HOLLANDA MİLLİ TAKIM FUTBOLCULARI LUİS VAN GAAL’I İSTEMİYORLAR.

HOLLANDA MİLLİ TAKIM FUTBOLCULARI LUİS VAN GAAL’I İSTEMİYORLAR.

SAYGISIZ, KÜSTAH VE ASIK SURATLI BİR ADAMI KİM İSTER Kİ?

O’NU ÖYLE BİR BOZMUŞTUM Kİ, HAYATININ DERSİNİ ALMIŞTI.

Hollanda milli takımına yeni bir teknik direktör arayan Futbol Federasyonu, Luis van Gaal ile anlaşma aşamasında, futbolculardan gelen bir reaksiyon üzerine şaşırıp kaldı.
İngiliz gazetesi The Mirror’a göre, Vilgil Van Dijk’in başını çektiği bir grup futbolcu, Van Gaal’ı istemiyorlar. Futbolcular Amsterdamlı Henk ten Cate’yi istiyorlar ama, bu isim daha önce teklifi ret etmişti.
Futbolcular bir şeyler biliyorlar ki, böylesi bir tepkiyi koydular.
KÜSTAH ve SAYGISIZ
Luis van Gaal, mesleki yaşamı boyunca küstahlıkları ile gündeme gelen adam oldu.
O’nunla ben de bir tartışma yaşamıştım.
Aslında bu tartışmayı, Türk meslektaşlarımı savunmak için yapmıştım.
SHOW TV’nin o zamanki spor müdürü sevgili dostum İlker Yasin, bir Beşiktaş maçı öncesinde benden bir röportaj istemişti. Bu röportajda mutlaka Luis van Gaal’ı da istiyordu.
O zaman ‘Onur Üyesi’ olduğum Ajax’ın Basın Yetkilisini aramış ve randevu almıştım.
Ajax’ın eski stadına gittiğim zaman Türk medya meslektaşlarımın hepsi oradaydı. Stadın futbolcu cafesinde Van Gaal’ın gelmesini beklerken, diğer meslektaşlarım da yanıma geldiler.
Futbolcular ile sohbet ederken Luis van Gaal içeri girdi. Tüm futbolcuların bulunduğu cafede beni işaret ederek, ‘Seninle randevum var’ dedi ve diğer meslektaşlarımı işaret ederek, ‘Sen, sen, sen, sen ve sen dışarı!’ diye çirkince bir tutum sergiledi.
Çok kızmıştım bu harekete. ‘Hop hop’ dedim ve ‘Sen benim meslektaşlarıma nasıl böyle davranırsın? Bu davranışından sonra benim seninle görüşmeye ihtiyacım kalmadı’ diyerek, arkadaşlarımı da alarak dışarı çıktım.
Anında ANP Ajansı’nı aradım ve Türk gazetecilerin Van Gaal ve Ajax’ı boykot edeceklerini söyledim. Bu haber anında yayınlandı ve Hollanda spor dünyası adeta çalkalandı.
Eve geldiğim sırada Ajax’ın o zamanki Başkanı Michael van Praag telefonla aradı ve neler olduğunu sordu. Ben de durumu izah ettim. ‘Aaah o hep böyledir, yarın gel, ben sizi barıştırırım’ diyen Van Praag’a sadece ‘Bakarız’ demekle yetindim.
Durumu İlker Yasin’e anlattığım zaman çok üzüldü.
‘Abi madem ki Başkan barıştırırım dedi, ne olur git barış ve bizim röportajı da yap’ diyen İlker Yasin’i kıramadım ve Başkan’ı arayarak ertesi gün için yeni bir randevu ayarladım.

Ertesi gün Ajax stadına gittiğim zaman, Van Gaal’ın saha ortasında beni beklediğini söylediler. O’na doğru yürürken, ‘ Ooooo, boykot sona erdi galiba’ diye iğneleme yapmadan geçemedi.
Sonunda fotoğrafta gördüğünüz röportajı yaptım ve Ajax ile ilgili bir de klip hazırladım.
(Altta bu kilibi görebilirsiniz)
İşte böyle değerli okurlarım. Benim, Türk meslektaşlarımın onurunu savunmak için yaptığım böylesi bir boykot eyleminin ardından, Van Gaal’ın skandal yaratan pek çok davranışı olmuştur.
Van Gaal’ın medya mensupları ile tartışmaları meşhurdur. Bir gün televizyonlarda canlı yayınlanan bir basın toplantısında, yanımda duran Finlandiyalı bir bayan gazeteci, Van Gaal’a bir soru yöneltti. Van Gaal’ın ilk reaksiyonu şu oldu: ‘Önce benim adımın nasıl söyleneceğini öğren.’
Gazeteci bayan da karşılık olarak, ‘Siz her isimi doğru mu söylüyorsunuz? Takımınızdaki Finlandiyalı futbolcunun adını söyler misiniz’ diyen gazeteci bayan, ‘Litmanen’ diyen Van Gaal’a ‘O isim öyle söylenmez böyle söylenir’ diye bir düzeltme yaptığı zaman ortalık kahkahaya boğuldu.
İşte şimdi Hollanda millitakımında yer alan futbolcular, böylesi bir adamla birlikte olmak istemediklerini belirtiyorlar.

 

 

BİR HOLLANDALI GAZETECİ CİNAYETİNİN DÜŞÜNDÜRDÜKLERİ…

BİR HOLLANDALI GAZETECİ CİNAYETİNİN DÜŞÜNDÜRDÜKLERİ…

İlhan KARAÇAY’ın analizi:

Araştırmacı kimlikleri, korkusuz kalemleri ve haykırdıkları gerçekler nedeniyle suikasta kurban giden başarılı gazeteciler arasında pek çok dostum vardı.

Öldürülüş nedenlerini, ‘düşüncesizlik’ olarak niteleyenler haklı mı?
Kimine göre ‘Evet’ kimine göre de ‘Hayır’ olan bu sorunun bendeki cevabı:
‘Ben hep düşündüm ve içinde yaşadığım mafya grupları ile aşırı ve fanatik siyasi ve dini gruplara kurban olmayacak kadar tedbirli davrandım.’

Çok yakın arkadaşım Kâmil Başaran, 7 Kasım 1989’da öldürülmeden önce yaptığımız görüşmede, ‘Dikkatli ol’ tavsiyeme, ‘Ben dikkatli olursam gazeteciliği kim yapacak’ demişti.


Hollanda’da, sokak ortasında kurşunlanarak öldürülen Peter R. de Vries adlı ünlü gazetecinin geride bıraktığı izler, günlerce yazılacağa ve konuşulacağa benziyor.
‘Korkusuz gazeteci’ olarak ün yapan R.de Vries’in katil zanlıları yakalandı ama, cinayetin ardındaki sır perdesi daha bir süre kapalı kalacak gibi. Zira R.de Vries’in öldürülme şekli akılları kurcalıyor.

Peter R. de Vries’in derin güçler tarafından mı öldürüldüğü sorusu da ortada dururken, Hollandalıları ve Hollanda’da yaşayan yabancı kökenlileri de üzüntüleriyle baş başa bırakalım ve bizim medya kurbanlarımıza bakalım.
Türkiye’de gerek Osmanlı ve gerekse Cumhuriyet döneminde işlenen gazeteci cinayetlerinin sayısı yüzü geçmiştir. Cumhuriyet tarihinde ise 11 gazeteci öldürülmüştür. Çoğu dostum olan bu gazeteciler içinde en iyi dostum, 7 Kasım 1989 tarihinde, gazetedeki bürosunda kurşunlanarak öldürülen Kâmil Başaran’dır.
Kâmil Başaran, Mersin’in Erdemli İlçesinde öğretmenlik yaparken, Hürriyet gazetesine muhabirlik de yapıyordu. O’nunla dostluğumuz o tarihlerde başladı. Küçücük Erdemli’den pek çok haber üretme başarısını gösteren Kâmil, hemen hemen her gün Hürriyet sayfalarında imzası yayınlanan bir eleman olmuştu. Kâmilin bu başarısı İstanbul’daki Hürriyet yönetiminin de dikkatini çekmiş olacak ki, ona yazı işlerinde iş teklifi gelmişti.
Öğretmenliği bırakarak İstanbul’a giden ve göreve başlayan Kâmil, daha sonra Hürriyet bünyesin’de yayınlanan GAZETE’nin yönetimine geçti.
Kâmil, korkusuz bir gazeteciydi. Suç dünyası ile yakından ilgileniyor ve bu dünyanın haberlerini yayınlıyordu.

Hollanda’ya dönüş yaparken İstanbul’da gazeteyi ziyaretim sırasında kendisiyle son kez görüşmemde, ‘Dikkatli ol’ tavsiyeme, ‘Ben de dikkat edersem gazeteciliği kim yapacak?’ diyecek kadar mesleğine bağlı olan Kâmil, maalesef bir manyağın kurşunları ile hayata veda etti.
Hakkı Morgül adlı bir lokantacı tarafından gazetedeki çalışma odasında kurşunlanan Kâmil, tam iki buçuk ay komada kaldıktan sonra hayata gözlerini yumdu.
Sanırım o günden sonra gazeteler, ünlü yazarlarını korumak için güvenlik mensuplarını işe almaya başladılar.
Öldürülen ünlü gazetecilerden Çetin Emeç de iyi bir dostumdu.
Naçizane şahsım, Hürriyet’in Benelüks temsilciliğini yaparken, ‘başına buyruk’ bir gazeteciydim.
Türkiye’ye veya bir başka ülkeye giderken izin almaalışkanlığım yoktu. Türkiye’ye gidişlerimde, Genel Yayın Müdürlüğü yaptığı yıllarda ziyaretine gittiğim rahmetli Emeç, ‘Kuşlar geleceğini söylememişti’ diye takılırdı.
Gazeteye uğramışken, Çetin Emeç’e uğramamak olmazdı tabii.
İyi ama, o zamanlar Çetin Emeç ile görüşmek de bir hayli zordu. Gazetedeki en ünlüler bile randevu alamadıkları için, kapıyı açıp kafayı hafifçe içeri sokarlardı. Çetin Emeç ‘Gel buyur’ demeden içeri giremezlerdi. Aynı şey rahmetli Nezih Demirkent için de geçerliydi. Bir gün gazeteye uğramıştım ve sekreterine ‘Beni görüştür’ dediğim zaman, ‘Öğleden sonra gel’ cevabını almıştım. Ben ise yolcuydum ve gitmem gerekiyordu. Kapıyı açıp kafamı içeri sokma eylemine sıcak bakmadığım için, görüşme yapamadan Hollanda’ya gelmiştim.
Ama daha sonra mesajı almıştım. Mesaj garbis Keşişoğlu tarafından verilmişti: ‘Çetin bey kendisine uğramadığın için üzülmüş. (aslında kızmış diyecekti)’
Daha sonra kendisini telefonla arayarak durumu izah etmiş ve kızgınlığını gidermiştim.

