Türkiye’den getirilen lale çiçeği sayesinde zengin olan Hollanda, meğerse Angora tiftiği ile de büyük paralar kazanmış.
Bir döneme damgasını vuran, Angora tiftiğinden elde edilen sof kumaş, şimdi yeniden Hollanda gündeminde.
Koç Üniversitesi ile işbirliği yapan Durmuş Doğan, tarihteki ticaret merkezi olan Leiden’de düzenlediği sempozyumda, Angora tiftiğini yeniden tanıttı.
Sempozyum’da, Lahey Büyükelçimiz Şaban Dişli ve Leiden Belediye Başkanı Henri Lenferink bulundular ve konuşma yaptılar.
İlhan KARAÇAY yazdı:
Tam 53 yıl önce yazmıştım Leiden’in Ömer Ağa’sını…
Kocaman bir binanın üzerinde, bir Osmanlı portresinin altında ‘IN DEN VERGULDEN TURK’ ibaresi yazıyordu. Tren istasyonuna yakın bir lokantanın adı da aynıydı.
Yeni gelmiş olduğum ve gazetecilik yapmaya başladığım bu şehirdeki ilk işim, şehir arşivine gitmek ve bu ‘IN DEN VERGULDEN TURK’ ibaresinin neden kullanıldığını araştırmak oldu.
Bulduğum sonuç, önceki gün Durmuş Doğan’ın, Koç Üniversitesi işbirliği ile yapmış olduğu tanıtım ile ilgiliydi. Yani Angora tiftiğini Hollanda’ya getiren ve Sof kumaş olarak İzmir’e götüren Ömer Ağa ile ilgiliydi.
Hollanda’ya ilk gelişimde, arkadaşlık yapmaya başladığım şimdiki eşim Jeanne (Can) ile, üzerinde ‘IN DEN VERGULDEN TURK’ yazılı bir restaurantta oturmuştum. ‘Nedir bu isim’ diye merak ettim ve sordum. Az ötede bulunan Breestraat’taki binanın üzerinde yazılı bulunan aynı isme ek olarak heykelcikleri görmem tavsiye edildi.
Gittik Breestraat’a ve üstteki görüntüyü dakikalarca izledik. ‘IN DEN VERGULDEN TURK’ sözcüğünü ‘Altın kaplamalı (yaldızlı) Türk’ olarak tercüme edebiliriz.
Hiç vakit kaybetmeden şehir arşivine gittik. Oradaki görevliden, ilgi duyduğumuz bu konuda bilgi vermesini rica ettik.
Aldığımız bilgi kısaca şöyleydi:
Belediye arşivindeki bir belgede, bu binanın 1672 yılında, yani Osmanlı’nın Hollanda’yı develet olarak tanıdığı 1612’den tam 60 yıl sonra, Jan van Hout isimli ünlü birinden satın alındığı, çatı katındaki ‘Altın yaldızlanmış üzüm’ yazısının ‘Altın yaldızlanmış Türk’ olarak değiştirildiği belirtilmektedir.
Peki, ‘Üzüm’ neden ‘Türk’ olarak değiştirilmişti?
Binayı satın alan Jan Le Pla, ticaret yaptığı Ömer Ağa lakaplı bir Türk’ün, özellikle çocuklara dağıttığı hediyeler sayesinde çok sevildiğini fark edince, binanın üzerindeki ‘üzüm’ü, ‘Türk’ olarak değiştirmiş ve heykelciklerle süslemiş.
Ortada bir Osmanlı büstü, sol tarafında Deniz Tanrısı Neptün, sağ tarafında da Ticaret Tanrısı Merkür ve bir de, en sağda bir keçiden oluşan figürler çok şeyler anlatıyor. Böylece, denizaşırı ticaret sembolize edilmiş oluyor.
Leiden şehri, Türkiye ile ekonomik ilişkiler bakımından önemli bir yerdi. Önce Ömer Ağa kanalıyla Ankara’dan Angora tiftiği alınıyor, bu tiftikler Leiden’de işleniyor ve sonra da Sof kumaş olarak İzmir’e gönderiliyordu. 17’nci yüzyılın ortalarından itibaren, pek çok Hollandalı İzmir’de yerleşmeye başlamıştır.
Doğu Akdeniz Ticaret Yöneticileri Kurulu’nun bir üyesi olan zengin tüccar Jan Le Pen, Osmanlılar’ın, Leiden’de Angora tiftiğinden üretilen parlak renkli Hollanda yünlülerine gösterdiği ilgiden çok memnundu.
İşte, 53 yıl önce edindiğim bu bilgileri yayınladıktan sonra, yaşamakta olduğum Leiden’in yerel gazetesi benimle tam sayfa boyunda bir röportaj yayınlamıştı.
400 YILLIK İLİŞKİLER
2012 Yılına geldiğimiz zaman, Türkiye-Hollanda Arasında Resmi İlişkiler’in 400’üncü yılı kutlanacaktı.
Naçizane şahsım, bu ilişkileri ve 50 yıllık Türk işçi göçünü kapsayan, ansiklopedi büyüklüğünde bir kitap yayınladım. Lalesinden yeldeğirmenine, tütününden seramiğine, Johan Cruyff’ından sarışınlarına kadar tüm Hollanda’yı ele alan bu kitabımda, tabii ki lale ve diğer Türk çiçekleri ile ilgili bol bol yazı vardı.
DURMUŞ DOĞAN’IN GİRİŞİMİ
İşte, önceki gün Leiden şehrinin ünlü müzesi ‘De Lakenhal’da yapılan sempozyumda, Türkiye-Hollanda ilişkilerinin ‘Angora tiftiği’ konusu işlendi.
Türk İşadamları Derneği TOVER’in Başkanı olan Durmuş Doğan’ın Ankara Koç Üniversitesi öğretim üyeleri Alev Ayaokur, Arzur Beril Kırzı ve Mehtap Türkyılmaz ile Tarihçi Yazar Mehmet Tütüncü ile işbirliği yaparak organize ettiği sempozyumda, Ankara Tiftik Keçisi Yünü hakkında bilgiler sunuldu.
Lahey Büyükelçimiz Şaban Dişli, Leiden Belediye Başkanı Henri Renferink, Rotterdam Başkonsolosumuz Aytaç Yılmaz ve THY Amsterdam Müdürü Şerafattin Ekici gibi önemli isimlerin yanında, seçkin isimlerin de yer aldığı sempozyumda, anlatılanlar dikkatle dinlendi ve modeller de zevkle izlendi.
Sempozyum, TOVER Başkanı Durmuş Doğan’ın konuşması ile başladı. “Hollanda Türkiye ilişkilerinde ‘Lale’nin yanı sıra onun kadar önemli bir başka ürün daha var, o da Ankara Tiftik Keçisi yünü.400 yıl önce bu ürün Hollanda’ya geldi ve burada tekstil üretiminde önemli bir rol oynadı. Bu hikayenin anlatılması gerektiği düşünüyoruz. Aynı zamanda bunun Türkiye Hollanda ilişkilerinde ve Ankara Leiden özelinde yeni bir köprü vazifesi görmesini diliyoruz” diye konuşan Doğan’dan sonra Büyükelçi Şaban Dişli şunları söyledi:
“Öncelikle TOVER’e bu sempozyumu organize ettiği için teşekkür etmek istiyorum. Ankara Keçisi yününün Leiden ve Ankara şehirleri arasında oynadığı öneminin burada bir kez daha vurgulamak önemli. Diğer konuşmacılar bu ürünün tarihi önemini daha detaylı olarak anlatacaklardır. Lale’nin yanı sıra böyle bir ürünün varlığından bizleri haberdar ettikleri için de ayrıca Durmuş Doğan’a ve diğer katılımcılara teşekkürlerimi iletmek istiyorum. Geriye baktığımızda iki ülke arasında yapılan ticaret ve yüzyıllardır varolan güzel ilişkiler, ileriye dönük bizlere ilham olacaktır. Son dönemde yaşanan uluslararası olaylar bizlere ilişkilerin ne kadar önemli olduğunu ve bu ikili ilişkileri iyi tutmamız gerektiğini bir kez daha gösterdi. Bu sebepten dolayı Türkiye Hollanda ilişkilerine her zaman olduğu gibi önem veriyoruz. 400 yıllık bu güçlü ilişki ve Hollanda Türk toplumunun buradaki varlığının yanı sıra bugün bizleri bir kez daha yakınlaştıran Ankara keçisi yünü ürünü olduğunu görmüş olduk.”
Daha sonra Leiden Belediye Başkanı Henri Lenferink şunları söyledi:
“Düşmanımızın düşmanı dostumuzdur’ diyerek; Hollanda, tarihte Osmanlı Devleti’ne yakınlaştı. Osmanlı Devleti de bu konuda bizlere her zaman destek çıktı. Hilal sembolü bu nedenle bizim ülkemizde ve şehrimizde İspanya’ya karşı bizim de sembolümüz haline geldi.
Katolik olmaktansa Türk olmayı tercih eden bir düşünce vardı tarihte bu topraklarda. Hem belediye binamızda hem de farklı yerlerde hilal sembolü halen görünebilir”
Ankara Koç Üniversitesi Öğretim üyesi Arzu Beril Kırzı, Hollanda’da gerçekleştirdikleri sempozyumun öndemine değindikten sonra, Ankara Keçisi Yünü’nün tarihçesini anlattı.
Amsterdam’ın dünyaca ünlü Milli Müzesi’nden Eveline Sint Nicolaas şunları anlattı:
“Sof, tiftik yününden ince bükülmüş iplikle dokunan düz kumaşa, ham sof veya som sof denir. Ankara sofu olarak da bilinmektedir. Kumaşın eni yaklaşık bir arşındır. Dokunan kumaş ancak yıkanıp fırınlandıktan sonra kullanılabilir. Kumaştaki parlaklık fırınlama ile elde edilir, Beyaz, siyah, kırmızı renkleri en çok kullanılan renklerdir. Halk tarafından giyim eşyası yapımında kullanılan softan, zaman zaman padişahlara da kaftan dikilmiştir.
Tiftik keçisi, Ankara ve Tosya civarında yetiştirildiği için sof kumaş yapımı da genellikle bu yörelerde gelişmiştir. 16. yüzyıldan itibaren Ankara sofu ün yapmıştır. Sof dokumasının Selçuklu dokumalarından olduğu ve Ankara’da 16. yüzyıldan çok daha önce dokunduğu literatürdeki kaynaklardan öğrenilmektedir.
Tarihi kaynaklara göre, Ankara keçisinden elde edilen tiftiğin dokunmasıyla oluşturulan sof kumaşı, özellikle 16. ve 17. yüzyılda altın dönemini yaşamış; ünü ülke sınırlarını aşan geleneksel kumaş, bu dönemlerde Avrupa’nın birçok ülkesine ihraç edilmiştir. Özünde beyaz olan sof kumaş, doğallığı, güneş ışınlarını yansıtması nedeniyle yazın terletmeyen, kışın üşütmeyen yapısı, kolay buruşmaması ve dayanaklılık özellikleriyle Osmanlı padişahlarının da vazgeçilmezi olmuştur. Sof kumaşlardan dikilmiş içlik, entari, cübbe ve kaftanları kullanan Osmanlı padişahları arasında Fatih Sultan Mehmet, Kanuni Sultan Süleyman gibi isimler yer alıyor.
Ankara keçisinin tiftiğinden dokunan sof, 16. yüzyıldan itibaren Ankara yaşamı ve ticaretinde önemli bir role sahip olmuştur. 1590 tarihli Ankara Şer’iye Sicilindeki bir kayıtta, Osmanlı sultanının emriyle Ankara’ya gelen Süleyman Ağa’nın burada çalışan 621 tezgahtan vergi topladığı yazılmıştır. Hatta 17. yüzyılın ortasında Ankara’daki tezgah sayısının 1000’e yükseldiği kabul edilmektedir.”
İLLE DE TİCARET…
Osmanlı-Hollanda ilişkilerinde başlıca konu ticarettir. Önceleri Hollandalı tüccarlar tarafından satın alınan başlıca ürünler Suriye ve İran’dan ipek, Asya’dan da baharat olmuştur. 17. yüzyılda da Türkiye, Hollanda’ya angora yünü ve pamuk ihraç etmeye başlamış, Hollanda da buna karşılık İzmir ve İstanbul’a pamuklu ve yünlü kumaş göndermiştir. 19. yüzyılda tütün, Türkiye’den Hollanda’ya ihraç edilen en önemli tarım ürünü olmuştur. Çağdaş Türkiye ile Hollanda arasındaki ticari ilişkilerin güçlendirilmesi için 1934’de Türk Hollanda Derneği kurulmuştur. Kuruluş anlaşması her iki ülkenin devlet başkanları, Cumhurbaşkanı Atatürk ve kraliçe Wilhelmina tarafından imzalanmıştır. Bu olaydan önce 1930’da Hollanda’nın çokuluslu şirketi Philips, Türk Philips Ltd. olarak Türkiye’de etkinlik göstermeye başlamıştır. İkinci Dünya Savaşından sonraki ilk dönemde iki ülke arasındaki ticaret hacmi düşük bir düzeyde kalmıştır. Ancak 1950’lerde Philips’ten sonra İngilizHollanda şirketi Unilever, Türkiye’de şube açan ve üretime başlayan ilk uluslararası şirketlerden biri olmuştur. Türk ekonomisin 1980’li yılların başında dışa açılmasından sonra ikili ticaret artış göstermiştir. 1993’te yapılan “karma komisyon”lardaki geleneksel hükümetlerarası ticaret görüşmelerinin yerini, her iki ülkenin özel sektörünün temsil edildiği TürkHollanda İş Konseyi tarafından yapılan danışma toplantıları almıştır. 1996 yılında Avrupa Topluluğu ve Türkiye arasında imzalanan GB anlaşması, sanayi ürünlerine uygulanan vergileri kaldırarak iki ülke arasındaki ticareti artırmıştır.
Bakınız Cengiz Özakıncı Ankara Tiftik Keçisi hikâyesini nasıl yazmıştı:
Söylenceye göre , Anadolu’da tiftik üretimi 1220 yıllarında Moğol Ordularının Kayı boyunu, Süleyman Şah’ı ve halkını Türkmen topraklarından sürüp çıkarması ile başlamıştı.
