Türkiye’nin en deneyimli foto muhabiri Zozo Toledo’nun ardından…
Türkiye’de cemiyet fotoğrafçılığı denince akla ilk gelen isim Zozo ile, ‘Ajda Pekkan-Ünlü İşadamı’ ilişkisini ebedileştirmiştik.
83 yaşına ulaşan Don Jose De Toledo En Salinas ile hatıralarım arasında, Lahey’deki Eurovision Şarkı Yarışması’nda yaşananlar ilk sırada yer alır.
‘Türkiye’nin en eski ve en renkli cemiyet fotoğrafçısı’ olarak nitelendirilen Don Jose De Toledo En Salinas’ın hayatını kaybettiğini üzüntü ile öğrendik.
Aslında, ‘Türkiye’nin en deneyimli ve başarılı foto muhabiri’ olarak anılması gereken Zozo için, ne yazık ki ‘Türkiye’nin ilk paparazzisi’ ünvanını yapıştırdılar. Magazin Gazetecileri Derneği bile, yayınladığı başsağlığı mesajında, “Türkiye’nin bilinen en eski ve en renkli cemiyet fotoğrafçılarından ilk paparazzi, dostumuz, Don Jose De Toledo En Salinas bilinen adıyla Zozo Toledo’yu kaybetmenin derin üzüntüsünü yaşamaktayız.” ifadesi kullanıldı.
Zozo ile 1970 yılında İstanbul Hilton Oteli’nde tanışmıştım. Daha sonra onunla pek çok cemiyet toplantısında karşılaşmıştık. Son karşılaşmamız, 1980 yılında, Lahey’de yapılan Eurovision Şarkı Yarışması sırasında ve sonrasında gerçekleşmişti.
Eurovision Şarkı Yarışması’nda Türkiye’yi Ajda Pekkan temsil ediyordu. Ajda Pekkan, ünlü bir işadamı ile aşk ilişkisi yaşıyordu.
Şimdilerde rahmetli olan o işadamı ile Ajda Pekkan ilişkisini hiçbir gazete yayınlayamıyordu. Zira, çeşitli iş dallarında piyasaya hakim olan o işadamı, Türkiye’de yayınlanan tüm gazetelerin Anadolu’ya dağıtılmasını sağlayan firmanın da patronuydu. Bu nedenle tüm gazete ve dergilerin patronlarının, onunla bozuşmaması gerekiyordu.
Ajda Pekkan’ın Lahey’e gelmesinden sonra, muhabirliğini yaptığım Hürriyet Gazetesi’nin tek hakimi rahmetli Nezih Demirkent bana, ‘ ……. Bey Hollanda’ya geliyor. O’nu karşıla, oteline yerleştir, kaldığı sürece ilgilen. Ama bu ara Ajda Pekkan ile birlikte fotoğrafını çek. Bu fotoğrafı çekemezsen, ceketini alır ve Hürriyet’te ayrılırsın’ demişti.
Daha sonra büyük bir medya patronu olan o işadamının adını ben hiç açıklamadım. Ama benimle bir röportaj yapan Yavuz Nüfel, o röportajda bu isimden söz etti. Daha sonra da o aşkın gizli ismi ifşa edilmiş oldu.
Bu yazının asıl kahramanı Zozo Toledo’nun da rol aldığı, ‘Ajda Pekkan-ünlü işadamının Lahey buluşması’nın hikâyesini, pek çok medya organında yayınlanan Yavuz Nufel’in kaleminden okuyunuz:
Haber Dükkânı
Yavuz NUFEL yazdı
Gazetecilik deyince, anılar O’nda su dolu baraj gibidir.
Dile kolay, 1967 yılında başlayan serüvenin her anı dolu dolu günler, haftalar, aylar ve yıllar.. Olaylar ve insanlar.
Su dolu anılar barajının kapaklarından biri açılmaya görsün; coşkun sular gibi çağlayıveriyor İlhan Ağabey usta; Ardı ardına sıralanıyor, efsane sanatçılarla, sporcularla, gazetecilerle, dünyanın çeşitli ülkelerinde çeklilmiş, siyah beyaz fotoğraflarda kalan anıları… .
Bu yazacaklarım da o anı dolu barajdan en dikkate değer olanı:
Hürriyet gazetesinin ‘tek adam’ yönetimi ile yönetildiği yıllara doğru yöneliyor anı deryasında sular. O “tek adam” devri Rahmetli Nezih Demirkentli yıllardır.
İlhan Karaçay’ın muhabirlik becerisine çok güvenen Demirkent’in yakın dostları iyi bilir. Konu İlhan Karaçay olunca, bazen dostları ve meslektaşları ile bu konuda iddiaya da girermiş Demirkent.
Söyleşimizde bu iddialardan söz ediyoruz. ‘Nedir bunlar, nedir olaylar, yaşananlar, nerden kaynaklanıyor bu sonsuz güven İlhan Ağabey’ diyorum:
1970’li yılların sonu 1980’li yılların başında, ünlü popstar Ajda Pekkan’ın ünlü bir işadamı ile yaşadığı aşk hikayesi, dönemin magazin basınında gündemde ilk sıradaki yerini koruduğu, fakat hiç bir gazetenin cesaret edip yazamadığı da ayrı bir gerçektir!
Yazacak olsalar bile ispat etmek için fotoğraf gerekir ki, kimse iş adamının korkusundan, yaptırım gücünden çekindiğinden, böyle bir şeye cesaret edemez. Patronlar muhabirlerine, “Bu ilişkiyi görüntüleyin” diye görev vermez/ veremez…
Bilinen fakat fotoğraflanamayan Ajda Pekkan ile ünlü işadamı ilişkisi, bilinse yazılsa bile fotoğrafsız ne işe yarar ki..
“Ben bu ilişkiyi fotoğraflatırım” diye iddiaya giren Nezih Demirkent, Ajda Pekkan’ın Eurovizyon Müzik Yarışması’na katılmak için gittiği Hollanda’nın Lahey kentinde, kendisiyle buluşacak olan ünlü iş adamı için İlhan Karaçay’a talimat verir: “İlhan, Ajda ile aşk ilişkisi olan iş adamı …… Hollanda’ya geliyor. Kendisini havalanından al, Lahey’e götür, yakından ilgilen ve sonra da Ajda ile birlikte fotoğraflarını çek ve bana gönder. Bunu yapamazsan ceketini alırsın ve Hürriyet’ten ayrılırsın.”
İşte, Ajda Pekkan ve ünlü işadamı ilişkisi
Erovizyonda derceceye gireceğimize kesin gözü ile baktığımız, ” Petrol” şarkısını hatırlamayan yoktur. Ajda Pekkan Eurovizyon Şarkı Yarışması için Hollanda’ya gelir Ertuğrul Akbay ile İlhan Karaçay’ı bir kez de 1980’de Hollanda’da karşı karşıya getirmesi açısından, ‘Kaderin cilvesi’ olarak baktığım bu buluşmayı önemli buluyorum. .
Böyle olunca, Arjantin’de başlayan Ertuğrul Akbay ile İlhan Karaçay kapışmasının rövanşı Lahey’de kaçınılmaz olur…
O zamanlar Hürriyet’i ‘Tek adam’ olarak yöneten rahmetli Nezih Demirkent, Ajda ile aşk yaşayan ünlü bir işadamının tek kare fotoğrafı için neler dediğini yukarıda yazmıştım.
Unutanlar için bir kez daha hatırlatmakta yarar var. Rahmetli Demirkent Karaçay’ı telefonla arar ve direktifi verir: ” İlhan; ünlü işadamı ……. bugün Hollanda’ya gidiyor. Havalanından al ve ilgilen. Sonra da bir ara Ajda ile birlikte fotoğrafını çek ve bana gönder. Bu işi yapamazsan ceketini alır ve Hürriyet’ten gidersin ha ! ”
Aldığı direktif doğrultusunda hareket eden Karaçay, işadamını havaalanından alır ve Lahey’deki otele götürürken işadamını da uyarmayı ihmal etmez: “Ajda ile birlikte fotoğrafınızı çekeceğim ve Nezih beye göndereceğim. ” Bu sözler üzerine işadamı dudaklarını büküp, başını yukarı kaldırarak, ‘Kesinlikle yapamazsın’ anlamına gelen bir işaret yapar.
Karaçay da “Bak, ben bu fotoğrafı çekeceğim ve göndereceğim. Gerisine karışmam, gerisi size kalmış” der.
Ertesi gün, Lahey’deki otelde ünlü işadamı, Ajda Pekkan , İlhan Karaçay ve eşi otururken Ertuğrul Akbay içeri girer ve yanlarına gelir. Bu, Karaçay ile Akbay’ın arasında başlayacak ikinci yarışın başlama düdüğü olur adeta.
Eurozvizyon Şarkı Yarışması için Türkiye’den gelen kafilenin başkanlığını TRT’nin en ünlü spikerlerinden Bülent Özveren yapmaktadır. O yıllarda TRT Hollanda muhabirliğini de yapan Karaçay, Özveren’e, “Bak, bu Ertuğrul Ajda ile ne yapmak isterse bana bildir ha !” diye rica eder.
Karaçay, rakibinin, Ajda Pekkan’ı bir camiye götürüp dua ederken fotoğraf çekeceğini öğrenir. “İyi bir işti” diyor Karaçay ve bunun karşılığında bir şey yapmak zorundadır
O da Ajda’yı alıp Hollanda’nın otantik kasabası Volendam’a götürmeyi planlar ve Bülent Özveren’den bu izni de kopartır.
Fakat evdeki hesap çarşıya uymaz Volendam’a Ajdayı götürme planı iptal olur. Bunun üzerine Karaçay hemen başka bir plan yapar. Volendam’a gönderdiği bir elemanına, Hollanda’nın milli kıyafetlerinden satın alıp otele getirmesini söyler. Otele yakın olduğu için, Ajda Pekkan’ı Lahey’deki Minyatür Park Madurodam’a götürür.. Minyatür Parkta Ajda Pekkan’a Volendam’dan gelen milli kıyafetler giydirilir. Bir yığın fotoğraf çekilir. Daha sonra, konu müzik ve eurovizyon olduğu için, sokakta müzik yapan bir laternacı bulunur. Laternanın başında da Ajda Pakkan’ın boy boy fotoğrafları çekilir. Karaçay’ın fotoğrafları sadece Hürriyet Gazetesi’nde yayınlanmakla kalmaz. Başta Kelebek olmak üzere, Hafta Sonu, TV’de 7 Gün ve Gong dergilerinde birinci sayfadan yayınlanır…
Bütün bu işler arasında, Ajda Pekkan’ın işadamı ile fotoğrafını çekmek için ortam ya da fırsat henüz olmamıştır.
Yarışma fiyasko ile sonuçlanmış, Ajda Pekkan’ın Petrol şarkısı en sonlarda bir yerlerde kendine yer bulmuştu.
Hiçbir gazetecinin fotoğraf çekmeye teşebbüs bile edemediği işadamı …..,.. bey, Ajda Pekkan, İlhan Karaçay ve eşi Jeanne ile, fiyaskoyla sonuçlanan yarışma sonrasında otelin barına gittiler. Barda işadamı ile Ajda da kederlerinden içtikçe içerler.
Karaçay alkolün etkisiyle kontrolü zayıflayan işadamına hitaben: ” ….. kardeş bir hatıra fotoğrafı çekilelim mi?”
Alkolün de etkisiyle işadamı cesurca : “Çekin anasını satayım…” der
Karaçay, o anda barda dolaşan Hürriyet’in foto muhabiri Zozo Toledo’ya, “Zozo, gel bir fotoğrafımızı çek.” der.
Zozo, “Çekmem abi” deyince, Karaçay tekrar işadamına seslenerek,”Söyle şuna bir fotoğrafımzı çeksin”.
İşadamı, “Çek lan Zozo” der.
Zozo, “Abi şimdi sarhoşsun, yarın ayıkınca anamı bellersin” dese de
fotoğraflar çekilir, Ajda Pekkan ile ünlü işadamı aynı karede görüntülenmiştir artık…
Rahmetli Demirkent’in direktifi yerine gelmiş, Ertuğrul Akbay bir kez daha atlatılmıştır. Sıra, filmi İstanbul’a göndermeye gelmiştir. Karaçay aynı gece Schiphol Havalimanı’na gider ve zarfı kargoya verir.
Ertesi gün sabah otelde, İlhan Karaçay Ajda ile TRT için çekim yaparken, işadamı da Karaçay’ın eşi Jeanne’ye Türkiye’deki mal varlıklarını anlatmaktadır..
Karaçay röportajı bitirip geri döndüğünde, işadamımızın yatırımlarının hikayesi Eskişehir’de devam ediyordu.
İşadamı, Karaçay’a, “Dün ne oldu Karaçay, fotoğraf çekildi mi?” diye sorar.
Karaçay, “Fotoğraf çekildi ve dün gece kargoya verildi” deyince, işadamı hemen İstanbul’u arar. Yaveri Ali Üstün’e verdiği talimat aynen şöyledir: “Bugün gazeteleri dolaşın. Benim ile Ajda’yı görüntüleyen fotoğraflar gitmiş. Çaresine bakın!”
Rahmetli Nezih Demirkent, ertesi günün akşamı Hafta Sonu gazetesinin birinci sayfasını tamamen o fotoğraflarla doldurur. Manşet oldukça manidardır: . “İlhan Karaçay, ünlü işadamı ve Ajda Pekkan’ı işte böyle görüntüledi.”
İşin ilginç yanı, o gazeteden ancak 100 adet basılmasıdır. Nezih bey, sırf iddia kazanmak için bunu yapar. Zaten gazetenin sahibi Erol Simavi bile işe müdahale etmek için baskı sırasında gazeteye bile gelir. Ama Demirkent baskıyı durdurmuştur bile.
Aynı akşam Anadolu’ya gazete götüren tüm kamyonlar durdurlur Anadolu baskıları erken basıldığı için gazeteler erkenden yola çıkmıştır. Zira, o yıllarda gazetelerin dağıtım, nakil işleri de o ünlü işadamının firmaları tarafından yapılıyordu.
Eurovizyon sonrasında İstanbul’a giden İlhan Karaçay, foto muhabiri Zozo ile Hilton’da karşılaşır. Zozo, “Ooooo İlhan bey, hoş geldin. Hoş geldin ama, işadamı …. abi seni bekliyor. Çekmecesinde Haftasonu gazetelerinin hesabını soracak” diye devam eder.
Karaçay ünlü ve gizemli işadamı ile buluşur ama en medeni ölçüler içinde ağırlanır.
Son olarak; “Kimdi İlhan ağabey o ünlü işadamı?” diye soruyorum
Karaçay yine, “Yavuz!… Yavuz! “ diye adımı iki kez arka arkaya söylüyor.
Belli o ismi vermeyecek.
Benim, “Ama gazeteci olarak bulmam hiç de zor değil abi” sözüm üzerine İlhan Karaçay; “Yavuz, bunları anlatırken amacım, birilerini deşifre etmek değil, paparazilik yapmak değil. Ben sana gazeteciliğin güzel ve hoş anlarını anlatıyorum” der.
Şimdi devir değişti. Karaçay’ın açıklamadığı o işadamının ismi, şimdilerde sosyal medyada dillendi bile. Internet sayfalarında, Ajda Pekkan ile ilişkisi olan o işadamının, bugün Beşiktaş’ın Başkanı olan Yıldırım Demirören’in babası Erdoğan Demirören olduğu ilan edildi bile. Bu nedenle, İlhan ağabeyin açıklamadığı ismin, benim burada açıklamamın ekstra bir zararı olmayacaktır.
Bakın, Ekşi Sözlük web sayfasında bu konuda hangi satırlar var: ” Erdoğan Demirören. Bir dönemler Ajda Pekkan’la büyük bir aşk yaşadığı dedikoduları ile cemiyet dünyasını sarsan eski kurt, şimdi ise eşinin dizinin dibinden ayrılmayan süt dökmüş kedi misalidir, yaşlanıp, torun torba sahibi olduğundandır herhalde….”
