habere koyduğum başlıklar ile kendime de zarar veriyorum. Zira başlıklarımı okuyanlar, o kadar doyuyorlar ki, haberi okumaya gerek kalmıyor.
Bu da bir başka taktik.
Genç gazeteci kardeşlerimin beni ilhankaracay.com’da takip etmelerini tavsiye ederim.
Okuyunuz ve takdirinizi belirtiniz.
İlhan KARAÇAY’ın haberi:
Kasım ayı başında Yunus Emre Enstitüsü tarafından Amsterdam’da 14 günlüğüne açılan Sefarat Sergisi, gördüğü büyük ilgi üzerine 14 gün daha uzatıldı.
Türkiye’deki farklı kimliklerin yüzyıllar boyunca ortak bir alanda zengin bir mirası paylaşarak nasıl uyum içinde yaşayabileceğini gösteren ‘Çok Kültürlü Bir Mirasın İzleri’ adlı sergi, Amsterdam’daki Yunus Emre Enstitüsü’nde devam ediyor.
Serginin tanıtımı için, Türkiye’den sanatçıların da davet edildiği bir program gerçekleştirildi.
Serginin tanıtım programına gelen, Türkiye’nin Lahey Büyükelçisi Şaban Dişli, Amsterdam Başkonsolosumuz Engin Arıkan, Yunus Emre Enstitüsü (YEE) Başkanı Şeref Ateş, 500. Yıl Vakfı Türk Musevileri Müzesi Müdürü Nisya İşman Allovi, Cervantes İspanyol Kültür Merkezi Direktörü Pilar Tena, Türk asıllı Hollandalı piyanist Karsu ve fotoğraf sanatçısı İzzet Keribar’ın yanı sıra pek çok sanatseveri, Amsterdam YEE Müdürü Abdullah Akın Altay karşıladı.
33 Türk Sefarad sanatçısının 60 yapıtının yer aldığı sergide, fotoğraf, cam sanatı, heykel, ebru, mozaik, seramik, takı, fotoğraf, yağlıboya ve akrilik fotoğraf olmak üzere birçok sanat yapıtı yer alıyor.
Sergide ayrıca, İstanbul’daki Türk Musevileri Müzesi’nden tarihi belgeler, değerli replikalar, tablolar ve Osmanlı Musevi kıyafetleri çizimleri de yer alıyor.
Program, Andries de Rosa’nın “Rhapsodie Orientale 1890” adlı bestesini piyanist Marcel Worms ve keman virtüözü Neo Eyl’in icra ettiği mini konserle başladı.
500. Yıl Vakfı Türk Musevileri Müzesi Müdürü Nisya İşman Allovi, serginin bir parçası olmaktan dolayı çok memnun olduklarını aktararak, Sefarad sanatçılarının eserlerinin yanına müzenin de bazı eserlerini seçkiye dahil ettiğini söyledi.
Fotoğraf sanatçısı İzzet Keribar, sergide Türkiye’yi temsil etmekten gurur duyduğunu söyleyerek, sergiye Osmanlı dönemi mimari eserlerinin fotoğrafladığı iki eserle katıldığını anlattı.
Küratörlüğünü sanatçı Terry Katalan’ın yaptığı sergide, aralarında Habib Gerez, İzzet Keribar, Bubi, Henri Kandiyoti, Hilda Uzyel, Jak Baruh, Lina Basmacı gibi 33 Türk Sefarad sanatçısının 60 eseri yer alıyor.
Terry Katalan, Sefaradların Türk toplumuyla 529 yıldır bir arada yaşadığına dikkati çekerek, “Sergi, Türkiye’deki Sefaradların Türk kültürüyle olan entegrasyonunu gösteriyor. Kökleri Osmanlı İmparatorluğu’nun zengin kültür mirasıyla ve Sefarad kültürüne dayanan eserleri Amsterdam’da sanatseverlerle buluşturarak farklı grupların kardeşlik içerisinde yaşayabildiğini göstermek istedik” dedi. Standın mottosunu “Çok Kültürlü Tarihi Mirasın İzleri” olarak belirlediklerini dile getiren Katalan, Sefaradların İberya yarımadasından çıkıp kendilerine kucak açan Osmanlıya gelişinin izlerinin yansıtıldığını kaydetti.