70 yıl sonra Osmanlı Devleti’ni kuracak olan Osman Bey, tiftik keçisini Anadolu’ya getiren Süleyman Şah’ın torunuydu. Süleyman Şah 1229’da ölünce oğulları Kayseri’den Ankara’ya kadar uzanan bölgede tiftik keçisi sürüleriyle yayılıp yerleşmiş ve bu bölgeyi yurt edinmişlerdi.
Ankara ve çevresinde halk tiftikten ipek gibi kumaşlar dokuyordu. Türklerin dokuduğu tiftik kumaşının ünü Ankara’dan tüm dünyaya yayıldı ve tiftik keçisi Avrupa’da, Ankara Keçisi (Angora Goat) adıyla anılmaya başladı.
“Öteden beri Ortadoğu’da olduğu kadar Avrupa ve İtalya pazarlarında aranan Türk kumaşları, bezleri ve halıları, (Selçuklu döneminde ) kazanmış oldukları ünü (Osmanlı döneminde de) koruyorlardı.
Başta tiftikten dokunan moher (mucaiarri) ya da sof’lar la (bogasi denilen pamuklu dokumalar ve ipekli kadifeler) 15. Yüzyılda ‘yeniçeri çuhası’ diye adlandırılan kumaşlar da dış ülkelerde rağbet görüyordu. Bu nedenle kumaş ticaretiyle uğraşan Türkler de artık İtalyan şehirlerine yerleşecek derecede alım satım işlerini genişletmişlerdi,” diyor Şerafettin Turan.
Tıpkı İpek kumaş gibi, Osmanlı ekonomisinin bel kemiği ve en çok gelir getiren dışsatım ürünüydü tiftik kumaşı. 1554’te bir çift Ankara keçisi bir “hanedan hediyesi” olarak Kutsal Roma İmparatorluğu’na gönderilmişti. Başta İngiltere ve Hollanda olmak üzere Avrupa’ya ve Arap ülkelerine satılan Osmanlı tiftik kumaşına Avrupa’da öyle büyük bir talep vardı ki, gün geldi Anadolu tiftik kumaşı üretimi, Avrupa’nın kumaş talebini karşılayamaz hale geldi.
Avrupa; “bize işlenmiş tiftik kumaşı satmak yerine işlenmemiş ham tiftik yünü verin, biz kendimiz dokuyalım ya da bize damızlık Ankara Keçileri satın,” diyordu.
Osmanlı’nın dünyadaki Ankara tiftik keçisi ve tiftik kumaşı tekelini kırmaya yönelik bu çabalar karşısında Sultanlar, işlenmemiş ham tiftik dışsatımına yasak koymuşlardı: Avrupa’ya yalnızca işlenmiş tiftik ürünleri, tiftik kumaşları satılacak; damızlık Ankara keçisi ve ham tiftik yünü kesinlikle yabancılara satılmayacaktı.
Kalitesiyle rekabet edemediği Osmanlı tiftik kumaşı, Avrupa’lı kumaş üreticilerinin en büyük sorunu olmuş, Avrupalılar Osmanlı topraklarından damızlık Ankara Keçisi kaçırma girişimlerine başlamışlardı.
Evliya Çelebi 1640’larda Ankara için; “burası tiftik kumaşı (sof) yeridir… Bu kumaş da Ankara’ya özgüdür. Yeryüzünde başka bir yerde üretme olanağı yoktur. Kadın ve erkek herkesin işi tiftik kumaşı dokumaktır. Fransızlar bu Ankara keçilerinden Fransa’ya götürüp yumuşak iplik eğirip tiftik kumaşı dokumak isterler de dokudukları şey sof olmaz. Hatta Ankara’dan eğrilmiş ipliği alıp Fransa’ya götürerek tiftik kumaşı yapalım dediler fakat yine olmadı.” der.
O tarihlerde başta Ankara olmak üzere; Zir, Çankırı, Beypazarı, Nallıhan ve Kalecik’te 1355 tiftik tezgahının bulunduğu ve her yıl 20.000 top kumaşın yurt dışına satıldığını bildiriyordu Tournfort.
Avrupa dokumacılıkta kol gücünden makine gücüne geçmeyi yeni yeni deniyor, ama dokumacılar kendilerini işsiz bırakacak bu makinelere karşı ayaklanıp kullanılmasını yasaklatıyorlardı. Osmanlı’da ise böyle dokumacıları işsiz bırakmakla tehdit eden dokuma makinesi icad etme girişimleri görülmüyordu.
1771’de güneybatı Almanya’da Pfalz bölgesinde bir Ankara keçisi çiftliği kurma girişimi keçilerin iklime uyumsuzluğu nedeniyle başarısız olurken, 1740’ta Ankara keçisinin İsveç’e götürülme girişimi önlenmiş ve 1778’de Venedikliler Ankara keçisi besiciliğinde (yine iklim uyumsuzluğu nedeniyle) düş kırıklığına uğramışlardı.
Osmanlı dünyanın en pahalı tiftik kumaşı tekelini kıskançlıkla koruyor, yabancıya işlenmemiş, hammadde ve damızlık keçi satmamakta direniyordu. İngilizler Osmanlı tiftik tekelini kırmak için gizlice kaçırmayı planladıkları damızlık Ankara keçilerinin dünyada uyum sağlayabileceği iklimi araştırmış ve bu keçilerin Ankara’dan başka Güney Afrika’da yaşayabileceklerini saptamışlardı.
1830’larda içinde 12 teke (erkek keçi) ve 1 anaç (dişi keçi) de bulunan bir kafile başka bir kıtaya, Afrika’ya varmak için açık denizlere yelken açmış, ancak bu 12 tekenin yolculuktan önce Osmanlılar tarafından kısırlaştırılmış olduklarının farkına varılamamıştı. Osmanlı çok kötü alay etmişti İngiliz damızlık avcılarıyla.
Ancak James Watt’ın 1765’te İngiltere’de icad ettiği buhar makinesinin 1785’te Edmond Cartwright ve 1790’da Richard Arkwright tarafından buharlı dokuma tezgahına dönüştürülmesinden sonra İngiltere’de ip eğirme ve kumaş üretiminde kol gücünün yerini buharlı makinelerin almaya başlaması, İngiliz malı ucuz fabrika işi kumaşların gümrük duvarlarına yığılarak yerli kumaş üretimini tehdit etmesi sorunuyla karşı karşıya bırakmıştı Osmanlı’yı.
İngilizler, sömürgeleri olan Hindistan’da Hintli dokumacıların ellerini, parmaklarını keserek el işi ip eğirme ve kumaş üretimine son vermiş, Hindistan’ın yerli dokumacılığını kanla, şiddetle yok etmiş ve İngiliz malı fabrika işi kumaşlarına Asya’da pazar açmışlardı böylece…
“BULUNMAZ HİNT KUMAŞI” VE İNGİLİZ EMPERYALİZMİNİN VAHŞETİ
“Bulunmaz Hint Kumaşı” deyimi dilimizde paha biçilmez değerde olup bulunması çok güç olan varlıkları anlatmakta kullanılır, “Kendini bulunmaz hint kumaşı sanıyor” demek, kendisini Hint kumaşı kertesinde değerli görüyor demektir. Bunca değerli Hint kumaşının “bulunmaz” olması 1700’lerde gerçekleşmiştir.
Friedrich Engels, “İngiltere’de İşçi Sınıfının Durumu” adlı kitabının ‘İngilizce Baskıya Önsöz’ bölümünde; “Hindistan’daki milyonlarca elle çalışan dokuma tezgahı ; İngiltere’de Lancahire’da enerjiyle çalışan dokuma tezgahları tarafından sonunda çökertildi,”der.
Engels’e göre İngiliz kumaşı makineyle üretildiği için ucuzdur, Hindistan kumaşı ise elle üretildiği için pahalıdır; eh, herkes ucuz olan İngiliz fabrika kumaşını almaya yönelince, pahalı olan Hindistan el dokuması kumaşlar müşteri bulamamış ve böylece Hint kumaşı üretimi de yok olmuştur.
Gelgelelim Engels’in bu saptamaları gerçeğe uymamaktadır. Hindistan’da dokumacılık, hiç de öyle Engels’in anlattığı gibi İngiliz fabrika kumaşının ucuzluğu nedeniyle kendiliğinden batmamıştır.
Hindistan’ı sömürgeleştiren İngilizler, orada bulunan yerli el dokumacılığını yok etmedikleri sürece İngiliz fabrika kumaşlarına Pazar açamayacaklarını anlayınca, Hindistan’daki yerli kumaş üretimini yok etmek üzere Hindistanlı dokumacıların başparmaklarını keserek onları Hint kumaşı üretemez duruma düşürmüş ve böylelikle hem dünya pazarlarında Hindistan kumaşını yok edip, İngiliz kumaşının egemenliğini sağlamaya yönelmiş, hem de Hindistan’ı İngiliz kumaşlarının tüketicisi, müşterisi durumuna düşürmüştür.
Hint dokumacılığını yok eden, Engels’in dediği gibi İngiliz fabrika kumaşının ucuzluğu değil, İngiliz emperyalizminin vahşetidir.
‘Hıristiyan Sömürgecilik Düzeni’ konusunda uzman W.Howitt : “Hıristiyan denilen bu soyun, dünyanın dört bir yanında boyundurukları altına alabildikleri halklara karşı gösterdikleri vahşet ve zulmün bir benzerine, hiçbir çağda, ne kadar yabanıl , ne kadar kaba ve ne kadar merhametsiz ve utanmaz olursa olsun, başka hiçbir soyda raslanmaz,” derken bu ve gibi durumları vurgulamaktaydı.
İngiliz emperyalistlerin 1760’lı yıllarda gerçekleştirdikleri, dünya döndükçe unutulmayacak olan Hintli dokumacıları üremez duruma getirmek için başparmaklarını kesme vahşeti, Komünist Karl Marx tarafından “ilerici bir devrim” ! olarak alkışlanmış ve Marx 10 Haziran 1853’te yazıp 25 Haziran 1853 günlü New-York Daily Tribune gazetesinin 3804.sayısında yayınlattığı köşe yazısında, bu konuda İngiliz emperyalizminin vahşetine alkış tutarak şöyle demiştir:
“İngiltere’nin Hindistan’da yerine getirmesi gereken ikili bir görevi vardır; biri yıkıcı, öteki yenileyici…İngilizler, yerli toplulukları parçalayarak, yerli sanayinin kökünü kazıyarak ve yerli toplumda büyük ve yüce olan ne varsa yerle bir ederek bu uygarlığı yıktılar.” (…)
“Sorun, İngilizlerin Hindistan’ı fethetmeye hakları olup olmadığı değil, daha önce Türkler, Persler, Ruslar tarafından fethedilmiş Hindistan’ı, İngilizler tarafından fethedilmiş Hindistan’a yeğleyip yeğlemeyeceğimizdir.” (…)
“ Bu , İngiliz sömürge yönetiminin ayırıcı özelliği değil, yalnızca Hollanda’nınkinin bir taklidir…” (…)
“İngiltere, henüz herhangi bir onarım belirtisi göstermeksizin, Hindistan toplumunun tüm çerçevesini parçalamıştır. Yenisini kazanmaksızın kendi eski dünyasının böylece yitip gitmiş olması, Hindu’nun mevcut sefaletine özel türden bir kasvet getirmekte ve İngiltere tarafından yönetilmekte olan Hindistan’ı bütün eski geleneklerinden ve tüm geçmiş tarihinden ayırmaktadır.” (…)
“Hintli eğirici ve dokumacının her ikisini birden yok eden İngiliz müdahalesi, bu küçük yarı-barbar, yarı-uygar toplulukların iktisadi temellerini dağıtmış ve böylece Asya’da o zamana dek görülmüş en büyük ve doğruyu söylemek gerekirse biricik toplumsal devrimi yaratmıştır.” (…)
“Suçu ne olursa olsun bu devrimi getirmekle İngiltere, tarihin bilinçsiz (bilincinde olmaksızın devrimci bir işlev gören) aleti olmuştur. Öyleyse, eski bir dünyanın çöküşünün yarattığı korkunç manzara bize ne denli acı gelirse gelsin, tarih açısından Goethe ile birlikte şöyle haykırmaya hakkımız vardır: “ Daha büyük haz veriyor diye, bu acı bizi yiyip bitirmeli midir? Timur yönetimi altında değil midir ki, ruhlar ölçüsüzce telef edilmiştir?” (…)
1849’da İngiltere’ye yerleşen ve ölene dek İngiltere’de yaşayan komünist önder Karl Marx’ın 1853’ te İngiliz gazetelerinde yayınlanmış ve İngiliz kapitalist-emperyalizmininvahşetlerini, “uygarlaştırıcı, ilerici,devrimci işlev görüyor” gerekçesiyle onayladığı bu köşe yazısı, günümüzde Amerika’nın Irak işgaline alkış tuttuğu için, köşe yazarlarının aslında “dönmüş” olmayıp belki de Marx’ın izinden gittiklerini göstermesi bakımından ilginç olduğu gibi, vahşet uygulamasının şu ya da bu amaçla sosyalizm adına hoşgörülebiliyor olduğunu göstermesi bakımından da anlamlıdır.
Marx’ın ilericilik ve komünizm adına onayladığı bu vahşeti, gerici ve kapitalist olduğu halde onaylamayan William Bolts (Hollandalı 1740-1808) , Hindistan’lı dokuma işçilerinin salt el tezgahlarında yerli kumaş üretemesinler de fabrika işi İngiliz kumaşlarında Pazar açılsın diye parmaklarının kesilmesine isyan ederek, bu vahşeti yapan İngiliz Doğu Hindistan Şirketi’nden ayrılmıştır.
Hindistan’da Doğu Hindistan Şirketi’nin yönetim kurulu üyeliğini yapan William Bolts, Hintli dokumacılara uygulanan vahşete dayanamayıp şirketten ayrıldıktan sonra , İngilizlerin Hindistan’da yerli dokumacılığı öldürmek için yaptıkları her şeyi ilk basımı 1772’de Londra’da yayınlanan “Considerations on İndia Affairs” adlı kitabında belgeleriyle anlatmıştır.