Bu öyküde de Karaçay’ın nasıl bir gazeteci olduğu, o dönemlerde bir fotoğraf karesinin bile ne şartlarda ve zorluklar içinde gönderildiğini düşünecek olursak, bugün dijital makineler, diz üstü bilgisayarlar, cep telefonları kameralar, internet ile anında haber, fotoğraf ve video görüntüleri dünyanın öbür ucuna ulaşmakta.
İstifa yüzsüzlüğünden kurtulmak için kesenin ağzını açan Hollanda hükümetinden, memnun etmeyen karar:
Memnun etmeyen kararın uygulaması da uzun sürecek.
Akil insanlar, hem hükümetin istifasını, hem de meblağın yükseltilmesini istiyor.
İlhan KARAÇAY’ın haber-yorumu
Geçen hafta yayınladığım ‘Hollanda Hükümeti Çatırdıyor’ başlıklı haberimde sözü edilen, ‘Suçsuz aileleri, haksız bir şekilde sahtekârlıkla itham eden vergi dairesi skandalı yüzünden istifası istenen hükümet’ konusu, Hollanda gündemindeki yerini koruyor.
Çocuk bakımı için yoksul ailelere verilen ödeneklerin durdurulması, yetmezmiş gibi, daha önce verilen ödeneklerin geri alınması, 11 bin aileyi büyük bir mağduriyete sürüklemişti.
İşin ilginç ve üzücü tarafı, vergi dairelerindeki birkaç sivri zekâlının, sözümona sahtekârlık araştırmasını sadece çifte tabiyetliler arasında aramasıydı.
Hollanda parlamentosundaki Meclis Araştırma Komisyonu
2012, 2013 ve 2014 yıllarında gerçekleşen vergi dairelerindeki kontrolların, sırf çifte vatandaşlara yapılmış olduğunu, bizzat vergi dairesi yüksek memurları ikrar etmişlerdi.
Uzun süren tartışmalardan sonra, konunun Meclis Araştırma Komisyonu tarafından ele alınması kararlaştırıldı.
Geçen ay yapılan meclis soruşturmasında, başta Başbakan Rutte olmak üzere, Bakanlar ve üst düzey yöneticiler sorgulanmış ve sorgulananların tamamının, ‘Görevlerini ihmal ettikleri’ kararına varılmıştı.
Soruşturma raporunun geçen hafta açıklanmasından sonra, Araştırma Komisyonu Başkanı Chris van Dam, ‘Böylesi bir kirli ve yetersiz yönetim ile dünya şampiyonu oluruz’ demişti.
Dün toplanan 10 kişilik Hollanda kabinesi, istifa yerine, yüzsüzlükten kurtulmak için, ‘Her aileye 30 bin euro tazminat’ kararı aldı. Ödemelerden sonra mağdur olan ailelerin tek tek ele alınacağını, daha fazla tazminatın hak edilip edilmediğine bakılacağını belirten karar, geniş bir kesimde memnuniyetsizlik yarattı.
30 bin euronun 9.500 aileye mayıs ayına kadar ödenmiş olacağının belirtilemesine de kızan akil insanlar, zaten 8 yıl gecikme ile mağdur olan ailelerin, daha da mağdur edilmemeleri gerektiğini ve tazminat bedelinin çok daha yüksek olması gerektiğini belirtiyorlar.
Sözünü ettiğim akil insanlardan biri de, ‘de Volkskrant’ gazetesinin köşe yazarı Bert Wagendorp’tur. Wagendorp, 3 Ocakta tekrar toplanacak olan Bakanlar Kurulu’nun, yaşanan bu ayıp karşısında mutlaka istifa etmesi gerektiğini belirtirken, ‘Şimdi istifasını açıklayan eski Bakan Lodweijk Asscher, zaten görevde değil. Asscher, mart ayında yapılacak olan seçim listesinden kendini çıkaracak mı?’ sorusu ile, istifanın gerekliliğini perçinliyor.
Konu hakkında açıklama yapan yetkililer, bugüne kadar 9.500 ailenin başvurduğunu ama mağdur olanların toplam sayısının 26 bin olarak tahmin edildiğini, başvurmamış mağdur ailelerin başvurmaları halinde kendilerine de 30 bin euro tazminat verileceğini belirtiyorlar.
Mağdur olan aileler arasında, Türk kökenlilerin çoğunlukta olduğu biliniyor. Bu durumda, mağduriyete uğramış Türk ailelerinin de başvurmalarını tavsiye ediyorum.
Ödenek sahtekârlığı suçlamasını protesto edenlerden bir grup
ÖDENEK AÇIKLAMASI
Mağduriyette sözü edilen ‘Çocuk Bakım Ödeneği’, Hollanda devletinin, çalışan ebeveynlerin çocuklarının bakımı için verilen ödenektir. Ailenin gelir ve gider durumuna göre hesap edilen ödenek miktarı her ay ödenmektedir.
2012 yılında, bazı işgüzar vergi memurları, özellikle çite uyruklu ailelerin, sahte belgeler düzenleyerek ödenek aldıklarını iddia ederek sıkı bir takibata başladılar. 2012 yılında 3.403, 2013 yılında 7.466 ve 2014 yılında 189 aile, belgelerde sahtecilik suçlaması ile cezalandırıldı. Ödenekleri kesilen ailelerden, daha önce almış oldukları ödeneklerin tamamı geri istendi. Bu nedenle tam 11 bin aile mağdur edilmiş oldu.
Şimdi dikkatler, 3 Ocak’ta yapılacak olan Bakanlar Kurulu toplantısına çevrildi.
Bakalım, mağdur ailelere verilecek olan meblağ yükseltilecek mi ve de Hollanda hükümeti istifa edecek mi?
GENÇ GAZETECİ KARDEŞLERİME!
Hollanda’da hükümetin düşmesine kadar yol açabilecek bir skandal yaşanırken, bu skandalda mağdur olan aileler arasında Türkler’in de bulunduğu biliniyor. Biz gençlik yıllarımızda gazetecilik yaparken, bu gibi olaylarda, boynumuza taktığımız fotoğraf makineleri ile ülkeyi adım adım dolaşır ve ilgililerle röportajlar yapardık.
Ben şahsen şimdilerde aktif bir gazeteci değilim.
Ama gazeteciliği meslek edinmiş veya edinmek isteyen çok sayıda gencimiz var.
Bu gençlere tavsiyem, vergi daireleri tarafından haksız yere suçlandıklarına kanaat getirilen Türk ailelerini arayıp bulmaları ve kendileri ile röportaj yapmalarıdır.
Hadi bakalım gazeteci gençler.
*Roma medeniyetinin kurucuları olan Etrüskler
Anadolu’dan göç etmişler
*Leonardo Da Vinci’in İstanbul’a yapmak istediği köprü
*Cem Sultan’ın zehirlendikten sonra atından düşerek
öldüğü yer
*Napoli’deki Türk Mağarası’nın öyküsü
*Osmanlı İmparatorluğu’nun 1480’deki Otranto ve
1537’deki seferleri
İlhan KARAÇAY’ın,TRT ekibinden Prodüktör İsmail Elden, Yönetmen Sacit Şahin, Kameramanlar Hayrettin Demir ve Ercan İşsever ile çalışması.
TRT BELGESEL Kanalı için yaptığımız 5 bölümlük UZAKTAKİ DOSTLAR ve 8 bölümlük İZLER adlı programlardan, kağıda dökmediğimiz konular arasında İtalya da vardı.
Çok ilginç konuların yer aldığı İtalya çalışmamızı, çeşitli kaynaklardan yararlanarak sizlere sunuyorum.
Akdeniz’in incisi olarak anılan İtalya, başlangıçta Pisa, Genevo ve Venedik devletleriyle sınırlıydı. O devletler ile Osmanlılar arasında sık sık barış ve savaş dönemleri yaşandı.
Endülüs Emevi Devleti, İspanya’da 800 yıl hüküm sürerken, İtalya’daki halklar da, tam 250 yıl Müslüman boyundurluğunda yaşadı.
İtalya ile Türkiye Cumhuriyeti arasındaki ilişkiler, Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra bir dostluk çerçevesinde yaşandı.
İtalya’yı, araştırıcı gözler ile gezdiğiniz takdirde, ilginizi çekecek güzel konularla karşılaşabilirsiniz.
İşte bu konulardan biri de Anadolulu, Türkiyeli veya Türk denilebilecek olan Etrükslerdir.
ETRÜSKLER KİMDİR?
İtalya’da yaşamış olan Etrüskler’in Türk kökenli olup olmadığı tartışmaları hala bir sonuca bağlanamadı. Romalılardan önce yaşamış olan Etrüskler’in, Anadolu’nun batısından, yani Ege’den buraya göç ettikleri iddia ediliyor. Bazı tarihçiler, Türkler’in Orta Asya’dan geldiklerini öne sürerek, Anadolu’dan göçe zorlanan halkın da Türkiyeli olduğunu ve İtalya’ya gelenlerin de Etrüskler’i oluşturduğunu iddia ediyorlar.
Tarihçiler, son yıllarda yapılan DNA testlerinde, Etrüskler ile Ege’deki bölge insanlarının DNA’larının aynı olduğunu belirtiyorlar.
Torino Üniversitesi tarafından yaptırılan bir DNA testi araştırmasında, ETRÜSKLER ile Ege bölgesi insanlarının DNA’larında bir uyuşma olduğu ortaya çıktı.
Romalılar’ı yaratan ETRÜSKLER’in Türkiye kökenli olup olmadıkları tartışmaları hâlâ kesin bir sonuca bağlanmadı ama, bizim yaptığımız müzeler ve mezarlıklar ziyaretlerimizde, ETRÜSKLER’in Anadolu insanıyla çok benzeştiği kanaatine vardık. Belgeleri de görüntüledik. Bu da Etrüsklerin Lidyalılarla akraba olduğu tezini güçlendiriyor.
Etrüsklerin yaşadığı ve Etruria adı verilen bölge, Orta İtalya’da kuzeyden güneye 250 km. , Doğudan batıya da 150 km. boyutta bir yerdi.
İtalya’da Romalılardan önce yaşamış bir kavim.
Romalılar bunlara Etrüskler veya Tuskiler derken, onlar kendilerine Rasena (Asena) derlerdi. İtalya Yarımadasına göç ederek Arno ve Tiberis ırmakları arasında yerleşmişlerdi.
M.Ö. 3’üncü yüzyılda, Romalıların üstünlük kurmasıyla târihe karışan Etrüsklerin, İtalya’ya kara yoluyla kuzeyden, deniz yoluyla doğudan geldikleri târihçiler tarafından kabul edilmektedir. Son araştırmalar Etrüsklerin Anadolu’dan gittikleri tezini kuvvetlendirmektedir.
Türk Türeyiş Destanı’na göre, Asena diye adlandırılan insanların bir Kurt’tan türemiş oldukları iddia edilir. Etrüskler kendilerini Rasena (Asena) olarak bilmişler. Asena, Türk mitolojisinde önemli bir rol oynayan efsanevi bir dişi Kurt’tur. Eski Türklerin en mühim hükümdarlarının mensup olduğu Aşina, Zena, Asen veya Şunnu adı verilen sülale, efsaneye göre, bu dişi Kurt’tan türemiştir.
Etrüsklere ait heykellerde dikkate değer bir şekilde Asyalılara benzer bir yüz yapısı var. Giydikleri kıyafetler de Orta Asyalı göçebe kavimlerinin giydiklerine oldukça benziyor. Dilde de benzerlikler olduğu iddia ediliyor.
Etrüsk dili, Orta İtalya’da konuşulurdu. Sağdan sola, soldan sağa yazılan Etrüsk yazısı, büyük bir karmaşıklık ifâde eder. Okununca hemen anlaşılmaz. Anlaşılabilmesi için çeşitli metodların kullanılması gerekir. Hint-Avrupa dilleriyle teması olmasına rağmen, bu dil grubundan sayılmaz. Etrüsk dili yapı ve menşe bakımından aydınlatılmış değildir.
Metinlerde ve arkeolojik eserlerde, Etrüsklerin maddî hayâtı, şehir medeniyetinin zenginliği ile kendini gösterir. Kazılar sonucu mezarlardaki mücevher ve freskler, Etrüsklerin lükse düşkünlüğünü ve hayâta olan bağlılıklarını göstermektedir. Bunda dinlerinin de tesiri vardır. Yunanlılarda ve Romalılarda da görülen puta tapıcılık ve çok tanrıcılık, Etrüsklerde de görülür. İsimlerinde de benzerlik vardır. Apulu-Apollo, Artumes-Artemis, Tinia-Zeus, Maris-Mars tanrılarının isimleridir.
Etrüsklerin Anadolu’dan göçtükleri tezini savunanların gösterdikleri en önemli kanıt, Lemnos ( Limni ) mezar stelidir.
1885 yılında Limni adasında , Kaminia köyünde bulunan bir mezar steli bir anda dikkatleri bu teoriye çekmiştir. Stelin üzerinde bir savaşçı resmi ile, Etrüsk yazısına çok benzeyen bir yazı bulunuyordu. Bu stel MÖ yedinci yüzyıla tarihleniyordu ve adanın Atina’lılar tarafından MÖ 510 senesindeki zaptından çok önce idi.
Alttaki fotoğrafa tıkladığınız zaman, TRT BELGESEL KANALI İÇİN hazırladığımız Etrüskler programını 7’nci bölümde izleyebilirsiniz.
Bunun dışında Etrüskler’in ölü gömme adetleri (Örneğin ahşap odalar) , toplumsal hayatları (Örneğin kadına verdikleri önem) ve sanatları Anadolu’daki başka toplulukları hatırlatmaktadır.
Etrüskler, demircilikte çok ileri idiler. Altın ve bronz işlemekte gâyet usta olup, seramik işleri de yaparlardı. İki tekerlekli yarış arabalarını İtalya’ya bunlar getirdi. Etrüsk eserleri bakımından en zengin müzeler, Floransa, Romanya,Tarquinia’dır.
Marzobotto, Perusia, Volaterrae ve Roma, Etrüsk güzel sanatlarının önemli örnekleri bulunan şehirlerdir. Şehircilik ve mîmâride göstermiş oldukları rolü buralarda görülebilir. Ölümden sonraki hayâta inanan Etrüskler ölülerini ev şeklinde yaptıkları içi süslü mezarlara gömerlerdi.
Da Vinci’nin İstanbul’a yapmak istediği köprü
Leonardo Da Vinci, İstanbul’da bir köprü yapımı için Sultan ikinci Beyazı’ta bir mektup göndermişti. Dünya’nın en büyük ve güzel köprüsünü inşa etmek için gönderilen mektuba cevap gelmez.
O mektup, 1952 yılında fark edilir. Dünya sanat ve bilim çevrelerinde büyük ilgiyle karşılanır. Köprü, 2001′de, Norveç’te üstgeçit olarak inşa edilir. Küresel ısınmaya dikkat çekmek için önce Antarktika’da buzdan bir maketi yapılır. Yine buzdan yapılan bir başka maketi, 1 Ocak 2008′de New York’taki BM binası önünde sergilenmeye başlanır.
Da Vinci yazdığı mektupta, Osmanlı Sarayı’na bir yel değirmeni, bir su boşaltma pompası, İstanbul boğazı için bir asma köprü ve Haliç için tasarlanmış kemerli bir taş köprü yapmak için teklifte bulunmuştu.
İtalyan ressam Leonardo Da Vinci’nin 1502’de Haliç için tasarladığı köprünün 500 yıl sonra yapımı birçok kez gündeme geldi. Sultan II. Beyazıt’ın talebiyle köprü projesi için çalışmaya başlayan Da Vinci’nin yaptığı çizimlere göre, tek açıklıklı 240 metre uzunluğundaki köprünün, 24 metre genişliğinde olması planlanıyordu. Ancak, dönemin mimarları, o günün teknolojiyle bu köprünün yapılamayacağını Sultan’a bildirince proje hayata geçmedi.