7 Mart 1990 günü, yüzleri kar maskeli iki hain tarafından otomobilinde kurşun yağmuruna tutulan Emeç, maalesef olay yerinde can vermişti.

GAZETECİLİK YAŞAMIMDAKİ TEHDİTLER

1967’de başlayıp günümüze kadar 54 yıldır devam eden gazetecilik yaşamımda, tarafsız ve tedbirli bir çizgi takip etmeme rağmen, pek çok defa tehdit edildim ve polis korumasına alındım.
Ama şunu itiraf etmeliyim ki, gurbetçi yurttaşlarımızı ilgilendiren haber ve yorumlarımda taraflıydım. Taraflılığım, yurttaşlarımdan yanaydı. Yurttaşlarımdan yana yaptığım yayınlar nedeniyle saldırıya uğrayışımın nedenine az sonra değineceğim.
O zamanlar çalışmakta olduğum ‘Hürriyet’ gazetesi, ismine lâyık ‘Liberal’ bir yayın politikası izliyordu. Bu nedenle, liberallıktan uzak aşırı uçlar bizden hoşlanmıyordu ve hatta düşman kesiliyorlardı. Ben ise liberallıktan da öteye, her kesime karşı sıcak davranmaya çalışıyordum.
CHP kökenli bir aileden geldiğimi ve gençlik yıllarımda CHP’de görev yaptığımı sık sık belirttiğim halde, buradaki hiç bir CHP hareketine karışmadığım gibi, haber ve yorumlarımda da tarafsızlığımı korudum.
Beşiktaşlı olduğum halde, burada kurulan Beşiktaşlılar Derneği’ne üye olmadım.
Hollanda’da benim inisiyatifim ile kurulan Türk Seyahat Acentaları Birliği’ne, seyahatçı olduğum halde yönetici olmadığım gibi üye de olmadım.
Aynı durum Türk İşadamları Derneği için de geçerliydi.
Hollanda’da Alevi Dernekleri’nin ilk girişimlerinde başı çektiğim halde, bu derneğe de üye olmadım.
Velhasıl, tarafsızlığım o kadar somut tu ki, bu yüzden bana ‘renksiz’ gözüyle bakılabilirdi.

SALDIRI VE TEHDİTLER


1976 yılında Hollanda Yabancılar Yasası düzenlenirken, yaptığımız yayınlarda bu yasa taslağındaki bazı maddelere karşı çıkıyordum. Hollandaca olarak da yaptığımız yayınları, Utrecht’teki büromuzun vitrinlerine asıyordum. Bu yasa taslağını 10 bin kişi ile protesto eden bir mitingden sonra bir gece yarısı büromun camları kırıldı. Camların tamirinden sonra ikinci kez saldırı oldu.
Durumu öğrenen Lahey Büyükelçimiz, benim haberim yokken, Rotterdam Başkonsolosumuzu Utrecht Emniyet Müdürü ile konuşmaya göndermişti.
Emniyet müdürü bir gün beni kahve içmeye davet etti. Daveti memnuniyetle kabul ettim ama, meğer ki kahveyi kalabalık bir ekip ile içecekmişim. Emniyet Müdürü’nün odasında 8 kişi vardı. Hoş beşten sonra, ‘Buradaki beyler Lahey’den geldiler. Görüşmemizi banda alabilir miyiz’ diyen Emniyet müdürü bana direkt olarak, ‘Bizimle çalışır mısınız?’ dedi. Emniyet Müdürü bana açıkça İstihbarat Örgütü’ne çalışmam için teklifte bulunmuştu.
‘Bu teklifi neden bana yapıyorsunuz?’ diye karşı bir soru yönelttiğim zaman da şu cevabı aldım: ‘Eeee, Türk istihbaratına çalıştığınıza göre, bize de çalışabilirsiniz demek:’
Uzunca düşündükten sonra ‘Ben sizin örgüte çalışmam’ diye anlamlı bir cevap verdim.
Bu kez Müdür sordu: ‘Neden’.
Cevabım şuydu: ‘Sizin örgütünüz çok zayıf bir kadroya sahip, benim Türk istihbaratına çalıştığımı iddia edecek kadar zayıf.’
Müdür bu kez şunları söyledi: ‘İyi de Karaçay, büronun camları kırıldı diye, Başkonsolosunuz taaa Rotterdam’dan buraya geldi ve sizi iyi korumamızı istedi, buna ne diyeceksiniz?’
Ben de o zaman Hürriyet’in dördüncü kuvvet olarak ne kadar güçlü olduğunu, benim başıma kötü bir şeyin gelmesi halinde, buradaki büyükelçimizin de başına Ankara’dan bir şeyler gelebileceğini anlattım ve, ‘Siz benim yayınlarımı iyi takip ederseniz zaten bir eleman kazanmış olacaksınız. Zira ben her konuyu tarafsızlık içinde yayınlıyorum.’ dedim.
Eminim ki, Hollanda istihbaratı benden başka daha yüzlerce Türk’e aynı teklifi yapmışlar ve bir yığın Türk ajan elde etmişlerdir.

SAĞ VE SOLDAN TEHDİT VE KORUMA

12 Eylül darbesinden önce yaşanan sağ-sol kavgaları yurt dışına da taşmıştı. Hürriyet, yayınları ile ne sağı ne de solu memnun etmiyordu. Ben de tarafsızlığım ile aynı intibayı bırakmıştım.
Şahsıma direkt bir tehdit gelmemişti ama, Utrecht polisi evime gelerek, bir grup tarafından öldürüleceğim ihbarını aldıklarını ve bu nedenle de beni ve çocuklarımı koruma altına alacaklarını belirtti. Ben ise, bunun sahte bir ihbar olabileceğini ve korumaya gerek olmadığını söylemiştim. Ama polis beni çelik yelek giymeye mecbur etti. O zaman aylarca çelik yelekle dolaşmak mecburiyetinde kalmıştım.
Hollanda’da ikinci tehdidi, yeni taşındığımız Amsterdam bürosunda almıştım. Asistanım Fatma’ya gelen bir telefonda, ‘Karaçay’ı öldüreceğiz, sen yanında olursan seni de öldürürüz’ denilmişti.
Asistanım Fatma, o kadar korkmuştu ki, ofisi kapatarak evine kaçmıştı. Durumu polise bildirmedim ama bu kez polis beni buldu ve tehdidin vahametini anlattı.
Tahminime göre, o günlerdeki yayınlara baktığım zaman, Utrecht’teki tehdit sağ kesimden, Amsterdam’daki tehdit de sol kesimden gelmiş olabilirdi.

DİNİ BÜTÜN KARDEŞLERİMİN TEHDİDİ

Anlatmadan geçemeyeceğim bir tehdit daha yaşamıştım. Biri sağ kesimden, diğeri sol kesimden gelen tehditlerden sonra, bu kez dini bütün kardeşlerimden iki tehdit ve küfür mektubu gelmişti.
O zamanlar Yarı devlet kuruluşu olan NOS adlı Hollanda televizyonunda Türkler için Pasaport adlı haftalık bir program yayınlıyordum. Tam o sırada dinci bir yayın kurumu olan İKON Televizyonu, JONEKO adlı bir film yayınlayacaktı. Film tamamen Hıristiyanlık propagandası idi.
İngilizce olan filmin alt yazı tercümesi Hollandaca değil Türkçe olarak yapılıyordu. Bu haberi alınca, hem kendi programımda ve hem de Hürriyet’te, İKON televizyonunun neden Türk izleyiciler için tercüme yaptığını sorguladım. Yayın öncesi ve sonrasında sertçe eleştirdiğim film yayınlandıktan sonra bana gelen iki mektupta, ne anam, ne karım ve ne de çocuklarım bırakılmıştı.
Ama ne yapsın benim dini bütün kardeşlerim. Hollanda televizyonu dendiği zaman akıllarına ilk gelen İlhan Karaçay oluyordu. Nereden bilsinler, Hollanda’da bir birinden bağımsız televizyon kuruluşlarının varlığını.
https://turksemedia.nl/wp-content/uploads/2018/07/Nederland-moet-Turkije-dankbaar-blijven-voor-alles17-.jpg
Joneko adlı filmin Türkler’i çok kızdırdığına dair haberin Hollanda medyasında, ‘Hürriyet muhabiri İlhan Karaçay, ‘Mide bulandırıcı bir film’ dedi şeklinde yer aldı.