“İngiliz Emperyalistlerinin fabrika ürünü kumaşları ucuz olduğu için pahalı el üretimi Hint kumaşının yerini almıştır,” diyen Marxizmin ikinci önderi Engels, kendisi dokuma fabrikatörü bir İngiliz emperyalist kapitalisti olduğu için İngilizlerin Hindistan’da yerli kumaş üretimi üreticilerin başparmaklarını keserek yok ettikleri gerçeğini yok saymıştır.
Ne denli William Bolts’un parmak kesme vahşetini anlattığı kitabı 1772,1773,1775 yıllarında yayınlandıktan sonra İngiltere Milli Kütüphanesi Britsh Library’de bir tane bile bulunmayacak biçimde ortadan kaldırıldıysa da , Marx ve Engels’in yaşadıkları yıllarda ,1832’de Londra’da yayınlanan bir başka kitap, Simon Ansley Ferrall’ın “Amerika Birleşik Devletleri’nde 6000 Millik Gezi” (A Ramble of Six thousand Miles Through the United States of Amerika) adlı kitabı Bolts’un yok edilen O kitabından alıntılar aktarıyor ve İngilizlerin Hindistan’da yerli halka uyguladığı vahşeti, Amerika’da beyazların gerçekleştirdiği karaderili ve Kızılderili soykıyımlarıyla ve köle ticaretiyle karşılaştırarak ödeştiriyordu.
Amerikalıların İngilizleri Bolts’un 1772’de yayınlanan kitabına dayanarak Hindistan’da soykırımcılık ile suçlamalarına karşılık, İngilizler de Ferrall’ın kitabıyla Amerikalıları Kızılderili soykırımcılığıyla suçlayarak kendi suçlarının üzerini örtmeye çalışıyordu.
Komünizmin iki önderi Marx ve Engels’in , bir yandan İngiliz emperyalizminin Hindistan’daki vahşetini ilericilik adına kutsarken, öte yandan Amerikalıların yerli İroquois Kızılderililere ve karaderililere yönelik soykırımını uygarlık adına lanetlemerindeki tutarsızlık; ilginç bir durumdur.
Kapitalist emperyalizmin kendi fabrika ürünlerini el dokumasının yerine koymak için dokumacılarının düğüm atmasını önlemek üzere başparmaklarını kesmeye dek varan vahşeti, eğer Osmanlı İngilizlere gümrük duvarını indirip pazarı sonuna dek açmamış olsaydı, belki Osmanlı’da da gerçekleşecekti.
OSMANLI DOKUMACILIĞININ SONU
1800’lerin başında yerli iplik ve kumaş üretimi tıpkı Hindistan’da olduğu gibi vahşi İngilizlerin fabrika ürünleri tarafından tehdit edilirken, bir de 1789 Fransız devrimi’nden kaynaklanan etnik ayrılıkçı akımlarla başı derde giriyordu Osmanlı’nın.
1821’de Yunanlıların Mora’da çıkardıkları ayrılıkçı ayaklanmaya koşut olarak Girit’te de yeni bir ayaklanma başlamış, bu ayaklanmalar 1825 yılında bastırılmış; 1827’de Rus-İngiliz ve Fransız donanmaları, Yunanistan’a bağımsızlık verilmesi istemiyle, savaş bile ilan etmeden, ani bir baskınla, Navarin’de Türk donanmasına saldırıp 57 Türk gemisini batırarak 8000 askerimizi şehit etmişler.
Ardından 8 Mayıs 1828’de Rusya, Osmanlılara savaş ilan etmiş, savaş sonunda 1830 yılında imzalanan Londra Protokolü ile İngiltere, Rusya ve Fransa’nın koruması altında bağımsız Yunanistan kurulmuş ve ardından Osmanlı’ya sadık olan Mısır Valisi Mehmet Ali Paşa de çeşitli uyuşmazlıklar nedeniyle Fransızlarla işbirliği yaparak ordusuyla Osmanlı’nın üzerine yürümüş, tüm Mısır,Suriye,Irak ve Anadolu topraklarını ele geçirmiş; İzmit’e dek dayanmıştı.
Osmanlı İmparatorluğu dış kışkırtmalarla örgütlenen iç ayaklanmalarla sarsılmış ,yıkılma noktasına gelmişken, 1835’lerde Ankara’ya gelen İngiliz gezgin Hamilton burada tiftik kumaşı üreten 1000 ‘den çok tezgahın bulunduğunu yazıyordu.
Osmanlı’nın ayrılıkçı iç ayaklanmalarla ve Mehmet Ali Paşa İsyanıyla bunaldığı 1837’de , 18 yaşında tahta çıkan İngiltere Kraliçesi Victoria, Fransızlarla işbirliği yapıp İngiliz mallarının Mısır ve Suriye’da satılmasını yasaklayan Mehmet Ali Paşa’ya karşı Osmanlı Padişahı II.Mahmud’la 1838 Balta Limanı Antlaşması imzalayarak, Osmanlı tahtının Mehmet Ali Paşa eline geçmesini önlemek karşılığında, İngiliz mallarına uygulanan gümrüğü kaldırtmış ve böylece bir yandan Osmanlı pazarını ucuz İngiliz fabrika kumaşlarıyla doldurarak Türk yerli dokuma sanayisini yok etmeye yönelirken, bir yandan da ham tiftik ve damızlık tiftik keçisinin yabancılara satışını önleyen yasakları delmişti.
Osmanlı’nın sanayisini, ticaretini,dirliğini,düzenliğini bir daha hiç düzelmeycek denli baltalayan 1838 Balta Limanı Antlaşmasından sonra ,İngiliz Albay Handerson Ankara’dan seçtiği damızlık tiftik keçilerini Güney Afrika’da özel olarak kurulan İngiliz çiftliklerine götürmüş, çoğaltmış ve böylelikle 1856’ya gelindiğinde İngiltere, Osmanlı’nın 1838’e dek kıskançlıkla koruduğu tiftik kumaşı tekeline son vermişti.
İşte 2001’de yeniden basımını gerçekleştirdiğim Sadri Ertem’in “Çıkrıklar Durunca” adlı romanı , Ankara, Bolu, Adapazarı çevresinde Ankara tiftik keçisi besiciliği ve tiftik dokumacılığıyla geçimlerini sürdüren Türkmenlerin, padişah fermanıyla İngilizlere damızlık tiftik keçisi verilmesine karşı canlarını ortaya koyarak ayaklanmalarını anlatıyordu.
Kendisini Padişah’a Müslüman olmaya çok yakın ve zabitlere karşı çıkıp damızlık tiftik keçisi vermemek için silaha sarılırlar. Haber duyulur ve damızlık keçileri İngilizlere vermemek için silahlanan Türkmenlerin sayısı onbinlere varır. Osmanlı İngiliz’e damızlık vermeyen Türkmenlerin üzerine ordu gönderir. Üç yıl süren direniş kanla bastırılır ve İngiliz’e istediği damızlık Ankara keçileri verilir.
İngiliz ,isyancıların dinmeyen öfkesinden korunmak için tiftik keçilerini siyaha boyayarak kaçırır o topraklardan , limana ulaşıp Güney Afrika’ya doğru da yola çıkar.
ANKARA KEÇİSİNE İNGİLİZ DAMGASI
Böylece 1550’lerde Osman Bey’in dedesi Süleyman Şah’ın Türkistan’dan Anadolu’ya getirdiği tiftik keçileriyle, Osmanlı-Türk Tiftik Kumaş tekeli üzerinde yükselen Osmanlı İmparatorluğu 1838’de bu tekeli İngilizlere kaptırıp elinden kaçırmakla, kendi sonunu da belirlemiş oluyor ve Ankara Keçisi’ne İngiliz damgası vuruluyordu: British Angora Goat Society
Ankara keçisinin bin yıllık öyküsü gösteriyor ki; Osmanlı, savaş alanlarında askeri ve siyasi yenilgilere uğramadan önce, bilimsel ,teknolojik alanda geri kalarak ekonomik-siyasi çöküntüye ve askeri yenilgilere uğratılmış, üretimde buhar gücünden yararlanamayan Osmanlı sanayisi, ucuz yabancı fabrika ürünlerinin karşısına, el yapımı yerli pahalı ürünlerle dikilemediği içindir ki, yerli çıkrıklar durmuş ve 600 yıl Batı’ya ekonomik olarak da üstün olan Osmanlı çökmüştü.
İlk yayınlanışının üzerinden 70 yıl geçtikten sonra yeni basımını yaptığım “Çıkrıklar Durunca”’ya yazdığı sunumda, Atilla İlhan da bu gerçeği belirterek şöyle diyordu:
“Batı’nın Deli Gömleği’nden aktardığım, hayli eski bir söyleşime, şöyle bir göz atar mıydınız? Tesadüf, “Çıkrıklar Durunca…”’nın üzerinde geliştiği fabrika malı satanlarla dokumacılar arasındaki mücadeleyi irdelemiştim:
“Hüseyin Avni Bey yazıyor. (…) 1800 ve 1820 yıllarında İstanbul’da kumaş esnafının 2.750 ve Kemahçı (havız kadife) esnafının da 350 tezgahı vardı. Bütün bu tezgahlarda 5 binden fazla insan çalışıyordu. 1868 yılında yerli sanayin ıslahı için hazırlanan bir inceleme raporunda, bu kumaş tezgahlarından ancak 25 (evet, yanlış okumadınız beyler hanımlar) tane kaldığı esefle kaydedilmektedir. Bu raporun yazıldığı devrede, Avrupa sanayinin dokuma eşyası bol bol ve ucuza gümrük kapılarından giriyor ve yerli imalathaneleri tazyik ediyordu. Zamanla imalathaneler kapanıyor, bunların yerine Avrupa malı satan mağazalar açılıyordu…” (bkz: Yarı Müstemleke Oluş Tarihi) “…gerçekte, o dönemde, bu anlamda ASRİLİK, düpedüz İHANET idi….”
İşte “Çıkrıklar Durunca”…daha 1930’lu yıllarda bu yakıcı gerçeği kavramış, sayfalarına dökmüştü. (…) “Çıkrıklar Durunca”’nın yeni basımı için yetmiş yıl beklemiş olmamız, ayrı ve havsalarının alamayacağı bir utanç değil mi? (Atilla İlhan , 24 Ocak 2000,Maçka-İstanbul)
Meşrutiyet’in ilanından sonra Anadolu’yu dolaşarak her gittiği yerde gördüklerini gazetesine ileten ‘Anadolu’da Tanin’ gazetesi yazarı Ahmet Şerif, 28 Kasım 1909’da şunları yazıyordu Ankara’dan:
“Tiftik ticaretinin Ankara vilayetinin hayatı demek olduğu bilinen bir şeydir. Bu sırada hükümet tarafından her nasılsa elli tiftik keçisi ve yavrularının Avusturya’ya götürülmesine izin verilmesi haberinin yayılması halka kötü bir etki yapmıştır. Diyorlar ki: “Evvelce İngiltere bu keçileri Ümit Burnu’na götürdü, gerçi bunlar cinsiyetlerini kaybettilerse de her halde bugün tiftik fiatının düşmesine sebep oldular. Bu meydanda iken yine Avursturya’ya götürülmesine izin verilmesi pek garip oluyor.” Halk haklıdır. Fakat hükümeti bunu kabule sevkeden sebepler bilinmiyor ki: Ben yalnız bunu işaret etmekle yetinebileceğim.”
Tiftik
Büyüleyici bir ırk olarak, Ankara Keçisi, insanoğlunun tanıdığı yaşayan en eski genlerden biridir. Orijininin dindar keşişlerin yaşadığı Tibet dağları olduğu söylenir. Tiftik, ki bu narin yaratığın kırkılan tüyüdür, yumuşaklığı, göz alıcı parlaklığı ve üstün boyanabilme yeteneği nedeniyle, tarihi izlerinin antik çağlara kadar sürdürülmesini değer kılar.
M.Ö. 11.,12, ve hatta 14.asra kadar eski kayıtlarda Ankara keçisinin varlığından izler vardır. Bu dönemde, Türkmenistan’da, Sümerler olarak bilinen bir antik medeniyet çiviyazısını icat etmişti. Işte bu yazı ile yazılan tabletler anaç keçi ve yavrularının, giysilik beyaz yünlerin varlığından bahsetmektedir. O’nun kesin olarak ortaya çıkışını Kutsal Kitap’tan takip edebiliriz. Isa’dan 1500 yıl önce, Exodus’ün kitabında Mısır’dan kaçan Israil oğullarının “sunaklarda örtü olarak kullanılmak üzere, tiftiklerinden kumaş dokudukları keçileri de beraberlerinde götürdükleri” nakledilmektedir.
Ankara keçisi bu ismini sonradan Türkiye’de, bu gün başkent olarak daha iyi bilinen Ankara’dan almıştır. Mohair (tiftik) kelimesi de parlak keçi tüyünden yapılan giysi anlamına gelen “mukhaya”‘dan gelmektedir.
Ankara’da tiftikçilik, bu nadide hayvanların Türkistan’dan Anadolu’ya binlerce kilometrelik uzun ve zorlu , inanılmaz bir yolculuğundan sonra başlamıştır. Yolculuk 13. Asırda Cengiz Han’ın Süleyman Şah’ı ve halkını Türkmen topraklarından sürüp çıkarması ile başladı. Süleyman Şah, keçi sürüsünü her gün kısa mesafeler sürerek Hazar Denizi’ni geçip nihayet Fırat nehrine ulaştı. Ne yazık ki nehri geçmeğe çalışırken boğularak öldü.
Liderliği oğlu Ertuğrul aldı ve o Konya’ya vardı. Sultan Alaaddin’in tebası oldu. Ve övgüye değer hizmetlerinden dolayı Kayseri’den Ankara’ya kadar uzanan bir yurtluk ile ödüllendirildi. Bu bölgede Ankara keçileri yayılıp yerleşti. Bölgenin iklimi müsait, havası ve suyu temiz ve şartlar yetiştiricilik ve üstün kaliteli tiftik elde etmek için mükemmeldi.
Ankara halkı tiftiklerin olağanüstü güzelliğini iklim koşullarına değil, bir ermiş kişi olan Hacı Bayram Veli’ nin kudretine bağladı. Ve Sultanların giymesi için tiftikten ipek gibi kumaşlar dokudu.