Yunus Emre Enstitüsü (YEE) Başkanı Şeref Ateş, serginin 2021 yılının UNESCO tarafından Yunus Emre Yılı ilan edilmesiyle daha da büyük bir anlam ifade ettiğini belirterek Yunus Emre felsefesiyle dünyaya barış, sevgi ve hoşgörü mesajı vermeyi, Türkiye’nin çok kültürlü yapısını göstermeyi amaçladıklarını söyledi. Ateş “Böyle sergiler sayesinde göçlerin problem olarak konuşulduğu bir çağda geriye dönüp bakıldığında, birbirlerini destekleyerek yaşatan milletlerin insanlığa sunduğu katkı ortaya çıkıyor. dedi.
Ateş, sergide 500 yıllık hikayenin estetik bir formda yansıtıldığına değinerek, “Tarihimizden gelen kültürlerin birbirlerini destekleyerek nasıl yaşadıklarını gösteren güzel bir sergi oldu. Bugün bu eserlerin arkasındaki hikayeleri konuştuk. Böyle sergiler sayesinde göçlerin problem olarak konuşulduğu bir çağda geriye dönüp bakıldığında birbirlerini destekleyerek yaşatan milletlerin insanlığa sunduğu katkı ortaya çıkıyor.” değerlendirmesinde bulundu.
YEE olarak kültürleri birbirini tamamlayan öğeler olarak gördüklerini dile getiren Ateş, serginin gelecek yıl da İspanya’da açılacağını söyledi.
Amsterdam Yunus Emre Enstitüsü Müdürü Abdullah Akın Altay, Türkiye‘nin takviyesiyle 2014’te Barselona’da, 2018’de Londra’da açılan sergiyi bu yıl Amsterdam’a taşıdıklarını belirtti. Altay, serginin, Yunus Emre’nin vefatının 700’üncü yıl dönümüne denk gelmesinden duyduğu memnuniyeti dile getirdi. Altay, yaklaşık 2 yıl önce Terry Katalan ile iletişime geçerek projeyi başladıklarının altını çizerek, Amsterdam kültür hayatına böyle bir sergi kazandırmanın mutluluğunu dile getirdi.
Standın mottosunu “Çok kültürlü tarihi mirasın izleri” olarak belirlediklerini lisana getiren Katalan, Sefaradların İberya yarımadasından çıkıp kendilerine kucak açan Osmanlıya gelişinin izlerinin stantta yansıtıldığını kaydetti.
Türk asıllı sanatçı Karsu da ‘Adio kerida’ parçasını çaldı ve seslendirdi.
Amsterdam ve İstanbul arasında bir kültür köprüsü olmayı hedefleyen sergi, Hollanda’nın kurtuluşunun ve 2. Dünya Savaşı’nın bitişinin 75. yıl dönümünde yapılması planlanmış, ancak COVID-19 pandemisi nedeniyle 2021 sonbaharına ertelenmiş.
YEE’nün yanı sıra Türkiye’nin Lahey Büyükelçiliği, Avrupa Birliği Başkanlığı, Cervantes İspanyol Kültür Merkezi, 500. Yıl Vakfı, ACB Danışmanlık ve Amsterdam Yahudi Müzesi’nin de desteklediği “Sefarad Sergisi”ni, kasım ayı sonuna kadar mutlaka ziyaret ediniz.
SEFARAD YAHUDİLERİ
Bakınız Wikipedia, naçizane şahsımın da İspanya’ya gidip incelediğim Sefarad Yahudilerini nasıl anlatıyor:
Yahudi-Roma savaşlarından sonra zorunlu göç ile, Kuzey Afrika üzerinden İberya yarımadasına yerleşen ve 1492’de, Elhamra Kararnamesi ile İspanya’dan çıkartılan Yahudi toplumuna verilen isimdir. Kararname sonrasında Yahudi halkının çoğu Portekiz’e kaçmıştır. 5 yıl sonra Portekiz Kralı I. Manuel’in de Portekiz’deki Yahudileri Hristiyanlığa geçmeye zorlamasıyla sınır dışı edilen birçok Yahudi farklı ülkelere kaçmıştır. Sonuç olarak, göçe zorlanan Yahudilerin torunları dünyanın her yerindeki ülkelere taşınarak yaşamlarını sürdürmüşlerdir. Bu ülkelerden bazıları İngiltere, Hollanda, Kuzey Afrika’nın bazı bölgeleri, Türkiye ve İsrail’dir.