MAFYA HABERLERİ

Malumunuzdur, Hollanda o zamanlar eroin ticaretinin merkeziydi. Bu nedenle de mafya mensupları kapağı Hollanda’ya atmışlardı.
Oflular’ın, Heybetliler’in, Baybaşinler’in, Altın Tabacalı ve Mercedesli Mehmetler’in ve daha pek çok ünlü mafya mensubunun cirit attıkları yıllar yaşadık.
Böyle olunca da, haliyle bolca mafya haberi de gelişiyordu.
Sorarım size, mafya haberi yaparken hangi gazeteci, eşeklemesine cesurca davranabilir.
Ünlülerden biri polis takibine takılmıştı. Yakalandığı otomobil, Heineken Bira Fabrikaları’nın sahibinden satın alınmış zırhlı otomobildi. Haberi yazdım ve gazeteme gönderdim. Ama daha sonra, üç kuruşluk bir kurşunla öldürülebileceğimi hesaba katarak gazeteyi aradım ve haberde imzamı kullanmamalarını ve ‘Ankara istihbaratından aldığımız bir habere göre’ diye yayınlamalarını istedim.
Hasan Heybetli tutuklanmış ve hapse atılmıştı. Büyük atraksiyonlarla hapishaneye girdim, fotoğraf makinemi de soktum ve Heybetli ile fotoğraflı bir mülakat yaptım.
Heybetli, şimdi de ismini açıklamayacağım bir şarkıcı ile Amsterdam’da bir otelde kalıyordu. Kadın, otele yakın Bijenkorf mağazasında alış veriş yaptıktan sonra dışarı çıkarken, kapıda güvenlikçiler tarafından arandı ve hırsızlık yaptığı saptandı. Kadın kleptoman idi. Bu haberi heybetli korkusundan değil, sırf o hasta şarkıcıyı rezil etmemek için yazmadım.
Bir başka konu Hüseyin Baybaşin röportajının yayınlanamamasıydı.
Burada bir bayan meslektaşım, ömür boyu hapse mahkum olan Hüseyin Baybaşin ile görüntülü bir röportaj yapmıştı. Ama bu röportajı yayınlatamıyordu. Bayan meslektaşımdan aldığım o röportajı önce yazıya döktüm ve yazılı bir röportaj hazırladım. Sonra da Türkiye’deki ‘Korkusuz’ gazetecilerden birine gönderdim. Ne var ki, Baybaşin’in anlattıkları o kadar derindi ki, o korkusuz arkadaş da yayınlayamadı bu kaseti. Sonra İstanbul’a gittim ve çalışmakta olduğum NTV televizyonuna verdim. NTV, bu röportajı 13.00 haberlerinden sonra yayınlanacağına dair anonslar yapmaya başladı. Ama nedense bu anonslar saat 11.00’de durduruldu. Yani NTV de, içeriğindeki derin iddialar nedeniyle bu röportajı yayınlayamadı.
O zaman çalıştığım GÜNAYDIN gazetesi’ne uğradım. Yazı İşleri’nde bu kasetten söz ettim ve yayınlanamadığını söyledim. Yayın müdürümüz, ‘Röportaj yazılı var mı İlhan?’ diye sordu.
‘Var ama benim imzam ile yayınlanmasını istemem’ dedim. Bunun üzerine ‘Tamam ben kendi imzamla yayınlarım’ diyen yönetmenime bu haberi verdim. İnanır mısınız, haberi imzasıyla yayınladığı günün gecesinde evi kurşunlanmıştı.
İşte böyle değerli okurlarım. Gazeteci dostlarımız öldürülüyor. Ölenlerin arkasından bir yığın laf ediliyor. ‘Şöyle yapmasaydı, böyle yapmasaydı öldürülmezdi’ deniliyor.
Ne dersiniz, acaba ben, şöyle yapmadığım ve böyle yapmadığım için mi bu güne kadar öldürülmedim?

BASIN ŞEHİTLERİ GÜNÜ (ŞEHİT GAZETECİLER GÜNÜ)

Türkiye Gazeteciler Cemiyeti, 1996 yılında, 6 Nisan’ı ‘Basın Şehitleri Günü-Şehit Gazeteciler Günü’ olarak kabul etti.
Gazeteci Hasan Fehmi Bey’in suikasta kurban gittiği 6 Nisan 1909 tarihini baz alan Cemiyet, bundan sonra 66 gazetecinin kurşunlarla ve bombalarla öldürüldüğünü bildirdi.
Gündeme dair tüm gerçekleri çıplak bir gözle, bağımsız ve özgür biçimde duyurmayı amaçladığı için öldürülen tüm gazetecileri saygıyla anıyor ve bu saygının devamını diliyorum.
Sırf inandıklarını yazdıkları için öldürülen gazetecilerin listesini, Google’de bulduğum kadarıyla sunuyorum:

Türkiye’nin öldürülen gazetecileri

Türkiye'nin öldürülen gazetecileri
Abdi İpekçi / Milliyet (İstanbul 1 Şubat 1979)
12 Eylül öncesinin terör döneminde, birlik, beraberlik ve barış düşüncesini savunan yazılarıyla ön plana çıkan Milliyet Gazetesi Genel Yayın Müdürü ve Başyazarı Abdi İpekçi, 1 Şubat 1979 akşamı gazeteden Nişantaşı’ndaki evine giderken Mehmet Ali Ağca tarafından otomobilinde uğradığı silahlı saldırı sonucu yaşamını yitirdi.
Türkiye'nin öldürülen gazetecileri
Ümit Kaftancıoğlu / TRT (İstanbul 11 Nisan 1980)
TRT yapımcılarından olan Ümit Kaftancıoğlu 13 yaşındaki kızını okula götürürken 3 terörist tarafından yaylım ateşine tutuldu. Adı ilk kez duyulan “Müslüman kardeşler birliği” adlı örgüt saldırıyı üstlendi. Gazetelere telefon eden örgüt üyesi “Kaftancıoğlu, şehit gazeteci İsmail Gerçeksöz’ün intikamı için cezalandırılmıştır.Bütün kültür güçlerinin uşakları cezalandırılacaktır” dedi.
Türkiye'nin öldürülen gazetecileri
Adem Yavuz / Anka Ajansı (Kıbrıs 27 Ağustos 1974)
Kıbrıs harekatını takip eden Adem Yavuz ‘un 14 Ağustos 1974 günü gazeteci arkadaşı Ergin Konuksever ile birlikte Rum kesiminde kılavuz şoförlerinin yanlış yola girmesi nedeni ile araçlarının önü RUM tedhiş örgütü EOKA militanları tarafından kesilerek makineli tüfeklerle taranmıştır.Saldırı da Ergin Konuksever omzundan yaralanmış, Adem Yavuz ise hayatını kaybetmiştir.
Türkiye'nin öldürülen gazetecileri
;Ahmet Samim/Sada-yı Millet – (İstanbul 19 Temmuz 1910)
Basın yaşamına, II.Meşrutiyet’ten sonra “Osmanlı” gazetesinde başlayan Ahmet Samim 1909’daki 31 Mart olaylarından sonra Hilâl gazetesinin yazı işleri müdürü oldu. İngiliz yanlısı olduğu söylenen Ahmet Samim, Alman yanlısı İttihat ve Terakki Cemiyeti aleyhinde sert, ateşli yazılar yazdı. İleri fikirli ve cesur bir gazeteci olan Samim, vurularak öldürüldü.
Türkiye'nin öldürülen gazetecileri
Ahmet Taner Kışlalı/ Cumhuriyet (Ankara 21 Ekim 1999)
Ahmet Taner Kışlalı, 21 Ekim 1999 günü saat 09.40’da Ankara’daki evinin önünde uğradığı bombalı saldırı sonucu hayatını kaybetmiştir.
Türkiye'nin öldürülen gazetecileri
Ali Kemal / Peyam-ı Sabah (İzmit 1922)
Damat Ferit Paşa hükümetlerinde Maarif ve Dahiliye nazırlığı yapmış, bu esnada Milli Mücadele aleyhine sert tutumlar göstermiştir. Kurtuluş Savaşı’nın zaferinden sonra İstanbul’da tutuklanarak İzmit’te Nurettin Paşa’ya teslim edildi. Nurettin Paşa ile görüştükten sonra dışarı çıkarken kumandanlık karargahı önünde bekleyen topluluk tarafından linç edildi.
Türkiye'nin öldürülen gazetecileri
Çetin Emeç / Hürriyet (İstanbul 7 Mart 1990)
Yüzleri kar başlığı ile maskelenen iki terörist otomobilinin arka koltuğunda gazetesini okumaya hazırlanan dönemin Hürriyet gazetesi yönetim kurulu üyesi ve yazarı Çetin Emeç’i çapraz ateşe alıp kurşun yağmuruna tuttular.Vucuduna 7 kurşun isabet eden Emeç olay yerinde hayatını kaybetti.
Türkiye'nin öldürülen gazetecileri
Metin Göktepe / Evrensel (İstanbul 8 Ocak 1996)
Metin Göktepe 8 Ocak 1996 günü Ümraniye Cezaevi’nde öldürülen tutukluların cenazesini izlemek üzere Alibeyköy’e gitmişti. Ancak, “Sarı Basın Kartı” olmadığı gerekçesiyle ilçeye sokulmadı. Haberi izlemekte “ısrarcı” davranınca da, gözaltına alındı ve yüzlerce insanla birlikte Eyüp Kapalı Spor Salonu’na götürüldü. Burada polislerin şiddetli cop darbeleriyle dövülerek öldürüldü.3 yıl süren davada ilk karar 19 Mart 1998’de çıktı. 5 sanık polis “kastı aşan müessir fiilden” 7’şer yıl 6’şar ay hapis cezasına çarptırıldı.
Türkiye'nin öldürülen gazetecileri
Halit Güngen / İkibine Doğru (Diyarbakır 18 Şubat 1992)
2000’e doğru dergisinin Diyarbakır bürosu kimliği belirsiz kişilerce saldırıya uğradı. Saldırganlar gazeteci Halit Güngen’i öldürerek büroya Molotof kokteyli attılar. Ağır yaralı olarak Diyarbakır Devlet Hastanesi’ne kaldırılan Güngen, kurtarılamayarak 21 yaşında hayatını kaybetti.
Türkiye'nin öldürülen gazetecileri
Hasan Fehmi Bey / Serbesti (İstanbul 6 Nisan 1909)
Serbest Gazetesi yazı işleri müdürü olan Hasan Fehmi Bey, Galata Köprüsü’nden geçtiği sırada kurşunlara hedef oldu.
Türkiye'nin öldürülen gazetecileri
Hasan Tahsin / Hukuk-u Beşer (İzmir 27 Temmuz 1919)
15 Mayıs 1919’da İzmir’e çıkan Yunan Efzun Alayı askerlerine karşı Türk direnişini başlatan sembol isim oldu. İlk kurşunu alayın sancaktarı teğmene sıkarak öldüren Hasan Tahsin ardından kurşunu bitene kadar devam etti. Panikleyen Efzun Alayı toplu bir saldırı olduğunu zannederek ilk başta dağıldıysa da, ardından ağır silahlar ile savaş gemisinden savunmaya geçti.Açılan ateşle Hasan Tahsin 31 yaşındayken yaşamını yitirdi.
Türkiye'nin öldürülen gazetecileri
İsmail Gerçeksöz /Ortadoğu (İstanbul 4 Nisan 1980)
İsmail Gerçeksöz 4 Nisan 1980 günü oğlu ile birlikte evinin önünde, komünist militanlar tarafından düzenlenen silahlı bir saldırı sonucunda hayatını kaybetti.
Türkiye'nin öldürülen gazetecileri
İzzet Kezer / Sabah (Cizre 23 Mart 1992)
Cizre’de PKK’nın yaptığı Nevruz gösterilerinin fotoğraflarını çekmeye çalışan İzzet Kezer ve arkadaşları güvenlik güçlerinin yaylım ateşinden korunmak için yakınlarında bulunan bir binaya sığındılar.Ellerinde beyaz bayrakla açılan ateşi durdurmaya çalışan İzzet Kezer polis panzerinden
Türkiye'nin öldürülen gazetecileri
Kamil Başaran / Gazete (İstanbul 7 Kasım 1989)
Gazete Gazetesi muhabiri Kamil Başaran, bir yazısına sinirlenen lokanta sahibi Hakkı Morgül tarafından çalışma odasında tabancayla vuruldu. İki buçuk ay komada kalan Kamil Başaran kurtarılamadı.
Türkiye'nin öldürülen gazetecileri
Kutlu Adalı / Yeni Düzen (Kıbrıs 8 Temmuz 1996)
KKTC‘de köşe yazarlığı yapan ve resmi görüşe muhalif yazılarıyla bilinen Kutlu Adalı 6 temmuz 1996 gecesi evinin önünde vurularak öldürüldü.Olay faili meçhul cinayet kapsamında görülmektedir ve cinayetle ilgili sır perdesi hala aralanamamıştır.
Türkiye'nin öldürülen gazetecileri
Musa Anter / Özgür Gündem (Diyarbakır 20 Eylül 1992)
Özgür Gündem ve Yeni Ülke gazetelerinin yazarı Musa Anter Diyarbakır’da arkadaşı Orhan Miroğlu ile yürürken uğradığı silahlı saldırı sonucunda 74 yaşında hayatını kaybetti.
Türkiye'nin öldürülen gazetecileri
Sabahattin Ali / Marko Paşa (Edirne 1948)
Pasaport alarak yurtdışına gitmeye çalışan Sabahattin Ali bu fikrini yasal yollardan hayata geçiremeyince Bulgaristan’a kaçmaya karar vermiştir. Bu girişim sırasında, sonradan Millî Emniyet’le bağlantısı olduğu anlaşılan Ali Ertekin adlı kişi tarafından Bulgaristan sınırında öldürülmüştür.
Türkiye'nin öldürülen gazetecileri
Selahattin Turgay Daloğlu (İstanbul 9 Eylül 1996)
Yıllarca Fatsa’da bulunan ve 12 Eylül dönemini yaşayan insanlarla çeşitli söyleşiler yapan Selahattin Turgay Daloğlu 9 Eylül 1996’da İstanbul’daki evinde öldürüldü.
Türkiye'nin öldürülen gazetecileri
Turan Dursun / İkibine Doğru veYüzyıl Dergileri (İstanbul 4 Eylül 1990)
2000’e doğru dergisinde dini konularda yazılar yazan Turan Dursun Koşuyolu’nda saldırıya uğrayarak 7 kurşunla öldürüldü.
Türkiye'nin öldürülen gazetecileri
Uğur Mumcu / Cumhuriyet (Ankara 24 Ocak 1993)
Gazetecilik hayatı başarılarla dolu olan Mumcu 24 Ocak 1993 tarihinde uğradığı bombalı saldırı sonucu hayatını kaybetti. Ölmeden önce ayrıca polis-mafya-siyaset ağının derin boyutlarını araştırmaktaydı.
Türkiye'nin öldürülen gazetecileri
Hrant Dink /Agos (İstanbul 19 ocak 2007)
19 Ocak 2007 tarihinde saat 15:00 sularında, genel yayın yönetmeni olduğu Agos gazetesinin Şişli Halaskargazi caddesi üzerindeki binası önünde uğradığı silahlı saldırı sonucu hayatını kaybetti.
Türkiye'nin öldürülen gazetecileri
Sami Başaran / Gazete (İstanbul 7 Kasım 1989)
Gazete Gazetesi muhabirlerinden Sami Başaran, Mardinli Aşiret Reisi Cemal Sincar ve adamları tarafından röportaj randevusu aldığı Aksaray’daki bir büroda kurşunlandı. Olay yerinde can veren Başaran, 25 yaşındaydı.
Zeki Bey / Şehrah- İstanbul 10 Temmuz 1911
Şair Hüseyin Kami / Alemdar- Konya 1912 veya 1914
Silahçı Tahsin / Silah ve Bomba– İstanbul 27 temmuz 1914
Krikor Zohrab / Gazeteci, Yazar– Urfa 1915
Diran Kelegyan / Sabah Gazetesi Baş Yazarı-Çorum 13 Ağustos 1915
İştirakçi Hilmi / İştirak,Medeniyet– İstanbul 1922
Hikmet Şevket-1930
Ali İhsan Özgür / Politika– İstanbul 21 Kasım 1978
Cengiz Polatkan / Hafta Sonu– Ankara 1 Aralık 1978
İlhan Darendelioğlu / Ortadoğu– İstanbul 19 Kasım 1979
İsmail Gerçeksöz / Ortadoğu– İstanbul 4 Nisan 1980
Muzaffer Feyzioğlu / Hizmet– Trabzon 15 Nisan 1980
Recai Ünal / Demokrat-İstanbul 22 Temmuz 1980
Mevlüt Işık / Türkiye– Ankara 1 Haziran 1988
Seracettin Müftüoğlu / Hürriyet– Nusaybin 29 Haziran 1989
Gündüz Etil-1991
Mehmet Sait Erten / Azadi-Denk Diyarbakır 1992
Cengiz Altun / Yeni Ülke– Batman 25 Şubat 1992
Bülent Ülkü / Körfeze Bakış-Bursa 1 Nisan 1992
Mecit Akgün / Yeni Ülke– Nusaybin 2 Haziran 1992
Hafız Akdemir / Özgür Gündem– Diyarbakır 8 haziran 1992
Çetin Ababay / Özgür Halk– Batman 29 Temmuz 1992
Yahya Orhan / Özgür Gündem– Ceylanpınar 9 Ağustos 1992
Hüseyin Deniz / Özgür Gündem– Ceylanpınar 9 Ağustos 1992
Yaşar Aktay / Serbest– Hani 9 Kasım 1992
Hatip Kapçak / Serbest-Mazıdağı 18 Kasım 1992
Namık Tarancı / Gerçek-Diyarbakır 20 Kasım 1992
Kemal Kılıç / Yeni Ülke-Şanlıurfa 18 şubat 1993
Mehmet İhsan Karakuş– Silvan 13 Mart 1993
Ercan Gürel / HHA– 20 Mayıs 1993
İhsan Uygur / Sabah– İstanbul 6 Temmuz 1993
Rıza Güneşer / Halkın Gücü– 14 Temmuz 1993
Ferhat Tepe / Özgür Gündem– Bitlis 28 Temmuz 1993
Muzaffer Akkuş / Milliyet– 20 Eylül 1993
Nazım Babaoğlu / Gündem– 12 Mart 1994
Erol Akgün / Devrimci Çözüm-1994
Seyfettin Tepe / Yeni politika-28 Ağustos 1995
Reşat Aydın / AA, TRT- 20 Haziran 1997
Ayşe Sağlam Derince– 3 Eylül 1997
Abdullah Doğan / Candan Fm-Konya 13 Temmuz 1997
Ünal Mesutoğlu / TRT İzmir– 8 Kasım 1997
Mehmet Topaloğlu / Kurtuluş– Adana 1998
İsmail Cihan Hayırsevener-Bandırma 19 Aralık 2009
Nuh Köklü -İstanbul 17 Şubat 2015
Mustafa Cambaz-İstanbul 15 Temmuz 2016

 

SÜREKLİ ELEŞTİRDİĞİM ARAŞTIRMA SONUÇLARINDAKİ HAKLILIĞIM KANITLANDI.

SÜREKLİ ELEŞTİRDİĞİM ARAŞTIRMA SONUÇLARINDAKİ HAKLILIĞIM KANITLANDI.


İlhan KARAÇAY yazdı:

Ulusal Araştırma Dürüstlük Anketi Bürosu’nun açıklamasına göre,
12 araştırmacıdan biri kasıtlı sonuçla sahtekârlık yapıyor.

Aynı Büro, bilim adamlarının yarısının, uygunluk sınırını aştıklarını ikrar etiklerini belirtiyor.

Ben de, geçmişte yapılan pek çok araştırmanın ısmarlama olduğunu iddia etmiş ve ‘Zavallılar’ diye başlık atmıştım.