Bu helezoni boynuzlu keçi ve tiftiğinin çok yönlü kullanılırlığı ve güzelliği 1550’de bir Hollanda’lı tarafından keşfedildi. Böylelikle başlayıp gelişen talep Avrupa’da tiftik endüstrisinin başlangıcını teşkil eder. Dört yıl sonra bir çift Ankara keçisi bir ” hanedan hediyesi” olarak Kutsal Roma Imparatorluğu’na gönderildi. Çok geçmeden Anadolu tiftik üretim miktarı Avrupa’nın talebini karşılayamaz hale gelince Sultan ham tiftik ihracına ambargo koymak zorunda kaldı. Ancak yabancı pazar ihtiyacı için tiftik ipliği ve kumaşı imalatına devam edildi. Sonunda tiftik, 1600’larda, Ingiltere’ye de sızdı; sonra Avrupalıların imal ettiği kaliteli ve ucuz tiftik iplikleri Türk mamullerine olan talebi bastırınca dokuma tezgahları gözden kaybolmaya başladı.
Avrupalıların Anadolu’dan canlı Ankara keçisi çıkarma girişimleri başarısızlıkla sonuçlanmıştır. Ta Tibet’den Anadolu’ya, kıraç ve verimsiz toprakları kat ederek inanılmaz bir yolculuğu başarıyla yapan Ankara keçisi, insanoğlunun kendisini yurdundan götürme çabalarına şiddetle karşı koymuştur.
– 1740. Ankara keçisinin İsveç’e götürülme girişimi, başarısız.
– 1711. Pfalz bölgesi (güneybatı Almanya’da bir bölge) insanları bir Ankara keçisi çiftliği kurmak istediler, gene başarısızlık.
– 1778. Venedik’te, aynı hayal kırıklığı.
Nihayet Ingiltere kraliçesi Victoria Osmanlı padişahına baskı yaparak ham tiftik ihracı üzerindeki yasaklamanın kaldırılmasını sağladı. Ancak hızla yükselen ham tiftik talebi Ankara keçisi yetiştiricisinin melezlemeye gitmesine yol açtı ve bir ara, Ankara keçisi, kendi neslinin tükenmesi tehlikesiyle yüz yüze geldi.
Tiftiğin sağlamlığı ve dayanıklılığı ile kumaşının buruşmaya karşı direnci Ingiliz yünlü endüstrisi tarafından biliniyordu; ancak Ankara keçisini Ingiltere ile tanıştırabilme çabaları da boşa çıktı.
1830’larda Ankara keçisi Güney Afrika’nın hasetine neden oldu. Sonunda, içinde 12 teke (erkek keçi) ve 1 anaç(dişi keçi) de bulunan bir kafile başka bir kıtaya, Afrika’ya varmak için açık denizlere yelken açtı. Ancak bu 12 adet tekenin yolculuktan önce Osmanlılar tarafından kısırlaştırılmış olduklarının farkına varılmadı. Varıldığında da salimen karaya ulaşmanın sevinci bir anda uçup gitti. Ancak, bir mucize olmuş ve anaç keçi yolculuk esnasında gemide bir erkek yavru dünyaya getirmişti. Bunların yerli ırk keçiler ile yaptıkları melezlemeler sonucunda bugünkü G. Afrika tiftik endüstrisinin temeli atılmış oldu. Kısa zaman sonra 30 tiftik keçisi daha geldi. Ve 1856’da G. Afrika çok yüksek selektiv yetiştiricilik nedeniyle kaliteli tiftik üreten bir ülke durumuna geçti. Başarı sonunda geldi ve bugüne kadar G. Afrika ve Türkiye önemli iki yetiştirici ülke olarak kaldı.
ABD Teksas’da da önemli miktarda tiftik üretilmektedir, ki , başlangıcı 19. YY. ortalarında o zamanki Osmanlı Sultanı Abdülmecit ‘in ABD başkanı Polk’tan pamuk üretimi konusunda bir uzman istemesiyle, neredeyse bir raslantı olaya dayanır. Columbia SC’den Dr.J.B.Davis Osmanlı pamuk üreticiliği üzerinde incelemeler yapmak ve gerekli tavsiyelerde bulunmak maksadıyla atanmış ve 1849 yılında görevini tamamladıktan sonra Birleşik Devletlere dönerken yanında 9 adet safkan Ankara keçisini de götürmüştür. Çok saygı gösterilen bir çiftlik hayvanı yetiştiricisi olan Atlanta’lı Richard Peters tarafından teşhis edilinceye kadar bunların kaşmer keçisi olduklarına inanıldı. Bu hayvanlar halkın gittikçe artan ilgisini çekti. Öyle ki, 1860 yılında albay Peters bir baş Ankara keçisi için $1500 fiyat gerçekleştirmiştir. Hatta bunların tanesi ağırlığınca gümüş ediyordu.
1880 yılında Boston gazetesi Ankara keçilerinin, yurdışına çıkarılmak üzere, katırlarla çekilen arabalarla Anadolu’nun Gerede bölgesinden yüzlerce mil öteye götürülmekte olduklarını yazdı. Böylelikle, Ankara keçisi, Türkiye’den başka çok az ve bir birinden çok uzakta Teksas, Güney Afrika, Lesoto ve Arjantin gibi ülkelerde; bir kısmı da Avustralya ve Yeni Zelanda da yetiştirildi. Ingiltere’de ise çok az sayıda bulunuyordu.
Parlak ve uzun ipeksi yününe Krallar ve Sultanlar tarafından saygı duyulan bu değerli hayvan, binlerce yıldır, bir çok insan için hayranlık sübjesi olarak, dünyanın her yerinde imalatçıların, moda tasarımcılarının ve iç mimarların hayallerine hükmetmektedir.
Bir zamanlar Türk Sultanı tarafından ateşli bir kıskançlıkla korunan tiftik, emsalsiz güzelliği, ipeksi dokusu ve nihayet dayanıklılığı ile bir nadir ve lüks elyaftır.
TEKSTİL ENDÜSTRISİNDE TİFTİK Moda eğilimleri olarak başlayan eğilimler, hayat tarzı seçimleri haline gelmiş bulunmaktadır. Sağlık bilinci, doğal besinler ve doğal elyaf, son yirmi yıldır ileri sürülen temel yeni ideallerdir. Tiftiğin seçkin özellikleri, kendisini, yüzyıllardır hem kumaş, hem de ev mefruşatı için yüksek oranda arzu edilen elyaf haline getirmiş bulunmaktadır. Tiftiğin yumuşak lüks duruşu ve zengin parlaklığı yüksek dayanıklılık ile birleşmiş bulunmaktadır.
Tiftik, her mevsimde kullanılabilen moda elyafı olup, soğuk hava için fevkalade ısıtıcı dokuması ve havalı, hafif yapısı, vücudun ılık günler için hava almasını sağlamaktadır. Tiftik, tek başına veya karışım halinde kullanıldığında, sonsuz oranda kumaş dokusu seçeneğine imza atar. Bunlar üstün yapağılar, zengin Iskoç kumaşları ve çevre yönünden uyumlu kürke alternatif olan ürünlerdir. Tiftik yapma kürk kumaşı olarak gerçek kürke alternatif çevreye uyumlu bir ürün oluşturur. Doğal olarak yumuşak elyaftan oluşan ve güncel deneyim ve modern işleme teknikleri ile zenginleşen bir üründür.
Tiftik, dekorasyon kumaşı olarak, aleve dayanıklılığı ve yüksek emiciliği ile çok değerlidir. Senfoni salonları, tiyatrolar, otel lobileri, ofis gibi kamuya açık yerler ve evler için idealdir. Bunlara ilaveten Tiftik, manifaturada etkili izolatörler olup, soğuk havada ısıyı muhafaza eder ve yazın da sıcağı dışarıda tutan bariyer görevi görür.
Tiftik pek çok üründe, bu arada: şapkalarda, eşarplarda, gündelik botlar ve terliklerde, örtü ve battaniyelerde, halı ve kilimlerde, peruklarda, boya rulolarında ve ıstampalarda, çocuk oyuncaklarında kullanılabilir. Tiftiğin cazibesi, yüzyıllar boyunca devam etmiş olup yeni ve heyecan verici stile adapte olmuştur.
TARİHÇE
Batı ülkelerinde MOHAİR diye adlandırılan TİFTİK bütün dünyaya yurdumuzdan yayılan ANKARA KEÇİSİ’ nin ürünüdür. Bu nedenle tiftik keçisi dünya literatüründe Ankara Keçisi (Angora Goat) olarak tanınır.
Ankara keçisinin yüzyıllarca önce Türk’ler tarafından Ankara ve civarına getirildiği, bu bölgenin kurak iklim ve toprağı ile iyi bir şekilde bağdaşarak bu günkü yapı ve tiftik özelliklerini burada kazandıkları bilinmektedir. Ankara keçisi o tarihten bu güne Anadolunun seçkin ve karakteristik bir gelir ırkı olma niteliğini muhafaza etmiştir.
1838 yılına kadar sadece yurdumuzda yetiştirilen Ankara keçisinin anavatanının Anadolu olduğunu söylemek yanlış olmaz. Bu keçi ırkının tüm dünyada Ankara’dan aldığı adı ile, yani Ankara keçisi olarak tanınması bu görüşün tartışmasız bir şekilde kabul gördüğünün kanıtıdır.
Ankara keçisinin sahip olduğu bu kültürel-prestij değer Türkiye için gurur kaynağıdır.
Bu gün dünyanın bir çok ülkesinde Ankara keçisinin titizlikle yetiştirilmesine rağmen elde edilen tiftikler incelik, yumuşaklık ve parlaklık gibi müstesna özellikleri bakımından yurdumuzda üretilen tiftikler seviyesine ulaştırılamamıştır. Tiftiğin endüstride aranan bütün özellikleri ancak onun öz vatanı olan yurdumuzda yetiştirilen Ankara keçisi tiftiklerinde görülmektedir.
19. yüzyılın ortalarına kadar Ankara keçisi sadece Türkiye’de yetiştirilmekteydi ve ülkemiz dünyada tiftik ipliği ve tiftik kumaşı (sof kumaşı) üretim ve ihracatı bakımından rakipsiz bir halde bulunuyordu.
Sof kumaşları, gerek renk çeşitleri gerekse dokunuşlarındaki ustalıkları ve desen incelikleri ile bütün dünyada tanınmış bulunuyordu. Başta İngiltere ve Hollanda olmak üzere Avrupa’ya ve Arap ülkelerine pek çok satılıyordu.
Ünü iç ve dış pazarlarda yayılmış olan Ankara sofları, uzun yıllar Ankara vilayetinin tarihini ve ekonomisini etkilemiş, dış ülkelerden yurdumuza gelen bir çok seyyahın da dikkatini çekmiştir.
Ankara’ya gelen Doğu seyyahları, o zaman gördükleri karşısında hayranlık duymuşlar; hepsi tiftik keçilerinden, bunların tüylerinin ipek gibi inceliğinden ve parlaklığından, kumaşının zarafetinden bahsetmişler ve sof kumaşın dokunuşu, işlenişi, ticareti hakkında bilgiler sunmuşlardır.
O tarihlerde başta Ankara olmak üzere; Zir, Çankırı; Beypazarı, Nallıhan ve Kalecik’te 1355 tiftik tezgahının bulunduğu ve her yıl 20.000 top kumaşın ihraç edildiği Tournfort tarafından bildirilmiştir.
1835’lerde Ankara’ya gelen seyyahlardan Hamilton da sof üreten 1.000’den fazla tezgahın bulunduğunu yazmıştır.
1838 tarihinde başlayan bir süreçte ucuz ithal fabrika mallarının yurda girmeye başlamasıyla dokuma el tezgahları bunlarla rekabet edememiş ve yavaş yavaş tarih sahnesinden çekilmek zorunda kalmışlardır.
360 yıl önce, yani 1640’larda Ankara’yı görmüş olan Evliya Çelebi de Ankara Vilayeti için “burası sof yeridir… Bu sof da Engürü’ ye mahsustur. Yer yüzünde başka bir yerde olmak ihtimali yoktur.” der. Sonra tiftik keçisini şöyle anlatır:
“Tiftik keçisi beyaz süt gibi olup, onun gibi beyaz mahluk belki yoktur. Sof ipliği bunların yününden olur. Bu keçilerin tüyünü makasla kırkarlarsa ipliği sertçe olur. Ama yolarlarsa Eyüp Peygamberin ipeği gibi yumuşak olur… Kadın ve erkek herkesin işi softur…
Frenkler bu Engürü keçilerinden Frenk diyarına götürüp yumuşak iplik eğirip sof dokumak isterler. Allahın emriyle keçiler bir sene içinde bildiğimiz tüylü kıl keçilerden olur. Dokudukları şey sof olmaz. Hatta Engürü’den eğrilmiş ipliği alıp, Frenk diyarına götürerek sof yapalım dediler fakat yine olmadı.” der.
Ankara keçisinin Güney Afrika’ya ilk götürülüşü 1838 yılına rastlamaktadır. O tarihte Hint ordusunda bulunan Albay Henderson 12 baş teke ve 1 anaç Ankara keçisini Afrika’ya götürmüştür. Anaç keçi ve doğan erkek yavru Güney Afrika Ankara keçisi yetiştiriciliğinin ve tiftik endüstrisinin başlangıcını oluşturmuştur.
1880’lerde yapılan gizli ihraçlarla Türkiye’den Port Elizabeth’e getirilen Ankara keçilerinin orada kurulan pazarlarda güzel esir kızlar gibi satıldığı, Türkiye’den tanesi 4 altın liraya alınan bu keçilerin kontlar, dükler, saray mensupları, çiftlik sahipleri ve hatta antika meraklıları tarafından 500 İngiliz lirasına kapışıldığı yazılmıştır.
Birleşik Amerika’ya Ankara keçisinin ilk götürülüşü Güney Afrika’ya götürülüşünden sonra, 1849’dadır. O yıllarda pamuk ziraati ile ilgili çalışmalar yapmak için Türk hükümetinin davetlisi olarak Türkiye’ye gelip bir süre kalan Dr. James B.Davis, Carolina’ya dönüşünde beraberinde Sultan Mecit tarafından zamanın Amerika başkanı POLK’a hediyesi olarak seçme 2 teke ile 7 baş dişi keçi götürmüştür. Bunlar Amerika Ankara keçisi yetiştiriciliğinin temelini oluşturmuştur.