Eyüp-Sütlüce arasında yapılması planlanan köprü, İstanbul’un ‘2010 Avrupa Kültür Başkenti’ ilan edildiği sırada da tartışıldı Çırağan Sarayı’nın restorasyonunu yapan mimar Bülent Güngör de İstanbul Büyükşehir Belediyesi’ne Bağlı Kültür A.Ş.’nin eski genel müdürü Cengiz Özdemir’in önerisiyle köprünün projesini hazırladıklarını açıklamıştı.
Leonardo Da Vinci’nin dönemin Sultan’ı II. Beyazıt’a yazdığı mektup: Da Vinci bu mektupla, Beyazıt’a mimar ve mühendis olarak iş başvurusunda bulunmuştu.
CEM SULTAN’IN ATTAN DÜŞEREK ÖLDÜĞÜ YER
İlhan Karaçay, Cem Sultan’ın zehirlenmesinden sonra, atından düşerek öldüğü yeri buldu. Cem Sultan’ın atından düştüğü yer, Napoli’deki sarayın önüydü.
İtalya’daki ilginç çalışmalarımızdan biri de, Cem Sultan’ın hayata veda ettiği yerdeki çalışma oldu. Fatih Sultan Mehmet’in, Sultanlık yarışında çatışan iki oğlundan biri olan Cem Sultan’ın, Fransa’da 5 yıl tutuklu kaldığı şatoyu daha önce görüntülemiş, görsel ve yazılı olarak sizlere sunmuştum. (www.ilhankaracay.com’a bakınız(
Önce Rodos, sonra Vatikan, daha sonra Fransa’ya adeta sürülen Cem Sultan’ın masrafları, kardeşi Beyazıt tarafından bolca karşılanıyordu. Bu nedenle her ülke Cem Sultan’ı almak için yarışıyordu. Roma yeniden ağır bastı ve Cem Sultan’ı yeniden Vatikan’a getirdi.
Cem Sultan Roma’ya getirildikten sonra bu kez Napoli’ye gönderildi.
Bu kez, Cem Sultan’ın Napoli’de kaldığı sarayı bulduk.
Cem Sultan burada, etkisini geç gösteren bir madde ile zehirlenmişti. Zehirli maddeyi aldıktan 3 gün sonra burada atına binerken düşen Cem Sultan hayata veda etmişti.
Böylece de Cem Sultan’ın çok hazin yaşam öyküsü burada sona ermişti.
NAPOLİ’DE TÜRK MAĞARASI
İtalya’da işlediğimiz bir başka konu, adına Türk denen bir mağara oldu.
Roma’dan Napoli’ye sahil yolundan giderseniz, GAETA kasabasında karşınıza ‘GROTTA LES TURCO’ yazılı bir tabela çıkar.
Pek çok Türk’ün bilmediği bu mağaranın öyküsünü rehberimiz Erhan Sarıkaya anlattı. “Grotta del Turco” yani Türk Mağarası. Fatih döneminde İtalya’ya akınlar başladığı zamanlar, Napoli halkı Türk istilalarıdan korunmak için saklandıkları mağaraya ‘Türk’ adını vermiştir. Ve yüzyıllar önceki Atilla korkusunu hâlen üzerlerinden atamamış olacaklar ki, Osmanlıyı “Figli di Attila” yani ‘Atillanın çocukları’ diye anmaya başlamışlardı.
Grotto Les Turco (Türk Mağarası)
Türk Mağarası hakkında daha fazla bilgi İtalya’daki Türk mağarasını görmek isteyenler için biraz da rehberlik yapalım.
Gaeta, Türk Mağarası seyahati için ideal. Bölgede gezilecek yerleri görerek ve gizli saklı köşeleri keşfederek gününüzü en güzel şekilde geçirebilirsiniz. Seyahatinizde gezilecek yerleri ve yapılacak şeyleri bilmek istiyorsanız, Serapo Plajı ve Ariana Plajı beklentilerinizi karşılayacak.
Türk Mağarası Yakınında Nerede Konaklayabilirsiniz? Türk Mağarası’na 1,6 km mesafede 105 farklı otel var .
Bunlardan bazıları şunlar: Hotel Serapo: 3 Yıldızlı otel • ücretsiz kahvaltı • ücretsiz kablosuz İnternet • restoran • yürüyüşe uygun konum Hotel Mirasole International:4 Yıldızlı otel • ücretsiz kahvaltı • ücretsiz kablosuz İnternet • 2 restoran • merkezi Vacation Home Take a Break:3 Yıldızlı otel • ücretsiz kahvaltı • ücretsiz otopark • ücretsiz kablosuz İnternet • yürüyüşe uygun konum
Türk Mağarası Yakınında Görülecek Yerler Şeyler • Serapo Plajı
• Ariana Plajı
• Villa di Tiberio
• Sperlonga Limanı Türk Mağarası Yakınında Yapılabilecek Şeyler • Itri Kalesi
• Sperlonga Ulusal Arkeoloji Müzesi
OTRANTO SEFERİ
Osmanlı İmparatorluğu tarihinde biri 1480’de, Sultan Fatih Mehmed devrinde yapılan İtalya seferlerinden biri Otranto, diğeri de Sultan Kanuni Süleyman devrinde 1537’de yapılan, Pulya seferi olarak bilinen iki askeri harekat.
1.Otranto Seferi:
Sultan Fatih Mehmed, uzun süren Venedik Savaşı’na Osmanlı Devleti için uygun bir anlaşma ile son verdikten sonra, tasarılarına İtalya’nın fethi konusunu almıştı. İtalya’da görevlendirdiği casuslardan bu ülkenin durumunu inceleyerek öğrendiği gibi, İtalya’ya yapılan akınlarda bulunan komutanlarından da aldığı raporlarda onu, bu tasarıyı ele almaya yöneltiyordu. Bu komutanlardan Bosna sancakbeyi İskender Bey, padişahın dikkatini Pulya (Puglia) üzerine çekmekte idi. Selanik sancakbeyliğinden Avlonya sancakbeyliğine nakledilen Gedik Ahmed Paşa da, padişahtan Pulya üzerine sefer açılması için izin istemekte idi. Bu suretle tasarlanan İtalya fethi, Pulya’da üslenecek Osmanlı kuvvetleri ile, birkaç yıl içinde ilk safhası olmak üzere, Gedik Ahmed Paşa, Zenta, Kefalonya ve Ayamavra adalarının fethini tamamladı. Avlonya limanı, İtalya kıyılarına çıkacak Osmanlı kuvvetleri ve donanması için, bir üs haline getirildi.
Ertesi yılın 26 Temmuzunda Gedik Ahmed Paşa, 28’i kadırga olmak üzere, 132 gemi ve 4000 atlı ile İtalya sahillerine yöneldi. Osmanlı donanması her ne kadar Brindizi limanını hedef aldı ise de, bu limana 10 mil kalınca çıkan bir rüzgarla güneye sürüklendi ve 28 Temmuz günü, Osmanlı kuvvetleri, hiçbir mukavemetle karşılaşmadan, Otranto kıyılarına çıkmayı başardılar. Gedik Ahmed Paşa, Napoli Krallığı’nın veliahdı Alphons’u geri çekilmeye mecbur ettikten sonra Otranto Kalesi’ni fethetti. Daha sonra civarındaki kaleleri de ele geçirerek, Mora sancakbeyi Mustafa Bey’le birlikte yaptıkları akınlar sonunda, İtalya’da büyük korku yarattı. Bu durumda Avrupa krallarından yardım isteyen Napoli kralına damadı Macaristan kralı Mathias derhal cevap verdi. Magyar Balazs komutasında 600 kişilik bir kuvveti, başka bir söylentiye göre de 2.000 seçme atlıdan oluşan bir birliği İtalya’ya gönderdi. Gedik Ahmed Paşa ise, bu arada, Otranto Kalesi’ni takviye ederek sağlam bir üs meydana getirmişti.
Fakat Fatih’in 19 Mayıs 1481’de ölümü, İtalya seferinin kaderini değiştirdi. Yeni hükümdar II. Bayezid’in Gedik Ahmed Paşa’yı, kardeşi Sultan Cem’in çıkardığı saltanat mücadelesinde görevlendirmek üzere geriye çekmesi, seferin duraklamasına yol açtı. Otranto’da Mustafa Bey komutasında kalan Türk kuvvetlerinin desteklenmemesi yüzünden Macar atlılarının karadan, Kalabriya dukasının ise Aragon ve Napoli gemilerinden 40 parçalık bir filo ile denizden yaptıkları kuşatma sonunda 10 Eylül 1481’de Otranto Kalesi teslim olmak zorunda kaldı. İtalyanlar, her şeye rağmen Ahmet Paşa’ı bir restaurant ve heykelde yaşatıyorlar
II. Otranto Seferi:
Sultan Kanuni Süleyman’ın 1536’daki Irakeyn seferinden sonra ele aldığı bu tasarı, yine İtalya fethini hedef almış bulunmaktadır. Kanuni, bu maksatla Fransa ile gizli bir de anlaşma yaparak, İtalya’daki devletçikleri kuzeyden Fransa eliyle sıkıştırmayı da tasarlamıştı. Bu tasarı, iki kademeli olarak geliştirilmiştir. Birinci kademede, bilhassa devletin Hıristiyan Arnavutlarının Osmanlı idaresine bağlanmaları sağlanmış; Kanuni, Avlonya üssüne geldiği zaman, burada 280 parça gemi, 4.000 yeniçeri, 600 topçu ve 10 sancakbeyi, kuvvetleri ile toplanmış bulunuyordu, İtalya’ya geçecek kuvvetlerin başına üçüncü vezir Lütfi Paşa, deniz kuvvetlerine de Barbaros Hayreddin Paşa komuta edeceklerdi. 23 Temmuz 1537’de Lütfi Paşa, yanında Rumeli beylerbeyi Mahmud Paşa olduğu halde, İtalya sahillerine çıktı. Castro ve Otranto kalelerini bir anda fethederek, otuz kadar müstahkem mevkii düşürdü. Böylece Osmanlı kuvvetleri, ikinci defa İtalya topraklarında bir köprü başı kurmuş oldular. Ancak, bu sırada, Fransa’nın, Alman İmparatorluğu ile anlaşarak, İtalya seferinden vazgeçmesi, Papa III. Paul’ün ısrarları ile, İmparatorluk filoları amirali Andrea Doria’nın Venediklileri Osmanlı Devleti’ne karşı saldırıya kışkırtması, Kanuni’nin uyguladığı politikada değişiklik yapmasına sebep oldu. Padişah, İtalya fethi tasarısını kaldırarak Venedik’e savaş açmakla, 13 Ağustosta, Lütfi Paşa’yı ordusu ile birlikte Otranto’dan geri çekti.
Yeni hedef olarak Korfu Adası seçilmiş olduğundan, bundan sonra seferin adı Korfu Seferi olarak değişmiş oldu.
Yeni Papa I. Franciscus, Otranto’da 15’inci yüzyılda Türklere karşı savaşmış 800’den fazla İtalyanı, ‘aziz’ ilan etti. Olayın gazetelere yansımasıyla Türk kamuoyu haberi, garip bir sessizlikle öğrendi. Aradan 533 yıl geçtikten sonra Otranto ve azizleri nereden çıkmıştı? Otranto neydi? Orada neler olmuştu? Yüzyıllar önce yaşamış insanlar, durup dururken neden aziz yapılmıştı? Yeni Papa’nın neden Otranto konusunu hatırlamış veya hatırlatmak istemişti? Otranto acaba neyin simgesidir ve ne ifade etmektedir?
Bir meydan okuma
Papa’nın bu kararının bir rastlantı olmayıp, bir amaç çerçevesinde alındığı, bir mesaj verilmek istendiği tahmin edilebilir. Olayın arka planında, büyük Fatih döneminde gerçekleştirilen bir deniz seferi yatmaktadır. Lâkin Otranto, bir askeri karşılaşmanın çok ötesinde bir anlam taşıyor olmalıdır ki Papalık yüzyıllar sonra anımsamak gereğini duymuştur.
Otranto seferi için Akdeniz’de, 15 ve 16’ncı yüzyılda, Türklerle Venedikliler arasında oynanan büyük stratejik oyunun ayrılmaz bir parçasıdır demek mümkündür. 1470 yılında, yani Fatih döneminde, Eğriboz alınmıştır.
Burası önemli bir üstür ve Venedik’in Akdeniz’deki çıkarlarına karşı ciddi bir darbe olarak görülmektedir. Venediklilerin buna yanıtı, Kıbrıs üzerindeki egemenliklerini pekiştirmek ve tahkim etmek olmuştur. Otranto seferi de, stratejik bağlamda, Fatih’in riskli, lâkin cesur ve kapsamlı bir karşı hamlesidir.
Otranto, İtalya çizmesinin altında, o zamanki Napoli Krallığına ait dilimizde Apolya veya Pulya’da denilen- Puglia bölgesinde yer almaktadır.
Yayılma stratejisi
Üstelik, Türklerin, Akdeniz’de, belki de bu çapta gerçekleştirdiği ilk çıkarma harekâtı denemesidir. Sefer, Akdeniz’deki deniz savaşları, deniz üstünlükleri ve yayılma stratejisi bakımından, tam anlamıyla bir stratejik meydan okumadır. Arkasında geniş bir hayal gücü, yüksek bir cesaret, üstün bir kurmay yeteneği gizlidir.
1480 yılında, Fatih’in emriyle başlayan sefer, ünlü Gedik Ahmet Paşa komutasında yürütülmüştür. Hem bir deniz, hem de bir kara üssü niteliğindeki Otranto’ya denizden ulaşmaya çalışmak, o dönemin Türk yayılma stratejisi açısından doğru karardır. Çünkü İtalya’nın kuzeyinden, kara yoluyla oraya ulaşmak, bol engelli, engebeli ve pahalı bir hedeftir.
Yani, oraya bir çıkarma harekâtı yapılmasıdır. Fatih Sultan Mehmet ve yetenekli komutanı Gedik Ahmet Paşa’nın, başarıyla uyguladıkları plan tam da budur. Gedik Ahmet Paşa, 1480 temmuzunda, 132 gemiye bindirilmiş, 18.000 kişi olduğu tahmin edilen bir kara kuvvetiyle harekete geçer. Çıkarma yapılır. Ardından, on beş gün içerisinde Otranto ele geçirilir.
Tarihsel boyutu
1481 yılında Fatih’in ölümüyle, Şehzade Cem, ağabeyi 2.Bayezid’e karşı ayaklanmış; o yüzden İstanbul’daki siyasal irade felç olmuştur. İktidar mücadelesi içerisindeki 2.Bayezid, Gedik Ahmet Paşa’yı yanına çağırmak zorunda kalmıştır. Komutansız kalan, denizden hiçbir destek alamayan Otranto’daki kuvvetler yenilmiş ve dağılmıştır. Sonuçta Türkler Otranto’da ancak on beş ay kadar dayanabilmiştir. Bu kadar kısa süren ve Türkler açısından yenilgiyle sonuçlanan bir olay, Papalık tarafından, neden 533 yıl sonra gündeme alınmaktadır?
Otrantolu azizlerin kilit sorusu işte budur.
Otranto bir simgedir. Papalık açısından onu asıl unutulmaz kılan savaşın kendisi değil, oylumu ve tarihsel boyutudur. Daha doğrusu Papalık açısından temsil ettiği tehlikedir.
Roma’nın, hiç beklenmedik bir noktadan tehdit altına girmesi; İtalya’nın ve Batı Akdeniz’in Türk egemenliği altına girmesi riski, Papalık bilinci açısından asla unutulmaması ve tekrarlanmaması gereken bir husus olarak, Otranto azizleri olayıyla gündeme getirilmektedir.
Ortak ticari alan
Otranto projesinin kalıcı olması halinde, Akdeniz’in ve Avrupa’nın bütün stratejik, demografik ve kültürel dengeleri değişecektir. Tıpkı İstanbul’un fethinde olduğu gibi, tarih başka bir derin mecrada akacaktır.
Eğer Otranto üzerinden Roma, orta İtalya ve muhtemelen kuzey İtalya, Türkler tarafından ele geçirilmiş olsa idi, Akdeniz ve Avrupa tarihinde derin bir kırılma yaratacağını söylemek yanlış bir tespit olmayacaktır.