Tam yirmi yıl önce 28 Temmuz – 3 Ağustos tarihli haftalık DÜNYA Gazetesi’nde yayınladığım bir yorumun başlığı, ‘Zavallı Dagevos’ idi. Aynı yorumu ‘Arme Dagevos’ başlığı ile Hollandaca olarak da yazmıştım.
Zira o haftaki DÜNYA’nın manşeti, ‘Hollandalı araştırmacıya göre, Türkler entegre olamıyor’ du.
Bu araştırmacı, Hollanda’da çok tanınan J.Dagevos’tan başkası değildi.
Çok kızmıştım bu araştırmacıya ve şunları yazmıştım:
Bu haftaki DÜNYA‘nın sürmanşet haberinde yer alan, “Türkler entegre olamıyor” başlığının kahramanı araştırmacı
J. Dagevos, bizi çok şaşırttığı gibi, kızdırdı da…
Nasıl kızmayalım kî?
Biz, yıllardır entegrasyona ne kadar yatkın olduğumuzu vurgulaya­rak ve bunlardan örnekler göstererek övünüp durduk. Türklerin Hollanda yaşam biçimine çok çabuk adapte olabilmelerinin en büyük nedenlerinden biri, Türkiye devlet yapısının Avrupa devlet yapısıma ya­kın oluşudur. Mustafa Kemal Atatürk, Türkiye’ye, Av­rupalılar gibi seculair (laik) yönetim tarzını getirmiştir. Arap ülkelerinin ve Vatikan’ın confessioneel (dine bağlı) yönetim tarzlarından uzaklaşan Türkiye’de yaşa­yan insanlar, dinlerine bağlı ama modem çağa ayak uy­duran yaşam biçimini sevmişlerdir.
Şimdi gelelim araştırmacı J. Dagevos’un ‘Alameti farika’ buluntularına…
Sayın Dagevos, beni affedin ama, tam anlamıyla yumurtlamışsınız. Hem de tek sarılı değil iki sarılı bir yu­murta bu.
Sizin ‘Alameti farika’ buluntularınızı bu sü­tunda sıralamaya gerek yok. Araştırmayı hangi ölçüler içinde yaptığınızı bilemiyorum ama, tam anlamıyla çuvalladığınızı yalnız ben değil, şimdi dünya alem bili­yor. Zaten aldığınız tepkilerden de bunu anlamışsınızdır.
Şimdi size sorularım var sayın Dagevos: Bizim Faslı kardeşlerimiz ile yarış etmeye niyetimiz yok ama, son aylarda Hollanda için büyük bir sorun olan Faslı gençle­rin yarattığı kriminal atmosferden kurtulabilmek için, Hollanda hükümetinin çaresizlik içinde nasıl çaba har­cadığını bilmiyor musunuz? Faslı gençlerin bazılarının, Hollandalı akranlan ile bağdaşarak Hollanda yaşam bi­çimini benimsemiş olmaları da doğaldır. Ama bunu ge­nellemenin doğru olmadığını bilmeniz lazımdı. Yani, üç beş Faslı gencin evlerinden koptuklan için Hollandalı arkadaş edinmiş olmalan, “Faslı gençler Hollan­da’ya daha çabuk entegre oluyor” şeklinde yo­rumlanmamalı. Hele bunu, “Faslılar, Türkler’den daha çabuk entegre oluyor” şeklinde yorumlamak, yanlışın dışında ayıptır da…
Ben şahsen bu ayıbın arka­sında bir de maksat arıyorum. Bu yaptığınız, amacını aşmış bir açıklama mı, yoksa kasıtlı bir açıklama mı?
İşte bu sorunun yanıtını aramak lazım.
Sayın Dagevos, siz “Türkler kendi işlerini kuru­yorlar, kendi dillerini konuşuyorlar ve böylece entegrasyondan uzak duruyorlar” derken, sözünü ettiğiniz iş kuran Türk sayısının 10 bini geçtiğini biliyor musunuz? (Şimdi 20 bini geçti)
10 bin Türk işyerinde sadece Türklerin de­ğil, binlerce Hollandalı’nm çalıştığın biliyor musunuz?
10 bini aşkın Türk işyerine onbinlerce Hollandalı müş­teri geldiğini düşünemediniz mi?
Bu onbinlerce Hollan­dalı ile Türkçe mi konuşuluyor sayın Dagevos..?
Bu ne biçim bir araştırma ve ne biçim bir buluştur?
Sayın Dagevos, sizin de tanımış olabileceğiniz Dirk van der Broek süpermarketler zincirinin sahibi olan baba Van der Broek, yıllar önce bir röportajında, “Hollan­dalı esnafın geleceğini nasıl görüyorsunuz” şek­lindeki bir soruya bakın ne cevap vermişti:”Siz hangi Hollandalı esnaftan söz ediyorsunuz, Hollan­da’da geleceğin esnafı Türkler’dir.”
Dirk van der Broek bu sözleri 10 yıl önce söylemişti. ( Yani 30 yıl önce) Bu ünlü iş ada­mının 10 yıl önce keşfettiği bu gerçeği, siz daha tekno­lojik bir çağda araştırma yaparak dahi bulamamışsınız. Bu nedenle sınıfta kaldınız sayın Dagevos. Çünkü, in­sanlar yaşadıkları topluma ayak uydurumazlarsa esnaf da olamazlar. Esnaf olmak için dilbaz olmak lâzım. Dilbaz olmak için dil bilmek lâzım. Demek ki, bugün sayıları on bini aşan Türk esnaf, (şimdi 20 bin) sizin ‘bilmiyorlar’ de­diğiniz Hollandaca dilini, hem de dilbaz gibi konuşabi­liyorlar. Siz bunun bilincine varamayacak kadar cahil misiniz, yoksa bir yalancı mısınız?
“Türk çocukları eğitimde de geri kalıyor­lar”mış. Bu gerçeği (!) nasıl buldunuz sayın Dagevos?
Siz, eğitimlerini tamamlayıp, çok önemli kurum ve fir­malarda en iyi koltuklara oturan Türkler’in sayısını bili­yor musunuz? Esnaflaşan ve iş adamı olan Türkler için­de, İT ve teknoloji dalında kaç kişinin cirit attığını biliyor musunuz?
Çocuklarırnıztn eğitimi için nasıl çaba harca­dığımızı biliyor musunuz?
Üç beş tane fundementalist ailenin koyduğu eğitim yasağını tüm Türk toplumuna nasıl malediyorsunuz?
Resmen zırvalamışsınız sayın Dagevos, Türk’ün aile yapısının ne kadar sağlıklı olduğunu bilmeyecek kadar cahil
kalmışsanız, böyle bir araştırmanın sorumluluğunu neden üstlendiniz?
Türk insanının 1923’lerden beri na­sıl giyindiğini bilmeyecek kadar cahil kalmış sizin gibile­rin, hem de bilimsel araştırma yapan bu kurum için ta­lihsizlik olduğunu bilmenizi isterim.
Sayın Dagevos, siz böylesi önemli bir araştırma ya­parken, eğitimini başarı ile tamamlamış olanlarımızı, büyük işadamı olanlarımızı, benim gibi gazetecileri ara­yıp sordunuz mu?
Nasıl yaptınız bu araştırmayı Allah aşkına?
Üç kişiyle konuşup, sonra da evinize çöreklenip yazdığınız saçmalıkları rapor olarak sunduktan sonra kaç para aldınız?
Taşa değil, kayaya çarptınız değil mi Sayın Dagevos?
Siz, Türkler’den böylesi bir eleştiri gelebileceğini bile düşünemernişsinizdir. Zira, araştırma notlarınıza bak­tığımız zaman, Türkler’in kara cahil bir toplumdan oluş­tuğunu anlatmaya çatıştığınız anlaşılmaktadır.
Şimdi benim size bir tavsiyem var sayın Dagevos.
Siz sadece özür dilemekle kalmayın, yapmakta olduğunuz işi de bırakın. Çünkü siz bu işe layık değilsiniz.
Ne iş yapacağınızı da hiç düşünmeyin. Bizim boza ve meyan kökü suyu satanlarımız vardır. Bunların yaptığı iş aslında düşük bir iş değildir, ama siz yine de bu işi yeni bir meslek olarak sahiplenebilirsiniz. Sizi Amsterdam’ın Dam Meydanı’nda veya Lahey’in Binnenhof Meydanı’nda boza veya meyan kökü suyu satarken görmek çok hoş ola­cak.
Boyunuzun ölçüsünü aldınız mı sayın Dagevos?
Türk, tembel değildir. Türk, hırsızlık yapmaz. Türk, Atatürk’ün çizdiği yolda medeni, çalışkan ve uyanık bir yapıya sahip olarak ilerler gider. Bu ilerleyişin hangi boyutlara ulaşacağını 15-20 yıl sonra göreceğiz.
Hoşçakalın saym Dagevos…!
(Yukarıdaki yazının Hollandacasını en altta bulacaksınız)
Değerli Okurlarım,
Yukarıda eleştirdiğim araştırma gibi, pek çok ısmarlama araştırma ile karşılaşmışızdır.
Bir zamanlar, Hollanda hükümetinden 75 bin Euro alan bir kuruluş, ‘Türkiye’den evlenmeyin’ başlıklı bir araştırma yayınlamıştı. Bu araştırmaya göre, Hollanda’daki Türkler’in, Türkiye’den gelin veya damat getirmeleri entegrasyonu imkânsız hale getirebileceği gibi, akraba evliliklerinin de sağlıksız bir nesil yaratacağı belirtiliyordu.
Ben o zaman bu araştırmaya da karşı çıkmış ve araştırmanın 75 bin euroya mal olduğunu ortaya çıkarmıştım.
Bir araştırmacı da, Hollanda’daki Türk gençlerinin çoğunun, İŞİD’e sempati duydukları sonucunu çıkarmıştı.
Geçenlerde de, ‘Hollanda Ulusal Terörle Mücadele ve Güvenlik Koordinatörlüğü’nün bir araştırmasının sonucu, basına güya yansımıştı. Bu araştırmaya göre de, Erdoğan ‘salafist’, Hollanda’daki Türkler de ‘selefiliği besleyenler’ olarak açıklanmıştı.

Üstteki kupürde, ‘Hollanda’daki islamlaştırmada, Türkiye’nin direkt etkisi yok’ başlığı var.
Başta şahsım, ‘Hollanda’nın kahpelikleri, Türk toplumunu çileden çıkardı’ başlıklı bir yorumla tepkimi koyduğum gibi, pek çok kuruluş bu saçmalığı protesto etmiştik.
Sonra ne oldu biliyor musunuz: Aynı kurum tükürdüğünü yaladı parlamentoya sunduğu araştırma sonucunu, ‘Türk müslümanlar aşırılıktan uzak duruyorlar ‘ ve ‘Erdoğan’ın dış Türkler’e etkisi yok’ olarak bildirdi.