Ankara keçisi monopolünün ülkemiz ekonomisinde taşıdığı önemin zamanında gereği gibi kavranamamış olması bunların kolaylıkla dışarıya çıkarılmasına imkan hazırlayarak ABD ve Güney Afrika Cumhuriyetinin birer ciddi rakip hale gelmesine neden olmuştur.
Yine de yakın zamana kadar Ankara keçisi yetiştiriciliği ve ham tiftik ülkemiz ekonomisinde önemli bir değer olarak varlığını sürdürmüştür.
Mesela, 1959 yılında 94 milyon lira olan hayvan ürünleri ihracat değeri içindeki tiftik ihracat değeri 45.2 milyon liradır ki bu da % 48’lik bir payı ifade eder.
Gene 1959 yılında tiftik ihraç değerinin genel ihracat değeri içindeki payı % 4,56 gibi çok önemli bir orana ulaşmış; aynı yıl içinde arpa %3,3, kuru üzüm %2,14, kuru incir % 0,57, yün % 1,04, krom % 2,85, bakır, %0,21 pay ile tiftik ihracatının altında kalmıştır.
1959 yılında 8.442 ton, 1960 yılında ise 4.515 ton tiftik ihraç edilmiştir.
Bu gün yıllık tiftik üretimimiz 6.000 tondan 200 tona gerilemiştir. Ankara Keçisi varlığımız da yaklaşık 3 milyon baştan 120 bine kadar düşmüştür.
Ülkemiz ham tiftik rekoltesinde zaman içinde meydana gelen bu ciddi düşüşün başlıca sebebi tiftik fiyatlarındaki yetersizliktir. Yem fiyatlarının yüksekliği, çoban ücretlerinin bugün inanılmaz seviyelere ulaşması, gerek tarım arazisi olarak sürülmesi, gerekse özellikle orman sahası olarak sınırlandırılması nedeniyle meraların azalması meraların ancak kira ile elde edilebilmesi gibi maliyetteki büyük artışlar karşısında yılda bir defa kırkıp pazara getirdiği tiftiği para etmeyen üretici Ankara keçisini kasap bıçağı altına teslim etmek zorunda kalmıştır.
Dış Türkler Sosyolojisi’ne kazandırılan yeni kitabın sunuş bölümümü, günümüzün Çalışma Bakanı Vedat Bilgin yazdı.
Hollanda’da etkinlik organize etme rekoru kıran Veyis Güngör’ün, Belegesel ve DVD çalışmaları da parmak ısırtıyor.
İlhan KARAÇAY’ın haberi:
Bireysel olarak Türk literatürüne onlarca eser katan, kurumsal olarak da 110 eseri topluma kazandıran Veyis Güngör’den yeni bir kitap: Avrupa Türkleri Üzerine Düşünceler
Avrupa’ya Türk iş gücü göçünün 6o’ıncı yılı geride kalırken, Avrupa Türkleri Sosyolojisi’ne ışık tutan ve Avrupa Türklerini anlatan bu kitap, “Avrupa Türkleri Üzerine Düşünceler, Yeni Bir Gelecek Perspektifi Denemesi” başlığı ile yayınlandı.
Günümüzde Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı yapan Prof. Dr. Vedat BİLGİN’in sunuş bölümünü kaleme aldığı, “Avrupa Türkleri Üzerine Düşünceler” başlıklı kitap, Çizgi Kitapevi yayınları arasında okurlar ile buluştu.
Avrupalı Türklerin 60 yıllık serencamını anlatan kitap, “Avrupa Türkleri, göç, sivil toplum ve gençlik”, “Irkçılık, Avrupa İslam’ı ve demokrasi”, “Türkiye-AB ilişkileri ve Türk Dünyası”, “Kültürel Referanslar, dünya dili ve gelecek vizyonu” başlıkları altında pek çok güncel meseleye ışık tutuyor.
Veyis Güngör (solda), kitabın ilk baskısını, Sunuş’u yazan Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Prof. Dr. Vedat Bilgin’e takdim ederken.
Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Prof. Dr. Vedat Bilgin, eserin sunuş bölümünde kitabın köklü bir birikimin sonucu ortaya çıktığını vurguladı.
Bakınız Bakan Bilgin bu konuda neler yazdı: “Kuruluşundan itibaren, belli periyodlarda faaliyetlerine konuşmacı olarak katıldığım ‘Hollanda Türkevi Topluluğu’nun, Avrupa’daki Türklerin göç, entegrasyon, katılım, kültürel değişim ve Türkiye-Avrupa Birliği ilişkileri süreçlerini tartışıp, göç literatürüne önemli katkıda bulunduğuna şahit oldum. Avrupa’daki Türklerin alandaki değişim sürecini, Türkevi’nin, benim de katıldığım bazı faaliyetleri, Hollanda kurum ve kuruluşlarıyla ortak gerçekleştirmesini somut bir şekilde, gözlemledim. Özellikle Hollanda Türkevi Topluluğu faaliyetlerinin, sadece Hollanda ve Avrupa’daki Türklerle sınırlı olmaması, Türkiye ve Türk dünyasını da kapsaması, Avrupalı Türklerin yeni oluşturmaya çalıştıkları kimlik içeriğinin çok açık bir gayreti olduğunu söyleyebilirim”.
Veyis Güngör imzalı “Avrupa Türkleri Üzerine Düşünceler” kitabı, Avrupa Türklerinin bir gelecek perspektifi oluşturmaları yolunda müracaat edilmesi gereken ana sütun ve temel başlıkları formüle ediyor. Yazara göre, Avrupalı Türklerin gelecek perspektifi oluşturma sürecinde Avrupa’da oluşan 60 yıllık göç tecrübesi, tarihi ve kurumsal hafıza; Türkistan ve Anadolu insan tasavvurunu, Endülüs ve Balkan Müslümanlığı tecrübesi; Avrupa kültür tarihi bilinci ve yorumu ve nihayet, Türkiye-AB ilişkileri, Türk Dünyası, akraba topluluklar ve mazlum milletlerle ilişkilerden elde edilen kazanımlar, ana temeller olarak dikkate alınmalıdır.
Kitap, işaret edilen bu değer ve deneyimlerin, Avrupa Türklerinin gelecek on yıllarda, Avrupa’da ‘Müslüman Türk’ olarak varlıklarını devam ettirmeleri yönünde yapılacak tartışmalara da katkıda bulunacağını göstermektedir.
KİTABIN SUNUŞ YAZISINDA, ÇALIŞMA BAKANI VEDAT BİLGİN ŞUNLARI ANLATMAKTADIR:
Göç, küreselleşmenin en önemli dinamiklerinden birisini oluşturmuştur. Göç, her ne kadar insanoğlunun tarihi kadar eski olsa da, küreselleşme ile birlikte yeni boyutlar kazanmış ve yeni ilişkileri beraberinde getirmiştir. Göç hareketi, göç edenlerin geldikleri ülkelerle ilişkileri başta olmak üzere, siyasi, ekonomik ve kültürel ilişkilere yeni boyutlar katmıştır. Tarihte yaşanan farklı göç hareketlilikleri, geçmişte olduğu gibi günümüzde de aynı kategoride değildir. Özellikle 1900’lü yılların başında ortaya çıkan ve daha çok, ‘iş gücü göçü’ olarak gelişen göç hareketliliğine, 1950’li yıllarda, ‘Avrupa’ya Türk işgücü göçü’ de eklenmiştir. Her yaşanan göç olayında olduğu gibi, Avrupa’ya yapılan Türk işgücü göçü de, daha fazla emek ve istihdamla sınırlı olmayıp, aynı zamanda aynı zamanda, iki toplumun ve iki kültürün karşılaşmasıdır.
Türk toplumu, yirminci yüzyılın ikinci yarısına girildiğinde, toplumsal olarak daha çok köylülüğün egemen olduğu bir yapıya sahipti. Bu sosyolojik yapı, o yıllarda, Anadolu’nun köy, kasaba ve kentlerinden Avrupa’ya gerçekleşen Türk işçi göçünün de profiline yansımıştır. Birinci nesil Türk işçileri, Anadolu’nun daha çok kırsal kesiminden, kendileriyle birlikte getirdikleri kültürel birikimle, yeni toplumda, ihtiyaçtan kaynaklanan kurumları da inşa etmişlerdir. Özellikle, göçün önemli bir dönüm noktasını teşkil eden ‘aile birleşimi’ ve ikinci neslin, içinde bulunduğu ülkenin dilini öğrenmesiyle, Türk işçi göçünün mahiyeti de değişmeye başlamıştır. Bu değişim; içinde yaşadıkları toplumla girilen diyalogla başlayan kültürel karşılaşma ve etkileşim sonucu, önce ‘Avrupa’daki Türklerin, kendilerinin kim olduklarını tanımlama ve kimliklerinin yeniden keşfi’, sonra ‘yeni topluma uyum ve o toplumda yer edinme’, en önemlisi de, kendi kimliklerini muhafaza ederek, ‘yeniden üreten toplumsal çerçeveleri inşa etme’, olarak ortaya çıkmıştır.
1980’li yıllardan sonra gözlenen bir yapı değişikliğiyle, artık Avrupa’daki Türk işçileri, ‘Avrupalı Türkler’ olarak bir dönüşüm sürecinin içine girmişlerdir. O yıllarda, asimile olmadan, entegrasyonu savunan Türkler, içinde yaşadıkları ülkelerin kurumlarıyla sağlıklı ilişkiler kurmanın yollarını aramışlardır. Siyasi katılım, sivil toplum örgütlenmesi, girişimcilik ve diğer alanlardaki toplumsal temsil ve katılımlar bu evrilme sürecinin açık örneklerini oluşturmuştur.
Bu örneklerden biri de, elinizdeki kitabın yazarı Veyis Güngör’ün, yol arkadaşları ile birlikte kurduğu ‘Hollanda Türkevi Topluluğu’dur. Kuruluşundan itibaren, belli periyodlarda faaliyetlerine konuşmacı olarak katıldığım ‘Hollanda Türkevi Topluluğu’nun, Avrupa’daki Türklerin göç, entegrasyon, katılım, kültürel değişim ve Türkiye-Avrupa Birliği ilişkileri süreçlerini tartışıp, göç literatürüne önemli katkıda bulunduğuna şahit oldum. Avrupa’daki Türklerin alandaki değişim sürecini, Türkevi’nin, benim de katıldığım bazı faaliyetleri, Hollanda kurum ve kuruluşlarıyla ortak gerçekleştirmesini somut bir şekilde, gözlemledim. Özellikle Hollanda Türkevi Topluluğu faaliyetlerinin, sadece Hollanda ve Avrupa’daki Türklerle sınırlı olmaması, Türkiye ve Türk Dünyasını da kapsaması, Avrupalı Türklerin yeni oluşturmaya çalıştıkları kimlik içeriğinin çok açık bir gayreti olduğunu söyleyebilirim.
Çeyrek yüzyıla varan bir süredir takip ettiğim, kitabın yazarı Veyis Güngör’ün, gerek haftalık yorumlarında gerek periyodik yayınlarda yer alan makalelerinde de, yukarıda ifade edilen değişimin yansımalarına şahit oldum. Özellikle, REFERANS Dergisi’nde yayınlanan makalelerinde, Avrupa’da oluşturulmak istenen yeni bir anlayış, yeni bir gelecek perspektifinin, felsefi temelleri dikkat çekmektedir. Bu noktayı, özel bir sohbetimizde dile getirdim ve bu makalelerin bir kitapta toplanmasını teklif ettim.
Kitabı oluşturan çeşitli makalelerde, Güngör’ün, içinde yaşadığı şartları da göz önüne alarak, Avrupa’daki Türklerin köklerine yabancılaşmadan, Türkistan ve Anadolu değerlerini referans alarak ve bunları güncelleyerek, yeni bir gelecek vizyonu teklif ettiği görülmektedir. Bu yeni vizyonun oluşmasında, Avrupa kültür ve düşünce tarihi ve değerlerinin de yer alması, Endülüs ve Bosna Müslümanlığı tecrübesinin de gözden geçirilmesi, yeni vizyonun temelleri arasında yer almaktadır. Bu teklif, esasen Avrupa Türkleri için yeni bir inşacı sosyoloji sürecinin başladığının da farklı bir ifadesidir. Yeni süreç, içinde yaşanılan Avrupa ülkelerine ve dünyaya açık ama, kendi kültürel kimliğini oluşturan değerlere de yabancılaşmamaktır. Böyle bir gelecek perspektifi ve tasavvuru, başta Avrupa’daki Türkler için zorunlu olmakla birlikte, hem Türkiye hem Avrupa ülkeleri açısından hem de Avrupa Türklerinin ilişki halinde oldukları ve aidiyet duydukları topluluklar için oldukça faydalı bir zemindir. Güngör’ün bu çalışmasının Avrupa Türklerinin geleceği tartışmalarına katkıda bulunacağından şüphem yoktur.
Kitabın yazarı Veyis Güngör başta olmak üzere, otuz üç yıldır Hollanda Türkevi Topluluğu birimlerinde gönüllü olarak görev yapan dostlarıma, Avrupa Türkleri üzerine düşünen entelektüellere, yazarlara ve Çizgi Kitabevi yetkililerine teşekkür ederim.
Prof. Dr. Vedat BİLGİN
Türkiye Cumhuriyeti Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı
VEYİS GÜNGÖR’ÜN KİTAP ÇALIŞMALARI
Türk Gençleri Hollanda’yı Anlatıyor (Türkçe-Hollandaca) 1989
Ibn Chaldoen en de geschiedenis van de migratie (Hollandaca); 1990
Hollanda’daki Türk Gençleri ve Türkiye (Türkçe) 1992
Batı Avrupa Türkleri (Türkçe) 1993
Aktif Öğrenme Yöntemleri (Türkçe) 1994
Ramadan meer dan vasten (Hollandaca), M. El-Fers’le birlikte; 1996
Amsterdam Mektupları (Türkçe) 1997
Üsküpten Prizrene; gezi notları (Türkçe) 2000
Avrupa’daki Türkler’in Türkiye-AB İlişkilerine Etkileri (Türkçe/İngilizce),
T. Küçükcan ve H. Kacabıyık’la birlikte 2008
Bizimkilerin Pedagojisi (Türkçe) 2006
Turks in Europa (2009),
Siyasi Katılım: Avrupalı Türkler, Sivil Toplum ve Kültür, Hollanda Örnegi (2011).