Başarılı olması halinde, Otranto projesi, “pax-romana” gibi, belki Akdeniz’in bütününü kapsayan bir çeşit “pax-turcica” yaratacaktır.
Endülüs, Avrupa ve Türkiye’nin dinamikleri köklü değişikliklere uğrayacaktır. Endülüs uygarlığı büyük bir olasılıkla yok edilemeyecektir. Doğu ve Batı Roma herhalde aynı yönetim altında yeniden birleşecektir. Katolik ve Ortodoks Kiliseleri, doğu ve batı Hıristiyanlarıyla Müslümanlar aynı imparatorlukta birlikte yaşayacaktır.
Bunu da ötesinde, zenginlik ve jeopolitik güçler dengesi, büyük bir olasılıkla Akdeniz’de kalacak, bu deniz Türkler, İtalyanlar, Araplar, Güney Slavlar, Yahudiler ve diğerlerinin ortak ticari alanı olmaya devam edecektir.
Senaryo
Bu şimdi tasavvur edilmesi mümkün olmayan, farklı bir Akdeniz imgesidir. Aynı senaryonun devamı da farklı bir Avrupa ve farklı bir “Avrupa Birliği” kompozisyonudur. İşte Otranto’yu Papalık için unutulmaz kılan, 533 yıl sonra bile ürküten, telaşa sürükleyen de budur. Farklı bir Akdeniz ve farklı bir Avrupa ihtimalinin düşleri işgal etmesi.
Tabii ki gerçek başkadır. Ama, Otranto azizlerinin icat edilmesinin arkasında tam da bu senaryo yatmaktadır. I.Franciscus ile birlikte Papalık, bu senaryoyu kötümserlik ve endişeyle okumaktadır.
Böyle bir okuyuşun şimdi gündeme gelmesi pek hayra alamet değildir. Umalım ki, krizlerle boğuşan Avrupa’da, “Otranto Azizleri” yeni bir “ortak düşman” simgesine yol açmasın. Çünkü Avrupa’da, “Türk karşıtı” yeni ırkçı bir söylemden çok, istikrar ve işbirliğine ihtiyaç vardır..
Alttaki fotoğrafa tıkladığınız zaman, TRT BELGESEL KANALI için hazırladığımız
Otranto ve Türk mağarası programlarını 1’inci bölümde izleyebilirsiniz.
Meclis Araştırma Komisyonu raporunda haksız ayrımcılık yüzünden, insanlık dışı mağduriyet yaratıldığı belirtildi.
Aralarında çok sayıda Türk ailesinin de bulunduğu 11 bin aileyi sahtekârlık yapmakla suçlayan Vergi Daireleri konusunda ihmalkâr davranan Başbakan ve Bakanların istifa edip etmeyecekleri merak konusu…
İlhan KARAÇAY’ın haberi:
Hollanda’da yaşanan haksız suçlama ve ayrımcılık nedeniyle yapılan bir Meclis Araştırması sonucunda verilen rapor, hükümetin çatırdamasına yol açtı.
Medya organlarında yayınlanan haber ve yorumlarda, raporda belirtilen çok ağır suçlama ve ihmalkârlıklar nedeniyle, hükümette istifaların olacağı ileri sürülüyor.
Yorumlarda, istifaya Başbakan Rutte’nin de zorlanacağı ve hükümetin düşeceği belirtilirken, bu beklentinin korona salgını nedeniyle, ülkenin içinde bulunan buhranın artmaması için gerçekleşmeyebileceği de dillendiriliyor.
Konuyu, siz değerli okurlarıma daha iyi anlatabilmek için, önce geçtiğimiz mayıs ayında yazdığım alttaki haberi okuyunuz lütfen:
HOLLANDA VERGİ DAİRESİNDEKİ SKANDALIN YARATTIĞI İKİLEM TARTIŞILIYOR.
SİYASİ PARTİLERİN BASKISINDAN SONRA YAPILAN ARAŞTIRMA SONUCUNDA, SUÇLU BULUNAN GENEL MÜDÜR VE 4 YÜKSEK GÖREVLİNİN İŞİNE SON VERİLDİ.
Vergi Daireleri’nden sorumlu Devlet Sekreterleri Alexandra van Huffelen ve Hans Vijlbrief,
yaptırdıkları araştırma sonucunda 4 yüksek görevliyi işten uzaklaştırdılar.
Hollanda Vergi Daireleri, 2012 ve 2014 yıllarında çifte vatandaşlığa sahip olan onbirbin kişiyi, ayrıcalıklı olarak sıkı takibe almış. Bu itiraf, bizzat Vergi Dairesi’ne ait.
RTL Nieuws televizyonu ile Trouw gazetesinin sorularını yanıtlayan Vergi Dairesi sözcüsü, 2012 yılında 3.403, 2013 yılında 7.466 ve 2014 yılında da 189 çifte uyrukluyu, ‘Suç unsuru kuvvetli şüphesiyle’ sıkı kontroldan geçirdiklerini itiraf etti.
Bu uygulamanın 2015 yılında sonlandırıldığını belirten sözcü, buna neden olarak da, yabancı uyrukluların kasıtlı olarak yanlış bilgilendirmede bulundukları şüphesinin yüksek olmasına bağladı.
Çocuk bakımı için aldıkları sosyal ödenek alan aileler arasında, yabancı uyruklu ve çifte tabiyetli ailelerin, daha şüpheli olduklarını beirten sözcü, sıkı takibin bu nedenle yapıldığını söyledi.
Daha önce meclisteki bir soruya, ‘Vergi Daireleri’nde yabancı uyruklulara karşı özel bir kontrol yok’ diyen Vergi Daireleri’nden sorumlu Devlet Sekreterleri Alexandra van Huffelen ve Hans Vijlbrief, bizzat Vergi Dairesi’nden yapılan bu açıklama karşısında şaşkına dönmüşler ve ‘Bu aşamadan sonra durumu ciddi bir şekilde ele alacağız ve araştırma yaptıracağız’ demişlerdi.
Aralarında çok sayısa Türk ailesinin de bulunduğu vergi mükelleflerinden ceza olarak kesilen aidatların telafisi için derhal harekete geçilmesi gerektiğini belirten, aralarında DENK Partisi’nin de bulunduğu çeşitli siyasi partiler, adı geçen Devlet Sekreterleri’ne soru önergeleri verdiler.
Bakanlığın yapmış olduğu araştırma sürerken, siyasi partilerin ‘Sorumluları derhal uzaklaştırın’ baskısı karşısında, başta Genel Müdür olmak üzere 4 yüksek görevlinin işine son verildi.
Vergi Daireleri’nin diğer çalışanları, sorgulama sonunda sıranın kendilerine de geleceği korkusu ile işçi sendikalarına başvurdu.
Sendikalar, işten çıkarılan Vergi Dairesi yöneticilerinin, suçlu oldukları yargıca saptanana kadar suçsuz olduklarını ileri sürerek Bakanlık kararını protesto ettiler.
‘Zanlılar, suç tespit edilene kadar suçsuzdur’ diyen sendikalar, ‘Yabancı kökenlilere yapılan peşin hükümlü cezalandırmalar ne kadar haksız ise, yabancılara haksızlık yaptıkları iddia edilen görevlilerin de, yargılanmadan cezalandırılmaları haksızlıktır’ diyerek, olası bir toplu işten çıkarmanın da haksızlık olacağını belirttiler.
MECLİS ARAŞTIRMASI
Mayıs ayında yayınladığım yukarıdaki haberden sonra, konunun Meclis Araştırma Komisyonu tarafından ele alınması kararlaştırıldı. Geçen ay yapılan Meclis Araştırması’nda, başta Başbakan Rutte olmak üzere, bakanlar ve yüksek devlet memurları sorgulandı.
Komisyon Başkanı Chris van Dam’ın, duyukları karşısında, ‘Böylesi bir kirli ve yetersiz yönetim ile dünya şampiyonu oluruz’ dediği soruşturma sonucunda, Başbakan Rutte, o zamanın Sosyal İşler Bakanı Lodewijk Asscher, Maliye Bakanı Wopke Hoekstra, Ekonomi’den sorumlu Devlet Bakanı Eric Wiebes ve Sosyal İşler’den sorumlu Devlet Bakanı Loes Mulder suçlu bulundular.
Haksız yere ödenekleri kesildiği gibi, önceden ödenmiş olan ödeneklerin borçlandırıldığı binlerce ailenin, insanlık dışı zorluklar yaşadığı belirtilen rapor, önceki gün meclis başkanı Arib’e verildikten sonra medyaya aktarıldı.
De Telegraaf gazetesi, Başbakan Rutte’nin istifayı düşünmediğini belirtti
Yorumcular şimdi, Başbakan Rutte’nin istifa ederek hükümeti düşürmesini beklemiyorlar ama, toplumdaki kızgınlığın giderilmesi için Bakanlar’ın istifa edeceğini belirtiyorlar.
İki defa kuşattığımız ama ele geçiremediğimiz Viyana’dan esintiler…
Dünyanın en çok turist çeken müzelerinde Osmanlı izleri acısıyla, tatlısıyla yaşatılıyor.
Çerkes Dayı’nın ilginç ve inanılmaz kahramanlığı, bir sokağa konulan küçük heykeli ile anılıyor. Viyana Paralmento Binası
İlhan KARAÇAY gitti, gördü ve yazdı:
Dikkat:Bu çok uzun yazının en sonundaki fotoğrafa tıklayınız TRT BELGESEL KANALI için hazırladığımız 8 bölümlük İZLER programının Viyana versiyonunu, rehberimiz Mustafa Küçüktekin’in güzel anlatımı ile izleyebilirsiniz.
TRT BELGESEL Kanalı için hazırladığımız 5 bölümlük UZAKTAKİ DOSTLAR ve 8 Bölümlük İZLER adlı dökümanterler arasında yer alan Viyana Kuşatmaları, kâğıda dökmediğim konular içinde kaldı. Almanya’daki Şehitliğimiz ve Tütün Fabrikası ile İtalya’daki Etrüskler konularını da henüz kâğıda dökmedim.
Bugün sizlere, ekranlarda zevkle izlediğinizi sandığım Viyana konusunu kâğıda dökerek sunuyorum. Çok yakında da Almanya ve İtalya’dakileri sizlere kâğıt üzerinde sunacağım. Hoş, ‘kâğıt’ diyorum ama, bilgisayar ve telefonlardaki ekranlarda da okunabiliyor artık.
Viyana çalışmamız
Anlatıcı danışman olarak naçizane şahsım, Yönetici Sacit Şahin, Yapımcı İsmail Elden, Yapım Yönetim Yardımcısı Gaye Tilki, Kurgu Tarkan Kızılhan ve kameramanlar Ercan İşsever, Orhan Aybertürk, Hayrettin Demir, Murat Balcı ve son çekimlerini bu belgeselde yapan rahmetli Mehmet Türkoğlu’nun emeği geçen bu çalışmada, rehberimiz Mustafa Küçüktekin’in katkıları da var.
Viyana, Kutsal Roma Germen İmparatorluğu’nun kalbi olan, 16’ncı ve 17’nci yüzyıllarda,
150 yıl arayla iki kez Osmanlı ordusunun kuşatmasını yaşayan bir şehirdir.
Viyana, ilkinde mevsim değişmesi nedeniyle, ikincisinde ise birden fazla nedenin bir araya gelmesiyle kuşatmadan kurtulmuştur.
Bu nedenle, tarihin akışının değiştiği yerlerden biri olan, şimdilerde tarihi binaları ve müzeleri ile en çok turist çeken Viyana anlatılmakla bitmez.
Viyana’da görecekleriniz arasında yenilmiş bir ordunun izleri vardır.
Olsun, o ordu bizimdir ve izler de bize aittir.
Ordular yenerler, yenilirler. İşin doğası böyledir.
Sizlere, Birinci ve İkinci Viyana Kuşatmalarını ve Viyana’nın dünyaca ünlü müzelerini anlatmadan önce, burada efsaneleşmiş bir Türk kahramanın hikâyesini anlatayım.
Bu efsane isim Çerkes Dayı’dan başkası değildir.
UNUTULAMAYAN ÇERKES DAYI
Viyana sokaklarından birinde, tarihi bir binanın köşesine kondurulmuş bir heykel yer alıyor: Çerkes Dayı Heykeli.
Viyanalılar, Osmanlı kuşatması sırasında büyük bir kahramanlık örneği veren Çerkes Dayı’yı, düşman da olsalar bir heykelde yaşatıyorlar. Küçük, ancak hepsi birbirinin benzeri gotik binalarla dolu şehirde, gözlerden kaçmayacak derecede “Osmanlı” görünen heykelin hikayesi ise rivayete göre şöyle: Çerkes Dayı adlı Osmanlı askeri, Viyana’nın kapılarından birine düşen topun açtığı gedikten içeriye yalın kılıç dalar. Ardından kimsenin gelmediğini gören Çerkes Dayı, aynı gedikten gerisin gerisıvışmak varken, düşman saflarına doğru ileri atılır. Savaşarak şehit olmayı tercih eden bu kahraman Osmanlı’nın anısına, yıllar sonra küçük bir heykel dikilir. Karşı saftan da olsa, şahlanmış atının üstünde kılıcı havada savaşan bir kahramanın anısına heykel dikme inceliğini gösteren Viyanalılar, şehrin 4 farklı yerine de bir dönem adının anılmasıyla yüreklere korku salması bir olan “Türk Güllesi” heykellerini kondurmuşlar.
Çerkes Dayı hikâyeleri nedeniyle, iki kuşatmaya rağmen Viyanalılar, Türkler’e karşı düşmanlık hissi duymamışlar. Aksine Türkiye ve Türkler’e sempati duymuşlar. İkiyüzyılı aşkın bir sürede Türk modasına ve Türk mutfağına büyük ilgi duymuşlar. Ünlü Mozart bile ‘Türk Marşı’nı o zamanlarda bestelemiş.
VİYANA’DA TÜRK KAHVESİ’NİN ÖYKÜSÜ
Viyanalılar’ın Türk kahvesi ile tanışmalarını, rehberimiz Mustafa Küçüktekin, Cafe Mozart’ta anlatırken.
Osmanlı Ordusu Acı kayıplardan sonra geri dönerken, diğer tüm gereksiz ağırlıklarla beraber çekilmemiş kahve çuvallarını da geride bırakmıştır. Surların dibindeki kahve çuvalları da, göstermiş olduğu kahramanlıklar nedeni ile kuşatma sonrası Ukrayna asıllı Polonyalı Jerzy Franciszek Kulczycki’ye verilmiştir.
Kulczycki’nin kahramanlığı da ilginç aslında. Ukrayna’da doğan ve Belgrad’da bir süre çalışan bu genç akıcı bir Türkçe öğreniyor. Daha sonra Viyana’da yaşamaya başlayan bu tüccar, şehir kuşatmanın sonlarına doğru açlıktan kırılırken bir gece Türk giysileri ile surlardan gizlice dışarı çıkıyor ve Mehter Marşları mırıldanarak şehrin hemen dışındaki Kahlenberg Tepesi üzerinde konuşlanmış Osmanlı Ordusu’nun uzağında bekleyen Lorraine Dükü Charles’a ulaşıp son haberleri alıyor. Dük’ten çok yakında büyük bir Haçlı Ordusu’nun kuşatmayı kırmak üzere yardıma geleceğini öğreniyor ve hemen geri dönüp bu bilgiyi Viyana’ya ulaştırıyor. Tam şehrin anahtarını Merzifonlu Kara Mustafa Paşa’ya vermeyi düşünen Şehir Konsül Heyeti de, savunmaya son güçleri ile devam etme kararı alıyor.
Kuşatma sonrası bu tüccar da, kendisine verilen çuval çuval kahve ile Avrupa’nın üçüncü, Viyana’nın ilk cafesini Schlossergasse’de açıp adını ‘Hof Zur Blauen Flasche’ yani ‘Mavi Şişenin Altındaki Ev’ koyuyor. Bu arada Cappuchin rahip arkadaşı Marco d’Aviano da acı kahveyi bal ve süt ile tatlandırıp köpürttüğünde elindeki karışımın rengi kendi elbisesini andırdığından, hemen isim babalığı yapıyor ve Kutsal Roma İmparatoru I. Leopold’e sunulan bu özel sunuma ‘Cappuchino’ denmeye başlıyor.