Üstteki kupürde, ’12 Hollandalı araştırmacıdan biri, sahtekârlık yaptığını ikrar etti’ başlığı var.
Hollanda’da yapılan araştırmaların çoğunun, ısmarlama sonuçla yayınlandığı iddiam, güvenilir bir kuruluş olan, ‘Ulusal Araştırma Dürüstlük Anketi Bürosu’ tarafından doğrulandı.
Üstte kupürünü göreceğiniz haberde,
12 araştırmacıdan birinin sahtekârlık yaptığı belirtilirken, bilim adamlarının yarısının da, uygunluk sınırını aştıkları belirtiliyor.
Bilim adamlarına ve araştırmacılara gönderilen 62 bin mektuba, 6.800 kişiden yanıt geldiği ve gelen ikrarlara bakıldığı zaman da 12 araştırmacıdan birinin, yapılan araştırmalarda kasıtlı sonuç çıkardıkları anlaşılıyor.
Korona salgını sırasında yaptırılan pek çok araştırma ve anket sonuçlarının da kasıtlı olarak belirlendiği ifade edilen açıklamada, bu işlemlerin para kazanmak hırsıyla yapıldığı ileri sürülüyor.
Yukarıda belirtmiş olduğum ‘Zavallı Dagvos’ başlıklı yorumumun Hollandacası, medyada geniş yer bulmuş ve Hollanda’da günün konusu olmuştu. İşte o yorumun Hollandacası:

Arme Dagevos

Commentaar: İlhan KARAÇAY

Tijdens mijn loopbaan van 35 jaar in de journalistiek heb ik voor Tercüman, Hürriyet, TRT, NOS Paspoort, Sabah, Haber, Günaydin, NTV en DÜNYA bijna altijd artikelen geschreven over de ontwikkelingen in Nederland. Voor Hürriyet, Haber, Günaydin en DÜNYA heb ik daarnaast ook nog commentaren geschreven.
In bijna al mijn artikelen en commentaren heb ik positief over Nederland en de Nederlanders geschreven. Net zoals ik de laatste drie weken positief over Nederland schrijf (zie de twee commentaren verder op deze pagina).
Natuurlijk heb ik ook wel eens kritiek gehad op Nederland en de Nederlanders. De meeste kritiek had ik op de Nederlandse media. Soms had ik kritiek op de politici, op de politie of op de doktoren. Deze artikelen waren gedeeltelijk in het Nederlands en deze kranten werden naar 500 speciaal geselecteerde adressen toegestuurd.
Tussen de personen waarop ik kritiek had waren ook deskundigen, onderzoekers, sociologen, psychologen en antropologen. Het meest was ik kwaad op de antropologen die zogenaamd mensenkenners zijn. Eigenlijk zou ik de ontwikkelingen rustig moeten bekijken, maar ik ben vandaag ook erg boos.
De held van het verhaal wat vandaag op de voorpagina van DÜNYA staat, namelijk het artikel “Turken integreren niet”, de heer J. Dagevos heeft ons erg verbaasd en kwaad gemaakt…
Is het mogelijk om niet kwaad te worden? Wij hebben al jaren benadrukt dat we zo goed kunnen integreren en we hebben met veel trots de voorbeelden hiervan aangehaald. Natuurlijk waren wij trots omdat anderen ons hierom prezen. Dat de Turken zich snel kunnen aanpassen aan de Nederlandse levenswijze komt omdat de Turkse staat een structuur heeft die lijkt op de Europese structuur. Mustafa Kemal Ataturk heeft in Turkije een seculair systeem ingevoerd, net als dat van Europa. De bevolking van Turkije kent geen confessioneel systeem zoals in de Arabische landen en in het Vaticaan. Zij zijn gehecht aan hun geloof, maar hebben een levensstijl die past bij de moderne tijd.
Laten we nu eens kijken naar de “een van de zeven wereldwonderen”, bevindingen van de onderzoeker J. Dagevos….
Geachte heer Dagevos, vergeeft u het mij, maar u heeft “een ei gelegd”. U heeft zelfs een ei met twee dooiers gelegd. Het is niet nodig om de uitkomsten van uw “wereldwonder” onderzoek hier nogmaals te herhalen. Ik weet niet binnen welke normen u uw onderzoek heeft gedaan, maar u bent gezakt en dat weet ik niet alleen, maar de hele wereld. U zult dit zelf wel gemerkt hebben aan de kritiek die er is op het onderzoek.
Geachte heer Dagevos, ik heb een paar vragen. Wij willen geen wedstrijd doen met onze Marokkaanse broeders, maar weet u niet hoeveel moeite de Nederlandse overheid doet om verlost te worden van de criminele sfeer die de Marokkaanse jongeren gecreëerd hebben en die de laatste maanden een groot probleem voor Nederland is geworden? Nadat de Marokkaanse jongeren onder de controle van hun ouders zijn weggeglipt, is het logisch dat zij eerst leeftijdgenoten van hun eigen volk opzoeken en daarna ook Nederlandse leeftijdgenoten opzoeken. Het is logisch dat deze Marokkaanse jongeren, die van hun eigen huis verwijderen, contact zoeken met Nederlandse jongeren en dan kiezen voor een Nederlandse levenswijze. Maar u had moeten weten dat het niet goed is om dit te generaliseren. Het is niet zo dat je kan concluderen dat, omdat een paar Marokkaanse jongeren van hun huis verwijderd zijn en vriendschappen met Nederlanders hebben “de Marokkaanse jongeren beter integreren in Nederland”. Nog minder kan je zeggen dat “de Marokkanen sneller integreren dan de Turken”. Het is fout en een schande om dit te beweren…
Ik zoek achter deze bewering een kwade bedoeling. Is deze bewering er een die zijn doel voorbij is geschoten, of is het een opzettelijke bewering? Het antwoord op deze vraag moeten we zoeken.
Geachte Dagevos, u zegt “Turken hebben hun eigen bedrijven, praten hun eigen taal en integreren om deze redenen niet goed”, maar bent u zich ervan bewust dat er meer dan 10 duizend Turken zijn die een eigen bedrijf hebben? En dat er in deze meer dan 10 duizend Turkse bedrijven niet alleen Turken werken, maar ook duizenden Nederlanders? En dat er in deze meer dan 10 duizend Turkse bedrijven tienduizenden Nederlandse klanten komen? Geachte heer Dagevos, spreekt men met deze tienduizenden Nederlandse klanten Turks? Wat voor onderzoek is dit en wat voor conclusie is dit?
Geachte heer Dagevos, aan de eigenaar van de winkelketen Dirk van den Broek, vader van den Broek heeft men jaren geleden in een radio-interview gevraagd hoe hij de toekomst van de middenstanders in Nederland zag en kijk eens wat voor antwoord hij gaf: “Over welke Nederlandse middenstanders heeft u het, de toekomstige middenstanders van Nederland zijn de Turken.”
Dirk van den Broek heeft deze uitspraak 10 jaar geleden gedaan. Dit feit, wat deze bekende zakenman 10 jaar geleden al kon voorspellen, heeft u in dit technologische tijdperk niet kunnen vinden met uw onderzoek. Om deze reden bent u blijven zitten geachte Dagevos. Want als mensen zich niet aanpassen aan de gemeenschap waar zij zich bevinden, kunnen zij ook geen middenstander worden. Om middenstander te zijn moet je welbespraakt zijn. Om welbespraakt te zijn moet je de taal kunnen. Dit betekent dus dat al deze ruim tienduizend Turkse middenstanders de Nederlandse taal, waarvan u zegt dat zij het niet kunnen, goed kunnen spreken en welbespraakt zijn. Bent u zo naïef dat u dit niet ziet, of doet u dit met opzet?
“De Turkse kinderen hebben een achterstand in het onderwijs” volgens u. Hoe komt u aan dit feit geachte Dagevos? Weet u hoeveel Turken hun opleiding afmaken en op belangrijke plaatsen in instellingen en firma’s functioneren? Weet u hoeveel Turken er binnen de middenstand en de zakenlieden functioneren als IT-er en in de technologische sector? Weet u hoeveel moeite wij doen voor de opleiding van onze kinderen? Hoe kunt u de hele Turkse gemeenschap aanspreken op een verbod op onderwijs wat door een handjevol fundamentalisten wordt gesteld?
Geachte Dagevos, u kraamt gewoon onzin uit. Als u niet weet hoe sterk de Turkse gezinsstructuur is, waarom draagt u dan de verantwoordelijkheid van zo’n soort onderzoek? U weet niet hoe de Turkse mensen zich kleden sinds 1923 en u bent niet geschikt voor een instituut dat wetenschappelijk onderzoek doet, dat moet u wel weten.
Geachte Dagevos, terwijl u bezig was met zo’n belangrijk onderzoek, heeft u toen Turken die hun opleiding met succes hadden afgerond, grote zakenlieden, journalisten zoals ik, geraadpleegd? Hoe heeft u in Godsnaam dit onderzoek gedaan? Heeft u met drie mensen gesproken en bent u daarna in uw huis gaan zitten broeden op uw rapport? Hoeveel geld heeft u gehad voor deze onzin?
Geachte Dagevos, u heeft zich niet aan een steentje gestoten, maar aan een rots, vindt u niet?
U had niet verwacht dat er zoveel kritiek zou komen van de Turken. Want als we kijken naar de notities in uw onderzoek, dan zien we dat u de Turkse gemeenschap wilt afschilderen als een groep die oerdom is.
Ik heb een advies voor u geachte Dagevos. U moet niet alleen uw excuses aanbieden, maar u moet stoppen met het werk dat u doet. Want u bent niet geschikt voor dit werk.
U hoeft ook niet na te denken over wat voor werk u moet doen. Wij kennen verkopers van gierstdrank of zoethoutwater. Dit werk is echt niet minderwaardig. U kunt hier ook uw nieuwe beroep van maken. Het zou leuk zijn om u in Amsterdam op de Dam of in Den Haag op het Binnenhof tegen te komen terwijl u gierstdrank of zoethoutwater verkoopt.
Weet u nu wat u waard bent geachte Dagevos?
Turken zijn niet lui. Turken stelen niet. Turken gaan over de weg die Ataturk heeft uitgestippeld en zijn modern, ijverig en bijdehand en gaan altijd vooruit. 15-20 jaar later zullen we zien hoe deze vooruitgang er dan uit ziet.
Houd u goed, geachte Dagevos…
MERSİN’DE YAŞAYANLARA TAVSİYE:TÜRKİYE’NİN EN GÜZEL SESİNDEN ŞARKILAR DİNLEMEK VE EĞLENMEK İÇİN RAKIŞIKLI’YA UĞRAYIN.