Avrupa’da Anadolu; Söyleşiler,
Hollanda’da Mevlana ve Konya Öğretisi,
Brieven uit Konya: een kennismaking met enkele geestelijke architecten van Anatolië,
Hoca Ahmet Yesevi Okumaları,
Avrupa Türkleri üzerine düşünceler.
VEYİS GÜNGÖR’ÜN KURUMSAL OLARAK TOPLUMA KAZANDIRDIĞI BELGESEL VE DVD’LER
Yağlı Güreşler Hollanda’da, 1998, 27 Dakika Mokum TV’de yayınlandı
Mehter Dam Meydanı’nda, 2000, 27 Dakika Mokum TV’de yayınlandı
Mevlana Celaleddin Rumi, 2007, 27 Dakika Hollanda 1 Televizyonunda yayınlandı
Kosova ve Mekadonya Türkleri, 2008, 27 Dakika Hollanda 1 Televizyonunda yayınlandı
Bosna Müslümanları, 2008, 27 Dakika Hollanda 1 Televizyonunda yayınlandı
Mehmet Aydın Hollanda’da, 2009 27 Dakika Mokum Televizyonunda yayınlandı
Kasgarlı Mahmut, Dogumunun 1000. Yılına Armagan, 2010, 27 Dakika Mokum TV’de yayınlandı
Küsat Tüzmen Hollanda’da, 2010, 27 Dakika Mokum TV’de yayınlandı
Siyasi Katılım ve Hollanda Türkleri, 2011, 12 Dakika TRT TÜRK’de yayınlandı.
Egemen Bağış Hollanda’da, 2011, 27 Dakika Mokum TV’de yayınlandı
Necmi Tanyolaç, Türk spor medyasının kralıydı.
9 Yıl önce 27 Kasım’da vefat eden baba adam.
Bu Ne Sevgi Ah ve Yollar Niçin Bitmiyor:
Abdullah Yüce’yi 27 yıl önce kaybetmiştik
O, Türk medyasının, eleştirilmeyen tek adamıydı… O, Yaratıcı bir gazeteciydi…
O, Yüzlerce spor yazarının öğretmeniydi.
O’nun öğrencisi İlhan KARAÇAY yazdı:
Yıl 1967. Hollanda’ya geldiğim ve Tercüman Gazetesi’ne muhabirlik yapmaya başladığım yıldı. Yıl 1968.Amerika yolculuğu için hazırlıklara başlamıştım. Şimdiki eşim olan kız arkadaşım Jeanne bu ayrılık planından hoşnut değildi. Ne var ki bu konuda karar vermiştim bir kere. Yolculuk için yapılan alışveriş bitmiş ve yorgun argın eve gelişimizin ardından beş dakika bile geçmeden kapının zilini çalan postacının uzattığı telgraf, benim Amerika’ya gidişimi ilelebet unutmama ve Hollanda’ya demir atmama neden oldu.
Telgraf, Tercüman Gazetesi Spor Müdürü Necmi Tanyolaç’tan gelmiştir.
Tanyolaç, yıldırım çektiği telgrafta; “İlhan (STOP) Fenerbahçe Ajax ile eşleşti (STOP) Ajax’ı takibet (STOP) yazı ve fotoğrafları acele gönder (STOP)” diyordu.
İşte o zaman akan sular durdu. O dönemde Hollanda futbolu henüz tırmanışa geçmemişti. Rinus Michels’in çalıştırdığı Ajax’ta, sonradan çok meşhur olan kimler yoktu ki? Mesela Johan Cruyff henüz 17 yaşında idi. Keizer, Swart, Krol, Hulshoff, Suurbier, Neeskens ve Haan gibi dev isimlerin esamisi okunmuyordu ama bunların hepsi sonradan birer futbol yıldızı oldular.
10 Kasım 1968 günü Amsterdam’ın Schiphol havalimanına inen Fenerbahçe’yi Jeanne ile karşıladım. Oysa Jeanne’yi terk edip Amerika’ya gitmeyi planlarken Ajax-Fenerbahçe maçı beni O’nunla ile nikah masasına kadar götürdü. Beşiktaşlı olmama rağmen, Jeanne ile evlenmeme ve Hollanda’da kalmama vesile olan Fenerbahçe’ye her zaman şükran duymuşumdur. Havalimanındaki karşilama sadece sazlı ve sözlü değil, dansözlü de olmuştu. Bunu organize eden İstanbul Restaurant’ın sahibi Ünal Temel’e, ’10 Kasım’da dansöz oynatırsın ha, yakacağım seni’ diye takılmıştım.
Kafilede Necmi Tanyolaç ağabey de vardı.Otele vardığımız zaman o günkü Tercüman Gazetesi’ni çıkardı. Birinci sayfada Atatürk’ün kocaman bir fotoğrafı vardı.
Tercüman gazetesi o zamanlar, Atatürk fotoğrafı kullanmakta cimrilik yapardı. Necmi ağabey Atatürk fotoğrafını göstererek, ‘Patron Kemal Ilıcak’a çıktım. Atatürk fotoğrafı kullanmaktan korkmayın. Spor sayfalarımızı okuyan ve okumak isteyen binlece Atatürkçü var’ dediğini belirtti ve o günden sonra Tercüman’da bir tabunun yıkıldığını söyledi.
Necmi ağabey, gerçekten yaratıcı bir kişiliğe sahipti. 17 Eylül 1967 tarihinde oynanan Kayseri-Sivasspor maçında çıkan kavga sonunda tam 43 insanımız hayatını kaybetmişti. Bu haber dünya basınında geniş yer almıştı. ben de Hollanda medyasından haberleri göndermiştim. Necmi ağabey, ‘Futbolundan kan damlayan ülke’ başlığı ile benim haberimi manşet yapmıştı.
Hiç unutmam. 5 Mart 1969 akşamı Paris’te oynanan Ajax-Benfica final maçını Ajax 3-0 kazanmıştı. Necmi ağabey o maçı, ‘Ajax Benfica’yı Eyfel Kulesi’ne astı’ başlığıyla ve bir de çizgi resimle yayınladı. Eğik bir Eyfel’den sarkıtılan ipin ucunda Benfica onbiri asılıydı.
16 Nisan1969 tarihinde, bir gün sonrasının tarihiyle basılan ve Avrupa’da yayın hayatına başlayan Hürriyet gazetesi ile anlaşarak gazetecilikte tam profesyonelliğe adım attım. Ama o zaman Tercüman Avrupa’da daha çok satıyordu. Hürriyet’in Avrupa’da bir numara olmasını sağlayan Garbis Kesişoğlu ekibinin içinde naçizane ben de vardım.
Necmi ağabey bu kez, 1971 yılında Hollanda’ya geldi. Wembly’de oynanan Ajax-Panathiakos final maçından sonra Avrupa Şampiyonu olan AJax!ın Amsterdam’da yapacağı kutlamalar için…
O zaman Zeist kasabasında, sonradan evlendiğim Jeanne ile bir apartmanda ikamet ediyorduk. Necmi ağabeyi o evde ağırlarken bir maç seyredişi vardı ki. eşim Jeanne o sahneyi hiç unutamadı. Necmi ağabey gözlerini ekrana dikmişti ve etrafa hiç bakmıyordu. Bizimle konuşurken ve yemek yerken gözü ekrandan ayrılmıyordu.
Bir gün sonra Amsterdam’da Güner Kuban’ın bir restaurant açılışı vardı. Üç katlı restauranta ‘Poort van Amsterdam’ adı verilmişti. Güner Kuban ile tanışan Necmi ağabey, ‘Ben bu bayanı bir yerden tanıyorum ama nereden?’ diye konuştu. 3 saat sonra Necmi ağabey, ‘Tamam hatırladım, bu kadın İstanbul’dan meşhur lezbiyen Güner yahu’ dedi.
Güner Kuban, daha sonra açtığı ‘Homolulu’ adlı gece kulübü ve yazdığı ‘Sevişmenin Rengi’ adlı kitaplarıyla lezbiyenliğini alenen açıklamiş oldu.
Necmi ağabey ile daha sonra Avrupa’daki futbol karşilaşmaları sırasında birlikteliğimiz oldu. Bu birlikteliklerin en güzeli ve anlamlısı da 1978’de Arjantin’de yapılan Dünya Şampiyonası’nda oldu. Bu karşılaşmalar sırasında bir gün, Hürriyet Spor Müdürü olan rahmetli Doğan Koloğlu’na beni göstererek, ‘Bak size tabanca gibi bir oğlan verdim’ dediği zaman çok gururlanmıştım.
Necmi ağabey öldüğü zaman biz de Çamlıca’daydık. Hollanda’dan 9 gazeteci arkadaşla, TUSKON’un dünya işadamları ile yaptığı toplantıya gitmiştik. 26 Kasım günü Çamlıca tepesinde dolaştık ve salep içtik. O sırada Necmi ağabeyi düşünmüştüm. Zira O’nun Çamlıca’da bir bakımevinde kaldığını okumuştum. Necmi ağabeyi nasıl ziyaret ederiz diye düşünürken, ‘Hadi arkadaşlar gidiyoruz’ sesini duyduk. Bir davete icabet etmemiz gerekiyordu. Ne garip tesadüf ki, aynı gecenin sabahında Necmi ağabey vefat etti. Ertesi sabah Hollanda’ya uçtuğumuz için, ölüm haberini de Hollanda’da okuduk.
Nur içinde yat Necmi ağabey.
**************************
Bu Ne Sevgi Ah ve Yollar Niçin Bitmiyor:
Abdullah Yüce’yi 27 yıl önce kaybetmiştik
İstanbul’da bir bankada çalışırken amatör şarkıcılık yapan dayım İzzettin Aytekin kanalıyla tanımıştım rahmetliyi. Mersin’e bir konser için geldikleri zaman 16 yaşında idim. Beraberinde ünlü komedyen İsmail Dümbüllü de vardı. yengemin yaptığı içli köfteleri ceplerine doldurarak ayrılmışlardı Mersin’den.
17 Yaşımda iken, İstanbul’da Konservatuar’a kayıt olmaya gitmiştim.
O sırada tabii ki aile dostumuz olan Abdullah Yüce’nin Yeniköy’deki evine gitmiştim. Benimle yakından ilgilenmişti merhum. İstanbul gibi bir metrepolda yaşayabilmem için beni, Şükran Ay’ın kocası Turan Turanlı’ya teslim etmişti. (Kaybettiğimiz Savaş Ay’ın babası.) Turan Turanlı ünlü bir sihirbaz ve gösteri sanatçısıydı. Çadır tiyatroları kurardı ve o çadırlarda konserler organize ederdi. Çadır o zaman Bakırköy’de idi. Sinan Subaşı o günlerin ünlü şarkıcısıydı. O’nunla birlikte sahneye çıktım ve şarkı söyledim. Ama şarkıcılık bittikten sonra da sandalye toplama işlemine de katıldım.
İstanbul’daki şarkıcılık meceram kısa sürdü. Birkaç filmde rol aldıktan sonra Mersin’e döndüm.
Daha sonra kader beni Hollanda’ya taşıdı. Hollanda’da gazetecilik yaparken, seyahatçılık ve konser organizasyonu da yapıyordum.
Bir organizasyona Abdullah Yüce’yi de ekledim. Eski günleri yad ettik.
1984 yılında Hollanda’dan Mersin’e göç ettiğimiz zaman, Abdullah Yüce’yi, ailece işlettiğimiz Popeipolis-Karaçay adlı Gazino Restaurant’a getirdim. Tam altı ay sahneye çıktı merhum Yüce.
27 Kasım 1995’te vefat ettiği zaman 75 yaşındaydı Abdullah Yüce.
Yıllar sonra, 2012 yılında bana bir e-mail mesajı geldi. Mesaj merhumun kızından geliyordu. Evde fotoğraflarımı bulmuştu. Sonra da internette web sayfamı. Yazıştık Abdullah Yüce’nin sevgili kızıyla. O bana, ben de ona fotoğraflar gönderdik.
Nur içinde yatsın !!!
Yoğun işlerine rağmen teklifi kabul eden Karaer, Antalya ve çevresindeki Hollandalılar’a ve Hollanda ile ilişkileri olan herkese yardımcı olacağını ve Hollanda’dan Türkiye’ye turist sayısında artış sağlayacağını belirtti.
Hollanda’nın Ankara Büyükelçisi Joep Wijnands’ın katıldığı görev teslim töreninde çok sayıda iş insanı da vardı.
Fahri Konsolos olan diğer dostlarım: İlyas Keskin Kongo’nun, Osman Şahbaz Macaristan’ın ve rahmetli Joost Peters Türkiye’nin hizmetindeydiler.
İlhan KARAÇAY yazdı
Fahri konsolosluk görevi üstlenen üç dostum vardı. ‘Vardı’ diyorum, zira bunlardan birini, Joost Peters’i ahirete uğurladık. Diğer ikisi İlyas Keskin ile Osman Şahbaz görevlerine devam ediyorlar.
İlyas Keskin Kongo’nun İstanbul Fahri Konsolosu, Osman Şahbaz da Macaristan’ın Kayseri Fahri Konsolosu olarak görevlerini sürdürüyorlar. Bu üç dostumun eski haberlerini bu yazının sonda bulacaksınız.
Hem ticari ilişkiler konusunda hem de konsolosluk işlemlerini yerine getirme noktasında çok önemli olan Fahri konsolosluk, ülkeler arası olan önemli işlemlerinin yapılması konusunda görevi bulunan bir kurumdur.
Ülkeler, Başkonsolosluk açamadığı dünya şehirlerinde, saygın olan gönüllüler bularak, bu görevi bahşederler.
İşte, Antalya’da konsolos eksikliği hisseden Hollanda, bu görevi 23 yıldır sürdüren Savaş Titiz’in ayrılmasından sonra, bu göreve Corendon’un ortağı Yıldıray Karaer’i lâyık buldu.
Corendon Havayolları’nın Yönetim Kurulu Başkanı olan dostum Yıldıray Karaer, çok yoğun işlerine rağmen bu görevi kabul etti ve buna zaman ayıracağını bildirdi.
Hollanda’nın Ankara Büyükelçisi Joep Wijnands ve çok sayıda iş insanının katıldığı görev teslim töreni Akra Hotel’de yapıldı.