Kulczycki iyice tanınmaya başladığında işi abartıp büyük bir pazarlama taktiği ile kahveyi Yeniçeri giysileri ile sunmaya başlıyor. Osmanlı’nın hiç kullanmadığı sütü de bol tutuyor farklı tatlar bulabilmek için. İşte o günlerden sonra kahve Viyana’nın adeta bir parçası oluyor.
Viyana Merkezindeki Kulczycki Caddesi ve Yeniçeri Giysileri ile Kahve Sunumu yapan bir heykel yer alıyor.
Karlı bir 20 Şubat 1694 sabahı Kulczycki yaşama veda etse de, günümüzde tüm Viyana Café sahiplerince ‘Pir’leri sayıldığından, anısı her sene Ekim ayında yapılan bir festivalle yaşatılıyor ve café camlarına resimleri asılıyor. Bugün Viyana merkezde yer alan Kulczycki Caddesi’nin başındaki bir binanın köşesinde de büstü yer almakta. Viyana’da iseniz en azından bir kere, adeta sanat eseri gibi pastalar yapan, kahve için onlarca seçeneği menüsünde sunan tarihi cafélerden birine mutlaka gidin. En güzelleri arasında Sacher, yaya yolu ve lüks alışverişin merkezdeki kilise ile kesiştiği Noktaya yakın Kohlmarkt’taki Demel, Belediye Sarayı yanında Cafe Einstein, Cafe Mozart, bohem havası ile Cafe Hawelka ve Central Cafe sayılabilir.
Günümüzde tarih bilen her Viyanalı, kahvesinden ilk yudumu alırken mutlaka bu ilginç, kahramanlıklarla dolu, renkli ve hüzünlü hikayeleri anar.
Dünya şehri Viyana
Viyana, müze bakımından dünyanın en zengin şehirlerinin başında gelir. Saray ve kütüphaneleri ile de ünlü olan Viyana, bir zamanlar dünyaya hükmeden Osmanlılar’ın ele geçirmek isteyip ama geçiremediği tek şehirdir.
Yüzyıllar boyunca Avrupa’nın en önemli kültürel ve siyasî merkezlerinden biri olmuş ve bu kimliğini günümüzde de korumayı başarabilmiş Viyana, sadece Avusturya’nın değil, aynı zamanda sanatın ve müziğin, ayrıca Avrupa tarihinin başkenti niteliğinde. Burası, bir bakıma Batı medeniyetinin doğu sınırı sayılabilir. Avusturya’nın dokuz eyaletinden en büyüğü olan bu şehirde, sanatın her çeşidini, Avrupa tarihinin derinliklerini ve dahasını görebilmek mümkün.
Gerek kuşatma ve gerekse müzeler konusunu, başta rehberimiz Mustafa Küçüktekin olmak üzere, Veysel Türk, Yaşar Şadoğlu ve Önder Kaya’nın katkılarıyla sizlere sunuyorum.
Önce müzeler, sonra da kuşatmalar.
Müzeler kenti Viyana
Bir şehrin içinde savaş müzeleri her zaman ilgi çekici mekânlar olmaya adaydır. Hele de bu müze Londra, Paris, Viyana ya da İstanbul gibi emperyal bir geleneğe sahip şehirlerden birinde bulunuyorsa kıymeti bir kat daha artar. Viyana, sahip olduğu müzeler nedeniyle en çok turist çeken kentlerin başında geliyor.
Arsenal Askeri Tarih Müzesi
(Heeresgeschichtliches Museum Arsenal)
Şehrin biraz dışında ve askeri bir alanın içinde kalan Viyana’daki Askeri Müze,
1850-1856 yıllarında ordunun ihtiyacını karşılamak ve silah müzesi olmak üzere yapılmıştır.
1848 ihtilalları sonrasında tarihi silah ve mühimmatın bir kısmının hem korunması hem de sergilenmesi için yeni bir binaya ihtiyaç duyulmuş ve bunun neticesinde Ludwig Foester ve Theophil Hansen’in yapımını üslendikleri bir cephanelik binası ortaya çıkmıştı. Esasen Foester ve Hansen inşaata birlikte başlamış, ilerleyen yıllarda Foester’in ortaklıktan ayrılmasıyla, Hansen inşaatı tek başına sonlandırmıştı. 1849’da inşasına başlanan yapının içindeki süslemelerin bitirilmesi 1872 yılına kadar sürdü. Resmi açılışı ise ancak 1891’de İmparator Franz Josef eliyle gerçekleşti.
1914 yılında Birinci Dünya Savaşı başında kapatılan müze, 1921 yılında tekrar açılmıştır. Bir kale ve bir kışla gibi gözükmektedir. Müze binasını ilk gördüğümüzde bize yabancı gelmeyen bir mimari yapı izlenimi ediniyoruz.
Daha sonra müzenin tanıtım yazılarından, bu binanın mimarisinde, mağrib-bizans ve yeni gotik tarzın hakim olduğunu öğreniyoruz. İkinci Viyana Kuşatması’ndan kalan Osmanlı ganimetlerinin sergilendiği en önemli müzelerden biri. Müzenin önemli bir bölümü bunlar için ayrılmıştır. Bu bölüme girdiğinizde tavandan aşağı doğru asılan Osmanlı sancaklarını görürsünüz.
Savaşları tasvir eden resimler de müzenin önemli eserlerinden. Bu bölümün sonuna doğru geldiğinizde bir sürprizle karşılaşacaksınız. Bir Türk çadırı bütün heybetiyle karşınızda durmakta…
Evet, savaştan kalma bir Türk çadırı da bütün haşmetiyle burada yerini almış.
Binanın dış cephesini süsleyen heykeller, dönemin en önemli heykeltıraşlarından Hans Gasser’in elinden çıkmadır. Yapının iç resimlemesi de hayli ilgi çekici öğeler içerir. Unutulmaması gereken husus binanın inşa olunduğu tarihlerde Habsburg monarşisi ayakta kalmaya, milliyetçi ayaklanmalara direnmeye çalışıyordu. Nitekim bu durumun da etkisiyle 1860’lardan itibaren devlet, en büyük azınlık grubunu oluşturan Macarların da ismini resmiyette zikredecek ve Avusturya-Macaristan İmparatorluğu adıyla anılmaya başlanacaktı. Haliyle müze içindeki resim ve heykellerde Avusturya toplumunun ve tarihinin gücüne sıklıkla gönderme yapılır. Ortak düşmana karşı birleşik ve uyanık olma zorunluluğu dillendirilir. Doğal olarak tarihsel süreçteki en büyük düşman da Osmanlılardır. Daha girişten itibaren Osmanlı imgesine pek de hoş olmayan kuvvetli göndermeler yapan eserlerle karşılaşıyorsunuz. Burada yer alan tarihsel komutan ya da idarecilerin bir kısmının ayaklarının altında Osmanlı savaşçılarına ya da sancaklarına tesadüf etmek mümkün. Salonun diğer kısımlarında da Osmanlı Devleti’ne karşı kazanılan zaferler tavana resmedilmiş vaziyette. Zaten müzenin en çok ilgi çeken bölümlerinden biri de ikinci kattaki Osmanlı bölümü.
Osmanlı Bölümü
Müzenin ikinci katında Osmanlı tarihine dair son derece önemli bir bölüm bulunuyor. Bu koleksiyon Avrupa müzelerindeki emsalleri arasında önde gelen bir konuma sahip. Esasen Viyana’da Osmanlı dönemine ait savaş ganimetlerinin 1683’e kadar olan kısmı daha ziyade Sanat Tarihi Müzesi’nin silah koleksiyonunda muhafaza ediliyor. 1683 sonrasına ait silahlar ise ağırlıklı olarak Viyana Şehir Tarihi Müzesi ve Arsenal Museum’da sergileniyor. Arsenal Museum’daki koleksiyonun bir kısmı hanedan silahhanesinden buraya aktarılan parçalardır. Hanedan silahhanesinden aktarılan koleksiyonun en önemli parçasını ise sancak ve tuğlar teşkil eder. Zira Avusturya ordusu tarafından kazanılan zaferler sonrasında sembolik olarak derin anlamlar taşıyan bu parçalar İmparator’a hediye edilirdi. Osmanlılarla yaşadıkları mücadeleler göz önüne alındığında Avusturya müzeleri doğal olarak en zengin Osmanlı sancak koleksiyonuna sahip.
Esasen, müzelerde Osmanlılara dair sergilenen parçaların, Viyana’ya farklı vesilelerle geldiği biliniyor. Bunlardan bazıları savaş alanlarında ele geçen ganimet, bazıları elçilik temasları sırasında gönderilen hediyeler ve bazıları da özellikle şarkiyatçıların ya da diplomatların kendi kişisel gayretleri ile, ya da devlet namına topladıkları koleksiyonlar vesilesiyle müzelere intikal etti. Bu tür koleksiyonların en zenginlerinden biri, ünlü şarkiyatçı Joseph von Hammer tarafından toplandı. Yine müzelerde yer alan bazı kıyafet, sedef satranç takımları, kahve takımları gibi günlük malzemeler de bilhassa diplomatların ya da merak duygusugelişmiş insanların saikıyla Viyana’ya getirildi.
Bazı malzemeler ise, ticari ilişkiler neticesinde, Avusturya topraklarına girdi. Örneğin, Bursa işi dokuma kumaşlar, İznik çinileri, Bergama halıları bu türden ürünlerin başında gelir. Osmanlılara ait askeri malzemeler ise ağırlıklı olarak Macaristan, Avusturya ve Almanya’nın Bavyera bölgesinde, Türklerle yaşanan karşılaşmalardan ele geçenlerdi. Bu tarz malzemelerin daha 19. yüzyıldan itibaren bazı özel koleksiyonlarda toplandıklarını ve bir kısmının da sergilendiğini biliyoruz. Misalen Sultan Abdülaziz’in Avrupa seyahati sırasında maiyetinde yer alan Hafız Ömer Efendi, ruznamesinde Viyana’da eski silahlar müzesi olarak düzenlenen Ambr şatosundan ve burada gördüğü Osmanlı silahlarından bahseder.
Müzenin gelişimi
Depolara indirilmiş olan pek çok malzeme düzenlenen müzede yerini aldı. Yeni bazı koleksiyonlar da ziyaretçilerin beğenisine sunuldu ki bunlar arasında en önemlilerinden biri I. Dünya Savaşı’nın konu edinen resim koleksiyonudur. 1938’de Avusturya’nın Alman Reich’ına katılmasından müze de nasibini aldı. Müzenin başına Berlin Askeri Müzesi’nin de başında bulunan Herees getirildi. II. Dünya Savaşı yıllarında bu binada Nazi idaresinin başarılı propaganda örneği olan bazı sergiler düzenlendi. Müze, en büyük darbeyi 10 Eylül 1944’te yedi. Bu tarihte Amerikalılar tarafından şiddetli bir biçimde bombalandı. Öyle ki kuzeydoğu kısmı tamamen yıkıldı. Savaş sonrasında yeniden yapılandırılmasına ise ancak 1946’da başlanabildi. Müzenin adı bugün de kullanılmakta olan ‘Heeresgeschichtliches Museum’a çevrildi. Askeri tarihle ilgili yeni koleksiyonlar eklendi. Sanat Tarihi Müzesi ve Belvedere Sarayı’ndan bazı parçalar da buraya aktarıldı. Bina, gerçek anlamda askeri havası ile ön plana çıkan bir sanat müzesine çevrildi. Teknik Müze’den de donanmaya ait bazı model gemiler getirilerek ayrı bir bölümde sergilenmeye başlandı. Müzedeki koleksiyonlar Avrupa’nın son beş asırdaki tarihine ışık tutar nitelikte. Ayrıca Avrupa’daki en önemli Osmanlı savaş malzemesi koleksiyonu da yine bu müzede bulunuyor.
Müzenin giriş katında hemen sağ tarafta Avusturya tarihinin farklı devrelerinde kullanılan üniformalar ve şapkalar sergileniyor. Yine 19. ve 20. yüzyıla ait bazı ateşli silahları da burada incelemek mümkün. Bu bölümün belki de en ilgi çekici kısmı I. Dünya Savaşı’nın çıkmasına sebebiyet veren ve Avusturya-Macaristan Veliaht Prensi Franz Ferdinand’a düzenlenen suikasta dair belge ve malzemeler. Bilindiği üzere Franz Ferdinand, 28 Haziran 1914’de Saraybosna’ya bir ziyaret düzenlemiş ve aynı gün içinde tam iki kez suikasta maruz kalmıştı. Ziyaretin gerçekleştiği tarih, Sırplar açısından ayrıca önemliydi. Zira bu tarih Sırbistan’ın Osmanlı idaresine girişinin başlangıcı olarak kabul edilen I. Kosova Savaşı’nın yıldönümüne denk gelmekteydi. Veliahda düzenlenen ilk suikastta korumalarından bazıları yaralanmış, ancak Gavrillo Princip tarafından gerçekleştirilen ikinci suikast amacına ulaşmıştı. 19 yaşındaki tüberküloz hastası bu genç, hem Avusturya tahtının gelecek umudu olan veliahdı hem de eşini, tabancasından çıkan mermilerle öldürecekti. Sonrası malum; gerginleşen Avusturya-Sırbistan ilişkileri ve bunun sonrasında çıkan savaş, kısa bir süre sonra devreye Almanya ve Rusya’nın girmesiyle büyür. Bu ülkeleri Fransa ve İngiltere takip eder ve dünya, 20. yüzyılın ilk cehennemine sürüklenir.
Müzede veliaht ve eşinin içinde can verdiği otomobil sergilenmekte. Hatta aracın üzerindeki kurşun delikleri dahi rahatlıkla seçilebilmekte. Yine bu kısımda arşidük ve ailesinin çeşitli fotoğraflarının ve cenaze töreninin yanı sıra suikastı gerçekleştirenlerin resimleri ve suikast sırasında kullandıkları silahlar da sergilenmekte. Tekrar girişe yönelecek ve bu sefer sol tarafa doğru ilerleyecek olursak karşımıza müzenin II. Dünya Savaşı sırasında Nazi işgal dönemine ait obje ve silahların sergilendiği kısmı çıkar. Burada obüs toplarından zırhlı araçlara, uçak savarlarda, projektörlere pek çok silahın yanı sıra Nazi propaganda afişlerine rastlamak da mümkün. Ayrıca savaş sonrasında müttefiklerin kurduğu düzene dair bazı objeler de bu kısımda ziyaretçilerin beğenisine sunulmuş vaziyette.
Bu bölüme geldiğinizde aynı zamanda müzenin cafe kısmına da ulaşmış oluyorsunuz. Burası hediyelik eşya reyonu vazifesi de görüyor. Arzu ederseniz yine bu alanda hem müzeye dair çeşitli yayınlara hem de savaş tarihini konu edinen pek çok kitaba ücreti mukabilinde rahatlıkla sahip olabilirsiniz. Açıkçası buradaki kitap satış noktası beni hayretler içinde bıraktı. Eğer savaş tarihine ilgi duyuyorsanız sizi burada son derece zengin bir kitap çeşitliliği bekliyor.
Müze renkli etkinliklere sahne oluyor
Yola revan olacak olursanız bu sefer de sizi Avusturya donanmasına ait objelerin sergilendiği bir kısım bekliyor. Çeşitli üniformalar, gemi maketleri, pruva bölgesine konan bir takım heykelcikler, flamalar ve önemli deniz erkânının portrelerinin yer aldığı zengin bir alan burası. Yeri gelmişken hemen belirteyim ki bilhassa hafta sonları müzenin arka bahçesi son derece eğlenceli etkinliklere sahne oluyor. Belli bir devreye ait savaşçı üniformalarını giyen ziyaretçiler, arka bahçede taktiksel bazı oyunlar oynuyorlar. Bu sebepten müzeyi gezerken karşınıza bir ortaçağ savaşçısı ya da 18. yüzyıl piyadesi çıkarsa sakın ola şaşırmayın. Müzede bu tarz askeri kıyafetler belli bir ücret mukabilinde kiralanabiliyor. Hatta arzu ederseniz çocuklarınıza da bu tarz kıyafetlerden giydirebilirsiniz. Gelgelelim çoğu ziyaretçi bu işi o denli ciddiye alıyor ki kendi kıyafetlerini getirmiş ve müzeye o şekilde gelmiş de oluyorlar.