MERSİN’DE YAŞAYANLARA TAVSİYE:TÜRKİYE’NİN EN GÜZEL SESİNDEN ŞARKILAR DİNLEMEK VE EĞLENMEK İÇİN RAKIŞIKLI’YA UĞRAYIN.

Şarkı ve filmleri ile Avrupa’da ve özellikle Hollanda’da
idol olan Sabit Gürses, işlettiği Rakışıklı lokantasında her akşam müzik zevkinize hitap ediyor ve eğlendiriyor.

Ünlüler O’nun için ‘Türkiye’nin en iyi yeteneği’ demişti.

Zeki Müren: Türkiye’nin en iyi sesi.
Hulki Saner: Elime geçseydi sahne ve beyaz perde kralı olurdu.
Turgut Akyüz: Kibariye’yi yarattığım gibi, Sabit’i de yaratacağım.

İlhan KARAÇAY yazdı:

Korona salgını nedeniyle hasretini çekmeye devam ettiğim Mersin’den dün akşam Facebook’uma bir görüntü düştü. Görüntü, Mersin’in Mezitli kıyısında yer alan RAKIŞIKLI adlı müzikli lokantadan. Sahnede, elinde sazı ile Sabit Gürses ve arkadaşları çalıyor ve söylüyor, konuklar da dans ile eşlik ediyorlardı. Kulağıma gelen hoş ses ve görüntüler, yüreğimde hoş bir sada yaratmıştı.
Aslında, Sabit Gürses’in Mersin’deki varlığını ve RAKIŞIKLI’daki faaliyetini, bir kaç yıl önce yazdığım, ‘Mersin’de Avrupa’nın Prensi olan bir sanatçı yaşıyor: Sabit Gürses’ başlıklı yazımda duyurmuştum.
Şimdi o yazıyı sizlere tekrarlayacağım. Tabii ki dün gelen görüntüdeki fotoğrafları da ekleyerek.

MERSİN,- Nasıl ki Johan Cruyff , Pele, Maradona ve gibileri dünyanın gelmiş geçmiş en iyi futbolcularıysa, Türkiye’nin en güzel sesli şarkıcısının da Sabit Gürses olduğuna inanıyor ve iddia ediyorum.
1970’li yılların başında ve de çocuk yaşta iken, ‘Uykuda mısın sevgili yarim uyan’ şarkısını Türk müzikseverlere çok sevdiren, daha sonra gittiği Hollanda’da müzik çalışmalarını sürdüren ve tüm Avrupa’da ‘Prens’ olarak şöhret olan Sabit Güres, şimdilerde Mersin’de yaşıyor.
Sabit Gurses Sabit Gurses kaseti
Adanalı Gürses ailesinin tüm erkek bireylerinin müzisyen oluşu tabii ki bir tesadüf değil. Baba ve altı erkek evlat, hem birkaç müzik enstrümanı çalıyor ve hem de şarkı söylüyordu. Büyük ağabey Necati Gürses Hollanda’nın Rotterdam kentine yerleşmiş ve orada şöhret olmuştu. Küçük kardeş Sabit ağabeyinin yanına gitmişti.
Ve gidiş o gidiş…
Sabit, ağabeyi Necati’nin şöhretini egale etmeye başlamıştı.
Sabit Gürses Almanya’daki Türküola şirketi ile anlaşmıştı.
Türküola Kaset ve video firmasının sahibi olan Yılmaz Asöcal’ın, eşi Yüksel Özkasap’tan sonra en çok yararlandığı şarkıcı olan Sabit Gürses’in kariyerinde büyük başarılar var.
Ne var ki, firma sahibi Yılmaz Asöcal, Sabit Gürses için Türkiye’de büyük bir reklam kampanyası yapma sözü vermişti. Asöcal’ın eşi olan ve ‘Köln Bülbülü’ olarak isim yapan Yüksel Özkasap kıskançlık emareleri gösterince, Asöcal bu sözünde durmadı.
BAKAN DAVETİ
O’nu ilk keşfeden, zamanın Sosyal Güvenlik Bakanı Hilmi İşgüzar olmuştu 1978-1979 yıllarındaki  2’nci Ecevit Hükümeti’nde yer alan İşgüzar, o zamanın spor yazarı ve Fenerbahçe’nin eski başkanı Ali Şen ile birlikte götürdüğüm Amsterdam’daki Türkiye Restaurant’ta  dinlediği Sabit Gürses’e hayran olmuş ve ‘Bu çocuk Türkiye’nin tanıtım elçisi olur. Bu çocuğu bana getirin’ demişti.
Zeki Müren’i, özellikle dinlemesi için götürdüğüm lokantada, Sabit Gürses, darbuka Şarlo Cemil, Kanuni Mehmet ve mültienstrüman Ekrem Şahin ile görüyorsunuz.
O yıl, Türkiye’deki ses ve sahne sanatçılarına ilk kez emeklilik maaşı bağlanacaktı. Bunun için de Maxim Gazinosu’nda bir gala gecesi düzenlenmişti. Türkiye’nin en ünlü sanatçıları, film ve plak yapımcılarının hazır bulunduğu bu galaya Sabit Gürses de Bakan İşgüzar’ın özel davetiyle gelmişti.
O gala gecesi, fantezi filmlerdeki sahnelere benzer şeyler yaşandı. Sabit Gürses ‘Konuk sanatçı’ olarak sahneye çıktığı zaman masalardan büyük gürültü fışkırıyordu. Masadakilerin kulaklarına gelen büyüleyici ses, onların bir anda susmasına ve sahneye dönüp merak ve beğeni ile dinlemelerine neden oldu.
O gece, Türkiye’de ne kadar gazinocu, ne kadar filmci ve ne kadar plakçı varsa, Hilmi İşgüzar’ın masasında beraber oturduğumuz Sabit Gürses’e teklif yağdırdılar.
TV SERİSİNDE MÜZİK YÖNETMENİ VE BAŞROL
Sabit Gürses, Hollanda’da İKON Televizyon Kurumu’na benim hazırladığım 5 bölümlük bir serinin müzik yapımını üstlendi ve bölümlerden birinde de başrol oynadı. ‘Ceremeyi çeken çocuklar’  isimli seride, yabancı kökenli çocukların sorunları dile getiriliyordu. Sabit Gürses bu serinin yayınından sonra tüm Avrupa’da sevilen ve aranan bir sanatçı oldu.
KİBARİYE’Yİ YARATAN ADAM
Kibariye’yi keşfedip onu sahneye çıkaran, Beyaz Kelebekler grubunun lideri olan merhum Turgut Akyüz, sık sık geldiği Hollanda’da dinlemeye doyamadığı Sabit Gürses’e, ‘İstanbul’a gelirsen seni de Kibariye gibi Türkiye’ye kazandırırım’ demişti. Ama Akyüz’ün ömrü buna yetmedi. Zira, o zamanlar Stardust adlı gazinoyu da çalıştıran Akyüz öldürülmüştü.
ZEKİ MÜREN ve HULKİ SANER
Hollanda’yı ziyaret eden tüm şöhretlerin mutlaka görüp dinledikleri ve ‘Çok büyük yetenek, buralarda kalması ve Türkiye’ye gitmemesi büyük yanlış’  dedikleri Sabit Gürses, Zeki Müren ve film yapımcısı Hulki Saner’in tavsiyelerini de dinlemedi.
Merhum Zeki Müren, şişman ve sağlıksız olduğu günlerde tedavi için Amerika’ya gidiyordu. Bir gece Amsterdam’da kalıp, ertesi gün ABD’ye uçacaktı. Rahmetli Nezih Demirkent’in bir telefonu üzerine, Zeki Müren’i havalimanından aldım ve oteline götürdüm. Akşam yemeği için bir lokantaya gidilecekti. Zeki Müren’e ‘Bir Türk lokantasına gideceğiz. Orada sana bir çocuğu dinleteceğim’ dediğim zaman, Zeki Müren ‘Ne olursun beni bir batakhaneye götürme’ ricasında bulunmuştu. Zeki Müren pişman olmamıştı. Zira, Sabit Gürses’i dinlediği zaman, ‘Yazık oluyor. Bu çocuk neden burada kalıyor? Türkiye’de böyle bir ses yok. Getirin bu çocuğu bana. O’nun elinder tutar ve zirveye oturturum.’ demişti.
Ünlü film ve müzik yapımcısı Hulki Saner’i de Gürses ile tanıştırmıştım. Gürses’i birkaç kez dinleyen Hulki Saner de, ‘Elime geçseydi Türkiye’de ses ve beyaz perde kralı olurdu. Bu çocuğu bana getirin O’nu buradaki ünvanı ile Türkiye’de prens yaparım.’ demişti.
Sabit Gürses’in dostları arasında ünlü sanatçı Orhan Gencebay da vardı. Gencebay da Gürses’e Türkiye’ye gelmesi için sık sık teklifler yapmıştı.
Ama her gurbetçi gibi, o zaman yaşadığı ortamı değiştirmek istemeyen Sabit Gürses, ‘Avrupa prensliği’ ile yetiniyor ve tavsiyelere kulak kapatıyordu.
Öyle ya, Avrupa’da Türk müziğinin her dalındaki şarkı ve türküleri büyüleyici bir ses ile okuyan Sabit Gürses, aynı zamanda da genç kızları çıldırtacak kadar da güzeldi. Çok iyi kazanıyordu Gürses. O zaman uyuşturucu ticaretinin merkezi olan Hollanda’daki tüm mafya babaları Sabit Gürses’i dinlemeye geliyordu. Babalar, Sabit Gürses için bir şampanya patlatıyordu ama kasalar dolusu şampanyayı da parasını ödeyerek ikram ediyorlardı. Sahneye para da yağıyordu. O zamanki gulden birimimden binlik banknotlar sahneye yağıyordu.
Eeee, böylesine sevilen ve böylesine kazanan Sabit Gürses neden İstanbul’a gitsin ki ???
MERSİN’E YERLEŞME
İşte o Sabit Gürses şimdilerde Mersin’de yaşıyor. Hem de, Rotterdamlar’a kadar peşinden gittiği ağabeyi Necati Gürses ile birlikte. Necati kendini emekli olmaya sevketmiş. Ama Sabit yerinde duramıyor. Mersin’in sayfiye ilçesi Mezitli’nin kıyı şeridinde işlettiği lokantada, hem patron hem de mekan şarkıcısı olan Sabit Gürses şimdilerde Rakışıklı adlı mekanında yaşamını sürdürüyor.
Sabit Gurses esi ile Gürses’in arkasında şimdi bir kadın desteği de var. Mersin’de Melek Terim ile evlenen Gürses, yaşamının en mutlu günlerini Mersin’de geçirmekte olduğunu söylüyor. Melek Terim Gürses, Mersin ve Adana’da musiki cemiyetlerinde sanat müziği okumuş biri olarak Sabit’e eşlik etmekten de geri kalmıyor.