Büyükelçi Joep Wijnands, Karaer’in fahri konsolosluk görevine gelmesiyle iki ülke arasındaki iş birliğinin daha da güçleneceğini belirtti.
Antalya’nın, ülkeleri açısından çok önemli bir kent olduğuna dikkat çeken Wijnands, bu kenti tatilde tercih eden Hollandalı sayısının 435 bini geçtiğini ifade etti.
Büyükelçi Joep Wijnands, “Dünya kupası maçları olmasına rağmen törene katıldığınız için teşekkür ederim. Antalya’da olmak çok güzel bir duygu. Kasım ayı ortasında olmamıza rağmen yaz ayı devam ediyor. Logosu portakal olan bir şehirde bulunmaktan mutluluk duyuyorum. Portakal rengi bizim ulusal renklerimizden bir tanesidir. Türkiye’de bulunduğum süre zarfında öğrendim ki Türkler bizim milli takımımıza portakallar diyormuş. Aslında biz kendimize “aslanlar” deriz. Antalya bizim için başka alanlar için de önemlidir. Bunun başında da turizm geliyor. Buraya tatile gelen binlerce Hollandalı turist var. Valimizden öğrendiğimiz kadarı ile bu sene gelen Hollandalı turist sayısının Covid öncesi rakama ulaştığını öğrendik. Bu da yaklaşık sanırım 435 bin civarında bulunuyor. Turizm yanı sıra tarım da bizim için önemlidir. Bu sektör Hollanda’da mükemmeliyete ulaştı. Seracılık ve sebze alanında çok iyi seviyede bulunuyoruz. Tarım ve tarım teknolojisi alanında Türkiye gibi ülkelere de destek veren bir ülkenin büyükelçiliğini yapmanın gururunu yaşıyorum” diye konuştu.
Corendon Airlines Yönetim Kurulu Başkanı Yıldıray Karaer de, Hollanda’da ilk uçak şirketini kurduklarını Türkiye’ye önce 180 bin, daha sonraki yıllarda 1,2 milyon Hollandalı turist getirdiklerini belirtti. Bu sayının daha sonra 750-800 bin dolayına düştüğünü anlatan Karaer, ‘’Antalya’ya her yıl 500 bin Hollandalı turist geliyor. Önümüzdeki yıllarda Türkiye, turizmde daha da parlayacak diye düşünüyorum. Önümüzdeki süreçte yeniden 1 milyonun üzerinde Hollandalı turistin Türkiye’ye gelmesini hedefliyoruz’’ dedi.
Kendisine verilen fahri konsolosluğun, çok gurur verici bir görev olduğunu belirten Hollanda’nın yeni Antalya Fahri Konsolosu Yıldıray Karaer, “Hollanda’nın önümüzdeki yıllarda gelen turist sayısında ilk üçü zorlayacağını düşünüyorum. Ben Hollanda’da turizm yapmaya başladığım zaman 180 bin turist geliyordu. Biz bunu 1 milyon 200 bin turiste kadar çıkarmıştık. Siyasi ve ekonomik krizler nedeniyle, bugün Türkiye’ye gelen turist sayısı 750- 800 bin civarında bulunuyor. Antalya’ya gelenlerin sayısı 500 bine yaklaşıyor. Daha önce ulaştığımız rakamları Türkiye’nin turizmde parlayacağı yıllarda tekrar buluruz. Biz daha önce de yaptığımız atraksiyonları yapmaya devam edeceğiz. Zaten fahri elçiliğimizi yapıyorduk, bundan sonra bu iş resmileşti” diye konuştu.
Konuşmaların ardından Büyükelçi Wijnands, Karaer’e üzerinde İngilizce ‘Hollanda’ yazılı turuncu renkli futbol topu hediye etti.
Haberimin başlığında belirttiğim gibi, ‘Fahri Konsolos’ etiketi taşıyan 3 dostum oldu.
Yıldıray Karaer bu payeye lâyık görülen dördüncü dostum oldu.
Karaer’i yukarıda anlatmaya çalıştım.
Diğer ‘Fahri Konsolos’ dostlarımı da eski haberler ile sizlere tanıtayım:
İlyas Keskin, Kongo’nun İstanbul Fahri Konsolosu oldu.
Hollanda’daki yaşamı sırasında, Türk toplumu içinde parmakla gösterilen Dr. İlyas Keskin, daha sonraki yaşamında da başarılı işlere imza attı.
Hollanda’da telekom, İstanbul’da dondurma imalatı işleri ile meşgulken bir anda Fas’a göç eden Keskin, bir gün karşımıza ‘Türk-Fas İş Konseyi Başkanı’ olarak çıktı. Fas’ta turizm işine el atan Keskin, Afrika’daki çevre ülkeler ile ilişkisini zenginleştirdi.
Vaya Group CEO’su ve Afrika Birliği Danışmanı olarak da görev yapan Keskin’in başarılı faaliyetleri, Kongo Cumhuriyeti’ni yönetenlerin dikkatini çekti.
Keskin’in bir Türk olduğunu öğrenen Kongolular O’na İstanbul Fahri Konmsolosluğu görevini teklif ettiler. Bu teklifi tereddütsüz kabul eden İlyas Keskin, geçen hafta İstanbul Hilton Oteli’nde yapılan bir törenle mazbatasını aldı.
Keskin bu görevin verilmesinden dolayı Türkiye ve Kongo Cumhuriyeti Cumhurbaşkanlarına ve Dışişleri Bakanları’na teşekkür ederken şunları söyledi: “Bu göreve atanmama karar veren Kongo Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı Sayın Denis Sassou N’guessou’ya, Başbakan Sayın Clément Mouamba’ya, Dışişleri Bakanları Sayın Jean Claude Gakosso ile Basile İkouebe’ye ve konudaki desteklerini esirgemeyen Büyükelçi Sayın Luc Joseph Okio ile Brazzaville Ticaret Odası Başkanı Sayın George Mampouya’ya çok teşekkür ederim. Aynı şekilde, Benim Kongo Cumhuriyeti’nin İstanbul Fahri Konsolosu olarak atanmama onay veren Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı Sayın Recep Tayyip Erdoğan’a ve Dışişleri Bakanı Sayın Mevlut Çavuşoğlu’na şükranlarımı arzederim. Şahsıma tevdi edilen ve onur duyarak kabul ettiğim bu görev sırasında, hem Türkiye’deki Kongo Cumhuriyeti vatandaşlarına ve iş insanlarına, hem de ülkemin vatandaşları ile iş insanlarına bütün tecrübelerimi aktararak yardımcı olacağıma, Kongo Cumhuriyeti Büyükelçiliği’nin talimatları ve önerileri çerçevesinde Kongo ile Türkiye arasındaki turizmin, ticaretin ve ekonomik ilişkilerin gelişmesine tüm gücümle katkıda bulunmaya çalışacağıma emin olmanızı isterim.”
Kongo Cumhuriyetinin İstanbul Fahri Konsolosluğu açılış programına, başta Kongo’nun Ankara Büyükelçisi Luc Joseph Okio olmak üzere, Cumhurbaşkanlığı Kabine Sekreteri Osman Sağlam, eski İçişleri Bakanı ve Yurt Partisi Genel Başkanı Sadettin Tantan, eski milletvekili ve halihazırda Erzurum Büyükşehir Belediye Başkanı Mehmet Sekmen, eski Osmaniye Valisi İsmail Fırat, Hollanda Türkevi Araştırmalar Merkezi Başkanı Veyis Güngör. çok sayıda diplomat, iş insanı, sanatçı katıldılar.
Macaristan’da bir imparator : Osman Şahbaz
*Türk İşadamları Derneği Başkanı olan Şahbaz,
Macaristan’ın Kayseri fahri konsolosluğunu da yürütüyor.
*Pek çok uluslararası kongerans düzenleyen Şahbaz, aynı
zamanda bir ‘İyilik Meleği’.
İlhan KARAÇAY yazdı…
O’nu 2014 yılında Macaristan’da yapılan Turan Kurultayı Şöleni’nde tanımıştım.TRT BELGESEL ekibiyle iki gün süren şölenleri izlemiştik.
Macaristan’ın başkenti Budapeşte’ye gitemeden önce yaptığımız araştırmada, orada bize yardım edecek kişi olarak O’nun adı en başta yer almıştı.
O’nu telefonla aradığımız zaman, yoğun işlerine rağmen bizimle ilgileneceğini belirtmişti. Yoğundu, çünkü, hem Macaristan Türk İşadamları derneği Başkanıydı, hem Macaristan’ın Kayseri fahri konsolosuydu ve hem de büyük çapta yaptığı tekstil ticaretiyla uğraşıyordu.
Bırakın ilgilenmeyi, bizimle 24 saat beraber oluyordu. Bu ara tabii ki, orada yapacağımız çalışmalardaki konuların kaynağını da buluyordu.
Osman Şahbaz (ortada krvatlı), TRT BELGESEL ekibinden, soldan sağa, Orhan Aybertürk, İsmail Elden, İlhan Karaçay, Sacit Şahin ve Mehmet Türkoğlu ile Türk Şehitliği’nde. Sağdaki Mehmet Türkoğlu’nu 7 Mayıs 2015’te 46 yaşındayken kaybettik
Osman Şahbaz’ın TRT ekibine yaptığı yardımları sıralarsam sayfalar dolacak.
Şahbaz’ın TRT ekibine katkılarını fotoğraf ve fotoğraflatı yazılarda görebileceksiniz. Osman Şahbaz, Turan Kurultayı Şenlikleri’i sırasında, Parlamento Başkanı (sağda) ve Kurultay Başkanı (solda) ile yaptığımız söyleşilerde tercümanlığımızı yaptı.
Şahbaz’ı tanıyalım
İstanbul, Kayseri ve Budapeşte’de yerleşik sanayici ve tüccar bir ailenin oğlu olan Osman Şahbaz, 25 yıldır Macaristan’da ticari faaliyetlerde bulunuyor.
Macaristan’daki Türk İş Dünyası’nın çatı işadamları örgütü olan Türk Macar İşadamları Derneği’nin (TÜMİŞAD) kurucu yönetim kurulu başkanı olan Şahbaz, DEİK-Dünya Türk İş Konseyi Yönetim Kurulu Üyesi ve Avrupa Bölge Komitesi Başkan Yardımcısı olarak da görev yapıyor. 3000 ‘den fazla mimar ve mühendis üyesi bulunan Mimar ve Mühendisler Grubu Derneği (MMG) Genel Başkan Yardımcısı olan Şahbaz, Yıldız Teknik Üniversitesi mezunudur. Makine Mühendisi ve Yıldız Üniversitesi Vakfı Mütevelli Heyeti Üyesi olan Şahbaz, Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’den sonra, Macaristan Cumhurbaşkanı Dr. Ader Janos tarafından ‘Devlet Üstün Hizmet Madalyası’ verilen ikinci Kayserili Türk’tür.
Macaristan Kaposvár Üniversitesi Bilimsel Genel Kurul Üyeleri ve Senatosunun kararıyla, Macaristan Kayseri Fahri Konsolosu olan Osman Şahbaz’a, Uluslararası Siyaset Bilimi alanında akademik “Fahri Doçent” ünvanı verildi.
Kaposvár Üniversitesi, Sportcsarnok salonunda düzenlenen törende, Osman Şahbaz’a, Akademik Fahri Doçent’lik beratını, üniversitenin 2014 – 2015 eğitim yılı açılış töreninde, Kaposvár Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Szávai Ferenc ve Macaristan Milli Parlamentosu Başkan Vekili Dr. Mátrai Márta takdim etmişti.
Osman Şahbaz, Koposvar Üniversitesi’nden aldığı Fahri Doçent ünvanından sonra, okul yöneticileri ile bu hatıra fotoğrafını çektirmişti.
Osman Şahbaz, ödül töreninde teşekkür konuşmasında, bu onurlu ödüle layık görülmenin mutluluk ve heyecanı içinde olduğunu belirtti ve ‘ İnsanlığın ortak değerleri olan bilim, sanat, spor, sevgi ve hoşgörünün sınırları yoktur. Bu değerleri sınırlandırmaya kalkmak tabiatın kanununa aykırıdır. Son 25 yıldır milletlerarası evrensel değerlerin etkileşimi konusunda uğraş vermekteyim. Ülkelerin ve milletlerin farklılıkları uluslararası ilişkilerin zenginliğidir. Milletlerarası ilişkileri, diplomatik ilişkilerin ötesinde, ana temelini halklararası ilişkilerin ve ekonomik işbirliklerinin oluşturduğuna inanmaktayım.’ dedi.
Osman Şahbaz konuşmasına şöyle devam etti: ‘Bugün bana bahşetmiş olduğunuz bu onur, benim için oldukça önemli bir değer taşıyor. Kalbimin en değerli yerinde saklayacağım. Daha önce bir başka üniversiteden fahri doktora unvanı tevdi etmişlerdi.
O gün de farklı bir duygu yaşamıştım.
Osman Şahbaz’a Fahri Doçent belgesini, Macaristan Milli Parlamentosu Başkan Vekili Dr. Mátrai Márta takdim etmişti.üne gelişimde, Macaristan ve Türkiye’de her daim desteğini yanımda hissettiğim değerli dostlarımın, Dışişleri mensuplarının, Büyükelçilerinin, TÜMİŞAD üyelerinin, Türkiye’deki dostlarımın ve özelliklede fedakar ailemin çok özel yerleri vardır. Hep birlikte bugüne adım adım sabırla çalışarak ulaştık. Bu onur şimdiye kadar ki çalışmalarımıza bir teşekkür mahiyetindedir. Marifet iltifata tabidir. Bu Fahri Doçent unvanı Macaristan ve Türkiye’ye karşı üzerimdeki sorumlulukları daha da arttırmıştır. Fahri Doçent diplomasını ömür boyu saklayacağım ve çocuklarıma bırakacağım önemli bir miras olacaktır.
Üniversiteler, bilim, kültür, sanat ve düşünsel alanda başarı sağlamış, ülke kalkınmasına, önemli katkıda bulunmuş kişilere fahri doçent unvanı verir. Bu onur ve takdir anlamı taşıyan fahri doçent unvanı onayını veren Kaposvár Üniversitesi değerli Rektörüne, senatosuna içtenlikle teşekkür ediyorum.’