İkinci kata çıkan merdivenlerin hemen başında ise sizi, müzenin kurucusu İmparator Franz Josef’in bir büstü karşılıyor. Franz Josef 1848’den 1916’ya kadar Avusturya’yı idare etmişti. Bu yanıyla da Avrupa tarihinin en uzun süre ile tahtta kalan hükümdarları arasına girdi. Hâlihazırda bugün Viyana’da görülen pek çok müze ve tarihsel yapı onun zamanında inşa olunmuş, Viyana tam anlamıyla bir kültür şehrine dönüştü. İkinci katın giriş salonunda sizi Avusturya tarihinin zaferlerini anlatan bir dizi duvar resmi karşılar. Bu resimlerden bazıları Türklere karşı kazanılan zaferleri tasvir eder. Önce merdivenlerden çıkışta sağınızda kalan kısmı gezmenizi tavsiye ederim. Zira diğer kolda kalan kısım Osmanlılara ayrılmış. Burayı muhtemelen daha detaylı görmek isteyeceğiniz için sona bırakmanızı öneririm. Napolyon savaşlarına ve sonrasındaki Restorasyon devrine ayrılan kısımda bir kısmı Napolyon’a bir kısmı ise Avusturya imparatorları ve devlet adamlarına ayrılan tablolara tesadüf etmek mümkün. Bilindiği üzere Napolyon, Kutsal Roma Germen İmparatorluğu’na son verdiği için, artık 19. yüzyıldan itibaren Viyana’da oturan monarklar önce Avusturya imparatoru, sonrasında ise Avusturya-Macaristan imparatorlu unvanını taşımaya başlayacaklardır. Ayrıca bu bölüm çok sayıda harita ve dönemin silahları ile de ilgi çekici bir hale getirilmiş.
Osmanlı koleksiyonu
Gelelim asıl konumuz olan bu müzedeki Osmanlı koleksiyonuna…
Avusturya’da Osmanlılara ait malzemeler, çeşitli müzelere dağılmış olsa da, en zengin koleksiyon Arsenal Museum’da bulunuyor. Burada sergilenen objeler arasında tüfekler, ok, yay, ok muhafaza keseleri, mızraklar, yatağanlar, zırhlar, sancaklar, kavuklar, kalkanlar, mataralar, havan topları ilk göze çarpan örnekler.
Ayrıca, Viyana önlerinde Türkleri ya da Osmanlı-Avusturya savaşlarını anlatan pek çok gravürün, kopya baskılarını da burada bulunan büyük kataloglardan incelemeniz mümkün. Müzede bulunan ve Viyana kuşatmasını gösteren tablolar da ayrıca görülmeye ve incelemeye değer. Bu tablolarda kuşatma sırasındaki Osmanlı, Leh ve Avusturya birlikleri gayet detaylı olarak resmedilmiş. Buradan hareketle askeri tarihe dair yeniçeri giysilerinden, ateşli silahların kullanımına kadar pek çok konuda detay bilgiye ulaşmak mümkün.
Müzenin özellikle iki önemli parçasına bilhassa işaret etmekte fayda var. Bunlardan ilki ‘Silahtar’, ‘Damat’ ve ‘Şehit’ gibi unvanlar taşıyan, sadrazam Ali Paşa’ya ait olduğu söylenen çadırdır. Bu çadır Petervaradin Muharebesi sonrasında savaş ganimeti olarak Avusturyalıların eline geçmiş olup, müzede sergilenmekte. Bilindiği üzere, ‘Mora Fatihi’ olarak da anılan Paşa, 17’nci yüzyılın sonlarında kurulan, Kutsal İttifak’ın ele geçirdiği toprakları geri alma politikası çerçevesinde, önce Mora’dan Venediklileri atmış, akabinde de Avusturya seferine çıkmıştı. Ancak, Petervaradin denilen mevkide, çağının en önemli kumandanlarından biri olan ve Avusturya birliklerini idare eden, Prens Eugene de Savoy karşısında başarılı olmamıştı. Dağılan birliklerini toparlamak üzere ileri atıldığı bir sırada kendisine isabet eden bir kurşunla şehit olmuş, cenazesi Belgrad’a getirilerek kale içinde inşa olunan türbesine defnolunmuştu.
Müzede Paşa’nın çadırı için ayrı bir alan ayrılmış ve çadırın tam önüne de bir havan topu yerleştirilmiş. Çadırın kırmızıya çalan renkleri iyi korunamadığı için, her ne kadar solmuş olsa da, çadır bezeme sanatının 18’inci yüzyılda geldiği noktayı göstermesi açısından önemli bir örnek. Başka bir önemli parça da, yine Prens Eugene ile mücadele ederken canından olan bir diğer Osmanlı sadrazamı Elmas Mehmet Paşa’nın hatırasını taşır. Bilindiği üzere, Paşa, Enderun’dan yetişmiş ve çok kısa bir süre içinde basamakları tırmanarak otuzlu yaşların ortalarında sadrazamlığa yükselmişti. Aslen kalemiyeden gelmesine ve bu sebeple askeri konulardan çok anlamamasına rağmen, inatçı, sert ve hırslı mizacı sebebiyle pek çok düşman edinmiş, sonunu da bu tavrı belirlemişti.
Elmas Mehmet Paşa Avusturya üzerine çıkılan 1697 tarihli sefer sırasında, ordunun geçişi için, Zenta mevkiinde, Tisa Irmağı üzerinde bir köprü kurdurmuş. Sultan II. Mustafa, yeniçeriler ve ordunun bir kısmının yanı sıra, hazineyi de karşı tarafa geçirmişti. Ancak Osmanlı ordusunu takip eden ve durumdan casusları vasıtasıyla haberdar olan Prens Eugene, Osmanlı ordusunun geri kalan kısmına saldırmış ve Elmas Mehmet Paşa ordu içinde meydana gelen paniği engelleyememişti. Paniğe kapılan ordu, köprüye hücum etmiş ve bu durumun neticesinde 2000 kadar Osmanlı askeri köprüden düşerek Tisa Irmağı’nda boğulmuştu.
Sadrazam, Prens Eugene’e karşı savunma tertibatı almaya çalışarak, köprünün bir kısmını kaldırtmış, muhtemelen bu duruma sinirlenen Osmanlı askerlerince de savaş alanında öldürülmüştü. Avusturya ordusu karşı sahile geçemeyen Osmanlı askerlerini kılıçtan geçirmiş ve bu hezimet, Osmanlı tarihinin en ağır anlaşmalarından biri olan Karlofça’ya uzanan süreci tetiklemişti. Yaşanan bu felaket sırasında Elmas Mehmet Paşa’nın koynunda taşıdığı sultan II. Mustafa’nın mührü de Avusturyalıların eline geçecektir. Üzerinde, “Mustafa bin Mehmet Han, el-Muzaffer daima” ibaresi okunan bu mühürde, II. Mustafa’nın tahta geçiş tarihi olan 1106/1695 tarihi kazılıdır.
Söz konusu mühür 1891’de müzeye verilmişti.
Uzun sözün kısası, yolunuz Viyana’ya düşerse, Arsenal Museum’a bir gününüzü ayırmayı unutmayın. Hem Avrupa hem de Osmanlı savaş tarihine dair nice hatıra sizi bekliyor olacak.
Bir gezgin olarak yolunuz müzelere kütüphanelere ne kadar düşer?
Veya şöyle de sorabiliriz; bir ülkeye veya bir şehre seyahat ettiğinizde müzeleri gezmek ihtiyacını hissediyor musunuz?
Şuna inanın, dışarıda göreceklerinizden çok daha fazlası buralarda bulunuyor. Çünkü müzeler, toplumların kendi tarihinin bütün dönemlerine ait bilim ve sanat eserleri ve toplumun hayat tarzını yansıtan diğer bütün nesnelerin toplandığı yerlerdir. Sadece kendi toplumunu da değil, tarih boyunca ilişkide olduğu, hatta savaştığı toplumların da yansımalarını buluruz buralarda. Bence müzeler olağanüstü yerlerdir. Ancak biraz meraklı, biraz da sabırlı olmak gerekir.
Bir keşif yolculuğudur müzeleri gezmek. Keşfetmek ve onları fotoğraflamak yüksek bir keyiftir. Hele Osmanlı’nın izlerini sürüyorsanız, Avusturya müze ve kütüphaneleri tam bir hazinedir.
Meşhur müze ve kütüphanelerin dışında, birçok kilise arşivleri, kütüphaneleri veya vakıf Kütüphaneleri, Osmanlı ile ilgili binlerle ifade edilebilecek eserlere sahiptir. Dilerseniz bu müze ve kütüphanelerde de küçük gezintiye çıkalım.
Türk Müzesi – Niederösterreich’da Osmanlılar
(Türken Museum- Die Osmanen in Niederösterreich)
Herkesin bilmediği, hatta muhtemelen neredeyse hiç kimsenin bilmediği müzelerden biri de, Viyana çevresinde, Aşağı Avusturya Eyaleti’nde bir küçük şehir olan Türk Müzesi’dir. Perchtoldsdorf, Mödling yakınlarında bulunan bir yerleşim birimidir. Bu müze, Aşağı Avusturya’da Osmanlılar konseptiyle tasarlanmıştır. İlk girişte bizi elinde kılıç, atıyla şaha kalkmış bir Osmanlı sipahisi karşılamakta…
Eski Belediye Binası, Enformasyon bürosu olmuş, ikinci katı da müze haline getirilmiştir. 1526- 1683 yılları arasında yapılan savaşlar ve bunlarla ilgili resimler, minyatürler, fotoğraflar, bazı kalıntılar, belge ve bilgiler, silahlar, madeni paralar, haritalar müzede yer almaktadır. Ayrıca askerlerin ve savaşların canlandırıldığı maketler de burada yer almaktadır. Müze’deki panolarda Osmanlı tarihi hakkında da bilgi verilmektedir.
Kanuni Sultan Süleyman, ‘en büyük kuşatma’ olarak bilinen, Malta kuşatmasını yapan Piyale Paşa’ya destek olması için Turgut Reis’e emir verir. Ama buna rağmen bu kuşatma kanlı bir başarısızlıkla sonuçlanır. Malta Şövalyeleri’nin esir aldıkları Türk leventlerinin elleri bağlı heykelleri yapılarak müzelerde sergilenir. İşte bu heykellerin Viyana müzelerinde sergilenişi.
( Tuna Dergisi. Viyana Efes Müzesi Müdürü Dr. Georg Plattner’in anlatımıyla)
Viyana’daki “Neue Burg”, Sanat Tarihi Müzesi’nin eski eserler koleksiyonuna dahil olan ve içinde Efes, Tyrsa (Türkiye) ve Semadirek Adası’ndaki (Yunanistan) Avusturya kazılarından elde edilen parçaların sergilendiği Efes Müzesi’ne halihazırda 40 yıldır ev sahipliği yapmaktadır (Resim 1).
Efes’ten gelen buluntuların 1901 yılından itibaren Viyana Volksgarten’daki Theseus
Tapınağı’nda sergilenmesi
Efes, antik dünyanın en büyük şehirlerinden biri sayılıyordu. Roma Dönemi’ne kadar dini ve ekonomik bir merkez olarak kalacak olan Artemis Tapınağı, Antik Çağ’daki Dünyanın Yedi Harikası’ndan biri ünvanını almıştı. Şehrin Androklos tarafından kuruluşu, Eski Artemis Tapınağı’nın Kroisos tarafından vakfedilmesi, Büyük İskender’in dünyaya geldiği farz edilen gece mabedin yanışı ve Havari Pavlos’un tiyatroda halkın önüne çıkışı, bu antik şehrin efsaneden bilimsel olarak kanıtlanabilen geçmişe kadar uzanan yelpazesini tamamlamaktadır.
Augustus’un hükümdarlığında Efes, eyalet başkenti olarak Roma İmparatorluğu’nun en önemli bölgelerinden birinin merkezi haline geldi. İmparatorluk Dönemi’nden tapınak, tiyatro, çeşme ve hamam gibi çok sayıda kamusal yapı günümüze kalmıştır. 1869’da Britanyalı John Turtle Wood’un Artemis Tapınağı’nın yeniden keşfini sağlaması, ancak British Museum’un çalışmaların devamını finanse etmemesi üzerine, 19. yüzyılın sonunda Avusturya-Macaristan Tuna Monarşisi de Efes’teki kazılarla birlikte Doğu Akdeniz’de büyük bir araştırma projesi başlatmaya karar verdi. 1895’te başlayan araştırmalar, 1898 yılında kurulan Avusturya Arkeoloji Enstitüsü tarafından bugüne kadar sürdürülmektedir.
EFES’TE AVUSTURYA KAZILARI VE MÜZE ÇALIŞMALARI
19. yüzyılın sonlarındaki kazılar, genellikle buluntuların ve arkeolojik nesnelerin bir bölümünün araştırmayı yapan enstitülere ve milletlere verilmesi yönünde bir sözleşmeyi de içeriyordu. Osmanlı İmparatorluğu ve Avusturya-Macaristan Monarşisi arasındaki dostane bağlılık nedeniyle, o dönem padişah olan II. Abdülhamid, Efes’ten çıkan antik eserlerden bir seçkinin, Viyana koleksiyonları için İmparator Franz Joseph’e hediye edilmek üzere ülke dışarı çıkarılmasına izin veren bir irade kaleme aldırdı. Karşılık olarak Sultan’a Avusturya’dan Lipizzaner atları ve başka değerli eşyalar hediye edildi.
Bu durum üzerine, 1896-1906 arasındaki ilk kazı yıllarında, çok değerli bazı Efes buluntuları Viyana’ya getirildi. Yeni buluntular, 1891 yılında açılmış olan Sanat Tarihi Müzesi’nde artık uygun şekilde saklanamıyordu. 1901’den itibaren öncelikle geçici olarak Volksgarten’daki Theseus Tapınağı’nda (Resim 2) ve Prens Eugen’in eski şehir sarayı olan Unteres Belvedere’de özel sergiler yapıldı.
Part Anıtı diye adlandırılan eserin kabartma levhaları
Buluntuların verdiği şevkle yeni bir müze binası planlandı. Ancak bu plandan kısa sürede vazgeçildi; çünkü İstanbul Arkeoloji Müzesi’nin kurucusu ve müdürü Osman Hamdi Bey’in girişimleri sonucu yürürlüğe giren yeni bir Türk Eski Eserler Tüzüğü’yle beraber, 1906/1907’den itibaren eski eserlerin yurtdışına çıkarılması yasaklandı. Bundan sonra Efes’ten Viyana’ya başka buluntu gelmemiştir.
Sonraki yıllarda iki tane dünya savaşının da getirdiği zorluklar nedeniyle sadece geçici çözümler bulunabildi. Sonunda 1973 yılında bakanlık kararıyla Heldenplatz’daki Neue Burg’da bir Efes Müzesi kurulması sağlandı. 1881 yılında inşasına başlanan imparator sarayının görkemli mekanları, eserlerin büyük bölümünün -birkaç metre yüksekliğe ulaşan mimari parçalar da dâhil olmak üzere- sergilenmesini mümkün kıldı. Bugünkü biçimiyle Efes Müzesi, Aralık 1978’de zamanın federal cumhurbaşkanı Rudolf Kirchschläger tarafından açıldı. Aralık 2018’de, 40. doğum günü kutlamaları için yeni bir sergi bölümünün açılış töreni gerçekleştirildi. Efes Müzesi’nde artık üç antik yerleşim olan Efes, Trysa ve Semadirek’ten elde edilen buluntular sergilenmektedir.