Sabit Gürses, Rakışıklı’da sahnede çalıyor ve söylüyor, müşteriler de pistte dans ederek eğleniyor
Biz de gittik Sabit Gürses’in Mersin’deki mekanına. Öyle bir gece geçirdik ki, o geceye katılanların nasıl mutlu ve neşeli olduklarını gördükçe biz de mutlu ve neşeli olduk.
Rakışıklı’ya gidenler, tabii ki rakının verdiği özgüven ile piste fırlıyorlar ve gönüllerince dans edip eğleniyorlar.
Pek çok şarkıcı çıktı Adana’dan. Adana bir zamanlar Türkiye’ye şarkıcı üreten bir kentti. Ferdi Tayfur, Müslüm Gürses, Faruk Tınaz ve Vahdet Vural. Hepsi Sabit Gürses’in çocukluk arkadaşı.
Ama Zeki Müren’e göre, hiçbiri Sabit’in eline su dökemezdi.
Bu yazı sizlere sakın ola bir mizansen hissi vermesin. Sabit Gürses’i dinleyen zaten bu methiyenin gerçek olduğunu bilirler. Mersin’deki Rakışıklı’ya bir kez uğrarsanız ve Sabit Gürses’i dinlerseniz gerçeği sizler de öğrenirsiniz.
Mersin’e gidemezseniz Youtube’ye girin ve ‘İlhan Karaçay-Sabit Gürses’ yazarak onunla ilgili röportaj görüntülerini izleyin. Ben size bir klip ayırdım. Alttaki fotoğrafa tıklarsanız izleyebilirsiniz.
MONTAJSIZ GÖRÜNTÜLER İÇİN ÖZÜR DİLERİM.
Diğer link adreslerini yorutube’de arayabilirsiniz.
Merhum Zeki Müren’in dediği gibi: ”Türkiye’deki en güzel sesi” dinleyeceksiniz.
https://www.youtube.com/watch?v=1zUTztUiEPE
https://www.youtube.com/watch?v=KVGgKoykhcY
https://www.youtube.com/watch?v=fAq1Dr2aBL0

https://www.youtube.com/watch?v=fAq1Dr2aBL0

Adres:Viranşehir mahallesi, 34308 sokak No: 18, Mezitli Mersin
Telefon: 0535 836 64 54 ve 0507 839 96 00

 

UEFA’NIN GARABESİ, FUTBOLUN GALABESİ…

UEFA’NIN GARABESİ, FUTBOLUN GALABESİ…

Evet, UEFA garip bir plan yaptı ama futbol galip geldi.

Londra’da 70 bin İngiliz taraftarın, holiganvari tezahüratı altında ezilmeyen İtalyan futbolcular, futbol tarihlerine altın harflerle yazılacak yeni bir şampiyonluk daha kazandılar.

İngiltere’nin futbolunu küçümsemiyorum ama, biri hariç, maçlarının tamamını kendi seyircisi önünde oynamasını da adaletsiz buluyorum.

UEFA yöneticileri, Galler, İskoçya, Kuzey İrlanda ve İngiltere’den oluşan Büyük Britanya’nın, İzlanda, Kıbrıs ve Yunanistan etkisinden mi korkuyor?

İlhan KARAÇAY’ın analizi:
Tam bir aydır izlemekte olduğumuz Avrupa Futbol Şampiyonası, umut ettiğim gibi, İtalya’nın şampiyonluğu ile sona erdi. Şimdi bir ay kadar futbolsuz günler geçireceğiz ve ağustos ortasından itibaren futbola yeniden kavuşacağız.
Daha önceleri de belirtmiştim. Gazetecilik yaşamımda tam 6 Dünya Futbol Şampiyonası, 1 Mini Dünya Futbol Şampiyonası ve 6 da Avrupa Futbol Şampiyonası izleme şansını yakalamıştım.
1974 Almanya, 1978 Arjantin, 1980 (Uruguay, Mini Dünya Futbol Şampiyonası), 1982 İspanya, 1986 Meksika, 1990 İtalya ve 1994 Amerika Birleşik Devletleri’nde yapılan Dünya Futbol Şampiyonaları’ndan başka, 1976 Yugoslavya, 1980 İtalya, 1984 Fransa, 1988 Almanya, 1992 İsveç ve 2000 Hollanda-Belçika’da yapılan Avrupa Futbol Şampiyonaları’nı yakından izledim. Bunlara ilaveten, izlediğim kulüpler şampiyonalarının sayısı da bir hayli çok.
Ne var ki, son olarak televizyondan izlediğim ve tam bir ‘garabet’ olarak niteleyeceğim son Avrupa Futbol Şampiyonası, planlanan sinsi sonuç yerine, hak edilen bir sonuçla tamamlandı.
Dün akşam, Londra’nın Wembley Stadı’nda oynanan İtalya-İngiltere maçı, penaltı atışlarından sonra İtalya’nın galibiyeti ile sonuçlandı.
UEFA’nın garip kararına göre, her iki yarı final ve final maçları nedense Londra’da oynandı.
Özellikle iki yarı final maçının Londra’da planlanması acayip bir karardı ama, final maçının önceden planlanmış olması ve Londra’ya verilmesi daha acayipti.
Öyle ya, UEFA bu şampiyonayı bu defa bir veya iki ülkeye değil, tam onbir ülkeye vermişti.
Maç programları öylesine haksız yapılmıştı ki, bu haksız kararların ardında bir sebep aramak gerekirdi.
Teknik Direktör Mancini’nin takıma yerleştirmiş olduğu yeni düzen semeresini verdi ve
İtalya, fotoğrafta görülen zengin kadrosuyla son şampiyonluğu da kazandı.
Programa göre, İngiltere bir maç hariç tüm maçlarını Londra’da oynayacaktı ve öyle de oldu.
UEFA, sadece İngiltere maçlarını değil, iki yarı final maçını da Londra’ya koymuştu.
İngiltere’nin tüm maçlarını seyirci sayesinde kazandığını iddia etmeyeceğim ama, yarı finalde oynadığı Danimarka maçını seyirci etkisi ile kazandığını iddia edebilirim.
Aynı durum İtalya maçında da yaşandı sayılır.
Ama ne mutlu ki, İtalya’nın başarılı futbolu ve penaltılar, umulan sonucu getirmedi.
Stadtaki 70 bin İngiliz taraftarın, tam bir ‘holiganvari’ tezahüratına dayanmak, İtalyan futbolcular açısından büyük bir başarıydı. Topun taca çıkmasında bile stadı inleten İngiliz taraftarlar, topun İtalyanlar’da olduğu her anda yuhalamayı sürdürdüler.
İşte böyle bir ortamda maç oynayan İtalyan futbolcular, becerilerini de ortaya koyarak mağlup olmadılar ve penaltı atışları sonrasında da kazanan taraf oldular.
Şimdi gelelim UEFA’daki garabete.
UEFA yöneticileri, onbir ülkeye dağıttıkları maçları, neden İngiltere lehinde ayarladılar.
Bana göre, yönetim seçimlerinde oy potansiyeli çok yüksek olan İngiltere’yi kazanmak için.
Öyle ya, ‘İngiltere’ deyince ‘Büyük Britanya veya Birleşik Krallık’ hesaba katılmalı.
UEFA yöneticileri, Galler, İskoçya, Kuzey İrlanda ve İngiltere’den oluşan Büyük Britanya’nın, İzlanda, Kıbrıs ve Yunanistan’ı da etkisi altına alarak oy kullandıracağını hesaba katmışlar ve İngilterenin isteği doğrultusunda karar almışlardır.
Aslında aynı durum FİFA’da da yaşanmaktadır. İngiltere, FİFA’da da, Kanada, Avustralya, Yeni Zelanda ve irili ufaklı daha bir çok ülkenin oyunu yönlendirebileceği için çok güçlüdür.
Verilen demeçlerden ve yapılan yayınlardan anladığım kadarıyla UEFA yöneticileri, yapılan son yanlışın tekrarlanmayacağını ve bundan sonraki şampiyonaları, eskisi gibi yine bir veya iki ülkeye vereceklerini açıklamışlar.
‘Haydi hayırlısı’ diyelim ve İtalya’nın şampiyonluğuna da kocaman bir ‘Bravo’ diyelim.