İbrani dilinde “Sefarad”, İspanya anlamına gelmektedir. İspanya dışında Portekiz, İtalya, Kuzey Afrika, Türkiye, Ege Adaları ve Balkan Musevilerinin de büyük bölümü bu adla anılır. 16.yüzyılda bütün bu gruplar, Judeo-Espegnol veya “Ladino” denen ve İspanyolca’nın Kastilya lehçesine ilave edilmiş; Türkçe, İbranice hatta Rumcadan gelen kelimeler ve deyimler ile bezeli bir dil konuşuyorlardı. Bu dil bugünlerde unutulmaya başlanmıştır. 1492’de İspanya’dan kovulan Museviler, İspanya kökenli oldukları için kendilerine “Sefarad” adını koymuşlardır.
Genişletilmiş anlamda ise bugün, Sefarad, Aşkenaz olmayan tüm Yahudilere verilen addır. Bugün Türkiye’de yaşayan 25.000 Yahudi’nin yaklaşık %96’sını oluşturan Sefaradlar’ın sayısı 24.000 civarındadır, %4’ü oluşturan Aşkenaz Museviler’in sayısı 1.000 civarındadır
OSMANLI ENDÜLÜS’E NEDEN YARDIM EDEMEDİ?
Müslüman Arap tarihçiler, 1492’de İspanyolların katliamına uğrayan Endülüslü Müslümanlara yardım edilmediğini ileri sürerler. Başta İsmail Hakkı Uzunçarşılı olmak üzere Türk tarihçileri de Cem Sultan Meselesi nedeniyle yardımın yapılamadığını belirtirler.
II. Beyazıt dönemi detaylı bir şekilde incelendiğinde, padişahın izlediği siyasetin babası Fatih döneminden oldukça farklı olduğu görülecektir. Devrin önemli tarihçilerinden Kemal Paşazade II. Beyazıt dönemi politikalarının Fatih devrinde yapılmış fetihleri teşkilatlandırma ve böylelikle devletin yapısını güçlendirme, adalet ve hakka dayalı bir yönetim kurma olarak açıklar. Babası gibi dış siyasete öncelik vermeyen padişah, sulh yolu ile hakimiyet tesis etme anlayışını benimser.
Bu dönemde Osmanlı donanması Akdeniz’in en büyük deniz gücü değildir. Akdeniz Venediklilerin hakimiyeti altındadır. Deniz yoluyla gerçekleşecek fetihler, sadece Ege ve Adriyatik’le sınırlı tutularak Malta’nın batısına bilinçli bir şekilde geçilmek istenmemiştir.
Memluklular ve Venediklilerle yapılan yıpratıcı savaşlar Osmanlı’nın kendi sınırları içerisinde kalmasını sağlıyordu. Fransa kralı Charles’in Osmanlı’ya karşı İspanya ile ittifak kurabileceğini söylemesi II. Beyazıt’ı Venedik ve Napoli krallığı hatta Papalığa yakınlaştırmıştı.
Gırnata Krallığının Osmanlı Devleti’nden yardım istemesi İstanbul’un fethi ile birlikte gelen bir gücün yansımasıydı. Benzer bir yardım talebi Memluklu sultanına da iletilmiş, Memluk sultanı da iç sorunları bahane göstererek ı yapamayacağını belirtmişti.
Akdeniz’de korsanlık yapan birçok Türk denizcisi olmasına rağmen bunların çok azı devlete bağlıydı. Bu korsanların çoğu -Endülüs Müslümanlarına yardıma giden Kemal Reis dahil- Osmanlı hizmetinde değillerdi.
Osmanlı Devleti’nin bir deniz devleti durumuna gelmedikçe yapılacak yardımın büyük bir anlam taşımadığı görülecekti. Ünlü Alman tarihçi L. Von Ranke Osmanlı- İspanyol ilişkilerini kaleme aldığı çalışmasında, İstanbul yönetiminin henüz Batı Akdeniz’e yönelik bir hâkimiyet politikasının bulunmadığını, Kastilya ve Aragan krallıklarının birleşmesiyle Akdeniz’in en büyük donamasını oluşturan İspanyollar karşısında herhangi bir şey yapamayacağını belirtir.
Kanuni döneminde Osmanlı’nın Akdeniz’de güç haline gelmesinin en önemli nedeni, II. Beyazıt ve oğlu Selim döneminde kurulan tersaneler, himaye altına alınan korsanlar ve Barboros’la birlikte donanma gücünün oluşturulması değil midir?