VİYANA’DA SERGİLENEN EFES ESERLERİ
Geç Klasik Dönem Artemis Tapınağı’nın büyük sunağının Efes’ten getirilen parçaları sergide yer almaktadır. Bunlar devşirme olarak yeniden kullanılmış halde tiyatronun yakınlarında bulunmuştur. Tahminen bunlara ait olan yaralı bir Amazon kabartması ise, M.Ö. 5. yüzyılda Efes’te, en ünlü Yunan heykeltıraşların katıldığı bir yarışmada “icat edildiği” söylenen üç büst türünden birini izler.
Sayısız parçalar ve bütün levhalar halinde, hemen hemen 40 metre uzunluğunda olan ve insan boyutlarından biraz daha büyük figürleriyle günümüze kalan Part Anıtı adlı bir Roma İmparatorluk Dönemi kabartma serisi, kapsam ve anlam bakımından eşsizdir (Resim 3). Art arda üç nesil boyunca Roma İmparatorluğu’nu yönetmiş en az dört Roma imparatorunu [Hadrian, Antoninus Pius, Lucius Verus ve Marc Aurel (M.S. 117-180)] içeren bir kabartma, merkezi oluşturmaktadır. Barbarlara karşı başarılı bir mücadele içindeki Romalı askerler, bir tanrılar meclisi ve bir dizi şehir ve eyalet kişileştirmeleri ile beraber bu devlet anıtında, imparatorluğu taşıyan sütunlar övülmektedir. Bunlar, nesiller boyu süren siyasi düzen, bütün dış düşmanlara karşı askeri güç, gelişen eyaletler sayesinde kurulan toplumsal ve ekonomik temel ve tanrılar dünyasının dini desteğidir. M.S. 140 civarına tarihlenen anıt, Geç Antik Çağ’da parçalarına ayrılmış ve levhalar birçok kez yeniden kullanılmıştır. Öyle ki, anıtın biçimi ve orijinal konumu hakkında bugüne kadar sadece tahmin yürütülebilmektedir. Efes Müzesi’nde bundan başka, anıtsal bir İmparatorluk Dönemi hamamı olan Liman Gymnasiumu’ndan getirilen, içlerinde güreş alanından bir atletin bronz heykelinin de bulunduğu heykeller sergilenmektedir (Resim 4). Antik bronz heykeller, malzemenin yüksek değerinden dolayı çoğunlukla sonradan tekrar eritilmiş ve bu yüzden de günümüze kadar nadiren ulaşabilmişlerdir. Efes’teki heykel, bir deprem sırasında kaidesinden ayrılmış ve çöken çatının altında gömülü kalmıştır. 234 parça, Viyana’da 1897/1898’de yeniden bir araya getirilmiştir.
Roma anıtlarının fikir verebilecek nitelikteki kesitleri, mimari örnekler halinde sergilenebilmektedir. Kirişle beraber iki sütunu Viyana’da dikilen Oktagon, tahminen IV. Arsinoe’nin mezar yapısıydı. Mısırlı prenses, kız kardeşi ünlü Kleopatra’nın emriyle M.Ö. 41’de sürgündeyken, Efes’teki Artemis Tapınağı’nda öldürülmüştür. İç savaşın kargaşasının ardından, belli ki Augustus’un isteğiyle şehir merkezindeki anıt inşa edilmiştir.
Tiyatronun, Celsus Kütüphanesi’nin, Liman Gymnasiumu’nun ve anıtsal bir dairesel planlı yapının daha başka yapı parçaları, Anadolu’nun Roma mimarisi hakkında bir fikir vermektedir.
Uzun yıllar depoda kalan, portre sanatının önemli şaheserleri de yeniden görülebilmektedir. Bugüne kadar hiç sergilenmemiş kamusal alan heykelleri restore edilmiş olup ve mermer ticaretinin gelişmiş lojistiği hakkında bir fikir veren, gösterişli renkli mermerden yapılmış antik sütunlar ile beraber yeniden sunulmaktadır.
EFES MÜZESİ’NDEKİ DİĞER ESERLER
Efes Müzesi’nde Yunanistan’ın Semadirek Adası’ndaki kazılardan elde edilen buluntular da sergilenmektedir. 1873 ve 1875 yıllarında Viyana Üniversitesi Klasik Arkeoloji Bölümü’nün ilk ordinaryüsü Alexander Conze, orada iki Avusturya araştırma gezisi yürütmüştür. Burada, Antik Çağ araştırmalarının henüz erken bir döneminde, her şeyden önce bilimsel bir yöntem takip edilmiştir. Araştırma gezisinin amacı mabedin belgelenmesi ve teorik rekonstrüksiyonunun yapılmasıydı. Fotoğraf da ilk kez detaylı kazı dokümantasyon metodu olarak kullanılmıştır.
Semadirek, Geç Antik Çağ’ın ve Helenizm Dönemi’nin önemli bir mistik dini merkeziydi. Hieron, mistiklere kültün gizemlerinin açıklandığı törenin yapıldığı tapınak benzeri bir yerdi. Dor mimarisinin parçaları, çatı süslemesi ve alınlık heykelleri Efes Müzesi’nde görülebilir. Daha başka mermer yapı parçaları, M.Ö. 3. yüzyıl başlarından kalmış Yunan Antik Çağı’nın en büyük üstü kapalı dairesel planlı yapısı olan Arsinoe Tapınağı’nı belgelemektedir.
Efes Müzesi’nde ilk defa Tyrsa Heroonu (M.Ö. 380 civarı) da tematize edilmektedir (Resim 5). Türkiye’nin güneybatısındaki Likya’dan gelen ve ünlü Halikarnas Mozolesi’nin öncülü olarak nitelenen mezar anıtının, özellikle zengin kabartma süslemeleri çok önemlidir. Çevre duvarının dört iç yüzünün her biri, giriş duvarının dış yüzü ve duvarla çevrelenmiş avlu içindeki mezar yapısı kabartmalarla süslüydü. Şehir kuşatması, av ve savaş, mitolojik sahneler, Amazon ve Sentor savaşları gibi çok çeşitli konular anlatılmıştır. Bunlar, çeşitlilikleri bakımından Heroon’u Likya’nın en zengin anıtı yapmaktadırlar. Buradaki Yunan ve Pers etkilerinin kaynaşması, doğrusal perspektifin ilk belirtileri ve ayrıca mezar sahiplerinin efsane ve hikayesinin paralel anlatımının sanat tarihi bakımından eşsiz biçimde gerçekleştirilmesi, eski Akdeniz dünyasında tektir.
Kabartmalar, anıtsal kapı ve mezar yapısının parçaları, Türk makamlarının izniyle 1882’den 1884’e kadar geçen sürede Viyana’ya nakledilmiştir. Ancak anıtın boyutları şimdiye kadar uygun bir yerleştirmeye engel olmuştur. Şu an Avusturya Tarih Evi’ne geçici bir sergi dolayısıyla bırakılmış olan bir mekanlar grubunun yenilenmesinin, yakında tüm friz serisinin sergilenmesini mümkün kılacağı umulmaktadır. Güncel yeniden kurulumda bir ön izleme olarak güney ve batı duvarından önemli kabartma levhaları gösterilmekte, anıt ve anlamı açıklanmaktadır.
Böylece Efes Müzesi, 19. yüzyıl arkeolojik araştırmaları hakkında bir fikir vermekte, o dönemin Osmanlı İmparatorluğu ve Avusturya Monarşisi arasındaki iyi ilişkileri ve Efes’teki güncel araştırmaların en yeni sonuçlarında görüldüğü gibi, günümüzde Türkiye’deki kazı projelerinin başarılı uluslararası bilimsel işbirliğini belgelemektedir.
Viyana Şehri Tarih Müzesi
(Historisches Museum der Stadt Wien)
Gezimize Viyana Şehir Tarih Müzesi’nde devam ediyoruz. Karlsplatz’da bulunan Viyana Şehir Tarih Müzesi, 1887 yılında kurulmuş. Bugünkü yerine 1959 tarihinde taşınmış. Müzenin bir bölümüne “Türk Ganimeti” adı veriliyor. Bu bölümde Savaştan kalma silah ve muhimmatlar var. Ayrıca, Kuşatma ile ilgili manzaralar, şehir planları da bu bölümde muhafaza ediliyor. Müzede bulunanlardan bazıları; Kara Mustafa Paşa’nın Çadırı, Kara Mustafa Paşa’nın Resmi, Sancak, Türklerin Viyana’ya saldırısını gösteren resimler, Kara Mustafa Paşa’nın Viyana Şehrine ve Kalesine Mektubu.
Sanat Tarihi Müzesi (Kunsthistorisches Museum)
Sanat Tarihi Müzesi’nde Kanuni Sultan Süleyman ve Ferdinand savaşlarından, 16. Yüzyıldan kalma savaşlardan günümüze kadar gelen savaş malzemeleri. Osmanlı’lar ile Habsburglar’ın karşılıklı göndermiş oldukları hediyeler bulunmaktadır.
Avusturya Milli Kütüphanesi (Österreichischen Nationalbibliothek )
Bu seferki durağımız Avusturya Milli Kütüphanesi. Çok sıkı güvenlik önlemleri altında kütüphaneye giriyoruz. Kütüphaneye çanta, cep telefonu, fotoğraf ve video kameralar sokmaya izin verilmiyor. Bunları emanete teslim etmek zorundasınız. Bütün bu sıkı kurallara rağmen kütüphaneden istifade etmek ise basit ve hızlı. Belli prosedürler uygulanıyor.
Doktorave üstü araştırma yapanlar kitapları ödünç alabiliyorlar. Ayrıca dikkatimi çeken başka bir husus, araştırmacının üzerinde çalıştığı kitaplar, belli bir süre yerine konmuyor, araştırmacının her an alabileceği şekilde hazır bekletiliyor. Zaman ve iş kaybı önlenmiş oluyor. Avusturya Milli Kütüphanesi’nin tarihsel kökleri çok eskilere kadar uzamaktadır. Kökü 1368 tarihine kadar gitmektedir. Kraliyet Kütüphanesi olarak hizmet veren kütüphanenin, bugünkü ismi ve konsepti, 1945 yılında belirlenmiş. Bu kütüphanede de Osmanlı ile ilgili yüzlerce eserin olması tabiidir. Türkiye’de yayınlanan bazı eserlerde de yer alan, Osmanlı toplumunu çeşitli yönleriyle yansıtan resimlerin yer aldığı koleksiyonlar ‘çok nadide eserler’ olarak burada bulunmaktadır.
Melk Vakıf Müzesi (Stift Melk )
Melk Vakfı, kendini inanç ve kültür merkezi olarak tanımlamaktadır. 12’nci Yüzyıldan beri kurumsallaşmış bulunan Melk Vakfı, Okul, Manastır ve Kütüphanesiyle hizmet vermektedir. Zengin bir yazma eserler kolleksiyonuna sahiptir. Kütüphanede, savaş zamanından kalan ganimetlerden, Kuran-ı Kerim, Osmanlı Sandığı, sürahi ve savaş aletleri bulunmaktadır.
Kahlenberg Kilisesi Sergi Salonu
Viyana’ya giderseniz, Kahlenberg’e çıkmadan dönmeyin. Bütün Viyana’yı seyredeceğiniz en güzel yerlerden biridir burası. Burada kahvenizi yudumlarken Viyana’nın ve yanından akıp giden Tuna nehrinin güzelliğine dalıp gidersiniz. Eğer Viyana kuşatmasının hikayesi aklınızdaysa, nal sesleri ve kılıç şakırtıları size eşlik edecektir. Kahlenberg, Viyana’nın en yüksek ve stratejik tepelerinden biridir. İkinci Viyana Kuşatması’nın hezimeti, buradan yapılan taaruzla gerçekleşmiştir. Tam tepede yeralan Kahlenberg Kilisesi 1629 senesinde yapılmıştır. Kilisenin kitabesinde, ‘1683’deki savaşta tahrip olmuştur. Yeniden eski haline getirilmiştir.’ ifadeleri yer almaktadır. Viyana Kuşatmasında, Avusturyalılar’a yardıma gelip, şehrin kurtarılmasında önemli yeri olan Polonya Kralı Sobieski için, kilisenin duvarında yine bir kitabe bulunmakta olup, Sobieski övülmektedir. Kilisede, 1683’den kalma bazı eşya, ve tablolar sergilenmektedir. Buradaki en önemli obje ise kilise arşiv odası duvarında bulunan tablodur. Bu tabloda, savaşta ele geçirilen Osmanlı sancağı, Papa’ya karşı, diz üstü çöken bir asker tarafından takdim edildiği tasvir edilmektedir. Bu tablo, kiliseyi ziyarete gelen turistlere kartpostal olarak da satılmaktadır.
Yazımızın başında Avusturya müzelerine küçük bir gezintiye çıkmaktan bahsetmiştik. Tabi bu lafın gelişi söylenmiş bir sözdü. Gördüğünüz gibi bu iş küçük bir gezintiyle hallolacak gibi değil. Üç dört gününüzü sadece buralara ayırmanız gerekecek. Fotoğraf makinanız da yanınızda olsun. İşin keyfini çıkarın… Avusturya Müzeleri ve kütüphanelerine genel olarak baktığımızda, Avusturya Osmanlı ilişkilerine savaşların hakim olduğu izlenimini ediniriz. Ancak tarihi tek boyutlu olarak görmemek gerekir.
Osmanlı, yükseliş döneminde sadece askeri olarak değil, bilim, sanat, mimari, idari gibi pek çok alanda dünyanın en büyük devleti idi. Dolayısıyla zaman zaman örnek alınan, gıpta edilen bir toplumdu. Bu açılardan ele aldığımızda çeşitli alanlarda Osmanlı’nın batıya tesirleri büyük olmuştur. Yazının sonuna gelirken dikkatinizi çekmek istediğimiz bir husus da şu; Dünyanın her bir yanında yer alan müzeler, büyük imparatorlukların veya devletlerin muhteşem hikayelerini yansıtan eserlerle doludur. Bunların karşısında bizler hayranlıkla bakakalırız. Kahramanlıklarla dolu savaşlar, el emeği göz nuruyla harmanlanmış hayatı kolaylaştıran binlerce nesne ve harikulade sanat eserleri ve niceleri… Ama bir de madalyonun diğer yüzü vardır…
O da bize ibretle şunu gösterir; Bu muhteşem imparatorluklar devirlerini kapamış, bize bu müzelerin camekanları arkasından çaresizce seslenmektedirler.
Kuşatmalar
Birinci Viyana Kuşatması
27 Eylül -16 Ekim 1529 tarihlerinde Avusturya Arşidüklüğü‘nün başkenti Viyana‘nın Kanuni Sultan Süleyman komutasındaki Osmanlı ordusu tarafından kuşatılmasıdır. Büyük topların getirilmemesi ve kış aylarının gelmesi üzerine başarısız olan kuşatmadan sonra Osmanlı ordusu geri döndü.
Kuşatmanın nedenleri Mohaç Muharebesi sonrasında, Budin’in Osmanlı Devleti tarafından ele geçirilmesinin ardından, savaşa katılmamış olan Erdel voyvodası János Szapolyai Macar kralı olarak taç giymişti. Sultan Süleyman 16 Ekim 1526’da Macaristan tacını Szapolyai’ye veren târihî fermanını imzaladı. Mohaç Muharebesi öncesinde kral II. Lajos dolayısıyla Macaristan ile bağlantılı olan, ancak savaş sonrasında Osmanlı ordularının girmediği Bohemya, Moravya, Slovakya ve Silezya gibi ülke ve bölgeler ise, II. Lajos’un karısının ve Kutsal Roma-Germen İmparatoru Şarlken’in kardeşi olan Avusturya arşidükü Ferdinand’da kaldı. Kanunî Sultan Süleyman İstanbul’a döndükten sonra harekete geçen Ferdinand, Pressburg’da Osmanlılara karşı olan asillerden teşekkül ettirilmiş bir diyet meclisi toplayarak kendini Macaristan ve Bohemya kralı ilan ettirdi. Bu olay, Macaristan‘da egemenlik için Osmanlı–Avusturya rekabetini başlattı. Kanunî Sultan Süleyman, Mohaç zaferi sonrasında fethedilen geniş Macar topraklarının, Kutsal Roma-Germen İmparatorluğu ile bağlantılı bir hükümdarın eline geçmesine müsâde edemezdi. Bu durum, bölgedeki güçler dengesinin Osmanlı Devleti aleyhine bozulmasına yol açabilirdi.