Kaposvár’da Uluslararası Sosyal Bilimler Kongresi
Osman Şahbaz’ın yapmış olduğu sayısız etkinliklerden biri de, Uluslararası Sosyal Bilimler Kongresi oldu.
Türk Macar İşadamları Derneği (TÜMİŞAD)’ın katkılaryla, Macaristan Kaposvár Üniversitesi ve Sakarya Üniversitesi (SAÜ), bu kongrede bir araya geldiler.
Türkiye’den Sakarya, İstanbul, Marmara, Gazi, Hacettepe, Kültür, Nişantaşı, Yalova, Süleyman Demirel, Mehmet Akif Ersoy, Celal Bayar, Gaziantep, Nevşehir Hacı Bektaş Veli, Abant İzzet Baysal, Artvin Çoruh, Aydın, Giresun, Pamukkale, Bülent Ecevit, Hitit, Aksaray, Bilecik Şeyh Edebali, Kırklareli, Adıyaman, Yeni Yüzyıl, Medeniyet, Ordu, İnönü, Çanakkale 18 Mart, Azerbaycan Milli İlimler Akademisi, Makedonya Uluslararası Vizyon, Kazakistan Yesevi Üniversiteleri başta olmak üzere, 40’dan fazla farklı üniversiteden 150’den fazla profesör ve Macaristan’dan 33 bilim adamının katıldı.
Macaristan’a ayak basan Türkler arasında mağdur kalanların da başvurduğu ‘Baba’ olan Osman Şahbaz, burada bir imparator olarak anılıyor.
Bir Türkiye sevdalısının ardından…
Fahri Başkonsolosumuz Joost Peters’in yeri doldurulur mu?
Peters’in patronu olan Achmea Grubu, aynı görevin kendi bünyelerinden biri tarafından sürdürülmesinden yana.
İlhan KARAÇAY yazdı:
Türkiye’nin Hollanda’daki Leiden şehri Fahri Başkonsolosu olan Joost Peters’i mart ayı içinde yitirmiştik.
Tam bir Türkiye sevdalısı olan Joost Peters ile tanışıklığımız, Fahri Başkonsolosluk görevini üstlenmesinden öncesine dayanıyor.
Joost Paters, Sigorta şirketlerini ve bankaları nezdinde barındıran dünyaca ünlü ve güçlü Achmea Holding’in en önemli yetkililerinden biriydi.
AGİS
Joost Peters’in etkili ve yetkili olduğu şirketlerden biri AGİS adlı hastalık sigortasıydı. AGİS’in Türk müşterisi 5 bin kadardı. AGİS’te göreve başlayan Savaş Avcı, Türk müşteri sayısını artırabilmek için bir kadro oluşturmuştu. Bu kadronun içinde şahsım da, Halkla İlişkiler konusunda görev almıştım.
Türkiye’ye tatile giden Türkler ve Hollandalılar, orada hastalandıkları zaman, başvurdukları doktorlar ve hastaneler tarafından suistimale uğruyorlardı. Hasta olanlara yüksek faturalar kesiliyor ve bu faturaların bedelleri de Hollanda’da ödenmiyordu.
Savaş Avcı bu gidişe bir son verme yoluyla, AGİS’e daha çok müşteri toplama başarısını gösterdi.
Türkiye’de 200’ü aşkın hastane ile yapılan sözleşmeler sonrasında, Türkiye’de hastalanan Türkler ve Hollandalılar, İstanbul’daki AGİS Merkezi’ne bir telefonla istedikleri hastanelere gidiyorlar ve hesap ödemiyorlardı.
Bu yöntemin halka iyi bir şekilde duyurulmasından sonra, AGİS’in Türk mişteri sayısı 5 binden 150 bine çıkmıştı. Tabii ki, Türkiye’ye her yıl tatile giden milyonlarca Hollandalı’dan 300 bini de AGİS müşterisi olmuştu.
Achmea Holding’e bağlı olan AGİS’te yapılmak istenenlerin çoğu Joost Peters tarafından onaylanıyor ve destekleniyordu.
Joost Peters, AGİS’in Türkler tarafaından daha çok ilgi görmesi için çeşitli etkinlikler düzenliyordu.
Bu etkinliklerden biri de bir yat gezintisiydi.
Avrupa Futbol Şampiyonası’nda Almanya ile oynayacağımız çeyrek final maç gününde düzenlenen bu yat gezisine, Hollanda’daki Türk dünyasının etkin isimleri davet edilmişti.
Akşam oynanacak olan maç öncesinde, özel olarak yaptırmış olduğu Türk milli takımı formalarını bize dağıtan Peters, sırtımıza geçirdiğimiz formalar ile fotoğraf çektirdikten sonra, akşam da maçı formalarımızla izlememizi sağladı.
Böylesine Türk hayranı olan Joost Peters’e, Türkiye’nin fahri başkonsolosu olma tavsiyesini yaptım. Bu uyarımı kabul eden Joost Peters’in başvurusu olumlu bulundu.
Joost Peters’in Fahri Başkonsolosluk başvurusu, Ankara tarafından kabul edilirken, görevin Utrecht bölgesinde yapılması şart koşulmuştu. Peters’in çalışma alanı ise Leiden ve çevresiydi. Ankara, Utrecht’te diretirse, Fahri Başkonsolosluk işi suya düşecekti. Bu nedenle Lahey Büyükelçiliğimize bir mektup gönderdim ve isteğin Leiden olarak kabul edilmesini tavsiye ettim. O mektuptan sonra Peters’in Leiden isteği de kabul edildi.
İşte, yazdığım o mektup:
Fahri Başkonsoloslukların önemi:
Uluslararası ilişkilerin ve diplomasinin önemli bir unsuru olan fahri konsolosluğun, dış ekonomik ilişkiler açısından da önem kazanması iş dünyasının dikkatini çekiyor. Yurtdışında Türkiye’yi temsil eden fahri konsolos sayısı 170’e ulaşıyor. Türkiye’nin en çok ABD, Brezilya, Fransa ve Almanya’da fahri konsolosu bulunuyor.
Elçilikler kalkıyor
Birçok ülke büyükelçilik ya da konsolosluk açamadığı ülkelerde fahri konsoloslar aracılığıyla ilişkilerini geliştirirken, aralarında Kanada’nın da bulunduğu ülkeler de, var olan elçiliklerini ve konsolosluklarını kaldırıp, bu görevi fahri konsoloslara devretmeye başladı. Bunda da, ekonomik nedenler ve konsolosların her 4 yılda bir değişmesi yüzünden adaptasyon sorunu yaşamaları etkili oldu. Fahri konsolos, genellikle o ülkenin vatandaşı olduğu ya da orada ikamet ettiği için tercih ediliyor. Avrupa Birliği’nde de ülkelerdeki tüm büyükelçilikleri kapatıp, yerine yalnızca bir ‘Avrupa Birliği Büyükelçisi’ ya da fahri konsoloslara devretmek için çalışmalar yapılıyor.
JOOST PETERS’İN ATANIŞ HABERİ
Ölümünün ardından çok kişiyi hüzne boğan Joost Peters’in, Fahri Başkonsolosluk haberini 2008 yılında şöyle yayınlamıştık:
Hollanda’nın dev kuruluşlarından Achmea Holding’in, Yönetim Kurulu’na Badanışmanlık yapan Joost Johan Peters, Tükiye’nin Fahri Başkonsolosu oldu. Hizmet alanı Leiden, Utrecht, Amersfoort, Alkmaar, Hoorn ve Den Helder olan Joost Peters, kendisine verilen bu görevden çok memnun.
Dünyaca ünlü Eureko’nun şemsiyesi altında faaliyet gösteren Achmea; Rabobank, İnterpolis, Agis, Zileveren Kruis, Groeneland, PWZ, OZF, FBTO gibi kuruluşları yönetiyor. 2009 yılında yapılan değerlendirmelerde, Rabobank ve Devlet Karayolları işletmelerinin ardından en iyi üçüncü işveren seçilen Achmea’nın bu başarısında, Başdanışman Joost Peters’in rolü çok büyük.
İşte, bu başarılı Holdingler zincirinin Başdanışmanı olan Joost Peters, Türkiye’nin Hollanda’daki ikinci Fahri Başonsolosu oldu.
Achmea, Leiden şehrindeki Kort Rapenburg 1-3 adresinde tarihi bir binayı kiralayarak, Türkiye Fahri Bakonsolosluğu’na tahsis eden Joost Peters’in bu konudaki en büyük destekçisi olacak.
Fahri Başkonsolosluk tabelası önünde konuştuğumuz Joost Peters şöyle konuştu: “Bu tabela benim için en büyük gurur kaynağıdır. Hollanda ile Türkiye arasında bir köprü görevi yapmaya çalışacağım.
İki ülke insanlarının sorunlarının çözme amacının yanı sıra, ekonomik alanlarda işbirliğini de üstleneceğim.Hollanda ile Türkiye’nin karşılıklı yatırımları iyi koordine edilirse,Türkiye ile Hollanda arasındaki ekonomik işbirliğinin artarak sürmesi de kesinleşir. Türkiye Hollanda için çok önemlidir. Çünkü pozitif ve dinamik bir ekonomik yapısı var.Türkiye’nin önünde uzun bir yol var. Türkiye’nin gelişeceğini ve daha da modernleşeceğini düşünüyorum. Ümit ederim ki, bu bağlamda Fahri Konsolosluğun açılmasından sonra Hollanda ile Türkiye arasındaki ilişkiler daha iyi gelişir. Hollanda’dan Türkiye’ye giden turist sayısının her yıl artış göstermesinin nedenini araşırdığınız zaman, Hollandalı turistlerin Türkiye’de gördükleri hizmetten memnun kaldıkları anlaşılr.”
Çalışmaları arasında, Hollanda’daki Türk gençlerine staj yeri sağlamak olduğunu belirten Peters, Hollanda’dan Türkiye’ye de stajyerler göndermeyi amaçladığını söyledi. Özellikle Türkiye’deki modern hastanelere stajyer doktor göndermeyi çok arzuladığını belirten Peters, kendi bünyelerinde olan sağlık sigortalarının da, Türkiye’de Agis gibi hizmet vermeleri için çalışma yapıldığını sözlerine ekledi..
Türkiye’de, Savaş Avcı’nın yönetimindeki Agis Hizmet Merkezi’nin, 10 yıl içinde 200 bini aşkın Türk ve Hollandalı hastayı tedavi ettirdiği vurgulanırken, aynı hizmetin Zilveren Kruis gibi diğer Achmea sağlık sigortalıları için verilmesinin mutlaka sağlanması gerektiğini söyleyen Peters, “Bu sorunu kısa bir zamanda çözeceğiz” dedi
Öte yandan, Agis Sağlık Sigortası’nın Türkiye’deki Hizmet Merkezi Genel Müdürü ve hissedarı olan Savaş Avcı, Joost Peters’in TC Fahri Başkonsolosluğu’na getirilmesi ile ilgili olarak şunları söyledi: “Agis olarak, Türkiye ile Hollanda arasında başlattiğımız ve her yıl daha da güçlenmesi için çalıştığımız sağlık köprüsüne, Holdingimizin Başdanışmanı Joost Peters’in Fahri Başkonsolos olması bizi çok heyecanlandırmş ve gururlandırmıştır. Joost Peters’in getireceği ivmeyle iki ülke arasında kurulacak yeni iş ve sosyal ilişkilerinin geliimi için bizim de varoluş amacımız olmasından kaynaklanan heyecanımızı ve enerjimizi hiç kaybetmeden desteğimizi vereceğimizi belirtmek isteriz.”
Türk Hava Yolları Amsterdam Müdürlüğü’nden yapılan bir açıklamaya göre, önümüzdeki yaz ayları için, ‘Ver Elini Memleket’ sloganı ile ucuz tarifeli seferler düzenlendi. Hollanda’dan İstanbul aktarmalı olarak Sivas, Erzurum ve diğer kentlere de yüzde otuz indirimli fiyatlar uygulanacak.
Parlamento’ya yurt dışından giren ve ‘TBMM Yurtdışı Türkler ve Akraba Topluluklar Alt Komisyonu Başkanı’ olan Zafer Sırakaya’nın girişimi ile gerçekleşen kampanyaya göre, tüm ülkelerde uygulanacak olan seferler, Hollanda’da da uygulanacak.
THY Amsterdam Müdürlüğü’ne yeni atanan Şerafettin Ekici, Amsterdam’dan Sivas, Erzurum ve diğer şehirlere İstanbul aktarmalı uçuşlara da yüzde otuz indirim uygulanacağını açıkladı.
Türk Hava Yolları ile yüzde 30 indirimli ‘Ver Elini Memleket’ Kampanyası
1 Mayıs- 30 Eylül 2023 tarihleri arasında geçerli olacak. Ucuzluk, 28 Kasım- 4 Aralık 2022 tarihleri arasında alınacak olan biletler için geçerli olacak. İndirim en az üç, en fazla dokuz kişi için yapılan rezervasyonlarda, tüm ekonomi sınıf uçuşlarda geçerli olup, kampanya kapsamında yapılan indirimlere vergi ve harçların dahil olmadığı da açıklandı.
Konuyla ilgili olarak ayrıca bir açıklama yapan Zafer Sırakaya şunları söyledi: “Yurtdışında yaşayan vatandaşlarımızın memleket özlemini, Türkiye hasretini gidermek için ilk adımı atan ve bilet fiyatlarında indirim talebimizi hayata geçiren Türk Hava Yolları Yönetim Kurulu Başkanı Ahmet Bolat’a ve yurtdışında yaşayan vatandaşlarımızın tüm sorunlarıyla yakından ilgilenen Saygıdeğer Cumhurbaşkanımıza yurtdışı Türkler ve şahsım adına teşekkür ediyorum.
Vatandaşlarımızdan gelen talep ve istekler doğrultusunda yaptığımız çalışma ve görüşmeler neticesinde THY’nin önümüzdeki dönemlerde de bilet fiyatlarında yapacağı kampanya ve indirimlerle yurtdışı Türklerin ülkelerine daha sık gelmelerine imkân sağlayacağı müjdesini şimdiden sizlerle paylaşıyorum.
Yurtdışında yaşayan vatandaşlarımızın bizlerden istek ve beklentilerine yönelik çalışmalarımız devam ediyor ve her daim devam edecek.”