Ağabeyi Habsburg İmparatoru Şarlken‘in de desteğini alan Ferdinand, Osmanlı ordusu geri döndükten sonra saldırıya geçti ve Tokaj Meydan Muharebesinde Szapolyai’yi yenerek Budin‘i ele geçirdi. Litvanya‘ya kaçan Szapolyai Osmanlı Devleti‘nden yardım istedi. Kanunî Sultan Süleyman sefer hazırlıklarıyla meşgulken, Macaristan’dan fethedilen arazinin geri verilmesi karşılığında barış yapmak isteğiyle Ferdinand’ın elçileri geldi. Fakat HabsburglarıMacaristan Krallığı‘dan çıkarmak, Ferdinand’a gözdağı vermek, Habsburg ordusunu yakalayıp yok etmeyi amaçlayan Kanunî Sultan Süleyman, o zamanın âdetleri gereği elçileri tevkif ettirdi. Hazırlıklarını tamamladıktan sonra serbest bırakıp savaş için yola çıktığı haberiyle Ferdinand’a gönderdi.
10 Mayıs 1529’da İstanbul’dan yola çıkan Kanuni Sultan Süleyman 20 Haziran’da Sofya’ya ve 18 Agustos’da Mohaç ovasına ulaştı. Szapolyai de 6.000 Macar askeri ile orduya katıldı ve burada padişahın elini öptü. Eylül’de Budin’i kuşatan Kanuni Sultan Süleyman, teslim teklifinin reddedilmesi üzerine şiddetli bir muhasara savaşına başladı. 8 Eylül’de Budin kalesinin kapılarından biri ele geçirilip genel hücum başlatılınca, ümit kalmadığını anlayan müdâfiler, hayatlarına dokunulmamak şartıyla kaleyi teslim ettiler. Kısa zamanda gösterilen bu muvaffakiyet karşısında, Osmanlı hâkimiyetine daha fazla karşı duramayacağını anlayan Boğdan voyvodasi IV. Petru Rareş de ordugâha gelerek bir tâbiiyyet antlaşması imzaladı. Elbasan sancakbeyi Hasan Bey’i Budin’de muhafız bırakan Kanunî, 12 Eylül’de Macar taht şehrinden ayrılıp Viyana üzerine yürüdü. Bu arada Ferdinand’in adamları tarafından kaçırılmak üzereyken İzvornik sancakbeyi Sultanzâde Bâli Bey’in ele geçirdiği Macar kraliyet tacı, yeniçeri sekbanbaşısı tarafından Szapolyai’ye giydirildi. Budin kalesinin fethinden sonra Osmanlı Ordusu Avusturya üzerine yürüdü.
Kuşatma
Kanunî Sultan Süleyman, 22 Eylül’de Avusturya sınırını geçti. Ertesi gün Bâli Bey’in kardeşi Semendire sancakbeyi Sultanzâde Mehmed Bey, Alman öncü kuvvetlerinin büyük bir kısmını Viyana’nın on beş kilometre güneydoğusundaki Bruck kasabası yakınlarında imha etti. Esir edilen Alman kuvvetleri komutanı Christophe Von Zedlitz ve altı general Sultan’a gönderildi. 27 Eylül’de Viyana önlerine gelen ordu, Avusturya Arşidüklüğü‘nün başkentini kuşatmaya başladı.
Kanunî Sultan Süleyman, 120.000 kişilik bir orduyla Budin’den ayrılıp Viyana üzerine yürüdüğü haberi duyulunca, sadece Avusturya ve Almanya‘da değil, bütün Avrupa’da bir korku başlamış, Osmanlı ilerlemesi karşısında, o sırada had safhada olan mezhep mücâdeleleri bile bir tarafa bırakılarak, Viyana’ya yardım seferi başlatılmış ve Avrupa’nın her yerinden muhtelif milletlere mensup yardım kuvveti gelmeye başlamıştı. Kuşatmadan biraz evvel bu kuvvetlerin büyük bir kısmı kaleye yerleşmişti. Ferdinand şehri terk ederek kaçmış, yerine ihtiyar ve tecrübeli bir asker olan Kont Nicolos Von Salm’i kale komutanı olarak bırakmıştı. Savunma hazırlıklarına baslayan Kont Salm de, Türk ordusu gelmeden Viyana yakınlarındaki mahalleleri tamamen yakıp yıkmış, birinci istihkâm hattından yirmi adım içeride ikinci bir istihkâm inşâ etmiş, Tuna sahillerine kazıklar diktirerek müdâfaa için gerekli tedbirleri almıştı. Osmanlı humbaracılarının yakıcı tesirlerinden korunmak için evlerin ahşap çatılarını yıktırmış, top güllelerinin tesirini azaltmak için de, sokakların kaldırımlarını söktürmüştü. Ayrıca iki ay yetecek kadar erzak temin edip, şehirdeki sivil halkı dışarı çıkarmıştı.
Kaleyi muhasaraya başlayan Kanunî Sultan Süleyman, on yedi gün boyunca döverek, şehrin surlarını iyice tahrip etmişti. Bu sırada bir Osmanlı güllesinin isabetiyle kale komutanı Kont Salm de ölmüştü. Bununla birlikte kuşatma uzuyor; kış aylarının tahrip edici etkisi ve beklenen top mühimmatının gecikmesi Osmanlı ordusu için kuşatma şartlarını zorlaştırıyordu. Çevreden aldığı istihbaratlar sonunda Viyana’ya yüz elli kilometre uzaktaki Linz’de bir Alman ordusunun toplandığı anlaşılınca, Kanunî, orduya muhasarayı kaldırma emrini verdi. Aynı zamanda çeşitli beyler kumandasındaki akıncı kuvvetlerini akına göndererek, Avusturya, Güney Almanya (Bavyera), Moravya, Bohemya, Yukarı Macaristan (şimdiki Slovakya), Silezya ve Slovenya gibi Habsburg‘lara bağlı ülkelerde saldırılar düzenletti. 16 Ekim’de Viyana önlerinden hareket eden ordu-yı hümâyûn, 25 Ekim’de Budin‘e, 16 Aralık’ta da İstanbul‘a döndü.
Osmanlı’nın bu savaşta aldığı hezimet, Avrupa’da büyük sevinçle karşılandı. Artık Osmanlıların yenilmez olmadıklarını gören Avrupa, karşı hücuma kalkmaya başladı. Psikolojik savaş olarak da Osmanlı üzerinde‘büyük bir kayıp’, Avrupalılarda ise ‘büyük bir kazanç’ olarak değerlendirildi. Bu savaş sonucunda Osmanlının gerileme devrine girdiği kabul edilmektedir.
Avusturya, yönetimi altındaki Macarlara iyi davranmıyor, onları ağır vergilerle eziyordu. Ayrıca mezhep hürriyeti de tanımıyordu. Macarlar, baskılara daha fazla dayanamayınca Tökeli İmre‘nin başkanlığında ayaklandılar. Kendi güçleriyle başarılı olamayacaklarını anladıklarından Osmanlı İmparatorluğu’ndan yardım istediler.
Politik nedenlerden dolayı Osmanlı İmparatorluğu uzun yıllardır Macaristan‘da ve Avusturya‘da Katolik olmayan azınlığa yardımda bulunuyordu. Osmanlılar zaten Tökeli İmre‘yi yukarı Macaristan kralı olarak tanıyorlardı. Henüz kuşatmadan önce Osmanlı İmparatorluğu ve Habsburglar arasında Vasvar Antlaşması‘nın bir sonucu olarak yirmi yıllık bir barış sözleşmesi vardı.
1681 ve 1682’de Tökeli İmre ile Habsburglar arasındaki sınır çatışması şiddetini artırdı. Habsburg kuvvetlerinin merkezi Macaristan içlerine tecavüz etmeleri, Sadrazam Merzifonlu Kara Mustafa Paşa’ya Osmanlı ordusunu sefere çıkarmak için IV. Mehmet ve divanını ikna etmek için önemli bir gerekçe oldu. Padişah IV. Mehmet, Kara Mustafa Paşa‘ya Yanıkkale (Raab) ve Komarom kalelerine (ikisi de Kuzeybatı Macaristan’da) operasyon yapmaya ve onları kuşatmaya izin verdi. Osmanlı ordusu 21 Ocak 1682’de seferber edildi. 6 Ağustos 1682’de de savaş ilan edildi.
Hazırlıklar
Viyana, Doğu Akdeniz–Almanya ticaret yolu üzerinde oluşu, Tuna üzerinde iç kontrol noktası olması gibi nedenler yüzünden Osmanlı İmparatorluğu’nun stratejik hedeflerinin tam ortasındaydı. Kuşatma için büyük hazırlıklar yapıldı; Avusturya‘ya ve lojistik merkezlere giden yollar tamir edildi; yenileri inşa edildi. Cephane, mühimmat, top ve diğer kaynaklar imparatorluğun her yanından bu lojistik merkezlere ve Balkanlar‘ın içlerine gönderilmesi yapıldı.
Lojistik zamanı, Ağustos ve Eylül 1682’de bir istilaya başlamanın mümkün olmadığını ifade ediyordu. Üç aylık bir seferde Osmanlılar kışın Viyana‘da olacaklardı. Ama seferin başlaması ve hazırlanması için gereken 15 aylık bir sürede de Habsburglar hazırlancak ve diğer Avrupa krallıklarına yardım için başvuracaklardı. Nitekim kış süresinde Habsburglular ve Lehistan bir antlaşma imzaladılar. Antlaşmaya göre Osmanlılar Krakow‘a saldırırlarsa Habsburg kuvvetleri Lehistan’a yardıma gelecekti, karşılık olarak da Leh ordusu Viyana’ya bir saldırı olursa yardıma gelecekti.
İlkbaharda Mayıs’ın erken zamanında Osmanlı ordusu Belgrad‘a ulaştı. Daha sonra Viyana şehrine doğru hareket etti. 7 Temmuz‘da 40.000 Tatar kuvveti Viyana’nın 40 km doğusuna vardı. Kuşatma süresince Habsburg imparatoru I. Leopold 80 bin Viyanalı ile şehirden kaçtı ve Linz‘e yerleşti. Lehistan kralı Sobieski de 1683 yazında antlaşmadaki yükümlülüğünü yerine getirmek için bir yardım sevkiyatı hazırlıyordu.
Kuşatma
Osmanlı ordusu 14 Temmuz’da Viyana’yı kuşattı. Artakalan 11.000 askerin, 5.000 sivil ve gönüllünün lideri Graf Ernst Rüdiger von Starhemberg teslim olmayı reddediyordu. Viyanalılar şehrin etrafındaki evleri ve duvarları tahrip ettiler, yıkıntıları temizlediler ve boş bir alan bıraktılar. Kara Mustafa Paşa bu problemi kuvvetlerine şehre doğruca giden hendek kazmalarını emrederek çözdü.
Osmanlılar zamanı hesaba almadılar, mamafih zaman onların tarafında değildi. Bu noktadaki gevşeklikleri, savaşın ilanından sonra ordularını kombine edip ilerlememeleri; yardım kuvvetlerinin ulaşmasına izin verdi. Tarihçiler Kara Mustafa Paşa’nın şehri zenginlikleri ve bozulmamış haliyle ele geçirmek istediğini söylerler.
Viyana’ya ise her anlamda yiyecek desteği kesilmişti. Garnizon ve sivil gönüllüler aşırı kayıplara katlanıyordu.
Kışla hizmeti öyle bir problem haline geldi ki Graf Ernst Rudiger von Starhamberg herhangi bir asker nöbette uykuda bulunursa öldürüleceği emrini verdi. Ümitsizlik gittikçe artıyordu. Bu sırada Lorraine dükü V. Charles komutası altında olan imparatorluk kuvvetleri, Macar Tökeli İmre ile Viyana’nın 5 km kuzeydoğusunda, Bisamberg‘de çarpışıyorlardı.
Kuşatma devam ederken Lehistan kralı Sobieski’nin 120 bin kişilik yardım kuvvetini, Kırım Hanı Murad Giray Hanın durduramaması üzerine bu Viyana kuşatması neticesiz kaldı.
Sonuçlar
Çocukluğumuzdan beri bize öğretilenlerde bazı yanlışlık ve eksiklikler var. Okuldaki tarih derslerimizi anımsayın. Viyana Kuşatmaları her zaman ‘Osmanlı’ya tüm Avrupa yolunu açacak kilit’ olarak anlatıldı. Oysa Viyana’yı alsaydık, sonrasında Avrupa’da hangi noktaya kadar ilerleyebilirdik, düşünmek gerekiyor. 1529’da Kanuni Sultan Süleyman tarafından
gerçekleştirilen Birinci Viyana Kuşatması ile, 1683 yılında IV. Mehmet ile gerçekleştirilen
ikincisini, kahramanlık edebiyatını bir kenara koyup akademik yöntemlerle değerlendirelim.
Osmanlı yönetiminde, planlama ve politik kurguların en azından ‘Duraklama Dönemi’
sonlarına kadar gerçekten benzersiz olduğunu görürüz. Özellikle Kanuni Sultan
Süleyman gibi bir deha, danışmanları ile verdiği önemli kararlarda her türlü değişkeni dikkate almakta idi. Viyana bir şekilde alınsaydı bile büyük bir olasılıkla fetihler daha Batı’ya doğru devam etmeyecekti. Çünkü Kanuni Avusturya Arşidükü Ferdinand’a yalnızca bir ders
vermek, Osmanlı’nın gücünü göstermek için Viyana’ya gelmişti.
Daha Budin merkezli Macaristan’daki askeri yapıyı sağlamlaştırmadan Viyana ve devamına yürümek, stratejik ve lojistik açıdan doğru olmayacaktı.
Zaten umulandan çok daha sağlam bir direniş ilk kuşatmayı başarısız kılmış ve Ordu-yi Hümâyûn İstanbul’a dönmüştü. İkinci kuşatma ise buna ön ayak olan Merzifonlu Kar Mustafa Paşa’nın kendi yaşamına mal olmuştur. Bu başarısızlık psikolojik savaş taktikleri açısında da, Osmanlı Ordusu için çok büyük kayıptır. Bugün Avusturya’nın başkentinde ‘Her Viyanalı Türkleri durdurduğu için gurur duyar’ denir.
Viyana bozgununun sorumluluğunu taşıyan Merzifonlu Kara Mustafa PaşaBelgrad‘da idam edildi. Padişah daha sonra düşünüp yapmış olduğu başarılı hizmetlerden dolayı Kara Mustafa Paşa’nın başının kesilmesini geri almak istemiş ve ikinci bir emirle affedilmesini emretmiştir. Fakat ikinci emir ulaşana kadar görev verilen ulaklar paşayı idam etmişlerdi. Kesilip gömülen başının üzerine seng-i ibret (ibret taşı) konuldu.
Osmanlının bu hezimeti Avrupa’da büyük sevinçle karşılandı. Artık Osmanlıların yenilmez olmadıklarını gören Avrupa, karşı hücuma kalkmaya başladı. Psikolojik savaş olarak da Osmanlı üzerinde büyük bir kayıp, Avrupalılarda ise büyük bir kazanç olarak değerlendirildi. Bu savaş sonucunda Osmanlının gerileme devrine girdiği kabul edilmektedir. Böylece Türklerin Sakarya Muharebesi’ne kadar sürecek bir geri çekilme süreci başlamış oldu. Kuşatma sonrası kurulan Kutsal İttifak, Osmanlı-Kutsal İttifak Savaşları‘na neden oldu.
Dikkat:Alttaki fotoğrafa tıklayınız TRT BELGESEL KANALI için hazırladığımız 8 bölümlük İZLER programının Viyana versiyonunu, rehberimiz Mustafa Küçüktekin’in güzel anlatımı ile izleyebilirsiniz.Viyana’nın dünyaca ünlü Parlamento Binası